ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

İSRA

90

/

93

وَقَالُواْ لَن نُّؤْمِنَ لَكَ حَتَّى تَفْجُرَ لَنَا مِنَ الأَرْضِ يَنبُوعاً {90} أَوْ تَكُونَ لَكَ جَنَّةٌ مِّن نَّخِيلٍ وَعِنَبٍ فَتُفَجِّرَ الأَنْهَارَ خِلالَهَا تَفْجِيراً {91} أَوْ تُسْقِطَ السَّمَاء كَمَا زَعَمْتَ عَلَيْنَا كِسَفاً أَوْ تَأْتِيَ بِاللّهِ وَالْمَلآئِكَةِ قَبِيلاً {92}

أَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِّن زُخْرُفٍ أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاء وَلَن نُّؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتَّى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَاباً نَّقْرَؤُهُ قُلْ سُبْحَانَ رَبِّي هَلْ كُنتُ إَلاَّ بَشَراً رَّسُولاً {93}

 

90. Dediler ki: "Bize, yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız.

91. "Yahut senin hurmalıklardan, asmalardan bir bahçen olsun da aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtasın.

92. "yahut, iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça parça düşüresin; Allah'ı ve melekleri karşımıza topluca getiresin.

93. "Yahut, altından bir evin olsun veya göğe çıkasın. Buna rağmen üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece de çıktığına asla iman etmeyiz." De ki: "FesubhAnallah! Ben, peygamber olarak gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?"

 

"Dediler ki: Bize, yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız" ayeti, Rabia'nın oğulları Utbe ve Şeybe ile Ebu Süfyan, en-Nadr b. el-Haris, Ebu Cehil, Abdullah b. Ebi ümeyye, ümeyye b. Halef, Ebu'lBahteri, el-Velid b. el-Muğire ve buna benzer Kureyşin ileri gelen kimseleri hakkında inmiştir.

 

Şöyle ki: Bunlar, Kur'an-ı Kerime karşı ona benzer bir örnek getirmekten yana acze düştüklerinde, mucize olarak onu kabul etmeye yanaşmayınca İbn İshak ve başkalarının naklettiklerine göre- güneşin batışından sonra Ka'be'nin arka tarafında bir araya geldiler. Sonra biri diğerine: Muhammed (s.a.v.)'a haber gönderin, onunla konuşun, onunla tartışın ki, bu konuda ona karşı (yapacağınız muamelede) mazur görülesiniz. Ona, kavminin ileri gelenleri seninle konuşmak üzere bir araya gelip toplandılar. Yanlarına gel, diye haber gönderdiler. Resulullah (s.a.v.) konuştuğu şeyler hakkında (olumlu) bir kanaate sahip oldular zannı ile yanlarına geldi.

 

Resulullah (s.a.v.), onların doğruyu bulmalarını çok arzu eder, onların zora ve sıkıntıya düşmeleri ona ağır gelirdi. Nihayet gelip yanlarına oturdu. Ona, ey Muhammed, dediler. Biz sana seninle konuşalım diye haber gönderdik. Allah'a yemin ederiz ki, senin kavmini karşı karşıya bıraktığın böyle bir durumla Araplar arasından herhangi bir kimsenin kendi kavmini karşı karşıya bıraktığını bilmiyoruz. Sen atalara sövdün, dini ayıpladın, ilahlara dil uzattın, akılları beyinsizlikle suçladın, topluluğumuzu dağıttın. Ne kadar çirkin bir şey varsa bizimle senin aranda onu ortaya çıkarmaktan geri kalmadın. Ona, bu ya da buna benzer sözler söylediler- Eğer sen bu sözü bize getirmekle bir mal sahibi olmak peşinde isen, senin için aramızdan mal toplarız, malı en çok olanımız sen olursun. Eğer sen bu yolla aramızda şeref sahibi olmayı arzu ediyorsan, biz seni kendimize baş yaparız. Eğer bu yolla başımıza kral olmak istiyorsan, seni başımıza kıral yaparız. Eğer sana bu gelen, zaman zaman sana görünen bir cin olup seni etkisi altına almış bulunuyor ise, bundan dolayı biz seni tedavi etmek için mallarımızı harcamaya hazırız. Ta ki, sen bu cinin etkisinden kurtulup senin iyileşmeni sağlayalım veya sana karşı yapabileceklerimizi tamamıyla yapmış olarak mazur görülelim.

 

Rasülullah (s.a.v.) onlara şöyle dedi: "Bende, söylediklerinizin hiç birisi yok.

Ben, size bu getirdiklerimle ne sizin mallarınıza sahip olmak istiyorum, ne aranızda şeref sahibi olmak, ne size kıral olmak istiyorum. Ancak, Allah beni sizlere bir peygamber olarak göndermiş, üzerime bir Kitap indirmiş, bana size, müjdeleyip, uyarıp korkutan bir kişi olmamı emretmiştir. O bakımdan ben de sizlere Rabbimin risaletlerini tebliğ ettim. Size, samimiyetle öğüt verdim. Eğer benim bu getirdiklerimi kabul ederseniz, işte bu sizin dünya ve ahiretteki büyük bir payınız olur. Eğer onu, bana karşı durarak reddedecek olursanız, Allah benimle sizin aranızda hüküm verinceye kadar Allah'ın emri üzere sabrederim." Hz. Peygamber de onlara bu şekilde veya buna benzer, sözlerle cevap verdi.

 

Onlar: Ey Muhammed dediler. Eğer bizim sana yaptığımız bu tekliflerden herhangi birisini kabul etmiyor isen, sen de biliyorsun ki, beldesi bizden daha dar, suyu bizden daha az, geçimi bizden daha zor hiç bir kimse yoktur. O halde bizim için, seni bu risalet ile gönderen Rabbinden dilekte bulun. Bu vadiyi bize oldukça daraltan bu dağları bizden yürütüp uzaklaştırsın. Topraklarımızı böylelikle düz ve geniş yapsın, bizlere Şam nehirleri gibi nehirler fışkırtsın. Atalarımızdan geçmiş olanları da diriltsin ve bu dirilteceği kimseler arasında da Kusay b. Kilab da bulunsun. Çünkü o, doğru sözlü, bilge bir insandı. Biz de ona senin söylediğin sözler hakkında sorular sorarız, hak mıdır yoksa batıl mıdır diye. Şayet bunlar seni tasdik eder ve senden istediklerimizi de yapacak olursan, biz de seni tasdik ederiz. Ve böylelikle de senin Allah nezdindeki mevkiini de bilir, itiraf ederiz, dediğin gibi seni bir Peygamber olarak gönderdiğini kabul ederiz.

 

Resülullah (s.a.v.) onlara dedi ki: "Ben, size bunlarla gönderilmedim. Ben size, Allah'dan benimle gönderdiği şeyleri getirdim. Benimle size tebliğ edilmek üzere gönderilen şeyleri de tebliğ etmiş bulunuyorum. Eğer onu kabul edecek olursanız, bu sizin dünya ve ahiretteki payınız olur. Eğer bana karşı durup onu reddedecek olursanız, Allah benimle sizin aranızda hüküm verinceye kadar Allah'ın emri üzere sabrederim."

 

Bu sefer şöyle dediler: Eğer sen bizim için bunları yapmayacak olursan, o halde kendin için şunları iste: Rabbinden, seninle birlikte senin söylediklerini tasdik edecek ve senin adına bize karşı cevap verip sözlerimizi reddedecek bir melek göndermesini iste. Yine Rabbinden, sana bağlar bahçeler, köşkler, altın ve gümüşten hazineler vermesini iste. Böylelikle bizim seni gördüğümüz şekilde, rızık peşinde koşmak ihtiyacın olmasın. Çünkü sen, bizim yaptığımız gibi çarşı pazarlarda duruyor ve geçimini aramaya çalışıyorsun. (Bunlar olsun) ki, biz de eğer senin iddia ettiğin gibi bir Resul isen, Rabbinin nezdindeki fazilet ve yüksek mevkiini bilir ve itiraf ederiz.

 

Resulullah (s.a.v.) onlara şöyle cevap verdi: "Ben, böyle bir şey yapmam.

Ben, bu şekilde Rabbimden isteklerde bulunacak bir kimse değilim. Ve ben size bunlar için gönderilmiş de değilim. Allah, beni müjdeleyici ve korkutucu olmak üzere göndermiştir. -Veya buna benzer sözler söyledi- Eğer benim size bu getirdiklerimi kabul edecek olursanız, bu sizin dünya ve ahiretteki payınız olur. Eğer onu reddedip kabul etmeyecek olursanız, ben de Allah benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar Allah'ın emri üzere sabrederim."

 

Bu sefer şöyle dediler: O halde iddia ettiğin üzere, dilediği takdirde Rabbinin yapacağı şeyolan göğü üzerimize parça parça düşür. Sen bunu yapmadıkça biz de sana asla iman etmeyeceğiz. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Aziz ve celil olan Allah, eğer bunu size yapmayı dileyecek olursa elbetteki yapar."

 

Şöyle dediler: Ey Muhammed! Senin Rabbin, bizim seninle birlikte oturacağımızı, sana neler soracağımızı ve senden isteyeceğimiz şeyleri bilmedi mi ki, senin bize ne şekilde karşılık vereceğini bundan önce niye öğretmedi ve eğer biz, senin bize bu getirdiklerini senden kabul etmeyecek olursak, bize ne yapacağını haber vermedi? Çünkü bize ulaştığına göre, sana bunları öğreten, kendisine "er-Rahman" denilen Yemameli bir adamdır. Andolsun ki Allah'a, biz de ebediyen er-Rahman'a iman etmeyeceğiz. Artık ey Muhammed, bu söylediklerimiz bizim mazeretimizdir. Allah'a andolsun ki, biz seni bize bu yaptıklarınla başbaşa bırakmayacağız. Ya biz seni helak ederiz, yahut sen bizi helak edersin.

Onlardan birisi kalkıp: Biz, Allah'ın kızları olan meleklere ibadet ediyoruz, dedi.

Bir diğeri kalkıp: Sen, Allah'ı ve melekleri topluca karşımıza getirmedikçe asla sana iman etmiyeceğiz, dedi.

 

Onlar, bu sözleri Resulullah (s.a.v.)'e söyledikten sonra o da yanlarından kalkıp gitti. Onunla birlikte Abdullah b. Ebi ümeyye b. el-Muğire b. Abdullah b. Ömer b. Mahzum -ki, Hz. Peygamber'in halası olan Abdulmuttalib kızı Atike'nin oğludur- ona: Ey Muhammed dedi. Kavmin sana bunları arz etti, sen de onların tekliflerini kabul etmedin. Daha sonra onlar, kendileri için birtakım isteklerde bulunarak, senin söylediğin şekilde Allah nezdindeki mevkiini bilmek istediler, böylelikle seni tasdik edecek ve sana uyacaklardı. Ama sen yine onların isteklerini yerine getirmedin. Arkasından senden, kendin için kendileri vasıtasıyla senin onlara üstün olduğunu, Allah nezdindeki mevkiini bilebilecekleri bir takım şeyleri istemeni istediler, yine sen bunu yapmadın. Daha sonra, onları korkutageldiğin azabın bir bölümünü olsun acilen başlarına getirmeni senden istediler, yine yapmadın -veya buna benzer sözler söyledi-o Allah'a andolsun ki sen, semaya doğru yükselen bir merdiven edinip de sonra benim gözümün önünde o merdivene tırmanıp semaya gitmedikçe, sonra da beraberinde senin dediğin gibi olduğuna tanıklık edecek dört meleğin geldiği bir belge de getirmedikçe sana iman etmeyeceğim. Allah'a yemin ederim, faraza bunu yapacak olsan dahi, yine de seni tasdik edeceğimi zannetmiyorum. Bu sözleri söyleyip Resulullah (s.a.v.)'in yanından gitti. Resulullah (s.a.v.) da kavminin haber gönderip çağırdıklarında umutlandığı şekilde iman etmediklerini ve onların kendisinden alabildiğine uzaklaştıklarını görmesi dolayısıyla üzüntülü ve kederli bir şekilde ailesinin yanına döndü. -Bütün bunlar İbn İshak'ın lafızlarıdır-.

 

el-Vahidı de İkrime'den, o da İbn Abbas'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Bunun üzerine Yüce Allah: "Dediler ki: Bize, yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız" buyruğunu indirdi.

 

"Bir pınar" buyruğu, Mücahid'den nakledildiğine göre su fışkırtan, suyun kaynadığı gözler demektir. Kelime, "yef'ul" vezninde olup, "Kaynadı, fışkırdı, kaynar, fışkırır"dan gelmektedir. Asım, Hamza ve el-Kisai, (...): ... Bize fışkırtmadıkça" şeklinde şeddesiz olarak okumuşlardır. Ebu Hatim de bunu tercih etmiştir. Çünkü "pınar" anlamındaki kelime tekildir. Ancak, -bir sonraki ayet-i kerimede- "ırmaklar akıtasın" anlamındaki; (...) ın, şeddeli olduğunda ihtilaf etmemişlerdir. Ebu Ubeyd ise, bir önceki ayet-i kerimedeki kelime de böyle (şeddeli) dir demiştir. Ebu Hatim ise, hayır, onun gibi değildir. Çünkü birinci ayette geçen bu kelimeden sonra gelen "pınar" anlamındaki kelimedir ve bu da tekildir. İkincisinde geçen kelime ise "ırmaklar" anlamındaki kelime olup bu da çoğuldur. Şeddeli okuyuş ise teksire (çokluğa) delildir, demektedir. Ona da şöyle cevap verilmiştir: "Pınar" anlamındaki kelime tekil ise de maksat, -Mücahid'in de dediği gibi- çoğuldur. "Pınar" demektir, çoğulu da; (...) şeklinde gelir.

 

Katade; "Yahut... bir bahçen olsun" şeklinde ("te" yerine "ye" ile) okumuştur.

"Aralarından" ortasından demektir.

 

"Yahut. .. gökyüzünü ... düşmesin" şeklinde genelin okuyuşudur. Mücahid ise, "Yahut gökyüzü ... düşsün" şeklinde fiili semaya isnad ile okumuştur.

 

"Parça parça" kelimesi, İbn Abbas ve başkalarından rivayete göre "Parçalar" demek olup (...) in çoğuludur. Nafi', İbn Amir ve Asım,'ın kıraati de böyledir. Diğerleri ise "sin" harfini sakin olarak; (...) diye okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: "Sin" harfini sakin olarak okuyan bu kelimeyi tekil okumuş olur. "Sin" harfini üstün okuyan da çoğul okumuş olur.

el-Mehdevi der ki: "Sin" harfini sakin okuyan kimsenin bu okuyuşuna göre bunun; "Bir parça" nın çoğulu olması mümkün olduğu gibi, "bir şeyi örttüm" anlamındaki (...) den mastar olması da mümkündür. Onlar, sanki semayı üzerimizi kapatacak şekilde üzerimize düşür, demiş gibi olurlar. el-Cevheri de şöyle demektedir: "Bir şeyin bir parçası" demektir. Mesela, "Bana elbisenden bir parça ver" denilir. Bunun çoğulu da (...) ile, (...) şeklinde gelir. (...) ile, (...) ın aynı şeyler olduğu da söylenmektedir.

 

"Yahut, Allah'ı ve melekleri karşımıza" Katade ve İbn Cüreyc'den nakledildiğine göre, karşımızda onları görecek şekilde "topluca getiresin." edDahhak ve İbn Abbas ise, kefil olarak getiresin, diye açıklamışlardır. Mukatil, tanık olarak diye açıklamıştır. Mücahid ise, "kabil" kelimesi, kabilenin çoğuludur. Yani, çeşitli melekleri kabile kabile getiresin. Bir diğer açıklamaya göre senin, bunu getireceğine dair bize taahhüdde bulunan kefiller olarak getiresin, demektir.

 

"Yahut, altından bir evin olsun." Buradaki zuhruf (mealde; altın) kelimesi, İbn Abbas ve başkalarından nakledildiğine göre altın diye açıklanmıştır. Asıl anlamı ise zinet demektir. Muzahraf, zinetlenmiş, süslenmiş anlamındadır. "Zeharifü'l-ma", sudaki yollar demektir. Mücahid der ki: Ben, "zuhruf"un ne olduğunu bilmiyordum. Nihayet İbn Mes'ud'un kıraatinde "Altından bir evin" ifadesini gördüm. Yani bizler, sende gördüğümüz bu fakirlik dururken sana itaat edecek değiliz (demek istemişlerdi).

 

"Veya göğe çıkasın" yükselesin. "Merdivende yükseidim, yükselirim, yükselmek" denilir. (...) de onun gibidir.

 

"Buna rağmen, üzerimize okuyacağımız bir kitap" yani, Allah'dan her birimize ayrı ayrı gönderilmiş bir kitap "indirmediğin sürece de çıktığına" yani, senin çıkışına "asla iman etmeyiz." Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hatta onlardan herbiri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister.'' (el-Müddesir, 52)

 

"De ki: Fesubhanallah." Mekke ve Şam ahalisi bunu: "Dedi ki: Fesubhanallah" diye okumuşlardır ki, Peygamber (s.a.v.) kastedilmektedir. Yani, Hz. Peygamber, Yüce Allah'ı herhangi bir şeyden acze düşmekten, herhangi bir fiilde ona itiraz edilmekten tenzih etmiştir.

 

Şöyle de denilmiştir: Bütün bunlar, onların aşırı küfürleri ve olmadık tekliflerinin hayret edilecek şaşırtıcı bir şeyolduğunu ortaya koymaktadır.

 

Diğerleri ise, emir olarak "de ki" diye okumuşlardır ki: Ey Muhammed, onlara de ki; demektir. "Ben, peygamber olarak gönderilmiş bir insandan başka bir şeymiyim ki!" Yani ben, ancak Rabbimden bana vahyolana tabi olurum. Allah ise, insanların kudreti içerisinde olmayan bu şeylerden dilediğini yapar. Siz, insanlardan herhangi bir kimsenin bu gibi mucizeleri getirdiğini hiç işittiniz mi?

 

Kimi inkarcılar: Bu ikna edici bir cevap değildir, demişlerdir. Ancak, onlar bu sözlerinde yanılmışlardır. Çünkü, onlara cevap vererek şöyle demiştir: Ben, ancak bir beşerim. Benden istediklerinizden hiç bir şeyi yapabilecek kudrete malik değilim. Ve ben, Rabbime bu gibi tekliflerde bulunmak imkanına da sahip değilim. Benden önceki peygamberler de ümmetlerine, isteyip arzuladıkları herşeyi getirmiş değillerdir. Benim yolum da onların yoludur. Onlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu peygamberliklerinin doğruluğuna delil teşkil eden mucizeler ile yetiniyorlardı. Kavimlerine karşı delillerini ortaya koyduktan sonra artık, kavimlerinin bunlar dışında birtakım mucizeler teklif etmeleri gerekmez. Eğer, Allah'ın onların teklif ettikleri her türlü mucizeyi isteklerine uygun olarak getirmesi gerekli bir şeyolsaydı, aynı şekilde onların seçip istedikleri kişileri de peygamber olarak göndermesi gerekirdi. Her bir kimsenin de ben, benden başkasının talep ettiğinden farklı bir başka mucize veya ayet bana da verilmedikçe iman etmem, demesi de gerekirdi. Bu ise, tedbir ve idarenin insanlara havale edilmesi sonucunu verir. Oysa tedbir ve idare ancak Yüce Allah'a aittir.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

İsra 94

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR