YUSUF 109 / 110 |
وَمَا
أَرْسَلْنَا
مِن
قَبْلِكَ إِلاَّ
رِجَالاً
نُّوحِي
إِلَيْهِم
مِّنْ أَهْلِ
الْقُرَى
أَفَلَمْ
يَسِيرُواْ
فِي الأَرْضِ
فَيَنظُرُواْ
كَيْفَ
كَانَ
عَاقِبَةُ
الَّذِينَ
مِن
قَبْلِهِمْ وَلَدَارُ
الآخِرَةِ
خَيْرٌ
لِّلَّذِينَ
اتَّقَواْ
أَفَلاَ
تَعْقِلُونَ
{109} حَتَّى إِذَا
اسْتَيْأَسَ
الرُّسُلُ
وَظَنُّواْ أَنَّهُمْ
قَدْ
كُذِبُواْ
جَاءهُمْ نَصْرُنَا
فَنُجِّيَ
مَن نَّشَاء
وَلاَ يُرَدُّ
بَأْسُنَا
عَنِ
الْقَوْمِ
الْمُجْرِمِينَ {110} |
109.
Senden önce gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden
başkaları değildi. Kendilerinden öncekilerin nasıl bir akıbete uğradıklarını
görmeleri için hiç de yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı? Ahiret yurdu sakınanlar
için elbette daha hayırlıdır. Siz hala akıllanmayacak mısınız?
110.
Nihayet o peygamberler ümitlerini kesip de (kafirler de) yalan söylediklerinin
ortaya çıktığını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiş de, dilediğimiz
kurtuluşa erdirilmişti. Ama kafirler güruhundan azabımız asla geri çevirilemez.
"Senden önce
gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden başkaları
değildi" buyruğu: "Ona bir melek indirilmeli değil miydi'' (el-En'am,
8) diyenlerin görüşlerini reddetmektedir. Yani biz senden önce -aralarında
kadın, cin ya da melek bulunmayan- erkeklere risalet ve peygamberlik
vermişizdir. İşte bu, Peygamber (s.a.v.)'den hadis olarak gelen şu rivayeti(n
hadis oluşunu) reddetmektedir: "Kadınlar arasında dört peygamber vardır.
Havva, Asiye, Musa'nın annesi ve Meryem" buna dair kısmen açıklamalar
önceden Al-i İmran Süresi'nde (42. ayetin tefsirinde) geçmiş bul unmaktadır.
"Şehirlilerden"
lafzı, şehir halkından demektir. Bedevilerin çoğunlukla sert ve katı
olduklarından dolayı Yüce Allah çölde yaşayanlardan peygamber göndermemiştir.
Diğer taraftan şehir ahalisi daha makul, daha tahammülkar, daha faziletli ve
daha bilgilidirler.
el-Hasen der ki: Yüce
Allah ne çölde yaşayan bedevilerden, ne kadınlardan, ne de cinlerden hiçbir
peygamber göndermiş değildir.
Katade der ki:
"Şehirli erkeklerden" ifadesi büyük şehir ahalisinden, anlamındadır.
Çünkü onlar daha bilgili ve daha tahammülkardırlar.
İlim adamları derler ki:
Rasül'ün şartlarından birisi de erkek, insan evladı ve şehirde yaşayan birisi
olmasıdır. "İnsan evladı" demelerinden kasıt ise Yüce Allah'ın:
"insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı"
(el-Cin, 6) buyruğuna istinaden aksi iddia edilmesin diyedir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
" ... Nasıl bir
akibete uğradıklarını görmeleri için hiç de yeryüzünde gezip dolaşmadılar
mı?" Peygamberlerini yalanlayan ümmetlerin azab ile yıkıldıkları yerleri
görüp ibret almadılar mı?
"Ahiret yurdu ...
daha hayırlıdır" anlamındaki buyruk, mübteda ve haberdir. el-Ferra ise
buradaki "yurt"un ahiret ile aynı şeyolduğunu ve lafız farklı
olduğundan dolayı bir şeyin bizzat kendisine izafe edildiğini iddia etmiştir.
"Perşembe günü" ve; "Dün" tabirlerinde olduğu gibi. Şair de
der ki: "Şayet Abslılar diyan senin aleyhine olmak üzere kıtlıkla karşı
karşıya kalırsa, Sen de zilleti kesin bir tanıyış ile tanırsın."
Buradaki "kesin
tanıyış" anlamındaki ifade; (...) gibidir. el-Kisai ise Arapların;
"Birinci namaz" ifadelerini el-Ahfeş ise; "Cami' mescid"
tabirlerini delil göstermiştir.
en-Nehhas der ki: Bir
şeyin kendisine izafe edilmesi imkansızdır. Çünkü bir şeyancak onun vasıtası
ile bilinen bir şeyolsun diye başkasına izafe edilebilir. O bakımdan daha güzel
olan; "İlk namaz" denilmesidir. Bununla birlikte; (...)'' diyenin bu
ifadesi; "Farz ilk namazın vaktinde" anlamındadır. Buna
"ilk" niteliğinin verilmesi ise namazın farz kılındığı esnada ilk
kılınan namaz o olduğundan dolayıdır. Ancak birinci görüş daha kuvvetli
görünmektedir.
Bundan dolayı o namaza
aynı zamanda "zuhr" (öğlen) namazı da denilmiştir. Buyruktaki
ifadenin takdiri şöyledir: "Ahiret halinin yurdu elbette daha hayırlıdır.
" Basralıların görüşü budur. Bu yurttan kasıt cennettir. Yani orası takva
sahipleri için daha hayırlıdır. Bununla birlikte bu buyruk; (...) şeklinde
tarifli (belirtili) de okunmuştur.
Nafi', Asım, Ya'kub ve
başkaları ise; "Siz hala akıllanmayacak mısınız?" şeklinde muhatab
kipi olarak "te" ile okumuşlardır. Diğerleri ise (akıllanmayacaklar
mı anlamında) "ya" ile okumuşlardır.
"Nihayet o
peygamberler ... ümitlerini kesip de ... " buyruğundaki; "ümit
kesti" kelimesinin kıraati ve anlamı ile ilgili açıklamalar daha önceden
(12/80. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
"(Kafirler de)
yalan söylediklerinin ortaya çıktığını sandıkları bir sırada" buyruğunda
yer aldığı bu ayet-i kerımede peygamberlerin tenzihi ve onlara yakışmayan
şeylerden masumiyetleri söz konusudur. Bu oldukça büyük ve son derece önemli
bir husustur. İnsanın ayağı kaymasın ve bunun sonucunda cehennemin ortasına
düşmesin diye bu konu üzerinde durmak gerekmektedir. Buyruğun anlamı şöyledir:
Ey Muhammed! Biz senden önce ancak erkek bir takım kimseleri peygamber olarak
göndermiştik. Sonra da onların ümmetlerini "o peygamberler ... ümitlerini
kesinceye kadar" yani kavimlerinin iman edeceklerinden yana ümitlerini
kesinceye ve "Kendilerinin yalanlandıklarını kesinlikle bilinceye
kadar" (şeklinde zel harfi şeddeli olarak) yani kavimlerinin kendilerini
yalanladıklarına kesin olarak inanıncaya kadar, o peygamberlerin ümmetlerini
azap ile cezalandırmadık.
Anlamın şu şekilde
olduğu da söylenmiştir: Peygamberler kavimlerinden kendilerine iman etmiş
kimselerin kendilerini yalanladıklarını sandılar. Peygamberler kendi kavimlerinin
değil de kendilerine iman eden kimselerin, kendilerini yalanladıklarını
sandılar. Bu da kendilerine uyanların kalplerine şüphe gireceğinden korktular,
demektir. Buna göre; "Sandılar" ifadesi bu açıklamaya göre asıl
anlamında kullanılmış demektir. İbn Abbas, İbn Mes'ud, Ebu Abdu'r-Rahman
es-Sülemı, Ebu Ca'fer b. el-Ka'ka, el-Hasen, Katade, Ebu Reca el-Utaridı, Asım,
Hamza, el-Kisai, Yahya b. Vessab, el-A'meş ve Halef şeddesiz olarak; (...) diye
okumuşlardır. Yani peygamberlerin kavimleri, peygamberlerin kendilerine haber
verdikleri azab konusunda yalan söylediklerini, doğru söylemediklerini
sandılar.
Anlamın şöyle olduğu da
söylenmiştir: ümmetler peygamberlerin vaadolundukları ilahi yardım konusunda
yalan söylediklerini zannettiler. İbn Abbas'tan gelen bir rivayette de;
peygamberler, Allah'ın kendilerine vaadettiğini gerçekleştirmeyeceğini
sandılar, diye açıklamıştır. Bu rivayetin sahih olmadığı da söylenmiştir. Çünkü
peygamberler hakkında böyle bir şey düşünülemez. Esasen böyle bir zanna sahip
olan kimsenin ilahi yardıma hakkı da olmaz. Diğer taraftan nasıl olur da;
"onlara yardımunız gelmiş de ... " denilebilir?
el-Kuşeyri Ebu Nasr der
ki: Eğer bu rivayet sahih olarak sabit ise; maksadın peygamberlerin içlerinden
bunu gerçekten inanmaları söz konusu olmaksızın geçiverdiği ihtimali uzak
değildir. Hadis-i şerifte de şöyle dediği kaydedilmiştir: "Yüce Allah
ümmetime içinden geçirdiklerini -dil ile onu söylemedikçe yahut gereğince amel
etmedikçe- bağışlamıştır.''
Şöyle de denilebilir:
Bunu zannedecek noktaya geldiler. Bu da: Eve yaklaştın, anlamında eve ulaştın
demeye benzer.
es-Sa'lebi ve en-Nehhas,
İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Bunlar da insandılar, bela ve
musibetlerin uzayıp gitmesinden dolayı zaafa düştüler, unuttular ve kendilerine
verilen sözün gerçekleştirilmeyeceğini sandılar. Daha sonra da Yüce Allah'ın:
"Hatta peygamber kendisine iman eden lerle birlikte Allah'ın yardımı ne
zaman gelecek? derlerdi." (el-Bakara, 214) buyruğunu okudu.
Tirmizi el-Hakim der ki:
Bize göre açıklaması şöyledir: Peygamberler Allah'ın yardım vaadinden sonra
korkuyorlardı. Bu, Allah'ın vaadinin gerçekleşmeyeceğinden ötürü değildi.
Aksine nefislerin, bu şartı ve Allah'ın kendilerine vermiş olduğu sözü bozacak
türden bir vebal işlemiş olacakları kanaatinden ötürüydü. O bakımdan aradan
geçen süre kendilerine göre uzun gelmeye başladığında bu yönüyle ümitsizliğe
kapıldılar ve bir takım zanlara düştüler. el-Mehdevi de, İbn Abbas'tan şöyle
dediğini nakletmektedir: Peygamberler insanların karşı karşıya kalabilecekleri
şekliyle kendilerine verilen sözün yerine getirilmeyeceğini zannettiler. Buna
da Hz. İbrahim'in: ''Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster?"
(el-Bakara, 260) ayetini delil göstermiştir.
Birinci kıraat
(yalanlandılar anlamındaki "zel" harfinin şeddeli okunuşu) daha
uygundur. Mücahid ve Humeyd ise "kef" harfi üstün, "zel"
harfi şeddesiz olarak; (...) şeklinde ve şu anlamda okumuşlardır:
Peygamberlerin kavimleri -aziz ve celil olan Allah'ın azabı lutfedip te'hir
ettiğini gördüklerinde- peygamberlerin yalan söylediklerini zannettiler.
Anlam şöyle de olabilir:
Peygamberler kavimlerinin küfre sapmak suretiyle Allah'a yalan söylediklerini
kesinlikle görünce; işte o zaman peygamberlere bizim yardımımız geldi.
Buhari'deki rivayete göre
Urve, Hz. Aişe'ye Yüce Allah'ın: "Nihayet o peygamberler ümitlerini kesip
de ... " ayeti ile ilgili olarak burada; "Onlara yalan söylendi"
şeklinde mi; "Yalanlandılar" şeklinde mi? (okunacak) dedim. Aişe
(r.anha): (...) Yalanlandılar, (şeklinde okumalısın)" diye cevap verdi. Bu
sefer ben şöyle sordum: Buna göre kavimlerinin kendilerini yalanladıklarına
kesin kanaat getirdiler. Buna ise "sanmak" denilmez. O şöyle dedi:
Hayır, yemin ederim ki onlar buna kesin olarak inanmışlardı. Bu sefer ben ona:
"Kendilerine yalan söylendiğini sandıkları ... " diyecek oldum, o:
Allah'a sığınırız dedi. Hiçbir zaman peygamberler Rabbleri hakkında böyle bir
zanda bulunmamışlardır. Bu sefer: Peki bu ayet ne oluyor? deyince, şu cevabı
verdi: Orada kastedilenler, Rabblerine iman eden ve peygamberleri tasdik eden,
peygamberlere tabi olanlardır. Bunların karşılaştıkları bela ve musibetler
onlara uzun geldi, onlara gelen yardım da gecikti. Nihayet peygamberler
kavimlerinden kendilerini yalanlayan kimselerden de ümit kestiler ve ayrıca
peygamberler kendilerine tabi olanların, kendilerini yalanladıklarını
sandıkları bir sırada bizim yardımımız onlara geldi.
Yüce Allah'ın:
"Onlara yardımımız gelmiş" buyruğu ile ilgili olarak iki görüş
vardır. Birincisine göre peygamberlere Allah'ın yardımı geldi, şeklindedir ve
bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. İkincisine göre ise; peygamberlerin
kavimlerine Allah'ın azabı geldi, anlamındadır. Bu açıklamayı da İbn Abbas
yapmıştır.
''O vakit dilediğimizi
kurtarırız" (şeklindeki okuyuş), Peygamberler ve onlarla birlikte iman
edenleri kurtarırız, diye açıklanmıştır. Bu buyruğu Asım'ın; "Dilediğimiz
kurtuluşa erdirilmişti" şeklinde tek bir "nun" ve "ya"
harfi üstün olarak okuduğu rivayet edilmiştir. "Kimse" anlamındaki
edat da ref mahallinde, fiili de meçhul bir fiil olarak okuduğu rivayet
edilmiştir. Ebu Ubeyd bu kıraati tercih etmiştir. Çünkü Hz. Osman'ın
Mushaf'ında böyledir. Sair beldelerin Mushaf'ları da tek "nun"
iledir. Ancak İbn Muhaysın mazi bir fiil olarak; "Kurtulmuştu" diye
okumuştur. "Kimseler" ise fail olduğundan dolayı ref mahallindedir.
Diğerlerin kıraatlerine göre ise mef'ul olarak nasb mahallindedir.
"Ama kafirler"
şirk koşan kafirler "gürühundan azabımız asla geri çevirilemez. "
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN