ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

KEHF

83

/

91

وَيَسْأَلُونَكَ عَن ذِي الْقَرْنَيْنِ قُلْ سَأَتْلُو عَلَيْكُم مِّنْهُ ذِكْراً {83} إِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْأَرْضِ وَآتَيْنَاهُ مِن كُلِّ شَيْءٍ سَبَباً {84} فَأَتْبَعَ سَبَباً {85} حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِندَهَا قَوْماً قُلْنَا يَا ذَا الْقَرْنَيْنِ إِمَّا أَن تُعَذِّبَ وَإِمَّا أَن تَتَّخِذَ فِيهِمْ حُسْناً {86} قَالَ أَمَّا مَن ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ إِلَى رَبِّهِ فَيُعَذِّبُهُ عَذَاباً نُّكْراً {87} وَأَمَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاً فَلَهُ جَزَاء الْحُسْنَى وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ أَمْرِنَا يُسْراً {88} ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَباً {89} حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلَى قَوْمٍ لَّمْ نَجْعَل لَّهُم مِّن دُونِهَا سِتْراً {90} كَذَلِكَ وَقَدْ أَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْراً {91}

 

83. Sana, Zülkarneyn'i de soruyorlar. De ki: Size ona dair haber okuyayım:

84. Gerçekten, Biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar vermiş ve ona her şeyin yolunu göstermiştik.

85. O da bir yol tuttu.

86. Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü. Onun yanında bir kavim buldu. Dedik ki: "Ey Zülkarneyn onları istersen azaplandırabilirsin yahut onlara güzel muamelede de bulunabilirsin."

87. Dedi ki: "Kim zulmederse onu azaplandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülecek, Rabbi de onu şiddetli bir azab ile azablandıracak.

88. "Fakat kim iman edip de salih amel işlerse onun için en güzel bir mükafat vardır. Ona emrimizden en kolay olanı söyleyeceğiz."

89. Sonra bir başka yol tuttu.

90. Nihayet güneşin doğduğu yere vardığı zaman onun güneşe karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü.

91. İşte böyle. Zaten Biz ellerinde ne bulunuyor idiyse, hepsini ilmimizle kuşatmıştık.

 

"Sana, Zülkarneyn'i de soruyorlar. De ki: Size ona dair bir haber okuyayım" buyruğu ile ilgili olarak İbn İshak dedi ki: Zülkarneyn'e dair haberlerde belirtildiğine göre, ona başkalarına verilmemiş olan şeyler verilmişti. Sebebler onun için alabildiğine çoğaltılmış ve kolaylaştırılmıştı. Nihayet yeryüzünün doğularına da, batılarına da gitmişti. Ayağı nereye bastıysa ora halkına üstün kılındı. Nihayet doğuya, batıya, ötesinde hiçbir mahlukun bulunmadığı yerlere kadar yolculuklarını bitirdi. İbn İshak der ki: Arap olmayanlardan bir takım haberler nakleden kimselerin bana anlattıklarına göre Zülkarneyn ile ilgili bilgilerden miras olarak ders aldıklarına göre o, Mısır ahalisinden olup adı Yunanlı Merzuban b. Merdube imiş. Yünan b. Yafes b. Nuh'un soyundanmış. İbn Hişam der ki: Adı İskender olup, İskenderiye'yi kuran odur. Bundan dolayı şehir ona nisbet edilmiştir.

 

İbn İshak der ki: Bana, Sevr b. Yezıd, Halid b. Ma'dan el-Kelai'den -ki Halid pek çok kimseye yetişmiş bir kişi idi- anlattığına göre, Resulullah (s.a.v.)a Zülkarneyn'e dair soru sorulmuş. O da şu cevabı vermiş: "O yeryüzünü alt tarafından izlediği yollarla tamamen dolaşmış bir hükümdardır." Halid dedi ki: Ömer b. el-Hattab (r.a.) bir adamın birisine: Ey Zülkarneyn! diye seslendiğini işitince şöyle demiş: Allah'ım mağfiretini dilerim. Sizler peygamberlerin isimlerini kullanmakla yetinmeyerek şimdi de meleklerin isimlerini mi kullanmaya başladınız? İbn İshak der ki: Zülkarneyn'in bunların hangisi olduğunu en iyi bilen Allah'tır. Rasülullah gerçekten bunu söyledi mi, söylemedi mi Allah bilir. Doğru onun söylediğidir.

 

Derim ki: Ali b. Ebi Talib (ra)dan da Ömer (ra)ın sözünün bir benzeri rivayet edilmiştir. O birisinin diğerine: Ey Zülkarneyn! diye seslendiğini işitince şöyle demiş: Peygamberlerin isimlerini kullanmanız size yetmedi de meleklerin isimlerini mi kullanmaya başladınız?

Yine ondan gelen bir rivayete göre Zülkarneyn salih, hükümdar bir kul idi. O, Allah'a samimiyetle bağlanmış, Allah da ona yardımcı olmuştu.

 

Allah tarafından gönderilmiş ve Yüce Allah'ın ona yeryüzünü fethetmeyi nasib etmiş olduğu da söylenmiştir.

 

Darakutni, "Kitabu'I-Ahbar'' da, Rabakil adındaki bir meleğin Zülkarneyn'e indiğinden söz etmektedir. Kıyamet gününde yeryüzünü katlayıp, dürecek olan melek de budur. O -kimi ilim adamının naklettiğine göre- yeryüzünü birbirinden çözüp ayıracak ve bütün mahlukatın ayakları (yüce Allah'ın yeniden yaratacağı yer olan) es-Sahire'nin üzerine düşecektir.

 

es-Süheyli der ki: Bu, bu meleğin yeryüzünün doğu ve batısını kateden Zülkarneyn'in üzerine inmekle görevlendirilmiş olmasına benzemektedir. Nitekim Halid b. Sinan'a ateşin musahhar kılınması ile ilgili kıssa da ateş üzerinde görevli olan meleğin durumuna uygun düşmektedir. Bu görevli melek ise Malik'tir. Ona ve bütün meleklere selam olsun.

 

İbn Ebi Hayseme, "Kitabu'l Bedh" adlı eserinde Halid b. Sinan el-Absi'yi söz konusu eder ve onun peygamber olduğunu bildirir. Bu peygambere meleklerden ateşin bekçisi Malik'in görevlendirilmiş olduğunu bildirir. Halid b. Sinan'ın peygamberliğinin alametlerinden (mucizelerinden) birisi de şu idi:

 

Naru'l-Hadesan diye adlandırılan bir ateş mağaradan insanlar üzerine çıkıyor ve onları yakıyordu. Onlarsa bu ateşi geri çeviremiyorlardı. Halid b. Sinan bu ateşi geri çevirdi ve bir daha da bu ateş oradan çıkmadı.

 

Zülkarneyn'in adının ne olduğu ve hangi sebepten ötürü kendisine bu ismin verildiği hususunda pek çok görüş ayrılıkları vardır. Adının Yunan -Makedonyalı Kral İskender olduğu söylenmiştir. Adının Hermes olduğu söylendiği gibi Herdis olduğu da söylenmiştir. İbn Hişam der ki: O, Vail b. Himyer'in oğullarından, Himyerlı es-Sa'b b. Zi Yezen adını taşır. İbn İshak'ın görüşü de az önceden geçmiş bulunmaktadır.

 

Vehb b. Münebbih der ki: Zülkarneyn, Romalıdır.

 

Taberi de Peygamber (s.a.v.)dan bir hadis zikrederek Zülkarneyn'in bir Romalı genç olduğunu bildirmektedir. Ancak bu, senedi oldukça gevşek (vahi) bir hadistir. Bunu da İbn Atiyye ifade etmiştir.

 

es-Süheyli der ki: Haberler ilminden anlaşıldığına göre; bunlar iki kişi idiler. Bunlardan birisi İbrahim (a.s) döneminde olup denildiği ne göre; Şam'da bulunan Bi'ru's-Seb' hususunda onun hükmüne başvurduklarında, İbrahim (a.s.)'ın lehine hüküm veren kişidir.

Diğeri ise İsa (a.s) dönemine yakın bir zamanda yaşamıştır.

 

Onun İbrahim (a.s) döneminde yahut ondan az bir süre önce yaşamış azgın hükümdar olan ve Erendaseb oğlu Beyuraseb'i öldürmüş bulunan Efridun (Feridun) olduğu da söylenmiştir.

 

Ona bu ismin (Zülkarneyn) veriliş sebebi ile ilgili görüş ayrılıklarına gelince; Onun iki tane saç örüğünün bulunduğu ve bundan dolayı ona bu ismin verildiği söylenmiştir ki, bunu es-Salebi ve başkaları nakletmektedir. Çünkü örükler de başın karnları (boynuzları -ki Zülkarneyn boynuzları olan, boynuz sahibi demektir-)dır. Şairin şu beyitinde de böyledir: "Örüklerinden yakalayarak öptüm ağzını, Su içmesi yasaklanmış sıtmalının, kaya çukurunda birikmiş soğuk suyu içmesi gibi."

 

Denildiğine göre; o krallığının ilk dönemlerinde rüyasında güneşin iki tarafını yakalıyormuş gibi görmüş, bunu anlatınca güneşin aydınlattığı her tarafa galip gelip hükmünün altına geçireceği şeklinde yorumlanmış, bundan dolayı da ona Zülkarneyn adı verilmiş.

Bir diğer görüşe göre; bu ismin ona veriliş sebebi hem doğuya hem batıya ulaşmış olmasıdır. O böylelikle adeta dünyanın iki boynuzunu eline geçirmiş gibi oldu.

 

Bir kesim de şöyle demektedir: Güneşin doğuş yerine varınca oradaki boynuzları görmüş, yahutta onun etrafındaki şeytanın iki boynuzunu görmüş, o bakımdan ona Zülkarneyn adı verilmiş.

 

Vehb b. Münebbih der ki: Sarığının altında iki tane boynuzu (örüğü) vardı.

 

İbnu'l-Kevva, Ali (ra)a, Zülkarneyn'e dair: O bir peygamber miydi, yoksa bir hükümdar mıydı? diye sormuş. Şu cevabı vermiş: Ne bu, ne o. O salih bir kul idi. Kavmini Yüce Allah'a davet etti. Onun bir karn'ını (alnının bir tarafını) yaraladılar. Sonra yine onları davet etti, bu sefer diğerini yaraladılar. O bakımdan ona Zülkarneyn denildi.

 

Zülkarneyn'in çağı hakkında da görüş ayrılığı vardır. Kimisi Musa'dan sonra idi derken, kimisi İsa'dan sonraki fetret döneminde yaşamıştır, der. İbrahim ve İsmail döneminde olduğu da söylenmiştir. Hızır (a.s) onun en büyük bayrağını taşıyan idi. Biz bunu el-Bakara Süresi'nin (el-Bakara, 259. ayetin) tefsirinde zikretmiş bulunuyoruz.

 

Hülasa; Yüce Allah ona yeryüzünde iktidar vermiş, bütün hükümdarların itaatine girdiği bir hükümdardır.

 

Rivayete göre bütün dünyaya hükmetmiş olan krallar dörttür. İkisi mü'min, ikisi kafirdir. Mü'min olanlar Davud oğlu Süleyman (ikisine de selam olsun) ile İskender, kafir olanlar ise Nemrut ve Buht Nassar'dır. Bu ümmet arasında da beşinci birisi daha bütün dünyaya hakim olacaktır. Çünkü Yüce Allah:

 

"Onu bütün dinlerin üstüne hakim kılmak için ... "(et-Tevbe, 33) diye buyurmuştur, bu da Mehdi'dir.

 

Şöyle de denilmiştir: Ona Zülkarneyn denilmesinin sebebi, her iki cihetten de oldukça asil bir soydan gelmiş olmasıdır. Hem baba tarafı, hem anne tarafı şerefli aile mensubu idiler.

Bir diğer görüşe göre; onun çağında kendisi hayatta olduğu halde insanlardan iki karn (nesil) helak olmuştur. Yine denildiğine göre; bu ismin ona veriliş sebebi, savaştığı vakit aynı anda hem iki eliyle hem de bineğinin iki yanından savaşması idi. Ona zahir ve batın ilmi verildiği için bu ismin verildiği de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre o, karanlığa ve nura girdiğinden dolayı, bir başkasına göre de o hem Fars'lara hem de Rumlara hakim olduğundan dolayı bu ismi almıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

* * *

"Gerçekten, Biz ona yeryüzünde büyük bir iktidar vermiş ... " Ali (ra) dedi ki: Yüce Allah ona bulutları musahhar kılmış ve yollar önünde alabildiğine açılmış, önü hep aydınlatılmış idi. O bakımdan onun için gece de gündüz de birdi. Ukbe b. Amir yoluyla gelen hadiste, Peygamber (s.a.v.) kendisine Zülkarneyn hakkında soru soran kitab ehlinden bir takım kimselere şöyle demiştir: "O önceleri Rumlardan bir delikanlı idi. Sonra kendisine hükümdarlık verildi. Mısır'a gelinceye kadar yeryüzünde yol aldı. Orada İskenderiye diye anılan bir şehir inşa etti. Bu işi bitirince ona bir melek geldi ve onu yükseltti. Kendisine altında bulunanlara bir bak, dedi. O da sadece yaptığım şehri görüyorum, ondan başka bir şey görmüyorum, dedi. Melek ona:

 

İşte o yerin tamamıdır. Senin etrafını çevirdiğini gördüğün o siyahlık ise denizdir. Yüce Allah sana yeri göstermek murad etti. Sana orada bir saltanat verdi. Haydi yeryüzünde yürü, cahile öğret, ilim adamına da güç ve sebat ver."

 

"Ve ona herşeyin yolunu göstermiştik." İbn Abbas der ki: Dilediğine ulaşmasına sebeb teşkil edecek her bir şeye dair bilgi vermiştik. el-Hasen der ki:

 

Dilediği yere ulaşması imkanını vermiştik. Bir açıklamaya göre; mahlukatın gerek duyacağı herşeyden vermiştik. Bir diğer görüşe; göre hükümdarların şehirleri fethetmek, düşmanları kahretmek için kendilerine yardımcı olacak herşeyden vermiştik, demektir.

 

"Sebeb (mealde; yol)" ise halat ve ip demektir. Kendisi vasıtası ile bir şeye ulaşılan her şey hakkında istiare yoluyla kullanılır olmuştur.

 

"O da bir yol tuttu" buyruğunu İbn Amir, Asım, Hamza ve elKisai "elif"i kat' ile (yani hemze şeklinde) okumuşlardır. Medineliler ve Ebu Amr ise; (...) şeklinde vasl ile okumuşlardır. Kendisine verilmiş olan sebeblerden (yollardan) bir yolu izledi, demektir.

 

el-Ahfeş der ki: Bu iki ayrı okuyuşta fiilin kullanılmış iki şekli olan: (...) aynı manadadır. Tıpkı; (...): Onun terkisine bindim, fiili gibi. Yüce Allah'ın: "Meğer ki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun, hemen arkasından parlak, delici bir alev ona yetişir" (es-Saffat, 10) buyruğundaki fiil de bu türdendir. "Hasen-besen; kabih-şakih: güzel-müzel; çirkin-mirkin" gibi kelamda itba' da bu köktendir.

 

en-Nahhas der ki: Ebu Ubeyd, Küfelilerin kıraatini tercih etmiş ve: Çünkü bu yol almaktan gelmektedir, diyerek açıklamıştır. O da, el-Asmai de; yol alıp ona yetişmemesi halinde; (...) şeklinin kullanılacağını yetişmesi halinde ise; (...) şeklinin kullanıldığını nakletmişlerdir. Ebu Ubeyd der ki: "Güneş doğarken onların ardından gittiler" (eş-Şuara, 60) buyruğunda da bunun gibidir.

 

en-Nahhas der ki: Böyle bir ayırımı el-Asmai nakletmiş olsa dahi bir gerekçe yahutta bir delil olmadıkça kabul edilmez. Yüce Allah'ın: "Güneş doğarken onların ardından gittiler" buyruğunda onlara yetiştiklerinden söz edilmemektedir. Söz edilen: Musa (a.s) ve arkadaşları denizden çıktıktan sonra, Firavun ve arkadaşlarının onların geçtikleri yerden geçince deniz üzerlerine kapanmış olduğudur. Bu hususta doğru olan bu fiilin her üç şeklinin de aynı anlamda ayrı söyleyişler olduğudur ve üçü de yol almak mana sınadır. Bu yol almakla birlikte yetişmenin olması da mümkündür. Sözkonusu olmaması da mümkündür.

 

"Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü" buyruğunda geçen "Kara çamurlu" kelimesini İbn Asım, Amir, Hamza ve el-Kisai sıcak anlamında, (...) diye okumuşlardır. Diğerleri ise "elif"siz ve hemzeli okumuşlardır. Yani dibe çöken kara çamuru bol demektir. "Kuyunun çamurunu çekip çıkardım" demektir. Buna karşılık; "ise kuyunun dibindeki kara çamur çoğaldı" demektir. Bununla birlikte Asım ve diğerlerinin kıraatinin de hemzeli kıraatten gelmesi ve hemzenin tahfif edilerek "ya"ya kalb edilmiş olması da mümkündür. Bazen her iki kıraat bir arada açıklanarak: O pınar hem sıcak, hem de kara çamurlu idi, denilir.

 

Abdullah b. Amr dedi ki: "Peygamber (s.a.v.) battığı vakit güneşe baktı ve şöyle dedi: "İşte, Allah'ın kızgın ateşi. Eğer Allah'ın emri onu alıkoymasaydı, yeryüzünde ne varsa hepsini yakardı.''

 

İbn Abbas dedi ki: Bunu bana Ubeyy, Rasulullah kendisine okuttuğu şekilde: (...) diye okuttu.

 

Muaviye de: O "elif" iledir, deyince Abdullah b. Amr b. el-As: Ben mü'minlerin emiri ile aynı kanaatteyim, deyince aralarında Ka'b'ı hakem tayin ederek: Ey Ka'b, Tevrat'ta sen bunu nasıl olduğunu görüyorsun, diye sordular. o: Benim gördüğüm kara bir pınarda battığı şeklindedir, diyerek İbn Abbas'a uygun kanaat belirtti.

 

Şair -ki o Yemenli hükümdar Tubba'dır- dedi ki:

 

"Zülkarneyn benden önce müslümandı, Bir hükümdardı. Hükümdarlar ona itaat eder, secde ederdi, Doğulara ve batılara kadar ulaştı. Hikmeti sonsuz ve yol Göstericinin emrinin yollarını arayarak. Gördü, güneşin battığı vakitte batış yerinin, Siyah birikmiş bir çamurlu pınarda battığını."

 

el-Kaffal der ki: Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Maksat güneşin kendisine ulaşıp temas edinceye kadar doğuş ve batış yerine ulaştığı değildir. Çünkü güneş yere yapışmaksızın arzın etrafında sema ile birlikte deveran eder ve yeryüzünde bilinmeyen bir yerdeki bir pınara sığmayacak kadar; hatta güneş yeryüzünden kat kat daha büyüktür. Bundan maksat onun batı ve doğu taraflarından yeryüzünün ma'mur olduğu en uç noktalara kadar vardığıdır. İşte o vakit onun gözüne güneşin kara çamurlu bir suda battığı göründü. Nitekim bizler düzlük bir arazide güneşin yerin içine girdiğini görüyoruz. Bundan dolayı Yüce Allah: "Onu, güneşe karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü" diye buyurmaktadır. Bundan maksat ise güneşin doğuşu esnasında onlara çarptığını ve değdiğini anlatmak değildir. Aksine güneşin üzerine ilk doğduğu kimselerin durumunu anlatmak istemiştir.

 

el-Kutebi der ki: Bu pınarın denizin bir parçası olması da mümkündür. Güneşin bu pınarın arka tarafında yahut onunla beraber, ya da onun yakınında batması mümkündür. Böylelikle sıfat, o sıfata sahip olanın yerine ikame edilmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

"Onun yanında da bir kavim buldu." Yani o pınarın yanında yahut o pınarın bittiği yerin yakınında bir kavim buldu. Bunlar Cabers halkı idi. Süryanice'de buna Cercisa denilir. Burada, geriye kalanları Salih (a.s.)'a iman etmiş, Semud neslinden bir kavim yaşamaktaydı. Bunu es-Süheylı nakletmiştir.

 

Vehb b. Münebbih dedi ki: Zülkarneyn, RumIardan birisi olup, Rum yaşlı kadınlarından birisinin oğlu idi. Bu kadının ondan başka da çocuğu yoktu. Adı, İskender'di. Ergenlik yaşına geldiğinde -salih bir kul idi- Yüce Allah ona: Ey Zülkarneyn dedi. Ben seni yeryüzü ümmetlerine göndereceğim. Bunların dilleri birbirinden farklıdır. Bu ümmetler yeryüzündeki bütün ümmetlerdir. Bunlar sınıf sınıftır. İki ümmetin arasında yeryüzünün bütün boylamı yer alır. İkisi arasında da yeryüzünün bütün enlemi bulunmaktadır. Kimileri de yeryüzünün ortasındadırlar. Cinler, insanlar, Ye'cuc ile Me'cuc bunlardandır. Yeryüzü boylamının aralarında bulunduğu iki ümmete gelince, bunların birisi güneşin batı tarafında olup Nasik diye anılır. Diğeri ise güneşin doğu tarafındadır. Buna da Mensik denilir. Yeryüzü enleminin aralarında bulunduğu iki ümmete gelince; bunların birisi yeryüzünün sağ yarısındadır ve bunlara Havıl denilir. Diğeri ise sol bölümünde olup, bunlara da Tavil denilir.

 

Zülkarneyn dedi ki: Ey ilahım. Sen, beni boyutlarını senden başka hiçbir kimsenin bilemediği büyük bir iş için seçtin. Bana bu ümmetlerle hangi güçle baş edeceğimi, hangi sabırla bunlara katlanacağımı, hangi dille bunlarla konuşacağımı haber verir misin? Ben yanımda hiçbir güç yokken onların dillerini nasıl anlayacağım? Yüce Allah şöyle buyurdu: Sana yüklemiş olduğum bu görevi başarı ile yerine getirmeni sağlayacağım. Kalbine bir genişlik vereceğim ve herbir şeyi anlayabileceksin. Kavrayışını sağlamlaştıracağım, herşeyi kavrayabileceksin. Sana bir heybet vereceğim, hiçbir şeyden de korkmayacaksın. Aydınlığı ve karanlığı emrine vereceğim, ikisi senin askerlerinden bir asker olacak. Aydınlık senin önünde yol gösterecek, karanlık arkandan seni koruyacak.

 

Kendisine bu sözler söylenince, kendisine uyanlarla birlikte yola koyuldu. Güneşin battığı yerin yakınında bulunan ümmete doğru yürüdü. Çünkü ümmetler arasında ona en yakın o idi. Bu ümmetin de adı Nasik'di. Orada sayısını Allah'tan başka kimsenin bilmediği pek büyük kalabalıklar, Allah'tan başkasının güç yetiremeyeceği pek büyük çapta güç ve kuvvet buldu. Oldukça değişik diller ve değişik inanışlarla karşılaştı. O da onların çokluklarına karşı karanlıkla çıktı. Onların etraflarına her taraftan onları kuşatacak kadar karanlık askerlerinden üç askeri çevrelerine yerleştirdi. Nihayet bu karanlık onları tek bir yerde topladı. Daha sonra aydınlıkla onların üzerine girdi. Kendilerini Yüce Allah'a ve O'na ibadete davet etti. Kimisi ona iman etti, kimisi kafir oldu ve onun önünde engel teşkil etti. Yüz çevirenler üzerine karanlığı saldı, dört bir yandan onları kapladı. Bu karanlık ağızlarından, burunlarından, gözlerinden girdi. Evlerine girdi, herbir taraftan onları kuşattı. Şaşırıp kaldılar, dalgalar halinde birbirlerine girdiler. Helak olmaktan korkmaya başladılar. Hep bir ağızdan: Biz iman ettik, diye bağrıştılar. Bu sefer üzerlerindeki karanlığı açtı ve kılıç zoruyla onları eline geçirdi, davetini kabul ettiler.

 

Batıdaki bu insanlardan pek büyük toplulukları asker etti ve hepsini tek bir ordu haline getirdi. Sonra da onları kumandası altına alarak yola koyuldu. Arkalarından karanlık onları ileri doğru götürüyor ve arkasından (gelecek tehlikelere karşı) onu koruyordu. Aydınlık ise önlerinden gidip ona yol gösteriyordu.

 

Yeryüzünün sağ tarafında bulunan Havil denilen ümmete ulaşmak üzere yeryüzünün sağ tarafından yol alıyordu. Yüce Allah onun elini, kalbini, aklını ve görme duyusunu musahhar kıldı. Bir iş yaptı mı yanlışlık yapmıyordu. Büyükçe bir nehire yahut bir denize varacak olurlarsa ayakkabı parçaları gibi küçük tahta parçalarından gemiler yapar ve kısa bir süre içerisinde bunları bir araya getirirdi. Bu gemilerin bitiminden sonra beraberinde bulunan bütün ümmetleri bunlara doldururdu. Denizleri, nehirleri aştıktan sonra bu parçaları birbirinden çözer ve herbir kişiye bir tahta parçası verirdi. Böylelikle bunu taşımaktan yorulmazdı.

 

Nihayet, Havil denilen ümmetin bulunduğu yere geldi. Bunlara da Nasik denilen ümmete yaptığını yaptı. Onlar da iman ettiler. Onların işini bitirdikten ve askerlerini beraberine aldıktan sonra yeryüzünün diğer tarafına gitmek üzere yola koyuldu. Nihayet güneşin doğuş yeri yakınındaki Mensik'e ulaştı. Bunlara da aynı şeyleri yaptı ve ilkine yaptığı şekilde bunlardan da ordular aldı. Daha sonra Tavil üzerine gitmek üzere yeryüzünün sol tarafına doğru yola koyuldu. Bu ümmet Havil'in karşı tarafında bulunan ümmetti ve bu iki ümmet arasında yeryüzünün enlemi bulunuyordu. Bunlara da öncekilere yaptığını yaptı. Daha sonra yeryüzünün ortalarında bulunan cinlerden, insanlardan, Ye'cuc ve Me'cuc'tan oluşan ümmetlerin üzerine yöneldi.

 

Doğu tarafında Türklerin diyarının sol noktasına bitişik yere kadar geldiğinde, insanlardan salih olan bir ümmet ona şöyle dedi: Ey Zülkarneyn şu iki dağın arasında sayılamayacak kadar pek çok Allah'ın yarattığı bir takım varlıklar vardır. Bunlar insanlara benzemezler, bunlar hayvanları andırıyorlar. Otları yerler, yırtıcı hayvanların yaptığı gibi çeşitli canlıları ve evcil olmayan hayvanları avIarlar. Yılan, akrep, kertenkele ve Yüce Allah'ın yeryüzünde canlı olarak yaratmış olduğu her türlü haşeratı yerler. Bir yıl içerisinde Yüce Allah'ın yarattığı hiçbir varlık onlar kadar artıp çoğalmaz. Eğer durum böylece devam edecek olursa, yeryüzünü dolduracaklar ve orada bulunanları sürecekler. Biz sana belli bir gelir vermenin karşılığında bizimle onlar arasında bir set yapar mısın? diye bu sözün geri kalan kısımlarını da nakletti. İleride Ye'cuc, Me'cuc ve onlardan bir tür olan Türklerin niteliklerine dair yeterli açıklamalar gelecektir.

 

"Dedik ki: Ey Zülkarneyn" el-Kuşeyrı Ebu Nasr der ki: Eğer Zülkarneyn bir peygamber idiyse bu bir vahiydir, eğer peygamber değil ise o takdirde bu, Yüce Allah tarafından ona gelmiş bir ilhamdır.

 

Onları istersen azaplandırabilirsin yahut onlara güzel muamelede bulunabilirsin." İbrahim b. es-Serrı der ki: Yüce Allah, Muhammed (s.a.v.)ı "Eğer sana gelirlerse aralarında ister hükmet ister onlardan yüz çevir. "(elMaide, 42) vb. buyruklarda muhayyer bıraktığı gibi onu da bu iki husustan birisini işlemekte muhayyer bırakmıştır.

 

Ebu İshak ez-Zeccac der ki: Bu buyruğun anlamı şu ki: Yüce Allah bu iki hükümden birisini seçmekte onu serbest bırakmıştır.

 

en-Nahhas der ki: Ancak Ali b. Süleyman onun bu görüşünü reddetmiştir. Çünkü, Zülkarneyn'in peygamber olduğu sahih olarak sabit değildir ki bu şekilde hitab etmesi söz konusu olsun. O Yüce Rabbi hakkında:

 

"Sonra o, Rabbine döndürülecek" nasıl desin ve nasıl: "Onu azaplandıracağız" diyerek çoğul olarak hitab etsin? Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: Biz Ey Muhammed dedik. Onlar da: Ey Zülkarneyn ... dediler.

 

Ebu Ca'fer en-Nehhas der ki: Ebu'l-Hasen'in söylediği bu sözün hiçbir manası yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın: "Dedik ki: Ey Zülkarneyn ... " buyruğunda Yüce Allah'ın ona çağında bulunan bir peygamber vasıtası ile böylece hitab etmiş olması mümkün olduğu gibi, Peygamberine: "Bundan sonra ister karşılıksız bırakın, ister fidye alın. "(Muhammed, 4) dediği gibi; ona da böyle bir şey söylemiş olması mümkündür.

 

Yüce Allah'ın: " ... Onu azaplandıracağız. Sonra o, Rabbine döndürülecek" buyruğunda açıklanması zor görülen hususa gelince; bunun da takdiri şöyledir; Yüce Allah: "Onları istersen azaplandırabilirsin ... " buyruğunda belirtildiği gibi onları öldürmek ile diğer taraftan: "Yahut onlara güzel muamelede bulunabilirsin" buyruğunda da onları hayatta bırakmak arasında muhayyer bırakınca o da o kavme şunları söyledi: "Kim zulmederse" yani aranızdan küfür üzere kalmaya devam ederse "onu" öldürmek suretiyle "azaplandıracağız. Sonra o" kıyamet gününde "Rabbine döndürülecek, Rabbi de onu" cehennemde oldukça çetin "şiddetli bir azap ile azaplandıracak.

 

"Fakat kim" küfürden tevbe edip "iman edip de salih amel işlerse ... "

 

Ahmed b. Yahya dedi ki: "Onları istersen azaplandırabilirsin, yahut onlara güzel muamele de bulunabilirsin" buyruğunda yer alan; (...) nasb mahallindedir. Bununla birlikte merfu kabul edilirse; o da doğru olur ve; "Yahutta o (yapacağın iş) ... " anlamında olur. Nitekim şair şöyle demiştir: "Haydi yürümeye koyul, ya ihtiyacınız olan bir işi göreceksiniz Yahutta güzel bir öğle uykusu ile bir arkadaş bulacaksınız."

 

"Onun için en güzel bir mükafat vardır" buyruğunu Medineliler, Ebu Amr ve Asım: (...) şeklinde (tenvinli ve fethalı değil de) mübteda yahutta istikrar üzere ref ile okumuşlardır. (...) ise izafet ile cerr mahallindedir. İzafet dolayısıyla da tenvin hazfedilir. Onun için ahirette Allah nezdinde en güzel bir mükafat -ki o da cennettir- vardır. Burada görüldüğü gibi mükafat cennete izafe edilmiştir. Allah'ın: "Hakku'l'Yakin"; (el-Vakıa, 95); "Ve şüphesiz ahiret yurdu ... " (el-En'am 32) buyruklarında olduğu gibi. Bu açıklamayı el-Ferra yapmıştır.

 

"En güzel bir mükafat" -diye meali verilen- "el-Hüsna" ile salih amellerin kastedilme ihtimali de vardır.

 

Mükafatın Zülkarneyn tarafından verilmesinin de kastedilmiş olması mümkündür. Yani ben ona bağışta bulunurum ve fazladan da ona lutfederim.

 

İki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısı ile tenvinin hazfi caiz olduğu gibi "el-hüsna" kelimesinin Basralılara göre bedel olarak, Kufelilere göre ise tercüme olarak ref mahallinde olabilir. İbn Ebi İshak'ın; (...) şeklindeki kıraati buna göre açıklanır. Ancak burada tenvin hazfedilmez, hazfedilmemesi daha güzeldir. Sair Kufeliler ise tenvinli ve nasb ile; (...) diye okumuşlardır ki bu da; "ceza olarak ona el-Hüsna vardır" takdirinde demektir.

 

el-Ferra der ki: "mükafat olarak" kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir. Masdar (mef'ul-ü mutlak) olarak nasb edildiği de söylenmiştir. ez-Zeccac ise der ki: Bu hal konumunda bir mastardır; yani "Ona karşılık olarak bu verilecektir" demek olur.

 

İbn Abbas ve Mesruk ise mansub fakat tenvinsiz olarak; (...) diye okumuşlardır. Bu okuyuş İbn Ebi Hatim'e göre iki sakinin yanyana gelmesi dolayısıyla tenvin hazfedilmiştir. Ötreli ve tenvinsiz okuyuşun iki izahından birisinde olduğu gibi.

 

en-Nehhas der ki: Ancak bu ondan başkalarına göre bir yanlışlıktır. Çünkü burası, iki sakin dolayısıyla tenvinin hazfedileceği bir yer değildir ve buna göre ifade; "İyiliğinin mükıfatı olarak ona sevab vardır" takdirindedir.

 

"Sonra bir başka yol tuttu." Bundan önce bu fiilin çeşitli kullanım şekillerinin aynı manada olduğuna dair açıklamalar geçmiştir. Başka bir yol izledi ve çeşitli konaklardan geçti, anlamındadır.

 

"Nihayet güneşin doğduğu yere vardığı zaman" buyruğunda geçen; "Doğduğu yer" kelimesini Mücahid ve İbn Muhaysın "mim" ile "lam" harfini üstün ile okumuşlardır. "Güneş ve yıldızlar doğdu, doğmak, doğuş" denilir. "Lam" harfinin üstün ve esreli okunuşu aynı zamanda güneşin doğuş yeri anlamına da gelir. Bu açıklamaları el-Cevheri yapmıştır.

Yani o, sonunda kendileri ile güneşin doğuş yeri arasında insan diye kimselerin bulunmadığı bir kavmin bulunduğu yere vardı. Güneş ise bunun ötesinde oldukça uzak bir yerde doğuyordu. İşte Yüce Allah'ın: " ... Bir kavmin üzerine doğduğunu gördü" buyruğunun anlamı budur.

 

Bunlar hakkında görüş ayrılıkları vardır. Bunların kim olduklarına dair Vehb b. Münebbih'in kanaati önceden geçmiş bulunmaktadır. Ona göre bunlar Mensik adında ve Nasik denilen ümmetin karşısında yer alan bir ümmet idi. Mukatil de böyle demiştir. Katade ise her ikisine de Zinc denildiğini söylemiştir. el-Kelbi ise bunlar Taris, Havil ve Mensik adını taşıyan ümmetI erdi, demiştir. Bunlar çıplak ayaklı, elbisesiz ve hakka karşı kör kimselerdi. Köpekler gibi birbirlerine yaklaşır ve eşekler gibi birbirlerine karışırlardı.

 

Bunların Cabelk ahalisi olduğu da söylenmiştir. Bunlar da Hud'a iman etmiş olan Ad kavminin mü'minlerinin soyundan geliyorlardı. Süryanice'de bunlara Markisa denilir.

Güneşin battığı yerde bulunanlar ise Cabers ahalisidir. Bu iki şehirden her birisinin onbin kapısı ve her bir kapısı arasında bir fersahlık mesafe vardır. Cabelk'in ötesinde başka ümmetler de vardır. Bunlar ise Tafıl ve Taris'dirler. Ye'cuc ile Me'cuc'e komşudurlar. Cabers ve Cabelk ahalisi, Peygamber (s.a.v.)a iman etmişlerdir. İsra gecesi onların yanından geçmiş, onları davet etmiş, onlar da davetini kabul etmişlerdir. Diğer ümmetleri de davet ettiği halde onun çağrısını kabul etmediler. Bunu da es-Süheyli zikreder ve şöyle der: Ben bütün bunları Mukatil b. Hayyan'ın, İkrime'den, onun İbn Abbas'tan, onun da Peygamber (s.a.v.)dan rivayet ettiği uzunca bir hadisten özetledim. Bunu Taberi de, Mukatil'e kadar senedi ile kayd ettikten sonra, Mukatil tarafından Peygambere nisbet ederek naklettiği bir hadis olarak rivayet etmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

" ... Güneşe karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız" yani güneşin doğuşu esnasında ona karşı kendilerini koruyabilecek bir engelleri bulunmayan "bir kavmin üzerine doğduğunu gördü."

 

Katade der ki: Bu kavim ile güneş arasında herhangi bir örtü yoktu. Çünkü onlar üzerinde bina yapılamayan bir yerde bulunuyorlardı. O bakımdan onlar bir takım tüneller içerisinde yaşıyorlardı. Güneş çekilip gitti mi maişetlerini kazandıkları yerlere ve tarlalarına geri dönerler. Yani içine girip, barınacakları ne dağdaki bir mağaraları, ne de güneşe karşı kendilerini koruyacak bir evleri vardı.

 

Ümeyye dedi ki: Ben, Semerkant'ta insanlarla konuşan bir takım kişiler gördüm. Onlardan birisi dedi ki: Çin'i aşıp geçinceye kadar yola koyulup gittim. Ona: Seninle onlar arasında bir gün, bir gecelik kadar bir mesafe vardır. Bunun üzerine ben de onları bana gösterecek bir adamı ücretle tuttum. Nihayet sabahleyin onların yurduna vardım. Onlardan herhangi bir kimsenin kulağını altına yatak gibi yaydığını, diğerini de yorgan gibi üzerine örttüğünü gördüm. Benim yol arkadaşım onların dilini biliyordu. Onlarla birlikte geceyi geçirdik. Ne diye geldiniz, diye sordular. Biz güneşin nasıl doğduğunu görmek için geldik, dedik. Bu sırada bir çıngırak sesi gibi bir ses işittik. Ben baygın düştüm, uyandığımda bana sürdükleri yağla vücudumu ovalıyorlardı. Güneş su üzerinde doğunca suyun üzerinde adeta zeytinyağını andırıyordu. Semanın bir tarafı da bir çadır şeklinde idi. Güneş yükselince beni tünellerine soktular. Gün yükselip güneş tepelerinden yana doğru kayınca balık avlamak üzere çıktılar. Avladıkları bu balıkları güneşe bırakıyor ve pişiyordu.

 

İbn Cüreyc der ki: Bir gün onlara bir ordu geldi. Oranın ahalisi onlara: Siz burada iken güneş doğmasın. Onlarsa güneş doğmadıkça buradan gitmeyeceğiz, dediler. Daha sonra: Bu kemikler nedir? diye sordular. Onlara: Allah'a and olsun ki bu kemikler üzerlerine güneşin doğduğu bir ordunun kemikleridir, hemen buracıkta ölüverdiler, dediler. (İbn Cüreyc) dedi ki: Bunun üzerine hemen gerisin geri kaçmaya koyuldular.

 

el-Hasen der ki: Onların yaşadıkları yerde ne dağ ne de ağaç vardı. Orada bina yapılamıyordu. üzerlerine güneş doğdu mu suya girerlerdi. Güneş yükseldi mi sudan çıkarlar ve hayvanların otladığı gibi otlarlardı.

 

Derim ki: Bu sözler orada hiçbir şehir bulunmadığını göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Onların bir bölümünün suya girdiği, bir bölümünün de tünellere girdiği de söylenebilir. O takdirde el-Hasen ile Katade'nin sözleri arasında çelişki söz konusu olmaz.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Kehf 92-98

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR