KEHF 77 / 78 |
فَانطَلَقَا
حَتَّى
إِذَا
أَتَيَا
أَهْلَ قَرْيَةٍ
اسْتَطْعَمَا
أَهْلَهَا
فَأَبَوْا أَن
يُضَيِّفُوهُمَا
فَوَجَدَا
فِيهَا
جِدَاراً
يُرِيدُ
أَنْ
يَنقَضَّ
فَأَقَامَهُ قَالَ
لَوْ شِئْتَ
لَاتَّخَذْتَ
عَلَيْهِ أَجْراً
{77} قَالَ
هَذَا
فِرَاقُ
بَيْنِي وَبَيْنِكَ
سَأُنَبِّئُكَ
بِتَأْوِيلِ
مَا لَمْ
تَسْتَطِع
عَّلَيْهِ
صَبْراً {78} |
77. Yine
gittiler. Nihayet bir kasaba ahalisinin yanına vardılar. Ora halkından yiyecek
istediler. Fakat kendilerini misafır etmeyi kabul etmediler. Orada yıkılmaya
yüz tutmuş bir duvar buldular. O bu duvarı doğrultuverdi. Dedi ki:
"Dileseydin, elbet buna karşılık bir ücret alırdım."
78. O da
dedi ki: "İşte bu benimle, senin ayrılışımızdır. Dayanamadığın şeylerin iç
yüzünü sana haber vereyim ... "
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız:
1- Misafir Kabul Etmeyen Kasaba Halkı:
2- Misafir Etmeyen Kasabanın Kimliği:
3- Benzer Hallerde Farklı Tutumlar:
4- Aç Kimsenin Yiyecek istemesi:
5- "Cidar: Duvar'' Kelimesi:
6- Kur'an-ı Kerim'de Mecaz:
7- Hızır'ın Yıkılmaya Yüz Tutmuş Duvarı
Düzeltmesi:
8- Yıkılmaya Yüz Tutmuş Yerlerden
Geçmek:
9- Evliyanın Kerametleri:
10- Veli, Veli Olduğunu Bilebilir mi?
11- Velilik Mal-Mülk Sahibi Olmaya
Engel midir?
12- icare Akdinin Hükmü:
13- Yapılan işlerin Akıbeti:
1- Misafir Kabul
Etmeyen Kasaba Halkı:
"Nihayet bir kasaba
ahalisinin yanına vardılar." Müslim'in, Sahih'inde Ubeyy b. Ka'b'dan,
Peygamber (s.a.v.)dan (şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Adi ve bayağı kimselere
uğradılar. Bunlar meclisleri dolaştılar da "ora halkından yiyecek
istediler. Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler. Orada yıkılmaya
yüz tutmuş" -meyletmiş, yan yatmış demek istiyor- "bir duvar buldular
da" Hızır eliyle "bu duvarı doğrultuverdi. " Musa ona dedi ki:
Biz bunların yanına bizi misafir etmeleri için geldik, onlar bize yiyecek dahi vermediler.
"Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın. O da dedi ki: İşte bu
benimle senin ayrılışımızdır. Dayanamadığın şeylerin iç yüzünü sana haber
vereyim." Resülullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Allah, Musa'ya rahmet
buyursun. İsterdim ki sabretmiş olsun; ta ki Allah bize onların haberlerini
anlatsın.''
2- Misafir Etmeyen
Kasabanın Kimliği:
İlim adamları bu
kasabanın hangisi olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Katade'nin
dediğine göre bu Ubulle'dir. Muhammed b. Sirin de böyle demiştir. Bu en cimri
ve semadan (ilahi rahmetten) en uzak bir kasabadır. Buranın Antakya olduğu
söylendiği gibi, Endülüs'te bir adadaki bir kasaba olduğu da söylenmiştir. Bu
da Ebu Hureyre ve başkalarından rivayet edilmiştir. Bunun el-Ceziretu'l-Hadra
(yeşil ada) olduğu söylenir.
Bir kesim de burasının
Azerbaycan taraflarında Bacervan diye bilinen bir yerdir. Süheyli de buranın
Berka olduğunu nakletmektedir. es-Salebi der ki: Bu, Nasıra diye bilinen ve
hristiyanların da kendilerine nisbet edildiği, Bizans şehirlerinden bir
şehirdir.
Bütün bu görüş
ayrılıkları Musa (a.s.) ın kıssasının yeryüzünün hangi tarafında cereyan ettiği
ile ilgili görüş ayrılıklarına binaendir. Bunun hangisinin gerçek olduğunu en
iyi bilen Allah'tır.
3- Benzer Hallerde
Farklı Tutumlar:
Musa (a.s.), Şuayb'ın
kızlarının koyunlarını suladığı vakitteki yemeğe olan ihtiyacı Hızır ile
birlikte kasabaya geldikleri vakittekinden daha fazlaydı. O, Şuayb'ın
kızlarından yiyecek istemeksizin ilk iş olarak koyunlarını suladı. Kasabada ise
Hızır'la birlikte yiyecek istediler. Bu hususta ilim adamlarının değişik,
etraflı açıklamaları vardır. Bunlardan birisi şudur: Musa, Medyen'deki olayda
tek başına idi. Hızır kıssasında ise başkasına tabi idi.
Derim ki: Bu kıssanın
baş taraflarında beraberindeki delikanlıya söylediği: "Kuşluk
yemeğimizigetir. Bu yolculuğumuzdan gerçekten yorgun düştük. "(Kehf 62)
sözleri de bu manayı ihtiva etmektedir. Arkadaşı Yüşa ile birlikte oluşuna
uygun bir şekilde açlığını hissetmiş oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Şöyle de açıklanmıştır:
Musa'nın bu yolculuğu bir te'dib yolculuğu olduğundan dolayı, zorlukları
karşılamak işi ona bırakıldı. Ancak öbür yolculuğu bir hicret yolculuğu idi. O
bakımdan ilahi yardım ve gıdasını kolaylıkla sağlamak gibi lütuflara mazhar
oldu.
4- Aç Kimsenin Yiyecek
istemesi:
Bu ayet-i kerıme'de
yiyecek istenebileceğine ve acıkan kimsenin -cahil mutasavvıfların aksine-
açlığını giderecek miktardaki şeyleri istemesinin vacip olduğuna delil vardır.
Çünkü "istit'am" yemek yedirmeyi istemek demektir. Burada kasıt
kendilerinin misafir edilmesini istemektir. Buna delil Yüce Allah'ın:
"Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler" buyruğudur. İşte
bundan dolayı o kasaba halkı yerilmeyi hak ettiler. Peygamberimiz'in (salat ve
selam ona) kendilerini nitelendirdiği şekilde bayağılık ve cimrilik ile
nitelendirilmeye layık görüldüler.
Bu ayet-i kerıme ile
ilgili olarak Katade der ki: En kötü kasaba misafir kabul etmeyen, yolcunun
hakkını vermeyen kasabadır.
Bundan da anlaşıldığına
göre onları misafir edip ağırlamak, kasaba halkı için vacip idi. Hızır ve Musa
(ikisine de selam olsun) kendileri için bir hak olan misafirliği istediler.
Peygamberlere, faziletli kimselere ve evliyaya daha yakışan da budur. Ziyafete
dair gerekli açıklamalar -yüce Allah'a hamd olsun ki- daha önce Hud Süresi'nde
(69-71. ayetlerin tefsiri 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Allah, Hariri'ye
merhamet buyursun. Çünkü o bu ayet-i kerıme'yi hafife almış, edep sınırlarının
dışına çıkmış, doğru olmayan ifadeler kullanmış ve ayağı kaymıştır. O bu ayet-i
kerıme'yi dilenciliğe ve dilenirken de ısrar etmeye delil göstermiş, bunu
yapanın da ayıplanmayacağını ve bunun bir eksiklik olmadığını belirtmiş ve
şöyle demiştir:
"Eğer redd
olunursan, reddolunmakta bir eksiklik yoktur, Senin için; çünkü senden önce Musa
da redd olundu, Hızır da."
Derim ki: Bu din ile
oynamaktır. Peygamberlere gereken saygıyı göstermekten sıyrılmaktır. Bu edebi
bir tekerleme ve bayağı bir yanılmadır. Allah, Selef-i Salih'e rahmet eylesin.
Onlar üstün akıl sahibi herkese vasiyette bulunmakta oldukça üstün gayret
göstermiş ve şöyle demişlerdir: Her ne ile oynarsan oyna, ama sakın dininle
oynama.
5- "Cidar:
Duvar'' Kelimesi:
Yüce Allah'ın: "Bir
duvar" buyruğu ile (...) söyleyişi aynı anlamdadır. Peygamber (s.a.v.) de:
"Ta ki su bahçenin etrafında yükselttiğin yerlere (duvar diplerine)
ulaşıncaya kadar sulamaya devam et'' diye buyurmuştur.
"Etrafında bir
duvar yapılmış yer" demektir. Asıl anlamı yüksekliktir. "Ağaç yerden
yükseldi" demektir. "el-Cuderi: Çiçek hastalığı" da buradan gelmektedir.
6- Kur'an-ı Kerim'de
Mecaz:
Yüce Allah'ın:
"Yıkılmak isteyen (mealde yıkılmaya yüz tutmuş)" yıkılmaya yakın
demektir. Bu bir mecaz ve kelimenin anlamını genişletmedir. Hadiste, Peygamber
(s.a.v.): "meyletmiş, yan yatmış" diye açıklamıştır. İşte bu Kur'an-ı
Kerim'de mecazın varlığına bir delil teşkil etmektedir. Cumhur'un görüşü de
budur. Konuşan ve canlı tarafından yerine getirilmesi uygun olan bütün fiiller
eğer bir cansıza yahut bir hayvana nisbet edilecek olursa bu bir istiaredir.
Yani bunların yerine bir insan olsaydı, bu fiili yerine getirecekti. Böyle bir
anlatım uslübu, Arapların konuşmalarında, şiirlerinde pek çoktur. Bunlardan
birisi el-A'şa'nın şu beyitidir: "Vazgeçer misiniz? Zalimlik edeni
vazgeçiremez hiçbir şey, Yağı da, fitilleri de karnın içine geçiren bir mızrak
yarası gibi."
Burada görüldüğü gibi
vazgeçirmeyi mızrak yarasına izafe etmiş bulunmaktadır.
Bir diğer şairin şu
beyiti de bu kabildendir: "Mızrak, Ebu Bera'nın göğsüne saplanmak ister,
Ama Akiloğullarının kanından yüz çevirir."
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "Şüphesiz develer(in)le beni bir araya getiren bir zaman,
Elbetteki iyiliği dokunacak bir zamandır."
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "Kurak ve uzak bir yerde onların kafaları koparıldı, Tıpkı
çapaların yeri yarması gibi -kılıçların keskin taraflarına doğru gelmek
istediklerinde-"
Burada şair kılıçların
tepelerine inişini, çapaların yere saplanmasına benzetmektedir. Çapalar yere
saplanır ve adeta çıkmamacasına derine iner.
Hassan b. Sabit de der
ki: "Eğer adiliğin nesebi olsaydı o hiç şüphesiz çirkin yüzlü, SakiDilere
mensub, bir gözü kör köle olurdu."
Antere de der ki:
"Göğsüne saplanan mızrak yaralarından (atım) yana meyletti, Ve bana
gözyaşları ile göğsündeki hırıltılarla şikayet etti."
Sonra da bu manayı şu
sözleriyle açıkladığını görüyoruz: "Eğer karşılıklı konuşmanın ne olduğunu
bilmiş olsaydı, şüphesiz şikayet ederdi."
Bu kabilden sözler
gerçekten çoktur. İnsanların konuşma esnasında benim evim filanın evine bakar
demeleri, hadis-i şerifte geçen "ateş Rabbine şikayette bulundu'' ifadesi
de bu kabildendir.
Bazıları da Kur'an'da
mecaz olduğunu kabul etmezler. Ebu İshak el-İsferayını, Ebu Bekr Muhammed b.
Davud el-Asbahanı ve başkaları bunlardandır. Çünkü Yüce Allah'ın ve Resulünün
sözlerini, fazilet ve din sahibi kimseler için hakikate hamledip, yorumlamak
daha uygundur. Çünkü Yüce Allah Kitabında haber verdiği üzere bize hakkı
anlatır. Bu konuda getirdikleri delillerden birisi de şudur: Eğer Yüce Allah
bize mecazi ifadelerle hitap etse idi; aynı şekilde, Kur'an-ı Kerim'in mecazi
ifadeler taşıyan bir kitap olmakla da nitelendirmesi gerekirdi. Hakikati
bırakıp mecaza yönelmek, ifade etmekten acizliği gerektirir. Bu ise Yüce Allah
hakkında imkansız bir şeydir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "'O gün
onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları herşeyi söyleyerek aleyhlerine
şehadet edeceklerdir. "(en-Nur, 24); "O gün de Biz cehenneme doldun
mu? diye soracağız. O da: Daha var mı? diyecek. "(Kaf, 30); "O ateş
onları uzaktan görünce onun büyük bir öfke ile çıkaracağı şiddetli uğultusunu
işiteceklerdir. "(el-Furkan, 12); "O (ateş) yüz çeviren ve arkasına
dönen kimseyi çağırır. "(el-Mearic, 17); "Ateş (cehennem) Rabbine
şikayette bulundu"; "Ateş ile cennet birbirleriyle tartıştılar."
Bu ve benzeri ifadeler hakikattir. Bunları yaratıp herşeyi konuşturan bunları
da konuşturacaktır.
Müslim'in, Sahih'inde
Enes (ra) yoluyla gelen hadise göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Ağzına mühür vurulur, baldırına: Konuş denilir. Baldırı, eti, kemikleri konuşmaya
başlar ve yaptıklarını söylerler. Bu şekilde kendi nefsinden şahitler
getirilerek ileri sürebilecek bir mazeretinin bırakılmaması içindir. Bu
(şekilde muamele görecek kişi) münafıktır. İşte, Allah'ın kendisine
gazaplanacağı kimse de budur.''
Bunlar ahirette
olacaktır. Dünyaya gelince, Tirmizi de Ebu Said el-Hudri'nin şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Nefsim elinde olana
yemin olsun ki; yırtıcı hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kamçısının ucu ve
ayakkabısının bağı kişi ile konuşarak, baldırı kendisinden sonra aile halkının
neler yaptıklarını ona haber vermedikçe kıyamet kopmayacaktır. " Ebu İsa
dedi ki: Bu hususta, Ebu Hureyre'den de gelmiş bir rivayet vardır ve bu hasen,
garib bir hadistir.
7- Hızır'ın Yıkılmaya Yüz
Tutmuş Duvarı Düzeltmesi:
Yüce Allah'ın: "O
bu duvarı doğrultuverdi" buyruğu ile ilgili olarak denildiğine göre duvarı
yıktıktan sonra onu tekrar bina etmeye koyuldu. Bunun üzerine Musa (a.s.):
"Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın" dedi. Çünkü bu,
ücrete hak kazandıran bir iştir.
Ebu Bekr el-Enbari'nin
İbn Abbas'tan naklettiğine göre; Ebu Bekr, Resulullah (s.a.v.)ı bu buyruğu:
"Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. (Hızır) onu yıktı, sonra
onu yeniden bina etmeye koyuldu" diye okumuştur. Ebu Bekr (el-Enbari) dedi
ki: Eğer hadisin senedi sahih ise; bu Resulullah (s.a.v.)ın Kur'an-ı Kerim'i
tefsiri kabilindendir. Bazı nakilciler de Kur'an-ı Kerim'in tefsiri olan
ifadeleri bir yere yerleştirmişler ve bu böylelikle -bir takım kasti dil
uzatanların söyledikleri gibi- Osman'ın Mushaf'ından, Kur'an'dan eksilmiş
bölümleri olarak nakledilmiştir.
Said b. Cübeyr der ki:
Eliyle duvarı sıvazladı ve onu doğrultunca o da doğruluverdi. Sahih olan görüş
ve peygamberlerin, hatta velilerin fiillerine daha çok benzeyen tavır bu
olmalıdır.
Kimi haberlerde şöyle
denilmektedir: Bu duvarın kalınlığı o dönemin arşını ile otuz arşın idi.
Yeryüzündeki uzunluğu beşyüz arşın, eni elli arşın idi. Hızır (a.s.) eliyle onu
düzeltti, o da düzeliverdi. Bunu da es-Sa'lebi ''el-Arais'' adlı eserinde
zikretmiştir.
Bunun üzerine Musa,
Hızır'a: "Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın" yani
yiyeceğin bir yemek alırdın, dedi.
İşte bu, evliyanın
kerametine bir delildir. Aynı şekilde bu hususta Hızır (a.s.)'ın halleriyle
ilgili olarak anlatılan bütün hususlar olağanüstü işlerdendir. Elbetteki
bunları keramet kabul edişimiz, onun bir peygamber değil bir veli olduğunu
kabul etmemiz halinde söz konusu olur.
Yüce Allah'ın: "Ben
bunları kendiliğimden yapmadım" (82, ayet) buyruğu onun nebi olduğuna ve
ona diğer peygamberlere vahyolunduğu gibi teklif ve ahkam vahyedildiğine delil
teşkil etmektedir. Şu kadar var ki o bir rasul değildi. Doğruyu en iyi bilen
Allah'tır.
8- Yıkılmaya Yüz
Tutmuş Yerlerden Geçmek:
İnsana düşen
yıkılmasından korkulan, yana doğru kaymış herhangi bir duvarın altında
oturmamaktır. Aksine böyle bir yerden geçecek olursa çabucak geçmelidir. Çünkü,
Peygamber (s.a.v.)ın hadisinde şöyle buyurulmuştur: "Sizden herhangi bir
kimse yıkılmaya yüz tutmuş bir tırbalın yanından geçecek olursa oradan hızlı
yürüyüp geçsin.''
Ebu Ubeyd el-Kasım b.
Sellam der ki: Ebu Ubeyde şöyle derdi: Tırbal manastıra ve yüksekçe binaya
benzeyen, Acemlerin gözetleme yerlerini andıran benzer bir yerdir (kule) Cerir
der ki: "Zayıflıktan damarları görünen, onu kapıp istediği yere götürdü,
Sanki o bir tırbal üzerinde oturdu."
(es-Sıhah"da şöyle
denilmektedir: Tırbal, duvarın yüksekçe bölümü, dağın uçurum kenarlarındaki büyükçe
kaya demektir. Şam bölgesinin tarabili
(tırb'alin çoğulu) oranın manastırları demektir. Küçük abdest bozarken
belini yukarı doğru yükseltmesini anlatmak üzere de; (...) denilir.
9- Evliyanın
Kerametleri:
Sabit haberlerin ve
mütevatir ayetlerin delaleti üzere evliyanın kerametleri sabittir. Kerametleri
ya inkarcı bir bidatçı yahut haktan sapmış bir fasıktan başkası inkar etmez.
Yüce Allah'ın -bundan önce geçtiği üzere- Meryem ile ilgili olarak haber vermiş
olduğu yaz ayındaki kış meyveleri, kış ayında yaz meyvelerinin yanında
bulunması, kendisinin emir vermesi üzere kurumuş olan hurma ağacının meyve
verivermesi gibi -ki Meryem konu ile ilgili görüş ayrılıkları bulunmakla
birlikte peygamber değildir.- Yine Hızır (a.s) vasıtası ile meydana gelen geminin
delinmesi, çocuğun öldürülmesi, duvarın onarılıp düzeltilmesi de kerametlere
delildir.
Kimi ilim adamı der ki:
Hızır hakkında peygamberdir demek caiz değildir. Çünkü ahad haberlere dayanarak
birisinin peygamber olduğunu söylemek caiz değildir. Bilhassa te'vil edilme
ihtimali olmayacak şekilde tevatür ile, ümmetin icma'ı ile, Peygamber
(s.a.v.)ın: "Benden sonra peygamber yoktur" hadisi rivayet edilmiş
bulunmaktadır. Yüce Allah da: "Ve peygamberlerin
sonuncusudur"(el-Ahzab, 40) diye buyurmaktadır. Hızır ve İlyas ise bu
keramet ile birlikte hayattadırlar. O bakımdan ikisinin de peygamber olmamaları
gerekir. Çünkü peygamber olsalardı, bizim peygamberimizden sonra bir peygamber
olması gerekirdi. Ancak İsa (a.s.)'ın ondan sonra ineceğine dair hadislerde delilin
ortada olması dolayısıyla o, bundan müstesnadır.
Derim ki: Hızır da
-önceden geçtiği üzere- bir nebi idi. Bizim peygamberimizden sonra elbette bir
nebi gelmeyecektir. Bu da ondan sonra hiçbir kimse nübüvvet iddiasında (doğru
olarak) bulunmayacaktır, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
10- Veli, Veli
Olduğunu Bilebilir mi?
Veli olan bir kimsenin
kendisinin veli olup olmadığını bilmesinin mümkün olup olmadığı hususunda görüş
ayrılığı vardır. Bir görüşe göre kendisinin veli olduğunu bilemez. Onun
vasıtasıyla meydana gelecek olağanüstü olayları, korku ve dininde fitneye düşüp
ayağının kayma ihtimali bulunan bir husus olarak değerlendirmesi gerekir. Çünkü
bunun ayağını kaydıracak bir husus yahut onun için bir istidrac olup
olmadığından emin olamaz.
es-Serri (es-Sakati)den
şöyle dediği nakledilmektedir: Bir kimse bir bahçeye girse, her bir ağacın
tepesinden bir kuş gayet anlaşılır bir lisanla onunla konuşarak: Ey Allah'ın
velisi selam olsun sana, dese bu işin ayağının kaydırılacağı bir husus olduğundan
korkmayacak olursa, hiç şüphesiz bu husus sebebiyle onun ayağı kaymış olur.
Çünkü kendisinin bir veli olduğunu bilecek olsaydı, korkmasına gerek kalmaz ve
kendisini emniyette hissederdi. Halbuki velinin şartlarından birisi ise (ölüm
halinde) meleklerin onun üzerine ineceği vakte kadar havf (korku) halini
sürdürmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: (: .. Melekler
üzerlerine: Korkmayın) üzülmeyin ve size vaad olunan cennetle sevinin) diye
inerler. "(Fussilet, 30)
Diğer taraftan veli
dünyadan saadet ile ayrılacağı takdir edilmiş olan kimsedir. Akıbetler ise
örtülüdür. Hiçbir kimse ecelinin bu şekilde bitip bitmeyeceğini bilemez. İşte
bundan dolayı Peygamber (s.a.v.): "Ameller ancak hatimelerle (dünyadan son
ayrılış haliyle)dir" diye buyurmuştur.
İkinci görüşe göre
velinin kendisinin veli olduğunu bilmesi mümkündür.
Nitekim, Peygamber
(s.a.v.)ın veli olduğunu bilmesi mümkündür. O halde başkasının kendisinin
Allah'ın velisi olduğunu bilmesinin mümkün olacağında görüş ayrılığı da yoktur.
Bundan dolayı velinin kendisinin veli olduğunu bilmesi mümkün kabul
edilmelidir.
Peygamber (s.a.v.)
ashabı arasından Aşere-i Mübeşşere'nin durumlarını haber vererek
cennetliklerden olduklarını bildirmiştir. Ancak bu onların havf (korku)larını
ortadan kaldırmamıştır. Aksine Yüce Allah'ı daha bir ta'zim ediyorlar, daha çok
korkuyorlar ve heybet duyuyorlardı. Aşere-i Mübeşşere için bu mümkün olduğuna,
bunu bilmeleri de kendilerini havfın sınırlarının dışına çıkarmadığına göre
başkaları da böyledir.
Şibli şöyle derdi: Ben
bu cihetin emanıyım. O vefat edip de defnedildikten sonra aynı gün Deylemliler,
Dicle'yi aştılar, karşı tarafa geçtiler, Bağdat'ı istila ettiler. İnsanlar:
Birisi Şibli'nin ölümü, diğeri ise Deylemlilerin Dicle'nin karşı kıyısına
geçmeleri karşı karşıya kaldığımız iki musibettir, derlerdi.
Bunun bir istidrac olma
ihtimali vardır, denilemez. Çünkü böyle bir şey caiz olsa peygamberin
kendisinin nebi olduğunu ve Allah'ın velisi olduğunu da bilmemesi mümkün kabul
edilmelidir. Çünkü bu bir istidrac olabilir. Böyle bir şey -mucizeleri iptal
anlamına geleceğinden- caiz olmadığına göre bu da caiz (mümkün) değildir. Çünkü
bunu kabul etmek kerametleri de iptal etmek olur. Bel'am vasıtası ile
kerametlerin ortaya çıkıp bundan sonra da -yüce Allah'ın: "O da onlardan
sıyrılıp, çıktı'' (el-A'raf, 175) buyruğu dolayısıyla dinden sıyrılmasına dair-
gelen rivayetlere gelince; bir defa bu ayet-i kerimede onun veli olduğu sonra
da veliliğin ondan sıyrılıp alındığına dair bir ifade yoktur. Onun keramete
benzer şeyler gösterdiğine dair yapılan nakillere gelince, bunlar ahad
haberlerdir. Kesin bilgi sahibi olmayı gerektiren ifadeler değildir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
Keramet ile mucize
arasındaki farka gelince, kerametin şartlarından birisi gizli tutulmasıdır.
Mucizenin şartlarından birisi ise açığa çıkarılmasıdır.
Bir görüşe göre keramet
ortada bir iddia olmaksızın görülen haldir. Mucize ise peygamberlerin
peygamberlik davası ile birlikte çıkan bir haldir. Onlardan peygamberliklerine
dair delil istenir ve bunun akabinde mucize ortaya çıkar. Bu kitabımızın
mukaddimesinde mucizenin şartlarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Hiçbir ortağı bulunmayan bir ve tek olan Yüce Allah'a hamdu senalar olsun.
Kerametlerin sabit
olduğuna delil teşkil edecek mahiyette varid olmuş hadislere gelince: Bunlardan
birisi Buhari'nin kaydettiği, Ebu Hureyre'den gelen bir rivayettir. Ebu Hureyre
dedi ki: Rasülullah (s.a.v.) on kişilik bir seriyye'yi (düşmanı) gözetlemek
üzere gönderdi. Onların başlarınada Ömer b. elHattab (r.a.)'ın oğlu, Asım'ın
dedesi olan Asım b. Sabit el-Ensari'yi emir tayin etti. Usfan ile Mekke
arasında bir yer olan el-Hed'e'ye kadar yol aldılar.
Orada bulundukları bir
sırada Lihyanoğulları diye anılan Huzeyllilerden bir takım kimselere
kendilerinden söz edildi. Lihyanoğulları hepsi de iyi ok atıcısı olan ikiyüz
kişi dolaylarında bir suvari birliği ile üzerlerine gittiler, izlerini takip
ettiler. Sonunda (seriyyedekilerin) Medine'den azık olarak beraberlerinde
aldıkları, yedikleri hurma artıklarını buldukları bir yere kadar gittiler.
Bunun üzerine: Bu Yesrib hurmasıdır, diyerek izlerini takip etmeye devam
ettiler. Asım ve beraberindekiler onları görünce Fedfed diye bilinen yüksekçe
bir tepeye sığındılar. Gelen suvariler etraflarını kuşattı ve onlara:
İnin, bize teslim olun.
Sizden hiçbir kimseyi öldürmeyeceğimize dair söz ve teminat veriyoruz, yemin
ediyoruz, dediler. Seriyyenin kumandanı Asım b. Sabit dedi ki: Allah'a yemin
ederim ki ben bugün bir kafirin himayesine sığınarak buradan inmeyeceğim.
Allah'ım sen bizim durumumuzu peygamberine haber ver. Lihyanoğullarından olan
okçular, ok atmaya başladılar ve yedi ok ile Asım'ı öldürdüler. Onlardan üç
kişi söz ve ahidlerine güvenerek indiler. Bu üç kişi ensardan olan Hubeyb,
İbnu'd-Desinne ve bir başka kişi idi. Onları ellerine geçirdikten sonra
yaylarının kirişlerini çözüp, onları bağladılar. üçüncü kişi: İşte bu, verilen
sözü bozan ilk harekettir. Allah'a yemin ederim, ben sizinle birlikte olmam.
-Şehid edilenleri kastederek- Bunlar bana örnektir, dedi. Beraberlerinde
götürmek üzere, onu çekip sürüklemek istedilerse de kabul etmedi ve sonunda onu
da öldürdüler.
Hubeyb ve
İbnu'd-Desinne'yi beraberlerinde götürdüler ve Bedir vakasından sonra bunları
Mekke'de sattılar. Hubeyb'i, Haris b. Amir b. Nevfel b. Abdimenafoğulları satın
aldı. Bedir günü Haris b. Amir'i öldüren, Hubeyb idi. Hubeyb yanlarında esir
kaldı.
Ubeydullah b. İyad'ın
dediğine göre, Haris'in kızı kendisine şunu anlatmış: Onu (öldürmek üzere)
karar verdikleri için Haris'in kızından (etek) traşı olmak üzere bir ustura
istedi. O da bu usturayı ona verdi. Farkında olmadığım bir sırada, onun yanına
gitmiş bulunan oğlumu aldı. Kadın dedi ki: Ustura elinde bulunduğu halde oğlumu
baldırının üstünde oturtmuş olduğunu gördüm. Öyle bir dehşete kapıldım ki
korktuğumu Hubeyb de yüzümden anlamıştı. Onu öldüreceğimden mi korkuyorsun?
Asla böyle bir şey yapacak değilim, dedi. Haris'in kızı der ki: Allah'a yemin
ederim, Hubeyb'ten daha hayırlı hiçbir esir görmüş değilim. Allah'a yemin
ederim, bir gün elinde bir üzüm salkımı bulunduğunu ve ondan yemekte olduğunu
gördüm. Bu sırada kendisi zincirlere bağlı idi ve Mekke'de de meyva namına bir
şey yoktu. Haris'in kızı derdi ki: Hiç şüphesiz o Yüce Allah'ın Hubeyb'e
gönderdiği bir rızıktı.
Hubeyb'i öldürmek üzere
onu Harem'in dışına çıkarttıkları vakit, Hubeyb onlara: Bırakın iki rek'at
namaz kılayım, dedi. İki rek'at namaz kılmasına müsaade ettiler. Sonra dedi ki:
Eğer benim ölümden korktuğumu zannetmeyecek olsaydınız daha da kılardım.
Sonra şöyle dua etti:
"Allah'un onların hepsini tek tek tesbit etmişsindir. Onların herbirisini
layık olduğu şekliyle arka arkaya öldür. Onlardan geriye kimseyi bırakma."
Daha sonra da dedi ki:
"Müslüman olarak
öldürüldükten sonra aldırış etmem, Allah yolunda hangi yanıma düşüp öldüğüme.
Bu ölüm Allah için olmuşsa eğer, dilerse O; Azaları parça parça edilmiş bir
vücudun eklemlerini mübarek kılar."
Harisoğulları -sonra-
onu öldürdüler.
Bu şekilde idam edilen
herbir müslüman için iki rek'at namaz kılma sünnetini ilk başlatan Hubeyb oldu.
Yüce Allah öldürüldüğü
günü Asım'ın duasını kabul buyurdu. Peygamber (s.a.v.) ve ashabına onların
durumları ve karşı karşıya kaldıkları haller haber verildi.
Asım'ın öldürüldüğü
kendilerine haber verilen Kureyş kafirlerinden bazıları ona ait olduğunu
bilecekleri vücudundan bir parça getirsinler diye bir takım şahıslar
gönderdiler. Çünkü Asım, Bedir günü onların ileri gelenlerinden birisini
öldürmüştü. Yüce Allah Asım'ın üzerine adeta bir gölge, bir bulut gibi eşek
arısı sürüsü gönderdi ve arılar Kureyş'in gönderdikleri adamlara karşı Asım'ı
korudular, onun etinden bir parça kesme imkanını bulamadılar.
İbn İshak bu kıssa ile
ilgili olarak der ki: Asım b. Sabit öldürüldüğünde Hüzeylliler, Sa'd b.
Şuheyd'in kızı Sülafe'ye satmak maksadıyla onun başını almak istediler. Çünkü
Sülafe'nin, Uhud'da iki oğlu öldürülünce; eğer onun başını eline geçirecek
olursa kafatası ile şarap içeceğine dair adak adamıştı. Ancak gönderilen arılar
onun kafasını almalarına imkan vermemişti.
Bu arılar onlara engel
olunca kendi aralarında: Akşam oluncaya kadar ona ilişmeyin, dediler. Akşam
olunca arılar yanından uzaklaşacak, biz de kafasını alırız. Daha sonra Yüce
Allah vadi de bir sel baskını gönderdi, bu sel Asım'ı alıp gitti. Asım Yüce
Allah'a hiçbir müşrike el değdirmemek ve hayatta kaldığı sürece hiçbir müşrikin
kendisine elinin dokunmasına imkan vermemek üzere söz vermişti. Yüce Allah da
hayatında kabul etmediği bu işi vefatından sonra da engelledi.
Rasülullah (s.a.v.)ın
tek başına gözcü olarak gönderdiği Amr b. ümeyye edDamri'den şöyle dediği
nakledilmektedir: Hubeyb'in idam edildiği dar ağacının yanına vardım, üzerine
çıktım. Bununla birlikte çevredeki gözcülerden korkuyordum, hemen onu çözdüm,
yere düştü. Sonra aşağı indim, bir süre bekledim. Ona doğru baktım, adeta yer
onu yutmuştu.
Bir başka rivayette
şöyle denilmektedir: Şu ana kadar biz Hubeyb'in cesedinin ne olduğunu
bilmiyoruz. Bunu Beyhaki zikretmiştir.
11- Velilik Mal-Mülk
Sahibi Olmaya Engel midir?
Veli olan bir kimsenin
kendisi ile malını ve bakmakla yükümlü olduğu çoluk-çocuğunu koruyacağı şekilde
mal-mülk sahibi olması kabul edilmeyecek bir şey değildir. Hem veli, hem de
fazilet sahibi olmakla birlikte Ashab-ı Kiram'ın mallarının bulunmuş olması
bize yeterlidir. Onlar başkalarına karşı delildir. Müslim'in, Sahih'indeki
rivayete göre Ebu Hureyre, Peygamber (s.a.v.)dan şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Bir adam geniş düzlük bir arazide bulunuyorken, bir bulut
içerisinde: Filanın bahçesini sula! diye bir ses işitti. Bunun üzerine bu bulut
o tarafa doğru çekildi ve sularını kara taşlık bir yere boşalttı. Oradaki su
yataklarından birisi bu suyun tamamını içine aldı. Adam bu suyu takip etti.
Elindeki çapası ile suyu bir tarafa doğru yönlendiren, bahçesinde dikilmiş bir
adam gördü. Ey Allah'ın kulu, dedi, senin adın ne? Adam, bu soruyu soranın
bulutta işitmiş olduğu sesin zikrettiği ismi vererek filandır, dedi. Sonra da
soruyu sorana: Ey Allah'ın kulu, benim adımı ne diye sordun? deyince, şu cevabı
verdi: Ben şu suyu akıtan bulut içerisinde senin adını zikrederek filanın
bahçesini sula, diyen bir ses işittim. Sen bu bahçeyi (mahsulünü) ne
yapıyorsun? Adam dedi ki: Madem böyle diyorsun, sana söyleyeyim. Ben bu bahçeden
aldığım mahsule bakarım, üçte birini sadaka olarak veririm. üçte birini ben ve
geçindirmekle yükümlü olduğum çoluk-çocuğumla yeriz. Geri kalan üçte birini
tekrar bu bahçeye (tohum olarak) geri iade ederim." Bir rivayette de şöyle
denilmektedir: "üçte birini yoksullara, dilencilere ve yolculara
ayırırım."
Derim ki: Peygamber
(s.a.v.)nın şu hadisi buna aykırı değildir: "Sizler gelir getirecek
mal-mülk, ticaret edinmeyiniz. O takdirde dünyaya meyledersiniz." Bu
hadisi Tirmizi, İbn Mes'ud'dan gelen rivayet yoluyla kaydetmiş olup hakkında:
Hasen bir hadistir, demiştir. Bu hadis, daha çok mal ile başkalarına karşı
öğünmek, daha çok nimetlere gömülmek ve dünyanın süs ve güzellikleriyle daha
çok yararlanmak isteyen kimseler hakkında yorumlanır. Çeşitli gelir
kaynaklarını, dinini ve geçindirmekle yükümlü olduğu kimseleri korumak, geçim
sağlamak maksadıyla edinen kimselere gelince; bu niyetle geçim kaynaklarına
sahip olmak, en faziletli amellerdendir. Bu gibi mallar da en faziletli
mallardandır. Peygamber (s.a.v.)da şöyle buyurmuştur: "Salih olan mal,
salih olan kişiye ne güzel de yakışır."
İnsanlar, evliyanın
kerametleri ile ilgili çokça söz söylemişlerdir. Bizim burada açıkladıklarımız
yeterlidir. Doğru yolu izleme başarısını veren Allah'tır.
12- icare Akdinin
Hükmü:
Yüce Allah'ın:
"Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın" buyruğunda icare
akdinin caiz olduğuna ve sahih oluşuna delil vardır. İcare ileride Yüce
Allah'ın izniyle el-Kasas Süresi'nde (23-28. ayetler, 12. başlık ve devamında)
da geleceği üzere peygamberlerin ve velilerin sünnetidir.
Cumhur; (...): Elbette
... ücret alırdın" diye okurken Ebu Amr: (...) diye okumuştur. Bu da İbn
Mes'ud, el-Hasen ve Katade'nin okuyuşudur. Her iki okuyuş aynı kökten gelen,
aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. Bu da; "Tabi oldu, takva sahibi
oldu" demeye benzer.
Bazı kıraat alimleri
"zel" harfini "te"ye idğam ederken, bazıları da idğam
etmemişlerdir .
Ubey b. Ka'b'ın
naklettiği hadiste; "Dileseydin, sana ücret vermelerini
isteyebilirdin" denilmektedir.
Bu ifade Musa (a.s.)
tarafından itiraz olsun diye değil, teklif suretinde bir soru şeklinde
söylenmiştir. Bunun üzerine Hızır, ona: "Dedi ki: İşte bu" senin
kendin için koşmuş olduğun şart gereğince "ayrılışımızdır." Onun
"benimle senin" ifadelerini tekrarlayarak "ikimizin"
demeyişi te'kid manasını ihtiva etsin diyedir. Sibeveyh der ki: Nitekim, Allah
benden ve senden kim yalancıysa onu rezil etsin, sözünün bizden kim yalancıysa
... anlamında kullanılması da böyledir.
İbn Abbas der ki: Gemide
ve çocuk hakkında Musa'nın söyledikleri Allah içindi. Duvar ile ilgili olarak
söylediği sözler ise bir kısım dünyalığa talip olmak maksadıyla kendisi içindi.
İşte ayrılış ın sebebi bu olmuştur.
Vehb b. Münebbih der ki:
Bu duvarın yüksekliği altıyüz arşın idi.
13- Yapılan işlerin
Akıbeti:
"Dayanamadığın
şeylerin iç yüzünü sana haber vereyim" buyruğunda geçen "te'vil: işin
iç yüzünü bildirmek" bir şeyin sonu, akıbeti demektir. Yani ona: Ben sana
yaptıklarımı, ne diye yaptığımı haber vereyim, dedi.
Musa ile Hızır (ikisine
de selam olsun)ın başından geçen olaylar ile ilgili bu ayetlerin tefsiri
hakkında denildi ki: Bunlar bir taraftan Musa (a.s)'a karşı bir delildi, bir
taraftan da onun bu tutumunun hayret edilecek olduğunu ifade eder. Şöyle ki:
Geminin delinmesine tepki gösterince ona şöyle seslenildi: Ey Musa, sen o
sandukada denize atılmış iken ne haldeydin, şimdi bu tedbirin ne oluyor?
çocuğun öldürülmesini tepkiyle karşılayınca ona şöyle denildi: Sen Kıpti'ye bir
yumruk vurup onu öldürürken nerdeydin? Senin bu tepkin ne oluyor? Duvarın
doğrultuluvermesine karşı çıkınca da ona şöyle seslenildi: Senin Şuayb'ın
kızları yerine kuyunun üzerindeki taşı ücretsiz olarak kaldırman neydi? Buna
niye itiraz ediyorsun?
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN