TA-HA 105 / 110 |
وَيَسْأَلُونَكَ
عَنِ
الْجِبَالِ فَقُلْ
يَنسِفُهَا
رَبِّي
نَسْفاً {105}
فَيَذَرُهَا
قَاعاً
صَفْصَفاً {106} لَا
تَرَى
فِيهَا
عِوَجاً
وَلَا
أَمْتاً {107} يَوْمَئِذٍ
يَتَّبِعُونَ
الدَّاعِيَ لَا
عِوَجَ لَهُ
وَخَشَعَت
الْأَصْوَاتُ
لِلرَّحْمَنِ
فَلَا
تَسْمَعُ
إِلَّا
هَمْساً {108}
يَوْمَئِذٍ
لَّا
تَنفَعُ
الشَّفَاعَةُ
إِلَّا مَنْ
أَذِنَ لَهُ
الرَّحْمَنُ
وَرَضِيَ
لَهُ قَوْلاً
{109} يَعْلَمُ
مَا بَيْنَ
أَيْدِيهِمْ
وَمَا
خَلْفَهُمْ
وَلَا
يُحِيطُونَ
بِهِ عِلْماً
{110} |
105.
Sana dağları sorarlar: "Rabbim onları kökünden koparıp parça parça
dağıtacak" de.
106.
"Yerlerini dümdüz edecektir.
107.
"Sen orada alçaklık da, yükseklik de göremeyeceksin"
108. O günde
davetçiye uyarlar. Hiçbir tarafa sapmayarak giderler. Rahman'ın huzurunda
sesler kısıImış olacak, kıpırdanan dudakların fısıltısından başkasını
duyamayacaksın.
109. O
günde Rahman'ın izin vereceği ve sözünden razı olacağı kimseninki müstesna,
şefaatın hiçbir faydası olmayacaktır.
110. O,
onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar ise bilgileri ile
O'nu kuşatamazlar.
"Sana dağları"
yani kıyamet gününde dağların durumunun ne olacağını "sorarlar. Rabbim
onları kökünden koparıp" uçuracak; "parça parça dağıtacak, de."
Buradaki "De"
buyruğunun "fe" ile geldiğini görüyoruz. Halbuki Kur'an-ı Kerim'de
her bir soruya cevap olarak gelen; "de" anlamındaki buyruk, -bunun
dışında- hep "fe" harfi başa getirilmeden gelmiştir. Bunun sebebi burada
anlamın; eğer sana dağlar hakkında soru sorarlarsa ... "de" şeklinde
oluşudur. O bakımdan ifade şart anlamını taşımaktadır. Yüce Allah onların
dağlar hakkında soru soracaklarını bildiğinden dolayı onlar sormadan önce
onlara cevap vermektedir. Diğerleri ise önceden Peygamber (s.a.v.)a sorulmuş
sorular olup onlara dair cevap da sorunun akabinde gelmiştir. Onların
cevaplarının "fe" harfi getirilmeden geliş sebebi budur. Buradaki ise
henüz sormadıkları bir soruyu dile getirmektedir. Bunu iyice kavramak gerekir.
"Onları kökünden
koparıp parça parça dağıtacak" buyruğu ile ilgili olarak İbnu'l-A'rabi ve
başkaları şöyle demektedir: Onları köklerinden söküp koparacak, sonra onları
akabilecek şekilde kum haline dönüştürecek, sonra da rüzgarların etrafa dağıtabilecekleri
şekilde atılmış yün gibi yapacaktır. (Bazı ayetlerde sözü edilen):
"el-ihn" ise ancak boyanmış yünden olur. Bundan sonra dağlar, etrafa
dağıtılmış toz zerreleri haline gelecektir.
"Yerlerini dümdüz
edecektir." Onların yerlerini bitki ve üzerinde yapı bulunmayan dümdüz ve
kaygan bir zemine dönüştürecektir. Bu açıklamayı İbnu'l-A'rabi yapmıştır.
el-Cevheri dedi ki:
"dümdüz yer" demektir. Çoğulu da; (...) şekillerinde gelir. (Son
şekilde) "vav"ın bir önceki harfi esreli olduğundan dolayı
"ya"ya dönüşmüştür.
el-Ferra da şöyle
demektedir: Bu kelime "su birikintisi" demektir. (...) ise bitkisiz,
kel arazi demektir. el-Kelbi dedi ki: Bu hiçbir bitkisi bulunmayan arazi
demektir. Bunun: Düzlüğünde adeta bir safmış gibi görünen düz yer, demek olduğu
da söylenmiştir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Bu iki kelime de aynı
anlamdadır. Çünkü; "Açık ve geniş yer" (...) ise düz ve girintisi,
çıkıntısı olmayan yumuşak yer demektir. Sibeveyh de şu beyiti nakletmektedir:
"Senin evine varıncaya kadar nice düzlük araziler, Alabildiğine ufak kumlu
yollar ile üstüste yığılmış kumlardan yollar var,"
"Dümdüz"
kelimesi haldir. Ondan sonraki kelime de böyle.
"Sen orada alçaklık
da, yükseklik de göremeyeceksin" ifadesi sıfat mahallindedir.
İbnu'l-A'rabi dedi ki: "el-Ivec" yollardaki iniş çıkışlardır.
"el-Emt" ise küçük tepeler demektir. Ebu Ömer dedi ki:
"el-Emt" küçük tepeler demektir. Yani orası ne tümsekliği de
alçaklığı da bulunmayan dümdüz bir yerdir. Mesela; "Ağzına kadar doldu, dolma-
dık boş bir yeri
kalmadı, kırbayı boş bir yer kalmamacasına doldurdum" denilir.
"el-Emt"
sözlükte yüksekçe yer demektir.
İbn Abbas:
"Ivec" meyil demektir. "el-Emt" ise otlağa giden yol gibi
bir iz demektir. Yine ondan nakledildiğine göre "ivec" vadi,
"emt" ise tepe demektir. Ondan gelen bir başka rivayete göre
"el-ıvec" alçaklık, "el-emt" ise yükseklik demektir.
Katade dedi ki:
"Ivec" çatlaklık, yarık, "emt" tepe demektir. Yeman dedi
ki: "el-Emt" yerdeki çatlaklar demektir. Bunun düzlükte yahut dağda
bir yerin kalınlaşması, bir başka yerde de incelmesi anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bunu da es-Suli nakletmektedir.
Bu Ayetle Siğillerin
Tedavisi:
Derim ki: Bu ayet-i
kerime, okunarak rukye yapılan ayetlerdendir. Bununla siğiller tedavi edilir.
Bizde bunlara "el-berarik" denilir ki bunun tekili
"beruka"dır. Bunlar genel olarak vücudun çeşitli yerlerinde özellikle
ellerde çıkarlar. Bunun için arpa samanından üç tane çubuk alınır. Bu
çubukların her birisinde bir düğüm bulunur. Bu çubukların her birisi siğiller
üzerinden geçirilerek bu ayet-i kerime bir defa okunur. Sonra da bu çubuklar
nemlice bir yere gömülür. Bunlar küflenince bu siğiller de küflenir ve onların
hiçbir izi kalmaz.
Ben bunu hem kendimde
denedim, hem de başkasına uyguladım. Yüce Allah'ın izniyle faydalı olduğunu gördüm.
"O gün
davetçiye" yani Sur'a üfüreceği vakitte İsrafil (a.s.)a "uyarlar.
Hiçbir tarafa sapmayarak
giderler." Yani ondan ayrı bir yere gitmezler. Bu da şu demektir: Onun
çağrısından uzaklaşmazlar. Başka bir tarafa meyledip gitmezler. Aksine hızlıca
ona doğru giderler ve onun bulunduğu yönden başka bir yöne sapmazlar. İlim
adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüş budur.
("Hiçbir tarafa
sapmayarak giderler" anlamını verdiğimiz:) "Onun bir eğriliği
yoktur" buyruğunun yani İsrafil'in çağrısının bir eğriliği yoktur,
anlamına geldiği de söylenmiştir.
Bir başka görüşe göre;
onlar herhangi bir eğriliği olmayan bir şekilde davetçinin davetine tabi
olurlar, demektir. Buna göre mastar gizlidir. Yani onlar davetçinin mahşere
çağıran sesine uyarlar. Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Nida edenin yakın bir yerden sesleneceğigüne kulak ver." (Kaf, 41)
İleride gelecektir.
"Rahman'ın
huzurunda sesler kısılmış olacak. " Yani orada sesler oldukça alçalmış ve
adeta sükunet bulmuş olacak. İbn Abbas'tan şöyle dediği nakledilmektedir:
ez-Zübeyr'in (şehadet) haberi ulaştığında Medine'nin Sur'u ve o huşu duyan
dağlar alçaldı.
Orada suskun her bir
dil, ilahi huzurun heybetinden susmuş olacaktır.
"Rahman'ın
huzurunda" demek, O'ndan dolayı susacaktır, demektir.
"Kıpırdanan
dudakların fısıltısından başkasını duyamayacaktır." Buyruğundaki (fısıltı
anlamı verilen): "el-Hems" gizli ses demektir. Bu açıklamayı Mücahid
yapmıştır. İbn Abbas'tan; gizli saklı ses demektir. el-Hasen ve İbn Cüreyc de şöyle
demişlerdir: Bu mahşere doğru giderken ayakların çıkaracakları sestir. Şairin
vecez veznindeki şu mısraı da bu anlamdadır:
"Onlar, biz onların
sırtında olduğumuz halde ayak sesleri duyularak giderler."
Bununla şair yürürken develerin
ayaklarının çıkardıkları sesleri kastetmektedir. Arslana "el-hemils"
adı, karanlıkta farkettirmeden yavaşça yürümesinden dolayı verilmiştir. Ru'be
de kendisinin güçlü kuvvetli oluşunu anlatırken şöyle demektedir:
"Öyle bir
arslan(ım) ki karanlıkta sessizce ilerleyen arslanı da Kirli renkleri olan fili
ve camusu da vurup perişan ederim, ben."
"Yemeğin
hems"i, ağzı kapalı bir şekilde yemeği çiğnemek demektir. Recez vezninde
şair şöyle demektedir: "Dünden beri ben hayret edilecek bir şey gördüm, Tıpkı
gulyabaniler gibi beş tane koca karı, Ben ne yapıyorsam onlar ağızları kapalı
çiğneyip çiğneyip (bitirip) duruyorlar."
Bu kelimenin dili ve
dudağı hareket ettirmek anlamında olduğu da söylenmiştir.
Ubeyy b. Ka'b:
"Onlar ancak fısıltı ile konuşurlar" diye okumuştur ki, anlamlar
birbirine yakındır. Yani sen onların ne konuşma seslerini, ne konuştuklarını,
ne de ayak seslerini işitirsin. Bu kelimenin kökünü teşkil eden "he, mim
ve sin" harflerinin asıl anlamı ne olursa olsun gizliliktir.
"Mehmus" (hems ile çıkan harfler de) buradan gelmektedir ki, bunlar
on tane harf olup, (...) kelimelerinde toplanmıştır. Harfe "hemsli
(mehmus)" denilmesinin sebebi mahreclerine fazla dayanılmayarak harf
telaffuz edilirken nefesin akmasıdır.
"O gün de Rahman'ın
izin vereceği ve" şefaat hususunda söyleyeceği "sözünden razı olacağı
kimseninki müstesna, şefaatin hiçbir faydası olmayacaktır."
Bu buyruktaki
("kimse" anlamı verilen): "Men" kelimesi birincisinin
dışına çıkartılan (muttasıl) istisna olarak nasb mahallindedir. Yani şefaat,
Rahman'ın kendisine şefaat edilmesine izin vereceği kimseden başkasına fayda
sağlamayacaktır.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: Şefaat ancak razı olunan bir sözü bulunan ve kendisine şefaat
edilmesi hususunda Rahman'ın izin verdiği kimseye faydalı olacaktır. İbn Abbas
da der ki: Bu söz "la ilahe illallah"tır.
"O onların
önlerindekini de" kıyamette meydana gelecek hususları "da
arkalarındakini de" dünyada olanları da "bilir." Bu şekildeki
açıklama Katade tarafından yapılmıştır.
Şöyle de açıklanmıştır:
Onların ileride görecekleri mükafat ve cezayı bildiği gibi, dünyadan geride
bıraktıkları, arkada terkettikleri şeyleri de bilir.
Ayet-i kerımenin bütün
insanlar hakkında umumı olduğu söylendiği gibi; sadece "davetçiye
uyanlar"ın kastedildiği de söylenmiştir. Hamd Allah'a mahsustur.
"Onlar ise
bilgileriyle O'nu kuşatamazlar" buyruğundaki "O'nu" zamiri Yüce
Allah'a aittir. Yani hiçbir kimse bilgisiyle O'nu kuşatamaz. Çünkü
"kuşatmak" sınırlılık anlamını da çağrıştırmaktadır. Yüce Allah ise
sınırlı oluştan münezzehtir.
Bu zamirin
"bilgi"ye ait olduğu da söylenmiştir. Yani hiçbir kimse Allah'ın
bildiğini bilgisiyle kuşatamaz.
Taberi der ki:
"Önlerindeki", "arkalarındaki" ile
"kuşatamazlar"daki zamirler meleklere aittir. Yani Yüce Allah bu
meleklere ibadet edenlere, meleklerin önlerindekini de arkalarındakini de
bilemediklerini bildirecektir.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN