ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

TA-HA

94

/

98

قَالَ يَا ابْنَ أُمَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَتِي وَلَا بِرَأْسِي إِنِّي خَشِيتُ أَن تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْلِي {94} قَالَ فَمَا خَطْبُكَ يَا سَامِرِيُّ {95} قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِهِ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِّنْ أَثَرِ الرَّسُولِ

فَنَبَذْتُهَا وَكَذَلِكَ سَوَّلَتْ لِي نَفْسِي {96} قَالَ فَاذْهَبْ فَإِنَّ لَكَ فِي الْحَيَاةِ أَن تَقُولَ لَا مِسَاسَ وَإِنَّ لَكَ مَوْعِداً لَّنْ تُخْلَفَهُ وَانظُرْ إِلَى إِلَهِكَ الَّذِي ظَلْتَ عَلَيْهِ

عَاكِفاً لَّنُحَرِّقَنَّهُ ثُمَّ لَنَنسِفَنَّهُ فِي الْيَمِّ نَسْفاً {97} إِنَّمَا إِلَهُكُمُ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ وَسِعَ كُلَّ شَيْءٍ عِلْماً {98}

 

94. Dedi ki: "Anamın oğlu! sakalıma, başıma yapışma! Bana: İsrailoğulları arasında tefrika çıkardın ve benim sözüme uymadın, diyeceğinden korktum."

95. "Senin bu yaptığın nedir? Ey Samiri" dedi.

96. "Onların görmediklerini ben gördüm. Bunun için elçinin bastığı yerden bir avuç almıştım da onu bıraktım. Nefsim de bana böylece süsledi" dedi.

97. Dedi ki: "Haydi git! Çünkü sen hayatta oldukça: 'Ne siz bana dokunun, ne ben size dokunayım' diyeceksin. Sana verilmiş ve asla geri bırakılmayacak bir va'de vardır. Şimdi de taptığın ilahına bir bak. Biz onu -andolsun ki- yakacak, sonra da denize savurup darmadağın edeceğiz."

98. Sizin ilahınız ancak kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır.

İlmi herşeyi kuşatmıştır O'nun.

 

"Dedi ki: Anamın oğlu! Sakalıma, başıma yapışma!" İbn Abbas dedi ki: Saçlarını sağ eliyle, sakalını da sol eliyle yakalamıştı. Çünkü Allah'ın dini için duyduğu gayret ona büsbütün hakim olmuştu. Sen böyle bir şey yapma! Çünkü bunu görenler senin bana bu şekilde davranmakla, beni küçümsediğini yahut cezalandırdığını zannedecekler.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Musa (a.s.) onu ne hafife almak, ne de cezalandırmak maksadıyla böyle yakalamıştı. Bir insanın kendi sakalını tutması gibi, onu da öylece tutmuştu. Buna dair gerekli açıklamalar el-A'raf Suresi'nde (150. ayetin tefsirinde) yeterince geçmiş bulunmaktadır. Peygamberinin neyi murad ettiğini en iyi bilen Yüce Allah'tır.

 

"Bana: İsrailoğulları arasında tefrika çıkardın ve benim sözüme uymadın diyeceğinden korktum." Yani -sen bana onlarla birlikte kalmayı emretmiş bulunuyorken ben onları bırakıp çıkacak olsaydım bir takım kimselerin benim arkamdan geleceklerinden, bir takım kimselerin de buzağı ile birlikte kalacaklarından korktum. Belki de iş birbirlerinin kanlarını dökecek noktaya kadar da gelebilirdi. Ayrıca bu işten vazgeçin, diye onları alıkoymaya kalkışsaydım, aralarında bir çarpışma çıkacağından ve bundan dolayı senin beni kınayacağından da korktum. İşte Harun (a.s.)ın, Musa (a.s.)ın: "Yoksa emrime karşı mı geldin?" sözlerine karşı cevabı budur. el-A'raf Suresi'nde ise şöyle dediği bildirilmektedir: ''Bu kavim beni gerçekten zayıf buldu. Neredeyse beni öldüreceklerdi bile. Sen de bana düşmanları sevindirecek bir iş yapma!" (el-A'raf, 150) Çünkü sen bana onlarla birlikte kalmayı emretmiş bulunuyordun. Bu açıklamalar önceden geçmiş idi.

 

"Ve benim sözüme uymadın" Benim dediklerimi yerine getirmek hususunda tavsiyem gereğince uygulama yapmadın "diyeceğinden korktum." Bu şekildeki açıklamayı Mukatil yapmıştır.

 

Ebu Ubeyde de şöyle açıklamıştır: Sen benim yanına geleceğim vakti ve geri dönüşümü beklemedin, (diyeceğinden korktum).

 

Daha sonra Musa (a.s.) onu bıraktı ve SamirI'ye yönelerek: "Senin bu yaptığın nedir ey Samiri, dedi." Yani bu yaptıklarını yapmaya seni iten ne oldu, senin bu halin ne, ne yaptın böyle? Katade dedi ki: Samiri, Samira diye bilinen bir kabileden olup, İsrailoğulları arasında büyük değer verilen birisiydi. Ancak, Musa (a.s.) denizi aşıp geçtikten sonra Allah'ın düşmanı münafıklık yapmaya başladı. İsrailoğulları yolda Amalikalıların putlarının önünde ibadet etmekte olduklarını görünce: ''Ey Musa, onların nasıl tanrıları varsa sen de bize böyle bir tanrı yap, dediler. " (el-A'raf, 138) Samiri onların bu sözlerini ganimet bildi ve buzağıya tapmaya eğilimli olduklarını anladığından onlara buzağı yaptı.

 

Samiri, Musa'ya cevap olmak üzere; "Dedi ki: Onların görmediklerini ben gördüm." Yani ben Cibril'i (a.s.) "ebedi" hayat atı üzerinde gördüm. Benim içimden de onun izinden bir avuç almak geçti. Ben bu aldığım avucu neye bırakırsam mutlaka onun canı, eti ve kanı olur. Onlar senden kendilerine bir tanrı yapmanı isteyince, benim nefsim de bana bu işi yapmayı güzel ve süslü gösterdi.

 

Ali (r.a.) dedi ki: Cibril, Musa (a.s.)ı semaya yükseltmek üzere indiğinde, bütün insanlar arasından Samiri onu gördü. O da, o atın izinden bir avuç aldı.

 

Samiri'nin şöyle dediği de söylenmiştir: Ben Cibril'i atının üzerinde gördüm. O gözün uzanabildiği en uzak noktaya kadar adımını atabiliyordu. Benim içimden onun izinden bir avuç almak geçti. Ben onu neyin üzerine bırakırsam hemen onun canı ve kanı olur.

 

 

Şöyle de denilmiştir: O, Cibril'i indiği günü erkeği arzulayan cins bir kısrak üzerinde görmüştü. Denizden geçmek için de Firavun'un atlarının önünden gitmişti.

 

Şöyle de denilmektedir: Samiri'nin annesi onu doğurunca Firavun öldürür korkusuyla bir mağaraya bırakmıştı. Cibril (a.s.) gelip Samiri'nin avucunu ağzına yerleştirdi. Böylelikle o bal ve süt emmeye başladı. Cibril zaman zaman onun yanına gider gelirdi, işte Cibril'i ta o zamandan tanıyordu. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-A'raf Suresi'nde (148. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

 

Yine denildiğine göre Musa (a.s.) birisi öküz, diğeri de at suretinde balmumu ndan iki heykelcik yapıp bunları Nil nehrine attığında, Yusuf (a.s.)ın kabrinin bulunmasını istemişti. Onun kabri Nil'de taştan bir tabutun içersinde idi. Öküz bu tabutu boynuzu üzerinde taşıyarak getirmişti. İşte Samiri bu esnada Musa (a.s.)'ın söylediği sözleri işitmişti. Musa (a.s.)ın söylediğini duyduğu bu sözleri tekrarladı ve elçinin atının bastığı yerden aldığı bir avucu da yaptığı buzağının içine yerleştirdi. Bunun üzerine de buzağı böğürmeye başladı.

 

"Onların görmediklerini" anlamındaki buyruğu Hamza, el-Kisai, el-A'meş ve Halef muhatap kipi olarak "te" ile; "Sizin görmediklerinizi ... " diye okumuşlardır. Diğerleri ise gaib kipi olarak "ya" ile ("Onların görmediklerini ... " diye) okumuşlardır.

 

Ubeyy b. Ka'b, İbn Mes'ud, el-Hasen ve Katade noktasız olarak "sad" harfiyle; (...) diye okumuşlardır. el-Hasen'den; (...) kelimesini "kaf" harfi ötreli ve "sad" harfi ile okuduğu rivayet edilmiştir. Diğerleri ise: "Bir avuç almıştım" diye "dat" harfi ile okumuşlardır.

 

Bu iki okuyuş arasındaki farka gelince, diğerlerinin okuyuşuna göre "avuçlamak (kabzetmek)" elin tamamıyla olur. "Sad" harfiyle (kabzetmek) ise parmak uçlarıyla yapılır. Mesela "ağzın tümüyle yakalamak" demek olan; (...) ile dişlerin uçları ile bir şeyi kesip parçalamak anlamına gelen; (...) kelimeleri de bunlara benzemektedir. "Kaf" harfi ötreli olarak "kubda" ise kabzedilen miktar demektir. Bunu da el-Mehdevı zikretmektedir.

el-Cevherı ise "sad" harfi ve "kaf" harfi ötreli olarak; (...) kelimesinden söz etmeyip, sadece "kaf" harfi ötreli ve "dat" harfi ile söylenen; (...) kelimesini kaydetmektedir ki; bu da eline avucuna aldığın herhangi bir şey demektir. Mesela; "Ona bir avuç sevik yahut hurma verdi" denilir. "Kaf" harfinin üstün kullanıldığı da olur. "Kaf" harfi esreli olarak ve "sad" harfi ile "el-kıbs" kelimesi ise çok sayıdaki insan demektir. Şair elKümeyt şöyle demektedir: "Sizindir ziyaret olunan Allah'ın iki mescidi ve bir de çakıl taşları, Fakiriyle, zenginiyle yine onun çok sayıdaki insanları da."

 

" ... da onu bıraktım." Buzağının içine attım.

 

"Nefsim de bana böylece süsledi." Bana bunu süslü gösterdi. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. İbn Zeyd dedi ki; İçimden böyle geçti, nefsim bana bunu telkin etti. İkisinin de anlamı birbirine yakındır.

 

Musa ona: "Dedi ki: Haydi" aramızdan "git. Çünkü sen hayatta oldukça ne siz bana dokunun, ne ben size dokunayım, diyeceksin." Hayat boyunca ne ben kimseye dokunurum, ne de kimse bana.

 

Musa (a.s.) onu kavminin arasından sürüp uzaklaştırdı. İsrailoğullarına onunla oturup kalkmamalarını, ona yaklaşmamalarını ve onunla konuşmamalarını bir ceza olmak üzere- emretmiş idi. Şair de şöyle demektedir: "Temimliler, Samiri'ye ve onun şu sözlerine benzerler: Şunu bilin ki; Samiri ne kimseye dokunmak ister, ne kimsenin kendisine dokunmasını."

 

el-Hasen dedi ki: Yüce Allah Samiri'ye ve ondan olanlara ceza olmak üzere kıyamet gününe kadar kendisine dokunmamayı, kendisinin de başkalarına dokunmamasını diye tesbit etmiştir. Yüce Allah adeta onun mihnetini kimseye dokunmaması ve kimseye de ona dokunma imkanını vermemesi suretiyle daha bir ağırlaştırmış gibidir. Bunu dünyada onun için bir ceza olarak tesbit etmiştir.

 

Şöyle de denilmektedir: O vesveseye mübtela olmuştu. Vesvese esas itibariyle o zamandan beri görülegelmiştir.

 

Katade de şöyle demektedir: Onların kalıntıları bugüne kadar devam etmektedir. Onlar şu "la misas (dokunmak yok)" sözlerini söyler dururlar. Onlardan birisi bir diğerine dokunacak olursa, aynı anda her ikisi de sıtmaya tutulurlardı.

 

Şöyle de denilmektedir: Musa, Samiri'yi öldürmek istedi. Yüce Allah ona:

Onu öldürme, çünkü o cömert birisidir, dedi.

 

Yine denildiğine göre Musa kendisine: "Haydi git. Çünkü sen hayatta oldukça: Ne siz bana dokunun, ne ben size dokunayım diyeceksin" deyince bundan korktu ve kaçmaya koyuldu. Çöllerde yırtıcı ve vahşi hayvanlarla beraber serserice dolaşmaya başladı ve sonunda insanlardan kendisine dokunacak hiç kimse bulamaz oldu. Adeta "dokunma yok" diyene benzedi. Buna sebeb ise kendisinin insanlardan uzaklığı, insanların da ondan uzak oluşuydu. Nitekim şair şöyle demektedir: "O, eğimi olan bayraklar taşıyandır, Ve nihayet Ezdliler "la misas (dokunma yok)" derler.''

 

Bid'at ve Masiyet Ehli Kimselerle Oturup Kalkmamak, Onlardan Uzaklaşmak ve Onları Sürmek:

 

Bu ayet-i kerime bid'at ve masiyet ehli kimselerin sürgüne gönderilmesi, onlardan uzak kalınması, onlarla oturup kalkılmaması hususunda asli bir dayanaktır, bir delildir. Peygamber (s.a.v.), Ka'b b. Malik ile onunla birlikte geriye bırakılan kimselere böyle davranmıştır. Aynı şekilde Harem-i Şerif'e katil olduktan sonra sığınan kimseler de kimi fakihlere göre öldürülmez, onunla herhangi bir muamele de bulunulmaz, ondan bir şeyalınmaz, ona bir şey satılmaz. Bu ise onun oradan çıkması için bir zorlamadır.

Zina cezasında, sürgüne göndermek de bu kabildendir. Bütün bunlara dair açıklamalar yerlerinde geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Hamd yalnız Allah'adır.

 

Harun el-Kari dedi ki: Bu lafzın Arapça söylenişi "mim" harfi üstün, "sin" harfi de esreli olmak üzere; (...) şeklindedir. Nahivciler bu hususta açıklamalarda bulunmuşlardır. Sibeveyh dedi ki: Bu kelime; "O adamı döv" denilmesinde olduğu gibi, esre üzere mebnidir.

 

Ebu İshak ise şöyle demektedir: Bu söyleyiş bir nefydir. "Sin"in esreli oluşu, onun te'nis alameti olduğundan dolayıdır. Mesela: "Ey kadın sen (bu işi) yaptın (...)" denilir.

 

en-Nehhas dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: Bir kelime üç bakımdan da illetli oldu mu artık onun mebni olması gerekir. İki cihetten illetli oldu mu munsarıf olmaması gerekir. Çünkü munsarıf olmayıştan sonra geriye sadece mebni olmak kalır. Buna göre; "Ona dokun, ona yetiş" tabirleri üç bakımdan illetlidirler. Evvela bunlarda adI özelliği vardır, ikinci olarak bunlar müennestir, üçüncü olarak bu kelimeler marifedir. Bunların mebni olmaları vacip olup da "sin"den önceki "elif" sakin olduğundan dolayı, iki sakinin arka arkaya gelişinden ötürü "sin" harfi esreli olmuştur. Tıpkı; ''Adamı döv" demek gibi. Ben Ebu İshak'ın bu görüşün hatalı olduğu kanaatinde olduğunu gördüm. O Ebu'l-Abbas'ı bir kadına "Firavun" adını verecek olursa, bunun mebni olması gerektiğine ikna ettiğini de gördüm. Ancak bu görüşte kimse bulunmamaktadır.

 

el-Cevheri, ''es-Sıhah'' adlı eserinde şöyle demektedir: Arapların "la mesasi" demeleri, "Katami" demelerine benzer. Bunun esre üzere mebni olması mastardan adl olmasıdır ki; bu da "mess"dir. Ebu Hayve de "la mesasi" diye okumuştur.

 

"Sana verilmiş ve asla geri bırakılmayacak bir vade vardır." Kıyamet gününü kastetmektedir. "el-Mev'ıd evade)" mastardır. Yani senin azaba uğratılman için belirlenmiş bir vade, bir süre vardır.

 

İbn Kesir ve Ebu Amr bu kelimeyi "lam" harfi esreli olarak; (...) diye okumuşlardır ki; bunun iki manası vardır: Birinci anlamı: Sen bu va'de geleceksin ve bunun geri bırakılmadığını göreceksin. Nitekim: Ben onun övülür bir kişi olduğunu gördüm, anlamında: (...) demek de buna benzer. İkincisi ise tehdit anlamında olur. Yani senin bu vakte ulaşman kaçınılmaz bir şeydir.

 

Diğerleri ise: Allah sana vermiş olduğu bu va'deyi geri bırakmayacaktır, anlamında "lam" harfini üstün olarak okumuşlardır.

 

"Şimdi de taptığın" tapmayı sürdürdüğün "ilahına bir bak" buyruğundaki; "Sürdürdüğün" kelimesinin asıl şekli; (...) dir. Nitekim şair şöyle demektedir: "Ancak o asil binekler, onun farkına vardılar. O bakımdan gözlerinin ucuyla ona bakıyorlardı."

 

Buradaki; (...) kelimesi (...) takdirindedir.

 

el-A'meş de bu kelimeyi aslına uygun olarak iki "lam" ile okumuŞtur. İbn Mes'ud'un kıraatinde bu kelime "zı" harfi esrelidir. Bir işi gündüzün yaptığını anlatmak isteyen; (...) der. Aynı şekilde; (...) ile (...) dahi diyebilir. Burada "zı" harfini üstün ve tek "lam" ile kullanan "tahfif" maksadıyla birinci "lam"ı hazfetmiş olur. "2ı" harfi esreli olarak kullanan ise "lam"ın harekesini "zı" harfine vermiş olur.

 

"Biz onu -andolsun ki- yakacağız" kelimesini kıraat alimleri umumi olarak "nun" harfini ötreli ve "ra" harfini şeddeli olarak; (...) den gelmiş bir şekilde okumuşlardır.

el-Hasen ve başkaları ise "nun" harfini ötreli, "ha" harfini sakin, "ra" harfini şeddeli; (...)den okumaktadır.

 

Ali, İbn Abbas, Ebu Ca'fer, İbn Muhaysın ve Eşheb el-Ukaydi; (...) şeklinde "nun" harfini üstün ve şeddesiz olmak üzere "ra" harfini de ötreli okumuşlardır. Bu da; (...) den gelen bir fiildir. Ve onu birbirine sürttüm, törpüledim anlamındaki fiilden gelir.

 

Arapların; "Sesi işitilecek şekilde dişlerini birbirine gıcırdattı" tabirleri de buradan gelmektedir. Bu kıraat: Biz onu eğelede törpüleyeceğiz, demektir. Eğe ve törpü demek olan; "el-mibred"e: (...) de denilir.

 

İlk iki kıraat; ateşle yakmak anlamını verir. Bu iki işlemin yapılmış olması da mümkündür.

 

es-Süddi dedi ki: Buzağı boğazlandı, bir buzağının boğazlanması esnasında kanının aktığı gibi onun da kanı aktı. Sonra da kemiklerini eğe ile törpüledi ve yaktı.

 

İbn Mes'ud'un kıraatinde: "Andolsun onu mutlaka boğazlayacağız, sonra da onu yakacağız" şeklindedir. Et ve kan yakıldığı takdirde kül olur ve bu durumda da denize savrulması mümkün olur. Altının kül olması söz konusu değildir.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Musa altını ne ile küle dönüştüreceğini bilmişti. Bu da onun mucizelerindendi.

 

"Onu savurup darmadağın edeceğiz" demektir. Ebu Reca bu kelimeyi "sin" harfini ötreli olarak da okumuştur. Bunların her birisi ayrı birer söyleyiştir.

 

Savurmak (nesD: Bir şeyi rüzgar alıp götürsün diye silkelemek demektir. (...) ile aynı anlama gelir. "el-Minsef" buğdayın (unun) kepeğinin kendisiyle alındığı alettir. Bu ise üst tarafı yüksekçe ve etrafı eğimli bir şeydir. "enNüsafe" ise ondan düşen şeye denilir. Mesela; "Sen kepeği ayır ve katıksız olanı (has olanı) ye." Yine; "Filan kişi bize sakalı bir minsefmiş gibi geldi" denilir. Bunu da Ebu Nasr Ahmed b. Hatim nakletmektedir. Yine "el-minsefe" kendisi ile yapıların söküldüğü alet (kazma vb.) demektir. (...): "Onu yıktım, söktüm anlamındadır. "Deve otu kökünden kopararak yedi" demektir. "Bir şeyi kökünden söktüm" demektir. Bu açıklamalar İbn Zeyd'den nakledilmiştir.

 

"Sizin ilahınız" buzağı değil "ancak kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır, İlmi herşeyi kuşatmıştır O'nun," O ne yaparsa ilme istinaden yapar.

 

(...) kelimesi temyiz olarak mansub gelmiştir. Mücahid ile Katade; "O ilmiyle herşeye genişlik vermiştir" diye okumuşlardır.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Ta-Ha 99-104

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR