YUSUF 30 / 32 |
وَقَالَ
نِسْوَةٌ
فِي
الْمَدِينَةِ
امْرَأَةُ
الْعَزِيزِ
تُرَاوِدُ
فَتَاهَا عَن
نَّفْسِهِ
قَدْ
شَغَفَهَا
حُبّاً إِنَّا
لَنَرَاهَا
فِي ضَلاَلٍ
مُّبِينٍ {30} فَلَمَّا
سَمِعَتْ
بِمَكْرِهِنَّ
أَرْسَلَتْ
إِلَيْهِنَّ
وَأَعْتَدَتْ
لَهُنَّ مُتَّكَأً
وَآتَتْ كُلَّ
وَاحِدَةٍ
مِّنْهُنَّ
سِكِّيناً
وَقَالَتِ
اخْرُجْ
عَلَيْهِنَّ
فَلَمَّا رَأَيْنَهُ
أَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ
أَيْدِيَهُنَّ
وَقُلْنَ
حَاشَ
لِلّهِ مَا
هَـذَا
بَشَراً
إِنْ هَـذَا
إِلاَّ
مَلَكٌ كَرِيمٌ
{31} قَالَتْ
فَذَلِكُنَّ
الَّذِي لُمْتُنَّنِي
فِيهِ
وَلَقَدْ
رَاوَدتُّهُ
عَن نَّفْسِهِ
فَاسَتَعْصَمَ
وَلَئِن
لَّمْ يَفْعَلْ
مَا آمُرُهُ
لَيُسْجَنَنَّ
وَلَيَكُوناً مِّنَ
الصَّاغِرِينَ
{32} |
30.
Şehirde bir kısım kadınlar dediler ki: "Aziz'in karısı, delikanlısından
murad almak istiyormuş. Sevgisi yüreğinin zarını delip girmiş. Biz onu
gerçekten apaçık bir şaşkınlık içinde görüyoruz."
31. O kadınların
gizliden gizliye kendisini kınadıklarını işitince kendilerine haber gönderdi.
Onlara rahatça yaslanacak bir yer hazırladı. Onların herbirine de birer bıçak
verdi ve: "Çık karşılarına!" dedi. Kadınlar onu görünce, onun
gerçekten büyük bir güzelliğe sahib birisi olduğunu anladılar. Ellerini
kestiler ve dediler ki: "Allah'ı tenzih ederiz! Bu bir beşer değildir. Bu
ancak çok şerefli bir melektir."
32.
Kadın dedi ki: "Kendisi dolayısı ile beni kınadığınız işte budur. Evet,
andolsun ben ondan murad almak istedim. Fakat o kendisini korudu. Şayet
kendisine emredeceğimi yapmazsa andolsun zindana atılacak ve herhalde zillete
uğrayanlardan olacaktır."
"Şehirde bir kısım
kadınlar dediler ki ... " buyruğundaki; "Kadınlar" kelimesi
"nun" harfi ötreli olarak; (...) şeklinde de kullanılır. el-A'meş,
el-Mufaddal, es-Sülemi böyle okumuşlardır. Bunun çokluk çoğulu ise; (...)
şeklinde gelir. "Kadınlar dediler ... " anlamını ifade etmek üzere;
(...) da denilir. -Ayet-i kerime'de olduğu gibi-; (...) da denilir. "Tıpkı
Bedevi Araplar dedi ki: ... " demek için; (...) ile (...) denilebileceği
gibi.
Kadınların böyle
söylemesine sebep olayın Mısır halkı arasında yayılması ve bunun sonucunda
kadınların da bunu dillerine dolamaları idi. Denildiğine göre Aziz'in
sakisinin, fırıncısının, seyisinin ve hapishane müdürünün hanımları, bir diğer
görüşe göre ise onun teşrifatçısının hanımı böyle demişlerdir ki; bu görüşler
İbn Abbas ve başkalarından nakledilmiştir.
"Aziz'in karısı
delikanlısından murad almak istiyormuş." Delikanlı anlamı verilen
"feti" kelimesi Arapça'da genç erkek demektir. Dişisine de
"fetat" denilir. "Sevgisi yüreğinin zarını delip girmiş"
buyruğu, sevgisi ona galib gelmiş, diye açıklandığı gibi, ona duyduğu sevgi
kalbinin içine kadar işlemiş, diye de açıklanmıştır. Bu açıklama da Mücahid ve
başkalarından nakledilmiştir.
Amr b. Dinar,
İkrime'den, İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas: Onun sevgisi kalbinin
zarının ta altına kadar geçmiş, diye açıklamıştır. el-Hasen ise der ki: Şağaf
(mealde: Kalbin zarı) kalbin içi demektir. es-Süddi ve Ebu Ubeyd ise kalbin
üzerindeki örtü diye açıklamışlardır ki; bu da kalbin üzerindeki ince deri
(zar)dır. Kalbin ortası demek olduğu da söylenmiştir. Bütün bu görüşlerin
anlamı birbirine yakındır, yani onun sevgisi kalbinin içine kadar ulaşmış ve
kalbine hakim olmuş, demektir. en-Nabiğa der ki: "Bunun (ağlamamın) önüne
öyle bir keder girip engel olmuş ki; (Doktorların) parmakları ile arayıp bulmak
istediği kalbin ortası (şağaf) gibi içeri girmiştir."
"eş-Şuğaf"ın bir
hastalık olduğu da söylenmiştir. el-Esmai de şairin recez vezninde söylediği şu
mısraı nakletmektedir: "O kendisi için bir hastalık (sebebi) olmakla
birlikte; yine de arkasından gitmektedir."
Ebu Ca'fer b. Muhammed,
İbn Muhaysın ve el-Hasen ise "yüreğinin zarını delip girmiş"
anlamındaki kelimeyi; (...) şeklinde "ğayn" yerine "ayn"
harfiyle okumuşlardır. İbnu'l-Arabı der ki: Sevgisi kalbini yakmış, demektir.
Ayrıca yaygın okuma, birinci şekildir, der.
el-Cevheri der ki:
(...): Sevgi kalbini yaktı" demektir. Ebu Zeyd, onu hasta etti, diye
açıklamıştır. Bir şeyi sevdiğini anlatmak için de; (...) denilir. Sevgiden
dolayı kalbi yanık kimseye de; (...) denilir.
el-Hasen; (...) diye
okumuştur. Yani sevgi ta kalbinin içine işlemiş, anlamındadır. en-Nehhas der
ki: Dilcilerin çoğunluğuna göre bu, sevginin ona yaptırmayacağı bir şey
kalmamış, demektir. Çünkü; "Dağların en yüksek yerleri ve tepeleri"
demektir. Bir kimsenin bir şeye aşırı düşkünlüğünü anlatmak için de; (...)
denilir. Şu kadar var ki Ebu Ubeyde, İmruu'l-Kays'ın şu beytini nakleder:
"Uyuz olmuş deveyi katranlayan kimsenin katranı uyuz devenin içine
işlediği gibi, Bene o kadının kalbini hasta etmişken beni öldürür mü?"
(Ebu Ubeyde) der ki:
Burada sevginin verdiği huzursuzluk ve hastalığı buna (yani devenin
katranlanmasına) benzetmektedir.
eş-Şa'bi'den de şöyle
dediği nakledilmektedir: "Gayn" ile "şeğaf" sevgi demektir.
"Ayn" ile "şe'af" delilik anlamındadır. en-Nehhas der ki:
Bu kelime (...) şeklinde "ğayn" harfi esreli olarak da nakledilmiştir.
Esasen Arapça'da; (...) şeklinde "ğayn" harfi üstün şeklinde başka
bir kullanım bilinmemektedir. Aynı şekilde (...) da böyledir. Bu da; onu
sevgiden hasta olmuş halde bıraktı, o hale getirdi, anlamındadır.
Said b. Ebi Arube ise
el-Hasen'den şöyle dediğini nakletmektedir: Şeğaf kalbin örtüsüdür, şe'af ise
kalbin iç tarafındaki kara bir noktacıktır. Sevgi oraya varmış olsaydı, kadın
hiç şüphesiz ölürdü. Yine el-Hasen der ki: Şeğaf'ın görünmeyen ve kalbe bitişik
olan ince deri (zar) olduğu söylenmiştir ve bu, beyaz bir deridir. İşte
Yusuf'un sevgisi kadının kalbine bu zarın kalbe yapışık olması gibi yapışmıştı.
"Biz onu gerçekten
apaçık bir şaşkınlık içinde görüyoruz." Bu davranışıyla onun böyle olduğu
görüşündeyiz.
Katade der ki: Aslında
"kocasının delikanlısı" olmakla birlikte "karısının
delikanlısı" denilmesi Hz. Yusuf'un onların yanında köle hükmünde
olduğundan ve kadının ona verdiği emirleri uygulamakla yükümlü bulunduğundan
dolayıdır. Mukatil'in, Ebu Osman en-Nehdi'den, onun Selman el-Farisi'den naklettiğine
göre o şöyle demiş: Aziz'in karısı kocasından Yusuf'u kendisine bağışlamasını
istemişti, o da ona bağışlamıştı ve: Peki onu ne yapacaksın? diye sormuş.
Karısı da: Onu evlat edineceğim demişti. Bu sefer kocası:
Haydi o senin olsun
demişti. Kadın içinde bulunan duygular ile birlikte onu yetişinceye kadar
büyüttü. Onun önünde açılıp saçılır, süslenir, onu yumuşak edalarla davet
ederdi de Allah onu korudu.
"O kadınların
gizliden gizliye kendisini kınadıklarını işitince"; onların kendisini
çekiştirdiklerini ve yermek için çeşitli yollara ve çarelere başvurduklarını
işitince ... demektir. Bir diğer açıklamaya göre; kendisi kadınları durumdan
haberdar etmiş, ancak bu sırrını kimseye açmamalarını istemiş, onlara
güvenmiştİ. Onlarsa kadının sırrını açıkladılar, bundan dolayı kadınların bu
davranışlarına "hile" anlamına gelen "mekr" adı
verilmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Kendilerine haber gönderdi" buyruğunda hazfedilmiş ifadeler vardır.
Yani kendilerine içine düştüğü duruma onları düşürmek kastı ile bir ziyafete
çağırmak üzere haber gönderdi.
Mücahid, İbn Abbas'tan
naklen dedi ki: Aziz'in karısı kocasına, ben bir yemek hazırlayıp şu kadınları
davet etmek istiyorum, demiş. Kocası da: Yapabilirsin deyince, bir yemek
hazırlamış, daha sonra da gelecek kadınlar için odalarını süsleyip döşemiş,
sonra da ziyafete katılmaları için onlara haber göndererek zikrettiğim bu
kadınlardan hiçbir kimse gelmemezlik etmesin demiş.
Vehb b. Münebbih der ki:
Bu kadınlar kırk kişi idiler. Onları zorladığı için ister istemez geldiler.
Ümeyye b. Ebi's-Salt bunlar hakkında şöyle der: "Nihayet yanına zorla,
istemeyerek geldiler, O da o kadınlar için sedirler ve kebaplar
hazırlamıştı."
Buradaki; (...):
Sedirler, kelimesi "yaygılar" anlamında; (...) diye de rivayet
edilir. Vehb b. Münebbih der ki: Nihayet gelip yerlerini aldılar.
"Onlara rahatça
yaslanacak bir yer hazırladı." üzerlerinde yaslanacakları yerler
hazırladı. İbn Cübeyr der ki: Her oturulan yerde de içinde bal, turunç ve
keskin bir bıçak bulunan bir kase vardı.
Mücahid ve Said b.
Cübeyr: "Yaslanacak yer" kelimesini hemzesiz ve "te" harfi
şeddesiz olarak; (...) diye okumuştur. Bu ise Kıptice'de turunç demektir.
Mücahid de bunu böylece açıklamıştır.
Süfyan'ın, Mansur'dan,
onun da Mücahid'den rivayetine göre Mücahid de şöyle demiş: Şeddeli ve hemzeli
okuyuş, yiyecek yemek demektir. Ancak şeddesiz ve hemzesiz turunç (ağaç kavunu)
anlamındadır. Şair de der ki: "Biz günahı (şarab'ı) açıktan açığa büyük
kaplarla içeriz, Turuncun da aramızda iğreti alındığını (elden ele dolaştığını)
görürsün."
Ezd Şenueliler de:
el-Etrucce ile el-mütke (turunç) aynı şeylerdir, derler. el-Cevherı der ki:
Mütk (şeddesiz ve hemzesiz okuyuştan isim) sünnet yapan kadının geriye kesmeden
bıraktığı parçanın adıdır. Bu da aslında et ve benzeri şeyleri saran ince bir
kabuk demektir. (...) ise sünnet yapılmamış kadın demektir. el-Ferra da der ki:
Bana Basralılardan güvenilir bir ilim adamının naklettiğine göre şeddesiz
olarak; (...), et ve benzeri şeyler üzerindeki ince kabuk (zar) demektir. Kimisi
de bunun turunç ile aynı şey olduğunu söylemiştir ki, bunu da el-Ahfeş
nakletmektedir.
İbn Zeyd der ki: Kadın
onlara turunç ve onunla beraber yenilmek üzere bal hazırlamıştı. Şair de der
ki: "Nimet içinde yedik ve yaslandık, Ve helal içecekleri büyük testileriyle
içtik."
en-Nehhas der ki: Yüce
Allah'ın; "Hazırladı" fiili; (...): Hazırlanan şeyler" lafzından
alınmadır ki, bu da herhangi bir şey için hazırlayıp araç kıldığın herbir şey
demektir.
Şeddeli ve hemzeli
okuyuş ile ilgili olarak yapılmış en sahih açıklama Ali b. Ebi Talha'nın İbn
Abbas'tan şöyle dediğine dair naklidir: Bundan maksat oturacak yer demektir.
Tefsir bilginlerinden
bir topluluğun bundan maksadın, yemek olduğunu söylemeleri; "Yaslanarak
yenilecek yemek" takdirine göre mümkün olabilir. Tıpkı Yüce Allah'ın:
"Kasabaya sor.'' (Yusuf, 82) buyruğu gibi. Bu hazfin olduğuna delil de:
"Onların herbirine de birer bıçak verdi" ifadesidir. Çünkü kadınlarla
birlikte bıçakların bulunması ancak bıçaklarla kesilecek bir şeyler yemek
içindir.
Nitekim (en-Nehhas)
"i'rabu'l-Kuran'' adlı eserinde de böyle demiştir. 'Yetini'l-Kuran'' adlı
eserinde ise şunları söyler: Ma'mer, Katade'den; "-mealde: Yaslanacak
yer-"in yiyecek, yemek diye açıkladığını rivayet etmektedir. Bunun yemek
yenildiği yahut içildiği veya konuşulduğu esnada üzerine yaslanılan her
şeyanlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da dilciler tarafından bilinen bir
açıklamadır. Ancak kelimenin önceki açıklamasına dair gelen rivayetler
sahihtir.
el-Kutebi'nin de
naklettiğine göre; filan kişinin yanında yemek yedik, anlamında; (...)
denilmektedir. (...) kelimesinin aslı (...) şeklindedir. ''Tartılan şey ve
va'dolunan şey" anlamındaki kelimelerin; "Tarttım, va'dettim"
fiillerinden gelmesi gibi. "Yaslanacak yer" anlamındaki kelime ise;
"Yaslandım" fiilinden gelmektedir ve (...): Yaslandı, yaslanır,
yaslanmak" diye kullanılır.
"Onların herbirine
de birer bıçak. .. " anlamındaki buyrukta iki meruf vardır. el-Kisai ve
el-Ferra; "Bıçak" kelimesinin hem müzekker hem de müennes
kullanılacağını nakletmektedir. el-Ferra şu beyiti nakleder: "Soğuk bir
sabah vakti, sapı oldukça sağlamlaştırılmış bir bıçak ile Devenin hörgücünde
yara açtı."
el-Cevherı: Çoğunlukla
bu kelime müzekker kullanılır, demektedir. Daha sonra el-Cevherı şu beyiti
nakleder: "Zahiren onun samimi öğüt verdiği görünür ama yalnız kaldı mı
İşte o boğaza dayanan oldukça keskin bir bıçak olur."
el-Esmai der ki: Bu
kelimenin bilinen şekli yalnızca müzekker olarak kullanıldığıdır.
"Ve: Çık
karşılarına, dedi" buyruğundaki: "Dedi" kelimesinin
"te" harfinin ötreli okunuşu iki sakinin arka arkaya gelmesinden
dolayıdır. Çünkü esreden sonra ötre varsa, ağır okunur. "Te"nin
esreli okunuşu ise asla (yani sakin harf harekelenecek olursa esre ile
harekelenir ilkesine) göredir.
Denildiğine göre kadın
diğerlerine: Ben size söylemedikçe ne bir şey kesiniz, ne bir şey yiyiniz. Daha
sonra hizmetçisine: Ben sana: İl'i çağır diyecek olursam, Yusuf'u çağır, diye
emretti. İl ise onların tapındıkları bir putun adıdır. Hz. Yusuf da çamurda
çalışıyordu, peştemalını toplayıp bağlamış, kollarını da kıvırmıştı. Hizmetçiye
-bana rabbi çağır anlamında- bana İl'i çağır dedi. Il İbranice rab demektir.
Kadınlar hayrete düştü ve: O nasıl gelebilir, dediler. Bu sefer hizmetçi çıkıp,
Hz. Yusuf'u çağırdı. Hz. Yusuf yukardan aşağıya inince ev sahibi kadın
diğerlerine beraberinizdekileri kesiniz, dedi. "Kadınlar onu görünce, onun
gerçekten büyük bir güzelliğe sahip birisi olduğunu anladılar. Ellerini
kestiler." Ellerindeki bıçaklarla kemiklere ulaşıncaya kadar, ellerini
kestiler. Bu şekildeki açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır. Said b. Cübeyr de
der ki: Onu süslemeden, kadınların huzuruna çıkarmadı. Ansızın kadınların
yanına çıkınca ondan dolayı dehşete kapıldılar, yüzünün güzelliği, süsleri ve
üzerindekilerden dolayı hayrete düştüler, ellerini kesmeye koyuldular. Halbuki
onlar bunu yaparken turunçları kestiklerini zannediyorlardı.
"Onun gerçekten
büyük bir güzelliğe sahib birisi olduğunu anladılar." buyruğunun ne anlama
geldiği hususunda farklı görüşler vardır. Cuveybir'in, ed-Dahhak'tan, onun İbn
Abbas'tan rivayetine göre: Onu çok büyük bir şey gördüler ve heybete kapıldılar
demektir. Yine ondan gelen rivayete göre, onu görmenin dehşetiyle meni ve
mezileri aktı. Şair der ki: "Küçük tepenin üzerinden erkek deveyi gördüler
mi Böğürmeye başlarlar ve hızlıca fışkıran menilerini akıtırlar."
İbn Sem'an da
arkadaşlarından bir gruptan naklettiğine göre şöyle demektedir: Arkadaşları
dediler ki: O kadınların aşklarından dolayı mezileri aktı. Vehb b. Münebbih de
der ki: Derhal ona aşık oldular ve o mecliste hayret, dehşet ve Yusuf'a kalbten
duydukları aşklarından ötürü on tanesi öldü. Bunun anlamının dehşetlerinden ay
hali oluverdiler, olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da Katade, Mukatil ve
es-Süddi yapmıştır. Şair de der ki: "Biz kadınlara temiz oldukları vakit
varırız da ancak Ay hali olduklarında, asla kadınlara yaklaşmayız."
Ancak Ebu Ubeyde ve
başkaları bunu kabul etmeyerek şöyle derler: Arap dilinde bu kelime böyle bir anlamda
kullanılmaz. Bununla birlikte onu oldukça büyük bir şey gördüklerinden dolayı
ay hali olmuş olmaları muhtemeldir. Çünkü kadın kimi zaman korkusundan dolayı,
karnındaki yavruyu düşürebilir yahut ay hali olabilir.
ez-Zeccac der ki:
Arapçada; "Onu büyük gördüler" denilir ama ondan dolayı ay hali
oldular anlamında olmak üzere-: (...) denilmez. Çünkü büyük görmek, hiçbir
zaman ay hali olmak manasına değildir.
el- Ezheri buna cevap
vererek: Ancak ay hali oldu anlamında; (...) denilebilir. Çünkü kadın ilk defa
ay hali olduğu takdirde, küçük yaştan büyüklüğe doğru geçiş yapmış olur.
Devamla der ki: (...) daki "he" zamir "he"si değil de vakf
(sekt, susuş) "he"si olabilir. Ancak bu görüşün aslı yoktur, zira
vakf için gelen "he" vasl halinde düşer. Bundan daha uygun görüş,
İbnu'lEnbari'nin şu açıklamasıdır: Buradaki "he" zamiri fiilin
mastarından bedeldir, yani, (...) şeklinde olup ay hali oldular anlamındadır.
İbn Abbas'ın birinci görüşüne göre ise "he" zamiri Hz. Yusuf'a aittir
ve Yusuf'u oldukça büyük birisi olarak gördüler ve onu alabildiğine ta'zim
ettiler, demektir.
"Ellerini
kestiler" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid der ki: Ellerini koparırcasına
kestiler. Ellerini çizip yaraladılar, diye de açıklanmıştır. İbn Ebi Necih,
Mücahid'den şöyle dediğini rivayet eder: Ellerini bıçaklarla kestiler.
en-Nehhas der ki: Mücahid bu açıklaması ile eli kopup ayıracak şekilde bir
kesmeyi kastetmemektedir. Bu bir çizme ve yaralama anlamında bir kesmedir.
Dilde ise insanın -mesela- arkadaşının elini çizecek olursa "elini
kesti" denilmesi bilinen bir husustur. İkrime, "elleri" lafzını
kollarının yenleri diye açıklamıştır ki, bu anlama gelmesi uzak bir ihtimaldir.
Parmaklarını kestiler,
diye de açıklanmıştır. Yani kalbleri Hz. Yusuf ile meşgul olduğundan dolayı
ellerini kesip yaralamalarından dolayı hiçbir acı duymadılar. Fiilin şekli
kesmenin çok olduğuna işarettir, çokluk herbirisinin bir kaç yerden elini
yaraladığı anlamına gelme ihtimali olduğu gibi, kadınların sayılarının çokluğu
dolayısıyla kullanılmış olma ihtimali de vardır.
"Ve dediler ki:
Allah'ı tenzih ederiz." Yani Allah'a sığınırız. el-Esmai, Nafi'den;
"Allah'ı tenzih ederiz" buyruğunu Ebu Amr b. el-ALı gibi; (...)
şeklinde "şın" harfinden sonra "elif"i de okuduğunu
nakletmektedir. Asıl kullanım şekli de budur. Bu "elif"i hazfeden;
"Allah'ı" lafzındaki "elif"i onun bedeli kabul eder. Bu
kelime şu dört şekilde kullanılır. (...) şekillerinin hepsi de: Seni tenzih
ederim, anlamındadır. Yine (...): Haşa ki Zeyd"den diye kullanılır (ve
Zeyd kelimesi cer ve nasb edilebilir).
en-Nehhas der ki: Ben
Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Ben Muhammed b. Yezıd'i şöyle derken
dinledim: Bu edatın isminin nasbedilmesi daha uygundur. Çünkü bunun fiil olduğu
sahih olarak kabul edilmiştir. Zira Araplar: "Haşa Zeyd"den, derler
ve ismin başından da harf (meksur lam edatı) hazfedilmez. Şair Nabiğa da şöyle
demiştir: "Ve ben kavimlerden hiçbir kimseyi müstesna kılmıyorum."
Kimi dilci;
"Dışında müstesna, haşa" bir edattır. "Müstesna kılıyorum"
ise bir mIdir, der. (...) ın fiil olduğuna delil ise, ondan sonra harf-i cerrin
gelmesidir. Ebu Zeyd'in naklettiğine göre bir bedevi Arab: "Allah'ım bana
ve işiten herkese mağfiret buyur. Şeytan ile Ebu'l-Esbağ müstesna,"
diyerek bu lafızIa sonraki kelimeyi nasb etmiştir.
el-Hasen ise
"şın" harfini sakin kılarak (...) diye okumuştur. Yine ondan; (...)''
diye okuduğu da rivayet edilmiştir. İbn Mes'ud ve Ubeyy ise "lam"
harfi olmaksızın; (...) diye okumuşlardır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir:
"Ebu Sevban müstesnadır, çünkü o gerçekten Başkasını kınamaktan ve kötü
söz söylemekten yana cimridir."
ez-Zeccac der ki: Bu
kelimenin aslı; "Etraf" yakınlardan gelmektedir. (...): Yakın çevre
anlamındadır. Mesela; "Filanın yakınlarında idim" denilir. Buna göre
(...); Zeyd bundan uzaktır" o bir tarafta, Zeyd bir taraftadır anlamına
gelir. İstisnada bir şeyi sözü edilenler arasından bir kenara çıkarmak ve bir
kenarda tutmak demektir.
Ebu Ali bu kelime (...):
İstisna etmekten faildir. Yani Yusuf böyle bir şeyden münezzehtir ve Yusuf
kendisine atılan iftiradan uzakta ve bir kenardadır. Yahut ta o insan olmaktan
münezzehtir, insanlık bir tarafta o bir taraf ta dır. Sibeveyh'e göre; (...);
istisna cümlesinde cer harfidir. el-Müberred ve Ebu Ali'inin açıklamalarına
göre ise bir fiildir.
"Bu bir beşer
değildir." el-Halil ve Sibeveyh der ki: "Değildir" edatı;
"Değildir" edatı gibidir. Mesela (...): Zeyd ayakta değildir";
"Bu bir beşer değildir" ile "Onların anaları
değildir"(el-Mücadele, 2) denilir.
Küfeliler de derler ki:
Burada "beşer" kelimesinin başına getirilmesi gereken) "be"
harfi hazfedildiğinden nasbedilmiştir. Bunun açıklaması da Ahmed b. Yahya'nın
dediğine göre şöyledir: Bir kimse; "Zeyd gidici değildir" dediği
vakit "be" harfi nasb mahallindedir, sair cer harfleri de böyledir.
İşte bu cer harfi hazfedildikten sonra (harfin başına geldiği isim) mahalline
delalet etsin diye nasbedilmiştir. Ahmed b. Yahya der ki: el-Ferra'nın da
görüşü budur. O da şöyle der: ( L.) edatı tek başına hiçbir amel etmez. Ancak
Basralılar onların bu durumda (Zeyd ay gibidir anlamında olmak üzere) (...)
demeleri gerektiğini söyleyerek görüşlerinin red edileceğini belirtirler. Çünkü
bu; (...): ... ay gibidir" anlamındadır.
Ahmed b. Yahya ise şu
sözleriyle onlara cevab verir: "Be" harf-i cerri "kef"ten daha
çok bir harf-i cer olarak kullanılabilir. Çünkü "kef" bazen isim
olabilmektedir.
en-Nehhas ise der ki:
Ancak Basralıların görüşü sahihtir ve bu sözde bir çelişki vardır. el-Ferra;
-Zeyd gidici değildir, anlamında-; (...) denilmesini uygun kabul etmiş ve şu
beyiti nakletmiştir: "Allah'a yemin olsun ki sen eğer hür olsan dahi
Esasında sen hür de olamazsın, azad edilmiş köle de olamazsın."
Ve ayrıca el-Ferra bunun
nasb ile okunmasını açık ifadelerle kabul etmez.
Diğer taraftan;
"Zeyd'in sana rağbeti yoktur" demenin de; "Amr sana doğru
gelmemektedir" demenin de caiz olduğu hususunda nahivciler arasında görüş
ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Bundan sonra ise "be" harfini
hazfederler ve (başına geldiği ismi) ref ederler. Basralılar ve Kufeliler ise
ref ile; "Zeyd gidici değildir" şeklindeki kullanımı naklederler.
Yine Basralılar bunun Temimlerin söyleyişi olduğunu nakleder ve şu beyiti de
zikrederler: "Sizler Teym'i mi bana eş ve denk kabul ediyorsunuz? Halbuki
Teym hiçbir zaman şerefli birisine denk olamaz."
el-Kisai ise bunun
Tihame ve Necidlilerin söyleyişi olduğunu nakletmektedir. el-Ferra da ref'in
iki bakımdan daha güçlü olduğunu iddia etmektedir. Ebu İshak dedi ki: Bu bir
yanlışlıktır. Çünkü Yüce Allah'ın Kitabı ve Rasulünün kullanımı daha güçlü ve
daha uygundur.
Derim ki: Hafsa
(r.anha)nın Mushaf'ında bu buyruk; "Bu bir beşer değildir"
şeklindedir. Bunu el-Gaznevi nakletmektedir.
el-Kuşeyri Ebu Nasr der
ki: Burada kadınlar Hz. Yusuf'un suret itibariyle insanlardan daha güzel bir
surette olduğunu, hatta bir melek suretinde olduğunu söylemek istemişlerdir.
Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Biz insanı gerçekten en
güzel bir surette yarattık. "(et-Tin, 4) Bu iki ayet -i kerimenin bir
arada anlaşılması şöyledir: Kadınlar "Allah'ı tenzih ederiz"
ifadeleri ile Hz. Yusuf'u, Aziz'in karısının onu itham ettiği, kendisine kötü
maksatla yaklaşmak istediğinden uzak olduğunu anlatmaktadır. Yani Yusuf böyle
bir şeyden uzaktır. Onların "Allah için" sözleri Allah için o bundan
uzaktır, demektir. Yani Yusuf bu işten kurtulmuştur, bu surette böyle bir şey
yoktur. Bunun da anlamı şudur: Onun masiyetlerden uzaklığı meleklere
benzemektedir. Böyle bir açıklamaya göre ise (ayetler arasında) çelişki yoktur.
Bir diğer açıklamaya
göre burada maksat, Hz. Yusuf'un aşırı güzelliğinden ötürü sureti itibariyle
insanlara benzemesinden tenzih edilmesidir. "Allah'ı" ifadesi de bu
manayı te'kid içindir. Buna göre buyruğun anlamı şu olur:
Kadınlar melek suretinin
daha güzel olduğunu zannederek böyle bir sözü söylediler, onlar Yüce Allah'ın:
"Andolsun ki insanı en güzel bir surette yarat tık" (et-Tin, 4)
sözlerinden haberdar değillerdi. Çünkü bu bizim Kitabımızda olan bir buyruktur.
Bazı zayıf anlayışlı
kimseler şöyle zannederler: Eğer kadınların bu sözlerinin gerçekle ilgisi
olmayan bir kanaatleri olsaydı, Yüce Allah'ın onların bu kanaatlerini
reddetmesi ve bu sözlerinde yalancı olduklarını beyan etmesi gerekirdi. Ancak
böyle bir görüş batıldır. Zira Yüce Allah'a böyle bir şeyin vacib olduğunu
kabul edemeyiz. Zaten Yüce Allah'ın kafirlerin küfrü ve yalancıların yalanı ile
ilgili olarak haber verdiği bütün hususları hemen akabinde reddetmesi gerekmez.
Aynı şekilde "örf ehli kimseler" çirkin kişi hakkında "o şeytan
gibidir" derken, güzel kişi hakkında da "o melek gibidir"
derler. Yani benzeri görülmemiş demektir. Çünkü insanlar melekleri görmezler.
Böyle bir ifade melek suretinin daha güzel olduğu zannına binaen söylenir,
yahut ta onun ahlakının temizliğini, ithamlardan da uzaklığını haber vermek
kastıyla söylemiş olabilirler.
"Bu ancak çok
şerefli bir melektir." Bu ancak şerefli bir melek olabilir, başka bir
şeyolamaz. Şair de der ki: "Sen bir insana mensub da değilsin fakat sen
bir melek(e mensub) olabilirsin, Sema boşluğundan yağmur gibi inen."
el-Hasen'den de:
-"Bu bir beşer değildir" anlamındaki buyruğu-: (...) şeklinde
"be" ve "şın" harflerini esreli olarak okuduğu rivayet
edilmiştir ki bu: Bu satın alınan bir kul değildir, anlamındadır; böyle
birisinin satılmaması gerekir, demektir. O bu şekilde okumakla mastarı ism-i
mef'ul yerine kullanmış olur. Yüce Allah'ın: "Deniz avı ...
size helal kılındı"
(el-Maide, 96) buyruğunda olduğu gibi ki, denizde avlanmak anlamındadır ve
bunun benzerleri de pek çoktur.
Buyruğun şu anlama gelme
ihtimali de vardır: Buna değer biçilemez, bunun kıymeti hiçbir şekilde tesbit
edilemez. Buna göre "satın almak" anlamındaki kelime ile satın
alınırken onun karşılığında verilen bedel kastedilmiş olur. Mesela bir
kimsenin: Bu bine alındı, şeklindeki sözünü reddetmek isterken, bu bine alınamaz
demeye benzer. Bu açıklamaya göre ise "be" harfi haber olan mahzuf
bir söze taalluk eder. "Bu satın almakla miktarı tesbit edilebilecek bir
şey değildir" demeye benzer. Ancak büyük çoğunluğun kıraati daha uygundur.
Çünkü ondan sonra "bu ancak çok şerefli bir melektir" buyruğu
gelmektedir ki, bu da onun şanını ta'zim gayesi ile melek türünden olduğu
söylenerek üstünlüğünü mübalağa yoluyla ifade etmek içindir. Diğer taraftan;
(el-Hasen'den gelen rivayet gibi) (...) türünden kelimeler Mushaf'ta "ya"
ile yazılırlar.
Allah'ın: "Kadın
dedi ki: Kendisi dolayısı ne beni kınadığınız işte budur" buyruğu şu
demektir: Aziz'in hanımı misafir kadınların Yusuf'a kendilerini kaptırdıklarını
görünce, "kendisi dolayısı ne" yani onu sevdiğimden dolayı "beni
kınadığınız işte budur" diyerek mazur olduğunu açığa vurmak istedi.
"Şu" burada
"Bu" anlamındadır. Taberi'nin tercihi de budur.
Buradaki "he"
(mealde: Kendisi) zamirinin sevgiye ait olduğu ve; (...): Şu, işaret zamirinin
de asıl anlamı üzere kullanıldığı da söylenmiştir. Buna göre mana şöyle olur:
İşte kendisi sebebiyle beni kınadığınız sevgi budur, yani bunun sevgisi işte o
sevgidir.
"Levm
(kınamak)" ise çirkin şeylerle nitelendirmek demektir. Daha sonra gerçeği
ikrar ederek şunları söyledi: "Evet, andolsun ben ondan murad almak
istedim. Fakat o kendisini korudu" yani bu işe yanaşmadı.
"Korunma"ya bu
ismin veriliş sebebi, masiyetin işlenmesinden koruyup engellemesinden
dolayıdır. "Kendisini korudu" ifadesinin, bu işe karşı koydu, zorluk
çıkardı, anlamında olduğu da söylenmiştir ki, ikisinin de anlamı birdir.
"Şayet kendisine
emredeceğimi yapmazsa, andolsun zindana atılacak" sözleriyle de kadınların
huzurunda onu tekrar kötülük işlemeye davet etti ve haya perdesini yırtarak,
dediğini yapmayacak olursa zindana atılmakla tehdit etti. İlkin olanlar ikisi
arasında ceryan etmişti; ama artık ilk durumunun aksine, kimsenin kınamasından
ve söyleyeceği sözlerden çekinmediğinden böyle konuştu.
"Ve herhalde
zillete uğrayanlardan olacaktır" buyruğundaki; "Olacaktır"
kelimesi "elif" ile yazılmıştır. Ancak te'kid için getirilen şeddesiz
"nun" gibi okunur. Çünkü te'kid "nun"u hem şeddeli, hem
şeddesiz gelir. Yüce Allah'ın: "Andolsun zindana atılacak" buyruğu
üzerinde vakıf "nun" ile yapılır. Çünkü şeddelidir. Buna karşılık;
"Olacaktır" üzerinde vakıf elif ile yapılır. Çünkü şeddesiz
"nun"dan dolayı böyle yazılmıştır ve bu bir kimsenin; "Ben bir
adam gördüm, Zeyd'i ve Amr'ı gördüm" sözündeki i'rab "nun"u
(tenvinOna benzemektedir.
Yüce Allah'ın:
"Andolsun ki, yakalayıp, çekeriz alnından "(el-Alak, 15) buyruğu ve
benzerleri de buna benzemektedir ki bu gibileri üzerinde vakıf elif ile olur.
el-A'şa'nın şu mısraında olduğu gibi: "Şeytana asla ibadet etme, Allah'a
ibadet et."
Şair burada;
"Mutlaka ... ibadet et" demek istemiştir. Vakıf yapması gerektiğinden
elif ile vakıf yapmıştır.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN