NEML 7 / 14 |
إِذْ قَالَ
مُوسَى
لِأَهْلِهِ
إِنِّي آنَسْتُ
نَاراً
سَآتِيكُم مِّنْهَا
بِخَبَرٍ
أَوْ
آتِيكُم
بِشِهَابٍ
قَبَسٍ
لَّعَلَّكُمْ
تَصْطَلُونَ
{7} فَلَمَّا جَاءهَا
نُودِيَ أَن
بُورِكَ مَن
فِي النَّارِ
وَمَنْ
حَوْلَهَا
وَسُبْحَانَ
اللَّهِ
رَبِّ الْعَالَمِينَ
{8} يَا مُوسَى
إِنَّهُ
أَنَا اللَّهُ
الْعَزِيزُ
الْحَكِيمُ {9}
وَأَلْقِ عَصَاكَ فَلَمَّا
رَآهَا
تَهْتَزُّ
كَأَنَّهَا
جَانٌّ وَلَّى
مُدْبِراً
وَلَمْ
يُعَقِّبْ
يَا مُوسَى
لَا تَخَفْ إِنِّي
لَا يَخَافُ
لَدَيَّ
الْمُرْسَلُونَ
{10} إِلَّا مَن
ظَلَمَ
ثُمَّ
بَدَّلَ
حُسْناً
بَعْدَ سُوءٍ
فَإِنِّي
غَفُورٌ
رَّحِيمٌ {11}
وَأَدْخِلْ
يَدَكَ فِي
جَيْبِكَ
تَخْرُجْ
بَيْضَاء مِنْ
غَيْرِ
سُوءٍ فِي
تِسْعِ
آيَاتٍ
إِلَى
فِرْعَوْنَ
وَقَوْمِهِ
إِنَّهُمْ
كَانُوا
قَوْماً
فَاسِقِينَ {12}
فَلَمَّا
جَاءتْهُمْ
آيَاتُنَا
مُبْصِرَةً
قَالُوا
هَذَا
سِحْرٌ
مُّبِينٌ {13} وَجَحَدُوا
بِهَا
وَاسْتَيْقَنَتْهَا
أَنفُسُهُمْ
ظُلْماً
وَعُلُوّاً
فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ
عَاقِبَةُ
الْمُفْسِدِينَ
{14} |
7. Hani
Musa aile halkına demişti ki: "Ben gerçekten bir ateş gördüm. Size ondan
bir haber getirir veya ısınmanız için size parlak bir parça ateş
getiririm."
8. Onun
yanına gelince ona: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da
mübarek kılındı. Alemlerin Rabbi Allah münezzehtir" diye seslenildi.
9.
"Ey Musa! Şüphesiz ki Ben Aziz ve Hakim olan Allah'ım!
10.
"Asa'nı bırak." Onun ince yılanmış gibi hareket ettiğini görünce,
arkasına bakmaksızın dönüp gitti. "Korkma ey Musa! Çünkü Benim katımda
resuller korkmaz.
11.
"Zulmedenler müstesna. Sonra da kötü halini iyilikle değiştirene muhakkak
Ben mağfiret ve rahmet ediciyim.
12.
"Elini de yakana sok! Firavun'a ve kavmine dokuz mucize arasında olmak
üzere kusursuz, bembeyaz çıkacaktır. Şüphesiz onlar fasık bir toplulukturlar.
13.
Ayetlerimiz kendilerine apaydınlık geldiğinde onlar: "Bu, apaçık bir
sihirdir" dediler.
14.
Kalpleri onlara inandığı halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları inkar
ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak!
"Hani Musa aile
halkına demişti ki" buyruğundaki "Hani" hazfedilmiş bir fiil
dolayısıyla nasbedilmiştir ki; o da "hatırla ki" anlamındadır. Sanki
"muhakkak sen Kur'an'ı Hakim, Alim olandan almaktasın" buyruğunun
akabinde şöyle buyurmuş gibidir: İşte ey Muhammed, O'nun hikmet ve ilminin
tecellilerinden olmak üzere Musa'nın kıssasını an! Hani o aile halkına demişti
ki: "Ben gerçekten" uzaktan "bir ateş gördüm." Şair
el-Haris b. Hillize ("gördüm" anlamındaki fiili kullanarak) şöyle
demiştir:
"Ben oldukça gizli
bir ses hissettim fakat onu, İkindi vakti ve akşam yaklaştığı sırada avcılar
onu ürküttü."
"Size ondan bir
haber getirir veya ısınmanız için size parlak bir parça ateş getiririm."
Asım, Hamza ve el-Kisai:
"Parlak bir parça ateş" (...) buyruğunun: "Parlak ateş"
lafzını tenvinli okumuştur. Diğerleri ise izafet terkibi olmak üzere tenvinsiz
okumuşlardır. Bu da; bir ateş parçası anlamındadır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de
bu okuyuşu tercih etmiştir. el-Ferra tenvinsiz okumanın Arapların!
"Andolsun ahiret yurdu, cami mescid, ilk namaz" kabilinden isimleri
farklı olması halinde bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilinden
olduğunu iddia etmiştir.
en-Nehhas ise şöyle
demektedir: Basralılara göre bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi
imkansızdır. Çünkü sözlükte izafet bir şeyin, bir şeye katılması anlamındadır.
Dolayısıyla bir şeyin kendi kendisine katılması imkansızdır. Bir şeyin, bir
diğer şeye izafe edilmesi ise ancak mülkiyet ya da nev' (tür, çeşit) anlamının
açığa çıkması içindir. Kişinin kendisine malik olduğunun yahut kendi nefsinden
bir türe malik olduğunun açıklığa çıkartılması ise imkansızdır. Buna göre
izafetsiz olarak "Bir parça ateş" şeklindeki kıraatte nev' ve cins
izafeti söz konusudur.
Nitekim; "Bu ipek
bir elbisedir, demir bir yüzüktür" ve benzeri ifadeler bu kabildendir.
Şihiib, aydınlığı olan
herbir şeydir. Yıldız ve yakılmış bir odun parçası gibi. Kabes ise kor ateş ve
benzerinden alınan (parça)nın ismidir. Buna göre bu izafet; (...): Parlak bir
parça ateş" demek olur.
Mesela; "Bir parça
ateş aldım, almak" denilir. İsmi ise (...) diye gelir. Nitekim;
"Yakaladım, yakalamak" demek de böyledir. Bundan da isim;
"Yakalamak, kabzetmek" şeklinde gelir.
Her iki kelimeyi de
tenvinli okuyanlar ikincisini, birincisinden bedel kabul eder. el-Mehdevı;
yahut onun sıfatı da olabilir, der. Çünkü "kabes"in sıfat olmayan bir
isim olması da mümkündür, sıfat olması da mümkündür. Sıfat olmayış sebebi,
Arapların; "Ben onu aldım, alıyorum, almak" şeklindeki kullanımlarıdır.
"Kabes" de; "Alınan şey" anlamındadır. Şayet sıfat kabul
edilirse, en güzeli bunun bir niteleme (na't) olmasıdır. Sıfat değilse, izafet
olması daha güzeldir. Bu da nev'in kendi cinsine izafe edilmesi kabilindendir.
Gümüş yüzük ve benzeri tabirlerde olduğu gibi. Eğer "kabes" lafzı
temyiz ya da hal olarak mansub okunursa daha güzel olur. Kur'an'ın dışında da
mastar (mef'ul-u mutlak) yahut temyiz ya da hal olarak; (...) da denilebilir.
"ısınmanız
için" buyruğundaki "tı" aslında "te"dir. Burada
"te"nin yerine ibdal ile "tı" harfi getirilmiştir. Çünkü
"tı" harfi mutbaktır, "sad" da mutbaktır. O bakımdan bu iki
harfin arka arkaya getirilmesi güzeldir. Soğuğa karşı ısınmanız için,
şeklindedir. Bir kimsenin ısındığını anlatmak üzere; "Isındı, ısınır"
denilir. Şair de şöyle demiştir: "Ateş kışın meyvesidir, kim isterse Kış
mevsiminde meyve yemeyi (ateşte ısınsın)"
ez-Zeccac dedi ki:
Aydınlığı olan beyaz herbir şeye "şihab" denilir. Ebu Ubeyde de;
Şihab ateş demektir, demiştir. Ebu'n-Necm der ki: "O sanki alevalev yanan
bir ateşti, Bir aydınlık saçtı, sonra da dindi."
Ahmed b. Yahya dedi ki:
Şihab'dan kasıt iki tarafından birisinde kor ateş, diğerinde ise ateş olmayan
bir değnek demektir. en-Nehhas'ın bu husustaki açıklaması güzeldir: Şihab
aydınlatıcı ışın (şua) demektir. Semada ışığı uzayıp giden yıldıza da bu ismin
verilmesi buradan gelmektedir. Şair de şöyle demiştir: "Elinde dümdüz bir
mızrak vardı onun, O mızrağın başındaki sivri uç, kor ateş alevi gibiydi."
"Onun yanına
gelince" buyruğu, Musa aslında nur olan ve ateş zannettiği o şeyin yanına
vardığında, demektir. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. Musa ateşi
gördüğünde ona yakın bir yerde durdu. Ateşin son derece yeşil ve
"el-ullayk: sarmaşık" adı verilen bitkinin bir dalından çıkmakta
olduğunu gördü. Gördüğü bu ateş gittikçe büyüyor ve alevi artıyordu. Diğer
taraftan ağaç gittikçe daha çok yeşilleniyor ve güzelleşiyordu. Musa buna
hayret etti ve ondan bir alevalmak maksadıyla elindeki bir çubuğu ona uzattı.
Ağaç ona doğru eğildi, bundan korkup geriye doğru çekildi. Bu şekilde ağaç ona
eğilip o da ondan alevalmak isteyip durdu. Nihayet bu ağacın durumu
bilinemeyecek şekilde emir altında olduğu şeklindeki halini açıkça anladı. Bunu
da: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mübarek kılındı ...
diye" ona seslenildiğinde anladı. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden
Ta-Ha Suresi'nde (11-12. ayetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Seslenildi"
yani Yüce Allah ona seslendi. Nitekim: "Biz ona Tur'un sağ tarafindan
seslendik" (Meryem, 52) diye buyurmaktadır .
"Mübarek kılındı
... " buyruğundaki; "Diye" nasb mahallinde ve; (...)
anlamındadır. Bunun meçhul bir fiilin naib-i faili olarak ref' mahallinde
olması da mümkündür.
Ebu Hatim'in
naklettiğine göre Ubeyy, İbn Abbas ve Mücahid'in kıraati; "Ateş ve onun
etrafındakiler mübarek kılındı" şeklindedir. en-Nehhas dedi ki: Böyle bir
rivayet sahih bir isnad ile elimizde bulunmamaktadır. Bulunsa dahi bu bir
tefsir olarak kabul edilir. Bu durumda "bereket" ateşe ve onun
etrafında bulunan melekler ile Musa'ya raci olur.
el-Kisai, Arapların:
"Allah seni mübarek kılsın" söyleyişini naklettiği gibi yine aynı
anlamda olmak üzere; (...) söyleyişini de nakletmiştir. es-Salebi dedi ki:
Araplar: "Allah seni mübarek kılsın" anlamında dört türlü söylerler.
Şair de dedi ki: "Yeni doğmuş bebekken de mübarek kılındın yetişkinken de
mübarek kılındın, Ve sen saçların ağarmışken de yaşlanmışken de mübarek
kılındın."
Taberi dedi ki: Yüce
Allah: "Ateşin yanında ... olanlar da mübarek kılındı" diye buyurup
da "Ateşin içinde bulunanlar mübarek kılındı" diye buyurmaması,
"Allah seni mübarek kılsın" şeklindeki kullanıma uygun gelmiştir.
Nitekim aynı anlamda olmak üzere: "Allah onu mübarek kılsın" denilir.
Bu ateşin etrafında bulunanlar mübarek kılındı, demektir. Bu da Musa'dır ya da
ateşin yakınında bulunanlar mübarek kılındı, demektir. Çünkü o, ateşin
ortasında idi.
es-Süddi dedi ki: Ateşte
melekler vardı. Dolayısıyla mübarek kılınma Musa ve meleklere aittir. Yani ey
Musa, sen ve onun etrafında bulunan melekler mübarek kılındınız. Bu da Yüce
Allah'ın Musa (a.s)'a selamı ve lutfudur. Tıpkı meleklerin İbrahim (a.s)'ın
huzuruna girdiklerinde ona selam verdikleri gibi. Yüce Allah (melekler
vasıtasıyla) şöyle buyunmıştu: "Allah'ın rahmet ve bereketleri sizin
üzerinize olsun, ey hane halkı" (Hud, 73)
Üçüncü bir görüş de İbn
Abbas, el-Hasen ve Said b. Cübeyr tarafından ifade edilmiştir: Ateşin yanında
bulunan, her türlü kusurdan mukaddes ve münezzehtir. Bununla şanı Yüce Allah,
kendi mübarek zatını kastetmiştir.
İbn Abbas ve Muhammed b.
Ka'b dediler ki: Ateş Yüce Allah'ın nuru idi. Yüce Allah o nurun yakınından
Musa (a.s)'a seslenmiştir. Bunun da te'vili şöyledir: Musa (a.s) pek büyük bir
nur gördü, onu ateş zannetti. Çünkü Yüce Allah Musa (a.s)'a belgeleri
(ayetleri) ve kelamı ile ateş cihetinden görünmüştü, yoksa belli bir yerde
mekan tuttuğu anlamında değildi bu. Çünkü: "O gökte de ilah olandır, yerde
de ilah olandır. "(ez-Zuhruf, 84) Yoksa Yüce Allah gökte ve yerde mekan
tutuyor anlamında değildir. Bunun anlamı şudur:
Herbir fiilde O'nun
tecellisi görülür ve böylelikle failin varlığı bilinir. Buna binaen de şöyle
denilmiştir: Ateşin yanında bulunanın saltanat ve kudreti ne mübarektir! Bir
diğer açıklama da şöyle yapılmıştır: Yani ateşte bulunan ve bunu alamet kılan
Allah'ın emri ne mübarektir!
Derim ki: İbn Abbas'ın
görüşünün sahih olduğunun delillerinden birisi de Müslim'in, Sahih'inde ve
-lafız kendisine ait olmak üzere- İbn Mace'nin de Sünen'inde kaydettikleri şu
rivayettir: Ebu Musa dedi ki: Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Muhakkak
Allah uyumaz. Onun uyuması da gerekmez (ya da şanına yakışmaz). O adalet
(terazisin)i alçaltır ve yükseltir, onun hicabı nurdur. Eğer onu açacak olursa,
yüzünün parıltıları, gözünün değdiği herbir şeyi mutlaka yakardı. Daha sonra
Ebu Ubeyde: "O ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mübarek
kılındı. Alemlerin Rabbi Allah münezzehdir" buyruğunu okudu. Bunu
el-Beyhaki de rivayet etmiştir.
Müslim'in, Ebu Musa
yoluyla kaydettiği lafız da şöyledir: Rasulullah (s.a.v.) hutbe irad etmek
maksadıyla önümüzde ayağa kalktı, beş hususu söz konusu etti ve şöyle buyurdu:
"Şüphesiz ki aziz ve celil olan Allah uyumaz, Zaten uyumak ona yaraşmaz
da. O adalet terazisin(i) alçaltır ve yükseltir. Gecenin ameli O'na gündüzden
önce yükseltilir, gündüzün ameli de geceden önce O'na yükseltilir, O'nun hicabı
mudur. -Ebu Bekrin rivayetinde ise nardır. Eğer onu açacak olursa, O'nun
yüzünün parıltıları gözünün mahlukatından değdiği herbir şeyi elbette yakardı.
''
Ebu Ubeyd dedi ki:
Denilir ki: "Subuhat: Parıltılar" O'nun zatının celalidir.
"Subhanallar"da buradan hareketle söylenmiş bir tesbihtir. Bu ise
Yüce Allah'ı ta'zim ve tenzihi ifade eder. Yüce Allah'ın: "Eğer onu açacak
olursa" buyruğu da şu demektir: Eğer insanların gözleri üzerinden perdeyi
kaldıracak olursa ve kendisini görmeleri için onlara sebat vermezse yanarlar ve
buna tahammül edemezler.
İbn Cüreyc dedi ki: Ateş
hicablardan bir hicabtır. Bu hicablar: Hicabu'lIzze, Hicabu'l-Mülk,
Hicabu's-Sultan, Hicabu'n-Nar, Hicabu'n-Nur, Hicabu'l-Gamam ve Hicabu'l-Ma
olmak üzere yedi tanedir. Hakikatte asıl mahcub olan (yani önünde perde
bulunan) mahluktur. Yüce Allah'ı ise hiçbir şey hacb etmez (perdelemez). İşte
oradaki ateş aslında nur idi, ancak Yüce Allah ondan nar (ateş) lafzı ile
sözetmiştir. Çünkü Musa onu ateş zannetmişti. Diğer taraftan Araplar da bu
lafızların birini diğerinin yerine kullanabilmektedirler.
Said b. Cübeyr de şöyle
demiştir: Onun gördüğü bizatihi ateşti. Yüce Allah, sesini ona ateşin bulunduğu
taraftan işittil'di ve ona ateşin bulunduğu cihetten rububiyetini izhar etti.
Bu da Tevrat'ta yazılı olduğu rivayet olunan şu ifadeleri andırmaktadır:
"Allah, Sina'dan geldi ve Sair (dağın)dan parıldadı. Faran dağlarından da
yükseldi."
Yüce Allah'ın Sina'dan
gelmesi orada Musa'yı peygamber göndermesidir.
Sair tepelerinden
parıldaması, Mesih İsa'yı orada peygamber göndermesidir. Faran dağlarından
yükselmesi ise Muhammed (s.a.v.)'ı peygamber olarak göndermesidir, Faran da
Mekke'dir. İleride el-Kasas Süresi'nde (30. ayetin tefsirinde) şanı Yüce
Allah'ın Musa (a.s)'a kelamını ağaçtan işittirmesi ile ilgili daha geniş
açıklamalar gelecektir, inşaallah.
"Alemlerin Rabbi
münezzehtir." Alemlerin Rabbi olan Allah'ı tenzih ve takdis ediyorum. Buna
dair açıklamalar daha önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Buyruğun
anlamı da şudur: Onun etrafında bulunanlar "alemlerin Rabbi
münezzehtir" derler, şeklindedir ki; bu ifadeler hazfedilmiştir. Bir diğer
açıklama da şöyledir: Musa (a.s) Yüce Rabbin nidasını iş ittikten sonra Yüce
Allah'ın yardımını dilemek ve O'nu tenzih etmek üzere bu sözleri söylemiştir.
Bu açıklamayı es-Süddi yapmıştır.
Bu buyrukların Yüce
Allah'ın sözlerinden olduğu da söylenmiştir. Anlamı da şudur: Alemlerin Rabbi
olan Allah'ı tesbih edenler mübarek kılınmıştır. Bunu da İbn Şecere
nakletmiştir.
"Ey Musa şüphesiz
Ben Aziz ve Hakim olan Allah'ım" buyruğundaki: "Şüphesiz"
lafzındaki "he" imaddır. Kufelilerin görüşlerine göre bir zamir
değildir. sahih olan ise bunun durum ve şan'dan kinaye (zamiru şan) olduğudur.
"Ben Aziz"
benzeri bulunmayan mutlak galip; emir ve fiillerinde hikmeti sonsuz olan
"Hakim olan Allah'ım!" Denildiğine göre Musa; Rabbim bana seslenen
kimdi, diye sordu. Ona: "Şüphesiz ki" sana seslenen Ben idim.
"Ben Allah'ım" diye buyurdu.
"Asanı bırak."
Vehb b. Münebbih dedi ki: Musa Yüce Allah'ın kendisine asasını bir kenara
atmasını söylediğini zannetmişti. Yine denildiğine göre Yüce Allah'ın Musa'ya
bunu söylemesinin sebebi, kendisi ile konuşanın Allah olduğunu, Musa'nın da
rasul olduğunu, herbir peygamber için bizzat kendi nefsinde peygamberliğini
bilmek maksadı ile mutlaka bir ayet, (belge ve mucize)nin bulunduğunu bilmesi
için söylemiştir.
Ayet-i kerimede
hazfedilmiş lafızlar vardır. Yani asanı bırak, o da asasını elinden bıraktı,
derhal küçük bir yılanmış gibi hızlıca hareket eden bir ejderha oluverdi.
el-Kelbi dedi ki: Bu küçük de olmayan, büyük de olmayan bir yılandI. Bir diğer
açıklamaya göre asası önce küçük ve hareketli bir yılan olmuştu, ona alışınca
bu sefer büyükçe bir ejderha oluvermişti. Bir diğer açıklamaya göre bir sefer
küçük bir yılan, bir sefer hızlıca koşan dişi bir yılan, bir sefer de erkek
büyük bir ejderhaya dönüşmüştü.
Bir diğer açıklamaya
göre de ahlam şöyledir: Bu küçük bir yılan gibi hareket eden bir ejderhaya
dönüşüvermişti. Ejderhanın büyüklüğü ve küçük yılanın hafifliği ile hızlıca
hareket etmek özellikleri bu yılanda vardı. İşte hızlıca koşan bir yılan, bir
ejderhadan kasıt budur.
"ince küçük yılan"ın
çoğulu; (...) şeklinde gelir. Şu hadis-i şerif te de bu çoğul şekil
kullanılmıştır: "Peygamber evlerde bulunan küçük yılanların öldürülmesini
yasakladı. "
"Arkasına
bakmaksızın" Mücahid'in açıklamasına göre dönmeksizin, Katade ise
bakmaksızın diye açıklamıştır. "Dönüp, gitti" insanların adeti üzere
korkup kaçtı.
Yılandan ve zarar
vermesinden "Korkma ey Musa, çünkü Benim katımda rasüller korkmaz."
İfade burada tamam olmaktadır. Daha sonra munkati' bir istisna yaparak şöyle
buyurmaktadır: "Zulmedenler müstesna.!" Bunun hazfedilmiş bir isimden
istisna olduğu da söylenmiştir. Yani: Benim huzurumda rasüller korkmaz. Ancak
onların dışında zulmeden kimseler korkar.
"Zulmedenler
müstesna, sonra da kötü halini iyilikle değiştirene ... " İşte böyle bir
kimse korkar. el-Ferra böyle açıklamıştır.
en-Nehhas dedi ki: Bu
muhal bir mahzuftan istisna yapılmıştır. Çünkü bu zikredilmemiş bir şeyden
yapılmış bir istisnadır. Eğer böyle bir istisna caiz olsaydı: "Ben Zeyd
müstesna, o kavmi vuruyorum" şeklindeki sözlerin; ben o kavmi vurmam,
onların dışındakileri "Zeyd dışındakileri" vururum demek de caiz
olmalıydı. Bu ise beyan (açık seçik konuşma)ya aykırıdır ve anlamı bilinmeyen
ifadeler kullanmaktır.
Yine el-Ferra'nın
naklettiğine göre bazı nahivciler; (...) istisna edatını "vav"
anlamında kullanabilirler. Yani bir de zulmedenler (benim katımda korkmaz);
demek olur. Şair şöyle demiştir: "Herbir kardeş mutlaka kardeşinden
ayrılır, Yemin olsun ki (bu böyledir) hatta el-Ferkadan dahi,"
en-Nehhas dedi ki: (...)
istisna edatının "vav" anlamında olması izah edilemez ve bu dilde
hiçbir şekilde caiz olmaz. Diğer taraftan bu edatın anlamı "vav"dan
çok farklıdır. Çünkü bir kimse; "Zeyd dışında kardeşlerin bana geldi"
diyecek olursa, kardeşlerin kapsamına girdikleri hükmün dışına Zeyd çıkarılmış
olur. Dolayısıyla bu istisna edatı ile "vav" arasında herhangi bir
yakınlık bulunmamaktadır.
Ayet-i kerime ile ilgili
bir başka görüş daha vardır. O da buradaki istisnanın muttasıl bir istisna
olmasıdır. Anlam da şöyle olur: Hiçbir kimsenin kendisini kurtaramadığı küçük
günahları işlemek suretiyle peygamberler arasından zulmedenler müstesnadır.
Ancak Zekeriya oğlu Yahya (selam ona) istisna olarak küçük günah işlememiştir.
Ayrıca Yüce Allah'ın Peygamber (s.a.v.) efendimiz hakkında ''Allah geçmiş ve
gelecek günahını bağışlasın .. , " (Feth, 2) buyruğunda sözünü ettiği
husus da müstesnadır. Bunu da el-Mehdevı zikretmiş olup en-Nehhas tercih etmiş
ve şöyle demiştir: Yüce Allah onlar arasından (belirtilen şekilde küçük
günahla) isyan edenlere Allah korkusunun müyesser kılındığını bildiğinden
dolayı onları istisna ederek şöyle buyurmuştur: "Zulmedenler müstesna,
sonra da kötü halini iyilikle değiştiren ... " kimse; o korkar, Ben ona
mağfiret etsem dahi.
ed-Dahhak dedi ki: Bu
buyruğu ile Adem ve Davud (ikisine de selam olsun)'u kastetmektedir.
ez-Zemahşeri dedi ki:
Adem, Yunus, Davud, Süleyman, Yusuf'un kardeşleri gibilerinin yaptıkları
kusurlar ile Musa (a.s)'ın Kıpti'yi indirdiği darbe ile öldürmesi bu
kabildendir. Bir kimse dese ki: Tevbe ve mağfiretten sonra korkunun manası
nedir? Ona şöyle cevap verilir: Yüce Allah'ı bilip tanıyanların hali budur.
Onlar her zaman için masiyetlerinden ötürü korkarlar ve kalpleri titrer. Aynı
şekilde onlar tevbelerinin kabul edilmesi için gerekli şartlardan yerine
getirmemiş olabilecekleri bir takım şartlarının olmadığından da emin olmazlar.
Dolayısıyla bu eksik şart(lar)ın yerine getirilmesinin isteneceğinden
korkarlar.
el-Hasen ve İbn Cüreyc
dedi ki: Yüce Allah, Musa'ya sen o canı öldürdüğün için Ben de seni korkuttum,
demiştir.
el-Hasen dedi ki:
Geçmişte peygamberler küçük günah işler ve bundan dolayı cezalandırılırlardı.
es-Sa'lebi, el-Kuşeyri,
el-Maverdi ve başkaları da şöyle demişlerdir: Buna göre burada istisna
sahihtir, yani peygamberlerden, resullerden nübuvvet öncesi işlemiş oldukları
küçük günahlar ile nefsine zulmeden kimseler müstesnadır. Musa, Kıpti'yi
öldürmekten dolayı korkmuş ve bundan ötürü de tevbe etmişti.
Şöyle de denilmiştir:
Peygamberler, peygamberlikten sonra küçük günahlardan da, büyük günahlardan da
korunmuşlardır. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Suresi'nde
(35. ayet, 13. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Derim ki: Birincisi daha
doğrudur, çünkü onlar şefaat hadisinde de belirtildiği üzere kıyamet gününde bu
günahlarından sıyrılmış olacaklardır. Allah'a yakın kılınmış bir kimse
(mukarreb) herhangi bir kusur işleyecek olursa, bu kusuru ona bağışlanmış olsa
dahi, bu kusurun izleri kalıcıdır. Bu iz ve etki devam ettiği sürece korku da
devam eder. Ancak bu korku cezalandırılma korkusu değil, ilahi azamet
korkusudur. Sultan nezdinde günah işlediği zannolunan bir kimse, bu zan
dolayısı ile içinde rahatsız edici bir duygu bulunur. Bu da ona duyulan güvenin
saflığını bulandırır. Musa (a.s) da o Firavun kavmine mensub kişiye karşı böyle
bir davranış ta bulunmuş, sonra Allah'tan mağfiret dilemiş ve kendi nefsine
zulmettiğini itiraf etmişti. Yüce Allah da onun günahını bağışlamıştı. Bu
bağışlanmadan sonra da: ''Rabbim, bana verdiğin nimet hakkı için artık
günahkarlara arka çıkmam" (Kasas, 17) demişti. Ertesi gün bu sefer Firavun
kavmine mensub bir başka kişi ile sınanmış, onu da yakalamak istemişti. Bu
isteyişi ile birlikte de bir başka olayolmuştu. Ertesi gün bu şekilde
sınanmasına sebeb ise onun: ''Artık günahkarlara arka çıkmam" demiş olması
idi. Böyle bir ifade ise kendisinin başlı başına bir güç sahibi olduğunu dile
getirmektedir. Dolayısıyla o yakalamak isteyip de, bunu yapmayınca böyle bir
irade ve kasıt gösterdiğinden dolayı cezalandırıldı. İsrailoğullarına mensub
şahsı onun sırrını açığa vurmak suretiyle musallat kıldı. Çünkü
İsrailoğullarından olan kişi Firavun kavmine mensub olan kimseyi yakalamaya
hazırlandığını gördüğünde kendisini yakalamak istediğini zannetmiş, onun
gizlediği sırrı açığa çıkartarak: ''Ey Musa, dün bir kişiyi öldürdüğün gibi
beni de mi öldürmek istiyorsun?" (elKasas, 19) demişti. Bunun üzerine
Firavun kavmine mensub şahıs kaçmış ve İsrailoğullarına mensub şahsın Musa
aleyhinde yaptığı açıklamayı Firavun'a bildirmişti. Bir gün önce öldürülen
şahsın durumu ise gizli kalmış ve kim tarafından öldürüldüğü bilinmemişti.
Firavun durumu öğrenince, yakalanıp, öldürülmesi için Musa'nın ardından
takipçiler gönderdi. Takip işi sıkılaştırıldı ve yolların başları tutuldu.
Koşarak bir adam geldi ve: ''Ey Musa! ileri gelenler seni öldürmek için
hakkında danışıyorlar." (el-Kasas, 20) dedi. Daha sonra da Yüce Allah'ın
bize haber verdiği şekilde Mısır'dan çıktı. İşte Musa (a.s)'ın bu korkusu, bu
olaydan ötürü olmuştu. Rabbi her ne kadar onu kendisine yakınlaştırmış, ona
ikramda bulunmuş, onunla konuşmak için özellikle seçmiş ise de böyle bir suçun
kalan izleri onun arkasına bakmadan kaçıp gitmesine sebeb teşkil etmişti.
"Elini de yakana
sok ... Kusursuz, bembeyaz çıkacaktır." Bu buyruğa dair açıklamalar daha
önceden Ta-Ha Suresi'nde (22. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Dokuz mucize
arasında" buyruğu ile ilgili olarak en-Nehhas şöyle demektedir: Bu hususta
yapılmış en güzel açıklamaya göre anlam şöyledir: Bu ayet (bu mucize) dokuz mucizenin
kapsamı içerisindedir. el-Mehdevı dedi ki: Buyruğun anlamı şudur: "Asanı
bırak" ... "elini de yakana sok." İşte bunlar dokuz mucizeden
ikisidir.
el-Kuşeyri de anlamı
şöyledir: Sen onlardan birisi olduğun halde ben on kişi arasında (onlarla beraber)
çıktım demeye benzer. Ben on kişinin onuncusuydum. Buna göre buradaki:
"Arasında" " .. den, dan" anlamındadır. (On ayetten (biri)
demek olur). Çünkü burada bu edat (anlam itibariyle) ona oldukça yakındır.
Nitekim sen; "Sen bana aralarında iki erkek deve bulunan on deve al"
derken, "aralarında" anlamındaki lafız; "Onlardan ... "
anlamında kullanılmıştır. Nitekim el-Asmai İmruu'l-Kays'ın: "Hiç rahat
bulur mu ömrünün sonları, Otuz yıl içerisinde otuz ay olan (yani otuz ayı otuz
yıl gibi uzun gelen)?" beyitinde; "edatı (...) anlamında
kullanıldığını söylemiştir.
Bu edatın;
"Beraberinde" anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre on ayetten
biri de el mucizesidir. Diğer dokuz ayete gelince: Denizin yarılması, asa,
çekirge, haşerat, tufan, kan, kurbağalar, kıtlık yılları ve mallarının yerin
dibine geçirilmesidir. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden (Yunus, 88,
ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"Firavuna ve
kavmine" buyruğu hakkında el-Ferra şöyle demiştir: Burada ifadenin
delaleti dolayısıyla sözlerde hazfedilmiş lafızlar vardır. Şüphesiz ki sen
Firavun'a ve kavmine elçi olarak gönderilmişsindir, demektir.
"Şüphesiz onlar
fasık bir toplulukturlar." Yüce Allah'a itaatın dışına çıkmışlardır. Buna
dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
"Ayetlerimiz
kendilerine apaydınlık" açık ve seçik bir şekilde "geldiğinde"
buyruğu ile ilgili olarak; el-Ahfeş: Burada mastar olan: ''Apaydınlık"
lafzının; (...) şeklinde olması da mümkündür, Bu da mastar olur. Bu da
"Evlat bir korkaklık (sebebi) dır" demeye benzer, demektedir.
"Bu apaçık bir
sihirdir, dediler." Yalanlamaktaki adetlerini aynen devam ettirdiler.
Bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kalpleri onlara inandığı
halde zulümle büyüklenmeleri sebebi ile onları inkar ettiler." Yani onlar
bu ayetlerin Allah'tan geldiğine ve büyü olmadıklarına kesinlikle
inanıyorlardı, fakat Musa'ya iman etmeyi büyüklüklerine yedirmediler ve kafir
oldular, Bu onların inad eden kimseler olduklarını göstermektedir.
Buradaki; (...) ile
(...) (mealde: zulümle büyüklenmeleri sebebiyle) lafızları hazfedilmiş bir
mastarın sıfatı olarak nasbedilmişlerdir. Yani "Onlar ayetlerimizi
büyüklenerek ve zulüm ile inkar ettiler." "Onları (ayetler)"
lafzındaki "be" zaiddir ve bu; "Onları inkar ettiler"
anlamındadır. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde yapmıştır.
Ey Muhammed
"bozguncuların" kafir ve azgınların işlerinin "sonunun nasıl
olduğuna bir bak!" Yani sen buna kalp gözünle bir bak ve üzerinde düşün!
Burada hitab ona olmakla birlikte, maksat ondan başkalarıdır,
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN