ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

KEHF

79

/

82

أَمَّا السَّفِينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكِينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَأَرَدتُّ أَنْ أَعِيبَهَا وَكَانَ وَرَاءهُم مَّلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْباً {79} وَأَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ أَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشِينَا أَن يُرْهِقَهُمَا طُغْيَاناً وَكُفْراً {80} فَأَرَدْنَا أَن يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْراً مِّنْهُ زَكَاةً وَأَقْرَبَ رُحْماً {81} وَأَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَتِيمَيْنِ فِي الْمَدِينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنزٌ لَّهُمَا وَكَانَ أَبُوهُمَا صَالِحاً فَأَرَادَ رَبُّكَ أَنْ يَبْلُغَا

أَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنزَهُمَا رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي ذَلِكَ تَأْوِيلُ مَا لَمْ تَسْطِع عَّلَيْهِ صَبْراً {82}

 

79. "O gemi denizde çalışan yoksullarındı. Ben onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla gasbeden bir hükümdar vardı.

80. "Erkek çocuğa gelince, annesi de, babası da mü'min kimselerdi. Bunun anne-babasına azgınlık ve nankörlük ederek onları sıkıntıya sokmasından endişe ettik.

81. "Bu bakımdan, Rabbinin onlara bunun yerine daha temiz ve hayırlısını ve daha merhametlisini vermesini diledik.

82. "O duvara gelince; şehirdeki iki yetim erkek çocuğundu. Altında da onlara ait bir define vardı. Babaları salih bir kimseydi. Bu sebeble, Rabbin ikisinin de ruştlerine ermelerini ve -Rabbinden bir rahmet olmak üzere- definelerini çıkarmalarını diledi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte senin tahammül gösteremediğin şeylerin iç yüzü budur."

 

"O gemi denizde çalışan yoksullarındı" buyruğunu: "Miskin (yoksul) fakirden daha iyi durumdadır" diyenler bu görüşlerine delil göstermişlerdir. Bu anlamdaki açıklamalar yeteri kadar et-Tevbe Suresi'nde (60. ayet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

 

Şöyle de denilmiştir: Bunlar aslında ticaretIe uğraşan kimselerdi. Fakat az bir malla denizin ortasında yolculuk yaptıkları ve belli bir duruma karşı kendilerini korumaktan yana zayıf düşmüş oldukları için, onlar hakkında "miskinler (yoksullar) tabiri kullanılmıştır. Zira içinde bulundukları bu hal sebebiyle onlar şefkate muhtaç kimselerdi. Bu açıklama senin dehşete yahut zor bir duruma düşmüş, zengin bir kimseye: Miskin (zavallı) demene benzer.

Ka'b ve başkaları derler ki: Bu gemi on tane yoksul kardeşe babalarından miras kalmıştı. Bunların beşi kötürüm, beşi de denizde çalışıyorlardı.

 

Şöyle de denilmiştir: Bunlar yedi kişi idiler. Bunların her birisinin ötekinden farklı bir kötürümlüğü vardı. en-Nekkaş bunların sakatlıklarının adını da zikretmektedir. Bunlardan çalışanlardan birisi cüzzamlı, diğerinin bir gözü kör, üçüncüleri topal, dördüncülerinin hayaları şişkin, beşincileri ve aynı zamanda en küçükleri olanları hiçbir şekilde ateşi düşmeyen devamlı hummalı birisi idi. Çalışamayan beş kişiye gelince, bunların birisi kör, birisi sağır, birisi dilsiz, birisi yatalak, diğeri de deli idi. Çalıştıkları deniz de Fars ve Rum ülkeleri arasında bir denizdi. Bunları es-Sa'lebi nakletmiştir.

 

Bazıları "yoksullar" anlamına gelen "mesakin" kelimesini "sin" harfini şeddeli olarak; (...) diye okumuşlardır. Bu hususta görüş ayrılığı vardır. Bunun gemi tayfaları anlamına geldiği söylenmiştir. Çünkü "messak" geminin dümenini tutan kimseye denilir. Bütün gemi hizmetleri için elverişli ve uygundur. O bakımdan hepsine birden "messakin" adı verilmiştir.

 

Bir başka kesim de şöyle demektedir: "Messakin" (deri demek olan) mesk tabaklayıcılığı işiyle uğraşanlar, demektir.

 

Ancak daha güçlü delile dayanan okuyuş şekli "miskin" kelimesinin çoğulu olarak "mesakin: yoksullar" okuyuşudur. Bunun da anlamı şudur: Gemi kendilerine şefkat duyulması gereken zayıf, güçsüz bir topluluğa ait idi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. "Ben onu kusurlu yapmak istedim." Onu ayıplı kılmak istedim. "O şeyi ayıplı, kusurlu kıldım" demektir. Kusurlu olan şeye de; (...) ile (...) denilir.

 

"Çünkü arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla gasbeden bir hükümdar vardı" (diye meali verilen) bu buyruğu İbn Abbas ve İbn Cübeyr "Sağlam" kelimesi ziyadesiyle okumuşlardır. Aynı şekilde İbn Abbas ve Osman b. Affan'ın da; "Sağlam, kusursuz" ilavesiyle okudukları nakledilmiştir.

 

(...) kelimesi asıl anlamı itibariyle: "Arkasında" demektir. Bazı müfessirler derler ki: Bu hükümdar onların arkalarında idi ve ona döneceklerdi. Çoğunluk ise bu kelimenin orada gidecekleri yerde, önlerinde anlamında olduğunu kabul etmektedirler. İbn Abbas ve İbn Cübeyr'in bunu: "Onların önlerinde sağlam her bir gemiyi gasbederek alan bir hükümdar vardı" şeklindeki kıraatleri bunu desteklemektedir.

 

İbn Atiyye der ki: "Arkalarında" kelimesi kanaatimce asıl manası üzeredir. Çünkü bu gibi lafızlar zaman göz önünde bulundurularak kullanılır. Şöyle ki: Daha önceden meydana gelmiş, var olmuş olan bir olay, emam (ön, önce)dir. Ondan sonra gelen olay ise arkadır, o da geriye kalan demektir. Bu ise ilk anda anlaşılan manadan farklı bir manadır. Bundan dolayı bu gibi lafızları geçtikleri yerde iyice düşünecek olursak bu kaidenin sürekli uygulama alanı bulduğunu görebiliriz. Buna göre bu ayet-i kerimenin manası şudur: Bunların yaptıkları bu işlerinden sonra zaman itibariyle bu hükümdarın gasb etmesi olayı gelir. "Önlerinde" diye okuyanlar ise bununla mekanı kastetmişlerdir. Yani sanki onlar belli bir yere gidiyorlarmış (ve orada bu gasb olayı cereyan edecekmiş) gibi bir manaya gelir. Peygamber (s.a.v.)ın: "Namaz önündedir (ileride kılınacaktır)'' hadisinde de mekan itibariyle önü kastetmektedir. Yoksa onların içinde bulundukları (ve bu sözün söylendiği) o vakit zaman itibariyle namazın önünde (öncesinde) idi. Bu açıklamayı iyice düşününüz. Böyle bir açıklama bu konudaki lafız karışıklıklarından yana rahata kavuşturur. Taberi'nin Kitab'ında Katade'den "arkalarında ... bir hükümdar vardı" buyruğu ile ilgili olarak şöyle dediği nakledilmektedir: Bu, önlerinde demektir. Nitekim Yüce Allah'ın: ''Arkalarında cehennem vardır. " (Casiye, 10) Halbuki cehennem onların önlerinde bulunmaktadır. Bu açıklama sağlıklı bir açıklama değildir. Esasen bu el-Hasen b. el-Hasen'in kızmasına sebeb teşkil eden Arapçanın fesahatine uygun olmayan açıklama şekilleridir. Bunu ez-Zeccac söylemiştir.

 

Derim ki: Bu imamın tercih ettiği bu görüşü daha önceden İbn Arafe de ifade etmiştir. el-Herevi der ki: İbn Arafe dedi ki: Kişi soruyor: İleride önünde olduğu halde nasıl olur da "arkasından" demektedir? Ebu Ubeyd ile Ebu Ali Kutrub'un iddialarına göre bu kelime ezdad (zıd anlamlılar)dandır. Ve burada "vera (arka)" "kuddam (ön)" anlamındadır. Ancak bu bir sonuç vermez. Çünkü "emam" kelimesinin "vera" kelimesinin zıddı olması zaman ile ilgili anlatımlarda uygun düşmektedir. Mesela bir adam Receb ayında, Ramazan ayında gerçekleştirmek üzere sana bir vaatte bulunacak olur da sonra da: "Daha senin arkanda -önünde olsa dahi- Şa'ban da vardır" diyecek olsa bu uygun bir ifadedir. Çünkü Şa'ban, Ramazan ayına yakınlaştırıcı ve Receb'in yerine geçen bir zamandır. Bu görüşe aynı şekilde el-Küşeyri: de işaret etmiş ve şöyle demiştir: Bu ifade vakitler, zamanlar ile ilgili bu şekilde kullanılabilir. Yoksa mekan itibariyle senin arkanda bulunan bir kişi hakkında; önündedir denilmez. el-Ferra der ki: Ondan başkaları bunu caiz kabul etmişlerdir. Gemide bulunanlar bu hükümdarın durumunu bilmiyorlardı. Yüce Allah bu durumu Hızır'a bildirince o da gemide böyle bir kusur meydana getirdi. Bunu ez-Zeccac da nakletmektedir.

el-Maverdi der ki: "Vera" kelimesinin "emam" kelimesi yerine kullanılması hususunda Arap dilbilginlerinin üç ayrı görüşü vardır:

 

1. Her durum ve her mekanda kullanılması mümkündür, zıt anlamlı kelimelerdendir. Nitekim Allah: ''Arkalarında (vera) cehennem vardır. "(el-Casiye, 10) buyruğunda: "Önlerinde" anlamındadır. Şair şöyle demektedir: "Mervfınoğulları benim dinleyip itaat edeceğimi mi umar? Hem benim kavmim Temim'dir ve uçsuz bucaksız çöller de arkam (vera)dadır."  Bununla: Önümde demek istemiştir.

 

2. Vera kelimesi zaman ile ilgili anlatımlarda emam (ön) yerine kullanılır. Çünkü insan bu zamanları aşıp geçer ve onun arkasında kalmış olurlar. Başka yerde bu şekilde kullanımı mümkün değildir.

 

3. Karşılıklı ve biri diğerinin arkasında bulunan, yüzü arkası bulunmayan iki taşta olduğu gibi cisimlerde kullanılabilir, başkaları hakkında kullanılamaz. Bu Ali b. İsa'nın görüşüdür.

Sözü edilen hükümdarın ismi hakkında farklı görüşler vardır. Adının Huded b. Buded olduğu söylendiği gibi el-Celendi olduğu da söylenmiştir ki bunu da es-Süheyli ifade etmiştir. Buhari gasb yoluyla herbir gemiyi alan bu hükümdarın adını zikrederek bu kişi Huded b. Buded idi, demektedir. Öldürülen çocuğun adı ise Ceysur'du. Biz adını Yezid el-Mervezi'nin rivayetinden el-Cami'de böylece kaydettik. Bundan başka bir rivayette ise -ha harfi ile- Haysur'dur. Bendeki kitabın haşiyesinde üçüncü bir rivayet daha vardır ki o da Haysun'dur. Bu hükümdar güzel ve iyi olan herbir gemiyi gasbedip müsadere ediyordu. İşte Hızır'ın bu gemiyi kusurlu kılıp, delmesinin sebebi budur.

 

Bu uygulamadan, masIahatın yönü muhakkak olarak bilindiği takdirde mesalih ile amel edilebileceğine dair bir fıkhi hüküm anlaşılmaktadır. Aynı şekilde bir bölümünü ifsad etmek suretiyle malın tamamını ıslah etmenin caiz olduğu da anlaşılmaktadır ki; az önce geçmiş bulunmaktadır.

 

Müslim'in, Sahih'inde geminin delinmesindeki hikmet şu sözlerle açıklanmaktadır: Nihayet karşılıksız olarak gemileri gasb eden kişi gelince onun delinmiş olduğunu gördü ve ona ilişmeden geçip, gitti. Sonra da bir tahta parçasıyla onu düzelttiler...

 

Bu kıssadan zorluk ve sıkıntılara sabretmenin teşvik edildiği anlaşılmaktadır. Böyle hoşlanılmayan bu gibi hallerin kapsamında nice faydalar vardır. Nitekim Yüce Allah'ın; ''Bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur" (el-Bakara, 216) buyruğunun anlamı da budur.

 

"Erkek çocuğagelince annesi, babası da mü'min kimselerdi"buyruğu ile ilgili olarak sahih hadiste şöyle denilmektedir: "Bu çocuk hakkında mühür basıldığı zaman o kafir olarak mühürlenmişti" denilmektedir.

 

Bu ifadenin zahiri onun baliğ olmadığı görüşünü desteklemektedir. Bununla birlikte baliğ olmakla beraber ona dair verilmiş bir haber olma ihtimali de vardır, daha önce geçmiş bulunmaktadır.

 

"Bunun anne-babasına azgınlık ve nankörlük ederek, onları sıkıntıya sokmasından endişe ettik "buyruğu ile ilgili olarak; bu sözlerin Hızır (a.s.)'ın sözleri olduğu söylenmiştir. İfadelerin akışı da buna tanıklık etmektedir. Pek çok müfessir de bu görüştedir. Yani bizler bu çocuğun azgınlık ve nankörlük ederek, anne-babasını zorluğa ve sıkıntılara düşürmesinden korktuk. Yüce Allah bu gibi hal ve maksatlarla insanları öldürmek hususunda ictihatta bulunmayı ona mübah kılmıştı.

 

Bu buyrukların Yüce Allah'ın buyrukları olduğu ve Hızır'ın da onun buyruğunu ifadelendirmiş olduğu da söylenmiştir. Taberi der ki: Bu ("endişe ettik" ifadesi) "Bildik" demektir. İbn Abbas da böyle demiş ve: Bildik demektir, diye açıklamıştır. Bu ise Yüce Allah'ın: "Allah'ın sınırlarını koruyamayacaklarından korkarlarsa" (el-Bakara, 229) buyruğunda bilmeyi "havf (korkmak)" diye ifadelendirmesine benzemektedir.

Ubeyy'in: "Rabbin ... bildi" diye okumuş olduğu rivayet edilmiştir

 

Buradaki "endişe (haşyet)"in mekruh görmek, hoşlanmamak anlamına geldiği de söylenmiştir. Mesela birbirleriyle kavga ederler korkusuyla, onları birbirinden ayırdım derken, bu işten hoşlanmadığım, istemediğim için bunu yaptım, demek istenir.

 

İbn Atiyye der ki: Bu yorumun en güçlü açıklaması -lafız buna uygun görülmemekle birlikte- ifadenin istiare olduğudur. Yani bu, yaratıkların ve muhatabların zannına göre böyledir: Eğer onlar o çocuğun halini bilmiş olsalardı anne ve babasını sıkıntıya sokacağından korkarlardı. İbn Mes'ud da; "Rabbin korktu" diye okumuştur ki burada istiare olduğu apaçıktır. Bu da Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah hakkında kullanılan "belki, olur ki, umulur ki" anlamındaki tabirlere benzemektedir. Bütün bunlardaki umutlandırıcı ifadeler, beklentiler, korku ve endişe ihtimalleri, ey muhataplar- sizin kendi durumunuza göredir.

 

"Onları sıkıntıya sokmasından" buyruğu onlara zora koşmasından, ağır yükümlülüklerle karşı karşıya bırakmasından ... endişe ettik, demektir. Yani onların çocuklarına karşı duydukları sevgi, arkasından gitmelerine sebeb teşkil edecek, ikisi de sapacak ve onun dininin yolunu tutacaklardı, demektir.

 

"Bu bakımdan Rabbinin onlara bunun yerine daha temiz ... vermesini diledik" buyruğunda "bunun yerine" anlamındaki (...) lafzını cumhur "be" harfini üstün, "dal" harfini de şeddeli okumuştur. Asım ise "be" harfini sakin, "dal" harfini de şeddesiz okumuştur. Allah'ın onlara bir evlat ihsan edip bağışlamasını diledik, demektir.

 

"Daha temiz ve hayırlısını" buyruğu da daha temiz bir dine sahip ve salah sahibi birisini vermesini diledik, demektir. Burada: "Yerine vermek, değiştirmek" fiili; (...) şeklindeki kullanımı ile aynı manayadır. (Cumhurun okuyuşu birinci şekilden, Asım'ın okuyuşu da ikinci şekildendir.) Nitekim; "Mühlet verdi, indirdi"; fiillerinde ve benzerlerinde de durum böyledir.

 

"Ve daha merhametlisini" buyruğunu ıbn Abbas "ha" harfini (sakin değil) ötreli olarak okumuştur. Şair der ki:

 

"Kendisinden yumuşaklık ve merhamet görülen Bir kıza nasıl zulmedilebilir!"

Diğerleri ise bu harfi sakin olarak okumuştur. Ru'be b. el-Accac'ın şu beyitinde de böyle kullanılmıştır: "Ey rahmeti İdris'e indiren, Ve ey laneti İblis'e indiren."

 

Ebu Amr'dan ise farklı rivayetler gelmiştir.

 

"Merhamet" kelimesi", "Temiz ve hayırlı" kelimesine at-

fedilmiştir. Sonundaki "elif" te'nis içindir. Müzekkeri "elif"siz olarak; (...) şeklinde gelir.

 

Burada "ruhm"ın "rahim (akrabalık bağı)" anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas da bu buyruğu; "Akrabalık bağını daha bir gözeten" diye okumuştur.

 

Aynı şekilde: "Daha temiz" yerine: (...) şeklinde okumuştur.

 

İbn Cübeyr ve İbn Cüreyc'den nakledildiğine göre; o çocukları yerine o anne ve babaya bir kız çocuk verildi. el-Kelbi der ki: Bu kız çocukla peygamberlerden birisi evlendi ve o kızın da bir peygamber oğlu oldu. Yüce Allah onun vasıtası ile ümmetlerden birisine hidayet verdi. Katade, oniki peygamber doğurdu, demiştir. Yine İbn Cüreyc'ten nakledildiğine göre çocuğun annesi çocuk öldürüldüğü günü müslüman olacak bir çocuğa hamile idi. Öldürülen ise kafirdi.

 

İbn Abbas'tan gelen rivayete göre annesi bir kız çocuğu doğurdu. O da bir peygamber doğurdu.

 

Bir rivayette de Yüce Allah o anne ve babaya o çocuklarının yerine yetmiş peygamber doğuran bir kız çocuğu verdi. Ca'fer b. Muhammed de bunu babasından nakletmiştir.

 

İlim adamlarımız derler ki: Bu uzak bir ihtimaldir. İsrailoğulları dışındaki ümmetler arasında pek çok peygamber gönderildiği bilinmemektedir. Bu kadın da İsrailoğullarından değildi.

 

Bu ayet-i kerimeden şu anlaşılmaktadır: Çocuklar her ne kadar insan ciğerinin bir parçası ise de onları yitirmek musibeti böylelikle hafifletilmiş olur. Esasen kaza ve kadere teslim olan kimsenin akıbeti aydınlıktır.

 

Katade der ki: O çocukları doğduğunda anne-babası sevinmişti. Öldürüldüğünde de onun için üzülmüşlerdi. Ama hayatta kalmış olsaydı, onların helak olmalarına sebeb olacaktı. O bakımdan herkese düşen Yüce Allah'ın kazasına rıza göstermektir. Şüphesiz ki Yüce Allah'ın, mü'minler hakkındaki hoşlarına gitmeyen takdiri, sevdikleri şekildeki takdirlerinden onlar için daha hayırlıdır.

 

"O duvara gelince şehirdeki iki yetim erkek çocuğundu." Bu iki çocuk yaşça küçük idiler. Bunu onları "yetim" olmakla nitelendirmiş olması karinesinden anlamaktayız. Bu çocukların adları Asram ve Suraym idi. Peygamber (s.a.v.) da: "Baliğ olduktan sonra yetimlik söz konusu değildir" diye buyurmuştur. Kuvvetli (zahir) olan görüş budur. Eğer yetim idilerse, onlara şefkat duymak anlamıyla baliğ olduktan sonra da yetimlik vasfını taşımaya devam etmeleri ihtimali de vardır.

 

İnsanlar hakkında yetimliğin babayı kaybetmek ile, onların dışındaki canlılarda ise annenin kaybedilmesiyle söz konusu olacağına dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 83. ayet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

 

"Şehirde (Medine)" buyruğu da kasabaya (el-karyeye) medine denilebileceğine delil vardır. "Ben diğer kasabaları (el-kura) yiyen bir kasaba(ya hicret etmek) ile emrolundum.'' hadisinde de karye (kasaba) medine (şehir) anlamında kullanılmıştır. Hicret hadisinde de: "Sen kimlere aitsin (kimlerdensin)" diye soruya muhatap olan adam, Mekke'yi kastederek: "Ben, medine ahalisindenim" demiştir.

 

"Altında da onlara ait bir define vardı." İnsanlar bu define hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İkrime ve Katade derler ki: Bu pek çok miktarda bir mal idi. Define (kenz) adından anlaşılan budur. Çünkü kenz sözlükte bir araya toplanıp getirilmiş mal demektir. Buna dair açıklamalar da daha önceden (et-Tevbe, 34. ayet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

 

İbn Abbas der ki: Bu yerin altına gömülmüş bir sahifedeki bir bilgi idi. Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: Bu üzerinde: Bismillahirrahmanirrahim. Kadere iman eden kimsenin nasıl üzüldüğüne hayret ederim. Rızka iman eden kimsenin nasıl çalışıp didindiğine şaşarım. Ölüme inanan bir kimsenin nasıl sevindiğine şaşarım. Hesaba inanan bir kimsenin nasıl gaflete düştüğüne şaşarım. Dünyaya ve dünyanın, dünyada yaşayanların hallerinin değişip durmasına inanan kimsenin, yine dünyaya rahat ve huzur içerisinde meyledişine şaşarım. Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur, Muhammed Allah'ın Rasuludür, yazılı, altından bir levha idi.

 

Buna yakın bir rivayet İkrime'den ve Gufra'nın azatlı kölesi Ömer'den de rivayet edilmiştir. Ayrıca Osman b. Affan bunu Peygamber (s.a.v.)dan rivayet etmiştir.

 

"Babaları salih bir kimse idi" lafzının zahirinden ve ilk olarak hatıra gelen manadan anlaşıldığına göre bu onların öz, en yakın babalarıdır. Yedinci babaları olduğu da söylenmiştir. Bu Ca'fer b. Muhammed'in görüşüdür. Onuncu göbekten babaları olduğu da söylenmiştir. Bu atalarının salihliğinden söz edilmiyor olmakla birlikte, onun salihliği sebebiyle bu çocukları korunmuş idi. Bunun adı Kaşih'di. Bu açıklama Mukatil'e aittir. Annelerinin adı da Dinya idi. Bunu da en-Nekkaş zikretmiştir.

 

Bu buyrukta Yüce Allah'ın salih olan bir kimseyi bizzat koruduğu gibi, ondan neseb itibariyle uzaklarda bulunan çocuklarını, torunlarını dahi koruyacağına delil vardır. Yüce Allah'ın, salih bir kimse dolayısıyla soyundan yedi kişiyi muhafaza edeceğine dair rivayet nakledilmiştir: Yüce Allah'ın: "Benim velim o kitabı indiren Allah'tır ve o salihleri veli edinir. " (el-A'raf, 196) buyruğu da buna delildir.

 

Yüce Allah'ın: "Ben bunları kendiliğimden yapmadım" buyruğu Hızır'ın bir nebi olmasını gerektirmektedir. Bu konudaki görüş ayrılığı önceden geçmiştir.

 

"İşte senin tahammül gösteremediğin şeylerin iç yüzü" yani açıklaması "budur."

 

"Tahammül gösteremediğin" buyruğunu bir kesim; (...) şeklinde "sin"den sonra "te" ile okumuşlardır. Cumhur ise "te"siz olarak; (...) diye okumuştur. Ebu Hatim der ki: Mushaf'ların hattında olduğu gibi biz de böyle okuruz.

 

Burada açıklığa kavuşturulması gereken beş husus vardır:

 

1. Musa'nın Beraberindeki Delikanlıdan Söz Edilmeme Sebebi:

2. incelikli ifadeler Kullanmak:

3. Hızır (a.s.)'ın Tasarruflarını Şer'i Hükümlerden Sıyrılmaya Delil Gösterenler:

4. Hızır Ölü Müdür? Diri Midir?:

5. Hızır'ın, Musa (a.s.)'a Vasiyeti:

 

1. Musa'nın Beraberindeki Delikanlıdan Söz Edilmeme Sebebi:

 

Bu ayetlerin başında da sonunda da Musa'nın beraberindeki genç adamdan hiç söz edildiğini duymadık diye soran birisine şöyle cevap verilir: Bu hususta görüş ayrılığı vardır. İkrime, İbn Abbas'a: Genç kişi Musa ile birlikte olduğu halde niçin ondan söz edildiğini görmüyoruz? diye sorunca, İbn Abbas şöyle demiş: O genç kişi o sudan içti ve ebedileştirildi. O ilim adamı da onu aldı ve onu bir gemiye kapattıktan sonra onu denize saldı. Bu gemi kıyamet gününe kadar deniz dalgaları üzerinde onu yüzdürecektir. Çünkü onun o sudan içmemesi gerekirdi, ama içti.

 

el-Kuşeyrı der ki: Eğer bu sabit ise burada sözü edilen genç şahıs Yuşa b. Nun değildir. Çünkü Yuşa b. Nun, Musa (a.s.)'dan sonra uzun bir süre yaşadı ve onun halifesi oldu. Daha kuvvetli görülen odur ki Musa, Hızır ile karşılaşınca beraberindeki genç delikanlıyı geri gönderdi.

 

Hocamız İmam Ebu'l-Abbas der ki: Kendisine tabi olunanı (Musa'yı) söz konusu etmekle yetinilip tabi olanı zikretmeye gerek görmemiş olma ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

2. incelikli ifadeler Kullanmak:

 

Hızır'ın, çocukların hazinelerini çıkartmayı Yüce Allah'a izafe ederken gemiyi delme işini "onu kusurlu yapmak istedim" diyerek kusurlu yapmayı kendisine izafe etmiş olması nasıl izah edilir? diye sorana şöyle cevap verilir:

 

Duvarın düzeltilmesinde iradenin Yüce Allah'a isnad edilmesi, uzun bir zaman sonra ve gayblardan olan bir hususa dair oluşundan dolayıdır. Her ne kadar Hızır da bunu irade etmiş idiyse de böyle bir iradede bulunmayı ona öğreten Allah'tır.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Bu tamamıyla hayır bir iş olduğundan dolayı Yüce Allah'a izafe etmiştir. Geminin kusurlu kılınmasını da edebe riayet ederek kendi nefsine izafe etti. Çünkü bu bir kusur lafzı ile ifade edilmektedir. Bu hususta iradeyi yalnızca kendisine isnad etmek suretiyle edebini göstermiştir. Nitekim İbrahim (a.s.) da: "Hastalandığım zaman bana şıfa veren O'dur"(eş-Şuara, 80) sözlerinde daha önce geçen fiilde ve sonrasında fiili Yüce Allah'a isnad edip, hastalanma fiilini kendisine isnad ederken, aynı şekilde edebe riayet etmiştir. Çünkü hastalanmak bir eksiklik ve bir musibet anlamını taşır. O halde Yüce Allah'a ancak güzel görülen lafızlar izafe olunur, çirkin görülen lafızlar izafe edilmez. Bu da Yüce Allah'ın: "Hayır ancak senin elindedir" (Al-i İmran, 26) buyruğuna benzemektedir. Sadece hayır zikredilmiş olup, şerr O'na nisbet edilmemiştir. Her ne kadar hayır da, şerr de, zarar da, fayda da O'nun elinde olsa dahi. Çünkü, O herşeye kadir olandır ve O herşeyden haberdar olandır. Peygamber (s.a.v.)ın aziz ve celil olan Rabbinin kıyamet gününde şöyle buyuracağına dair bize yaptığı nakli ileri sürerek itiraza kalkışmak, yerinde değildir: Kıyamet gününde Yüce Allah şöyle buyuracaktır: ''Ey Ademoğlu, Ben hastalandığım halde sen Beni ziyaret etmedin. Ben senden, Bana yemek yedirmeni istediğim halde sen Bana yemek yedirmedin. Senden, Bana su içirmeni istediğim halde sen Bana su içirmedin ... "

 

Çünkü bu, hitapta bir tenezzüldür ve sitemde oldukça lutufkarane bir ifadedir. Bunun da manası, celal ve ikram sahibi olan Allah'ın lutuflarını, O'nun bu amellere vereceği mükafatın ne kadar çok olduğunu anlatmaktır. Bu kabilden açıklamalar daha önceden de geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Kendi zatı hakkında dilediği ifadeyi kullanmak Allah'ın hakkıdır. Bizler ise ancak O'nun bize izin vermiş olduğu güzel vasıfları ve şerefli fiilleri O'nun hakkında kullanabiliriz. Her türlü eksiklikten, afetten çok Yüce ve münezzehtir, alabildiğine yüksektir.

 

Çocuk hakkında da: "Diledik" ifadesini kullandığını görüyoruz. Burada öldürmeyi kendi nefsine, onun yerine daha hayırlı birisini vermeyi de Yüce Allah'a izafe etmiş gibidir.

 

"Rüşt, reşitlik" ise hem hilkatin hem de aklın kemal derecesini anlatır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-En'am Süresi'nde (151-153. ayetler 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamd olsun.

 

3. Hızır (a.s.)'ın Tasarruflarını Şer'i Hükümlerden Sıyrılmaya Delil Gösterenler:

 

Hocamız İmam Ebu'l-Abbas der ki: Batıniyye'nin zındıklarından bir kesim bir takım şer'ı hükümlerin (haklarında) uygulanmasını gerekli kılan bir yol izlemeye kalkışmışlar ve şöyle demişlerdir: Bu genel şer'ı hükümler ile, peygamberler ve avam hakkında hüküm verilir. Veliler ile havasa gelince, onların bu gibi nasslara ihtiyaçları yoktur. Onlardan istenen, kalplerinde doğan şeylerden ibarettir. Kalplerinde etkin olarak geçen düşünceler ile onlar hakkında hüküm verilir. Yine bunlar derler ki: Buna sebeb ise kalplerinin bulandırıcı konulardan arınmış, ağyardan uzak düşmüş olmasıdır. Bu sebebten ötürü onlara ilahi ilimler ve Rabbani hakikatler tecelli eder. Kainatın sırlarına vakıf olurlar, cüz'iyyatın ahkamını bilirler. Böylelikle şeriatin külliyatına dair hükümlere ihtiyaçları kalmaz. Nitekim Hızır da böyle davranmıştır. O kendisine tecelli eden ilimler vasıtası ile Musa'nın nezdinde bulunup Kitaptan anlaşılan hükümlere ihtiyaç duymamıştır.

 

Onların yaptıkları nakiller arasında şu da vardır: Müftüler sana fetva verecek olsa dahi sen fetvayı kalbine sor.

 

Hocamız -Allah ondan razı olsun- dedi ki: Böyle bir söz söylemek zındıklıktır ve küfürdür. Bu sözleri söyleyen öldürülür ve tevbe etmesi dahi istenmez. Çünkü bu sözler kat'ı olarak bilinen şer'i hükümleri inkar etmektir. Yüce Allah'ın sünneti, hükümlerinin ancak kendisiyle kulları arasında elçilik vazifesini yapan rasulleri aracılığıyla bilinmesi şeklindedir ve hikmeti bunu gerektirmiştir. Rablerinin mesajlarını ve kelamını alıp tebliğ edenler onlardır. Onun şeriat ve hükümlerini onlar açıklarlar. Yüce Allah bu görev için onları seçmiş ve bu önemli vazifeyi onlara vermekle, onları ayrıcalıklı kılmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ''Allah) meleklerden ve insanlardan resuller seçer. Muhakkak Allah herşeyi işitendir) herşeyi görendir'' (el-Hacc, 75) ''Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir.'' (el-En'am, 24); ''İnsanlar tek bir ümmetti. Allah da peygamberleri müjdeleyici ve korkutucular olmak üzere gönderdi:..'' (el-Bakara, 213) ve buna benzer daha başka ayet-i kerimeler. Özetle söyleyecek olursak, Yüce Allah'ın emir ve nehiylerini ihtiva eden, hükümlerini bilmenin tek yolunun ancak peygamberler olduğu ve ancak onlar vasıtasıyla bunların öğrenileceği konusunda kat'ı bir bilgi ve kesin bir yakın vardır. Bu konuda ümmetin selefi de, halefi de icma' halindedir. Her kim: Peygamberlerin dışında ve peygamberlere ihtiyaç bırakmayacak şekilde Allah'ın kendisi vasıtasıyla emir ve yasaklarının bilinebileceği başka bir yol bulunduğunu söyleyecek olursa bu kimse kafirdir, öldürülür, tevbe etmesi de istenmez. Bu konuda onunla tartışıp, ona soru sorup cevap vermeye de gerek yoktur. Diğer taraftan böyle bir iddia Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)dan sonra bir takım peygamberlerin varlığını da kabul etmek demektir. Oysa Yüce Allah onu peygamberlerinin ve rasullerinin sonuncusu kılmıştır. Ondan başka ne bir nebi ne de bir rasul gelecektir.

 

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Ben hükümleri kalbimden alırım, kalbimde geçen ne ise Yüce Allah'ın hükmü odur ve gereğince amel ederim. Bu varken ayrıca Kitab ve sünnete ihtiyacım yoktur, diyen bir kimse özel olarak kendisinin nebi olduğunu iddia etmiş demektir. Böyle bir iddia, Peygamber (s.a.v.)ın: "Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) Benim kalbime şunu üfledi (telkin etti)" hadisinde söylediklerini andırmaktadır.

 

4. Hızır Ölü Müdür? Diri Midir?:

 

İnsanların cumhuru, Hızır (a.s.)'ın ölmüş olduğu kanaatindedir. Bir kesim de şöyle demektedir: O hayat pınarından içtiğinden dolayı hayattadır, yeryüzündedir ve Beytullah'ı haccetmektedir.

 

İbn Atiyye der ki: en-Nekkaş bu hususta uzun uzadıya açıklamalarda bulunmuş, kitabında Ali b. Ebi Talib'ten ve başkalarından hiçbirisi de ayakları üstünde duramayacak şekilde pek çok şeyler zikredip nakletmiştir. Eğer, Hızır (a.s.) hayatta olup da haccetse idi, İslam milleti arasında görülmesi gerekirdi. Eşyanın tafsilatını bütün incelikleriyle bilen Yüce Allah'tır. O'ndan başka Rab yoktur. Elan, Hızır (a.s.)'ın ölmüş olmasını gerektiren hususlardan birisi de Peygamber (s.a.v.)ın şu hadis-i şerifidir: "Şu gecenizi görüyor musunuz? (yüzyıl sonra) Bugün yeryüzünde bulunanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır. ''

 

Derim ki: Buhari de bu görüştedir. Kadı Ebu Bekr İbnu'l-Arabi de bunu tercih etmiştir. Ancak sahih olan ikinci görüştür; yani ileride belirteceğimiz üzere o hayattadır.

 

Hadisi Müslim, Sahih'inde, Abdullah b. Ömer'den gelen rivayet yoluyla kaydetmektedir. Abdullah b. Ömer dedi ki: "Resulullah (s.a.v.) hayatının sonlarına doğru bir gece bize yatsı namazını kıldırdı. Sonra ayağa kalkıp dedi ki: Şu gecenizi görüyor musunuz? Bundan itibaren yüz seneye kadar yeryüzünde bulunanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır." İbn Ömer dedi ki: İnsanlar Rasulullah (s.a.v.)ın söylediği o sözler hakkında kendi aralarında yüz sene ile ilgili söyledikleri sözlerde yanıldılar. (Onların yüz sene sonra kıyametin kopacağına dair söyledikleri sözlerine işaret ediyor,) Oysa, Peygamber (s.a.v.) şunları söylemişti: "Bugün yeryüzünde bulunanlardan kimse kalmayacaktır." O bu sözleriyle bu neslin (bu süre zarfında) ölmüş olacağını kastetmiştir.

 

Bunu aynı şekilde Cabir b. Abdullah yoluyla da rivayet etmektedir. (Cabir) dedi ki: Ben, Rasulullah'ı vefat etmeden bir ay önce şöyle buyururken dinledim: "Siz kıyametin ne zaman kopacağı hakkında bana soru soruyorsunuz. Onun bilgisi ancak Allah'ın nezdindedir. Ben, Allah adına yemin ederim ki yeryüzünde doğmuş bulunan hiçbir nefis üzerinden (bu andan itibaren) yüzyıl geçmeyecektir." Bir diğer rivayette Salim'in şöyle dediği kaydedilmektedir: Biz kendi aramızda: "O gün yaratılmış bulunan" (nefislerden) diye konuştuk. ''

 

Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Bugün doğmuş bulunan hiçbir nefsin üzerinden yüzyıl geçtikten sonra hayatta kalacak yoktur. ''

 

Sikaye (Hac mevsiminde hacılara su dağıtmak) ile görevli Abdu'r-Rahman bunu tefsir ederek ömürlerin eksilmesidir, demiştir. Ebu Said el-Hudri'den de buna yakın bir hadis rivayet edilmiştir.

 

İlim adamlarımız derler ki: Bu hadisin muhtevası özetle şudur: Peygamber (s.a.v.) vefatından bir ay önce Ademoğullarından o esnada hayatta bulunan herhangi bir kimsenin ömrünün (o andan itibaren) yüzyılı aşmaya cağını bildirmiştir. Çünkü, Peygamber (s.a.v.): "Doğmuş bulunan her bir nefis" diye buyurmuştur. Bu lafız ise melekleri ve cinleri kapsamaz. Zira onlar hakkında bu ifadenin kullanılması doğru değildir. Akıl sahibi olmayan canlılar da bunun kapsamına girmez. Çünkü Hz. Peygamber: "Yeryüzünde bulunan canlılardan bir kimse" diye buyurmuştur. Burada da ifade aslı itibariyle akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılan bir ifadedir. O kasıt Ademoğullarından başkası olamaz. İbn Ömer de bu manayı açıklamış ve şöyle demiştir: O bu sözleriyle (bu zaman zarfında) bu neslin ölmüş olacağını kastetmiştir.

 

Hz. Peygamber'in: "Doğmuş bulunan hiçbir nefis" ifadesinin umumi oluşu dolayısıyla Hızır hayattadır, diyenlerin görüşlerinin batıl olduğuna, bu hadisi delil gösterenlerin lehine delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü onun her ne kadar istiğrakı (bütünü kapsayıcılığı) pekiştirici ise de onun hakkında özel bir nass değildir. Aksine bu umum ifadenin tahsis edilmesi mümkündür. Nitekim bu hadis İsa (a.s.)'ı da kapsamına almamaktadır. İsa (a.s.) ölmediği gibi öldürülmedi de; o Kur'an'ın nassı ve manası gereğince hayattadır. Aynı şekilde bu hadis -hayatta olmakla birlikte- Deccal'i de kapsamına almaz. Deccal'in hayatta oluşuna delil ise el-Cessase hadisi diye bilinen hadistir. Aynı şekilde bu hadis Hızır (a.s.)'ı da kapsamaz ve Hızır insanlar tarafından da görülmez. Onlarla beraber oturup kalkanlardan da değildir ki; birbirleriyle konuştukları vakit Hızır mıdır? diye kimsenin hatırından geçmesin. İşte bu gibi umumi ifadeler özel halleri kapsamaz.

 

Ashab-ı Kehf'in de hayatta oldukları, İsa (a.s.) ile birlikte haccedecekleri -önceden geçtiği gibi- de söylenmiştir. Aynı şekilde daha önce belirttiğimiz gibi İbn Abbas'ın görüşüne göre Musa'nın genç adamı da bu haldedir.

 

Ebu İshak es-Sa'lebi "el-Arais" adlı kitabında şunları söylemektedir. Sahih olan Hızır'ın uzun ömür verilmiş ve gözlerin görmesine karşı perdelenmiş bir peygamber olduğudur. Muhammed b. el-Mütevekkil, Damra b. Rabia'dan, o Abdullah b. Şevzeb'den şöyle dediğini nakletmektedir: Hızır (a.s.) Farisoğullarındandır. İlyas da İsrailoğullarındandır. Bunlar her sene hac mevsiminde bir araya gelirler. Amr b. Dinar'dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Hızır da, İlyas da, Kur'an yeryüzünde kaldığı sürece hayatta kalacaklardır. Kur'an kaldırıldı mı onlar da ölecekler.

 

Hocamız İmam Ebu Muhammed Abdu'I-Mu'ti b. Mahmud b. Abdi'I-Mu'ti el-Lahmi, Kuşeyrı'ye ait (er-Risale"şerhinde salih pek çok erkek ve pek çok kadından bir takım hikayeler nakletmektedir ki, bunlara göre bu kimseler Hızır (a.s.)'ı görmüş ve onunla karşılaşmışlardır. Bunların toplamı, en-Nekkaş, esSa'lebi ve diğerlerinin de zikrettikleri ile birlikte onun hayatta olduğuna dair zannı oldukça kuvvetlendirmektedir.

 

Müslim'in, Sahih'inde yer alan hadiste şöyle buyurulmuştur: "Deccal, Medine yakınlarındaki verimsiz yerlerden birisine gelecektir. O gün insanların en hayırlıları olan bir adam -yahut- insanların en hayırlılarından bir adam onun karşısına çıkacaktır..." Hadisin sonlarında şu kaydedilmektedir: Ebu İshak dedi ki: Denildiğine göre bu adam Hızır (a.s.)'dır.

 

İbn Ebi'd-Dünya (el-Hevatif'' adlı eserinde Ali b. Ebi Talib (ra)'a ulaşan mevkuf bir senet ile naklettiğine göre Ali (ra) Hızır ile karşılaşmış ve (Hızır) ona şu duayı öğretmiş ve bu duayı her namazın akabinde tekrarlayan kimseye pek büyük bir sevap, mağfiret ve rahmet olacağını da zikretmektedir. Dua şöyledir: "Ey bir şeyi işitmek, başka bir şeyi işitmekten alıkoymayan! Ey isteklerin kendisini şaşırtmadığı! Ey ısrar edenlerin ısrarlarından ötürü kendisine usanç gelmeyen! Bana affının serinliğini, mağfiretinin tatlılığını tattır."

 

Yine Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan, Ali b. Ebi Talib (r.a.)'ın Hızır'dan duyduğu belirtilen bu duaya yakın bir duayı işittiğini de zikretmektedir. İlyas'ın, Peygamber (s.a.v.) ile bir araya gelişini de zikretmiştir.

 

İlyas (a.s)'ın, Peygamber (s.a.v.)ın dönemine kadar kalışı mümkün olduğuna göre Hızır'ın hayatta kalışı da mümkündür. Senede bir defa Beyt'in yanında bir araya geldiklerini ve ayrıldıkları vakit şu sözleri söylediklerini de nakletmektedir: "Maşaallah, maşaallah! Kötülüğü Allah'tan başkası kimse önleyemez. Maşaallah, maşaallah! Ne kadar nimet varsa hepsi Allah'tandır. Maşaallah, maşaallah! Allah'a tevekkül ettim, güvenip, dayandım. Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!"

 

İlyas'a dair bilgiler de Yüce Allah'ın izniyle es-Saffat Süresi'nde (123. ayet-i kerime'nin tefsirinde) gelecektir.

 

Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr, ''et-Temhid" adlı eserinde Ali (ra)dan şöyle dediğini zikretmektedir: Peygamber (s.a.v.) vefat edip de üzeri bir örtü ile örtülünce evin bir tarafından söyleyeni görülmeyen bir ses işitildi. Onlar bu sesi işitiyorlar fakat bu sesin sahibini görmüyorlardı. Şöyle diyordu: Allah'ın selamı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun. Ey bu hane halkı, selam size. Her bir nefs ölümü tadacaktır. Şüphesiz Allah ölen herkesin halefidir. Yokolup giden herkesin yerine geçecek olan başkasını verir. Her bir musibete karşı teselli kaynağıdır. O bakımdan Allah'a güvenin, O'ndan ümit edin. Çünkü şüphesiz ki asıl musibetzede ilahi mükafattan mahrum olandır. Onların kanaatlerine göre bu sözleri Hızır (a.s) söylemişti. Kastettiği ise Peygamber (s.a.v.)ın ashabıdır.

 

Hz. Peygamber'in hadisindeki "yeryüzünde" ifadesindeki "elif-Iam" cins için değil ahd içindir. Bu da Arap topraklarıdır. Buna delil ise onların bu topraklarda tasarruf etmeleri ve çoğunlukla orada bulunmalarıdır.

 

Bu ifadeyle Ye'cuc ve Me'cuc'un yaşadığı topraklar, Hint ve Sind taraflarında bulunan kulakların duymadığı, hakkında hiçbir şey bilinmeyen uzak adalar girmez.

Deccal'e dair (itiraz ile ilgili olarak) bir cevap vermek gerekmez.

 

Süheyli der ki: Hızır'ın ismi hususunda insanlar birbirinden oldukça farklı kanaatlere sahiptir. İbn Münebbih'ten şöyle dediği nakledilmektedir: O, Ebleya b. Melkan b. Faliğ b. Şalih b. Erfahşed b. Sam b. Nüh'dur. Bir diğer görüşe göre o, İbn Amil b. Sümahikin b. Erya b. Alkama b. İysü b. İshak'dır. Babası bir hükümdar imiş, annesi de Farslı olup adı da Elma imiş. O, mağarada kasabadaki adamlardan birisinin koyunları arasından kendisini her gün emziren bir koyun ile birlikte bulunmuş. Onu bulan bu adam alıp beslemiş. Gençlik yaşına gelip de -babası olan- hükümdar bir katip edinmek istemiş. İbrahim ile Şit üzerine indirilen sahifeleri yazmak üzere bu konuda bilgi ve maharet sahiplerini toplamış. Onun huzuruna gelen katiplerden birisi de oğlu Hızır imiş. Kendisi de oğlunu tanımıyormuş. Yazısının ve bilgisinin güzel olduğunu görmüş ve onun bu üstün özelliklerini ve durumunu araştırınca oğlu olduğunu öğrenmiş. Onu yanına alıp insanların işlerini görmek ve yönetmek üzere görevlendirmiş. Ancak daha sonra Hızır anlatılması uzun sürecek bir takım sebebler dolayısıyla hükümdarın yanından kaçmış. Nihayet Hayat Pınarı'nı bulmuş ve ondan içmiş. O, Deccal çıkıncaya kadar hayatta kalacaktır. Deccal'in öldüreceği, bölüp parçalayacağı sonra da Yüce Allah'ın hayat vereceği adam işte odur. Peygamber (s.a.v.)ın dönemine yetişmediği de söylenmiştir. (Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır).  Ancak bu görüş sahih değildir.

 

Buhari ve aralarında hocamız Ebu Bekr İbnu'l-Arabi -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-nin de bulunduğu hadis ehlinden bir kesim şöyle demişlerdir: O, Peygamber (s.a.v.)ın belirttiği: "Yüzyılın nihayetinde bugün yeryüzünde bulunanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır." Yüzyılın bitmesinden önce vefat etmiştir. Çünkü o bu sözleriyle, bu sözü söylediği zaman hayatta olanlardan kimse hayatta kalmayacaktır, demek istemiştir.

 

Derim ki: Biz bu hadisi ve bu hadis ile ilgili açıklamaları zikrettik ve Hızır'ın şu ana kadar hayatta olduğunu açıkladık. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

5. Hızır'ın, Musa (a.s.)'a Vasiyeti:

 

Denildiğine göre Hızır, Musa (a.s)'dan ayrılmak isteyince Musa ona: Bana tavsiyede bulun, demiş. O da şunları söylemiş: Çokça tebessüm et, ama çok gülme. Israrı bırak. Gereksiz hiçbir işi yapma. Hata edenleri yaptıkları hatalar dolayısıyla ayıplama. Ey İmran'ın oğlu hatan dolayısıyla da ağla!

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Kehf 83-91

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR