ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

NİSA

43

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَقْرَبُواْ الصَّلاَةَ وَأَنتُمْ سُكَارَى حَتَّىَ تَعْلَمُواْ مَا تَقُولُونَ وَلاَ جُنُباً إِلاَّ عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّىَ تَغْتَسِلُواْ وَإِن كُنتُم مَّرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاء أَحَدٌ مِّنكُم مِّن الْغَآئِطِ أَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاء فَلَمْ تَجِدُواْ مَاء فَتَيَمَّمُواْ صَعِيداً طَيِّباً فَامْسَحُواْ بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَفُوّاً غَفُوراً

 

43. Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ve bir de cünup iken -yolcu olmanız müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur yahut yolculukta iseniz, yada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, veya kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz. Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı kırk dört (kırk beş) başlık halinde sunacağız:

 

1- Ayetin Nüzul Sebebi, Sarhoşluk Veren İçkilerin Haram Kılınma Aşamaları ve Mü'minlere Hitabın Sebebi:

2- Ayet-i Kerimedeki Sarhoşluğun Mahiyeti:

3- Sarhoşken Namaza Yaklaşmama Hitabının Muhatapları:

4- "Namaza Kalkmak"ın Anlaşılması:

5- "Sekr / Sarhoşluk" Kelimesinin Anlamı.

6- İslam'ın İlk Dönemlerinde İçkinin Yasak Olmayışı:

7- Sarhoş İken Yapılan Tasarruflar ve Bu Tasarrufların Hükmü:

8- "Cünup" Kelimesinin Anlamı:

9- Cünupluğun Mahiyeti:

10- Yoldan Geçmek (Obur) İle İlgili Açıklama:

11- Cünupken Yolculuk ve Cünupken Mescidden Geçmeye Dair Hükümler ve Görüş Ayrılıkları:

12- Cünub Olanın Yapamayacağı İşler

13- Gusletme Keyfiyeti

14- Gusül Esnasında Azalar Kaçar Defa Yıkanır:

15- Vücudunu Ovalayamayan Kimse Ne Yapar:

16- Cünup Kimsenin Guslederken Sakalını Hilallemesi:

17- Mazmaza ve İstinşakın Hükmü:

18- Niyetin Hükmü:

19- Guslederken Kullanılacak Su Miktarı:

20- Teyemmüm İle İlgili Buyruklar ve Bu Buyrukların Nüzul Sebebi:

21- Hastalığın Mahiyeti ve Ruhsatları:

22- Yolculuk:

23- Teyemmüm Yapmanın Cevazı:

24- "Ayak Yolundan Gelenler":

25- Abdesti Bozan Şeyler:

26- "Kadınlara Dokunmak" Buyruğunun Anlaşılması İle İlgili Görüş Ayrılıkları:

27- Teyemmümü Mübah Kılan Sebepler ve Su Bulamamanın Mahiyeti:

28- Su Aramanın Hükmü:

29- Vakit Çıkmadan Önce Su Bulma Umudu Varsa Ne yapar:

30- Su Bulamamanın Ölçüsü:

31- Nitelikleri Değişmiş Suyun Hükmü:

32- Sudan Başka İçeceklerle Abdest Almak:

33- Yokluğu Teyemmümü Mübah Kılan Suyun Nitelikleri:

34- Teyemmümün Anlamı ve Hikmeti:

35- Teyemmüm Kelimesinin Kur'an-ı Kerim de Kullanılması ve Hz. Aişe'nin "Teyemmüm Ayeti" Derken Kastettiği Ayet-i Kerime:

 

36- Teyemmüm Mükellefiyetinin Muhatapları:

37- Teyemmüm Almış Kimse Suyu Bulursa:

38- Teyemmüm Almış Kimsenin Namaza Başlamadan ve Namazı Kıldıktan Sonra Suyu Bulmasının Hükmü:

39- Namaza Başladıktan Sonra Suyu Bulanın Hükmü:

40- Teyemmüm İle Birden Çok Namaz Kılınabilir mi?

41- Temiz Bir Toprak:

42- Teyemmüm Nelerle Yapılabilir:

43- Yüz ve Ellere Meshetmek:

44- Teyemmümün Sınırı:

45- Teyemmümde Tek Vuruş Yeterli midir:

 

1- Ayetin Nüzul Sebebi, Sarhoşluk Veren İçkilerin Haram Kılınma Aşamaları ve Mü'minlere Hitabın Sebebi:

 

Yüce Allah: "Ey iman edenler! sarhoşken ... namaza yaklaşmayın" buyruğunda, bu hitabıyla özel olarak mü'minlere seslenmektedir. Çünkü mü'minler, bir taraftan namaz kılarken, içki de içmeye devam ediyorlardı. İçki ise, onların zihinlerini aleyhlerine olmak üzere telef edip gitmişti O bakımdan bu buyrukla özel olarak onlara hitab edildi. Zira kafirler ne sarhoşken, ne de ayıkken namaz kılmazlardı.

 

Ebu Davud, Ömer b. el-Hattab (r.a.) dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:

İçkinin haram kılınışına dair buyruk nazil olmadan önce Ömer şöyle dedi:

Allah'ım, içki hakkında bize rahatlatıcı bir beyanda bulun.

 

Bunun üzerine Bakara Suresi'ndeki: "Sana içki ve kumardan soruyorlar" (el-Bakara, 219) buyruğu nazil oldu.

 

Bunun üzerine Ömer çağrıldı ve ona bu ayet-i kerime okundu. Yine: Allah'ım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun dedi. Bu sefer Nisa Süresi'nde yer alan: "Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ... namaza yaklaşmayın" ayeti nazil oldu. O bakımdan Rasülullah (s.a.v.)'ın münadisi namaz için kamet getirildiğinde şöyle seslenirdi. Dikkatli olun, namaza sarhoş bir kimse yaklaşmasın. Yine Ömer çağırıldı, ona bu ayet-i kerime okundu, bu sefer tekrar: Allah'ım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun. Bunun üzerine şu: "Artık vazgeçtiniz değilmi?" (el-Maide, 91) ayeti nazil oldu. Bu sefer Ömer: Vazgeçtik dedi."

 

Said b. Cübeyr der ki: İnsanlar, kendilerine bir emir, yahut bir yasak bildirilinceye kadar cahiliyye dönemindeki durumlarını devam ettirip gidiyorlardı. O bakımdan İslam'ın ilk dönemlerinde "Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki: Onlarda büyük bir günah ve insanlar için bazı menfeaatler vardır" (el-Bakara, 219) ayeti nazil oluncaya kadar, içmeye devam ediyorlardı. Bu ayet nazil olunca: Biz günah için değil de menfeati için içeriz, dediler. Adamın birisi içki içti ve cemaatin önüne geçip namaz kıldırırken: De ki: Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza taparım, diye okudu. Bunun üzerine: "Ey iman edenler, sarhoşken ... namaza yaklaşmayın" ayeti nazil oldu. Bu sefer, biz namazın dışında (içeriz), dediler. Bunun üzerine Ömer (r.a) şöyle dedi: Allahım içki hususunda üzerimize şifa verici (rahatlatıcı) açıklama indir. Bunun üzerine: "Muhakkak şeytan ... ister" (el-Maide, 91) ayeti nazil oldu.

 

Bunun üzerine Ömer de: Vazgeçtik, vazgeçtik, dedi. Daha sonra Rasülullah (s.a.v.)'ın münadisi (Medine sokaklarında) dolaşarak: Şunu biliniz ki, içki haram kılındı, diye nida etmeye başladı. İleride Yüce Allah'ın izniyle Maide Süresi'nde de açıklaması gelince görüleceği gibi.

 

Tirmizi de Ali b. Ebü Talib'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdurrahman b. Avf, bize bir yemek hazırladı. Bizi çağırdı. Bize içki içirdi. İçki bizi sarhoş etti. Bu arada namaz vakti girdi. Beni namaz kıldırmak üzere öne geçirdiler. Ben de: "Deki ey kafirler, sizin taptıklarınıza ben tapmam" (Kafirun, 1-2) ve, biz sizin taptıklarınıza taparız diye okudum. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ... namaza yaklaşmayın" buyruğunu indirdi. Ebü İsa (et-TirmizI) der ki:

Bu hasen, sahih bir hadistir.

 

Bu ayet-i kerimenin daha önceki buyruklar ile ilişki yönü ve ayetler arasındaki yerine gelince: Şanı Yüce Allah Daha önce "Allah'a ibadet edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın" (en-Nisa, 36) diye buyurdu. İmandan sonra da ibadetlerin başı olan namazı söz konusu etti.

 

Bundan dolayı namazı israrla terk eden kişi öldürülür ve farziyeti sakıt olmaz. Bu şekilde anlatım, kendileri bulunmaksızın sahih olması sözkonusu olmayan namazın şartlarını açıklamaya kadar geldi.

 

2- Ayet-i Kerimedeki Sarhoşluğun Mahiyeti:

 

İlim adamlarının cumhuru fukaha topluluğunun kanaatine göre, ayet-i kerime de geçen sekr (sarhoşluk) dan kasıt, içki dolayısıyla sarhoşluktur. Ancak, ed-Dahhak, buradaki sarhoşluktan kasıt, uykudur demektedir. Çünkü, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse, namazdayken uyuklayacak olursa, uykunun etkisi üzerinden gidinceye kadar yatıp uyusun. Çünkü, belki de o, mağfiret dilemek isterken, kendi kendisine beddua edebilir."

 

Abide es-Selmani der ki: "Sarhoşken" den kasıt, idrarın seni sıkıştırmışken demektir. Çünkü Hz. Peygamber: "Sizden herhangi bir kimse, sakın idrarı kendisini sıkıştırmışken -bir rivayette de: Bacakları arasındakini sakıştırmış olduğu halde- asla namaz kılmasın."

 

Derim ki: ed-Dahhak ve Abide'nin söyledikleri, mana itibari ile doğrudur.

 

Çünkü namaz kılandan istenen şey, bütün kalbiyle Yüce Allah'a yönelmesi, başka şeylere iltifatı terketmesi, uyku, idrar sıkışıklığı ve açlık gibi şaşırmasına sebep olabilecek, gönlünü, hatırını meşgul edecek, halini değiştirecek herşeyden uzak durması gibi şeyler istenir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Akşam yemeği hazırken, namaz için kamet getirilirse, akşam yemeğini yiyerek işe başlayın."

 

Böylelikle Hz. Peygamber, insanın hatırına taalluk edebilecek şaşırtıcı herbir unsurun ortadan kalkmasını gözönünde bulundurmuştur. Ta ki kul, başka şeylerle meşgul olmayan bir kalp ve bütün özü ile Rabbine ibadete yönelsin ve namazında gerektiği gibi huşu duysun. Bu ayet-i kerimenin kapsamına ileride geleceği üzere: "Mü'minler felah bulmuşlardır. Onlar ki, namazlarında huşu gösterenlerdir" (el-Mu'minun, 1-2) buyrukları da girmektedir. İbn Abbas da der ki: Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, sarhoşken ... namaza yaklaşmayın" buyruğu, Maide Suresi'nde yer alan: "Ey iman edenler namaza kalkacağınız zaman ... yıkayınız" (el-Maide, 6) ayeti ile nesh olmuştur. Bu görüşe göre de mü'minlere sarhoş oldukları halde namaz kılmamak emri verilmiş olmaktadır.

 

Daha sonra ise her halükarda namaz kılmaları emrolunmuştur. Bu ise nihai haram hükmü gelmezden önce böyleydi. Mücahid ise der ki: Bu ayet-i kerime, içkiyi haram kılan ayetle nesh olmuştur. İkrime ve Katade de böyle demiştir. Daha önce zikrettiğimiz Hz. Ali yoluyla gelen hadis-i şerif dolayısıyla bu konuda sahih olan da budur.

 

Rivayet olunduğuna göre Ömer b. el-Hattab (r.a) şöyle demiştir: Namaz için kamet getirildi. Resulullah (s.a.v.)'ın münadisi de şöyle seslendi: Sakın sarhoş olan bir kimse namaza yaklaşmasın. Bunu da en-Nehhas nakletmiştir. edDahhak ve Abıde'nin görüşlerine göre ise, ayet-i kerime muhkem olup, ayette nesh sözkonusu değildir.

 

3- Sarhoşken Namaza Yaklaşmama Hitabının Muhatapları:

 

Yüce Allah'ın: "Yaklaşmayın" buyruğundaki fiilin "ra" harfi üstün okunacak olursa, öyle bir fiili işlemeye kalkışmayın anlamına gelir. Şayet ötreli okunursa, böyle birşeye kalkışmayın, yaklaşmayın anlamına gelir.

 

Ayet-i kerimede hitap, aklıbaşında, sarhoş olmayan bütün ümmetedir.

Sarhoş bir kimse ise, sarhoşluğu dolayısıyla temyiz gücünü kaybedecek olursa, aklı başından gitmiş olduğundan dolayı o vakitte muhatab değildir. Ancak o, kendisi için vacib olan emirleri yerine getirmekle muhataptır. Diğer taraftan sarhoş olduğu sıralarda, sarhoş olmadan önce mükellef olduğu kesinlik kazanmış hükümlerden vakti geçtiği için yerine getirmediklerinin de ayrıca keffaretini (yani kazasını v. b.) yerine getirmelidir.

 

4- "Namaza Kalkmak"ın Anlaşılması:

 

İlim adamları burada namaz (es-Salat) ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim, bundan maksat bizatihi bilinen ibadettir, demektedir. Bu, Ebu Hanife'nin de görüşüdür. O bakımdan daha sonra: "Ne söylediğinizi bilinceye kadar" diye buyurulmuştur.

 

Bir başka kesim ise bundan kasıt, namazın kılındığı yerlerdir, demektedir.

Bu da Şafii'nin görüşüdür. Ona göre, burda muzaf hazfedilmiştir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde: "Elbette birçok manastırlar, kiliseler, havralar (salavat) yıkılır giderdi" (el-Hac, 40) diye buyurmaktadır Görüldüğü gibi, burada da namaz kılanan yerlere "salat" adı verilmektedir. Bu açıklamaya Yüce Allah'ın: "Ve bir de cünüp iken -yolcu olmanız müstesna-" buyruğu da delalet'etmektedir. Bu ise, cünüp olan bir kimsenin mescidden -orada namaz kılmak için değil de- geçip gitmesinin caiz olmasını gerektirmektedir.

 

Ebu Hanife: "Birde cünüp iken -yolcu olmanız müstesna-" buyruğundan maksat, su bulamaması halindeki yolcudur. Böyle bir kimse teyemmüm eder ve öylece namazını kılar der. Buna dair açıklama da ileride gelecektir.

 

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Bu buyrukta "namaz"dan kasıt, hem namaz kılınan yerdir, hem da namazın kendisidir. O dönemlerde ashab-ı kiram, ancak namaz için mescide gelirler ve hep birlikte namaz kılarlardı. O bakımdan namaz ile namaz kılınan yer birbirinden ayrı görülmezdi.

 

5- "Sekr / Sarhoşluk" Kelimesinin Anlamı.

 

Tekil, ve Çoğul Olarak Kullanılışı: Yüce Allah'ın "Sarhoşken, sarhoş olduğunuz halde" buyruğu mübteda ve haberdir. "Yaklaşmayın" emrinden hal mahallinde bir cümledir. "Sarhoşlar" kelimesi, (...) Sarhoş kelimesinin çoğuludur. en-Nehai, bu kelimeyi "sin" harfini üstün olarak; (...) diye okumuştur ki, bu da (...) kelimesinin mükesser çoğuludur. Bunun bu şekilde teksir ediliş sebebi, sekr'in aklı ilgilendiren bir afet oluşudur. O bakımdan, bu kelime de, sara'ya düşmüş kimseler anlamını veren; (...) kelimesi ve bu türden diğer kelimeler vezninde çoğul yapılmıştır. el-A'meş ise bu kelimeyi "sin" harfini ötreli olarak "hubla" gibi okumuştur. O takdirde bu kelime tekil bir sıfat olur. Çoğul ile ilgili olarak, tekil bir sıfat ile haber vermenin caiz oluşu da çoğula dair tekil bir kelime ile haber vermek şeklindeki kullanışlarına (Arapların kullanışlarına) göre caiz görülmüştür.

 

Sekr (sarhoşluk), sahv'ın (ayıklığın) zıddıdır. Bu kelime (...) şekillerinde kullanılır. Kişinin gözünün şaşkınlığını ifade etmek için; de (...) denilir. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki gözlerimiz döndürülmüş, şaşırtılmış ... " (el-Hicr, 15) buyruğundaki "sekr" bu anlamdadır. Bu kelime, "kef" harfi şeddeli olarak, açık birşeyi kapatmak, yarığı kapatmak anlamında da kullanılır. Buna göre sekran (sarhoş), sahip olduğu akıllı halden kopan, ondan uzaklaşan kimse demektir.

 

6- İslam'ın İlk Dönemlerinde İçkinin Yasak Olmayışı:

 

Bu ayet-i kerimede, İslamın ilk dönemlerinde içki içmenin, kişiyi sarhoşluk derecesine ulaştırıncaya kadar mübah olduğuna dair bir delil, hatta açık bir nass vardır. Şöyle de denilmiştir: Sarhoş olmak akli bakımdan haram görülmektedir. Ve hiçbir dinde de mübah kılınmış değildir. Onlar, bu ayet-i kerimedeki sekr'i de uyku diye yorumlamışlardır. el-Kaffal der ki: Muhtemeldir ki onlara, insan tabiatını cömertliğe, kahramanlığa ve hamiyette harekete geçirecek miktarda içki içmeleri mübah kılınmıştır. Derim ki, böyle bir mana onların şiirlerinde de vardır. Nitekim Hassan (b. Sabit) şöyle demiştir: "Biz onu (şarabı) içeriz, o da bizi kıralmışız gibi yapar."

 

Bu anlamda daha önce el-Bakara Süresi'nde (219. ayet, 6. başlıkta) doyurucu açıklamalarda bulunmuştuk. el-Kaffal der ki: Kişiyi, delilik ve baygınlık noktasına getirecek kadar aklı izale eden sarhoşluğa gelince, böyle bir maksatla içki içmek mübah kılınmış değildir. Ancak böyle bir kastı olmaksızın bu derece sarhoş olsa, bunun sorumluluğu bu şekilde sarhoş olandan kaldırılmış bulunuyordu.

 

Derim ki: Bu doğru bir açıklamadır. Bu açıklamalar, Maide Süresi'nde, Hz. Hamza kıssasında (el-Maide, 90-92. ayetler, 3. başlıkta) gelecektir. Müslümanlar, bu ayet-i kerime nazil olunca, namaz vakitlerinde içki içmekten uzak duruyorlardı. Yatsı namazını kıldıktan sonra içki içerlerdi. Yüce Allah'ın: "Ar-. tık vazgeçtiniz değil mi" (el-Maide, 91) buyruğunda haram kılındığı hükmü nazil oluncaya kadar bu halde devam ettiler.

 

7- Sarhoş İken Yapılan Tasarruflar ve Bu Tasarrufların Hükmü:

 

Yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bilinceye kadar" buyruğunun anlamı: öylediğinizden-yanlış olmadığından emin olarak, kesin olarak doğru olduğunu bilinceye kadar. .. demektir. Sarhoş ise ne söylediğini bilmez.

 

Bundan dolayı Osman b. Affan (r.a) şöyle demiştir: Sarhoşun boşaması geçerli değildir. Aynı zamanda bu, İbn Abbas, Tavus, Ata, el-Kasım, ve Rabia'dan da rivayet edilmiştir. Bu aynı zamanda, Leys b. Sa'd'ın, İshak, Ebü Sevr ve el-Müzenı'nin de görüşdür.

 

Tahavı de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: İlim adamları bunakın boşamasının caiz olmadığını icma ile kabul etmişlerdir.

 

Sarhoş olan bir kimse ise vesvese dolayısıyla bunaklaşmış bir kimse gibidir. Yine ilim adamları, (uyuşturucu bir ot olan) ban otunu alıp, aklı giden kimsenin boşamasının caiz olmadığı hususunda ihtilaf etmemişlerdir. O bakımdan içkiden dolayı sarhoş olanın da durumu böyledir.

 

Bir kesim de sarhoşun boşamasını geçerli kabul etmişlerdir. Ömer b. elHattab, Muaviye ve bir gurup tabiinden bu görüş rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu, Ebü Hanife, es-Sevri ve el-Evzai'nin de görüşüdür. Şafii'nin bu konudaki görüşleri farklı farklı gelmiştir.

 

Malik ise, sarhoşun talakını geçerli kabul ettiği gibi, yaralamalarda ve öldürmede kısası da öngörür. Ancak, sarhoşun nikah ve satışını onun için bağlayıcı kabul etmez.

 

Ebü Hanife derki: Sarhoşun bütün fiilleri ve akidleri, tıpkı aklı başında olan kimseninki gibi sabit ve geçerlidir. Bundan irtidat müstesnadır.

 

Böyle bir kimse irtidat edecek olursa, -istihsanen kabul edilmesi müstesna- hanımı ondan bain olmaz.

 

Ebu Yusuf der ki: Sarhoşluk halinde mürted olur Aynı zamanda bu, ŞafiI'nin de görüşüdür. Şu kadar var ki, sarhoş halde iken onu öldürmez ve tevbe etmesini de istemez.

İmam Ebu Abdullah el-Mazerı ise der ki : Bizde şaz bir rivayet vardır. Buna göre sarhoşun talakı bağlayıcı değildir. Muhammed b. Abdilhakem ise der ki: Sarhoşun talakı da, boşaması da geçerli değildir. İbn Şas da şöyle demektedir: eş-Şeyh Ebu'l-Velid, konu ile ilgili görüş ayrılığını bir parça aklı başında bulunan, ancak kendiliğinden karışıklığın önüne geçemeyip hem hata, hem isabet eden ve böylelikle karıştıran kimse ile ilgili olarak kabul etmekte ve şöyle demektedir: Göğü yerden, erkeği kadından tanıyamayacak, ayırt edemeyecek kadar sarhoş olana gelince, böylesinin hem kendisiyle insanlar arasında, hem de kendisiyle Allah arasındaki bütün fiil ve hallerinde deli gibi değerlendirileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bundan tek istisna, vakitleri geçen namazlardır. Bu konuda şöyle denilmiştir: Deliden farklı olarak böyle bir sarhoştan namaz sakıt olmaz. Çünkü o, bizzat kendi kendisini sarhoşluğa itmekle, vakti çıkıncaya kadar, kasten o namazı terketmiş gibi olur.

 

Süfyan es-Sevri der ki: Sarhoşluğun sınırı, akl! dengenin bozulmasıdır. Eğer Kur'an okuması istendiğinde, bu kıraati karıştırır ve bilmediği şeyler söyliyecek olursa, ona sopa cezası uygulanır.

 

Ahmed de der ki: Sağlıklı haline göre aklında değişme görülecek olursa, o kişi sarhoş demektir. Malik'ten de buna yakın bir tanım nakledilmiştir.

 

İbnü'I-Münzir der ki: Kur'an okuyuşu sırasında karıştırırsa sarhoş demektir. Buna delil de, Yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bilinceye kadar" buyruğudur. Eğer ne söylediğini bilmeyecek halde ise, orayı kirletme korkusuyla mescidden uzak durur. Kılacağı namaz da sahih olmaz. Kılacak olsa, (ayıkınca) kazasını yapar. Şayet söylediğini bilecek durumda olup, namaz kılacak olursa, hükmü ayık kimsenin hükmü gibidir.

 

8- "Cünup" Kelimesinin Anlamı:

 

Yüce Allah'ın: "Bir de cünup iken ... yaklaşmayın" buyruğu, Yüce Allah'ın: "Ne söylediğinizi bilinceye kadar" buyruğundaki mansub cümlenin mahalline atfedilmiştir. Yani, cünup iken de namaz kılmayınız demektir. (...) kullanılışları aynı anlamda, cünup oldunuz demektir. Cünup lafzının müennesi de yoktur, tesniye ve çoğulu da yoktur Çünkü bu kelime, "buud ve kurb; uzaklık ve yakınlık" kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi hafifleterek, (...) diye söylerler. Bu kelimeyi bu şekilde okuyanlar da olmuştur. el-Ferra der ki: "Kişi cünub oldu," ifadesi cenabetten gelmektedir.

Bir şivede cünup kelimesinin, tıpkı "unk" ve "a'nak," "tunub ve etnab" (boyun, boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar) gibi çoğul yapıldığı da söylenmiştir. Tekili kastederek "canib" diye bu kelimeyi kulIanmak halinde, çoğul için "cünnab" tabiri kullanılır. Binici ve biniciler için "rakib ve rukkab" demek gibi. Kelime asıl itibariyle uzaklık demektir. Adeta cünup, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz halinden uzaklaşmış gibi olduğundan bu ismi alır. Şair der ki: "Beni (yanında esir bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme! Çünkü ben, çadırlar ortasında garip kalmış bir kimseyim."

 

Cunub adam, yabancı adam anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenabet (mücanebet) erkeğin kadın ile içli dışlı olması demektir.

 

9- Cünupluğun Mahiyeti:

 

ümmetin cumhuru, cünup kimsenin, ya inzal (menisinin şehvetle ve kuvvetle akması) veya sünnet yerlerinin birbirine kavuşması dolayısıyla temiz olmayan kimse olduğunu kabul etmektedir. Ashabtan bazılarından, inzal olmadıkça gusül olmayacağına dair görüş rivayet edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber: "Su (ile yıkanmak), ancak sudan (meninin gelmesinden) dolayıdır" diye buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

 

Buhari'de ise Ubeyy b. Ka'b'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Resulü, erkek kadın ile cima edip de inzal olmazsa (hüküm nedir) diye sorması üzerine, Hz. Peygamber de: "Kendisinden kadına temas eden tarafını yıkar, sonra da abdest alır, namaz kılar." Ebu Abdullah (Buhari) der ki: Ancak gusletmek daha ihtiyatlıdır. Öbür görüşü ise, bu konudaki (ilim adamlarının) ihtilafları dolayısıyla açıkladım.

 

Müslim de Sahih'inde bunu, yukarıda belirttiğimiz şekilde bu manada rivayet etmiş ve hadisin sonunda şöyle demiştir: Ebu'l-Ala b. eş-Şıhhır dedi ki:

 

Nasıl ki Kur'an'ın bazısı diğer bazısını nesh ediyor idiyse, Resulullah (s.a)'ın hadisinin de bazısı bazısını nesh ederdi. Ebu İshak der ki: İşte bu nesh olmuştur. Tirmizı de der ki: Bu hüküm, İslamın ilk dönemlerinde böyleydi, sonra nesh oldu.

 

Derim ki: Ashabdan, tabiinden ve İslam aleminin değişik bölgelerindeki fakihlerinden büyük bir topluluk bu görüştedir. Aynı zamanda, iki sünnet yerinin birbirine kavuşması ile guslün icabettiğini kabul etmektedirler. Bu hususta önceleri ashab-ı kiram arasında görüş ayrılığı var idiyse de, daha sonra bu hususta Hz. Aişe'nin Peygamber (s.a.v.)'den yaptığı rivayetten anlaşılan hükmü kabul etmişlerdir. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Erkek, hanımının dört dalı arasına oturup, sünnet yeri, sünnet yerine değerse gusül icabeder." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

 

Buhari ile Müslim'de de, Ebu Hureyre yoluyla gelen hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

 

"Erkek kadının dört dalı arasında oturur, sonra da üzerine kendisini iterse, erkeğe (de kadına da) gusül icabeder." Müslim ayrıca: "İnzalde bulunmasa dahi" fazlalığını eklemektedir. İbnü'l-Kassar der ki: Kendilerinden öncekilerin hilafından sonra, tabiin ve onlardan sonra gelenler: "İki sünnet yeri birbirine kavuştuğu takdirde" hadisi gereğince amel etmeyi icma ile kabul etmişlerdir. Görüş ayrılığından sonra icma sahih olarak nakledilecek olursa, o vakit icma, görüş ayrılıklarını ortadan kaldırır (hükümsüz kılar).

Kadı İyad der ki: Ashab'ın konu ile ilgili görüş ayrılığından sonra bu kanaati izhar eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz. Bundan tek istisna, el-A'meş'den ve Davud el-Asbahani'den bu doğrultuda nakledilen görüşlerdir. Rivayet olunduğuna göre Ömer (r.a.) insanları, "su, sudan dolayı gerekir" hadisi gereğince amel etmeyi terk etmeye mecbur etmiştir. Buna sebep ise, onların bu konudaki ihtilafları olmuştur. İbn Abbas ise bu hadisi, ihtilama tevil etmiş ve böyle açıklamıştır. Yani su ile gusletmek, ihtilam halinde suyun inzali dolayısıyla (meninin gelmesi dolayısıyla) icabeder. İnzal olmadığı takdirde, rüyasında cima ettiğini görse dahi, gusletmesi gerekmez. Bu ise, bütün ilim adamları arasında görüş ayrılığı bulunmayan bir meseledir.

 

10- Yoldan Geçmek (Obur) İle İlgili Açıklama:

 

Yüce Allah'ın: "Yolcu olmanız müstesna" buyruğunda yer alan, (...): "Yoldan geçenler" kelimesi ile aynı kökten (...): Yolu aştım, geçtim tabiri, yolu bir tarafından öbür tarafına katettim demektir. Nehir hakkında da kullanılır, mastarı "u'bur" gelir. "İbr'u'n-Nehr" ise, nehrin kıyısı demektir. Buna " 'ubr" da denilebilir. Mı'ber ise, üzerinden yolun aşıldığı gemi veya köprü demektir. Abirü's-Sebil yoldan gelip geçen demektir. (...) İse, üzerinde devamlı yolculuk yapılan ve hızlıca yürüdüğü için sırtında, öğlenin şiddetli sıcağında dahi geniş arazilerin, mesafelerin kat edildiği deve hakkında kullanılır. Şair de der ki: "(O öyle bir devedir ki) gayretle, hızlıca ve bütün gücüyle yol alır. Uzun tüylü deve kuşu gibi, gün ortası sıcağında çölleri kateder."

 

Bir başka şair de der ki: "Allah'ın kazası herşeye galip gelir. Sabırsız olanla da, çok sabırlı olanla da oynar o. Eğer ölürsek, şüphesiz bizim de denklerimiz vardır. Şayet hayatta kalırsak, ölümümüz, zaten adanmışız gibi, kaçınılmazdır."

 

11- Cünupken Yolculuk ve Cünupken Mescidden Geçmeye Dair Hükümler ve Görüş Ayrılıkları:

 

İlim adamları, Yüce Allah'ın: "Yolcu olmanız müstesna" buyruğunun anlamı hakkında farklı kanaatlere sahiptir. Ali (r.a) ile İbn Abbas, İbn Cübeyr, Mücahid ve el-Hakem, Abirü's-Sebil, yolculuk yapan kimse demektir derler. Herhangi bir kimsenin gusletmedikçe, cünub olduğu halde namaza yaklaşması sahih değildir. Bundan istisna yolcu olandır, o da teyemmüm eder. Bu, Ebü Hanife'nin görüşüdür. Çünkü ikamet olunan yerlerde çoğunlukla su bulunur. O bakımdan, ikamet halinde bulunan kişi, su bulunduğundan dolayı gusleder. Yolculuk yapan kimse ise, su bulamazsa, teyemmüm eder.

 

İbnü'I-Münzir der ki: Rey ashabı, yolculukta bulunan cünup kimsenin eğer içinde su bulunan bir mescidden yolu uğrayacaksa, önce teyemmüm eder, sonra mescide girip oradan su çeker, daha sonra da suyu mescidin dışına çıkartır (ve gusleder)

 

Bir kesim ise, cünubun mescide girmesine ruhsat vermiştir. Bazıları da Peygamber (s.a.v.)'ın: "Mü'min necis değildir" hadisini delil gösterirler. İbnü'l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz, bu görüşteyiz.

 

Yine İbn Abbas, İbn Mes'ud, İkrime ve en-Nehai der ki: Abirü's-Sebil, yoldan geçip giden kimse demektir. Aynı zamanda bu, Amr b. Dinar ile Malik ve Şafii'nin de görüşüdür.

 

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Cünup olan bir kimse, çaresiz kalmadıkça mescidden geçmez. Çaresiz kalırsa teyemmüm eder ve öylece mescidden geçer. es-Sevri ve İshak b. Rahaveyh böyle demiştir.

 

Ahmed ve İshak, cünub kimse hakkında, abdest aldığı takdirde mescidde oturmasında mahzur yoktur, demektedirler. Bu görüşlerini İbnü'l-Münzir nakletmektedir. Bazıları da, ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu rivayet ederler: Ensardan bir topluluğun, evlerinin kapıları mescide açılırdı. Onlardan herhangi birisi cünub oldu mu, mescidden geçmek zorunda kalırdı.

 

Derim ki: Bu doğrudur. Ayrıca bunu, Ebu Davud'un, Decace'nin kızı Cesre'den yaptığı şu rivayet desteklemektedir: Cesre dedi ki: Aişe (r.anha)'yı şöyle derken dinledim: Resulullah (s.a.v.), ashabının evlerinin yüzlerini (kapıların) mescide doğru açılmakta olduğunu gördü ve: "Bu evlerin yolunu mescidden başka tarafa çeviriniz" diye buyurdu. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) içeri girdi. Fakat ev sahipleri, konu ile ilgili kendileri hakkında bir ruhsat iner umudu ile, hiçbir değişiklik yapmadılar. Yine Hz. Peygamber yanlarına Çıkıp şöyle buyurdu: "Bu evlerin yönlerini mescidden başka tarafa çeviriniz. Çünkü ben mescidi, ay hali olan bir kadına da, cünub bir kimseye de helal kılmıyorum." 

 

Müslim'in Sahih'inde de şöyle denilmektedir: "Mescidde Ebu Bekir'in kapısından başka, oraya açık hiç bir kapı bırakılmasın." Böylelikle Resulullah (s.a.v.), bütün kapıların kapatılmasını emretti. Çünkü bu durum, mescidin yol edinilmesini ve mescidden geçip gitmeyi beraberinde getiriyordu. Hz. Ebu Bekir'e ikram olsun ve özelliği dolayısıyla onun kapısını istisna etmişti. Çünkü, çoğunlukla birbirlerinden ayrılmazlardı.

 

Peygamber (s.a.v.)'ın, Ali b. Ebi Talib (r.a) dışında herhangi bir kimseye, mescidden yol gibi geçip gitmesini ve orada lüzumsuz oturmasına izin vermediği rivayet edilmiştir. Ayrıca bunu Atiyye el-Avfi de Ebu Said el-Hudri'den rivayet etmektedir. Ebu Said dedi ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Mescidde cünup olmak, hiçbir müslüman için -ben ve Ali müstesna- uygun düşmez ve olacak şey de değildir."

 

İlim adamlarımız derler ki: Bunun böyle olması caiz (mümkün) dir. Çünkü, Hz. Ali'nin evi de mescidin bünyesi içerisinde idi. Tıpkı Peygamber (s.a.v.)'in evinin de mescidin bünyesi içerisinde olduğu gibi. Her ne kadar her ikisinin evi de mescidin içerisinde değil ise de bizzat mescide bitişiktiler ve evlerinin kapıları mescide açılıyor idi. Resulullah (s.a.v.), böylelikle onları mesciddenmiş gibi değerlendirdi ve "hiçbir müslüman için ... caiz değildir" hadisini irad buyurdu. Hz. Ali'nin evinin mescidde olduğuna delalet eden rivayetlerden birisi de, İbn Şihab'ın Salim b. Abdullah'tan şöyle dediğine dair rivayetidir: Adamın birisi babama, Ali ve Osman'dan (Allah ikisinden de razı olsun) hangisinin daha hayırlı olduğuna dair soru sordu. Abdullah b. Ömer ona şöyle dedi: İşte bu Resulullah (s.a.v.)'ın evi. Yanıbaşında da Hz. Ali'nin evine işaret etti. Mescidde bu iki evden başkası yoktu dedi ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti.

 

Buna göre Hz. Peygamber ve Hz. Ali, mescidde cünup olmuyorlardı. Evlerinde cünub oluyorlardı. Fakat evleri, mescidin bünyesindendi. Çünkü kapıları mescide açılıyordu. O bakımdan, cünub halde evlerinden çıkacak olurlarsa, mescidi yol gibi geçiyorlardı.

 

Diğer taraftan bunun onlara has bir özellik olması da mümkündür. Peygamber (s.a.v.)'in, zaten özel bir takım durumları vardı. İşte bu da onun özelliklerinden birisi kabul edilir. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) da bu konuda Hz. Ali'ye bir özellik tanıyarak, başkasına ruhsat olmayan bir hususu ona da ruhsat olarak verdi. Her ne kadar evlerinin kapıları mescidin içerisinde bulunuyor idiyse de, mescidde onların evlerinin kapılarından başka birtakım kapılar da vardı. Öyleki Peygamber (s.a.v.), Hz. Ali'nin kapısı dışında diğer kapıların kapatılmasını emretmişti. Amr b. Meymun, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Bütün kapıları -Ali'nin kapısı müstesna- kapatınız." 

 

Böylece Hz. Peygamber; Hz. Ali'ye kapısının mescide açılmasına ilişmemek suretiyle bir özellik tanımış oldu. Hz. Ali de evi mescidde olduğu halde evinde cünup olurdu.

Hz. Peygamber'in: "Mescide açılan kapılardan Ebu Bekir'in kapısından başka bir kapı bırakmayınız" hadisine gelince, bu -Allahu alem- şöyle idi: Mescide bakan çıkış olarak kullanılan birtakım kapılar vardı. Evlerin asıl kapıları ise mescidin dışında bulunuyordu. Hz. Peygamber, işte bu ikinci çıkışların kapatılmasını emrederken, ona ikram olmak üzere, Hz. Ebu Bekir'in çıkışını bırakmıştı. Buna karşılık Hz. Ali'nin ana kapısı, giriş ve çıkışta kullandığı kapısı (mescide açılıyordu). İşte İbn Ömer bunu: "Ve mescidde ikisinden başkası yoktu" diyerek açıklamaktadır.

 

Denilse ki: Ata b. Yesar'dan şöyle dediği sabittir: Peygamber (s.a.v.)'in ashabından bazı kimseler, cünup oluyor, buna karşılık abdest alıp mescide geliyor ve mescidde konuşuyorlardı. İşte bu, cünup bir kimsenin abdest aldığı takdirde mescidde kalmasının caiz olduğuna delildir. Bu, Ahmed'in ve İshak'ın da -belirttiğimiz gibi- görüşüdür.

 

Buna cevap şudur: Abdest almak cünupluk hadesini kaldırmaz. İbadet için vaz' olunmuş ve zahiri pislikten korunmuş her bir yere, bu iş için yapacağı ibadeti kabul olunmayanın ve bu ibadete başlaması sahih olmayanın girmemesi gerekir. Onlardan nakledilen, çoğunlukla bilinen halleri ise, evlerinde gusledip geldikleridir.

 

Eğer abdest bozucu başka haller sizin bu dediğinizi iptal eder, denilecek olursa, şöyle deriz: Öbür haller, çokça vaki olur ve bunlardan dolayı abdest almak zor gelir. Yüce Allah'ın: " ... ve bir de cünup iken -yolcu olmanız müstesna- ... " buyruğu başka açıklamalara ihtiyaç bırakmayacak şekildedir ve yeterlidir. Mescidde cünupken durup beklemek caiz olmadığına göre, mushafa el değdirmenin ve onda okumanın caiz olmaması öncelikle sözkonusudur. Çünkü mushafın saygınlığı (hürmeti) daha büyüktür. Buna dair açıklamalar ise, Yüce Allah'ın izniyle, el-Vakıa Suresi'nde (75-80. ayetler, 5. başlıkta) gelecektir.

 

12- Cünub Olanın Yapamayacağı İşler

 

Bizim mezhebimizin alimlerine göre, cünup olan bir kimsenin, az sayıdaki bir takım ayetleri istiaze (ve dua) maksadı ile okumak dışında, çoğunlukla Kur'an-ı Kerim okumasına engel olunur. Musa b. Ukbe, Nafi'den, o, İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Cünup ve ay hali olan kimse, Kur'an-ı Kerimden herhangi birşey okumasın". Bunu İbn Mace rivayet etmiştir.

 

Darakutni de, Süfyan'dan o, Mis'ar ve Şu'be'den, Mis'ar ve Şu'be, Amr b. Mürve'den, o, Abdullah b. Seleme'den, o da Hz. Ali'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.v.)'ı cünup olması hali müstesna, hiçbir şey Kur'an-ı Kerim okumaktan engellemezdi Süfyan dedi ki: Şu'be bana şöyle dedi: Bu benim naklettiğim hadislerin en güzelidir." (Darakutni, I, 119)

 

Bunu İbn Mace de rivayet edip Bize Muhammed b Beşşar anlattı, bize Muhammed b. Cafer anlattı, bize Şu'be, Amr b. Murre'den anlattı diyerek, bu manada bir hadis zikretmektedir. Bu ise, sahih bir isnaddır.

 

İbn Abbas'ın, Abdullah b. Revaha'dan rivayetine göre, "Resulullah (s.a.v.), bizden herhangi bir kimsenin cünup olduğu halde Kur'an okumamızı yasakladı" demektedir. Bunu Darakutni rivayet etmiştir. (Darakutni, I, 120)

 

Yine İkrime'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İbn Revaha, hanımının yanında yatmakta iken, odanın bir tarafında bulunan cariyesinin yanına kalkıp gitti ve onunla cima etti. Hanımı uyandığında onu yatağında göremeyince, ayağa kalktı, odadan dışarıya çıkınca, onu cariyesi üzerinde gördü. İçeri dönüp, bıçağı aldıktan sonra tekrar dışarı çıktı. Bu sırada Abdullah işini bitirmiş, ayağa kalkmıştı. Hanımının elinde bıçak taşıdığını görünce, ne oluyorsun? diye sordu. Karısı ona. Ne mi oluyorum? Eğer az önce seni gördüğüm şekilde görse idim, bu bıçağı senin omuzlarının arasına saplayacaktım. Abdullah hanımına. Beni nerede gördün ki? diye sorunca, hanımı. Seni cariyenin üzerinde gördüm, dedi. Bu sefer Abdullah: Hayır, beni öyle görmüş olamazsın. Ayrıca şunu bil ki, Resulullah (s.a.v.) bizden herhangi bir kimsenin cünupken Kur'an okumasını yasaklamış bulunmaktadır. Karısı: O halde sen de Kur'an oku bakayım dedi. -Karısı Kur'an okumasını bilmiyordu- Bu sefer Abdullah şöyle dedi:

 

"Resulullah bize geldi -Allah'ın Kitabını okuyarak- Tan yeri ağardığında parıldayan bir kılıcın aydınlık saçışı gibi. Körlükten sonra hidayeti getirdi o, kalplerimiz ona İnanmaktadır. Onun dediği olacaktır, diye.

 

Geceyi geçirir, yanı yatağından uzaklarda.

 

Müşrikler yataklarında uyuyup ağırlaştıkları vakit." Hanımı bunun üzerine:

 

Allah'a iman ettim ve gözümün gördüğünü yalanladım.

Sabah olunca, Rasülullah'ın (s.a.v.)'ın yanına gitti. Ona olanları haber verince, Rasülullah (s.a.v.) azı dişleri görününceye kadar güldü. (Darakutni, I, 120)

 

13- Gusletme Keyfiyeti

 

Yüce Allah: "Gusledinceye kadar ... " buyruğu ile, cünup olanın gusletmedikçe namaz kılmasını yasaklamaktadır.

 

Gusletmek, aklen kavranılabilen bir iştir. Araplarca bu kelimenin ne anlama geldiği bilinmektedir. Bu kelime ile, suyun el ile birlikte yıkanan şey üzerinden geçirilmesi kast edilir. O bakımdan Araplar, "elbiseyi gaslettim (yıkadım) tabiri ile, üzerine suyu döktüm ve elbiseyi suya daldırdım tabirleri icin farklı ifadeler kullanmışlardır.

 

Bu husus böylece anlaşıldığına göre, şunu bil ki, ilim adamları cünup olan bir kimsenin, vücuduna suyu dökmesi yahut suya dalmakla ovalamaması halinde hükmün ne olacağı hakkında farklı görüşlere sahiptir. Malik'in mezhebinde meşhur olan görüşe göre, vücudunu ovalamadıkça, sadece suya dalması yeterli değildir. Çünkü Yüce Allah, cünup olana gusletmesini emretmektedir. Tıpkı namaz kılan kimseye, yüzünü ve ellerini gasletmesi (yıkamasını) emrettiği gibi. Abdest alan bir kimsenin, su ile, ellerini yüzüne ve ellerinin üzerine geçirmesi kaçınılmaz birşeydir. İşte, cünubun bütün bedeni de böyledir. Onun başı da abdest alan kimsenin yüzü ve elleri hükmündedir.

 

Bu aynı zamanda el-Müzenı'nin de görüşü ve tercihidir. Ebu'l-Ferac Amr b. Muhammed el-Malikı der ki: Gusletmek lafzından anlaşılması makul olan mana budur. Çünkü iğtisal, sözlükte ithal kipindedir. Ellerini (yıkadığı şeyin) üzerinden geçirmiyen bir kimse, aslında su dökmekten başka bir iş yapmış olmuyor. Dilciler, bu şekilde davranan bir kimseye, gusleden kimse adını vermezler. Böyle birisine ya su döken, ya da suya dalan kimse adını verirler.

 

(Ebu'l-Ferac devamla) der ki: İşte Peygamber (s.a.v.)'den rivayetler bu doğrultuda gelmiştir. Mesela, onun şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Her bir kılın altında cenabet vardır. O halde saçları (kılları) yıkayın ve teni iyice temizleyin." Temizlemek (ink ise, -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- ancak, belirttiğimiz şekilde, elin tenin üzerinden ovalamak suretiyle geçirilmesiyle olabilir.

 

Derim ki: Delil diye gösterilen bu hadiste, şu iki sebepten dolayı (görüşüne) delil olacak bir taraf yoktur: Evvela, bu hadisin tevilinde farklı kanaatler izhar edilmiştir. Süfyan b. Uyeyne der ki: Hz. Peygamber'in: "Teni iyice temizleyiniz" buyruğundan kasıt, fercin yıkanması ve temizlenmesidir. Hz. Peygamber burada, ten ile, kinaye yoluyla ferci kastetmiştir. İbn Vehb de der ki: Ben, hadislerin açıklanması konusunda İbn Uyeyne'den daha bilgili bir kimseyi görmedim. İkinci olarak, bu hadisi, Ebu Davud, Sünen'inde rivayet etmiş ve bunun hakkında: "Bu hadis zayıftır" demektedir. İbn Dase yoluyla gelen (Ebu Davud) rivayetinde böyle denilmektedir. el-Lu'lui'nin Ebu Davud'dan rivayetinde ise, şu ifade vardır: Haris b. Vecih, zayıf bir ravidir. Onun hadisi münkerdir.

 

Böylelikle bu hadisin delil gösterilme imkanı ortadan kalkmakta, geriye, daha önceden de açıkladığımız gibi, dildeki bu kelimenin anlamını dayanak almak kalmaktadır. Ayrıca bunu, sahih hadiste sabit olan şu rivayet de desteklemektedir: Peygamber (s.a.v.)'e küçük bir çocuk getirildi. Hz. Peygamberin üzerine işedi. Hz. Peygamber, bir su getirilmesini istedi. Bu suyu çocuğun sidiği üzerine serpiştirdi, fakat elbisesini de yıkamadı Bunu Hz. Aişe rivayet etmiştir. Buna yakın bir rivayet, Um Kays bint. Mihsan'dan da rivayet edilmiştir. Her iki hadisi de Müslim rivayet etmiştir.

 

İlim adamlarının cumhuru ile, fukaha topluluğu da şöyle demiştir: Cünup için su dökmek ve suya dalmak, dökündüğü su ve içine daldığı su her bir tarafını kuşatacak olursa, vücudunu ovalamayacak olsa dahi yeterli gelir. Bu da Peygamber (s.a.v.)'ın guslüne dair, Hz. Meymune ile Hz. Aişe'nin rivayet ettikleri hadislerin muktezasınca böyledir. Bu iki rivayeti de hadis imamları kaydetmişlerdir. Bunlara göre Peygamber (s.a.v.) suyu vücudu üzerine bol bol dökerdi. Muhammed b. Abdulhakem de bu görüşte olduğu gibi, Ebu'l-Ferac (Amr b. Muhammed el-Maliki) daha sonra bu görüşü kabul etmiş ve Malik'ten de bunu rivayet etmiş ve şöyle demiştir: GusüI halinde, elleri beden üzerinde gezdirmeyi emretmesinin sebebi: Şüphesiz, ellerini bedeni üzerinde gezdirmeyen bir kimsenin bedenine su ulaşması gereken bölgelerinden bazısından uzak kalabilme ihtimalidir.

 

İbnü'I-Arabi ise der ki: Ben, mezhep sahibinden bu olmaksızın guslün olabileceğini nakleden ve bunu rivayet eden Ebu'l-Ferac'a gerçekten hayret ediyorum. Çünkü, İmam Malik bunu, ne açık açık ifade etmiştir, ne de onun ifadelerinden böyle bir şeyanlaşılmaktadır. Böyle bir kanaat, Ebu'l-Ferac'ın vehimlerindendir.

 

Derim ki: Hayır, bu husus Malik'ten açık bir nass ile rivayet edilmiş bulunmaktadır. Mervan b. Muhammed ez-Zahirı -ki o, Şamlı sika ravilerden birisidir- der ki: Ben, Malik b. Enes'e, cünup olup abdest almaksızın bir suya dalıp çıkan kimse hakkında soru sordum. O da: Onun kılacağı namaz geçerlidir, dedi. Ebu Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: Bu rivayette, ayrıca "vücudunu ovalamaksızın ve abdest almaksızın" ibaresi de vardır ve Malik'e göre, bu şekilde suya dalıp çıkan için gusüI gerçekleşmiş demektir. Ancak, onun mezhebinde meşhur olan rivayet, vücudunu ovalamadıkça bunun gusül yerine geçmiyeceğidir. Bu da yüzün ve ellerin gusledilmesine kıyasen böyle söylenmiştir. Çoğunluğun delili şudur: üzerine su dökünen herkes gusletmiş olur.

 

Araplar, sema beni gasletti, der. (Yani, yağmur beni yıkanırcasına ıslattı).

 

Hz. Aişe ve Hz. Meymune de, Resulullah (s.a.v.)'ın ne şekilde guslettiğini naklederken, vücudunu ovaladığından söz etmemektedirler. Eğer bu vacip bir şeyolsaydı Hz. Peygamber bunu terk etmezdi. Çünkü, Allah'ın muradını bize beyan eden odur. Ve o böyle bir işi yapmış olsaydı, tıpkı suyu saçının dibine ulaştırmak için hilallemesi, avuçlayarak başına su dökmesi ve buna benzer gerek guslederken, gerek abdest alırken yaptığı davranışları bize nakledildiği gibi, bu da ondan nakledilirdi.

 

Ebu Ömer der ki: Arapçada, kimi zaman ovalayarak, kimi zaman bol bol su dökerek yıkamaya "gasletme" adının verilmesi tepki ile karşılanacak, reddedilecek bir durum değildir. Bu böyle olduğuna göre, Yüce Allah'ın, abdest alırken kullarından su ile ellerinin yüzlerin üzerinden geçirmelerini ve bu davranışlarına gasletmek adının verilmesi, diğer taraftan cünupluk ve hayızdan yıkanmak halinde de üzerlerine su dökünmekle yetinmelerini ve bunun da sünnete uygun, dildeki anlamının da dışına çıkmayacak bir gasletmek (yıkanmak) olmasını engelliyecek bir durum yoktur. Bu şekillerin her birisi de kendi zatı hakkında asıl olur. Onlardan birisini, öteki gibi kabul etmek de gerekmez. Çünkü, asıl olan hükümlerin biri kıyas yoluyla ötekine irca edilmez. Bu ise ümmetin ilim adamları arasında görüş ayrılığı olmaksızın kabul edilmiş bir konudur. Aksine, kıyas yoluyla feri meseleler, asli meselelere irca edilirler. Başarı Allah'tandır.

 

14- Gusül Esnasında Azalar Kaçar Defa Yıkanır:

 

Hz. Meymune ile Hz. Aişe yoluyla gelen hadis-i şerifler, İbn Abbas'ın azadlısı olan Şu'be'nin, İbn Abbas'tan: O, cünupluktan yıkandığı zaman, ellerini de yedi defa, fercini de yedi defa yıkardı şeklindeki rivayetini reddetmektedir. İbn Ömer'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Namaz elli vakitti. Cünupluktan yıkanmak yedi defa, sidikten dolayı elbiseyi yıkamak da yedi defa idi. Rasülullah (s.a.v.), namaz beş vakit, cünupluktan gusletmek de, sidikten dolayı yıkamak da bir defaya indirilinceye kadar Rabbinden niyazda bulunmaya devam etti.

 

İbn Abdi'l-Berr der ki: Bu hadisin, İbn Ömer'e kadar isnadı zayıf ve gevşek (leyyin) bir isnaddır. Her ne kadar bu ve bundan önceki hadis Ebu Davud İbn Abbas'ın azadlısı Şu'be'den rivayet etmiş ise de, Şu'be pek o kadar kuvvetli bir ravi değildir. Hz. Aişe ve Hz. Meymune'nin rivayet ettikleri hadisler, bu ikisini de reddetmektedir.

 

15- Vücudunu Ovalayamayan Kimse Ne Yapar:

 

Elini vücudu üzerinden geçirme imkanı bulamayan kişi hakkında Suhnun şöyle demiştir: Bu işi yapmakla birisini görevlendirir yahut kendisi bir bez parçasıyla oraları ovalar. el- Vadiha'da şöyle denilmektedir: Ellerini yetişebildiği kadarıyla vücudunun üzerinden geçirir, daha sonra ellerinin ulaşmadığı yerleri de kapatıncaya kadar üzerine su döker.

 

16- Cünup Kimsenin Guslederken Sakalını Hilallemesi:

 

Cünup kimsenin, kıl diplerine suyu ulaştırmak maksadıyla sakalının arasını ayırması (hilallemesi) hususunda, Malik'in farklı görüşleri nakledilmiştir. İbnü'l-Kasım'ın ondan rivayetine göre Malik: Bunu yapmakla yükümlü değildir, demektedir. Eşheb ise, yine Malik'ten bunu yapmakla yükümlü olduğunu rivayet etmiştir. İbn Abdilhakem der ki: Böylesi bizim için daha sevimlidir. Çünkü Resulullah (s.a.v.), cünupluktan dolayı guslettiğinde saçlarını hilallerdi. Bu ifadeden her ne kadar daha zahir olan başının saçları ise de, bunun umumi olarak anlaşılması uygundur. İlim adamları, bu iki görüşten birisini kabul etmişlerdir. Mana bakımından, gusülde bütün vücudun kaplanması (tamamen yıkanması) vaciptir. Sakalın altındaki ten de vücudun bir parçasıdır. O halde suyun oraya ulaştırılması ve bu işin el ile gerçekleştirilmesi icabeder. Küçük taharette (abdest alırken) farziyetin (tenden) sadece saça intikal etmesi, bu taharetin hafifletilmek ve zaruret olmadığı halde, bedellerin aslın yerine kaim olması esasına mebni olmasından dolayıdır. O bakımdan küçük taharette (abdestte ayakları yıkama yerine) meshler üzerine mesh etmek caiz iken, gusülde bu caiz değildir.

 

Derim ki: Bunu Hz. Peygamberin: "Her kılın altında cünupluk vardır hadisi de bunu desteklemektedir.

 

17- Mazmaza ve İstinşakın Hükmü:

 

Bazıları işi aşırıya götürerek, Yüce Allah'ın: "Gusledinceye kadar" buyruğu dolayısıyla mazmaza ve istinşak'ı da vacib (farz) görmüşlerdir. Bunlardan birisi de Ebu Hanife'dir. Çünkü bunlara göre, mazmaza ve istinşak yerleri (alan burun ve ağız) yüzün kapsamı içerisindedirler Bunların da hükmü, tıpkı yanaklar ve alın gibi, yüzün dış bölümlerinin hükmü gibidir O halde her kim bunları (mazmaza ve istinşakı) terk edip namaz kılacak olursa, tıpkı abdest alıp yahut yıkanırken, yıkanması gereken bir tarafı yıkamaksızın terkeden kimsenin durumunda olduğu gibi, namazını iade eder. Bununla birlikte abdest esnasında bunları, (yani mazmaza ve istinşakı) terk edenin namazını iade etmesine gerek yoktur.

 

Malik ise şöyle demektedir: Mazmaza ve istinşak, guslederken de, abdest alırken de farz değildir. Çünkü bunlar, vücudun iç tarafındandırlar. Bedenin içi gibi yıkanmaları gerekmez. Muhammed b. Cerir et-Taberı, el-Leys b. Sa'd, el-Evzai ve tabiin topluluğu da böyle demiştir. İbn Ebi Leyla ve Hammad b. Ebi Süleyman ise, mazmaza ve istinşakın hem abdestte, hem gusülde farz olduğunu söylemişlerdir. Bu aynı zamanda İshakın, Ahmed b. Hanbel'in ve Davud'un (ez-Zahirı'nin) kimi arkadaşlarının da görüşüdür. ez-Zührı ve Ata'dan da buna benzer görüş rivayet edilmiştir. Yine Ahmed b. Hanbel'den, mazmazanın sünnet, istinşak'ın farz olduğu görüşü de nakl edilmiştir. Davud ez-Zahiri'nin mezhebinden kimi ilim adamı da bu görüştedir. Bunları farz kabul etmeyenlerin delili şudur: Şanı Yüce Allah, bunları Kitabı Kerim'inde zikretmiş değildir. Rasülü de bunları farz kılmamıştır. Herkes te bu hususta ittifak etmiş değildir (icma yoktur). Farz olan bir şey ise ancak bu yollarla sabit olur.

 

Mazmaza ve istinşakı farz kabul edenler ise, bu ayet-i kerimeyle ve Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi yıkayın" (el-Maide, 6) buyruğunu delil gösterirler. Dolayısıyla, bunlardan birisinde yıkamak eğer vacib ise, ötekinde de vaciptir. Peygamber (s.a.v.)'dan da, abdestinde olsun, cünupluktan dolayı gusledişinde olsun, mazmaza ve istinşakı terkettiğine dair bir rivayet kaydedilmiş değildir. Hz. Peygamber ise, hem sözü ile, hem davranışı ile Yüce Allah'ın muradını beyan edendir. Mazmaza ile istinşak arasında fark gözetenler ise, Peygamber (s.a.v.)'ın mazmaza yaptığını ve onu emretmediğini, delil ile olmadıkça da fiillerinin vacip olmayıp, mendup olacağını, diğer taraftan istinşak yaptığını ve yapılmasını emrettiğini, onun emrettiği bir şey ise, ebediyyen vücub ifade edeceğini delil göstermişlerdir.

 

18- Niyetin Hükmü:

 

İlim adamlarımız der ki: Cünupluktan dolayı gusletmek için niyet, mutlaka gereklidir. Çünkü Yüce Allah: "Gusledinceye kadar" diye buyurmaktadır. Bu ise niyet etmeyi gerektirir. Malik, Şafii, Ahmed, İshak ve Ebü Sevr bu görüştedir. Abdest ve teyemmümde de hüküm böyledir. Bu görüşlerini de Yüce Allah'ın: "Onlar, Allah'a ancak dinlerini O'na halis kılanlar olarak ibadet etmekle emrolundular"(el-Beyyine, 5) buyruğu ile desteklemişlerdir. İhlas denilen şey ise, Yüce Allah'a yaklaşmakta niyetin samimi olmasıdır. Mü'min kullarına farz kıldığı şeyleri eda ederken, ona yönelmektir. Hz. Peygamber de ayrıca: "Ameller ancak niyetler iledir" diye buyurmuştur.

 

Bu da bir ameldir. el-Evzai ve el-Hasen derler ki: Abdest ve teyemmüm niyetsiz olarak yeterli olur. Ebu Hanife ve arkadaşları derler ki: Su ile yapılan bütün taharetler niyetsiz olarak geçerli ve yeterlidir. Fakat teyemmüm niyet olmadan olmaz. Bu ise beden ve elbiselerden necaseti izale etmek için niyet gerekmediğinin icma ile kabul edilmiş olmasına kıyasen böyledir. Ayrıca bunu, el-Velid b. Müslim, Malik'ten de rivayet etmiştir.

 

19- Guslederken Kullanılacak Su Miktarı:

 

Gusülde kullanılacak su miktarı ile ilgili olarak, Malik, İbn Şihab'dan o, Urve b. ez-Zubeyr'den o, mü'minlerin annesi Aişe (r.anha )'dan rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.v.) cünupluktan dolayı guslederken, el-Ferak diye bilinen bir kabtan yıkanırdı. 

 

"el-Farak" ise, el-Fark diye de söylenir İbn Vehb der ki: Fark, ahşaptan bir ölçektir. İbn Şihab da şöyle derdi: Fark, Umeyyeoğulları kıstlarından beş kıst alır. Muhammed b. İsa el-A'şa da, Fark, üç sa'dır diye açıklamış ve üç sa' da beş kıst'tır diye belirtmiştir Yine der ki: beş kıst ise, Peygamber (s.a.v.)'ın muddü ile oniki mud eder. Müslim'in Sahih'inde, Süfyan'dan: Fark, üç sa'dır dediği nakledilmektedir

 

Enes'ten de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a.v.) bir mud ile abdest alır ve bir sa' ile beş mud arası miktarla guslederdi. Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber, beş mekkük ile gusleder tek bir mekkük ile abdest alırdı. 

 

Bu hadisler ise, herhangi bir ölçeğe veya tartıya vurmaksızın az su kullanmanın müstehab olduğuna delalet etmektedir. İnsan, yetecek kadar su alır ve fazla su kullanmaz. Çünkü fazla su kullanmak bir israftır. İsraf da yerilmiş bir şeydir. İbadiye mezhebinin görüşüne göre; çok su kullanılır. Bu ise şeytandandır.

 

20- Teyemmüm İle İlgili Buyruklar ve Bu Buyrukların Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur, yahut yolculukta iseniz, yada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, ve kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinizi ve ellerinizi mesh ediniz" buyruğuna gelince; İşte bu, teyemmüm ayetidir.

 

Bu ayet-i kerime, yaralı iken cünup olan Abdurrahman b. Avf hakkında nazil olmuştur. Bununla kendisine, teyemmüm yapma ruhsatı verildi. Daha sonra bu ayet-i kerime tüm insanlar hakkında umumı bir buyruk olarak geçerli oldu. Ayet-i kerimenin nüzulü hakkında şöyle de denilmiştir: Ayet, Hz. Aişe'ye ait gerdanlığın kopması esnasında, Mureysi gazvesinde ashab-ı kiramın su bulamaması üzerine nazil olmuştur. Bu hadisi Malik, Abdurrahman b. el-Kasım'dan, o, babasından, o da Hz. Aişe yoluyla rivayet etmiştir. 

 

Buhari ise, bu ayet-i kerimeyi, Kitabu't-Tefsir'de bab başlığı yaparak şöyle demektedir: Bize Muhammed anlatarak dedi ki: Bize Abde, Hişam b. Urve'den haber verdi: Hişam babasından, o, Aişe (r.anha)'dan dedi ki: Esma'ya ait olan (ariyeten almış olduğum) gerdanlık kayboldu. Peygamber (s.a.v.) de onu aramak üzere bazı kimseleri gönderdi. Namaz vakti geldi, fakat (ashabın) abdesti yoktu, su da bulamadılar. Abdestsiz olarak namaz kıldılar. Bunun üzerine Yüce Allah da teyemmüm ayetini indirdi. 

 

Derim ki: Bu rivayette, Malik'in rivayetinden farklı olarak, yerden sözkonusu edilmemekte ve gerdanlığın Esma'ya ait olduğu belirtilmektedir. Nesai de Ali b. Müshir'den o, Hişam b. Urve'den o, babasından, o da Hz. Aişe yoluyla naklettiği rivayette Hz. Aişe'nin, Hz. Esma'dan gerdanlığını ariyet olarak aldığını zikretmektedir. Bu ise, Rasulullah (s.a.v.) ile birlikte bulunduğu bir seferde olmuştur. Bu gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığını kaybettiği yere Sulsul denilmekteydi. Daha sonra Nesai hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.

 

Bu rivayette, Hişam'dan nakledildiğine göre, gerdanlık Hz. Esma'ya ait olup, Hz. Aişe bunu Esma'dan ariyet olarak almıştı. Bu da Malik'in: "Aişe'ye ait olan gerdanlık koptu" ifadesiyle, Buhari'nin: "Esma'ya ait olan gerdanlık kayboldu" ifadelerini beyan etmektedir. Yine, Nesai'nin bu rivayetinde, gerdanlığın koptuğu yerin Sulsul diye anıldığı belirtilmektedir. Tirmizı de bu hadis şöylece rivayet edilmektedir: Bize el-Humeydı anlattı, bize Süfyan anlattı, bize Hişam b. Urve, babasından naklederek anlattı, babası Urve, Aişe'den nakl ettiğine göre: Ebva'da bulundukları gece gerdanlığı düşmüştü. Resulullah (s.a.v.) onu aramak üzere iki kişiyi göndermişti. Tirmizı daha sonra hadisin geri kalan bölümünü zikreder.

 

Bu rivayette yine Hişam'dan, gerdanlığın Hz. Aişe'ye izafe edildiği görülmektedir. Fakat, bu izafe, ariyet olarak alan kişiye yapılan bir izafedir. Buna delil ise, Nesai'nin hadisindeki açık ifadelerdir. Tirmizı bu rivayette, Malik'in dediği gibi, Ebva ismini zikretmektedir. Şu kadar var ki, Tirmizı'deki bu rivayette herhangi bir şüphe sözkonusu değildir. Malik'in rivayetinde ise şöyle denilmektedir: Nihayet üzerinde bulunduğum deveyi yerinden kaldırdık, gerdanlığın onun altında olduğunu gördük. Buharı'deki rivayette ise şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a.v.) gerdanlığı buldu.

 

Bütün bunlar mana itibariyle doğrudur. Gerek gerdanlık, gerekse konaklanılan yer ile ilgili rivayeti nakledenlerin farklı ifade kullanmaları, hadisi eleştirmeyi gerektiren bir sebep olmadığı gibi, hadisi zayıflatan bir özellikte de değildirler. Çünkü, hadiste anlatılmak istenen ve gözetilen maksat, teyemmüm ile ilgili ruhsatın nüzulüdür. Bütün rivayetler de gerdanlık meselesini tesbit etmektedir.

 

Tirmizi'nin hadisinde yer alan: İki adam gönderdi. Bunlardan birisinin Useyd b. Hudayr olduğu söylenmiştir ifadesine gelince, muhtemeldir ki, Buhari'nin hadisinde "adamlar gönderdi" ifadesiyle kastedilenle aynı şeylerdir. Buhari'deki rivayette, iki kişiden çoğul sigasıyla söz edilmiştir. Çünkü çoğulun asgari miktarı ikidir. Yahut da iki kişinin akabinde Hz. Peygamber daha sonra başka biri(leri)ni de göndermiş olabilir. O takdirde çoğul lafzının mutlak olarak kullanılması doğru düşer. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Nihayet gerdanlığı aramak üzere bu kişiler gönderildi. Bunlar, gittikleri yerlerde herhangi bir şey bulamadılar. Geri döndüklerinde deveyi yerinden kaldırdılar, gerdanlığı devenin altında buldular.

 

Rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v.)'ın ashabı, bazı yaralar almış, bu yaralar şifa bulduktan sonra, cünup olmuşlardı. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v.)'a şikayetlerini arzetmeleri üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur. Bu da aynı şekilde sözünü ettiğimiz rivayetlere muhalif değildir. Çünkü, geri dönmekte oldukları sözü geçen bu gazada yara almış olmaları muhtemeldir. Çünkü bu savaşta çarpışma olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber'e şikayet arzettiler. Bu arada Hz. Aişe'nin beraberindeki gerdanlık da kaybolmuştu ve bu ayet-i kerime bu sırada nazil olmuştu. (Bu ihtimal de varittir). Şöyle de denilmiştir: Hz. Aişe'nin gerdanlığı, Mustalıkoğulları gazasında kayb olmuştur. Yine bu, Mureysi gazasında olmuştur, diyenlerin görüşlerine muhalif değildir. Çünkü her ikisi aynı gazadır. Peygamber (s.a.v.), Halife b. Hayyat ile, Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr'in söylediklerine göre, hicretin altıncı yılı Şaban ayında Mustalıkoğulları gazasını yapmış ve bu sırada Medine'de yerine Ebu Zer el-Gıfarı'yi vekil bırakmıştı.

 

Hz. Peygamber'in, Ebu Zer'i değil de, Numeyle b. Abdullah el-Leysi'yi yerine vekil bıraktığı da söylemiştir. Resulullah (s.a.v.) Mustalıkoğullarına, hiçbirşeyden haberleri yokken baskın düzenlemişti. Onlar o sırada, sahil cihetinden Kudeyd tarafından el-Mureysi diye bilinen bir su kenarında idiler. Hz. Peygamber, onlar arasından kimilerini öldürdü. Kadın ve çocukları da esir aldı. O gün için parolaları "emit, emit (Öldür, öldür)" idi. Şöyle de denilmiştir: Mustalıkoğulları, Resulullah (s.a.v.)'a karşı ordu hazırlıyor ve onun üzerine hücum etmek istiyorlardı. Hz. Peygamber durumu haber alınca, üzerlerine gitmek üzere yola koyuldu ve bir su kenarında onlarla karşılaştı.

 

İşte teyemmümün başlaması ve ona dair buyruğun nüzul sebebi ile ilgili olarak gelen rivayetler bunlardır. Maide Suresi'ndeki -orada açıklanacağı üzere- ayetin (el-Maide, 6 ayet) "teyemmüm ayeti" olduğu da söylenmiştir. Ebu Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: Bunun üzerine Yüce Allah teyemmüm ayetini indirdi. Bu ayet-i kerime ise, Maide Suresi'nde sözü geçen abdest ayeti, yahut da Nisa Suresi'ndeki ayet-i kerimedir. Teyemmüm, bu iki ayetten başka bir yerde sözkonusu edilmiş değildir Bu iki ayet de Medine'de inmiştir

 

21- Hastalığın Mahiyeti ve Ruhsatları:

 

Yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur" buyruğunda geçen hastalık, bedenin itidal ve itiyat sınırları dışına çıkarak, eğrilik ve istisnai: hallere düşmesidir Bu da, ağır ve hafif (çok ve az) olmak üzere iki türlüdür Şayet, suyun soğukluğu yahut hastalığı dolayısıyla ölümden ya da bazı organlarının telef olmasından korkacak kadar ağır hasta ise, böyle bir hasta icma ile teyemmüm eder. Bundan, el-Hasen ve Ata'dan gelen, ölecek olsa dahi taharet alır (su ile temizlenir) rivayetleri müstesnadır. Ancak onların bu görüşleri: "Dinde size bir güçlük vermedi" (el-Hac, 78) buyruğu ile: "Kendinizi öldürmeyin" (enNisa, 29) buyrukları ile red olunur Darakutni, Said b. Cübeyr'den, o, İbn Abbas'tan, Yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur veya yolculukta iseniz ... " buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şayet kişinin Allah yolunda yarası, yahut irin toplamış yaraları veya çiçek hastalığı varsa, cümıp olup da gusledecek olursa, öleceğinden korkarsa, teyemmüm yapar.(Darakutni, 1,177)

 

Yine Said b. Cübeyr'den, o da İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Hasta olana toprakla teyemmüm etmesi ruhsatı verilmiştir Amr İbnü'lAs da aşırı soğuktan telef olmaktan korkunca, teyemmüm ettiği halde Peygamber (s.a.v.) ona, ne gusletmesini emretti, ne de teyemmümle kıldığı namazlarını iade etmesini.

 

Şayet hastalık hafif olsa ve bu hastalıkla beraber bir başka hastalığın ortaya çıkacağından veya artacağından, yahut iyileşmesinin gecikeceğinden korkarsa, bütün bu durumda olanlar, mezhebimizin icmaı ile teyemmüm ederler. İbn Atiyye: "Bu konuda bildiğime göre böyledir" demektedir.

 

Derim ki: Ancak, el-Bacı bu hususta görüş ayrılığından sözetmektedir. Kadı Ebu'l-Hasen der ki: Mesela, sağlıklı olan bir kimsenin, nezle veya ateşinin yükselmesinden korkması, aynı şekilde eğer hasta olan bir kimse, hastalığının artmasından korkuyorsa, (teyemmüm eder.)

 

Ebu Hanife de buna yakın ifadelerle görüşünü belirtmiştir. Şafii ise der ki:

Su bulunmakla birlikte, telef olmaktan korkmadığı sürece teyemmüm etmesi caiz olmaz.

 

Bu görüşü kadı Ebu'l-Hasen de Malik'ten rivayet etmiştir. İbnü'l-Arabi der ki: Şafii, telef olacağından korkmadığı sürece, hastanın teyemmüm etmesi mübah değildir, demektedir. Çünkü, hastalığın artacağı muhakkak değildir. Zira, olabilir de olmayabilir de. Oysa farz olduğu muhakkak olan bir şeyin terki, şüpheli bir korku dolayısıyla caiz değildir. Biz deriz ki: Bu ifadenle çelişki içerisindesin. Çünkü sen, soğuktan telef olmaktan korkarsa teyemmüm eder diyorsun. Telef korkusu, teyemmümü mübah kıldığına göre, hastalanmak korkusu da aynı şekilde onu mübah kılar. Çünkü, telefe maruz kalmak yasak olduğu gibi, hastalığa maruz kalmak da istenmemiştir.

 

Şöyle diyen Şafii'ye gerçekten hayret edilir: "Şayet, satın alınacak suyun değeri, bir habbe kadar daha fazla olursa, (abdest yada gusül) alacak olanın onu satın alması, malı korumak için gerekmez. Böyle birisinin teyemmüm etmesi gerekir."

 

Ya aynı kişi bedeninin hastalığa maruz kalmasından korkuyorsa, niye (teyemmüme) müsaade edilmiyor? Bu hususta bunu reddetmek için, onların (Şafii'lerin) dinlenilmeye değer söyledikleri bir sözleri yoktur.

 

Derim ki: el-Kuşeyrı Ebu Nasr Abdurrahim'in Tefsir'inde belirttiğine göre, Şafii'nin bu konudaki sahih olan görüşü şudur: Teyemmümü mübah kılan hastalık, suyu kullanması halinde ölüm korkusunun yahut bazı organların telef olacağı korkusunun bulunmasıdır. Şayet, hastalığın uzayacağından korkulursa, Şafii'nin sahih görüşü, teyemmümün caiz olduğu şeklindedir. Ebu Davud ve Darakutni, Yahya b. Eyyub'den o, Yezid b. Ebi Habib'den, o, İmran b. Ebi Enes'den, o, Abdurrahman b. Cübeyr'den, o, Amr b. As'dan şöyle rivayet etmektedirler: Zatu's-Selasil gazvesinde, soğuk bir gecede ihtilam oldum. Gusledecek olursam, helak olacağımdan korktum. O bakımdan önce teyemmüm yaptım, sonra da beraberimde bulunan arkadaşlarıma namaz kıldırdım. Bunu Rasülullah (s.a.v.)'a anlattılar.

 

Hz. Peygamber: "Ey Amr, sen arkadaşlarına cünup olduğun halde mi namaz kıldırdın?" diye sordu. Ben ona, beni gusletmekten alıkoyanın ne olduğunu haber verip şöyle dedim: Aziz ve celil olan Allah'ın: "Kendinizi öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah, size çok rahmet edendir" (Nisa, 29) diye buyurduğunu dinledim dedim. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi -salat ve selam ona- güldü ve hiçbirşey demedi.

 

İşte bu hadis-i şerif, yakin olmamakla sadece korkunun bulunması halinde teyemmümün mübah olduğunun delilidir. Yine, teyemmüm yapmış bir kimseye cünup denilebileceği ve teyemmüm yapmış bir kimsenin abdest almış olanlara namaz kıldırabileceği bu hadisten anlaşılmaktadır. Mezhebimizde konu ile ilgili iki görüşün birisi budur. Sahih olan da budur. Malik'in Muvattaında okuttuğu ve ölünceye kadar da kendisine okunan görüş de budur.

İkinci görüş ise, böyle bir kimse, abdestli olanlara namaz kıldıramaz.

 

Çünkü abdestli olandan daha aşağı fazilete sahiptir. İmamın hükmü ise, rütbe itibariyle daha yüksekte olmasını gerektirir. Darakutni de Cabir b. Abdullah yoluyla gelen hadiste onun şöyle dediğini nakletmektedir: Rasülullah (s.a.v.): "Teyemmüm yapmış bir kimse, abdestlilere imam olamaz" diye buyurmuştur. Ancak, hadisin senedi zayıftır.

 

Ebü Davüd ve Darakutni de Hz. Cabir'den şöyle rivayet ederler: Bir yolculukta bulunuyorduk. Bizden birisine bir taş isabet etti ve başından yara aldı. Daha sonra o kişi ihtilam oldu. Arkadaşlarına: Teyemmüm hususunda benim ruhsatım olduğuna kanaatiniz var mı diye sordu. Onlar: Sen kullanabilecekken teyemmüm ruhsatından yararlanabileceğin kanaatinde değiliz, dediler. Bunun üzerine o da gusletti ve öldü. Peygamber (s.a.v.)'ın huzuruna vardığımızda, ona durum bildirildi, o da şöyle buyurdu: "Onu öldürdüler. Allah kahretsin onları. Madem bilmiyorlardı niye sormadılar. Şüphe yok ki cehaletin şifası soru sormaktır. Böyle bir kimseye teyemmüm yapıp, yarasının üzerine bir bez sıkması veya bağlaması -şüphe hadisin ravilerinden olan Musa'dan geliyor- ona yeterdi. Sonra o bezin üzerine mesheder, vücudunun geri kalan bölümünü de yıkardı." (3)

Darakutni der ki: "Ebu Bekr dedi ki: Bu Mekke halkının tek başlarına rivayet ettikleri bir sünnettir. Bu rivayeti Cezireliler de tahammül etmiş (rivayette bulunmuş), fakat bunu Ata'dan, o, Cabir yoluyla ez-Zübeyr b. Hureyk'den başkası rivayet etmemiştir. ez-Zübeyr ise pek güçlü bir ravi değildir. el-Evzai ona muhalefet ederek, bunu Ata'dan, o, İbn Abbas'tan diye rivayet etmiştir ki, doğru olan da budur. Ancak, burada el-Evzai'ye hilafen, ondan (ez-Zübeyr'den) o, Ata'dan denilmiştir. Yine ondan: Ata'dan bana ulaştığına göre ... da denilmiştir. el-Evzai ise, hadisin sonrasını mürsel yaparak, Ata'dan, O, Peygamber (s.a.v.)'den diye rivayet etmiştir ki, doğru olan da budur. İbn Ebi Hatim de şöyle demiştir: Ben babama ve Ebu Zur'a'ya bu hususta sordum, ikisi de bana şöyle dedi: Bu hadisi, İbn Ebi'l-Işrin, el-Evzai'den, o, İsmail b. Müslim'den, o, Ata'dan, o da İbn Abbas'tan rivayet ederek, hadisi müsned olarak nakletti (ler). (Darakutni, ı, 190)

 

Davud der ki: Kendisine hasta denilebilen herkesin teyemmüm etmesi caizdir. Çünkü, Yüce Allah: "Eğer hasta olur ... " diye buyurmaktadır. İbn Atiyye der ki: Bu ise, kabul gören görüşe muhalif bir kanaattir. Çünkü, ümmetin ilim adamlarına göre teyemmüm, suyu kullanmaktan korkan yahut ondan dolayı rahatsız olmaktan çekinen içindir. Çiçek ve kızamık hastalığına yakalanmış kimseler gibi. Yine sudan dolayı artacaklarından korkulan hastalıklar için de böyledir. İbn Abbas'tan daha önce geçtiği gibi

 

22- Yolculuk:

 

Yüce Allah'ın: "Veya yolculukta iseniz" buyruğuna göre, su bulunmadığı takdirde, yolculuk ister uzun, ister kısa olsun, yolculuk sebebiyle teyemmüm caizdir. Yapılan yolculuğun, namazın kısaltılmasını gerektirecek kadar uzun olması şartı da yoktur. Malik'in ve ilim adamlarının cumhurunun görüşü budur. Bir kesim ise şöyle demektedir: Ancak namazın kısaltılacağı bir yolculukta teyemmüm edebilir. Başkaları da yapılan bu yolculuğun, itaat yolculuğu olması şartını koşmuşlardır. Bütün bu görüşler zayıftır.  Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

 

23- Teyemmüm Yapmanın Cevazı:

 

Belirttiğimiz gibi, yolculukta teyemmümün caiz olduğu üzerinde ilim adamları icma etmişlerdir. Ancak, hazarda (ikamet halinde) teyemmüm hususunda farklı görüşler vardır. Malik ve arkadaşları, teyemmümün hazarda da, seferde de caiz olduğu görüşündedirler. Aynı zamanda bu Ebu Hanife ve Muhammed'in de görüşüdür.

 

Şafii ise şöyle demektedir: Sağlıklı ve mukim bir kimsenin, telef olmaktan korkması hali dışında teyemmüm etmesi caiz değildir Bu, Taberi'nin de görüşüdür. Yine Şafii, el-Leys ve Taberi şöyle demişlerdir: Mukimken su bulamayıp, vaktin çıkmasından da korkulacak olursa, sağlıklı olan da hasta olan da, teyemmüm eder, namaz kılar, daha sonra (su bulunca; iade eder.

 

Ebu Yusuf ve Züfer ise şöyle demektedir: Mukimken teyemmüm etmek, hastalık dolayısıyla da vaktin çıkacağı korkusuyla da caiz değildir. el-Hasen ve Ata ise şöyle demişlerdir: Hasta olan bir kimse de, sağlıklı olan da su bulduğu takdirde teyemmüm yapamazlar.

 

Bu konudaki görüş ayrılığının sebebi, ayetin farklı anlaşılmasındandır. Malik ve ona tabi olanlar şöyle demektedir: Yüce Allah'ın teyemmüm şartında hasta ve yolcuları zikretmesinin sebebi, suyu bulamayan kimselerin çoğunlukla bu kabilden olmalarından dolayıdır. Mukim olanlar, çoğunlukla su bulabilirler. Dolayısıyla özel olarak nassda onlardan sözedilmemiştir. O halde, su bulamayan, yahut da herhangi bir engel dolayısıyla suyu kullanamayan ya da namaz vaktinin geçmesinden korkan herkes, yolcu ise nass gereği, mukım ise buyruğun manası gereği teyemmüm eder. Hasta olan kimse nass ile, sağlıklı olan da bu nassın manası dolayısı ile teyemmüm edebilir.

 

Mukimken teyemmüm yapılmasını kabul etmeyenler ise şöyle demektedir: Yüce Allah, teyemmümü hasta ve yolcuya bir ruhsat olarak teşri buyurmuştur. Tıpkı bu durumda olanların oruç açmalarına, namazlarını kısaltmalarına izin verdiği gibi. Yüce Allah, teyemmümü, ancak iki şarta bağlı olarak mübah kılmıştır. Bu şartlar hastalık ve yolculuktur. Dolayısıyla mukim ve sağlıklı olan bir kimsenin bu hususla herhangi bir ilgisi yoktur. Çünkü o, Yüce Allah'ın öngördüğü şartın dışında kalmaktadır.

 

Su bulunduğu takdirde her durumda teyemmümü kabul etmeyen el-Hasen ve Ata'nın görüşlerine gelince, bunlar şöyle demektedirler: Yüce Allah, teyemmümü suyun bulunmaması şartına bağlamıştır. Çünkü Yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" diye buyurmakta ve su bulunmaması hali dışında kimseye teyemmümü mübah kılmamaktadır.

 

Ebu Ömer der ki: Şayet, cumhurun görüşü ve bu hususta gelen rivayetler bulunmasaydı, şüphesiz el-Hasen'in ve Ata'nın söyledikleri doğru olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Resulullah (s.a.v.) da, yolculuk halinde bulunan Amr İbn As'ın teyemmüm etmesini caiz bulmuştur. Çünkü Amr, su ile gusledecek "Olursa öleceğinden korkmuştu. Dolayısıyla hasta olanın teyemmüm yapabilmesi öncelikle sözkonusu olmalıdır.

 

Derim ki: Suya gittiği takdirde, namaz vaktinin çıkacağından korkması halinde mukim olan kimsenin teyemmüm etmesinin caiz olduğunun, Kitap ve sünnette delilleri vardır.

Kitap'tan delili, Yüce Allah'ın: 'Yahut, herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" buyruğudur. Bu ise, mukim olan bir kimse su bulamayacak olursa teyemmüm eder demektir. Bunu, el-Kuşeyri: Abdurrahim, açıkça şöyle de ifade etmektedir: Bundan sonra, nazar (kıyas) böyle bir namazın kaza edilmesinin vücubunu kesinlikle ortaya koymaktadır. Çünkü, ikamet halinde suyun bulunmaması, nadiren karşıkarşıya kalınan bir mazerettir. Kaza konusunda da iki görüş vardır.

 

Derim ki: İşte bu şekilde, bizim mezhebimizin ilim adamları, mukimken teyemmüm edecek bir kimse hakkında, suyu bulacak olursa namazını iade eder mi, etmez mi hususunda açık ifade kullanmışlardır. Malik'in mezhebinde meşhur olan görüş, namazını iade etmesine gerek olmadığıdır. Sahih olan da budur. İbn Habib ve Muhammed b. Abdilhakem ise, herhalükarda namazını iade eder, derler. Ayrıca bunu İbnü'I-Münzir de Malik'ten rivayet etmiştir. el-Velid ondan şöyle dediğini nakletmektedir: Güneş doğacak olsa dahi gusleder. (Yani teyemmüm etmez).

 

Sünnetten deliline gelince, Buhari'nin Ebu Cuheym b. el-Haris b. es-Sımme el-Ensari'den şöyle dediğine dair yaptığı rivayettir: Peygamber (s.a.v.) Bi'ri Cemel taraflarından gelince, bir adam onunla karşılaştı, ona selam verdi. Peygamber (s.a.v.), duvara yönelip (ellerini) yüzüne ve ellerine sürünceye kadar selamını almadı. Bundan sonra selamını aldı. Bu hadisi, Müslim de rivayet etmiştir. Orada ayrıca, "Bi'ri Cemel" tabiri zikredilmemiştir. 

Ayrıca bunu, Darakutni de İbn Ömer'den rivayet etmiştir. O hadiste şu ifadeler de vardır: Daha sonra Hz. Peygamber, o adamın selamını aldı ve şöyle dedi: "Selamını almamı engelleyen tek şey, taharetli olmayışımdı." (Darakutni, ı, 177)

 

24- "Ayak Yolundan Gelenler":

 

Yüce Allah'ın: "Yahut, herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" buyruğunda yer alan (ve "ayak yolu" diye meali verilen): (...) kelimesi asıl anlamı itibariyle, yeryüzünün alçak tarafları demektir. Bunun çoğulu ise, (...) şeklinde veya (...) diye gelir. "Dimaşk Gutası" adı da burdan gelmektedir. Araplar böyle yerlere, insanların gözünden saklanmak maksadıyla def-i hacette bulunmak üzere giderlerdi. Daha sonra, insandan çıkana da bu ortak anlam dolayısıyla "ğait" adı verilmiştir. Bu kelimenin fiili, bir toprakta kaybolup görünmeyecek hale gelmeyi ifade etmek için kullanılır.

 

ez-Zühri, bu kelimeyi: (...) diye okumuştur. Bunun aslının: (...) olup, şeddesiz söylenmiş olması ihtimali de vardır. (...): Kolay ve ölü kelimeleri ve benzerlerinde olduğu gibi.

Yine bu kelimenin aslının (...) dan gelme ihtimali de vardır. Buna delalet eden ifade ise, def-i hacet için giden bir kimse hakkında: (...): Def-i hacette bulundu, tabirini kullanmalarıdır. Böylelikle, buradaki "vav" harfi "ya" harfine dönüşmüş olmaktadır.

 

Nitekim, arapların (...) yerine: (...) demeleri buna benzer. Ayet-i kerimedeki "ev: yahut, veya" buyruğu burada "vav; ve" anlamındadır.

 

Yani sizler hasta olursanız veya yolculukta iseniz, ve bu arada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, teyemmüm ediniz demektir. Buna göre teyemmümü gerektiren sebep, hadestir. Yoksa hastalık yada yolculuk değildir. İşte bu önceden de açıkladığımız gibi, mukimken teyemmümün caiz olduğuna delildir.

 

Şu kadar var ki, buradaki "ev" ile ilgili olarak nazar ehlince (tetkik erbabına göre) "ev" edatının asıl anlamı üzere kullanılmıştır. Çünkü "ev veya"nın kendine has bir anlamı, "vav ve"nin de kendine has bir anlamı vardır. Onlara göre, bunun anlamının böyle olması, ifadede hazf bulunduğunu ortaya koymaktadır. Buyruğun anlamı da şöyle olur: Eğer suya el değdirmeye güç yetiremeyecek şekilde hasta olur, yahut yolculukta bulunup ta su bulamayıp, ancak su kullanmaya da ihtiyacınız olursa ... anlamındadır.

Doğrusun en iyi bilen Allah'tır.

 

25- Abdesti Bozan Şeyler:

 

Ayet-i kerimedeki "el-Gait" lafzı, mana yoluyla küçük tahareti bozan bütün hadesleri bir arada ifade etmektedir. Ancak, ilim adamları bunları tesbitte ihtilaf etmişlerdir. Bu hususta yapılan açıklamaların en üstünü, bunların üç türlü olduğudur. Mezhebimizde bunlar hakkında görüş ayrılığı yoktur: Bunlar, aklın zail olması, mutad olan şeylerin çıkması ve dokunmaktır.

 

Ebu Hanife'nin mezhebine göre ise, vücuttan çıkan necasetlerdir. O, bu necasetlerin çıkış yerini de nazarı itibara almaz, dokunmayı da abdesti bozan sebepler arasında saymaz.

Şafii ve Muhammed b. Abdilhakem'in mezhebine göre ise, her iki yoldan çıkanlardır. Bunlar, mutad olan şeyleri gözönünde bulundurmazlar, fakat dokunmayı (abdesti bozan) sebepler arasında sayarlar.

 

Bu husus bu şekilde anlaşıldığına göre şunu bil ki, müslümanlar, baygınlık, delilik yahut sarhoşluk sebebiyle aklı zail olan kimsenin abdest almakla yükümlü olduğunu icma ile kabul etmiş, fakat uykunun diğer hadesler gibi bir hades mi yoksa hades değil de hadesli olma halinin zannedildiği bir hal mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konuda ikisi uç ve birisi de orta olmak üzere üç görüş vardır:

 

Üç görüşlerden birisi şöyledir: el-Muze Ebu İbrahim İsmail, bunun hades olduğu görüşündedir. Diğer hadesler gibi, uykunun azı da çoğu da abdest almayı gerektirir. Malik'in Muvatta'daki görüşünün muktezası da budur. Çünkü o, orada şöyle demektedir: Ya önden yahut arkadan çıkan bir hades veya uyku sebebiyle de olmadıkça abdest almaz.

 

Yine Safvan b. Assal'dan gelen ve Nesai, Darakutni ve -sahih olduğunu da belirterek- Tirmizı'nin rivayet ettiği hadisin muktezası da budur. Hepsi de bu hadisi Asım b. Ebi'n-Nücud'dan, o, Zir b. Hubeyş'den rivayet etmektedirler. Zir dedi ki: Safvan b. Assal el-Muradi'ye gidip şöyle dedim: Ben sana mestler üzerine mesh etmeye dair soru sormak üzere geldim. Dedi ki: Peki, ben Resulullah (s.a.v.)'ın gönderdiği askerler arasında bulunuyordum. O, bizlere "Taharet üzre onları giydiğiniz takdirde mestler üzerine yolculuğa çıkmamız halinde üç gün süreyle mesh etmemizi, ikamet edecek olursak da, bir gün bir gece mesh etmemizi ve küçük abdest bozmaktan, büyük abdest bozmaktan, uykudan dolayı çıkarmamamızı, ancak cünupluktan dolayı çıkarmamızı" emretti. 

 

Bu hadis-i şerifte ve Malik'in naklettiğimiz görüşünde, büyük abdest bozmak, küçük abdest bozmak ile uyku eşit değerlendirilmektedir. Bunlar derler ki: Kıyasa göre fazla uyku ve aklı örten bölümü hades kabul edildiğine göre, uykunun azının da böyle olması icabeder.

Ali b. Ebi Talib'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Dübürün bağı, iki gözdür (uyanık olmaktır) O bakımdan kim uyursa abdest alsın." Bu ise umumi bir buyruktur. Ve bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir. Darakutni bunu, Muaviye b. Ebi Süfyan yoluyla Peygamber (s.a.v.)'dan rivayet etmiştir. 

 

İkinci uç görüş; Ebu Musa el-Eşarı'den, uykunun hangi durumda olursa olsun, hades olmayacağı görüşünde olduğuna delalet eden bir rivayet gelmiş bulunmaktadır. Ona göre, uyuyan bir kimse uyku dışında bir başka hadesi olmadıkça abdestlidir. Çünkü, uyuduğu vakit kendisini koruyan kimseler görevlendirirdi. Eğer kendisinden hades çıkmayacak olursa, uykusundan kalkar ve namaz kılardı. Bu Abıde, Said b. el-Müseyyeb ve Mahmud b. Halid'in rivayetinde, el-Evzai'den de rivayet edilmiştir.

 

Cumhur ise bu iki uç kanaate muhalif görüştedir. Malik'in görüşü özetle şöyledir: Her kim uyur, uykusu ağırlaşır ve uzayıp giderse, hangi durumda olursa olsun onun abdest alması icabeder. Bu aynı zamanda, ez-Zuhrı, Rabia ve el-Velid b. Müslim'in rivayetine göre -el-Evzai'nin de görüşüdür.

 

Ahmed b. Hanbel ise der ki: Şayet uyku hafif olup, kalbi örtmeyecek ve onu daldırmayacak türdense zarar vermez.

 

Ebu -Hanife ve arkadaşları der ki: Yatarak ya da teverrük ederek (sağ kalçasını sağ ayağına dayayıp, sol ayağını da sağ ayağının altından çıkarması şeklindeki oturuş) uyuyan dışında herhangi bir kimsenin abdest alması gerekmez.

 

Şafii der ki: Oturarak uyuyanın abdest alması gerekmez. Ayrıca bunu İbn Vehb de Malik'ten rivayet etmiştir.

 

Bu görüşlerden sahih olanı, Maliki mezhebindeki meşhur görüştür. Çünkü İbn Ömer'in rivayet ettiği bir hadise göre, Resulullah (s.a.v.) bir gün bir meşguliyeti sebebiyle yatsı namazını ertelemek durumunda kaldı. Nihayet biz, mescidde uyuduk. Sonra uyandık, sonra yine uyuduk. Sonra bir daha uyandık. Sonra Peygamber (s.a.v.) yanımıza çıkageldi. Sonra da şöyle buyurdu: "Şu anda yeryüzündeki insanlar arasında sizden başka namazı bekleyen kimse yoktur." Bu hadisi hadis imamları rivayet etmiştir. Lafız ise, Buhari'nindir.

 

Bu hadis, hem isnad, hem amel bakımından bu konuda gelen rivayetlerin en sahih olanıdır.

Malik'in Muvatta'ında söyledikleri ile Safvan b. Assal yoluyla gelen hadiste söylenenlere gelince, bunun da anlamı şudur: Kişiyi etkisi altına alan ağır uyku abdesti bozar. Bu hadis-i şerif ile bu manada ki diğer hadisler bu açıklamaya delildir. Aynı şekilde Saffan'ın bu hadisini, Veki', Mis'ar'den o, Asım b. Ebi'n-Necüd'dan rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Asım, "yahut uyku" yerine "yahut yel" demiştir. Darakutni der ki: Bu hadiste "yahut yel" ifadesini, Veki'in Mis'ar'den rivayetinden başka diyen olmamıştır. (Darakutni, ı, 123)

 

Derim ki: Veki', sika ve güvenilir bir imamdır. Buhari, Müslim ve benzeri hadis imamları ondan hadis rivayet etmişlerdir. O bakımdan uykunun bir hades olduğu hususunda Saffan'ın hadisine yapışanların bu hadisi delil göstermelerine imkan kalmamaktadır. Ebu Hanife'nin görüşü ise zayıftır. Darakutni'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.v.) secde halinde iken uykusu derinleşinceye, yahut hafifçe horlayıncaya kadar uyudu, sonra kalktı ve namazını kıldı. Ey Allah'ın Rasulu uyudun, dedim. Şöyle buyurdu: "Abdest ancak, yatarak uyuyan kimse için vaciptir. Çünkü bir kimse yattı mı, artık onun mafsalları gevşer". Bu hadisi tek başına Ebu Halid, Katade'den rivayet etmiştir. Sahih bir rivayet değildir. Bunu da Darakutni söylemiştir.

 

Ebu Davud da bu hadisi rivayet etmiş olup şöyle demiştir: Hz. Peygamberin: "Yatarak uyuyana abdest almak düşer" ifadesi, münker bir hadis olup, bunu Ebu Halid Yezid ed-Dalani, dışında kimse Katade'den rivayet etmemiştir. Baştarafını ise bir topluluk, İbn Abbas'tan nakletmekle birlikte bu kabilden birşeyden söz etmemişlerdir.

 

Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr de şöyle demektedir: Bu, münker bir hadistir. Katade'nin sika ravilerinden herhangi bir kimse bunu rivayet etmiş değildir. Bunu tek başına Ebu Halid ed-Dalani rivayet etmiş ve onun bu fazlalığını inkar etmişlerdir. Bu kabilden naklettiklerinde ise, delil teşkil edemez.

 

Şafii'nin, yalnızca oturan müstesna, uyuyan herkese abdest almak düşer ile mutedil halden meyleden ve böylelikle uyuyan herkesin de abdest alması gerekir, sözüne gelince, bu aynı zamanda Taberi ve Davud'un da görüşüdür. Ali, İbn Mes'ud ve İbn Ömer'den de rivayet edilmiştir. Zira bu şekilde uyuyan kimsenin uykusunun ağırlaşması pek rastlanan bir hadise değildir. O bakımdan böyle bir uyku hafif uyku mesabesindedir.

 

Darakutni de Amr b. Şuayb'dan, o, babasından, o da dedesi yoluyla, Resulullah (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim oturarak uyursa, onun için abdest almaya gerek yoktur. Her kim yanını yatağa koyarsa onun abdest alması gerekir." (Darakutni, I, 161)

 

İnsan vücudundan çıkanların abdesti bozmasına gelince, bizim lehimize, Buhari'nin yaptığı şu rivayet delildir: Buhari dedi ki: Bize Kuteybe anlattı, dedi ki, bize Yezid b. Zurey anlattı. Yezid, Halid'den, o, İkrime'den, o, Aişe'den şöyle dediğini nakletti: Resulullah (s.a.v.) ile birlikte hanımlarından birisi itikafa girdik. O kadın, kırmızı ve sarı renkte akıntı görüyordu. Namaz kılarken altına leğen koyduğumuz dahi olurdu. Görüldüğü gibi bu mutad olmayan bir şekilde çıkmaktadır. Bu kesilen bir damardan ötürü gelmektedir. O halde bu bir hastalıktır. İki yoldan gelip de bu şekilde olan bir akıntı dolayısıyla bize göre -belirttiğimiz gibi Şafii'ye hilafen- abdest almak vacib değildir. Başarımız Allah'tandır. Ayrıca bu Hanefilerin, çıkanın necaset olmasına itibar etmesi şeklindeki kanaatini de reddetmektedir. Böylelikle Malik b. Enes'in mezhebinin sahih olduğu ve açıkça anlaşıldığı ortaya çıkmaktadır. Nefes alıp verildiği sürece Allah, ondan ve diğerlerinin tümünden razı olsun.

 

26- "Kadınlara Dokunmak" Buyruğunun Anlaşılması İle İlgili Görüş Ayrılıkları:

 

Yüce Allah'ın: "Ya da kadınlara dokunur da ... " buyruğunu, Nafi', İbn Kesir, Ebu Amr, Asım ve İbn Amir "Dokunursanız" diye okumuşlardır. Hamza ve el-Kisai ise, (...) şeklinde okumuşlardır.

 

Bu kelimenin anlamı ile ilgili olarak üç görüş vardır: Birincisi, bunun cimada bulunursanız anlamına gelmesi, ikincisi tenleriniz değerse anlamına gelmesidir. üçüncüsü ise her ikisini de bir arada mütalaa eden görüş.

 

Bunun (...) şeklindeki okunuşu da çoğu kimseye göre aynı anlamdadır. Şu kadar var ki, Muhammed b. Yezid'den şöyle dediği nakledilmektedir:

 

Sözlükte evla olan (...)'ın, öpseniz veya buna benzer bir anlam ifade etmesidir. Çünkü bu durumda, her bir tarafın bir fiili vardır. Diğer okuyuş olan; (...) ise, onların üstüne varırsanız ve onlara temas ederseniz, demektir. Bunda ise kadının herhangi bir fiili yoktur.

 

İlim adamları, ayet-i kerimenin (bu bölümünün) hükmü hakkında, beş farklı görüş ortaya atmışlardır. Bir kesim der ki: Burada mülamese, ele has bir tabirdir. Cünup olan kimse ise, ancak su ile birlikte sözkonusU edilmiştir. Dolayısıyla Yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur ... " buyruğu ile kast edilen anlamın kapsamına girmemektedir. O bakımdan cünubun teyemmüm etmesi sözkonusu olmaz. Cünup, ya gusleder yahut da suyu buluncaya kadar namazı bırakır. Bu görüş, Hz. Ömer ve İbn Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.

 

Ancak, Ebu Ömer (b. Abdi'l-Berr) der ki: bu meselede, İslam aleminin değişik bölgelerindeki fukahalarından, Hz. Ömer ve Abdullah b. Mes'ud'un görüşü doğrultusunda rey sahipleri olsun, hadis ehlinden olsun, görüş belirten kimse olmamıştır. Bunun sebebi, -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- Ammar ve İmran b. Husayn ile Ebu Zer'in Hz. Peygamber'den cünup olan kimsenin teyemmümüne dair yaptıkları rivayetler olmalıdır. 

 

Ebu Hanife, bu görüşün aksini ileri sürer ve der ki: Burada mülamese'den kasıt, cima demek olan lemse hastır. Cünup olan bir kimse teyemmüm eder, eliyle dokunan kimselerden ise burada sözedilmemiştir. Çünkü bu, hades de değildir. Abdesti bozan bir iş de değildir. Kişi lezzet almak kastıyla hanımını öpecek olsa, abdesti bozulmaz. Onlar bu görüşlerini, Darakutni'nin Hz. Aişe'den gelen şu rivayeti ile de desteklerler: Resulullah (s.a.v.) hanımlarından birisini öptü, sonra da abdest almaksızın namaza çıktı. Urve dedi ki:

Ben ona: Sözünü ettiğin bu kadın senden başkası olabilir mi diye sordum. O da güldü.

 

Malik der ki: Cima yoluyla mülamesede bulunan kişi, (su bulamayacak olursa) teyemmüm eder, el ile mülamesede bulunan (dokunan) kimse ise, lezzet aldığı takdirde teyammüm eder. Şehvetsiz olarak dokunacak olursa, abdest almasını gerektiren bir durum yoktur. Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Ayetin muktezası da budur.

 

Ali b. Ziyad der ki: Eğer hanımının üzerinde kalın bir elbise varsa, herhangi bir şey yapması gerekmez. Şayet elbisesi ince ise abdest alması gerekir. Abdulmelik b. el-Macişun der ki: Oynaşmak kastıyla eliyle hanımına kasten dokunan bir kimse lezzet alsın almasın, abdest alsın. Kadı Ebu'l-Velid el-Baci ise, el-Münteka'da şöyle demektedir: Malik ve arkadaşlarının mezhebinde tahkik sonucu varılan hüküm şudur: Abdest almak, onun lezzet kastıyla elini değdirmesi dolayısıyla icabeder. Bizzat lezzetin varlığı dolayısıyla değiL. Hanımına dokunmakla lezzet almak maksadını güden bir kimse için abdest almak icabeder. Bu dokunmakla lezzet alsın veya almasın fark etmez. İşte İsa'nın,

 

İbnü'l-Kasım'dan gelen rivayetinde, el-Utbiyye'deki ifadelerin manası budur. Sadece erkeklik organının sertleşmesine gelince, İbn Nafi'nin Malik'ten rivayetine göre, beraberinde dokunma yahut mezi olmadığı sürece, ne abdesti gerektirir, ne de gusletmeyi.

 

eş-Şeyh Ebu İshak der ki: Erkeklik organı sertleşenin abdesti bozulur. Bu, Malik'in de el-Müdevvene'de yer alan görüşüdür.

 

Şafii ise der ki: Erkeğin bedeninin herhangi bir tarafı kadın bedeninin herhangi bir tarafına dokunacak olursa, bu ister el ile olsun, ister vücudun azalarından bir başkasıyla olsun, bundan dolayı abdesti bozulur. Aynı zamanda bu, İbn Mes'ud, İbn Ömer, ez-Zühri ve Rabia'nın da görüşüdür.

 

el-Evzai der ki: Dokunma el ile olursa, abdest bozulur. El ile olmazsa ab. dest bozulmaz. Çünkü Yüce Allah: "Kendileri de elleriyle ona dokunsalardı" (el-En'am, 7) diye buyurmaktadır.

 

İşte bu hususta, beş ayrı görüş bunlardır. Bunların en isabetli olanları, Malik'in görüşüdür. Bu, Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan rivayet edildiği gibi, Abdullah b. Mes'ud'un da görüşüdür. Çünkü Abdullah b. Mes'ud der ki: Mülamese cimadan ayrıdır. Ve bundan dolayı da abdest almak icabeder. Fukahanın çoğu'nluğu da bu görüştedir.

 

İbnü'l-Arabi der ki: Ayetin anlamından zahiren anlaşılan da budur. Çünkü, Yüce Allah'ın bu ayetin baş tarafında yer alan: "Cünup iken" buyruğu cimayı ifade eder. "Yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" buyruğu, hadesi ifade eder. "Yahut kadınlara dokunur da" buyruğu da, dokunmayı ve öpmeyi ifade eder. Böylelikle bunlar, üç ayrı hüküm için üç ayrı cümle olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu da ilmin ve i'lamın (bilip bildirmenin, nihai bir derecesidir). Şayet, dokunmaktan (lems ve mülamese'den) maksat cima olsaydı ifadede bir tekrar olurdu.

 

Derim ki: Ebu Hanife'nin delil diye gösterdiği, Hz. Aişe yoluyla gelen hadise gelince, bu mürsel bir hadistir. Bunu Veki', el-A'meş'ten, o, Habib b. Ebi Sabit'ten, o, Urve'den, o, Aişe'den rivayet etmiştir. Yahya b. Said, el-A'meş'in Habib'den, onun da Urve'den rivayet ettiği hadisi zikredip şöyle der:

 

Süfyan es-Sevri'ye gelince, o, insanlar arasında bunu en iyi bilen kimse idi.

İşte o, Habib'in Urve'den hiçbir şey işitmemiş olduğunu iddia etmiştir. Bunu da Darakutni söylemiştir. (Darakutni, I, 139)

 

Denilse ki: Sizler mürseli kabul ediyorsunuz. O halde bunu da kabul etmeniz ve gereğince amel etmeniz gerekir. Deriz ki: Biz bunu ayetin zahiri ve ashab-ı kiramın ameli dolayısıyla terk ettik. Denilse ki: Mülamese cima'nın kendisi demektir. Ayrıca bu İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Deriz ki: Ömer el-Faruk ve onun oğlu bu hususta ona muhalefet ettiği gibi, Abdullah b. Mes'ud da -ki, o Kufelidir, (yani Kufede yerleşmiş bir sahabidir)- bu konuda onlara uymuştur. Siz ne diye ona muhalefet etmektesiniz.

 

Yine denilse ki: Mülamese, müfaale (yani iki taraflı işin yapıldığını ifade eden kip) babındandır. Bu ise ancak iki taraftan olur. Elle lems (dokunmak), ancak tek taraflı olur. Böylelikle mülamesenin cima olduğu sabit olmaktadır. Deriz ki: Mülamesenin muktezası, iki tenin birbirine değmesidir. Bu, ister bir taraftan, ister iki taraftan yapılmış olsun farketmez. Çünkü, bunların her birisi aynı zamanda hem lems eden, hem lems olunan diye nitelendirilir.

 

Bir diğer cevap da şöyledir: Mülamese, bazan tek taraflı da olabilir. Bundan dolayı Peygamber (s.a.v.) mülamese satışını yasaklamıştır. Elbise ise, melmus (kendisine dokunulan) olur. Hiçbir zaman kendisi dokunan olamaz. İbn Ömer de, bizzat kendisi hakkında şöylece haber vermektedir: "Ve o günlerde ben, ihtilam olacak yaşlarda idim. (Burada müfeale kipinden naheztü'yü kullanmıştır.) Araplar da: (...) Hırsızı cezalandırdım. Ayakkabıyı çekiçle dövdüm, derler (ve tek taraflı yapıldığı halde müşareke ifade eden kipi kullanırlar.) Bu kabilden kullanımlar da pek çoktur.

 

Denilse ki: Şanı Yüce Allah, hadesin sebebi olan ayak yolundan gelişi zikrettiği yerde, cünupluğun sebebini zikretmiştir ki, o da mülamesedir. Böylelikle su bulmama halinde, hadesin ve cünupluğun hükmünü beyan etmektedir. Tıpkı suyun bulunması halinde bunların hükümlerini açıkladığı gibi. Deriz ki: Bizler, bu kelimenin aynı zamanda hem cima, hem lems (dokunmak) anlamına alınmasına mani görmüyoruz. Açıkladığımız gibi bu aynı zamanda her iki hükmü de ifade etmektedir. Ve belirttiğimiz gibi bu (müşareke olmayan kiple) (P ) diye de okunmuştur.

 

Şafii'nin sözünü ettiği, erkeğin kadına, arada bir engel olmaksızın herhangi bir uzvuyla şehvetli ya da şehvetsiz dokunmasının abdesti gerektirdiği şeklindeki görüşüne gelince; bu da Kuran-ı Kerimin zahirinden anlaşılan ifadedir. Aynı şekilde, kadın da ona değmiş olacağından onun da abdest alması icabeder. Saç, bundan müstesnadır. Bir kimse, şehvetli veya şehvetsiz, hanımının saçına dokunacak olursa, abdest alması gerekmez. Diş ve tırnak da böyledir. Çünkü bunlar, tenden farklı şeylerdir. Hanımının saçına dokunduğu takdirde ihtiyat yolunu seçip abdest alacak olursa, bu güzel bir şeyolur. Koca, hanımına yahut kadın, kocasına eliyle ve elbisenin üst tarafından dokunup bundan dolayı da lezzet alacak veya almayacak olsa, bizzat tene dokunmadığı sürece her ikisinin de abdest alması gerekmez. Bunu kasten veya unutarak yapmaları farketmez. Kadının hayatta olması, yahut -yabancı olması halinde- ölü olması da durumu değiştirmez. Eliyle küçük bir kıza yahut yaşlıca acuze bir kadına, veya nikahlaması kendisine helal olmayan mahremlerinden birisine dokunması haline dair farklı görüşleri gelmiştir. Bir seferinde abdest bozulur demiştir. Çünkü Yüce Allah: "Ya da kadınlara dokunur ... " buyruğunda fark gözetmemiştir. İkinci seferinde ise, abdest bozulmaz, demiştir. Çünkü böylelerine karşı şehvet duyulmaz.

 

el-Mervezi der ki: Şafii'nin görüşü kitabın zahiri ne daha uygun düşmektedir. Çünkü Yüce Allah: 'Ya da kadınlara dokunursanız" diye buyurmakta, şehvetli ya da şehvetsiz dememektedir.

 

Aynı şekilde Peygamber (s.a.v.)'ın ashabından bu durumda abdest almayı vacip görenler de şehvet şartını koşmamışlardır. Tabiinin geneli de aynı şekilde bu şartı koşmamışlardır. el-Mervezi der ki: Malik'in kabul ettiği şekilde şehveti ve elbisenin üstünden lezzet almayı gözönünde bulundurup bunun abdest almayı gerektirdiği kanaatine gelince, bu hususta el-Leys b. Sa'd da ona muvafakat etmiştir. Bu ikisinden başka bu, kanaatte olan kimseyi bilmiyoruz. Ancak bu kıyasen de sahih değildir. Zira bu şekilde hareket eden bir kimse, hanımına dokunan (lems eden) olmaz. Ve hakikatte de onunla temas etmiş (teni tenine değmiş) değildir. Bu olsa olsa, onun elbisesine temas eden bir kimsedir. Fukaha, icma ile şunu kabul etmişlerdir: Lezzet alacak olsa ve canı ona dokunmayı çekse, bundan dolayı abdest alması icabetmez. Aynı şekilde elbisenin üst tarafından dokunanın durumu da böyledir. Çünkü bu durumda olan bir kimse, kadına temas etmiyor demektir.

Derim ki: el-Mervezi'nin sözünü ettiği bu hususta Malik ile el-Leys b. Sa'd'dan başka aynı görüşü paylaşan yoktur, iddiasını ele alalım. Hafız Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre bu, aynı zamanda İshak'ın ve Ahmed'in de görüşüdür.

 

Ayrıca bu görüş, eş-Şa'bi ve en-Nehai'den de rivayet edilmiştir. Bunların hepsi der ki: Dokunup da lezzet alacak olursa abdest alması icabeder. Lezzet almazsa abdest gerekmez. el-Mervezi'nin: "Bu kıyasen de sahih olamaz" sözüne gelince; Onun bu görüşü de sahih değildir. Çünkü Hz. Aişe'den sahih haberde şöyle dediği zikredilmektedir: Ben Rasülullah (s.a.v.) önünde ayaklarım onun kıblesi tarafında olduğu halde uyurdum. Secde ettiği vakit, eliyle beni. dürter (ğamezenI) ben de ayaklarımı kendime doğru çekerdim. O ayağa kalktı mı, tekrar onları uzatırdım. Hz. Aişe der ki: O günlerde evlerde kandil bulunmuyordu.

 

İşte bu, Peygamber (s.a.v.)'in dokunan kimse olduğu ve onun Hz. Aişe'nin ayaklarına el değdirdiği hususunda açık bir nastır. Nitekim el-Kasım'ın Hz. Aişe'den rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Secde etmek istediğinde elleriyle ayaklarıma dokunurdu, ben de ayaklarımı çekerdim." Bunu Buhari rivayet etmiştir.

 

İşte bu Yüce Allah'ın: "Ya da kadınlara dokunursanız" buyruğundaki umum ifadeyi tahsis etmektedir. O halde ayetin zahiri ne şekilde dokunursa dokunsun, dokunan herkesin abdestinin bozulmasını gerektirir. Ancak, Yüce Allah'ın Kitabının beyanı demek olan sünnet-i seniyye de abdestin bazı dokunanlar için gerektiğine, bazıları için de gerekmediğine delalet etmektedir. Gerekmeyen kimse ise, lezzet almayan ve lezzet kastı ile dokunmayan kimsedir. Burada: Belki de Hz. Aişe'nin ayakları üzerinde bir örtü bulunuyordu. Yahut da Hz. Peygamber, ayaklarını elbisenin yeni ile dürtüyordu, denilemez. Çünkü buna karşılık biz şöyle cevap veririz: Dürtmenin (el-Gamz) gerçek mahiyeti el ile yapılmasıdır. Semiz olup olmadığını anlamak amacıyla koçu el ile yoklamak için de bu mastardan türemiş hiller kullanılır.

 

Ancak, elbisenin yeni ile vurmak anlamını ifade etmek üzere "ğamz" kelimesi kullanılmaz. Uyuyan kişinin ayağı ise, çoğunlukla çıplak olur ve dışarıda kalır. Özellikle uzunlamasına yatıp uyumuş ve darlık çeken birisi ise bu böyledir. O dönemde durum bu idi. Nitekim Hz. Aişe'nin: Ayağa kalktı mı, ayaklarımı uzatırdım sözleriyle: "O günlerde evlerde kandil bulunmuyordu" ifadeleri dikkatimizi çekmektedir.

 

Yine Hz. Aişe'den gayet açık bir şekilde şöyle dediği nakledilmiştir: "Peygamber (s.a.v.) namaz kılarken ayaklarımı onun kıblesine doğru uzatırdım. Secdeye vardı mı, o beni eliyle dürter, ben de ayaklarımı kıblesinden çekerdim. Kendisi ayağa kalktı mı, yine onları uzatırdım." Bu hadisi de Buhari rivayet etmiştir. Böylelikle dürtmenin (el-Gamz) tenlerin dokunmasıyla gerçek anlamı ile kullanıldığı ortaya çıkmaktadır.

 

Bir diğer delil de, yine Hz. Aişe'den rivayet edilen şu sözleridir: "Gecenin birinde Rasülullah (s.a.v.)'ı yanımda yatakta bulamadım. Onun nerede olduğunu araştırmaya koyuldum. Ellerim kendisi mescidde iken ve ayakları (secde halinde) dikilmiş olduğu halde, ayaklarının iç tarafına değdi" diyerek hadisin geri kalan kısmını nakletmektedir. Hz. Aişe ellerini, secdede iken Peygamber efendimizin ayaklarına koyduğu vakit, o da secdesini devam ettirdi. İşte bu, abdestin her tenleri değenler hakkında değil de, bir kısmı hakkında bozulacağının delili olmaktadır.

 

Denilse ki: el-Müzenı'nin de dediği gibi, Hz. Peygamberin ayakları üzerinde bir hail (tenlerin değmesini engelleyen bir örtü) bulunmakta idi. Şöyle cevap verilir: Ortada bir hail olduğu sabit oluncaya kadar, ayak denildiği zaman, onun hailsiz (yani çıplak) olduğu anlaşılır. asl olan da zahiri ifadelerin sınırını aşmamak, orada durmaktır. Hatta bütün bu anlattıklarımızdan ayağın çıplak olduğu adeta nass ile açıkça ifade edilmiş gibi anlaşılmaktadır.

 

Denilse ki: Ümmet icma ile şunu kabul etmiştir: Bir erkek, bir kadını zorlasa ve onun sünnet yeri kadının sünnet yerine dokunsa, bundan dolayı da o kadın hiçbir lezzet almasa, yahut kadın uykuda bulunup bundan dolayı zevk almasa ve hiçbir şekilde arzu da duymasa yine de o kadının gusletmesi vaciptir. Aynı şekilde şehvetli ya da şehvetsiz öpen veya elini değdirenin hükmü de böyle olmalıdır. Onun da abdesti bozulmuş olur ve abdest alması icabeder. Çünkü, dokunmak, el ile yoklamak ve öpmekten anlaşılması gereken bunların, ifade ettiği manadır", lezzet değildir.

 

Buna şöyle cevap veririz: el-A'meş ve başkalarının sizin bu hususta iddia ettiğiniz icmaa muhalefet ettiğinden daha önceden sözetmiş bulunuyoruz.

 

Bununla birlikte biz icmaı kabul etsek dahi, bu anlaşmazlık mahallinde icmaı bize karşı delil göstermek bağlayıcı bir delil olamaz. Çünkü bizler, mezhebimizin doğruluğuna sahih bir takım hadisleri delil göstermiş bulunuyoruz. Sizin iddianıza göre: "Hadis sahih olduğu takdirde o hadisi alınız, benim sözümü bırakınız" sözünü ilk defa Şafii söylemiştir. Oysa, bizce meşhur olduğu gibi, ondan önce hocası Malik bunu söylemiş bulunmaktadır.

Şimdi bu konuda hadis sabit olduğuna göre, niçin hadisin gereğini söylemiyorsunuz? Sizin mezhebinize göre, bir kimse hanımına tedip etmek ve ona karşı sert davranmak kastıyla eliyle bir tokat vuracak olsa, abdesti bozulur. Çünkü maksat fiilin varlığıdır. Bildiğim kadarıyla, kimse böyle bir görüş ileri sürmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hadis imamları Malik ve diğerlerinin rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.), kızı Zeynep ile Ebu'l As'dan olma kız torunu Umame, omuzları üstünde olduğu halde namaz kılardı.

 

Rüku'a vardığında onu yere bırakır, sücuddan kalktığı vakit de tekrar eski yerine koyardı.

 

Bu ise, Şafii'nin nakledilen iki görüşünden birisi olan şu sözünü reddetmektedir: Küçük bir kıza dokunacak olsa yine abdesti bozulur. Şafii bunu ileri sürerken "nisa" (kadınlar) lafzına tutunur. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü küçük kıza dokunmak duvara dokunmak gibidir. Diğer taraftan lezzeti nazarı itibara almadığından dolayı, mahrem kadınlara dokunması hususunda farklı görüşleri gelmiştir.

 

Bizler ise, lezzeti nazarı itibara aldığımızdan, lezzet bulunduğu takdirde hükmün varlığından sözedilir ki, o da abdestin gereğidir. Evzai'nin özel olarak el ile dokunmayı nazarı itibara alması şeklindeki görüşüne gelince, Bunun sebebi, dokunmanın (lemsin) çoğunlukla el ile olmasından dolayıdır. O da dokunmayı, diğer azalar bir tarafa yalnızca ele munhasır kabul etmiştir. Öyleki, koca, ayaklarını hanımının elbiseleri arasına sokup fercine yahut da karnına dokunacak olsa, bundan dolayı abdesti bozulmaz. Hanımını öpen koca hakkında da şunları söylemektedir: Böyle birisi gelip bana soru soracak olsa, abdest alır derim. Fakat abdest almayacak olsa da ayıplamam. Ebu Sevr de şöyle demektedir: Hanımını öpen, yahut teni tenine değen veya ona dokunan kimsenin abdest alması gerekmez. Bu görüşler ise, Ebu Hanife'nin mezhebine göre izah edilebilir.  Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

27- Teyemmümü Mübah Kılan Sebepler ve Su Bulamamanın Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: 'Su bulamazsanız" buyruğunda işaret edilen yolcunun su bulamama sebepleri şöylece sıralanabilir: Yolcu, ya bütünüyle ya da kısmen su bulamıyabilir. Yahut su aramaya koyulacağından, yol arkadaşlarından geri kalmaktan ya da eşyalarına zarar gelmesinden korkabilir. Yahut hırsız ya da yırtıcı hayvanlardan, ya da vaktin çıkmasından korkabilir. Veya (suyunu kullanacak olursa) kendisinin ya da başkasının susuz kalacağından korkabilir. Bedeninin maslahatı için pişireceği yemeğe gerek duyacağı suyun hükmü de böyledir.

 

İşte bütün bunlardan herhangi birisi sözkonusu olduğu takdirde, teyemmüm alır ve namazını kılar. Hastanın kendisine su verecek kimseyi bulamaması, yahut suyu kullanmaktan zarar göreceğinden korkması da suyu bulamamak demektir. Aynı şekilde bütün herşeyi kuşatan bir pahalılık, yahut hapse atılmak veya bağlanmak da mukim ve sağlıklı olan kimse için su yok hükmündedir. el-Hasen der ki: Kişi gerekirse bütün malını vererek su alır, varsın parasız kalsın. Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü Allah'ın dini bir kolaylıktır.

 

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Gerçek değerinin üçtebir ve daha fazla miktarını aşmadığı sürece onu satın alır. Birbaşka kesim de şöyle der:

 

Bir dirhemlik suyu, iki ve üç dirheme ve bu civarda bir fiyata satın alır (ve abdestini alır). Bütün bunlar, Malik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'in görüşüdür. Eşheb'e: Bir kırba su on dirheme satın alınır mı? diye sorulmuş, o da, insanların bu şekilde bir alış veriş yapmakla yükümlü oldukları görüşünde değilim, demiştir. Şafii ise, fazla olmaması gerektiği görüşünü belirtmiştir.

 

28- Su Aramanın Hükmü:

 

Teyemmümün sahih olabilmesi için, su arama şart mıdır, değil midir hususunda ilim adamlarının farklı kanaatleri vardır. Malik'in mezhebinin zahirinden anlaşıldığına göre bu şarttır. Şafii'nin görüşü de budur. Kadı Ebu Muhammed b. Nasr'ın kanaatine göre ise, teyemmümün sahih olabilmesi için su aramak şartı yoktur.

 

Bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görüşüdür. İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre o, yolculukta iken, su, yolundan iki ok atımlığı bir mesafede bulunduğu halde yolunu bırakıp suya gitmezdi. İshak, ancak bulunduğu yerde suyu aramakla yükümlüdür, der ve İbn Ömer'den gelen bu rivayeti zikrederdi. Şu kadar var ki, birinci görüş daha sahihtir.

 

Muvatta'da Malik'in mezhebinden meşhur olan da odur. Çünkü şanı Yüce Allah: "Su bulamazsanız" diye buyurmaktadır. Bu ise, ancak suyun aranılmasından sonra teyemmüme başvurmayı gerektirmektedir. Aynı şekilde kıyas cihetinden de, teyemmüm mübdel olan (taharet, abdest almak)'den aciz olmak halinde yerine getirilmesi emrolunan bir bedeldir. O bakımdam onun mübdelinin bulunmayacağından kesinolarak emin olmadıkça teyemmüm yapmak yeterli olmaz. Tıpkı keffarette köle azad etmek ile oruç tutmanın birinin diğerinin yerine geçmesi gibi.

 

29- Vakit Çıkmadan Önce Su Bulma Umudu Varsa Ne yapar:

 

Bu husus böylece tesbit edildikten sonra ve su da bulunamayacak olursa, mükellef, zannı galibi ile, ya namazın vakti içerisinde su bulmaktan ümidini keser yahut da zannı galibi ile su bulacağı kanaatine sahip olur, suyu bulacağına dair ümidi de pekişir, yahud da bu iki husus eşit ihtimal kazanır. Görüldüğü gibi üç ayrı durum sözkonusudur: Birinci halde, vaktin başında teyemmüm alıp namaz kılması müstehabtır. Çünkü, su ile taharet almak faziletini elden kaçırmış olsa bile, namazını ilk vaktinde kılma faziletini ele geçirmesi onun için müstehabtır. İkinci durum sözkonusu ise, vaktin ortalarında teyemmüm alır. Bunu Malik'in arkadaşları Malik'ten nakletmektedir. Su ile abdest alma faziletini elde eder umuduyla ilk vakitte kılma faziletini elden kaçırmayacağı sürece namazını tehir eder. Çünkü, namazın ilk vaktinde kılınma fazileti, ilk vaktin yakınlığı dolayısıyla orta vakitlerde kılınması ile de elde edilebilir.

 

Üçüncü durumda, vaktin sonunda suyu bulacağı zamana kadar namazını tehir eder. Çünkü su ile taharet fazileti, vaktin başında namazı kılmak faziletinden daha büyük fazilettir. Zira, vaktin başında namazın kılınmasının faziletli oluduğu hakkında görüş ayrılığı vardır. Su ile taharet almanın fazileti, ittifakla kabul edilmiştir.

 

Diğer taraftan, namazı ilk vaktinde kılma faziletinin terki, zaruret olmaksızın dahi caizdir. Fakat, su ile taharet alma faziletinin zaruretsiz terkedilmesi caiz değildir. Bunun için de öngörülen vakit, o namaz için uygun görülen vaktin son zamanıdır. Bunu İbn Habib demiştir.

 

Eğer vaktin sonunda suyun bulunacağını bilirse, vaktin başında teyemmüm alır ve namaz kılacak olursa, İbnü'l-Kasım der ki: Kıldığı bu namaz yeterlidir. Şayet su bulacak olursa, yalnızca vakit çıkmamışsa namazını iade eder. Abdulmelik b. el-Macişun der ki; Bundan sonra su bulduğu takdirde mutlaka namazını iade eder.

 

30- Su Bulamamanın Ölçüsü:

 

Suyun bulunması konusunda gözönünde bulundurulması gereken ölçü, tahareti için yeteri kadar su bulmaktır.

 

Eğer yeterinden az su bulacak olursa, teyemmüm eder ve bulduğu kadar suyu kullanmaz. Bu, Malik'in ve arkadaşlarının görüşüdür. Ebu Hanife ile iki görüşünden birisinde Şafii de bu görüştedir. İlim adamlarının çoğunluğunun da görüşü budur. Çünkü Yüce Allah, taharetin farzı olarak, iki şeyden birisinin yerine getirilmesini emretmiştir. Bu da ya su ya topraktır. Şayet su teyemmüme ihtiyaç bırakmayacak miktarda değilse, şer'an yok hükmündedir. Çünkü onun var olabilmesi için istenen miktar yeteri kadar olmasıdır.

Şafii'nin diğer görüşü ise şöyledir: Beraberinde bulunan suyu kullanır ve teyemmüm eder. Çünkü o bir miktar da olsa bir su bulmaktadır. O halde teyemmümün şartı tahakkuk etmemektedir. O miktarı kullanıp suyu tükenecek olursa bulamadığı andan itibaren teyemmüm eder.

 

Suyu yükünün arasında unutup teyemmüm eden kimsenin durumu hakkında da Şafii'den farklı görüşler nakledilmiştir. Sahih olana göre abdest alır ve namazını iade eder. Çünkü yanında su bulunduğuna göre, O, suyu bulan bir kimsedir. Fakat bu konuda kusurlu davranmıştır.

 

Diğer bir görüşü ise namazını iade etmez. Malik'in de görüşü budur.

Çünkü suyun bulunduğunu bilmeyecek olursa, onu bulmamış demektir.

 

31- Nitelikleri Değişmiş Suyun Hükmü:

 

Ebu Hanife, değişmiş su ile abdest almayı caiz görmektedir. Çünkü Yüce Allah: "Su bulamazsanız" diye buyurmuştur. Burada da nekire (belirtisiz)nin nefyedilmesi şeklindedir. Dilde bu kullanım umum ifade eder. O halde ister değişmiş olsun, ister değişmemiş olsun, bütün sularla abdest almanın caiz olduğunu ifade etmektedir. Zira değişmiş olan su hakkında da su kelimesi kullanılabilir.

 

Deriz ki: Evet dediğiniz gibi nekirenin nefyedilmesi umum ifade eder. Fakat cinsinde bir umumdur bu. O bakımdan ister sema, ister nehir, ister tatlı bir pınar suyu, ister tuzlu olsun bütün suları kapsayan umumi bir ifadedir. Cins ismin dışında kalan, değişikliğe uğramış olan su ise, bunun kapsamına girmez. Nitekim bakla ve gül suları da bunun kapsamına girmediği gibi. İleride Yüce Allah'ın izniyle, el-Furkan Suresi'nde (bk. 48. ayetin tefsirinde) suların hükmüne dair açıklamalar gelecektir.

 

32- Sudan Başka İçeceklerle Abdest Almak:

 

Abdest ve guslün, su bulunmaması halinde nebizin dışında herhangi bir içecek ile caiz olmayacağını ilim adamları icma ile kabul etmişlerdir. Ancak Yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyruğu bu görüşü reddetmektedir. Nebiz ile abdestin alınacağından sözeden hadis-i şerifi İbn Mes'ud rivayet etmiştir.Ancak bu hadis sabit değildir. Çünkü, bu hadisi İbn Mesud'dan rivayet eden Ebu Zeyd adında birisidir. Bu da Abdullah b. Mes'ud'la arkadaşlık yaptığı bilinmeyen meçhul bir ravidir. Bunu İbnü'l-Münzir ve başkaları söylemiştir. İleride Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar el-Furkan Suresi'nde (az önce belirtilen yerde) gelecektir.

 

33- Yokluğu Teyemmümü Mübah Kılan Suyun Nitelikleri:

 

Yokluğu teyemmüm etmeyi mübah kılan su, tahir, mutahhir ve yaratılış nitelikleri üzerine kalmış sudur. Kur'an ahkamına dair telifde bulunanların kimisi şöyle demiştir: Yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyurmakla suyun hiç bir parçasının, kısmının bulunmaması halinde teyemmümü mübah kılmaktadır. Çünkü bu, suyun her cüzünü kapsayan nekire bir lafızdır. Su ister başka şeyle karışmış olsun, ister hiç birşeyle karışık olmayıp başlıbaşına varolmuş olsun farketmez. Bununla birlikte herhangi bir kimse, hurmadan yapılan nebizde su vardır diyebilir. Durum böyle olduğuna göre hurma nebizi bulunmakla beraber teyemmüm caiz olmaz, denilir. Bu, Kufelilerden Ebü Hanife ve ashabının görüşüdür. Buna ileride elFurkan Süresi'nde belirtilecek, zayıf bir takım haberleri delil göstermişlerdir. Yine orada, Yüce Allah'ın izniyle su ile ilgili açıklamalar, da gelecektir.

 

34- Teyemmümün Anlamı ve Hikmeti:

 

Yüce Allah'ın: "Teyemmüm edin" buyruğundaki teyemmüm, bu ümmete genişlik olmak hikmetine binaen, bu ümmete has özelliklerdendir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Bizler sair insanlarla şu üç özelliğimizle üstün kılındık: Bütün yeryüzü bize mescid kılındı, yeryüzünün toprağı da bize temizlenme aracı oldu ... " deyip hadisin geri kalan bölümü aktardı.

 

Bundan önce, teyemmüm ruhsatının inişi ve bunun açıkladığımız üzere gerdanlığın kayboluşu sebebiyle olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmakta dır. Teyemmümü mübah kılan sebepler de daha önceden açıklandı. Burada ise, teyemmümün sözlük anlamı ve şer'i bir kelime olarak anlamı üzerinde durulacaktır. Teyemmümün nitelikleri, keyfiyeti, kendisi ile ve kendisi dolayısıyla teyemmüm yapılan sebepler, teyemmümün kimin için caiz olacağı, teyemmümün şartları ve bunun dışında teyemmüme dair diğer hükümleri ele alacağız.

 

Sözlük anlamı itibariyle teyemmüm, kastetmektir. "Filan şeye teyemmüm ettim" demek, onu kastettim, demektir. "Toprağa teyemmüm ettim" demek, kasıtlı olarak toprağa yöneldim, demektir. "Okumla ve mızrağımla ona teyemmüm ettim" derken, diğerleri arasından onu kastederek, nişan aldım, vurdum, demek olur. el-Halil şu beyiti zikretmektedir: "Mızrağı yanlamasına onu kastederek fırlattım. Sonra ona dedim ki: Kahramanlık işte budur. Bu kaydırak oyunu (çocuk oyuncağı) değildir.''

 

el-Halil der ki: Bu beyitte ilk kelimeyi: (...) diye nakleden hatalı nakletmiştir. Çünkü o, "Yanlamasına" ifadesini de kullanmıştır.

 

Bu ise, ancak yan taraftan atılırsa kullanılan bir kelimedir. Yoksa bununla önünü kastetmiş değildir. İmruu'l Kays da der ki: "Ta Ezriat'tan onu kastederek geldim. Ailesi ise, Yesrib'te bulunuyor. Evine en yakın olan kişinin (uzaklığı dolayısıyla) oldukça yükseği ve uzağı görmeye ihtiyacı vardır."

 

Yine (İmruu'l Kays der ki): "üzerinde yosunun yükseldiği ve gölgenin kapladığı Daric yakınlarındaki pınarı kastetti (oraya yöneldi)."

 

Bir başka şair de şöyle demektedir: "İşte bu şekilde bir belde hoşuma gitmezse Devemi bir başka beldeye böylece yöneltirim (yüzünü oraya doğru çeviririm)."

 

Bahile'li A'şa da der ki: "Ve böylelikle ben Kays'a doğru yöneldim. (Ona gitmeyi kastettim) Halbuki ona varıncaya kadar nice uzun yollar, geçitler ve gerçekten yol almanın zor olduğu sert araziler vardır."

 

Humeyd b. Sevr de şöyle demektedir: "Rab'a sor, Um Tarık nereyi kastetti (nereye gitmek için yola koyuldu) Acaba Rab'ın konuşmak diye bir adeti var mı ki?"

 

Şafii (r.a.)'ın da şöyle bir beyiti vardır: "İlmim benimle beraberdir. Nereyi kastetsem onu beraberimde taşırım Kalbim onun için bir kalptır, yoksa o bir sandığın içinde (gömülü) değildir."

 

İbnü's-Sikkit der ki: Yüce Allah'ın: "Temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyruğu, temiz bir toprağa kastedin, anlamındadır. Daha sonra Araplar bu kelimeyi çokça kullanmaya başladılar. Nihayet teyemmüm, yüz ve elleri toprak ile meshetmek anlamını ifade eder oldu. İbnü'l-Enbari der ki: Arapların: "Adam teyemmüm etti" şeklindeki ifadeleri, artık toprağı yüz ve ellerine meshetti, demektir.

 

Derim ki: İşte Allah'a yakınlaşmak kastıyla yapılması halinde şer'ı teyemmüm de budur. Hastaya teyemmüm yaptırdım ve namaz için teyemmüm ettim, gibi ifadeler kullanılır. Müyemmem kişi ise, dilediği herşeyi elde eden kişi demektir. Bu açıklamalar eş-Şeybanı'den nakledilmiştir.

 

eş-Şeybanı ayrıca şu beyiti zikreder: Bizler, A'sur b. Sa'd'ın Ailece istediği herşeyi elde eden ve şanı yüksek bir kimse olduğunu gördük."

 

Bir başka şair de şöyle demektedir: "Ezher hiçbir zaman cimrilik yıldızı ile birlikte doğmadı O, ailece istediğini elde eden ve soyu itibari ile kerim olan bir kimsedir."

 

35- Teyemmüm Kelimesinin Kur'an-ı Kerim de Kullanılması ve Hz. Aişe'nin "Teyemmüm Ayeti" Derken Kastettiği Ayet-i Kerime:

 

"Teyemmüm" lafzını, Yüce Allah Kitab-ı Keriminde Bakara Süresi'nde (267. ayette), bu sürede ve bir de Maide Süresi'nde (6. ayette) zikretmiştir. Bu süredeki ayet, teyemmüm ayetidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Kadı Ebu Bekr İbnü'l-Arabi der ki: Bu benim için kimsenin yanında ilacını bulamadığım içinden çıkılamaz bir haldir. Karşımızda iki ayet var, ikisinde de teyümmüm sözkonusu edilmektedir. Bunlardan birisi Nisa Suresi'nde, diğeri el-Maide Suresi'ndedir. Hz. Aişe'nin: "Allah teyemmüm ayetini indirdi" sözüyle hangi ayeti kastettiğini bilmiyoruz. Sonra şöyle demektedir:

 

Onun naklettiği hadis bundan önce teyemmümün bilinmediğini ve onlar tarafından teyemmüm uygulamasının sözkonusu olmadığını göstermektedir.

 

Derim ki, İbnü'l-Arabi'nin: "Aişe'nin hangi ayeti kastettiğini bilmiyoruz" sözünü ele alacak olursak, onun kastettiği ayet, daha önceden de belirttiğimiz gibi bu ayet-i kerimedir.

 

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Yine İbnü'l-Arabi'nin: "Hz. Aişe'nin bu hadisi, teyemmümün bundan önce bilinmediğini ve onlar tarafından uygulanmadığını göstermektedir" sözlerine gelince bu, doğrudur. Bu hususta siyer alimleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bilinmektedir ki, cünupluktan gusül, abdestten önce farz kılınmamıştır. Yine bütün siyer alimleri şunu bilmektedir ki: Peygamber (s.a.v.)'a Mekke'de namaz farz kılındığından beri, günümüzde aldığımız abdest gibi bir abdest almaksızın namaz kılmış değildir. İşte bu da abdest ile ilgili ayet-i kerimenin daha önceden farz kılınmış olan bu fiili ile ilgili buyrukların Kur-an'ı Kerimde tilavet edilmesi için nazil olduğunu göstermektedir. "Bunun üzerine teyemmüm ayeti nazil oldu" ifadesinin kullanılıp, abdest ayeti denilmemesi, onların o zamanda yeniden öğrendikleri hususu, abdest ile ilgili hüküm değil, teyemmüm hükmü olduğunu göstermektedir. Bu da gayet açıktır. Ve bunda içinden çıkılamayacak bir taraf ta yoktur.

 

36- Teyemmüm Mükellefiyetinin Muhatapları:

 

Namaz kılmakla yükümlü olan her mükellef, su bulamayıp namazın 'Vakti girecek olursa, teyemmüm yapmakla yükümlüdür. Ebu Hanife ile iki arkadaşı ve Şafii'nin arkadaşı el-Müzeni der ki: Vaktin girişinden önce de teyemmüm caizdir. Çünkü, onlara göre suyun aranması nafileye kıyasen şart değildir. Nafile için teyemmüm, su aranmaksızın caiz olduğuna göre, farz namaz için de aynı şekilde caiz olur. Sünnetten de Hz. Peygamberin Ebu Zer'e söylediği şu buyrukları delil göstermişlerdir: "Temiz toprak, müslüman için abdest alınacak yerdir. İsterse on yıl süreyle suyu bulmasın." Böylelikle Hz. Peygamber, temiz toprağı tıpkı suya denildiği gibi, "abdest alınacak araç" adını vermiştir. O halde, temiz toprağın hükmü ile suyun hükmü aynıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Bizim delilimiz ise, Yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız" buyruğudur. Suyu arayıp da bulamayan kimse dışındakilere su bulamamış denilemez. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiştir. Diğer taraftan bu şartlar altında alınacak bir taharet (abdest veya gusül yerine geçen teyemmüm), istihazalı kadının tahareti gibi bir zaruret hali taharetidir. Ayrıca Peygamber (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: "Namaz vaktine nerede erişirsen, orada teyemmüm eder ve namaz kılarsın." Bu, aynı zamanda Şafii'nin ve Ahmed'in de görüşüdür. Ali, İbn Ömer ve İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.

 

37- Teyemmüm Almış Kimse Suyu Bulursa:

 

İlim adamları icma ile, teyemmümün cünupluğu da, hadesi de kaldırmayacağını ve cünupluk veya hades dolayısıyla teyemmüm almış bir kimsenin suyu bulması halinde önceki gibi cünup veya hadesli olacağını Kabul etmişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber Ebu Zer'e: "Suyu bulduğun takdirde, sen onu tenine dokundur" diye buyurmuştur. Ancak, Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan gelen bir rivayet bu icma'ın dışında kalmaktadır. Bunu da İbn Cüreyc ve Abdulhamid b. Cübeyr b. Şeybe, Ebu Seleme'den rivayet etmiştir. Yine İbn Ebi Zi'b, bu görüşü Abdurrahman b. Harmele'den rivayet etmiştir. Bu rivayete göre o, teyemmüm almış cünup bir kimse, su bulacak olursa, normal taharet üzeredir ve yeni bir hades olmadığı sürece gusletmeye ve abdest almaya da ihtiyacı yoktur, demiştir. Yine ondan, teyemmüm alıp namaz kılmış, sonra da vakit çıkmadan su bulmuş kimsenin, abdest alıp teyemmümle kıldığı o namazı iade edeceğini söylediği de rivayet edilmiştir. İbn Abdi'lBerr der ki: Bu bir çelişkidir ve dikkat azlığıdır. Onlara göre Ebu Seleme, hiçbir zaman Medine'de bulunan diğer tabiin arkadaşları kadar fakih değildi.

 

38- Teyemmüm Almış Kimsenin Namaza Başlamadan ve Namazı Kıldıktan Sonra Suyu Bulmasının Hükmü:

 

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Teyemmüm aldıktan sonra namaza başlamadan önce su bulan kimsenin o teyemmümü batıl olur ve onun suyu kullanması icabeder.

 

Cumhurun görüşüne göre, teyemmüm alıp namaz kılan ve namazını bitirmiş olan bir kimse, eğer su aramakta üzerine düşen gayreti göstermiş ve yükleri arasında da su bulunmayan bir kimse ise, bu namazı eksiksizdir, yerini bulmuştur. Çünkü o, emrolunduğu üzere farzını eda etmiştir. O bakımdan herhangi bir delil olmaksızın onun namazı iade etmesini vacip görmek caiz olamaz. Kimi ilim adamı ise, abdest alıp guslettiği takdirde vakit çıkmamışsa, namazını iade etmesini müstehab görmüştür. Tavus, Ata, el-Kasım b. Muhammed, Mekhul, İbn Sırın, ez-Zühri ve Rabia'dan hepsinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu durumda olan kişi namazını iade eder. Ancak el-Evzai bunu müstehab görür ve şöyle der: Namazını iade etmesi vacib değildir.

 

Çünkü, Ebu Said el-Hudrı şöyle bir rivayette bulunmuştur: İki kişi yolculuğa çıktı. Namaz vakti girdi. Beraberlerinde de su yoktu. Her ikisi de temiz bir toprağa teyemmüm edip namaz kıldılar. Daha sonra vakit içinde suyu buldular. Onlardan birisi abdest alarak namazını iade etti. Diğeri ise iade etmedi. Daha sonra Rasülullah (s.a.v.)'ın yanına gelip bu hususu ona naklettiler. Hz. Peygamber, namazını iade etmeyen kimseye: "Sen sünneti isabet ettirdin ve kıldığın namaz senin için yeterli geldi" dedi. Abdest alıp namazını iade edene de: "Senin için iki defa ecir vardır" diye cevap verdi. Bu hadisi Ebu. Davud rivayet eder ve şöyle der: Şu kadar var ki, İbn Nafi' bu hadisi el-Leys'den, o, Umeyre b. Ebi Naciye'den, o, Bekr b. Sevade'den, o, Ata'dan, o da Peygamber (s.a.v.)'dan rivayet etmiştir. Ebu Said el-Hudri'nin bu senette anılması bellenmiş bir rivayet yolu değildir. (...) Bu hadisi Darakutni de rivayet etmektedir. O rivayette şunları da söylemektedir: " ... Sonra vakit çıkmadan suyu buldular..."

 

39- Namaza Başladıktan Sonra Suyu Bulanın Hükmü:

 

Namaza 'başladıktan sonra suyu bulanın hükmü hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

 

Malik der ki: Namazını kesmek ve suyu kullanmakla yükümlü değildir. Namazını tamamlasın, daha sonra kılacağı namazlar için abdest alsın. Şafii de böyle demiş ve İbnü'l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir.

 

Ebu Hanife ile aralarında Ahmed b. Hanbel ve el-Müzenı'nin de bulunduğu bir topluluk ise şöyle demektedir: Su bulduğundan dolayı namazını keser, abdest alır ve namazını yeniden kılar. Delilleri ise şudur: Teyemmüm namaz bitmeden önce su bulunduğu için batıl olduğuna göre, namazın geri kalan kısmı da aynı şekilde batıl olur. Namazın bir bölümü batıl oldu mu, bütünüyle batıl olur. Zira ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Ay hesabı ile iddet bekleyen kadının iddetinin kısa bir süresi kaldıktan sonra ay hali olacak olursa, artık o, iddetini ay hali hesabı ile yapar.

 

Derler ki: İşte namazda iken suyu bulan bir kimse de kıyasen ve aklen bu durumda olmalıdır.

 

Bizim delilimiz ise, Yüce Allah'ın: "Amellerinizi de iptal etmeyin" (Muhammed, 33) buyruğudur. Herkes, su bulunmadığı takdirde teyemmüm ile namaza başlamanın caiz olduğunu ittifakla kabul eder ve su göründüğü takdirde namazı kesmek hususunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir.

 

Namazın kesileceğine dair ne sünnette bir rivayet, ne de icma ile sabit olmuş bir şey vardır. Mezhebimizin bu konudaki delillerinden birisi de şudur: Zihar veya (hataen) öldürme dolayısıyla oruç tutması gereken bir kimse, bu orucun daha fazla olan bölümünü tutup, sonradan azad edecek bir köle bulacak olursa, tuttuğu O orucu lağvedip köle azad etmeye yönelmez. Aynı şekilde teyemmüm ile namaza başlayan kişi de namazını kesip su ile abdest almaya avdet etmez.

 

40- Teyemmüm İle Birden Çok Namaz Kılınabilir mi?

 

Aldığı teyemmüm ile birçok namaz kılabilir mi, yoksa farz ve nafile her bir namaz için ayrıca teyemmüm mü alması gerekir? hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Kadı Şüreyk b. Abdullah der ki: Nafile olsun, farz olsun her bir namaz için yeni bir teyemmüm alır.

 

Malik ise, her bir farz için teyemmüm alır, demektedir. Çünkü o, her bir farz namaz için su aramakla yükümlüdür. Su arayıp da bulamayan bir kimse teyemmüm eder.

 

Ebu Hanife, es-Sevri, el-Leys, el-Hasen b. Hayy ve Davüd ise derler ki: Abdestini bozmadığı sürece tek bir teyemmüm ile dilediği kadar namaz kılar. Çünkü o, su bulamadığı sürece taharet üzeredir. Su bulmaktan yana ümidini kestiği taktirde ise, su aramakla yükümlü değildir.

 

Bizim söylediğimiz görüş daha sahihtir. Çünkü Yüce Allah, namaza kalkacak kimsenin su istemesini vacip kılmış ve suyun bulunmaması halinde de namaz vakti çıkmadan önce namaz kılabilmek için teyemmümü vacip kılmıştır. O bakımdan müslümanların abdest bozacak bir durumu olmasa dahi suyu bulurlarsa teyemmümün batıl olacağı üzerinde icma etmelerini delil göstererek teyemmüm eksik ve bir zaruret hali taharetidir, derler.

Buna göre vaktin girişinden önce teyemmümün cevazı hususunda da bu görüş ayrılığına bu husus esas teşkil edebilir.

 

Bilindiği gibi, Şafii ve birinci görüşün sahipleri, bunu (vaktin girişinden önce teyemmümü) kabul etmezler. Çünkü Yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" diye buyurmaktadır. İşte buradan teyemmümün her bir fiilinin ihtiyaca taalluk ettiği ortaya çıkmaktadır.

 

Vakitten önce ise, teyemmüme ihtiyaç yoktur. Buna göre tek bir teyemmüm ile iki farz namaz kılamaz. Bu gayet açıktır.

 

İlim adamlarımız, tek bir teyemmüm ile farz iki namaz kılan kimsenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Yahya b. Yahya, İbnü'l-Kasım'dan, vakit çıkmadığı sürece ikinci farzı iade eder, dediğini rivayet etmektedir. Ebu Zeyd b. Ebi'l-Gumr da yine

 

İbnü'l-Kasım'dan, her halükarda ebediyyen iade eder, dediğini rivayet etmektedir. Aynı şekilde Mutarrif ve İbnü'l-Macişun'danda ikinci farzı ebediyyen iade edeceği rivayet edilmiştir.

 

İşte bizim mezheb sahiplerimizin üzerinde tartıştıkları konu budur. Çünkü su aramak (her farz vakit girdikçe) bir şarttır. İbn Abdus'un naklettiğine göre, İbn Nafi' iki namazı cem ile kılan bir kimse hakkında, her bir namaz için ayrıca teyemmüm alacağını söylediğini rivayet etmektedir. Ebu'l-Ferec ise, bir kaç namazı kılmamış olduğunu hatırlayan kimse hakkında şöyle demektedir: Tek bir teyemmüm ile unuttuğu bu namazlarınıkaza edecek olursa, ayrıca birşey gerekmez, bu onun için caizdir.

 

Bu görüş ise, (her bir namaz için) ayrıca su aramanın şart olmadığı kanaatine binaen ileri sürülmüştür. Fakat birincisi daha sahihtir.  Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

 

41- Temiz Bir Toprak:

 

Yüce Allah'ın: "Temiz bir toprak" buyruğunda geçen (...): üzerinde toprak olsun, olmasın yeryüzüdür. Bu açıklamayı, el-Halil, İbnü'l-Arabi ve ezZeccac yapmıştır. ez-Zeccac der ki: Bunun bu anlama geldiği hususunda dil bilginleri arasında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bununla beraber Biz onun üstünde olan şeyleri elbette kupkuru bir toprak yapanlarız." (el-Kehf, 8) Yani biz, üzerinde hiçbir bitki bulunmayan sert bir arazi haline getiririz.

 

Yine Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Böylelikle kaypak bir toprak haline geliverir." (el-Kehf, 40) Zu'r-Rimme'nin şu beyiti de bu kabildendir: "Sanki o, (ceylan yavrusu) içtiği saf şarab -başının kemiklerine kadar sirayet edip sarhoş ettiğindenKuşluk vaktinde toprağa kendisini düşürmüş gibidir."

 

Bu şekilde toprağa "said" deniliş sebebi, yerden kendisine doğru çıkılan mekanın son nokta oluşundan dolayıdır. Çoğulu, "suudat" diye gelir.

 

Hadis-i Şerifteki: "Sakın ha yollarda oturmayınız" hadisi de bu kabildendir.

 

İlim adamları burada toprağın "temiz" (et-tayyib)" ile kayıtlandırılışı dolayısıyla bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim şöyle demektedir: Toprak olsun, kum olsun, taş olsun, maden olsun yahut kıraç olsun, bütün yeryüzü ile teyemmüm edebilirsin, demektedir. Malik, Ebü Hanife, es-Sevri ve Taberi'nin görüşü budur. "Tayyib"in anlamı ise tahir ve temiz demektir. Bir kesim de şöyle demektedir: "Tayyib"nin anlamı helal demektir. Ancak bu bir tutarsızlıktır. Şafii ve Ebü Yusuf ise der ki: Said, bitki yetişen topraktır. Tayyib ile aynı şeydir.

 

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ziraate elverişli ülkenin bitkisi, Rabbinin izniyle (kolay ve bol) çıkar." (el-A'raf, 58) O bakımdan onlara göre başka bir toprakla teyemmüm caiz değildir.

 

Şafii ise der ki: Said, ancak tozu çıkan toprak hakkında kullanılır. Abdurrezzak'ın rivayetine göre İbn Abbas'a: Hangi said daha tayyib'dır diye sorulmuş, o da sürülen said (toprak) diye cevap vermiştir.

 

Ebü Ömer der ki: İbn Abbas'ın bu sözü, said'in sürülüp ekilen araziden başka bir şeyolduğuna delalettir. Ali (r.a) da şöyle demiştir: Said, özel olarak toprak demektir. el-Halil'in Kitab'ında da şöyle denilmektedir: Said ile teyemmüm et demek, tozundan al, demektir. Bunu İbn Faris nakletmektedir. Bu ise, teyemmümün toprakla olmasını gerektirmektedir. Çünkü sert taşın tozu yoktur. el-Kiya, et-Taberi der ki: Şafii toprağın ele yapışmasını şart koşmuştur. Bu, toprakla teyemmüm edip toprağın azalarına tıpkı, suyun abdest azalarına nakledildiği gibi nakledilsin diyedir. Yine el-Kiya der ki: Şüphe yok ki said lafzı, Şafii'nin söylediğine göre bir nass (açık bir ifade) değildir. Şu kadar var ki Rasülullah (s.a.v.)'ın: "Yeryüzü bana mescid, onun toprağı da benim için taharetlenme aracı (yani abdest ve gusül yerine teyemmüm aracı) kılınmıştır" buyruğu bunu beyan etmektedir.

 

Derim ki: Bu görüşün sahipleri, Hz. Peygamberin:"Ve yerin toprağı bizim için taharet aracı kılınmıştır" ifadesini delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: Bu buyruklar, mutlak ve mukayyed kabilindendirler. Oysa durum böyle değildir. Bu ancak ve ancak umum ifade eden buyruğun ihtiva ettiği bütün birimlerin bazılarının nass ile tayin edilmesi kabilindendir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O ikisinde meyve, hurma ve nar ağaçları vardır." (er-Rahman, 68) Bu tür açıklamaları daha önce Bakara Süresi'nde: "Meleklerine, Peygamberlerine, Cebraile ve Mikaile ... " (el-Bakara, 98) buyruğunu açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.

 

Dil bilginleri "Said"'in, önceden de belirttiğimiz gibi yeryüzünün adı olduğunu nakletmişlerdi. Açıkladığımız gibi Kur'an'ın nassı da budur Yüce Allah'ın beyanından sonra ise herhangi bir beyana gerek yoktur. (Ya da onun ötesinde beyan olmaz). Peygamber (s.a.v.) da cünup olan bir kimseye: "Sana, saidi salık veriyorum. O sana yeter" diye buyurmuşturki, bu hadis ileride gelecektir. Buna göre "said" kelimesi, ayet-i kerimede mekan zarfıdır Said'in toprak olduğunu kabul eden kimselere göre ise, bu kelime "be" harfinin takdiri ile mef'ulun bih olması gerekir. Yani (...) Toprağa teyemmüm ediniz, demek olur. "Temiz" de onun sıfatı olur Ancak bu kelimeyi "helal" anlamına kabul eden, bunu hal veya mastar olmak üzere nasb okur.

 

42- Teyemmüm Nelerle Yapılabilir:

 

Bu husus bu şekilde açıklık kazandığına göre şunu bil ki: Yaptığımız açıklamalardan, şu hususlar üzerinde icma olduğu anlaşılmaktadır: Kişi, münbit, temiz, toprak değilken, toprağa dönüşmüş olmayan (gayr-ı menkul) ve gasbedilmemiş toprakla teyemmüm edebilir.

 

Kendileriyle teyemmüm yapılamayacağı icma ile kabul edilen şeyler de şunlardır: Halis altın, gümüş, yakut, zümrüt gibi madenler, ekmek, et ve benzeri yiyecekler ile veya necis şeylerle teyemmüm edilemez. Fakat bunların dışında kalan madenler hakkında- görüş ayrılığı vardır. Bunu caiz görenler vardır. Bu da Malik'in ve diğerlerinin görüşüdür. Bunu kabul etmeyenler de vardır. Bu da Şafii'nin ve diğerlerinin görüşüdür.

 

İbn Huveyzimendad der ki: Malik'e göre yere yakın olduğu takdirde ot ile teyemmüm caizdir. Şu kadar var ki, kar ile teyemmüm hususunda ondan farklı rivayet gelmiştir. el-Müdevvene ve el-Mebsut'ta caiz olduğu belirtilmektedir. Diğer kaynaklarda ise, bunu kabul etmediği nakledilmektedir. Tahta parçası ile teyemmüm hususunda mezhepte farklı görüşler vardır Cumhur bunu kabul etmemektedir.

 

el-Vakar (Mısırlı Maliki fakihi, Zekeriya b. Yahya b. İbrahim'in lakabıdır) Muhtasar'da bunun caiz olduğunu belirtmektedir. Değneğin ayrı veya yere bitişik olması arasında fark olduğu da söylenmiştir. Bitişik olanla teyemmüm caiz kabul edilmiş, bitişik olmayanla teyümmüm kabul edilmemiştir.

 

es-Sa'lebi ise, Malik'in şöyle dediğini zikretmektedir: Elini ağaca vursa, sonra da onunla teyemmüm azalarını mesh etse, bu onun için yeterli gelir. Sa'lebi devamla der ki: el-Evzai ve es-Sevri de şöyle demektedir: Yer ile teyemmüm caiz olduğu gibi, onun üzerinde bulunan her türlü ağaç, taş, ot ve benzeri şeylerle de caizdir. Hatta şöyle demişlerdir: Elini buz ve kara bile vuracak olsa bu dahi yeterlidir.

 

İbn Atiyye ise der ki: çamur veya başka şeylerden toprağa dönüşmüş (menkul'a gelince, mezhep alimlerinin çoğunluğu onunla teyemmümün caiz olduğunu kabul ederler. Yine mezhepte bunun caiz olmadığı görüşü de vardır. Bizim mezhebimizin dışındaki alimlerden bunu kabul etmeyenler daha çoktur. Alçı ve kireç gibi pişirilen şeylere gelince, bu hususta mezhebimizde iki görüş vardır. Caiz ve değil, şeklinde. Duvar üzerinde teyemmüm hususunda ise görüş ayrılığı vardır.

 

Derim ki: Sahih olan bunun caiz olduğudur. Çünkü, Ebu Cüheym b. el-Haris b. es-Sımme el-Ensari şöyle demiştir: Resulullah (s.a.v.), Bi'ri Cemel denilen cihetten geldi. Onunla bir adam karşılaştı. Ona selam verdi. Peygamber (s.a.v.), Onun selamını bir duvara yönelip, yüz ve ellerini mesh etmedikçe almadı. Böyle yaptıktan sonra onun selamını aldı. Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. İşte bu, Malik ve ona muvafakat edenlerin dedikleri gibi, topraktan başkası ile teyemmümün sahih olduğuna delildir.

 

Şafii ve ona tabi olanların da, ellerin kendisine sürüleceği yerin, ele yapışacak cinsten tozlu ve temiz toprak olması şeklindeki görüşlerini de reddetmektedir.

 

en-Nakkaş, İbn Uleye ve İbn Keysan'dan misk ve zaferan ile teyemmüm almayı caiz gördüklerini nakletmektedir. İbn Atiyye der ki: Bu ise, birçok bakımdan katıksız bir hatadır. Ebu Ömer ise şöyle demektedir: İlim adamlarının çoğunluğu, tuzlu kıraç arazi ile teyemmüm almanın caiz olduğunu kabul ederler. Ancak İshak b. Rahaveyh bundan müstesnadır. Çamur içerisinde bulunup, teyemmüm etmesi gereken kimse hakkında İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Çamurdan alır ve onunla cesedinin bir bölümünü sıvar. Sıvadığı bu çamur kuruduktan sonra onunla teyemmüm eder. esSevri ve Ahmed derler ki: Keçe tozlarıyla teyemmüm caizdir. es-Sa'lebi der ki: Ebu Hanife, sürme, zırnık, kıl döken tozlar, kireç, öğütülmüş cevherlerle teyemmüm yapılmasını caiz kabul etmektedir. Fakat, altın tozu, gümüş, sarı bakır, kırmızı bakır ve kurşun gibi şeylerle teyemmüm caiz değildir. Çünkü bunlar yerin cinsinden değildirler.

 

43- Yüz ve Ellere Meshetmek:

 

Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz" buyruğundaki "meslı" lafzı müşterek bir kelimedir. Bu kelimenin anlamlarından birisi cimadır. Erkek kadın ile cima ettiğinde, "onu meshetti" denildiği gibi, kılıçla birşey kesildiğinde de: O şeyi kılıçla meshetti, denilir. Yine deve, gün boyunca yol aldığı takdirde, "deve günboyunca meshetti" denilir. Kalçaları zayıf olan kadına da "el-mar'etül mesha" denilir. Yine "Filanda bir parça güzellikvardır," denilir. Burada mesh'den kasıt ise, özel olarak eli meshedilen şey üzerinden geçirmektir, çekmektir.

 

Şayet bu bir alet ile yapılacak olursa, o aleti önce ele nakletmek, ondan sonra da meshedilen şey üzerinde çekmekten ibarettir. Bu da Yüce Allah'ın el-Maide Suresi'nde yer alan: "Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz" (el-Maide, 6) buyruğunun muktezasıdır. Çünkü Yüce Allah'ın: "Onunla" buyruğu, toprağın teyemmüm mahalline taşınmasının kaçınılmaz olduğuna delalet etmektedir. Şafii'nin görüşü de budur. Ancak biz bunu şart görmüyoruz. Çünkü Peygamber (s.a.v.), ellerini yere koyup kaldırdığında her ikisine de üflemiştir. Bir rivayette ise onları silkelemiştir. İşte bu, aletin şart olmadığına dalalet etmektedir, bunu da Hz. Peygamber'in duvar üzerinde teyemmümü açıklamaktadır. Şafii der ki: Başın mesh edilmesinde, başa bir parça ıslaklık taşımak kaçınılmaz bir şeyolduğu gibi, toprakla meshetmekte de aynı şekilde toprak taşımak kaçınılmaz bir şeydir.

 

Teyemmümde ve abdestte yüzün hükmünün, tamamıyla kaplanması ve yüzün her tarafının meshedilmesinin kaçınılmaz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bazıları ise, mestlerdeki kıvrımlar ile başa meshedilirken parmak aralarında olduğu gibi, her tarafının mesh ile kaplanmamasını caiz görmüşlerdir. Bu bizim (Maliki) mezhebimizde Muhammed b. Mesleme'nin görüşüdür, bunu İbn Atiyye nakletmiştir. Yüce Allah da: "Yüzlerinizi ve ellerinizi" buyurarak, yüzü ellerden önce zikretmiştir. Cumhur da bu görüştedir. Buhari'de ise, Ammar b. Yasir yoluyla gelen ve "Teyemmüm bir vuruştur babı" başlığı altında zikredilen hadiste ellerden, yüzden önce söz edilmiştir. Kimi ilim ehli, abdest azalarının yerlerinin değiştirilmesi hususuna kıyasen bu görüştedir.

 

44- Teyemmümün Sınırı:

 

İlim adamları, teyemmüm esnasında ellerin nereye kadar ulaştırılacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Şihab, omuzlara kadar ulaştırılır demektedir. Bu, Ebu Bekr es-Sıddık'tan da rivayet edilmiştir. Ebu DavUd'un Musannefinde, el-A'meş'ten rivayete göre Resulullah (s.a.v.), kollarını yarılarına kadar meshetmiştir. 

 

İbn Atiyye der ki: Bellediğim kadarıyla hiçbir kimse bu hadis gereği olan görüşü belirtmemiştir. Abdeste kıyasen dirseklere kadar meshedilir de denilmiştir. Bu Ebu Hanife, Şafii ve arkadaşları ile es-Sevri, İbn Ebi Seleme ve elLeys'in görüşüdür. Hepsi de teyemmümün dirseklere kadar ulaştırılmasının vacib olduğu görüşündedirler. Muhammed b. Abdullah b. AbdUlhakem ile İbn Nafi' de bu görüştedir. Kadı İsmail de bu kanaattedir.

 

İbn Nafı' der ki: Her kim yalnızca bileklerine kadar teyemmüm edecek olursa, (bu şekilde teyemmümle kılmış olduğu) bütün namazları ebediyyen iade etmelidir. Malik, el-Müdevvene'de şöyle demektedir: Yalnız vakit içerisinde ise iade eder. Dirseklere kadar teyemmümün yapılacağına dair Peygamber (s.a.v.)'dan rivayeti, Cabir b. Abdullah ile İbn Ömer yapmışlardır. İbn Ömer bu görüşte idi.

 

Darakutni der ki: Katade'ye yolculukta teyemmüme dair soru soruldu, o şöyle dedi: İbn Ömer, dirseklere kadar teyemmüm yapılır, derdi. Aynı şekilde el-Hasen ve İbrahim en-Nehai de "dirseklere kadar" derlerdi. Dedi ki: Bir hadis bilgini de bana eş-Şa'bi'den anlattı. O, Abdurrahman b. Ebza'dan, o, Ammar b. Yasir'den rivayete göre Rasülullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Dirseklere kadar (mesheder)."

 

Ebü İshak dedi ki: Ben bunu Ahmed b. Hanbel'e naklettim, o, bundan çok hoşlandı ve: Bu ne kadar güzel bir hadistir! dedi. (Darakutni, I, 182)

 

Bir kesim de bileklerine kadar meshi ulaştırır, demektedir. Bu, Ali b. Ebi Talib, el-Evzai, Ata ve bir rivayette de eş-Şa'bi'den nakledilmiştir. Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahaveyh, Davud b. Ali ve et-Taberi de böyle demiştir. Yine bu görüş, Malik'ten de rivayet edilmiştir. Şafii'nin kadim görüşü de budur. Mekhul der ki: Ben ve Zühri bir araya geldik, teyemmümü sözkonusu ettik. ez-Zühri şöyle dedi: Teyemmümde mesh koltuk altlarına kadardır. Ben: Bunu kimden naklediyorsun? diye sordum. O da: Ben bunu aziz ve celil olan Allah'ın Kitabından çıkarıyorum, dedi.

 

Çünkü Yüce Allah: "Yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin" diye buyurmaktadır. Hepsine el denilir. Ben ona şöyle dedim: Yine Yüce Allah: "Hırsız erkek ve kadının ellerini kesiniz" (el-Maide, 38) diye buyurmaktadır. El nereden kesilir. Böylece onu susturmuş oldum.

ed-Deraverdi'den bileklere kadar meshin farz olduğunu, koltuk altlarına kadar meshin ise fazilet olduğunu söylediği nakledilmektedir. İbn Atiyye ise der ki: Bu ne kıyasın, ne de herhangi bir delilin desteklediği bir görüştür.

 

Şu kadar var ki, bazıları "el" lafzını umumi kabul ederek, meshin omuzdan başlamasını farz görmüşlerdir. Bir kısmı da bunu abdeste kıyas ederek dirseklere kadar meshi vacip görmüşlerdir. ümmetin cumhuru da bu görüştedir. Bazıları da hadiste bileklere kadar denildiğini göstererek, bu kadarıyla yetinmişlerdir.

 

Yine bu, el kesmeye de kıyas edilmiştir. Zira bu, şer'i bir hükümdür ve bir temizlemedir. Tıpkı bunun da bir temizleme olduğu gibi.

 

Bazıları da, Ammar b. Yasir'in rivayet ettiği hadiste zikredilen el avuçları ile yetinmiştir. Bu da eş-Şa'binin görüşüdür.

 

45- Teyemmümde Tek Vuruş Yeterli midir:

 

Yine ilim adamları, teyemmümde tek vuruşun yeterli olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik, el-Müdevvene'de teyemmümün, iki vuruş ile gerçekleşeceği görüşündedir. Bir vuruşu yüz için, bir vuruş da eller için. Bu aynı zamanda, Evzai'nin, Şafii, Ebu Hanife ve arkadaşlarının, es-Sevri'nin, el-Leys'in ve İbn Ebi Seleme'nin de görüşüdür.

 

Ayrıca bunu Cabir b. Abdullah ve İbn Ömer Peygamber (s.a.v.)'den rivayet etmişlerdir. İbn Ebi'l-Cehm der ki: Teyemmüm tek bir vuruş ile yapılır. Yine bu el-Evzai'den daha meşhur olarak rivayet edilmiştir. Ata ve bir rivayete göre eş-Şa'binin de görüşü böyledir.

 

Ahmed b. Hanbel, İshak, Davud (ez-Zahiri) ve Taberi de bu görüştedir. Bu görüş, bu hususta rivayet edilen Ammar b. Yasir hadisinden daha sağlamdır.

 

Malik de "Kitabu Muhammed" de şöyle demektedir: Eğer tek bir vuruş ile teyemmüm edecek olursa, bu da onun için yeterli gelir. İbn Nafi' ise, bu şekilde teyemmüm ederse, ebediyyen (kıldığı namazlarını) iade eder, der.

 

Ebu Ömer (İbn Abdi'l-Berr) der ki: İbn Ebi Leyla ve el-Hasen b. Hayy şöyle derler: Teyemmüm iki vuruş ile yapılır. Bu vuruşlardan her birisi ile hem yüzünü, hem de kollarını ve dirseklerini mesheder. Ancak, ilim ehli arasında onlardan başka bunu diyen kimse olmamıştır.

 

Ebu Ömer der ki: Teyemmümün keyfiyetine dair rivayetler farklı olup birbirleriyle tearuz (çatışma) halinde olduğu takdirde, bu hususta vacib olan Kitabın zahirine başvurmaktır.

 

Kitabın zahiri de, birisi yüz için, diğeri ise dirseklere, kadar eller için olmak üzere iki vuruş olacağına delalet etmektedir. Bu da hem abdeste kıyasen böyledir. Hem de İbn Ömer'in uygulamasına ittibaen böyledir.

 

Çünkü İbn Ömer, Allah'ın Kitabını bilmek hususunda karşı konulamıyacak bir kimsedir. Şayet Peygamber (s.a.v.)'dan bu hususta herhangi bir rivayet sabit olur ise, o rivayetin belirttiği sınırda durmak icabeder.  Başarı Allah'tandır.

 

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır" buyruğu şu demektir: Yüce Allah ezelden beri affedicidir. O, kolaylık gösterir, günahları mağfiret eder. Yani O, günahın cezasını örter, setreder, cezalandırmaz.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Nisa 44-53

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR