NİSA 43 |
يَا
أَيُّهَا
الَّذِينَ
آمَنُواْ
لاَ تَقْرَبُواْ
الصَّلاَةَ وَأَنتُمْ
سُكَارَى
حَتَّىَ
تَعْلَمُواْ
مَا
تَقُولُونَ
وَلاَ جُنُباً
إِلاَّ
عَابِرِي سَبِيلٍ
حَتَّىَ
تَغْتَسِلُواْ
وَإِن كُنتُم
مَّرْضَى
أَوْ عَلَى
سَفَرٍ أَوْ
جَاء أَحَدٌ
مِّنكُم
مِّن
الْغَآئِطِ
أَوْ لاَمَسْتُمُ
النِّسَاء
فَلَمْ
تَجِدُواْ
مَاء فَتَيَمَّمُواْ
صَعِيداً
طَيِّباً
فَامْسَحُواْ
بِوُجُوهِكُمْ
وَأَيْدِيكُمْ
إِنَّ اللّهَ
كَانَ
عَفُوّاً
غَفُوراً |
43. Ey iman edenler!
Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ve bir de cünup iken -yolcu olmanız
müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur yahut yolculukta
iseniz, yada herhangi biriniz ayak yolundan gelirse, veya kadınlara dokunur da
su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi
meshediniz. Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı
kırk dört (kırk beş) başlık halinde sunacağız:
1- Ayetin Nüzul Sebebi, Sarhoşluk Veren
İçkilerin Haram Kılınma Aşamaları ve Mü'minlere Hitabın Sebebi:
2- Ayet-i Kerimedeki Sarhoşluğun
Mahiyeti:
3- Sarhoşken Namaza Yaklaşmama
Hitabının Muhatapları:
4- "Namaza Kalkmak"ın
Anlaşılması:
5- "Sekr / Sarhoşluk"
Kelimesinin Anlamı.
6- İslam'ın İlk Dönemlerinde İçkinin
Yasak Olmayışı:
7- Sarhoş İken Yapılan Tasarruflar ve
Bu Tasarrufların Hükmü:
8- "Cünup" Kelimesinin
Anlamı:
9- Cünupluğun Mahiyeti:
10- Yoldan Geçmek (Obur) İle İlgili
Açıklama:
11- Cünupken Yolculuk ve Cünupken
Mescidden Geçmeye Dair Hükümler ve Görüş Ayrılıkları:
12- Cünub Olanın Yapamayacağı İşler
13- Gusletme Keyfiyeti
14- Gusül Esnasında Azalar Kaçar Defa
Yıkanır:
15- Vücudunu Ovalayamayan Kimse Ne
Yapar:
16- Cünup Kimsenin Guslederken Sakalını
Hilallemesi:
17- Mazmaza ve İstinşakın Hükmü:
18- Niyetin Hükmü:
19- Guslederken Kullanılacak Su
Miktarı:
20- Teyemmüm İle İlgili Buyruklar ve Bu
Buyrukların Nüzul Sebebi:
21- Hastalığın Mahiyeti ve Ruhsatları:
22- Yolculuk:
23- Teyemmüm Yapmanın Cevazı:
24- "Ayak Yolundan Gelenler":
25- Abdesti Bozan Şeyler:
26- "Kadınlara Dokunmak"
Buyruğunun Anlaşılması İle İlgili Görüş Ayrılıkları:
27- Teyemmümü Mübah Kılan Sebepler ve
Su Bulamamanın Mahiyeti:
28- Su Aramanın Hükmü:
29- Vakit Çıkmadan Önce Su Bulma Umudu
Varsa Ne yapar:
30- Su Bulamamanın Ölçüsü:
31- Nitelikleri Değişmiş Suyun Hükmü:
32- Sudan Başka İçeceklerle Abdest
Almak:
33- Yokluğu Teyemmümü Mübah Kılan Suyun
Nitelikleri:
34- Teyemmümün Anlamı ve Hikmeti:
35- Teyemmüm Kelimesinin Kur'an-ı Kerim
de Kullanılması ve Hz. Aişe'nin "Teyemmüm Ayeti" Derken Kastettiği
Ayet-i Kerime:
36- Teyemmüm Mükellefiyetinin
Muhatapları:
37- Teyemmüm Almış Kimse Suyu Bulursa:
38- Teyemmüm Almış Kimsenin Namaza
Başlamadan ve Namazı Kıldıktan Sonra Suyu Bulmasının Hükmü:
39- Namaza Başladıktan Sonra Suyu
Bulanın Hükmü:
40- Teyemmüm İle Birden Çok Namaz
Kılınabilir mi?
41- Temiz Bir Toprak:
42- Teyemmüm Nelerle Yapılabilir:
43- Yüz ve Ellere Meshetmek:
44- Teyemmümün Sınırı:
45- Teyemmümde Tek Vuruş Yeterli midir:
1- Ayetin Nüzul
Sebebi, Sarhoşluk Veren İçkilerin Haram Kılınma Aşamaları ve Mü'minlere Hitabın
Sebebi:
Yüce Allah: "Ey iman
edenler! sarhoşken ... namaza yaklaşmayın" buyruğunda, bu hitabıyla özel
olarak mü'minlere seslenmektedir. Çünkü mü'minler, bir taraftan namaz kılarken,
içki de içmeye devam ediyorlardı. İçki ise, onların zihinlerini aleyhlerine
olmak üzere telef edip gitmişti O bakımdan bu buyrukla özel olarak onlara hitab
edildi. Zira kafirler ne sarhoşken, ne de ayıkken namaz kılmazlardı.
Ebu Davud, Ömer b.
el-Hattab (r.a.) dan şöyle dediğini rivayet etmektedir:
İçkinin haram kılınışına
dair buyruk nazil olmadan önce Ömer şöyle dedi:
Allah'ım, içki hakkında
bize rahatlatıcı bir beyanda bulun.
Bunun üzerine Bakara
Suresi'ndeki: "Sana içki ve kumardan soruyorlar" (el-Bakara, 219)
buyruğu nazil oldu.
Bunun üzerine Ömer
çağrıldı ve ona bu ayet-i kerime okundu. Yine: Allah'ım içki hususunda bize
rahatlatıcı bir beyanda bulun dedi. Bu sefer Nisa Süresi'nde yer alan: "Ey
iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ... namaza
yaklaşmayın" ayeti nazil oldu. O bakımdan Rasülullah (s.a.v.)'ın münadisi
namaz için kamet getirildiğinde şöyle seslenirdi. Dikkatli olun, namaza sarhoş
bir kimse yaklaşmasın. Yine Ömer çağırıldı, ona bu ayet-i kerime okundu, bu
sefer tekrar: Allah'ım içki hususunda bize rahatlatıcı bir beyanda bulun. Bunun
üzerine şu: "Artık vazgeçtiniz değilmi?" (el-Maide, 91) ayeti nazil
oldu. Bu sefer Ömer: Vazgeçtik dedi."
Said b. Cübeyr der ki:
İnsanlar, kendilerine bir emir, yahut bir yasak bildirilinceye kadar cahiliyye
dönemindeki durumlarını devam ettirip gidiyorlardı. O bakımdan İslam'ın ilk dönemlerinde
"Sana içki ve kumar hakkında soru soruyorlar. De ki: Onlarda büyük bir
günah ve insanlar için bazı menfeaatler vardır" (el-Bakara, 219) ayeti
nazil oluncaya kadar, içmeye devam ediyorlardı. Bu ayet nazil olunca: Biz günah
için değil de menfeati için içeriz, dediler. Adamın birisi içki içti ve
cemaatin önüne geçip namaz kıldırırken: De ki: Ey kafirler, ben sizin
taptıklarınıza taparım, diye okudu. Bunun üzerine: "Ey iman edenler,
sarhoşken ... namaza yaklaşmayın" ayeti nazil oldu. Bu sefer, biz namazın
dışında (içeriz), dediler. Bunun üzerine Ömer (r.a) şöyle dedi: Allahım içki
hususunda üzerimize şifa verici (rahatlatıcı) açıklama indir. Bunun üzerine:
"Muhakkak şeytan ... ister" (el-Maide, 91) ayeti nazil oldu.
Bunun üzerine Ömer de:
Vazgeçtik, vazgeçtik, dedi. Daha sonra Rasülullah (s.a.v.)'ın münadisi (Medine
sokaklarında) dolaşarak: Şunu biliniz ki, içki haram kılındı, diye nida etmeye
başladı. İleride Yüce Allah'ın izniyle Maide Süresi'nde de açıklaması gelince
görüleceği gibi.
Tirmizi de Ali b. Ebü
Talib'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdurrahman b. Avf, bize bir yemek
hazırladı. Bizi çağırdı. Bize içki içirdi. İçki bizi sarhoş etti. Bu arada
namaz vakti girdi. Beni namaz kıldırmak üzere öne geçirdiler. Ben de:
"Deki ey kafirler, sizin taptıklarınıza ben tapmam" (Kafirun, 1-2)
ve, biz sizin taptıklarınıza taparız diye okudum. Bunun üzerine Yüce Allah:
"Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ... namaza
yaklaşmayın" buyruğunu indirdi. Ebü İsa (et-TirmizI) der ki:
Bu hasen, sahih bir
hadistir.
Bu ayet-i kerimenin daha
önceki buyruklar ile ilişki yönü ve ayetler arasındaki yerine gelince: Şanı
Yüce Allah Daha önce "Allah'a ibadet edin, ona hiçbir şeyi ortak
koşmayın" (en-Nisa, 36) diye buyurdu. İmandan sonra da ibadetlerin başı
olan namazı söz konusu etti.
Bundan dolayı namazı
israrla terk eden kişi öldürülür ve farziyeti sakıt olmaz. Bu şekilde anlatım,
kendileri bulunmaksızın sahih olması sözkonusu olmayan namazın şartlarını
açıklamaya kadar geldi.
2- Ayet-i Kerimedeki
Sarhoşluğun Mahiyeti:
İlim adamlarının cumhuru
fukaha topluluğunun kanaatine göre, ayet-i kerime de geçen sekr (sarhoşluk) dan
kasıt, içki dolayısıyla sarhoşluktur. Ancak, ed-Dahhak, buradaki sarhoşluktan
kasıt, uykudur demektedir. Çünkü, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden
herhangi bir kimse, namazdayken uyuklayacak olursa, uykunun etkisi üzerinden
gidinceye kadar yatıp uyusun. Çünkü, belki de o, mağfiret dilemek isterken,
kendi kendisine beddua edebilir."
Abide es-Selmani der ki:
"Sarhoşken" den kasıt, idrarın seni sıkıştırmışken demektir. Çünkü
Hz. Peygamber: "Sizden herhangi bir kimse, sakın idrarı kendisini
sıkıştırmışken -bir rivayette de: Bacakları arasındakini sakıştırmış olduğu
halde- asla namaz kılmasın."
Derim ki: ed-Dahhak ve
Abide'nin söyledikleri, mana itibari ile doğrudur.
Çünkü namaz kılandan
istenen şey, bütün kalbiyle Yüce Allah'a yönelmesi, başka şeylere iltifatı
terketmesi, uyku, idrar sıkışıklığı ve açlık gibi şaşırmasına sebep olabilecek,
gönlünü, hatırını meşgul edecek, halini değiştirecek herşeyden uzak durması
gibi şeyler istenir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: "Akşam yemeği
hazırken, namaz için kamet getirilirse, akşam yemeğini yiyerek işe
başlayın."
Böylelikle Hz.
Peygamber, insanın hatırına taalluk edebilecek şaşırtıcı herbir unsurun ortadan
kalkmasını gözönünde bulundurmuştur. Ta ki kul, başka şeylerle meşgul olmayan
bir kalp ve bütün özü ile Rabbine ibadete yönelsin ve namazında gerektiği gibi
huşu duysun. Bu ayet-i kerimenin kapsamına ileride geleceği üzere:
"Mü'minler felah bulmuşlardır. Onlar ki, namazlarında huşu
gösterenlerdir" (el-Mu'minun, 1-2) buyrukları da girmektedir. İbn Abbas da
der ki: Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, sarhoşken ... namaza
yaklaşmayın" buyruğu, Maide Suresi'nde yer alan: "Ey iman edenler
namaza kalkacağınız zaman ... yıkayınız" (el-Maide, 6) ayeti ile nesh
olmuştur. Bu görüşe göre de mü'minlere sarhoş oldukları halde namaz kılmamak
emri verilmiş olmaktadır.
Daha sonra ise her
halükarda namaz kılmaları emrolunmuştur. Bu ise nihai haram hükmü gelmezden
önce böyleydi. Mücahid ise der ki: Bu ayet-i kerime, içkiyi haram kılan ayetle
nesh olmuştur. İkrime ve Katade de böyle demiştir. Daha önce zikrettiğimiz Hz.
Ali yoluyla gelen hadis-i şerif dolayısıyla bu konuda sahih olan da budur.
Rivayet olunduğuna göre
Ömer b. el-Hattab (r.a) şöyle demiştir: Namaz için kamet getirildi. Resulullah
(s.a.v.)'ın münadisi de şöyle seslendi: Sakın sarhoş olan bir kimse namaza
yaklaşmasın. Bunu da en-Nehhas nakletmiştir. edDahhak ve Abıde'nin görüşlerine
göre ise, ayet-i kerime muhkem olup, ayette nesh sözkonusu değildir.
3- Sarhoşken Namaza
Yaklaşmama Hitabının Muhatapları:
Yüce Allah'ın:
"Yaklaşmayın" buyruğundaki fiilin "ra" harfi üstün okunacak
olursa, öyle bir fiili işlemeye kalkışmayın anlamına gelir. Şayet ötreli
okunursa, böyle birşeye kalkışmayın, yaklaşmayın anlamına gelir.
Ayet-i kerimede hitap,
aklıbaşında, sarhoş olmayan bütün ümmetedir.
Sarhoş bir kimse ise,
sarhoşluğu dolayısıyla temyiz gücünü kaybedecek olursa, aklı başından gitmiş
olduğundan dolayı o vakitte muhatab değildir. Ancak o, kendisi için vacib olan
emirleri yerine getirmekle muhataptır. Diğer taraftan sarhoş olduğu sıralarda,
sarhoş olmadan önce mükellef olduğu kesinlik kazanmış hükümlerden vakti geçtiği
için yerine getirmediklerinin de ayrıca keffaretini (yani kazasını v. b.)
yerine getirmelidir.
4- "Namaza
Kalkmak"ın Anlaşılması:
İlim adamları burada
namaz (es-Salat) ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Bir kesim, bundan maksat bizatihi bilinen ibadettir, demektedir. Bu, Ebu
Hanife'nin de görüşüdür. O bakımdan daha sonra: "Ne söylediğinizi
bilinceye kadar" diye buyurulmuştur.
Bir başka kesim ise
bundan kasıt, namazın kılındığı yerlerdir, demektedir.
Bu da Şafii'nin görüşüdür.
Ona göre, burda muzaf hazfedilmiştir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde:
"Elbette birçok manastırlar, kiliseler, havralar (salavat) yıkılır
giderdi" (el-Hac, 40) diye buyurmaktadır Görüldüğü gibi, burada da namaz
kılanan yerlere "salat" adı verilmektedir. Bu açıklamaya Yüce
Allah'ın: "Ve bir de cünüp iken -yolcu olmanız müstesna-" buyruğu da
delalet'etmektedir. Bu ise, cünüp olan bir kimsenin mescidden -orada namaz
kılmak için değil de- geçip gitmesinin caiz olmasını gerektirmektedir.
Ebu Hanife: "Birde
cünüp iken -yolcu olmanız müstesna-" buyruğundan maksat, su bulamaması
halindeki yolcudur. Böyle bir kimse teyemmüm eder ve öylece namazını kılar der.
Buna dair açıklama da ileride gelecektir.
Bir başka kesim de şöyle
demektedir: Bu buyrukta "namaz"dan kasıt, hem namaz kılınan yerdir,
hem da namazın kendisidir. O dönemlerde ashab-ı kiram, ancak namaz için mescide
gelirler ve hep birlikte namaz kılarlardı. O bakımdan namaz ile namaz kılınan
yer birbirinden ayrı görülmezdi.
5- "Sekr /
Sarhoşluk" Kelimesinin Anlamı.
Tekil, ve Çoğul Olarak
Kullanılışı: Yüce Allah'ın "Sarhoşken, sarhoş olduğunuz halde"
buyruğu mübteda ve haberdir. "Yaklaşmayın" emrinden hal mahallinde
bir cümledir. "Sarhoşlar" kelimesi, (...) Sarhoş kelimesinin
çoğuludur. en-Nehai, bu kelimeyi "sin" harfini üstün olarak; (...)
diye okumuştur ki, bu da (...) kelimesinin mükesser çoğuludur. Bunun bu şekilde
teksir ediliş sebebi, sekr'in aklı ilgilendiren bir afet oluşudur. O bakımdan,
bu kelime de, sara'ya düşmüş kimseler anlamını veren; (...) kelimesi ve bu
türden diğer kelimeler vezninde çoğul yapılmıştır. el-A'meş ise bu kelimeyi
"sin" harfini ötreli olarak "hubla" gibi okumuştur. O
takdirde bu kelime tekil bir sıfat olur. Çoğul ile ilgili olarak, tekil bir
sıfat ile haber vermenin caiz oluşu da çoğula dair tekil bir kelime ile haber
vermek şeklindeki kullanışlarına (Arapların kullanışlarına) göre caiz
görülmüştür.
Sekr (sarhoşluk),
sahv'ın (ayıklığın) zıddıdır. Bu kelime (...) şekillerinde kullanılır. Kişinin
gözünün şaşkınlığını ifade etmek için; de (...) denilir. Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz ki gözlerimiz döndürülmüş, şaşırtılmış ... " (el-Hicr, 15)
buyruğundaki "sekr" bu anlamdadır. Bu kelime, "kef" harfi
şeddeli olarak, açık birşeyi kapatmak, yarığı kapatmak anlamında da kullanılır.
Buna göre sekran (sarhoş), sahip olduğu akıllı halden kopan, ondan uzaklaşan
kimse demektir.
6- İslam'ın İlk
Dönemlerinde İçkinin Yasak Olmayışı:
Bu ayet-i kerimede,
İslamın ilk dönemlerinde içki içmenin, kişiyi sarhoşluk derecesine
ulaştırıncaya kadar mübah olduğuna dair bir delil, hatta açık bir nass vardır.
Şöyle de denilmiştir: Sarhoş olmak akli bakımdan haram görülmektedir. Ve hiçbir
dinde de mübah kılınmış değildir. Onlar, bu ayet-i kerimedeki sekr'i de uyku
diye yorumlamışlardır. el-Kaffal der ki: Muhtemeldir ki onlara, insan tabiatını
cömertliğe, kahramanlığa ve hamiyette harekete geçirecek miktarda içki içmeleri
mübah kılınmıştır. Derim ki, böyle bir mana onların şiirlerinde de vardır.
Nitekim Hassan (b. Sabit) şöyle demiştir: "Biz onu (şarabı) içeriz, o da
bizi kıralmışız gibi yapar."
Bu anlamda daha önce
el-Bakara Süresi'nde (219. ayet, 6. başlıkta) doyurucu açıklamalarda
bulunmuştuk. el-Kaffal der ki: Kişiyi, delilik ve baygınlık noktasına getirecek
kadar aklı izale eden sarhoşluğa gelince, böyle bir maksatla içki içmek mübah
kılınmış değildir. Ancak böyle bir kastı olmaksızın bu derece sarhoş olsa,
bunun sorumluluğu bu şekilde sarhoş olandan kaldırılmış bulunuyordu.
Derim ki: Bu doğru bir
açıklamadır. Bu açıklamalar, Maide Süresi'nde, Hz. Hamza kıssasında (el-Maide,
90-92. ayetler, 3. başlıkta) gelecektir. Müslümanlar, bu ayet-i kerime nazil
olunca, namaz vakitlerinde içki içmekten uzak duruyorlardı. Yatsı namazını
kıldıktan sonra içki içerlerdi. Yüce Allah'ın: "Ar-. tık vazgeçtiniz değil
mi" (el-Maide, 91) buyruğunda haram kılındığı hükmü nazil oluncaya kadar
bu halde devam ettiler.
7- Sarhoş İken Yapılan
Tasarruflar ve Bu Tasarrufların Hükmü:
Yüce Allah'ın: "Ne
söylediğinizi bilinceye kadar" buyruğunun anlamı: öylediğinizden-yanlış
olmadığından emin olarak, kesin olarak doğru olduğunu bilinceye kadar. ..
demektir. Sarhoş ise ne söylediğini bilmez.
Bundan dolayı Osman b.
Affan (r.a) şöyle demiştir: Sarhoşun boşaması geçerli değildir. Aynı zamanda
bu, İbn Abbas, Tavus, Ata, el-Kasım, ve Rabia'dan da rivayet edilmiştir. Bu
aynı zamanda, Leys b. Sa'd'ın, İshak, Ebü Sevr ve el-Müzenı'nin de görüşdür.
Tahavı de bunu tercih
etmiş ve şöyle demiştir: İlim adamları bunakın boşamasının caiz olmadığını icma
ile kabul etmişlerdir.
Sarhoş olan bir kimse
ise vesvese dolayısıyla bunaklaşmış bir kimse gibidir. Yine ilim adamları,
(uyuşturucu bir ot olan) ban otunu alıp, aklı giden kimsenin boşamasının caiz
olmadığı hususunda ihtilaf etmemişlerdir. O bakımdan içkiden dolayı sarhoş
olanın da durumu böyledir.
Bir kesim de sarhoşun
boşamasını geçerli kabul etmişlerdir. Ömer b. elHattab, Muaviye ve bir gurup
tabiinden bu görüş rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu, Ebü Hanife, es-Sevri ve
el-Evzai'nin de görüşüdür. Şafii'nin bu konudaki görüşleri farklı farklı
gelmiştir.
Malik ise, sarhoşun
talakını geçerli kabul ettiği gibi, yaralamalarda ve öldürmede kısası da
öngörür. Ancak, sarhoşun nikah ve satışını onun için bağlayıcı kabul etmez.
Ebü Hanife derki:
Sarhoşun bütün fiilleri ve akidleri, tıpkı aklı başında olan kimseninki gibi
sabit ve geçerlidir. Bundan irtidat müstesnadır.
Böyle bir kimse irtidat
edecek olursa, -istihsanen kabul edilmesi müstesna- hanımı ondan bain olmaz.
Ebu Yusuf der ki:
Sarhoşluk halinde mürted olur Aynı zamanda bu, ŞafiI'nin de görüşüdür. Şu kadar
var ki, sarhoş halde iken onu öldürmez ve tevbe etmesini de istemez.
İmam Ebu Abdullah
el-Mazerı ise der ki : Bizde şaz bir rivayet vardır. Buna göre sarhoşun talakı
bağlayıcı değildir. Muhammed b. Abdilhakem ise der ki: Sarhoşun talakı da,
boşaması da geçerli değildir. İbn Şas da şöyle demektedir: eş-Şeyh Ebu'l-Velid,
konu ile ilgili görüş ayrılığını bir parça aklı başında bulunan, ancak
kendiliğinden karışıklığın önüne geçemeyip hem hata, hem isabet eden ve
böylelikle karıştıran kimse ile ilgili olarak kabul etmekte ve şöyle
demektedir: Göğü yerden, erkeği kadından tanıyamayacak, ayırt edemeyecek kadar
sarhoş olana gelince, böylesinin hem kendisiyle insanlar arasında, hem de
kendisiyle Allah arasındaki bütün fiil ve hallerinde deli gibi
değerlendirileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bundan tek istisna,
vakitleri geçen namazlardır. Bu konuda şöyle denilmiştir: Deliden farklı olarak
böyle bir sarhoştan namaz sakıt olmaz. Çünkü o, bizzat kendi kendisini
sarhoşluğa itmekle, vakti çıkıncaya kadar, kasten o namazı terketmiş gibi olur.
Süfyan es-Sevri der ki:
Sarhoşluğun sınırı, akl! dengenin bozulmasıdır. Eğer Kur'an okuması
istendiğinde, bu kıraati karıştırır ve bilmediği şeyler söyliyecek olursa, ona
sopa cezası uygulanır.
Ahmed de der ki:
Sağlıklı haline göre aklında değişme görülecek olursa, o kişi sarhoş demektir.
Malik'ten de buna yakın bir tanım nakledilmiştir.
İbnü'I-Münzir der ki:
Kur'an okuyuşu sırasında karıştırırsa sarhoş demektir. Buna delil de, Yüce
Allah'ın: "Ne söylediğinizi bilinceye kadar" buyruğudur. Eğer ne
söylediğini bilmeyecek halde ise, orayı kirletme korkusuyla mescidden uzak
durur. Kılacağı namaz da sahih olmaz. Kılacak olsa, (ayıkınca) kazasını yapar.
Şayet söylediğini bilecek durumda olup, namaz kılacak olursa, hükmü ayık
kimsenin hükmü gibidir.
8- "Cünup"
Kelimesinin Anlamı:
Yüce Allah'ın: "Bir
de cünup iken ... yaklaşmayın" buyruğu, Yüce Allah'ın: "Ne
söylediğinizi bilinceye kadar" buyruğundaki mansub cümlenin mahalline
atfedilmiştir. Yani, cünup iken de namaz kılmayınız demektir. (...)
kullanılışları aynı anlamda, cünup oldunuz demektir. Cünup lafzının müennesi de
yoktur, tesniye ve çoğulu da yoktur Çünkü bu kelime, "buud ve kurb;
uzaklık ve yakınlık" kelimesi gibi mastar veznindedir. Bazan bu kelimeyi
hafifleterek, (...) diye söylerler. Bu kelimeyi bu şekilde okuyanlar da
olmuştur. el-Ferra der ki: "Kişi cünub oldu," ifadesi cenabetten
gelmektedir.
Bir şivede cünup
kelimesinin, tıpkı "unk" ve "a'nak," "tunub ve
etnab" (boyun, boyunlar, çadır kazığı ve kazıklar) gibi çoğul yapıldığı da
söylenmiştir. Tekili kastederek "canib" diye bu kelimeyi kulIanmak
halinde, çoğul için "cünnab" tabiri kullanılır. Binici ve biniciler
için "rakib ve rukkab" demek gibi. Kelime asıl itibariyle uzaklık
demektir. Adeta cünup, şehvetle çıkardığı su dolayısıyla namaz halinden
uzaklaşmış gibi olduğundan bu ismi alır. Şair der ki: "Beni (yanında esir
bulunan) kardeşimden uzak tutarak mahrum etme! Çünkü ben, çadırlar ortasında
garip kalmış bir kimseyim."
Cunub adam, yabancı adam
anlamına da kullanılır. Aynı şekilde cenabet (mücanebet) erkeğin kadın ile içli
dışlı olması demektir.
9- Cünupluğun
Mahiyeti:
ümmetin cumhuru, cünup
kimsenin, ya inzal (menisinin şehvetle ve kuvvetle akması) veya sünnet
yerlerinin birbirine kavuşması dolayısıyla temiz olmayan kimse olduğunu kabul
etmektedir. Ashabtan bazılarından, inzal olmadıkça gusül olmayacağına dair
görüş rivayet edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber: "Su (ile yıkanmak), ancak
sudan (meninin gelmesinden) dolayıdır" diye buyurmuştur. Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir.
Buhari'de ise Ubeyy b.
Ka'b'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Resulü, erkek kadın ile
cima edip de inzal olmazsa (hüküm nedir) diye sorması üzerine, Hz. Peygamber
de: "Kendisinden kadına temas eden tarafını yıkar, sonra da abdest alır,
namaz kılar." Ebu Abdullah (Buhari) der ki: Ancak gusletmek daha
ihtiyatlıdır. Öbür görüşü ise, bu konudaki (ilim adamlarının) ihtilafları dolayısıyla
açıkladım.
Müslim de Sahih'inde
bunu, yukarıda belirttiğimiz şekilde bu manada rivayet etmiş ve hadisin sonunda
şöyle demiştir: Ebu'l-Ala b. eş-Şıhhır dedi ki:
Nasıl ki Kur'an'ın
bazısı diğer bazısını nesh ediyor idiyse, Resulullah (s.a)'ın hadisinin de
bazısı bazısını nesh ederdi. Ebu İshak der ki: İşte bu nesh olmuştur. Tirmizı
de der ki: Bu hüküm, İslamın ilk dönemlerinde böyleydi, sonra nesh oldu.
Derim ki: Ashabdan,
tabiinden ve İslam aleminin değişik bölgelerindeki fakihlerinden büyük bir
topluluk bu görüştedir. Aynı zamanda, iki sünnet yerinin birbirine kavuşması
ile guslün icabettiğini kabul etmektedirler. Bu hususta önceleri ashab-ı kiram
arasında görüş ayrılığı var idiyse de, daha sonra bu hususta Hz. Aişe'nin
Peygamber (s.a.v.)'den yaptığı rivayetten anlaşılan hükmü kabul etmişlerdir.
Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Erkek, hanımının dört dalı
arasına oturup, sünnet yeri, sünnet yerine değerse gusül icabeder." Bu
hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Buhari ile Müslim'de de,
Ebu Hureyre yoluyla gelen hadiste Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Erkek kadının dört
dalı arasında oturur, sonra da üzerine kendisini iterse, erkeğe (de kadına da)
gusül icabeder." Müslim ayrıca: "İnzalde bulunmasa dahi"
fazlalığını eklemektedir. İbnü'l-Kassar der ki: Kendilerinden öncekilerin
hilafından sonra, tabiin ve onlardan sonra gelenler: "İki sünnet yeri
birbirine kavuştuğu takdirde" hadisi gereğince amel etmeyi icma ile kabul
etmişlerdir. Görüş ayrılığından sonra icma sahih olarak nakledilecek olursa, o
vakit icma, görüş ayrılıklarını ortadan kaldırır (hükümsüz kılar).
Kadı İyad der ki:
Ashab'ın konu ile ilgili görüş ayrılığından sonra bu kanaati izhar eden bir
kimse olduğunu bilmiyoruz. Bundan tek istisna, el-A'meş'den ve Davud
el-Asbahani'den bu doğrultuda nakledilen görüşlerdir. Rivayet olunduğuna göre
Ömer (r.a.) insanları, "su, sudan dolayı gerekir" hadisi gereğince
amel etmeyi terk etmeye mecbur etmiştir. Buna sebep ise, onların bu konudaki
ihtilafları olmuştur. İbn Abbas ise bu hadisi, ihtilama tevil etmiş ve böyle
açıklamıştır. Yani su ile gusletmek, ihtilam halinde suyun inzali dolayısıyla
(meninin gelmesi dolayısıyla) icabeder. İnzal olmadığı takdirde, rüyasında cima
ettiğini görse dahi, gusletmesi gerekmez. Bu ise, bütün ilim adamları arasında
görüş ayrılığı bulunmayan bir meseledir.
10- Yoldan Geçmek
(Obur) İle İlgili Açıklama:
Yüce Allah'ın:
"Yolcu olmanız müstesna" buyruğunda yer alan, (...): "Yoldan
geçenler" kelimesi ile aynı kökten (...): Yolu aştım, geçtim tabiri, yolu
bir tarafından öbür tarafına katettim demektir. Nehir hakkında da kullanılır,
mastarı "u'bur" gelir. "İbr'u'n-Nehr" ise, nehrin kıyısı
demektir. Buna " 'ubr" da denilebilir. Mı'ber ise, üzerinden yolun
aşıldığı gemi veya köprü demektir. Abirü's-Sebil yoldan gelip geçen demektir.
(...) İse, üzerinde devamlı yolculuk yapılan ve hızlıca yürüdüğü için sırtında,
öğlenin şiddetli sıcağında dahi geniş arazilerin, mesafelerin kat edildiği deve
hakkında kullanılır. Şair de der ki: "(O öyle bir devedir ki) gayretle,
hızlıca ve bütün gücüyle yol alır. Uzun tüylü deve kuşu gibi, gün ortası
sıcağında çölleri kateder."
Bir başka şair de der
ki: "Allah'ın kazası herşeye galip gelir. Sabırsız olanla da, çok sabırlı
olanla da oynar o. Eğer ölürsek, şüphesiz bizim de denklerimiz vardır. Şayet
hayatta kalırsak, ölümümüz, zaten adanmışız gibi, kaçınılmazdır."
11- Cünupken Yolculuk
ve Cünupken Mescidden Geçmeye Dair Hükümler ve Görüş Ayrılıkları:
İlim adamları, Yüce
Allah'ın: "Yolcu olmanız müstesna" buyruğunun anlamı hakkında farklı
kanaatlere sahiptir. Ali (r.a) ile İbn Abbas, İbn Cübeyr, Mücahid ve el-Hakem,
Abirü's-Sebil, yolculuk yapan kimse demektir derler. Herhangi bir kimsenin
gusletmedikçe, cünub olduğu halde namaza yaklaşması sahih değildir. Bundan
istisna yolcu olandır, o da teyemmüm eder. Bu, Ebü Hanife'nin görüşüdür. Çünkü
ikamet olunan yerlerde çoğunlukla su bulunur. O bakımdan, ikamet halinde
bulunan kişi, su bulunduğundan dolayı gusleder. Yolculuk yapan kimse ise, su
bulamazsa, teyemmüm eder.
İbnü'I-Münzir der ki:
Rey ashabı, yolculukta bulunan cünup kimsenin eğer içinde su bulunan bir
mescidden yolu uğrayacaksa, önce teyemmüm eder, sonra mescide girip oradan su
çeker, daha sonra da suyu mescidin dışına çıkartır (ve gusleder)
Bir kesim ise, cünubun
mescide girmesine ruhsat vermiştir. Bazıları da Peygamber (s.a.v.)'ın:
"Mü'min necis değildir" hadisini delil gösterirler. İbnü'l-Münzir der
ki: Biz de böyle diyoruz, bu görüşteyiz.
Yine İbn Abbas, İbn
Mes'ud, İkrime ve en-Nehai der ki: Abirü's-Sebil, yoldan geçip giden kimse
demektir. Aynı zamanda bu, Amr b. Dinar ile Malik ve Şafii'nin de görüşüdür.
Bir başka kesim de şöyle
demektedir: Cünup olan bir kimse, çaresiz kalmadıkça mescidden geçmez. Çaresiz
kalırsa teyemmüm eder ve öylece mescidden geçer. es-Sevri ve İshak b. Rahaveyh
böyle demiştir.
Ahmed ve İshak, cünub
kimse hakkında, abdest aldığı takdirde mescidde oturmasında mahzur yoktur,
demektedirler. Bu görüşlerini İbnü'l-Münzir nakletmektedir. Bazıları da, ayet-i
kerimenin nüzul sebebi hakkında şunu rivayet ederler: Ensardan bir topluluğun,
evlerinin kapıları mescide açılırdı. Onlardan herhangi birisi cünub oldu mu,
mescidden geçmek zorunda kalırdı.
Derim ki: Bu doğrudur.
Ayrıca bunu, Ebu Davud'un, Decace'nin kızı Cesre'den yaptığı şu rivayet
desteklemektedir: Cesre dedi ki: Aişe (r.anha)'yı şöyle derken dinledim:
Resulullah (s.a.v.), ashabının evlerinin yüzlerini (kapıların) mescide doğru
açılmakta olduğunu gördü ve: "Bu evlerin yolunu mescidden başka tarafa
çeviriniz" diye buyurdu. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) içeri girdi. Fakat
ev sahipleri, konu ile ilgili kendileri hakkında bir ruhsat iner umudu ile,
hiçbir değişiklik yapmadılar. Yine Hz. Peygamber yanlarına Çıkıp şöyle buyurdu:
"Bu evlerin yönlerini mescidden başka tarafa çeviriniz. Çünkü ben mescidi,
ay hali olan bir kadına da, cünub bir kimseye de helal kılmıyorum."
Müslim'in Sahih'inde de
şöyle denilmektedir: "Mescidde Ebu Bekir'in kapısından başka, oraya açık
hiç bir kapı bırakılmasın." Böylelikle Resulullah (s.a.v.), bütün
kapıların kapatılmasını emretti. Çünkü bu durum, mescidin yol edinilmesini ve
mescidden geçip gitmeyi beraberinde getiriyordu. Hz. Ebu Bekir'e ikram olsun ve
özelliği dolayısıyla onun kapısını istisna etmişti. Çünkü, çoğunlukla birbirlerinden
ayrılmazlardı.
Peygamber (s.a.v.)'ın,
Ali b. Ebi Talib (r.a) dışında herhangi bir kimseye, mescidden yol gibi geçip
gitmesini ve orada lüzumsuz oturmasına izin vermediği rivayet edilmiştir.
Ayrıca bunu Atiyye el-Avfi de Ebu Said el-Hudri'den rivayet etmektedir. Ebu
Said dedi ki: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Mescidde cünup olmak,
hiçbir müslüman için -ben ve Ali müstesna- uygun düşmez ve olacak şey de
değildir."
İlim adamlarımız derler
ki: Bunun böyle olması caiz (mümkün) dir. Çünkü, Hz. Ali'nin evi de mescidin
bünyesi içerisinde idi. Tıpkı Peygamber (s.a.v.)'in evinin de mescidin bünyesi
içerisinde olduğu gibi. Her ne kadar her ikisinin evi de mescidin içerisinde
değil ise de bizzat mescide bitişiktiler ve evlerinin kapıları mescide açılıyor
idi. Resulullah (s.a.v.), böylelikle onları mesciddenmiş gibi değerlendirdi ve
"hiçbir müslüman için ... caiz değildir" hadisini irad buyurdu. Hz.
Ali'nin evinin mescidde olduğuna delalet eden rivayetlerden birisi de, İbn
Şihab'ın Salim b. Abdullah'tan şöyle dediğine dair rivayetidir: Adamın birisi
babama, Ali ve Osman'dan (Allah ikisinden de razı olsun) hangisinin daha
hayırlı olduğuna dair soru sordu. Abdullah b. Ömer ona şöyle dedi: İşte bu
Resulullah (s.a.v.)'ın evi. Yanıbaşında da Hz. Ali'nin evine işaret etti.
Mescidde bu iki evden başkası yoktu dedi ve hadisin geri kalan bölümünü
zikretti.
Buna göre Hz. Peygamber
ve Hz. Ali, mescidde cünup olmuyorlardı. Evlerinde cünub oluyorlardı. Fakat
evleri, mescidin bünyesindendi. Çünkü kapıları mescide açılıyordu. O bakımdan,
cünub halde evlerinden çıkacak olurlarsa, mescidi yol gibi geçiyorlardı.
Diğer taraftan bunun
onlara has bir özellik olması da mümkündür. Peygamber (s.a.v.)'in, zaten özel
bir takım durumları vardı. İşte bu da onun özelliklerinden birisi kabul edilir.
Daha sonra Peygamber (s.a.v.) da bu konuda Hz. Ali'ye bir özellik tanıyarak,
başkasına ruhsat olmayan bir hususu ona da ruhsat olarak verdi. Her ne kadar
evlerinin kapıları mescidin içerisinde bulunuyor idiyse de, mescidde onların
evlerinin kapılarından başka birtakım kapılar da vardı. Öyleki Peygamber
(s.a.v.), Hz. Ali'nin kapısı dışında diğer kapıların kapatılmasını emretmişti.
Amr b. Meymun, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.v.)
buyurdu ki: "Bütün kapıları -Ali'nin kapısı müstesna-
kapatınız."
Böylece Hz. Peygamber;
Hz. Ali'ye kapısının mescide açılmasına ilişmemek suretiyle bir özellik tanımış
oldu. Hz. Ali de evi mescidde olduğu halde evinde cünup olurdu.
Hz. Peygamber'in:
"Mescide açılan kapılardan Ebu Bekir'in kapısından başka bir kapı
bırakmayınız" hadisine gelince, bu -Allahu alem- şöyle idi: Mescide bakan
çıkış olarak kullanılan birtakım kapılar vardı. Evlerin asıl kapıları ise
mescidin dışında bulunuyordu. Hz. Peygamber, işte bu ikinci çıkışların kapatılmasını
emrederken, ona ikram olmak üzere, Hz. Ebu Bekir'in çıkışını bırakmıştı. Buna
karşılık Hz. Ali'nin ana kapısı, giriş ve çıkışta kullandığı kapısı (mescide
açılıyordu). İşte İbn Ömer bunu: "Ve mescidde ikisinden başkası
yoktu" diyerek açıklamaktadır.
Denilse ki: Ata b.
Yesar'dan şöyle dediği sabittir: Peygamber (s.a.v.)'in ashabından bazı
kimseler, cünup oluyor, buna karşılık abdest alıp mescide geliyor ve mescidde
konuşuyorlardı. İşte bu, cünup bir kimsenin abdest aldığı takdirde mescidde
kalmasının caiz olduğuna delildir. Bu, Ahmed'in ve İshak'ın da -belirttiğimiz
gibi- görüşüdür.
Buna cevap şudur: Abdest
almak cünupluk hadesini kaldırmaz. İbadet için vaz' olunmuş ve zahiri pislikten
korunmuş her bir yere, bu iş için yapacağı ibadeti kabul olunmayanın ve bu
ibadete başlaması sahih olmayanın girmemesi gerekir. Onlardan nakledilen,
çoğunlukla bilinen halleri ise, evlerinde gusledip geldikleridir.
Eğer abdest bozucu başka
haller sizin bu dediğinizi iptal eder, denilecek olursa, şöyle deriz: Öbür
haller, çokça vaki olur ve bunlardan dolayı abdest almak zor gelir. Yüce
Allah'ın: " ... ve bir de cünup iken -yolcu olmanız müstesna- ... "
buyruğu başka açıklamalara ihtiyaç bırakmayacak şekildedir ve yeterlidir.
Mescidde cünupken durup beklemek caiz olmadığına göre, mushafa el değdirmenin
ve onda okumanın caiz olmaması öncelikle sözkonusudur. Çünkü mushafın
saygınlığı (hürmeti) daha büyüktür. Buna dair açıklamalar ise, Yüce Allah'ın
izniyle, el-Vakıa Suresi'nde (75-80. ayetler, 5. başlıkta) gelecektir.
12- Cünub Olanın
Yapamayacağı İşler
Bizim mezhebimizin
alimlerine göre, cünup olan bir kimsenin, az sayıdaki bir takım ayetleri
istiaze (ve dua) maksadı ile okumak dışında, çoğunlukla Kur'an-ı Kerim
okumasına engel olunur. Musa b. Ukbe, Nafi'den, o, İbn Ömer'den şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Cünup ve ay hali olan
kimse, Kur'an-ı Kerimden herhangi birşey okumasın". Bunu İbn Mace rivayet
etmiştir.
Darakutni de, Süfyan'dan
o, Mis'ar ve Şu'be'den, Mis'ar ve Şu'be, Amr b. Mürve'den, o, Abdullah b.
Seleme'den, o da Hz. Ali'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Resulullah (s.a.v.)'ı cünup olması hali müstesna, hiçbir şey Kur'an-ı
Kerim okumaktan engellemezdi Süfyan dedi ki: Şu'be bana şöyle dedi: Bu benim
naklettiğim hadislerin en güzelidir." (Darakutni, I, 119)
Bunu İbn Mace de rivayet
edip Bize Muhammed b Beşşar anlattı, bize Muhammed b. Cafer anlattı, bize
Şu'be, Amr b. Murre'den anlattı diyerek, bu manada bir hadis zikretmektedir. Bu
ise, sahih bir isnaddır.
İbn Abbas'ın, Abdullah
b. Revaha'dan rivayetine göre, "Resulullah (s.a.v.), bizden herhangi bir
kimsenin cünup olduğu halde Kur'an okumamızı yasakladı" demektedir. Bunu
Darakutni rivayet etmiştir. (Darakutni, I, 120)
Yine İkrime'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: İbn Revaha, hanımının yanında yatmakta iken,
odanın bir tarafında bulunan cariyesinin yanına kalkıp gitti ve onunla cima
etti. Hanımı uyandığında onu yatağında göremeyince, ayağa kalktı, odadan
dışarıya çıkınca, onu cariyesi üzerinde gördü. İçeri dönüp, bıçağı aldıktan
sonra tekrar dışarı çıktı. Bu sırada Abdullah işini bitirmiş, ayağa kalkmıştı.
Hanımının elinde bıçak taşıdığını görünce, ne oluyorsun? diye sordu. Karısı
ona. Ne mi oluyorum? Eğer az önce seni gördüğüm şekilde görse idim, bu bıçağı
senin omuzlarının arasına saplayacaktım. Abdullah hanımına. Beni nerede gördün
ki? diye sorunca, hanımı. Seni cariyenin üzerinde gördüm, dedi. Bu sefer
Abdullah: Hayır, beni öyle görmüş olamazsın. Ayrıca şunu bil ki, Resulullah
(s.a.v.) bizden herhangi bir kimsenin cünupken Kur'an okumasını yasaklamış
bulunmaktadır. Karısı: O halde sen de Kur'an oku bakayım dedi. -Karısı Kur'an
okumasını bilmiyordu- Bu sefer Abdullah şöyle dedi:
"Resulullah bize
geldi -Allah'ın Kitabını okuyarak- Tan yeri ağardığında parıldayan bir kılıcın
aydınlık saçışı gibi. Körlükten sonra hidayeti getirdi o, kalplerimiz ona
İnanmaktadır. Onun dediği olacaktır, diye.
Geceyi geçirir, yanı
yatağından uzaklarda.
Müşrikler yataklarında
uyuyup ağırlaştıkları vakit." Hanımı bunun üzerine:
Allah'a iman ettim ve
gözümün gördüğünü yalanladım.
Sabah olunca,
Rasülullah'ın (s.a.v.)'ın yanına gitti. Ona olanları haber verince, Rasülullah
(s.a.v.) azı dişleri görününceye kadar güldü. (Darakutni, I, 120)
13- Gusletme Keyfiyeti
Yüce Allah:
"Gusledinceye kadar ... " buyruğu ile, cünup olanın gusletmedikçe
namaz kılmasını yasaklamaktadır.
Gusletmek, aklen
kavranılabilen bir iştir. Araplarca bu kelimenin ne anlama geldiği
bilinmektedir. Bu kelime ile, suyun el ile birlikte yıkanan şey üzerinden
geçirilmesi kast edilir. O bakımdan Araplar, "elbiseyi gaslettim (yıkadım)
tabiri ile, üzerine suyu döktüm ve elbiseyi suya daldırdım tabirleri icin
farklı ifadeler kullanmışlardır.
Bu husus böylece
anlaşıldığına göre, şunu bil ki, ilim adamları cünup olan bir kimsenin,
vücuduna suyu dökmesi yahut suya dalmakla ovalamaması halinde hükmün ne olacağı
hakkında farklı görüşlere sahiptir. Malik'in mezhebinde meşhur olan görüşe
göre, vücudunu ovalamadıkça, sadece suya dalması yeterli değildir. Çünkü Yüce
Allah, cünup olana gusletmesini emretmektedir. Tıpkı namaz kılan kimseye,
yüzünü ve ellerini gasletmesi (yıkamasını) emrettiği gibi. Abdest alan bir
kimsenin, su ile, ellerini yüzüne ve ellerinin üzerine geçirmesi kaçınılmaz
birşeydir. İşte, cünubun bütün bedeni de böyledir. Onun başı da abdest alan
kimsenin yüzü ve elleri hükmündedir.
Bu aynı zamanda
el-Müzenı'nin de görüşü ve tercihidir. Ebu'l-Ferac Amr b. Muhammed el-Malikı
der ki: Gusletmek lafzından anlaşılması makul olan mana budur. Çünkü iğtisal,
sözlükte ithal kipindedir. Ellerini (yıkadığı şeyin) üzerinden geçirmiyen bir
kimse, aslında su dökmekten başka bir iş yapmış olmuyor. Dilciler, bu şekilde
davranan bir kimseye, gusleden kimse adını vermezler. Böyle birisine ya su
döken, ya da suya dalan kimse adını verirler.
(Ebu'l-Ferac devamla)
der ki: İşte Peygamber (s.a.v.)'den rivayetler bu doğrultuda gelmiştir. Mesela,
onun şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Her bir kılın altında cenabet
vardır. O halde saçları (kılları) yıkayın ve teni iyice temizleyin."
Temizlemek (ink ise, -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- ancak, belirttiğimiz
şekilde, elin tenin üzerinden ovalamak suretiyle geçirilmesiyle olabilir.
Derim ki: Delil diye
gösterilen bu hadiste, şu iki sebepten dolayı (görüşüne) delil olacak bir taraf
yoktur: Evvela, bu hadisin tevilinde farklı kanaatler izhar edilmiştir. Süfyan
b. Uyeyne der ki: Hz. Peygamber'in: "Teni iyice temizleyiniz"
buyruğundan kasıt, fercin yıkanması ve temizlenmesidir. Hz. Peygamber burada,
ten ile, kinaye yoluyla ferci kastetmiştir. İbn Vehb de der ki: Ben, hadislerin
açıklanması konusunda İbn Uyeyne'den daha bilgili bir kimseyi görmedim. İkinci
olarak, bu hadisi, Ebu Davud, Sünen'inde rivayet etmiş ve bunun hakkında:
"Bu hadis zayıftır" demektedir. İbn Dase yoluyla gelen (Ebu Davud)
rivayetinde böyle denilmektedir. el-Lu'lui'nin Ebu Davud'dan rivayetinde ise,
şu ifade vardır: Haris b. Vecih, zayıf bir ravidir. Onun hadisi münkerdir.
Böylelikle bu hadisin delil
gösterilme imkanı ortadan kalkmakta, geriye, daha önceden de açıkladığımız
gibi, dildeki bu kelimenin anlamını dayanak almak kalmaktadır. Ayrıca bunu,
sahih hadiste sabit olan şu rivayet de desteklemektedir: Peygamber (s.a.v.)'e
küçük bir çocuk getirildi. Hz. Peygamberin üzerine işedi. Hz. Peygamber, bir su
getirilmesini istedi. Bu suyu çocuğun sidiği üzerine serpiştirdi, fakat
elbisesini de yıkamadı Bunu Hz. Aişe rivayet etmiştir. Buna yakın bir rivayet,
Um Kays bint. Mihsan'dan da rivayet edilmiştir. Her iki hadisi de Müslim
rivayet etmiştir.
İlim adamlarının cumhuru
ile, fukaha topluluğu da şöyle demiştir: Cünup için su dökmek ve suya dalmak,
dökündüğü su ve içine daldığı su her bir tarafını kuşatacak olursa, vücudunu
ovalamayacak olsa dahi yeterli gelir. Bu da Peygamber (s.a.v.)'ın guslüne dair,
Hz. Meymune ile Hz. Aişe'nin rivayet ettikleri hadislerin muktezasınca
böyledir. Bu iki rivayeti de hadis imamları kaydetmişlerdir. Bunlara göre
Peygamber (s.a.v.) suyu vücudu üzerine bol bol dökerdi. Muhammed b. Abdulhakem
de bu görüşte olduğu gibi, Ebu'l-Ferac (Amr b. Muhammed el-Maliki) daha sonra
bu görüşü kabul etmiş ve Malik'ten de bunu rivayet etmiş ve şöyle demiştir:
GusüI halinde, elleri beden üzerinde gezdirmeyi emretmesinin sebebi: Şüphesiz,
ellerini bedeni üzerinde gezdirmeyen bir kimsenin bedenine su ulaşması gereken
bölgelerinden bazısından uzak kalabilme ihtimalidir.
İbnü'I-Arabi ise der ki:
Ben, mezhep sahibinden bu olmaksızın guslün olabileceğini nakleden ve bunu
rivayet eden Ebu'l-Ferac'a gerçekten hayret ediyorum. Çünkü, İmam Malik bunu,
ne açık açık ifade etmiştir, ne de onun ifadelerinden böyle bir
şeyanlaşılmaktadır. Böyle bir kanaat, Ebu'l-Ferac'ın vehimlerindendir.
Derim ki: Hayır, bu
husus Malik'ten açık bir nass ile rivayet edilmiş bulunmaktadır. Mervan b.
Muhammed ez-Zahirı -ki o, Şamlı sika ravilerden birisidir- der ki: Ben, Malik
b. Enes'e, cünup olup abdest almaksızın bir suya dalıp çıkan kimse hakkında
soru sordum. O da: Onun kılacağı namaz geçerlidir, dedi. Ebu Ömer (İbn Abdi'l-Berr)
der ki: Bu rivayette, ayrıca "vücudunu ovalamaksızın ve abdest
almaksızın" ibaresi de vardır ve Malik'e göre, bu şekilde suya dalıp çıkan
için gusüI gerçekleşmiş demektir. Ancak, onun mezhebinde meşhur olan rivayet,
vücudunu ovalamadıkça bunun gusül yerine geçmiyeceğidir. Bu da yüzün ve ellerin
gusledilmesine kıyasen böyle söylenmiştir. Çoğunluğun delili şudur: üzerine su
dökünen herkes gusletmiş olur.
Araplar, sema beni
gasletti, der. (Yani, yağmur beni yıkanırcasına ıslattı).
Hz. Aişe ve Hz. Meymune
de, Resulullah (s.a.v.)'ın ne şekilde guslettiğini naklederken, vücudunu
ovaladığından söz etmemektedirler. Eğer bu vacip bir şeyolsaydı Hz. Peygamber
bunu terk etmezdi. Çünkü, Allah'ın muradını bize beyan eden odur. Ve o böyle
bir işi yapmış olsaydı, tıpkı suyu saçının dibine ulaştırmak için hilallemesi,
avuçlayarak başına su dökmesi ve buna benzer gerek guslederken, gerek abdest
alırken yaptığı davranışları bize nakledildiği gibi, bu da ondan nakledilirdi.
Ebu Ömer der ki:
Arapçada, kimi zaman ovalayarak, kimi zaman bol bol su dökerek yıkamaya
"gasletme" adının verilmesi tepki ile karşılanacak, reddedilecek bir
durum değildir. Bu böyle olduğuna göre, Yüce Allah'ın, abdest alırken
kullarından su ile ellerinin yüzlerin üzerinden geçirmelerini ve bu
davranışlarına gasletmek adının verilmesi, diğer taraftan cünupluk ve hayızdan
yıkanmak halinde de üzerlerine su dökünmekle yetinmelerini ve bunun da sünnete
uygun, dildeki anlamının da dışına çıkmayacak bir gasletmek (yıkanmak) olmasını
engelliyecek bir durum yoktur. Bu şekillerin her birisi de kendi zatı hakkında
asıl olur. Onlardan birisini, öteki gibi kabul etmek de gerekmez. Çünkü, asıl
olan hükümlerin biri kıyas yoluyla ötekine irca edilmez. Bu ise ümmetin ilim
adamları arasında görüş ayrılığı olmaksızın kabul edilmiş bir konudur. Aksine,
kıyas yoluyla feri meseleler, asli meselelere irca edilirler. Başarı
Allah'tandır.
14- Gusül Esnasında
Azalar Kaçar Defa Yıkanır:
Hz. Meymune ile Hz. Aişe
yoluyla gelen hadis-i şerifler, İbn Abbas'ın azadlısı olan Şu'be'nin, İbn
Abbas'tan: O, cünupluktan yıkandığı zaman, ellerini de yedi defa, fercini de
yedi defa yıkardı şeklindeki rivayetini reddetmektedir. İbn Ömer'in de şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Namaz elli vakitti. Cünupluktan yıkanmak yedi defa,
sidikten dolayı elbiseyi yıkamak da yedi defa idi. Rasülullah (s.a.v.), namaz
beş vakit, cünupluktan gusletmek de, sidikten dolayı yıkamak da bir defaya
indirilinceye kadar Rabbinden niyazda bulunmaya devam etti.
İbn Abdi'l-Berr der ki:
Bu hadisin, İbn Ömer'e kadar isnadı zayıf ve gevşek (leyyin) bir isnaddır. Her
ne kadar bu ve bundan önceki hadis Ebu Davud İbn Abbas'ın azadlısı Şu'be'den
rivayet etmiş ise de, Şu'be pek o kadar kuvvetli bir ravi değildir. Hz. Aişe ve
Hz. Meymune'nin rivayet ettikleri hadisler, bu ikisini de reddetmektedir.
15- Vücudunu
Ovalayamayan Kimse Ne Yapar:
Elini vücudu üzerinden
geçirme imkanı bulamayan kişi hakkında Suhnun şöyle demiştir: Bu işi yapmakla
birisini görevlendirir yahut kendisi bir bez parçasıyla oraları ovalar. el- Vadiha'da
şöyle denilmektedir: Ellerini yetişebildiği kadarıyla vücudunun üzerinden
geçirir, daha sonra ellerinin ulaşmadığı yerleri de kapatıncaya kadar üzerine
su döker.
16- Cünup Kimsenin
Guslederken Sakalını Hilallemesi:
Cünup kimsenin, kıl
diplerine suyu ulaştırmak maksadıyla sakalının arasını ayırması (hilallemesi)
hususunda, Malik'in farklı görüşleri nakledilmiştir. İbnü'l-Kasım'ın ondan
rivayetine göre Malik: Bunu yapmakla yükümlü değildir, demektedir. Eşheb ise,
yine Malik'ten bunu yapmakla yükümlü olduğunu rivayet etmiştir. İbn Abdilhakem
der ki: Böylesi bizim için daha sevimlidir. Çünkü Resulullah (s.a.v.),
cünupluktan dolayı guslettiğinde saçlarını hilallerdi. Bu ifadeden her ne kadar
daha zahir olan başının saçları ise de, bunun umumi olarak anlaşılması
uygundur. İlim adamları, bu iki görüşten birisini kabul etmişlerdir. Mana
bakımından, gusülde bütün vücudun kaplanması (tamamen yıkanması) vaciptir.
Sakalın altındaki ten de vücudun bir parçasıdır. O halde suyun oraya
ulaştırılması ve bu işin el ile gerçekleştirilmesi icabeder. Küçük taharette
(abdest alırken) farziyetin (tenden) sadece saça intikal etmesi, bu taharetin
hafifletilmek ve zaruret olmadığı halde, bedellerin aslın yerine kaim olması
esasına mebni olmasından dolayıdır. O bakımdan küçük taharette (abdestte
ayakları yıkama yerine) meshler üzerine mesh etmek caiz iken, gusülde bu caiz
değildir.
Derim ki: Bunu Hz.
Peygamberin: "Her kılın altında cünupluk vardır hadisi de bunu
desteklemektedir.
17- Mazmaza ve
İstinşakın Hükmü:
Bazıları işi aşırıya
götürerek, Yüce Allah'ın: "Gusledinceye kadar" buyruğu dolayısıyla
mazmaza ve istinşak'ı da vacib (farz) görmüşlerdir. Bunlardan birisi de Ebu
Hanife'dir. Çünkü bunlara göre, mazmaza ve istinşak yerleri (alan burun ve
ağız) yüzün kapsamı içerisindedirler Bunların da hükmü, tıpkı yanaklar ve alın
gibi, yüzün dış bölümlerinin hükmü gibidir O halde her kim bunları (mazmaza ve
istinşakı) terk edip namaz kılacak olursa, tıpkı abdest alıp yahut yıkanırken,
yıkanması gereken bir tarafı yıkamaksızın terkeden kimsenin durumunda olduğu
gibi, namazını iade eder. Bununla birlikte abdest esnasında bunları, (yani
mazmaza ve istinşakı) terk edenin namazını iade etmesine gerek yoktur.
Malik ise şöyle
demektedir: Mazmaza ve istinşak, guslederken de, abdest alırken de farz
değildir. Çünkü bunlar, vücudun iç tarafındandırlar. Bedenin içi gibi
yıkanmaları gerekmez. Muhammed b. Cerir et-Taberı, el-Leys b. Sa'd, el-Evzai ve
tabiin topluluğu da böyle demiştir. İbn Ebi Leyla ve Hammad b. Ebi Süleyman
ise, mazmaza ve istinşakın hem abdestte, hem gusülde farz olduğunu
söylemişlerdir. Bu aynı zamanda İshakın, Ahmed b. Hanbel'in ve Davud'un
(ez-Zahirı'nin) kimi arkadaşlarının da görüşüdür. ez-Zührı ve Ata'dan da buna
benzer görüş rivayet edilmiştir. Yine Ahmed b. Hanbel'den, mazmazanın sünnet,
istinşak'ın farz olduğu görüşü de nakl edilmiştir. Davud ez-Zahiri'nin
mezhebinden kimi ilim adamı da bu görüştedir. Bunları farz kabul etmeyenlerin
delili şudur: Şanı Yüce Allah, bunları Kitabı Kerim'inde zikretmiş değildir. Rasülü
de bunları farz kılmamıştır. Herkes te bu hususta ittifak etmiş değildir (icma
yoktur). Farz olan bir şey ise ancak bu yollarla sabit olur.
Mazmaza ve istinşakı
farz kabul edenler ise, bu ayet-i kerimeyle ve Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi
yıkayın" (el-Maide, 6) buyruğunu delil gösterirler. Dolayısıyla, bunlardan
birisinde yıkamak eğer vacib ise, ötekinde de vaciptir. Peygamber (s.a.v.)'dan
da, abdestinde olsun, cünupluktan dolayı gusledişinde olsun, mazmaza ve
istinşakı terkettiğine dair bir rivayet kaydedilmiş değildir. Hz. Peygamber
ise, hem sözü ile, hem davranışı ile Yüce Allah'ın muradını beyan edendir.
Mazmaza ile istinşak arasında fark gözetenler ise, Peygamber (s.a.v.)'ın
mazmaza yaptığını ve onu emretmediğini, delil ile olmadıkça da fiillerinin
vacip olmayıp, mendup olacağını, diğer taraftan istinşak yaptığını ve
yapılmasını emrettiğini, onun emrettiği bir şey ise, ebediyyen vücub ifade
edeceğini delil göstermişlerdir.
18- Niyetin Hükmü:
İlim adamlarımız der ki:
Cünupluktan dolayı gusletmek için niyet, mutlaka gereklidir. Çünkü Yüce Allah:
"Gusledinceye kadar" diye buyurmaktadır. Bu ise niyet etmeyi
gerektirir. Malik, Şafii, Ahmed, İshak ve Ebü Sevr bu görüştedir. Abdest ve
teyemmümde de hüküm böyledir. Bu görüşlerini de Yüce Allah'ın: "Onlar,
Allah'a ancak dinlerini O'na halis kılanlar olarak ibadet etmekle
emrolundular"(el-Beyyine, 5) buyruğu ile desteklemişlerdir. İhlas denilen
şey ise, Yüce Allah'a yaklaşmakta niyetin samimi olmasıdır. Mü'min kullarına
farz kıldığı şeyleri eda ederken, ona yönelmektir. Hz. Peygamber de ayrıca:
"Ameller ancak niyetler iledir" diye buyurmuştur.
Bu da bir ameldir.
el-Evzai ve el-Hasen derler ki: Abdest ve teyemmüm niyetsiz olarak yeterli
olur. Ebu Hanife ve arkadaşları derler ki: Su ile yapılan bütün taharetler
niyetsiz olarak geçerli ve yeterlidir. Fakat teyemmüm niyet olmadan olmaz. Bu
ise beden ve elbiselerden necaseti izale etmek için niyet gerekmediğinin icma
ile kabul edilmiş olmasına kıyasen böyledir. Ayrıca bunu, el-Velid b. Müslim,
Malik'ten de rivayet etmiştir.
19- Guslederken
Kullanılacak Su Miktarı:
Gusülde kullanılacak su
miktarı ile ilgili olarak, Malik, İbn Şihab'dan o, Urve b. ez-Zubeyr'den o,
mü'minlerin annesi Aişe (r.anha )'dan rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.v.)
cünupluktan dolayı guslederken, el-Ferak diye bilinen bir kabtan
yıkanırdı.
"el-Farak"
ise, el-Fark diye de söylenir İbn Vehb der ki: Fark, ahşaptan bir ölçektir. İbn
Şihab da şöyle derdi: Fark, Umeyyeoğulları kıstlarından beş kıst alır. Muhammed
b. İsa el-A'şa da, Fark, üç sa'dır diye açıklamış ve üç sa' da beş kıst'tır
diye belirtmiştir Yine der ki: beş kıst ise, Peygamber (s.a.v.)'ın muddü ile
oniki mud eder. Müslim'in Sahih'inde, Süfyan'dan: Fark, üç sa'dır dediği
nakledilmektedir
Enes'ten de şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a.v.) bir mud ile abdest alır ve bir sa' ile
beş mud arası miktarla guslederdi. Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir:
Hz. Peygamber, beş mekkük ile gusleder tek bir mekkük ile abdest alırdı.
Bu hadisler ise,
herhangi bir ölçeğe veya tartıya vurmaksızın az su kullanmanın müstehab
olduğuna delalet etmektedir. İnsan, yetecek kadar su alır ve fazla su
kullanmaz. Çünkü fazla su kullanmak bir israftır. İsraf da yerilmiş bir şeydir.
İbadiye mezhebinin görüşüne göre; çok su kullanılır. Bu ise şeytandandır.
20- Teyemmüm İle
İlgili Buyruklar ve Bu Buyrukların Nüzul Sebebi:
Yüce Allah'ın:
"Eğer hasta olur, yahut yolculukta iseniz, yada herhangi biriniz ayak
yolundan gelirse, ve kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa
teyemmüm edin, yüzlerinizi ve ellerinizi mesh ediniz" buyruğuna gelince;
İşte bu, teyemmüm ayetidir.
Bu ayet-i kerime, yaralı
iken cünup olan Abdurrahman b. Avf hakkında nazil olmuştur. Bununla kendisine, teyemmüm
yapma ruhsatı verildi. Daha sonra bu ayet-i kerime tüm insanlar hakkında umumı
bir buyruk olarak geçerli oldu. Ayet-i kerimenin nüzulü hakkında şöyle de
denilmiştir: Ayet, Hz. Aişe'ye ait gerdanlığın kopması esnasında, Mureysi
gazvesinde ashab-ı kiramın su bulamaması üzerine nazil olmuştur. Bu hadisi
Malik, Abdurrahman b. el-Kasım'dan, o, babasından, o da Hz. Aişe yoluyla
rivayet etmiştir.
Buhari ise, bu ayet-i
kerimeyi, Kitabu't-Tefsir'de bab başlığı yaparak şöyle demektedir: Bize
Muhammed anlatarak dedi ki: Bize Abde, Hişam b. Urve'den haber verdi: Hişam
babasından, o, Aişe (r.anha)'dan dedi ki: Esma'ya ait olan (ariyeten almış
olduğum) gerdanlık kayboldu. Peygamber (s.a.v.) de onu aramak üzere bazı
kimseleri gönderdi. Namaz vakti geldi, fakat (ashabın) abdesti yoktu, su da
bulamadılar. Abdestsiz olarak namaz kıldılar. Bunun üzerine Yüce Allah da
teyemmüm ayetini indirdi.
Derim ki: Bu rivayette,
Malik'in rivayetinden farklı olarak, yerden sözkonusu edilmemekte ve
gerdanlığın Esma'ya ait olduğu belirtilmektedir. Nesai de Ali b. Müshir'den o,
Hişam b. Urve'den o, babasından, o da Hz. Aişe yoluyla naklettiği rivayette Hz.
Aişe'nin, Hz. Esma'dan gerdanlığını ariyet olarak aldığını zikretmektedir. Bu
ise, Rasulullah (s.a.v.) ile birlikte bulunduğu bir seferde olmuştur. Bu
gerdanlığını kaybetmişti. Gerdanlığını kaybettiği yere Sulsul denilmekteydi.
Daha sonra Nesai hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.
Bu rivayette, Hişam'dan
nakledildiğine göre, gerdanlık Hz. Esma'ya ait olup, Hz. Aişe bunu Esma'dan
ariyet olarak almıştı. Bu da Malik'in: "Aişe'ye ait olan gerdanlık
koptu" ifadesiyle, Buhari'nin: "Esma'ya ait olan gerdanlık
kayboldu" ifadelerini beyan etmektedir. Yine, Nesai'nin bu rivayetinde,
gerdanlığın koptuğu yerin Sulsul diye anıldığı belirtilmektedir. Tirmizı de bu
hadis şöylece rivayet edilmektedir: Bize el-Humeydı anlattı, bize Süfyan
anlattı, bize Hişam b. Urve, babasından naklederek anlattı, babası Urve,
Aişe'den nakl ettiğine göre: Ebva'da bulundukları gece gerdanlığı düşmüştü. Resulullah
(s.a.v.) onu aramak üzere iki kişiyi göndermişti. Tirmizı daha sonra hadisin
geri kalan bölümünü zikreder.
Bu rivayette yine
Hişam'dan, gerdanlığın Hz. Aişe'ye izafe edildiği görülmektedir. Fakat, bu
izafe, ariyet olarak alan kişiye yapılan bir izafedir. Buna delil ise,
Nesai'nin hadisindeki açık ifadelerdir. Tirmizı bu rivayette, Malik'in dediği
gibi, Ebva ismini zikretmektedir. Şu kadar var ki, Tirmizı'deki bu rivayette
herhangi bir şüphe sözkonusu değildir. Malik'in rivayetinde ise şöyle denilmektedir:
Nihayet üzerinde bulunduğum deveyi yerinden kaldırdık, gerdanlığın onun altında
olduğunu gördük. Buharı'deki rivayette ise şöyle denilmektedir: Resulullah
(s.a.v.) gerdanlığı buldu.
Bütün bunlar mana
itibariyle doğrudur. Gerek gerdanlık, gerekse konaklanılan yer ile ilgili
rivayeti nakledenlerin farklı ifade kullanmaları, hadisi eleştirmeyi gerektiren
bir sebep olmadığı gibi, hadisi zayıflatan bir özellikte de değildirler. Çünkü,
hadiste anlatılmak istenen ve gözetilen maksat, teyemmüm ile ilgili ruhsatın
nüzulüdür. Bütün rivayetler de gerdanlık meselesini tesbit etmektedir.
Tirmizi'nin hadisinde
yer alan: İki adam gönderdi. Bunlardan birisinin Useyd b. Hudayr olduğu
söylenmiştir ifadesine gelince, muhtemeldir ki, Buhari'nin hadisinde
"adamlar gönderdi" ifadesiyle kastedilenle aynı şeylerdir.
Buhari'deki rivayette, iki kişiden çoğul sigasıyla söz edilmiştir. Çünkü
çoğulun asgari miktarı ikidir. Yahut da iki kişinin akabinde Hz. Peygamber daha
sonra başka biri(leri)ni de göndermiş olabilir. O takdirde çoğul lafzının
mutlak olarak kullanılması doğru düşer. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Nihayet gerdanlığı aramak üzere bu kişiler gönderildi. Bunlar, gittikleri
yerlerde herhangi bir şey bulamadılar. Geri döndüklerinde deveyi yerinden
kaldırdılar, gerdanlığı devenin altında buldular.
Rivayet edildiğine göre,
Resulullah (s.a.v.)'ın ashabı, bazı yaralar almış, bu yaralar şifa bulduktan
sonra, cünup olmuşlardı. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v.)'a şikayetlerini
arzetmeleri üzerine bu ayet-i kerime nazil olmuştur. Bu da aynı şekilde sözünü
ettiğimiz rivayetlere muhalif değildir. Çünkü, geri dönmekte oldukları sözü
geçen bu gazada yara almış olmaları muhtemeldir. Çünkü bu savaşta çarpışma
olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber'e şikayet arzettiler. Bu arada Hz.
Aişe'nin beraberindeki gerdanlık da kaybolmuştu ve bu ayet-i kerime bu sırada
nazil olmuştu. (Bu ihtimal de varittir). Şöyle de denilmiştir: Hz. Aişe'nin
gerdanlığı, Mustalıkoğulları gazasında kayb olmuştur. Yine bu, Mureysi
gazasında olmuştur, diyenlerin görüşlerine muhalif değildir. Çünkü her ikisi
aynı gazadır. Peygamber (s.a.v.), Halife b. Hayyat ile, Ebu Ömer b.
Abdi'l-Berr'in söylediklerine göre, hicretin altıncı yılı Şaban ayında
Mustalıkoğulları gazasını yapmış ve bu sırada Medine'de yerine Ebu Zer
el-Gıfarı'yi vekil bırakmıştı.
Hz. Peygamber'in, Ebu
Zer'i değil de, Numeyle b. Abdullah el-Leysi'yi yerine vekil bıraktığı da
söylemiştir. Resulullah (s.a.v.) Mustalıkoğullarına, hiçbirşeyden haberleri
yokken baskın düzenlemişti. Onlar o sırada, sahil cihetinden Kudeyd tarafından
el-Mureysi diye bilinen bir su kenarında idiler. Hz. Peygamber, onlar arasından
kimilerini öldürdü. Kadın ve çocukları da esir aldı. O gün için parolaları
"emit, emit (Öldür, öldür)" idi. Şöyle de denilmiştir: Mustalıkoğulları,
Resulullah (s.a.v.)'a karşı ordu hazırlıyor ve onun üzerine hücum etmek
istiyorlardı. Hz. Peygamber durumu haber alınca, üzerlerine gitmek üzere yola
koyuldu ve bir su kenarında onlarla karşılaştı.
İşte teyemmümün
başlaması ve ona dair buyruğun nüzul sebebi ile ilgili olarak gelen rivayetler
bunlardır. Maide Suresi'ndeki -orada açıklanacağı üzere- ayetin (el-Maide, 6
ayet) "teyemmüm ayeti" olduğu da söylenmiştir. Ebu Ömer (b.
Abdi'l-Berr) der ki: Bunun üzerine Yüce Allah teyemmüm ayetini indirdi. Bu ayet-i
kerime ise, Maide Suresi'nde sözü geçen abdest ayeti, yahut da Nisa
Suresi'ndeki ayet-i kerimedir. Teyemmüm, bu iki ayetten başka bir yerde
sözkonusu edilmiş değildir Bu iki ayet de Medine'de inmiştir
21- Hastalığın
Mahiyeti ve Ruhsatları:
Yüce Allah'ın:
"Eğer hasta olur" buyruğunda geçen hastalık, bedenin itidal ve itiyat
sınırları dışına çıkarak, eğrilik ve istisnai: hallere düşmesidir Bu da, ağır
ve hafif (çok ve az) olmak üzere iki türlüdür Şayet, suyun soğukluğu yahut
hastalığı dolayısıyla ölümden ya da bazı organlarının telef olmasından korkacak
kadar ağır hasta ise, böyle bir hasta icma ile teyemmüm eder. Bundan, el-Hasen
ve Ata'dan gelen, ölecek olsa dahi taharet alır (su ile temizlenir) rivayetleri
müstesnadır. Ancak onların bu görüşleri: "Dinde size bir güçlük
vermedi" (el-Hac, 78) buyruğu ile: "Kendinizi öldürmeyin"
(enNisa, 29) buyrukları ile red olunur Darakutni, Said b. Cübeyr'den, o, İbn
Abbas'tan, Yüce Allah'ın: "Eğer hasta olur veya yolculukta iseniz ... "
buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şayet kişinin Allah yolunda
yarası, yahut irin toplamış yaraları veya çiçek hastalığı varsa, cümıp olup da
gusledecek olursa, öleceğinden korkarsa, teyemmüm yapar.(Darakutni, 1,177)
Yine Said b. Cübeyr'den,
o da İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Hasta olana toprakla
teyemmüm etmesi ruhsatı verilmiştir Amr İbnü'lAs da aşırı soğuktan telef
olmaktan korkunca, teyemmüm ettiği halde Peygamber (s.a.v.) ona, ne
gusletmesini emretti, ne de teyemmümle kıldığı namazlarını iade etmesini.
Şayet hastalık hafif
olsa ve bu hastalıkla beraber bir başka hastalığın ortaya çıkacağından veya
artacağından, yahut iyileşmesinin gecikeceğinden korkarsa, bütün bu durumda
olanlar, mezhebimizin icmaı ile teyemmüm ederler. İbn Atiyye: "Bu konuda
bildiğime göre böyledir" demektedir.
Derim ki: Ancak, el-Bacı
bu hususta görüş ayrılığından sözetmektedir. Kadı Ebu'l-Hasen der ki: Mesela,
sağlıklı olan bir kimsenin, nezle veya ateşinin yükselmesinden korkması, aynı şekilde
eğer hasta olan bir kimse, hastalığının artmasından korkuyorsa, (teyemmüm
eder.)
Ebu Hanife de buna yakın
ifadelerle görüşünü belirtmiştir. Şafii ise der ki:
Su bulunmakla birlikte,
telef olmaktan korkmadığı sürece teyemmüm etmesi caiz olmaz.
Bu görüşü kadı
Ebu'l-Hasen de Malik'ten rivayet etmiştir. İbnü'l-Arabi der ki: Şafii, telef
olacağından korkmadığı sürece, hastanın teyemmüm etmesi mübah değildir,
demektedir. Çünkü, hastalığın artacağı muhakkak değildir. Zira, olabilir de
olmayabilir de. Oysa farz olduğu muhakkak olan bir şeyin terki, şüpheli bir
korku dolayısıyla caiz değildir. Biz deriz ki: Bu ifadenle çelişki
içerisindesin. Çünkü sen, soğuktan telef olmaktan korkarsa teyemmüm eder
diyorsun. Telef korkusu, teyemmümü mübah kıldığına göre, hastalanmak korkusu da
aynı şekilde onu mübah kılar. Çünkü, telefe maruz kalmak yasak olduğu gibi,
hastalığa maruz kalmak da istenmemiştir.
Şöyle diyen Şafii'ye
gerçekten hayret edilir: "Şayet, satın alınacak suyun değeri, bir habbe
kadar daha fazla olursa, (abdest yada gusül) alacak olanın onu satın alması,
malı korumak için gerekmez. Böyle birisinin teyemmüm etmesi gerekir."
Ya aynı kişi bedeninin
hastalığa maruz kalmasından korkuyorsa, niye (teyemmüme) müsaade edilmiyor? Bu
hususta bunu reddetmek için, onların (Şafii'lerin) dinlenilmeye değer
söyledikleri bir sözleri yoktur.
Derim ki: el-Kuşeyrı Ebu
Nasr Abdurrahim'in Tefsir'inde belirttiğine göre, Şafii'nin bu konudaki sahih
olan görüşü şudur: Teyemmümü mübah kılan hastalık, suyu kullanması halinde ölüm
korkusunun yahut bazı organların telef olacağı korkusunun bulunmasıdır. Şayet,
hastalığın uzayacağından korkulursa, Şafii'nin sahih görüşü, teyemmümün caiz
olduğu şeklindedir. Ebu Davud ve Darakutni, Yahya b. Eyyub'den o, Yezid b. Ebi
Habib'den, o, İmran b. Ebi Enes'den, o, Abdurrahman b. Cübeyr'den, o, Amr b.
As'dan şöyle rivayet etmektedirler: Zatu's-Selasil gazvesinde, soğuk bir gecede
ihtilam oldum. Gusledecek olursam, helak olacağımdan korktum. O bakımdan önce
teyemmüm yaptım, sonra da beraberimde bulunan arkadaşlarıma namaz kıldırdım.
Bunu Rasülullah (s.a.v.)'a anlattılar.
Hz. Peygamber: "Ey
Amr, sen arkadaşlarına cünup olduğun halde mi namaz kıldırdın?" diye
sordu. Ben ona, beni gusletmekten alıkoyanın ne olduğunu haber verip şöyle
dedim: Aziz ve celil olan Allah'ın: "Kendinizi öldürmeyiniz. Şüphe yok ki
Allah, size çok rahmet edendir" (Nisa, 29) diye buyurduğunu dinledim
dedim. Bunun üzerine Allah'ın Peygamberi -salat ve selam ona- güldü ve
hiçbirşey demedi.
İşte bu hadis-i şerif,
yakin olmamakla sadece korkunun bulunması halinde teyemmümün mübah olduğunun
delilidir. Yine, teyemmüm yapmış bir kimseye cünup denilebileceği ve teyemmüm
yapmış bir kimsenin abdest almış olanlara namaz kıldırabileceği bu hadisten
anlaşılmaktadır. Mezhebimizde konu ile ilgili iki görüşün birisi budur. Sahih
olan da budur. Malik'in Muvattaında okuttuğu ve ölünceye kadar da kendisine
okunan görüş de budur.
İkinci görüş ise, böyle
bir kimse, abdestli olanlara namaz kıldıramaz.
Çünkü abdestli olandan
daha aşağı fazilete sahiptir. İmamın hükmü ise, rütbe itibariyle daha yüksekte
olmasını gerektirir. Darakutni de Cabir b. Abdullah yoluyla gelen hadiste onun
şöyle dediğini nakletmektedir: Rasülullah (s.a.v.): "Teyemmüm yapmış bir
kimse, abdestlilere imam olamaz" diye buyurmuştur. Ancak, hadisin senedi
zayıftır.
Ebü Davüd ve Darakutni
de Hz. Cabir'den şöyle rivayet ederler: Bir yolculukta bulunuyorduk. Bizden
birisine bir taş isabet etti ve başından yara aldı. Daha sonra o kişi ihtilam
oldu. Arkadaşlarına: Teyemmüm hususunda benim ruhsatım olduğuna kanaatiniz var
mı diye sordu. Onlar: Sen kullanabilecekken teyemmüm ruhsatından
yararlanabileceğin kanaatinde değiliz, dediler. Bunun üzerine o da gusletti ve
öldü. Peygamber (s.a.v.)'ın huzuruna vardığımızda, ona durum bildirildi, o da
şöyle buyurdu: "Onu öldürdüler. Allah kahretsin onları. Madem
bilmiyorlardı niye sormadılar. Şüphe yok ki cehaletin şifası soru sormaktır.
Böyle bir kimseye teyemmüm yapıp, yarasının üzerine bir bez sıkması veya
bağlaması -şüphe hadisin ravilerinden olan Musa'dan geliyor- ona yeterdi. Sonra
o bezin üzerine mesheder, vücudunun geri kalan bölümünü de yıkardı." (3)
Darakutni der ki:
"Ebu Bekr dedi ki: Bu Mekke halkının tek başlarına rivayet ettikleri bir
sünnettir. Bu rivayeti Cezireliler de tahammül etmiş (rivayette bulunmuş),
fakat bunu Ata'dan, o, Cabir yoluyla ez-Zübeyr b. Hureyk'den başkası rivayet
etmemiştir. ez-Zübeyr ise pek güçlü bir ravi değildir. el-Evzai ona muhalefet
ederek, bunu Ata'dan, o, İbn Abbas'tan diye rivayet etmiştir ki, doğru olan da
budur. Ancak, burada el-Evzai'ye hilafen, ondan (ez-Zübeyr'den) o, Ata'dan
denilmiştir. Yine ondan: Ata'dan bana ulaştığına göre ... da denilmiştir.
el-Evzai ise, hadisin sonrasını mürsel yaparak, Ata'dan, O, Peygamber
(s.a.v.)'den diye rivayet etmiştir ki, doğru olan da budur. İbn Ebi Hatim de
şöyle demiştir: Ben babama ve Ebu Zur'a'ya bu hususta sordum, ikisi de bana
şöyle dedi: Bu hadisi, İbn Ebi'l-Işrin, el-Evzai'den, o, İsmail b. Müslim'den,
o, Ata'dan, o da İbn Abbas'tan rivayet ederek, hadisi müsned olarak nakletti
(ler). (Darakutni, ı, 190)
Davud der ki: Kendisine
hasta denilebilen herkesin teyemmüm etmesi caizdir. Çünkü, Yüce Allah:
"Eğer hasta olur ... " diye buyurmaktadır. İbn Atiyye der ki: Bu ise,
kabul gören görüşe muhalif bir kanaattir. Çünkü, ümmetin ilim adamlarına göre
teyemmüm, suyu kullanmaktan korkan yahut ondan dolayı rahatsız olmaktan çekinen
içindir. Çiçek ve kızamık hastalığına yakalanmış kimseler gibi. Yine sudan
dolayı artacaklarından korkulan hastalıklar için de böyledir. İbn Abbas'tan
daha önce geçtiği gibi
22- Yolculuk:
Yüce Allah'ın:
"Veya yolculukta iseniz" buyruğuna göre, su bulunmadığı takdirde,
yolculuk ister uzun, ister kısa olsun, yolculuk sebebiyle teyemmüm caizdir.
Yapılan yolculuğun, namazın kısaltılmasını gerektirecek kadar uzun olması şartı
da yoktur. Malik'in ve ilim adamlarının cumhurunun görüşü budur. Bir kesim ise
şöyle demektedir: Ancak namazın kısaltılacağı bir yolculukta teyemmüm edebilir.
Başkaları da yapılan bu yolculuğun, itaat yolculuğu olması şartını
koşmuşlardır. Bütün bu görüşler zayıftır.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
23- Teyemmüm Yapmanın
Cevazı:
Belirttiğimiz gibi,
yolculukta teyemmümün caiz olduğu üzerinde ilim adamları icma etmişlerdir.
Ancak, hazarda (ikamet halinde) teyemmüm hususunda farklı görüşler vardır.
Malik ve arkadaşları, teyemmümün hazarda da, seferde de caiz olduğu
görüşündedirler. Aynı zamanda bu Ebu Hanife ve Muhammed'in de görüşüdür.
Şafii ise şöyle
demektedir: Sağlıklı ve mukim bir kimsenin, telef olmaktan korkması hali
dışında teyemmüm etmesi caiz değildir Bu, Taberi'nin de görüşüdür. Yine Şafii,
el-Leys ve Taberi şöyle demişlerdir: Mukimken su bulamayıp, vaktin çıkmasından
da korkulacak olursa, sağlıklı olan da hasta olan da, teyemmüm eder, namaz
kılar, daha sonra (su bulunca; iade eder.
Ebu Yusuf ve Züfer ise
şöyle demektedir: Mukimken teyemmüm etmek, hastalık dolayısıyla da vaktin
çıkacağı korkusuyla da caiz değildir. el-Hasen ve Ata ise şöyle demişlerdir:
Hasta olan bir kimse de, sağlıklı olan da su bulduğu takdirde teyemmüm
yapamazlar.
Bu konudaki görüş
ayrılığının sebebi, ayetin farklı anlaşılmasındandır. Malik ve ona tabi olanlar
şöyle demektedir: Yüce Allah'ın teyemmüm şartında hasta ve yolcuları
zikretmesinin sebebi, suyu bulamayan kimselerin çoğunlukla bu kabilden
olmalarından dolayıdır. Mukim olanlar, çoğunlukla su bulabilirler. Dolayısıyla
özel olarak nassda onlardan sözedilmemiştir. O halde, su bulamayan, yahut da
herhangi bir engel dolayısıyla suyu kullanamayan ya da namaz vaktinin
geçmesinden korkan herkes, yolcu ise nass gereği, mukım ise buyruğun manası
gereği teyemmüm eder. Hasta olan kimse nass ile, sağlıklı olan da bu nassın
manası dolayısı ile teyemmüm edebilir.
Mukimken teyemmüm
yapılmasını kabul etmeyenler ise şöyle demektedir: Yüce Allah, teyemmümü hasta
ve yolcuya bir ruhsat olarak teşri buyurmuştur. Tıpkı bu durumda olanların oruç
açmalarına, namazlarını kısaltmalarına izin verdiği gibi. Yüce Allah,
teyemmümü, ancak iki şarta bağlı olarak mübah kılmıştır. Bu şartlar hastalık ve
yolculuktur. Dolayısıyla mukim ve sağlıklı olan bir kimsenin bu hususla
herhangi bir ilgisi yoktur. Çünkü o, Yüce Allah'ın öngördüğü şartın dışında
kalmaktadır.
Su bulunduğu takdirde
her durumda teyemmümü kabul etmeyen el-Hasen ve Ata'nın görüşlerine gelince,
bunlar şöyle demektedirler: Yüce Allah, teyemmümü suyun bulunmaması şartına
bağlamıştır. Çünkü Yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm
edin" diye buyurmakta ve su bulunmaması hali dışında kimseye teyemmümü
mübah kılmamaktadır.
Ebu Ömer der ki: Şayet,
cumhurun görüşü ve bu hususta gelen rivayetler bulunmasaydı, şüphesiz
el-Hasen'in ve Ata'nın söyledikleri doğru olurdu. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Resulullah (s.a.v.) da,
yolculuk halinde bulunan Amr İbn As'ın teyemmüm etmesini caiz bulmuştur. Çünkü
Amr, su ile gusledecek "Olursa öleceğinden korkmuştu. Dolayısıyla hasta
olanın teyemmüm yapabilmesi öncelikle sözkonusu olmalıdır.
Derim ki: Suya gittiği
takdirde, namaz vaktinin çıkacağından korkması halinde mukim olan kimsenin
teyemmüm etmesinin caiz olduğunun, Kitap ve sünnette delilleri vardır.
Kitap'tan delili, Yüce
Allah'ın: 'Yahut, herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" buyruğudur. Bu
ise, mukim olan bir kimse su bulamayacak olursa teyemmüm eder demektir. Bunu,
el-Kuşeyri: Abdurrahim, açıkça şöyle de ifade etmektedir: Bundan sonra, nazar
(kıyas) böyle bir namazın kaza edilmesinin vücubunu kesinlikle ortaya
koymaktadır. Çünkü, ikamet halinde suyun bulunmaması, nadiren karşıkarşıya
kalınan bir mazerettir. Kaza konusunda da iki görüş vardır.
Derim ki: İşte bu
şekilde, bizim mezhebimizin ilim adamları, mukimken teyemmüm edecek bir kimse
hakkında, suyu bulacak olursa namazını iade eder mi, etmez mi hususunda açık
ifade kullanmışlardır. Malik'in mezhebinde meşhur olan görüş, namazını iade
etmesine gerek olmadığıdır. Sahih olan da budur. İbn Habib ve Muhammed b.
Abdilhakem ise, herhalükarda namazını iade eder, derler. Ayrıca bunu İbnü'I-Münzir
de Malik'ten rivayet etmiştir. el-Velid ondan şöyle dediğini nakletmektedir:
Güneş doğacak olsa dahi gusleder. (Yani teyemmüm etmez).
Sünnetten deliline
gelince, Buhari'nin Ebu Cuheym b. el-Haris b. es-Sımme el-Ensari'den şöyle
dediğine dair yaptığı rivayettir: Peygamber (s.a.v.) Bi'ri Cemel taraflarından
gelince, bir adam onunla karşılaştı, ona selam verdi. Peygamber (s.a.v.),
duvara yönelip (ellerini) yüzüne ve ellerine sürünceye kadar selamını almadı.
Bundan sonra selamını aldı. Bu hadisi, Müslim de rivayet etmiştir. Orada
ayrıca, "Bi'ri Cemel" tabiri zikredilmemiştir.
Ayrıca bunu, Darakutni
de İbn Ömer'den rivayet etmiştir. O hadiste şu ifadeler de vardır: Daha sonra
Hz. Peygamber, o adamın selamını aldı ve şöyle dedi: "Selamını almamı
engelleyen tek şey, taharetli olmayışımdı." (Darakutni, ı, 177)
24- "Ayak
Yolundan Gelenler":
Yüce Allah'ın:
"Yahut, herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" buyruğunda yer alan
(ve "ayak yolu" diye meali verilen): (...) kelimesi asıl anlamı
itibariyle, yeryüzünün alçak tarafları demektir. Bunun çoğulu ise, (...)
şeklinde veya (...) diye gelir. "Dimaşk Gutası" adı da burdan
gelmektedir. Araplar böyle yerlere, insanların gözünden saklanmak maksadıyla
def-i hacette bulunmak üzere giderlerdi. Daha sonra, insandan çıkana da bu
ortak anlam dolayısıyla "ğait" adı verilmiştir. Bu kelimenin fiili,
bir toprakta kaybolup görünmeyecek hale gelmeyi ifade etmek için kullanılır.
ez-Zühri, bu kelimeyi:
(...) diye okumuştur. Bunun aslının: (...) olup, şeddesiz söylenmiş olması
ihtimali de vardır. (...): Kolay ve ölü kelimeleri ve benzerlerinde olduğu
gibi.
Yine bu kelimenin
aslının (...) dan gelme ihtimali de vardır. Buna delalet eden ifade ise, def-i
hacet için giden bir kimse hakkında: (...): Def-i hacette bulundu, tabirini
kullanmalarıdır. Böylelikle, buradaki "vav" harfi "ya"
harfine dönüşmüş olmaktadır.
Nitekim, arapların (...)
yerine: (...) demeleri buna benzer. Ayet-i kerimedeki "ev: yahut,
veya" buyruğu burada "vav; ve" anlamındadır.
Yani sizler hasta
olursanız veya yolculukta iseniz, ve bu arada herhangi biriniz ayak yolundan
gelirse, teyemmüm ediniz demektir. Buna göre teyemmümü gerektiren sebep,
hadestir. Yoksa hastalık yada yolculuk değildir. İşte bu önceden de
açıkladığımız gibi, mukimken teyemmümün caiz olduğuna delildir.
Şu kadar var ki,
buradaki "ev" ile ilgili olarak nazar ehlince (tetkik erbabına göre)
"ev" edatının asıl anlamı üzere kullanılmıştır. Çünkü "ev
veya"nın kendine has bir anlamı, "vav ve"nin de kendine has bir
anlamı vardır. Onlara göre, bunun anlamının böyle olması, ifadede hazf
bulunduğunu ortaya koymaktadır. Buyruğun anlamı da şöyle olur: Eğer suya el
değdirmeye güç yetiremeyecek şekilde hasta olur, yahut yolculukta bulunup ta su
bulamayıp, ancak su kullanmaya da ihtiyacınız olursa ... anlamındadır.
Doğrusun en iyi bilen
Allah'tır.
25- Abdesti Bozan
Şeyler:
Ayet-i kerimedeki
"el-Gait" lafzı, mana yoluyla küçük tahareti bozan bütün hadesleri
bir arada ifade etmektedir. Ancak, ilim adamları bunları tesbitte ihtilaf
etmişlerdir. Bu hususta yapılan açıklamaların en üstünü, bunların üç türlü
olduğudur. Mezhebimizde bunlar hakkında görüş ayrılığı yoktur: Bunlar, aklın
zail olması, mutad olan şeylerin çıkması ve dokunmaktır.
Ebu Hanife'nin mezhebine
göre ise, vücuttan çıkan necasetlerdir. O, bu necasetlerin çıkış yerini de
nazarı itibara almaz, dokunmayı da abdesti bozan sebepler arasında saymaz.
Şafii ve Muhammed b.
Abdilhakem'in mezhebine göre ise, her iki yoldan çıkanlardır. Bunlar, mutad
olan şeyleri gözönünde bulundurmazlar, fakat dokunmayı (abdesti bozan) sebepler
arasında sayarlar.
Bu husus bu şekilde
anlaşıldığına göre şunu bil ki, müslümanlar, baygınlık, delilik yahut sarhoşluk
sebebiyle aklı zail olan kimsenin abdest almakla yükümlü olduğunu icma ile
kabul etmiş, fakat uykunun diğer hadesler gibi bir hades mi yoksa hades değil
de hadesli olma halinin zannedildiği bir hal mi olduğu hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu konuda ikisi uç ve birisi de orta olmak üzere üç görüş vardır:
Üç görüşlerden birisi
şöyledir: el-Muze Ebu İbrahim İsmail, bunun hades olduğu görüşündedir. Diğer
hadesler gibi, uykunun azı da çoğu da abdest almayı gerektirir. Malik'in
Muvatta'daki görüşünün muktezası da budur. Çünkü o, orada şöyle demektedir: Ya
önden yahut arkadan çıkan bir hades veya uyku sebebiyle de olmadıkça abdest
almaz.
Yine Safvan b. Assal'dan
gelen ve Nesai, Darakutni ve -sahih olduğunu da belirterek- Tirmizı'nin rivayet
ettiği hadisin muktezası da budur. Hepsi de bu hadisi Asım b. Ebi'n-Nücud'dan,
o, Zir b. Hubeyş'den rivayet etmektedirler. Zir dedi ki: Safvan b. Assal
el-Muradi'ye gidip şöyle dedim: Ben sana mestler üzerine mesh etmeye dair soru
sormak üzere geldim. Dedi ki: Peki, ben Resulullah (s.a.v.)'ın gönderdiği
askerler arasında bulunuyordum. O, bizlere "Taharet üzre onları giydiğiniz
takdirde mestler üzerine yolculuğa çıkmamız halinde üç gün süreyle mesh
etmemizi, ikamet edecek olursak da, bir gün bir gece mesh etmemizi ve küçük
abdest bozmaktan, büyük abdest bozmaktan, uykudan dolayı çıkarmamamızı, ancak
cünupluktan dolayı çıkarmamızı" emretti.
Bu hadis-i şerifte ve
Malik'in naklettiğimiz görüşünde, büyük abdest bozmak, küçük abdest bozmak ile
uyku eşit değerlendirilmektedir. Bunlar derler ki: Kıyasa göre fazla uyku ve aklı
örten bölümü hades kabul edildiğine göre, uykunun azının da böyle olması
icabeder.
Ali b. Ebi Talib'den de
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Dübürün
bağı, iki gözdür (uyanık olmaktır) O bakımdan kim uyursa abdest alsın." Bu
ise umumi bir buyruktur. Ve bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir. Darakutni
bunu, Muaviye b. Ebi Süfyan yoluyla Peygamber (s.a.v.)'dan rivayet
etmiştir.
İkinci uç görüş; Ebu
Musa el-Eşarı'den, uykunun hangi durumda olursa olsun, hades olmayacağı görüşünde
olduğuna delalet eden bir rivayet gelmiş bulunmaktadır. Ona göre, uyuyan bir
kimse uyku dışında bir başka hadesi olmadıkça abdestlidir. Çünkü, uyuduğu vakit
kendisini koruyan kimseler görevlendirirdi. Eğer kendisinden hades çıkmayacak
olursa, uykusundan kalkar ve namaz kılardı. Bu Abıde, Said b. el-Müseyyeb ve
Mahmud b. Halid'in rivayetinde, el-Evzai'den de rivayet edilmiştir.
Cumhur ise bu iki uç
kanaate muhalif görüştedir. Malik'in görüşü özetle şöyledir: Her kim uyur,
uykusu ağırlaşır ve uzayıp giderse, hangi durumda olursa olsun onun abdest
alması icabeder. Bu aynı zamanda, ez-Zuhrı, Rabia ve el-Velid b. Müslim'in
rivayetine göre -el-Evzai'nin de görüşüdür.
Ahmed b. Hanbel ise der
ki: Şayet uyku hafif olup, kalbi örtmeyecek ve onu daldırmayacak türdense zarar
vermez.
Ebu -Hanife ve
arkadaşları der ki: Yatarak ya da teverrük ederek (sağ kalçasını sağ ayağına
dayayıp, sol ayağını da sağ ayağının altından çıkarması şeklindeki oturuş) uyuyan
dışında herhangi bir kimsenin abdest alması gerekmez.
Şafii der ki: Oturarak
uyuyanın abdest alması gerekmez. Ayrıca bunu İbn Vehb de Malik'ten rivayet
etmiştir.
Bu görüşlerden sahih
olanı, Maliki mezhebindeki meşhur görüştür. Çünkü İbn Ömer'in rivayet ettiği
bir hadise göre, Resulullah (s.a.v.) bir gün bir meşguliyeti sebebiyle yatsı
namazını ertelemek durumunda kaldı. Nihayet biz, mescidde uyuduk. Sonra
uyandık, sonra yine uyuduk. Sonra bir daha uyandık. Sonra Peygamber (s.a.v.)
yanımıza çıkageldi. Sonra da şöyle buyurdu: "Şu anda yeryüzündeki insanlar
arasında sizden başka namazı bekleyen kimse yoktur." Bu hadisi hadis
imamları rivayet etmiştir. Lafız ise, Buhari'nindir.
Bu hadis, hem isnad, hem
amel bakımından bu konuda gelen rivayetlerin en sahih olanıdır.
Malik'in Muvatta'ında
söyledikleri ile Safvan b. Assal yoluyla gelen hadiste söylenenlere gelince,
bunun da anlamı şudur: Kişiyi etkisi altına alan ağır uyku abdesti bozar. Bu
hadis-i şerif ile bu manada ki diğer hadisler bu açıklamaya delildir. Aynı
şekilde Saffan'ın bu hadisini, Veki', Mis'ar'den o, Asım b. Ebi'n-Necüd'dan
rivayet etmiştir. Bu rivayete göre Asım, "yahut uyku" yerine
"yahut yel" demiştir. Darakutni der ki: Bu hadiste "yahut
yel" ifadesini, Veki'in Mis'ar'den rivayetinden başka diyen olmamıştır.
(Darakutni, ı, 123)
Derim ki: Veki', sika ve
güvenilir bir imamdır. Buhari, Müslim ve benzeri hadis imamları ondan hadis
rivayet etmişlerdir. O bakımdan uykunun bir hades olduğu hususunda Saffan'ın
hadisine yapışanların bu hadisi delil göstermelerine imkan kalmamaktadır. Ebu
Hanife'nin görüşü ise zayıftır. Darakutni'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre
Resulullah (s.a.v.) secde halinde iken uykusu derinleşinceye, yahut hafifçe
horlayıncaya kadar uyudu, sonra kalktı ve namazını kıldı. Ey Allah'ın Rasulu
uyudun, dedim. Şöyle buyurdu: "Abdest ancak, yatarak uyuyan kimse için
vaciptir. Çünkü bir kimse yattı mı, artık onun mafsalları gevşer". Bu
hadisi tek başına Ebu Halid, Katade'den rivayet etmiştir. Sahih bir rivayet
değildir. Bunu da Darakutni söylemiştir.
Ebu Davud da bu hadisi
rivayet etmiş olup şöyle demiştir: Hz. Peygamberin: "Yatarak uyuyana
abdest almak düşer" ifadesi, münker bir hadis olup, bunu Ebu Halid Yezid
ed-Dalani, dışında kimse Katade'den rivayet etmemiştir. Baştarafını ise bir
topluluk, İbn Abbas'tan nakletmekle birlikte bu kabilden birşeyden söz
etmemişlerdir.
Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr
de şöyle demektedir: Bu, münker bir hadistir. Katade'nin sika ravilerinden
herhangi bir kimse bunu rivayet etmiş değildir. Bunu tek başına Ebu Halid
ed-Dalani rivayet etmiş ve onun bu fazlalığını inkar etmişlerdir. Bu kabilden
naklettiklerinde ise, delil teşkil edemez.
Şafii'nin, yalnızca
oturan müstesna, uyuyan herkese abdest almak düşer ile mutedil halden meyleden
ve böylelikle uyuyan herkesin de abdest alması gerekir, sözüne gelince, bu aynı
zamanda Taberi ve Davud'un da görüşüdür. Ali, İbn Mes'ud ve İbn Ömer'den de
rivayet edilmiştir. Zira bu şekilde uyuyan kimsenin uykusunun ağırlaşması pek
rastlanan bir hadise değildir. O bakımdan böyle bir uyku hafif uyku
mesabesindedir.
Darakutni de Amr b.
Şuayb'dan, o, babasından, o da dedesi yoluyla, Resulullah (s.a.v.)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim oturarak uyursa, onun için abdest
almaya gerek yoktur. Her kim yanını yatağa koyarsa onun abdest alması
gerekir." (Darakutni, I, 161)
İnsan vücudundan
çıkanların abdesti bozmasına gelince, bizim lehimize, Buhari'nin yaptığı şu
rivayet delildir: Buhari dedi ki: Bize Kuteybe anlattı, dedi ki, bize Yezid b.
Zurey anlattı. Yezid, Halid'den, o, İkrime'den, o, Aişe'den şöyle dediğini
nakletti: Resulullah (s.a.v.) ile birlikte hanımlarından birisi itikafa girdik.
O kadın, kırmızı ve sarı renkte akıntı görüyordu. Namaz kılarken altına leğen
koyduğumuz dahi olurdu. Görüldüğü gibi bu mutad olmayan bir şekilde
çıkmaktadır. Bu kesilen bir damardan ötürü gelmektedir. O halde bu bir
hastalıktır. İki yoldan gelip de bu şekilde olan bir akıntı dolayısıyla bize
göre -belirttiğimiz gibi Şafii'ye hilafen- abdest almak vacib değildir.
Başarımız Allah'tandır. Ayrıca bu Hanefilerin, çıkanın necaset olmasına itibar
etmesi şeklindeki kanaatini de reddetmektedir. Böylelikle Malik b. Enes'in
mezhebinin sahih olduğu ve açıkça anlaşıldığı ortaya çıkmaktadır. Nefes alıp
verildiği sürece Allah, ondan ve diğerlerinin tümünden razı olsun.
26- "Kadınlara
Dokunmak" Buyruğunun Anlaşılması İle İlgili Görüş Ayrılıkları:
Yüce Allah'ın: "Ya
da kadınlara dokunur da ... " buyruğunu, Nafi', İbn Kesir, Ebu Amr, Asım
ve İbn Amir "Dokunursanız" diye okumuşlardır. Hamza ve el-Kisai ise,
(...) şeklinde okumuşlardır.
Bu kelimenin anlamı ile
ilgili olarak üç görüş vardır: Birincisi, bunun cimada bulunursanız anlamına
gelmesi, ikincisi tenleriniz değerse anlamına gelmesidir. üçüncüsü ise her
ikisini de bir arada mütalaa eden görüş.
Bunun (...) şeklindeki
okunuşu da çoğu kimseye göre aynı anlamdadır. Şu kadar var ki, Muhammed b.
Yezid'den şöyle dediği nakledilmektedir:
Sözlükte evla olan
(...)'ın, öpseniz veya buna benzer bir anlam ifade etmesidir. Çünkü bu durumda,
her bir tarafın bir fiili vardır. Diğer okuyuş olan; (...) ise, onların üstüne
varırsanız ve onlara temas ederseniz, demektir. Bunda ise kadının herhangi bir
fiili yoktur.
İlim adamları, ayet-i
kerimenin (bu bölümünün) hükmü hakkında, beş farklı görüş ortaya atmışlardır.
Bir kesim der ki: Burada mülamese, ele has bir tabirdir. Cünup olan kimse ise,
ancak su ile birlikte sözkonusU edilmiştir. Dolayısıyla Yüce Allah'ın:
"Eğer hasta olur ... " buyruğu ile kast edilen anlamın kapsamına
girmemektedir. O bakımdan cünubun teyemmüm etmesi sözkonusu olmaz. Cünup, ya
gusleder yahut da suyu buluncaya kadar namazı bırakır. Bu görüş, Hz. Ömer ve
İbn Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.
Ancak, Ebu Ömer (b.
Abdi'l-Berr) der ki: bu meselede, İslam aleminin değişik bölgelerindeki
fukahalarından, Hz. Ömer ve Abdullah b. Mes'ud'un görüşü doğrultusunda rey
sahipleri olsun, hadis ehlinden olsun, görüş belirten kimse olmamıştır. Bunun
sebebi, -doğrusunu en iyi bilen Allahtır ya- Ammar ve İmran b. Husayn ile Ebu
Zer'in Hz. Peygamber'den cünup olan kimsenin teyemmümüne dair yaptıkları
rivayetler olmalıdır.
Ebu Hanife, bu görüşün
aksini ileri sürer ve der ki: Burada mülamese'den kasıt, cima demek olan lemse
hastır. Cünup olan bir kimse teyemmüm eder, eliyle dokunan kimselerden ise burada
sözedilmemiştir. Çünkü bu, hades de değildir. Abdesti bozan bir iş de değildir.
Kişi lezzet almak kastıyla hanımını öpecek olsa, abdesti bozulmaz. Onlar bu
görüşlerini, Darakutni'nin Hz. Aişe'den gelen şu rivayeti ile de desteklerler:
Resulullah (s.a.v.) hanımlarından birisini öptü, sonra da abdest almaksızın
namaza çıktı. Urve dedi ki:
Ben ona: Sözünü ettiğin
bu kadın senden başkası olabilir mi diye sordum. O da güldü.
Malik der ki: Cima
yoluyla mülamesede bulunan kişi, (su bulamayacak olursa) teyemmüm eder, el ile
mülamesede bulunan (dokunan) kimse ise, lezzet aldığı takdirde teyammüm eder.
Şehvetsiz olarak dokunacak olursa, abdest almasını gerektiren bir durum yoktur.
Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Ayetin muktezası da budur.
Ali b. Ziyad der ki:
Eğer hanımının üzerinde kalın bir elbise varsa, herhangi bir şey yapması
gerekmez. Şayet elbisesi ince ise abdest alması gerekir. Abdulmelik b.
el-Macişun der ki: Oynaşmak kastıyla eliyle hanımına kasten dokunan bir kimse
lezzet alsın almasın, abdest alsın. Kadı Ebu'l-Velid el-Baci ise, el-Münteka'da
şöyle demektedir: Malik ve arkadaşlarının mezhebinde tahkik sonucu varılan
hüküm şudur: Abdest almak, onun lezzet kastıyla elini değdirmesi dolayısıyla
icabeder. Bizzat lezzetin varlığı dolayısıyla değiL. Hanımına dokunmakla lezzet
almak maksadını güden bir kimse için abdest almak icabeder. Bu dokunmakla
lezzet alsın veya almasın fark etmez. İşte İsa'nın,
İbnü'l-Kasım'dan gelen
rivayetinde, el-Utbiyye'deki ifadelerin manası budur. Sadece erkeklik organının
sertleşmesine gelince, İbn Nafi'nin Malik'ten rivayetine göre, beraberinde
dokunma yahut mezi olmadığı sürece, ne abdesti gerektirir, ne de gusletmeyi.
eş-Şeyh Ebu İshak der
ki: Erkeklik organı sertleşenin abdesti bozulur. Bu, Malik'in de
el-Müdevvene'de yer alan görüşüdür.
Şafii ise der ki:
Erkeğin bedeninin herhangi bir tarafı kadın bedeninin herhangi bir tarafına
dokunacak olursa, bu ister el ile olsun, ister vücudun azalarından bir
başkasıyla olsun, bundan dolayı abdesti bozulur. Aynı zamanda bu, İbn Mes'ud,
İbn Ömer, ez-Zühri ve Rabia'nın da görüşüdür.
el-Evzai der ki: Dokunma
el ile olursa, abdest bozulur. El ile olmazsa ab. dest bozulmaz. Çünkü Yüce
Allah: "Kendileri de elleriyle ona dokunsalardı" (el-En'am, 7) diye
buyurmaktadır.
İşte bu hususta, beş
ayrı görüş bunlardır. Bunların en isabetli olanları, Malik'in görüşüdür. Bu,
Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan rivayet edildiği gibi, Abdullah b. Mes'ud'un da
görüşüdür. Çünkü Abdullah b. Mes'ud der ki: Mülamese cimadan ayrıdır. Ve bundan
dolayı da abdest almak icabeder. Fukahanın çoğu'nluğu da bu görüştedir.
İbnü'l-Arabi der ki:
Ayetin anlamından zahiren anlaşılan da budur. Çünkü, Yüce Allah'ın bu ayetin
baş tarafında yer alan: "Cünup iken" buyruğu cimayı ifade eder.
"Yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelirse" buyruğu, hadesi ifade
eder. "Yahut kadınlara dokunur da" buyruğu da, dokunmayı ve öpmeyi
ifade eder. Böylelikle bunlar, üç ayrı hüküm için üç ayrı cümle olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu da ilmin ve i'lamın (bilip bildirmenin, nihai bir
derecesidir). Şayet, dokunmaktan (lems ve mülamese'den) maksat cima olsaydı
ifadede bir tekrar olurdu.
Derim ki: Ebu Hanife'nin
delil diye gösterdiği, Hz. Aişe yoluyla gelen hadise gelince, bu mürsel bir
hadistir. Bunu Veki', el-A'meş'ten, o, Habib b. Ebi Sabit'ten, o, Urve'den, o,
Aişe'den rivayet etmiştir. Yahya b. Said, el-A'meş'in Habib'den, onun da
Urve'den rivayet ettiği hadisi zikredip şöyle der:
Süfyan es-Sevri'ye
gelince, o, insanlar arasında bunu en iyi bilen kimse idi.
İşte o, Habib'in
Urve'den hiçbir şey işitmemiş olduğunu iddia etmiştir. Bunu da Darakutni
söylemiştir. (Darakutni, I, 139)
Denilse ki: Sizler
mürseli kabul ediyorsunuz. O halde bunu da kabul etmeniz ve gereğince amel
etmeniz gerekir. Deriz ki: Biz bunu ayetin zahiri ve ashab-ı kiramın ameli
dolayısıyla terk ettik. Denilse ki: Mülamese cima'nın kendisi demektir. Ayrıca
bu İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Deriz ki: Ömer el-Faruk ve onun oğlu bu
hususta ona muhalefet ettiği gibi, Abdullah b. Mes'ud da -ki, o Kufelidir,
(yani Kufede yerleşmiş bir sahabidir)- bu konuda onlara uymuştur. Siz ne diye
ona muhalefet etmektesiniz.
Yine denilse ki:
Mülamese, müfaale (yani iki taraflı işin yapıldığını ifade eden kip)
babındandır. Bu ise ancak iki taraftan olur. Elle lems (dokunmak), ancak tek
taraflı olur. Böylelikle mülamesenin cima olduğu sabit olmaktadır. Deriz ki:
Mülamesenin muktezası, iki tenin birbirine değmesidir. Bu, ister bir taraftan,
ister iki taraftan yapılmış olsun farketmez. Çünkü, bunların her birisi aynı
zamanda hem lems eden, hem lems olunan diye nitelendirilir.
Bir diğer cevap da
şöyledir: Mülamese, bazan tek taraflı da olabilir. Bundan dolayı Peygamber
(s.a.v.) mülamese satışını yasaklamıştır. Elbise ise, melmus (kendisine
dokunulan) olur. Hiçbir zaman kendisi dokunan olamaz. İbn Ömer de, bizzat
kendisi hakkında şöylece haber vermektedir: "Ve o günlerde ben, ihtilam
olacak yaşlarda idim. (Burada müfeale kipinden naheztü'yü kullanmıştır.)
Araplar da: (...) Hırsızı cezalandırdım. Ayakkabıyı çekiçle dövdüm, derler (ve
tek taraflı yapıldığı halde müşareke ifade eden kipi kullanırlar.) Bu kabilden
kullanımlar da pek çoktur.
Denilse ki: Şanı Yüce
Allah, hadesin sebebi olan ayak yolundan gelişi zikrettiği yerde, cünupluğun
sebebini zikretmiştir ki, o da mülamesedir. Böylelikle su bulmama halinde,
hadesin ve cünupluğun hükmünü beyan etmektedir. Tıpkı suyun bulunması halinde
bunların hükümlerini açıkladığı gibi. Deriz ki: Bizler, bu kelimenin aynı
zamanda hem cima, hem lems (dokunmak) anlamına alınmasına mani görmüyoruz.
Açıkladığımız gibi bu aynı zamanda her iki hükmü de ifade etmektedir. Ve
belirttiğimiz gibi bu (müşareke olmayan kiple) (P ) diye de okunmuştur.
Şafii'nin sözünü ettiği,
erkeğin kadına, arada bir engel olmaksızın herhangi bir uzvuyla şehvetli ya da
şehvetsiz dokunmasının abdesti gerektirdiği şeklindeki görüşüne gelince; bu da
Kuran-ı Kerimin zahirinden anlaşılan ifadedir. Aynı şekilde, kadın da ona
değmiş olacağından onun da abdest alması icabeder. Saç, bundan müstesnadır. Bir
kimse, şehvetli veya şehvetsiz, hanımının saçına dokunacak olursa, abdest
alması gerekmez. Diş ve tırnak da böyledir. Çünkü bunlar, tenden farklı
şeylerdir. Hanımının saçına dokunduğu takdirde ihtiyat yolunu seçip abdest
alacak olursa, bu güzel bir şeyolur. Koca, hanımına yahut kadın, kocasına
eliyle ve elbisenin üst tarafından dokunup bundan dolayı da lezzet alacak veya
almayacak olsa, bizzat tene dokunmadığı sürece her ikisinin de abdest alması
gerekmez. Bunu kasten veya unutarak yapmaları farketmez. Kadının hayatta
olması, yahut -yabancı olması halinde- ölü olması da durumu değiştirmez. Eliyle
küçük bir kıza yahut yaşlıca acuze bir kadına, veya nikahlaması kendisine helal
olmayan mahremlerinden birisine dokunması haline dair farklı görüşleri
gelmiştir. Bir seferinde abdest bozulur demiştir. Çünkü Yüce Allah: "Ya da
kadınlara dokunur ... " buyruğunda fark gözetmemiştir. İkinci seferinde
ise, abdest bozulmaz, demiştir. Çünkü böylelerine karşı şehvet duyulmaz.
el-Mervezi der ki:
Şafii'nin görüşü kitabın zahiri ne daha uygun düşmektedir. Çünkü Yüce Allah:
'Ya da kadınlara dokunursanız" diye buyurmakta, şehvetli ya da şehvetsiz
dememektedir.
Aynı şekilde Peygamber
(s.a.v.)'ın ashabından bu durumda abdest almayı vacip görenler de şehvet
şartını koşmamışlardır. Tabiinin geneli de aynı şekilde bu şartı
koşmamışlardır. el-Mervezi der ki: Malik'in kabul ettiği şekilde şehveti ve
elbisenin üstünden lezzet almayı gözönünde bulundurup bunun abdest almayı
gerektirdiği kanaatine gelince, bu hususta el-Leys b. Sa'd da ona muvafakat
etmiştir. Bu ikisinden başka bu, kanaatte olan kimseyi bilmiyoruz. Ancak bu
kıyasen de sahih değildir. Zira bu şekilde hareket eden bir kimse, hanımına
dokunan (lems eden) olmaz. Ve hakikatte de onunla temas etmiş (teni tenine
değmiş) değildir. Bu olsa olsa, onun elbisesine temas eden bir kimsedir.
Fukaha, icma ile şunu kabul etmişlerdir: Lezzet alacak olsa ve canı ona
dokunmayı çekse, bundan dolayı abdest alması icabetmez. Aynı şekilde elbisenin
üst tarafından dokunanın durumu da böyledir. Çünkü bu durumda olan bir kimse,
kadına temas etmiyor demektir.
Derim ki: el-Mervezi'nin
sözünü ettiği bu hususta Malik ile el-Leys b. Sa'd'dan başka aynı görüşü
paylaşan yoktur, iddiasını ele alalım. Hafız Ebu Ömer b. Abdi'l-Berr'in
naklettiğine göre bu, aynı zamanda İshak'ın ve Ahmed'in de görüşüdür.
Ayrıca bu görüş,
eş-Şa'bi ve en-Nehai'den de rivayet edilmiştir. Bunların hepsi der ki: Dokunup
da lezzet alacak olursa abdest alması icabeder. Lezzet almazsa abdest gerekmez.
el-Mervezi'nin: "Bu kıyasen de sahih olamaz" sözüne gelince; Onun bu
görüşü de sahih değildir. Çünkü Hz. Aişe'den sahih haberde şöyle dediği
zikredilmektedir: Ben Rasülullah (s.a.v.) önünde ayaklarım onun kıblesi
tarafında olduğu halde uyurdum. Secde ettiği vakit, eliyle beni. dürter
(ğamezenI) ben de ayaklarımı kendime doğru çekerdim. O ayağa kalktı mı, tekrar
onları uzatırdım. Hz. Aişe der ki: O günlerde evlerde kandil bulunmuyordu.
İşte bu, Peygamber
(s.a.v.)'in dokunan kimse olduğu ve onun Hz. Aişe'nin ayaklarına el değdirdiği
hususunda açık bir nastır. Nitekim el-Kasım'ın Hz. Aişe'den rivayetinde de
şöyle denilmektedir: "Secde etmek istediğinde elleriyle ayaklarıma
dokunurdu, ben de ayaklarımı çekerdim." Bunu Buhari rivayet etmiştir.
İşte bu Yüce Allah'ın:
"Ya da kadınlara dokunursanız" buyruğundaki umum ifadeyi tahsis
etmektedir. O halde ayetin zahiri ne şekilde dokunursa dokunsun, dokunan
herkesin abdestinin bozulmasını gerektirir. Ancak, Yüce Allah'ın Kitabının
beyanı demek olan sünnet-i seniyye de abdestin bazı dokunanlar için
gerektiğine, bazıları için de gerekmediğine delalet etmektedir. Gerekmeyen
kimse ise, lezzet almayan ve lezzet kastı ile dokunmayan kimsedir. Burada:
Belki de Hz. Aişe'nin ayakları üzerinde bir örtü bulunuyordu. Yahut da Hz.
Peygamber, ayaklarını elbisenin yeni ile dürtüyordu, denilemez. Çünkü buna
karşılık biz şöyle cevap veririz: Dürtmenin (el-Gamz) gerçek mahiyeti el ile
yapılmasıdır. Semiz olup olmadığını anlamak amacıyla koçu el ile yoklamak için
de bu mastardan türemiş hiller kullanılır.
Ancak, elbisenin yeni
ile vurmak anlamını ifade etmek üzere "ğamz" kelimesi kullanılmaz.
Uyuyan kişinin ayağı ise, çoğunlukla çıplak olur ve dışarıda kalır. Özellikle
uzunlamasına yatıp uyumuş ve darlık çeken birisi ise bu böyledir. O dönemde
durum bu idi. Nitekim Hz. Aişe'nin: Ayağa kalktı mı, ayaklarımı uzatırdım
sözleriyle: "O günlerde evlerde kandil bulunmuyordu" ifadeleri
dikkatimizi çekmektedir.
Yine Hz. Aişe'den gayet
açık bir şekilde şöyle dediği nakledilmiştir: "Peygamber (s.a.v.) namaz
kılarken ayaklarımı onun kıblesine doğru uzatırdım. Secdeye vardı mı, o beni
eliyle dürter, ben de ayaklarımı kıblesinden çekerdim. Kendisi ayağa kalktı mı,
yine onları uzatırdım." Bu hadisi de Buhari rivayet etmiştir. Böylelikle
dürtmenin (el-Gamz) tenlerin dokunmasıyla gerçek anlamı ile kullanıldığı ortaya
çıkmaktadır.
Bir diğer delil de, yine
Hz. Aişe'den rivayet edilen şu sözleridir: "Gecenin birinde Rasülullah
(s.a.v.)'ı yanımda yatakta bulamadım. Onun nerede olduğunu araştırmaya
koyuldum. Ellerim kendisi mescidde iken ve ayakları (secde halinde) dikilmiş
olduğu halde, ayaklarının iç tarafına değdi" diyerek hadisin geri kalan
kısmını nakletmektedir. Hz. Aişe ellerini, secdede iken Peygamber efendimizin
ayaklarına koyduğu vakit, o da secdesini devam ettirdi. İşte bu, abdestin her
tenleri değenler hakkında değil de, bir kısmı hakkında bozulacağının delili
olmaktadır.
Denilse ki:
el-Müzenı'nin de dediği gibi, Hz. Peygamberin ayakları üzerinde bir hail
(tenlerin değmesini engelleyen bir örtü) bulunmakta idi. Şöyle cevap verilir:
Ortada bir hail olduğu sabit oluncaya kadar, ayak denildiği zaman, onun hailsiz
(yani çıplak) olduğu anlaşılır. asl olan da zahiri ifadelerin sınırını aşmamak,
orada durmaktır. Hatta bütün bu anlattıklarımızdan ayağın çıplak olduğu adeta
nass ile açıkça ifade edilmiş gibi anlaşılmaktadır.
Denilse ki: Ümmet icma
ile şunu kabul etmiştir: Bir erkek, bir kadını zorlasa ve onun sünnet yeri
kadının sünnet yerine dokunsa, bundan dolayı da o kadın hiçbir lezzet almasa,
yahut kadın uykuda bulunup bundan dolayı zevk almasa ve hiçbir şekilde arzu da
duymasa yine de o kadının gusletmesi vaciptir. Aynı şekilde şehvetli ya da
şehvetsiz öpen veya elini değdirenin hükmü de böyle olmalıdır. Onun da abdesti
bozulmuş olur ve abdest alması icabeder. Çünkü, dokunmak, el ile yoklamak ve
öpmekten anlaşılması gereken bunların, ifade ettiği manadır", lezzet
değildir.
Buna şöyle cevap
veririz: el-A'meş ve başkalarının sizin bu hususta iddia ettiğiniz icmaa
muhalefet ettiğinden daha önceden sözetmiş bulunuyoruz.
Bununla birlikte biz
icmaı kabul etsek dahi, bu anlaşmazlık mahallinde icmaı bize karşı delil
göstermek bağlayıcı bir delil olamaz. Çünkü bizler, mezhebimizin doğruluğuna
sahih bir takım hadisleri delil göstermiş bulunuyoruz. Sizin iddianıza göre:
"Hadis sahih olduğu takdirde o hadisi alınız, benim sözümü bırakınız"
sözünü ilk defa Şafii söylemiştir. Oysa, bizce meşhur olduğu gibi, ondan önce
hocası Malik bunu söylemiş bulunmaktadır.
Şimdi bu konuda hadis
sabit olduğuna göre, niçin hadisin gereğini söylemiyorsunuz? Sizin mezhebinize
göre, bir kimse hanımına tedip etmek ve ona karşı sert davranmak kastıyla
eliyle bir tokat vuracak olsa, abdesti bozulur. Çünkü maksat fiilin varlığıdır.
Bildiğim kadarıyla, kimse böyle bir görüş ileri sürmemiştir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Hadis imamları Malik ve
diğerlerinin rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.), kızı Zeynep ile Ebu'l As'dan
olma kız torunu Umame, omuzları üstünde olduğu halde namaz kılardı.
Rüku'a vardığında onu
yere bırakır, sücuddan kalktığı vakit de tekrar eski yerine koyardı.
Bu ise, Şafii'nin
nakledilen iki görüşünden birisi olan şu sözünü reddetmektedir: Küçük bir kıza
dokunacak olsa yine abdesti bozulur. Şafii bunu ileri sürerken "nisa"
(kadınlar) lafzına tutunur. Ancak bu zayıf bir görüştür. Çünkü küçük kıza
dokunmak duvara dokunmak gibidir. Diğer taraftan lezzeti nazarı itibara
almadığından dolayı, mahrem kadınlara dokunması hususunda farklı görüşleri
gelmiştir.
Bizler ise, lezzeti
nazarı itibara aldığımızdan, lezzet bulunduğu takdirde hükmün varlığından
sözedilir ki, o da abdestin gereğidir. Evzai'nin özel olarak el ile dokunmayı
nazarı itibara alması şeklindeki görüşüne gelince, Bunun sebebi, dokunmanın
(lemsin) çoğunlukla el ile olmasından dolayıdır. O da dokunmayı, diğer azalar
bir tarafa yalnızca ele munhasır kabul etmiştir. Öyleki, koca, ayaklarını
hanımının elbiseleri arasına sokup fercine yahut da karnına dokunacak olsa,
bundan dolayı abdesti bozulmaz. Hanımını öpen koca hakkında da şunları
söylemektedir: Böyle birisi gelip bana soru soracak olsa, abdest alır derim.
Fakat abdest almayacak olsa da ayıplamam. Ebu Sevr de şöyle demektedir:
Hanımını öpen, yahut teni tenine değen veya ona dokunan kimsenin abdest alması
gerekmez. Bu görüşler ise, Ebu Hanife'nin mezhebine göre izah edilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
27- Teyemmümü Mübah
Kılan Sebepler ve Su Bulamamanın Mahiyeti:
Yüce Allah'ın: 'Su
bulamazsanız" buyruğunda işaret edilen yolcunun su bulamama sebepleri
şöylece sıralanabilir: Yolcu, ya bütünüyle ya da kısmen su bulamıyabilir. Yahut
su aramaya koyulacağından, yol arkadaşlarından geri kalmaktan ya da eşyalarına
zarar gelmesinden korkabilir. Yahut hırsız ya da yırtıcı hayvanlardan, ya da
vaktin çıkmasından korkabilir. Veya (suyunu kullanacak olursa) kendisinin ya da
başkasının susuz kalacağından korkabilir. Bedeninin maslahatı için pişireceği
yemeğe gerek duyacağı suyun hükmü de böyledir.
İşte bütün bunlardan
herhangi birisi sözkonusu olduğu takdirde, teyemmüm alır ve namazını kılar.
Hastanın kendisine su verecek kimseyi bulamaması, yahut suyu kullanmaktan zarar
göreceğinden korkması da suyu bulamamak demektir. Aynı şekilde bütün herşeyi
kuşatan bir pahalılık, yahut hapse atılmak veya bağlanmak da mukim ve sağlıklı
olan kimse için su yok hükmündedir. el-Hasen der ki: Kişi gerekirse bütün
malını vererek su alır, varsın parasız kalsın. Bu, zayıf bir görüştür. Çünkü
Allah'ın dini bir kolaylıktır.
Bir başka kesim de şöyle
demektedir: Gerçek değerinin üçtebir ve daha fazla miktarını aşmadığı sürece
onu satın alır. Birbaşka kesim de şöyle der:
Bir dirhemlik suyu, iki
ve üç dirheme ve bu civarda bir fiyata satın alır (ve abdestini alır). Bütün
bunlar, Malik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'in görüşüdür. Eşheb'e: Bir kırba
su on dirheme satın alınır mı? diye sorulmuş, o da, insanların bu şekilde bir
alış veriş yapmakla yükümlü oldukları görüşünde değilim, demiştir. Şafii ise,
fazla olmaması gerektiği görüşünü belirtmiştir.
28- Su Aramanın Hükmü:
Teyemmümün sahih
olabilmesi için, su arama şart mıdır, değil midir hususunda ilim adamlarının
farklı kanaatleri vardır. Malik'in mezhebinin zahirinden anlaşıldığına göre bu
şarttır. Şafii'nin görüşü de budur. Kadı Ebu Muhammed b. Nasr'ın kanaatine göre
ise, teyemmümün sahih olabilmesi için su aramak şartı yoktur.
Bu aynı zamanda Ebu
Hanife'nin de görüşüdür. İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre o, yolculukta
iken, su, yolundan iki ok atımlığı bir mesafede bulunduğu halde yolunu bırakıp
suya gitmezdi. İshak, ancak bulunduğu yerde suyu aramakla yükümlüdür, der ve
İbn Ömer'den gelen bu rivayeti zikrederdi. Şu kadar var ki, birinci görüş daha
sahihtir.
Muvatta'da Malik'in
mezhebinden meşhur olan da odur. Çünkü şanı Yüce Allah: "Su
bulamazsanız" diye buyurmaktadır. Bu ise, ancak suyun aranılmasından sonra
teyemmüme başvurmayı gerektirmektedir. Aynı şekilde kıyas cihetinden de,
teyemmüm mübdel olan (taharet, abdest almak)'den aciz olmak halinde yerine
getirilmesi emrolunan bir bedeldir. O bakımdam onun mübdelinin
bulunmayacağından kesinolarak emin olmadıkça teyemmüm yapmak yeterli olmaz.
Tıpkı keffarette köle azad etmek ile oruç tutmanın birinin diğerinin yerine
geçmesi gibi.
29- Vakit Çıkmadan
Önce Su Bulma Umudu Varsa Ne yapar:
Bu husus böylece tesbit
edildikten sonra ve su da bulunamayacak olursa, mükellef, zannı galibi ile, ya
namazın vakti içerisinde su bulmaktan ümidini keser yahut da zannı galibi ile
su bulacağı kanaatine sahip olur, suyu bulacağına dair ümidi de pekişir, yahud
da bu iki husus eşit ihtimal kazanır. Görüldüğü gibi üç ayrı durum
sözkonusudur: Birinci halde, vaktin başında teyemmüm alıp namaz kılması
müstehabtır. Çünkü, su ile taharet almak faziletini elden kaçırmış olsa bile,
namazını ilk vaktinde kılma faziletini ele geçirmesi onun için müstehabtır.
İkinci durum sözkonusu ise, vaktin ortalarında teyemmüm alır. Bunu Malik'in
arkadaşları Malik'ten nakletmektedir. Su ile abdest alma faziletini elde eder
umuduyla ilk vakitte kılma faziletini elden kaçırmayacağı sürece namazını tehir
eder. Çünkü, namazın ilk vaktinde kılınma fazileti, ilk vaktin yakınlığı
dolayısıyla orta vakitlerde kılınması ile de elde edilebilir.
Üçüncü durumda, vaktin
sonunda suyu bulacağı zamana kadar namazını tehir eder. Çünkü su ile taharet
fazileti, vaktin başında namazı kılmak faziletinden daha büyük fazilettir.
Zira, vaktin başında namazın kılınmasının faziletli oluduğu hakkında görüş
ayrılığı vardır. Su ile taharet almanın fazileti, ittifakla kabul edilmiştir.
Diğer taraftan, namazı
ilk vaktinde kılma faziletinin terki, zaruret olmaksızın dahi caizdir. Fakat,
su ile taharet alma faziletinin zaruretsiz terkedilmesi caiz değildir. Bunun
için de öngörülen vakit, o namaz için uygun görülen vaktin son zamanıdır. Bunu
İbn Habib demiştir.
Eğer vaktin sonunda
suyun bulunacağını bilirse, vaktin başında teyemmüm alır ve namaz kılacak
olursa, İbnü'l-Kasım der ki: Kıldığı bu namaz yeterlidir. Şayet su bulacak
olursa, yalnızca vakit çıkmamışsa namazını iade eder. Abdulmelik b. el-Macişun
der ki; Bundan sonra su bulduğu takdirde mutlaka namazını iade eder.
30- Su Bulamamanın
Ölçüsü:
Suyun bulunması
konusunda gözönünde bulundurulması gereken ölçü, tahareti için yeteri kadar su
bulmaktır.
Eğer yeterinden az su
bulacak olursa, teyemmüm eder ve bulduğu kadar suyu kullanmaz. Bu, Malik'in ve
arkadaşlarının görüşüdür. Ebu Hanife ile iki görüşünden birisinde Şafii de bu
görüştedir. İlim adamlarının çoğunluğunun da görüşü budur. Çünkü Yüce Allah,
taharetin farzı olarak, iki şeyden birisinin yerine getirilmesini emretmiştir.
Bu da ya su ya topraktır. Şayet su teyemmüme ihtiyaç bırakmayacak miktarda
değilse, şer'an yok hükmündedir. Çünkü onun var olabilmesi için istenen miktar
yeteri kadar olmasıdır.
Şafii'nin diğer görüşü
ise şöyledir: Beraberinde bulunan suyu kullanır ve teyemmüm eder. Çünkü o bir
miktar da olsa bir su bulmaktadır. O halde teyemmümün şartı tahakkuk
etmemektedir. O miktarı kullanıp suyu tükenecek olursa bulamadığı andan
itibaren teyemmüm eder.
Suyu yükünün arasında
unutup teyemmüm eden kimsenin durumu hakkında da Şafii'den farklı görüşler
nakledilmiştir. Sahih olana göre abdest alır ve namazını iade eder. Çünkü
yanında su bulunduğuna göre, O, suyu bulan bir kimsedir. Fakat bu konuda
kusurlu davranmıştır.
Diğer bir görüşü ise
namazını iade etmez. Malik'in de görüşü budur.
Çünkü suyun bulunduğunu
bilmeyecek olursa, onu bulmamış demektir.
31- Nitelikleri
Değişmiş Suyun Hükmü:
Ebu Hanife, değişmiş su
ile abdest almayı caiz görmektedir. Çünkü Yüce Allah: "Su
bulamazsanız" diye buyurmuştur. Burada da nekire (belirtisiz)nin nefyedilmesi
şeklindedir. Dilde bu kullanım umum ifade eder. O halde ister değişmiş olsun,
ister değişmemiş olsun, bütün sularla abdest almanın caiz olduğunu ifade
etmektedir. Zira değişmiş olan su hakkında da su kelimesi kullanılabilir.
Deriz ki: Evet dediğiniz
gibi nekirenin nefyedilmesi umum ifade eder. Fakat cinsinde bir umumdur bu. O
bakımdan ister sema, ister nehir, ister tatlı bir pınar suyu, ister tuzlu olsun
bütün suları kapsayan umumi bir ifadedir. Cins ismin dışında kalan, değişikliğe
uğramış olan su ise, bunun kapsamına girmez. Nitekim bakla ve gül suları da
bunun kapsamına girmediği gibi. İleride Yüce Allah'ın izniyle, el-Furkan
Suresi'nde (bk. 48. ayetin tefsirinde) suların hükmüne dair açıklamalar
gelecektir.
32- Sudan Başka
İçeceklerle Abdest Almak:
Abdest ve guslün, su
bulunmaması halinde nebizin dışında herhangi bir içecek ile caiz olmayacağını
ilim adamları icma ile kabul etmişlerdir. Ancak Yüce Allah'ın: "Su
bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyruğu bu görüşü
reddetmektedir. Nebiz ile abdestin alınacağından sözeden hadis-i şerifi İbn
Mes'ud rivayet etmiştir.Ancak bu hadis sabit değildir. Çünkü, bu hadisi İbn
Mesud'dan rivayet eden Ebu Zeyd adında birisidir. Bu da Abdullah b. Mes'ud'la
arkadaşlık yaptığı bilinmeyen meçhul bir ravidir. Bunu İbnü'l-Münzir ve
başkaları söylemiştir. İleride Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar el-Furkan
Suresi'nde (az önce belirtilen yerde) gelecektir.
33- Yokluğu Teyemmümü
Mübah Kılan Suyun Nitelikleri:
Yokluğu teyemmüm etmeyi
mübah kılan su, tahir, mutahhir ve yaratılış nitelikleri üzerine kalmış sudur.
Kur'an ahkamına dair telifde bulunanların kimisi şöyle demiştir: Yüce Allah:
"Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyurmakla suyun
hiç bir parçasının, kısmının bulunmaması halinde teyemmümü mübah kılmaktadır.
Çünkü bu, suyun her cüzünü kapsayan nekire bir lafızdır. Su ister başka şeyle
karışmış olsun, ister hiç birşeyle karışık olmayıp başlıbaşına varolmuş olsun
farketmez. Bununla birlikte herhangi bir kimse, hurmadan yapılan nebizde su
vardır diyebilir. Durum böyle olduğuna göre hurma nebizi bulunmakla beraber
teyemmüm caiz olmaz, denilir. Bu, Kufelilerden Ebü Hanife ve ashabının
görüşüdür. Buna ileride elFurkan Süresi'nde belirtilecek, zayıf bir takım
haberleri delil göstermişlerdir. Yine orada, Yüce Allah'ın izniyle su ile
ilgili açıklamalar, da gelecektir.
34- Teyemmümün Anlamı
ve Hikmeti:
Yüce Allah'ın:
"Teyemmüm edin" buyruğundaki teyemmüm, bu ümmete genişlik olmak
hikmetine binaen, bu ümmete has özelliklerdendir. Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Bizler sair insanlarla şu üç özelliğimizle üstün kılındık:
Bütün yeryüzü bize mescid kılındı, yeryüzünün toprağı da bize temizlenme aracı
oldu ... " deyip hadisin geri kalan bölümü aktardı.
Bundan önce, teyemmüm
ruhsatının inişi ve bunun açıkladığımız üzere gerdanlığın kayboluşu sebebiyle
olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmakta dır. Teyemmümü mübah kılan sebepler
de daha önceden açıklandı. Burada ise, teyemmümün sözlük anlamı ve şer'i bir
kelime olarak anlamı üzerinde durulacaktır. Teyemmümün nitelikleri, keyfiyeti,
kendisi ile ve kendisi dolayısıyla teyemmüm yapılan sebepler, teyemmümün kimin
için caiz olacağı, teyemmümün şartları ve bunun dışında teyemmüme dair diğer
hükümleri ele alacağız.
Sözlük anlamı itibariyle
teyemmüm, kastetmektir. "Filan şeye teyemmüm ettim" demek, onu
kastettim, demektir. "Toprağa teyemmüm ettim" demek, kasıtlı olarak
toprağa yöneldim, demektir. "Okumla ve mızrağımla ona teyemmüm ettim"
derken, diğerleri arasından onu kastederek, nişan aldım, vurdum, demek olur.
el-Halil şu beyiti zikretmektedir: "Mızrağı yanlamasına onu kastederek
fırlattım. Sonra ona dedim ki: Kahramanlık işte budur. Bu kaydırak oyunu (çocuk
oyuncağı) değildir.''
el-Halil der ki: Bu
beyitte ilk kelimeyi: (...) diye nakleden hatalı nakletmiştir. Çünkü o,
"Yanlamasına" ifadesini de kullanmıştır.
Bu ise, ancak yan
taraftan atılırsa kullanılan bir kelimedir. Yoksa bununla önünü kastetmiş
değildir. İmruu'l Kays da der ki: "Ta Ezriat'tan onu kastederek geldim.
Ailesi ise, Yesrib'te bulunuyor. Evine en yakın olan kişinin (uzaklığı
dolayısıyla) oldukça yükseği ve uzağı görmeye ihtiyacı vardır."
Yine (İmruu'l Kays der
ki): "üzerinde yosunun yükseldiği ve gölgenin kapladığı Daric
yakınlarındaki pınarı kastetti (oraya yöneldi)."
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "İşte bu şekilde bir belde hoşuma gitmezse Devemi bir başka
beldeye böylece yöneltirim (yüzünü oraya doğru çeviririm)."
Bahile'li A'şa da der
ki: "Ve böylelikle ben Kays'a doğru yöneldim. (Ona gitmeyi kastettim) Halbuki
ona varıncaya kadar nice uzun yollar, geçitler ve gerçekten yol almanın zor
olduğu sert araziler vardır."
Humeyd b. Sevr de şöyle
demektedir: "Rab'a sor, Um Tarık nereyi kastetti (nereye gitmek için yola
koyuldu) Acaba Rab'ın konuşmak diye bir adeti var mı ki?"
Şafii (r.a.)'ın da şöyle
bir beyiti vardır: "İlmim benimle beraberdir. Nereyi kastetsem onu
beraberimde taşırım Kalbim onun için bir kalptır, yoksa o bir sandığın içinde
(gömülü) değildir."
İbnü's-Sikkit der ki:
Yüce Allah'ın: "Temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyruğu, temiz bir
toprağa kastedin, anlamındadır. Daha sonra Araplar bu kelimeyi çokça kullanmaya
başladılar. Nihayet teyemmüm, yüz ve elleri toprak ile meshetmek anlamını ifade
eder oldu. İbnü'l-Enbari der ki: Arapların: "Adam teyemmüm etti"
şeklindeki ifadeleri, artık toprağı yüz ve ellerine meshetti, demektir.
Derim ki: İşte Allah'a
yakınlaşmak kastıyla yapılması halinde şer'ı teyemmüm de budur. Hastaya
teyemmüm yaptırdım ve namaz için teyemmüm ettim, gibi ifadeler kullanılır.
Müyemmem kişi ise, dilediği herşeyi elde eden kişi demektir. Bu açıklamalar
eş-Şeybanı'den nakledilmiştir.
eş-Şeybanı ayrıca şu
beyiti zikreder: Bizler, A'sur b. Sa'd'ın Ailece istediği herşeyi elde eden ve
şanı yüksek bir kimse olduğunu gördük."
Bir başka şair de şöyle
demektedir: "Ezher hiçbir zaman cimrilik yıldızı ile birlikte doğmadı O,
ailece istediğini elde eden ve soyu itibari ile kerim olan bir kimsedir."
35- Teyemmüm
Kelimesinin Kur'an-ı Kerim de Kullanılması ve Hz. Aişe'nin "Teyemmüm Ayeti"
Derken Kastettiği Ayet-i Kerime:
"Teyemmüm"
lafzını, Yüce Allah Kitab-ı Keriminde Bakara Süresi'nde (267. ayette), bu
sürede ve bir de Maide Süresi'nde (6. ayette) zikretmiştir. Bu süredeki ayet,
teyemmüm ayetidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Kadı Ebu Bekr İbnü'l-Arabi
der ki: Bu benim için kimsenin yanında ilacını bulamadığım içinden çıkılamaz
bir haldir. Karşımızda iki ayet var, ikisinde de teyümmüm sözkonusu
edilmektedir. Bunlardan birisi Nisa Suresi'nde, diğeri el-Maide Suresi'ndedir.
Hz. Aişe'nin: "Allah teyemmüm ayetini indirdi" sözüyle hangi ayeti
kastettiğini bilmiyoruz. Sonra şöyle demektedir:
Onun naklettiği hadis
bundan önce teyemmümün bilinmediğini ve onlar tarafından teyemmüm uygulamasının
sözkonusu olmadığını göstermektedir.
Derim ki,
İbnü'l-Arabi'nin: "Aişe'nin hangi ayeti kastettiğini bilmiyoruz"
sözünü ele alacak olursak, onun kastettiği ayet, daha önceden de belirttiğimiz
gibi bu ayet-i kerimedir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır. Yine İbnü'l-Arabi'nin: "Hz. Aişe'nin bu hadisi, teyemmümün
bundan önce bilinmediğini ve onlar tarafından uygulanmadığını
göstermektedir" sözlerine gelince bu, doğrudur. Bu hususta siyer alimleri
arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü bilinmektedir ki, cünupluktan gusül,
abdestten önce farz kılınmamıştır. Yine bütün siyer alimleri şunu bilmektedir
ki: Peygamber (s.a.v.)'a Mekke'de namaz farz kılındığından beri, günümüzde
aldığımız abdest gibi bir abdest almaksızın namaz kılmış değildir. İşte bu da
abdest ile ilgili ayet-i kerimenin daha önceden farz kılınmış olan bu fiili ile
ilgili buyrukların Kur-an'ı Kerimde tilavet edilmesi için nazil olduğunu
göstermektedir. "Bunun üzerine teyemmüm ayeti nazil oldu" ifadesinin
kullanılıp, abdest ayeti denilmemesi, onların o zamanda yeniden öğrendikleri hususu,
abdest ile ilgili hüküm değil, teyemmüm hükmü olduğunu göstermektedir. Bu da
gayet açıktır. Ve bunda içinden çıkılamayacak bir taraf ta yoktur.
36- Teyemmüm
Mükellefiyetinin Muhatapları:
Namaz kılmakla yükümlü
olan her mükellef, su bulamayıp namazın 'Vakti girecek olursa, teyemmüm
yapmakla yükümlüdür. Ebu Hanife ile iki arkadaşı ve Şafii'nin arkadaşı
el-Müzeni der ki: Vaktin girişinden önce de teyemmüm caizdir. Çünkü, onlara
göre suyun aranması nafileye kıyasen şart değildir. Nafile için teyemmüm, su
aranmaksızın caiz olduğuna göre, farz namaz için de aynı şekilde caiz olur.
Sünnetten de Hz. Peygamberin Ebu Zer'e söylediği şu buyrukları delil
göstermişlerdir: "Temiz toprak, müslüman için abdest alınacak yerdir.
İsterse on yıl süreyle suyu bulmasın." Böylelikle Hz. Peygamber, temiz
toprağı tıpkı suya denildiği gibi, "abdest alınacak araç" adını
vermiştir. O halde, temiz toprağın hükmü ile suyun hükmü aynıdır. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
Bizim delilimiz ise,
Yüce Allah'ın: "Su bulamazsanız" buyruğudur. Suyu arayıp da bulamayan
kimse dışındakilere su bulamamış denilemez. Bu anlamdaki açıklamalar önceden
geçmiştir. Diğer taraftan bu şartlar altında alınacak bir taharet (abdest veya
gusül yerine geçen teyemmüm), istihazalı kadının tahareti gibi bir zaruret hali
taharetidir. Ayrıca Peygamber (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: "Namaz
vaktine nerede erişirsen, orada teyemmüm eder ve namaz kılarsın." Bu, aynı
zamanda Şafii'nin ve Ahmed'in de görüşüdür. Ali, İbn Ömer ve İbn Abbas'tan da
rivayet edilmiştir.
37- Teyemmüm Almış
Kimse Suyu Bulursa:
İlim adamları icma ile,
teyemmümün cünupluğu da, hadesi de kaldırmayacağını ve cünupluk veya hades
dolayısıyla teyemmüm almış bir kimsenin suyu bulması halinde önceki gibi cünup
veya hadesli olacağını Kabul etmişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber Ebu Zer'e:
"Suyu bulduğun takdirde, sen onu tenine dokundur" diye buyurmuştur.
Ancak, Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan gelen bir rivayet bu icma'ın dışında
kalmaktadır. Bunu da İbn Cüreyc ve Abdulhamid b. Cübeyr b. Şeybe, Ebu Seleme'den
rivayet etmiştir. Yine İbn Ebi Zi'b, bu görüşü Abdurrahman b. Harmele'den
rivayet etmiştir. Bu rivayete göre o, teyemmüm almış cünup bir kimse, su
bulacak olursa, normal taharet üzeredir ve yeni bir hades olmadığı sürece
gusletmeye ve abdest almaya da ihtiyacı yoktur, demiştir. Yine ondan, teyemmüm
alıp namaz kılmış, sonra da vakit çıkmadan su bulmuş kimsenin, abdest alıp
teyemmümle kıldığı o namazı iade edeceğini söylediği de rivayet edilmiştir. İbn
Abdi'lBerr der ki: Bu bir çelişkidir ve dikkat azlığıdır. Onlara göre Ebu
Seleme, hiçbir zaman Medine'de bulunan diğer tabiin arkadaşları kadar fakih
değildi.
38- Teyemmüm Almış
Kimsenin Namaza Başlamadan ve Namazı Kıldıktan Sonra Suyu Bulmasının Hükmü:
İlim adamları icma ile
şunu kabul etmişlerdir: Teyemmüm aldıktan sonra namaza başlamadan önce su bulan
kimsenin o teyemmümü batıl olur ve onun suyu kullanması icabeder.
Cumhurun görüşüne göre,
teyemmüm alıp namaz kılan ve namazını bitirmiş olan bir kimse, eğer su aramakta
üzerine düşen gayreti göstermiş ve yükleri arasında da su bulunmayan bir kimse
ise, bu namazı eksiksizdir, yerini bulmuştur. Çünkü o, emrolunduğu üzere
farzını eda etmiştir. O bakımdan herhangi bir delil olmaksızın onun namazı iade
etmesini vacip görmek caiz olamaz. Kimi ilim adamı ise, abdest alıp guslettiği
takdirde vakit çıkmamışsa, namazını iade etmesini müstehab görmüştür. Tavus,
Ata, el-Kasım b. Muhammed, Mekhul, İbn Sırın, ez-Zühri ve Rabia'dan hepsinin
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu durumda olan kişi namazını iade eder. Ancak
el-Evzai bunu müstehab görür ve şöyle der: Namazını iade etmesi vacib değildir.
Çünkü, Ebu Said el-Hudrı
şöyle bir rivayette bulunmuştur: İki kişi yolculuğa çıktı. Namaz vakti girdi.
Beraberlerinde de su yoktu. Her ikisi de temiz bir toprağa teyemmüm edip namaz
kıldılar. Daha sonra vakit içinde suyu buldular. Onlardan birisi abdest alarak
namazını iade etti. Diğeri ise iade etmedi. Daha sonra Rasülullah (s.a.v.)'ın
yanına gelip bu hususu ona naklettiler. Hz. Peygamber, namazını iade etmeyen
kimseye: "Sen sünneti isabet ettirdin ve kıldığın namaz senin için yeterli
geldi" dedi. Abdest alıp namazını iade edene de: "Senin için iki defa
ecir vardır" diye cevap verdi. Bu hadisi Ebu. Davud rivayet eder ve şöyle
der: Şu kadar var ki, İbn Nafi' bu hadisi el-Leys'den, o, Umeyre b. Ebi
Naciye'den, o, Bekr b. Sevade'den, o, Ata'dan, o da Peygamber (s.a.v.)'dan
rivayet etmiştir. Ebu Said el-Hudri'nin bu senette anılması bellenmiş bir
rivayet yolu değildir. (...) Bu hadisi Darakutni de rivayet etmektedir. O rivayette
şunları da söylemektedir: " ... Sonra vakit çıkmadan suyu
buldular..."
39- Namaza Başladıktan
Sonra Suyu Bulanın Hükmü:
Namaza 'başladıktan
sonra suyu bulanın hükmü hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.
Malik der ki: Namazını
kesmek ve suyu kullanmakla yükümlü değildir. Namazını tamamlasın, daha sonra
kılacağı namazlar için abdest alsın. Şafii de böyle demiş ve İbnü'l-Münzir de
bu görüşü tercih etmiştir.
Ebu Hanife ile
aralarında Ahmed b. Hanbel ve el-Müzenı'nin de bulunduğu bir topluluk ise şöyle
demektedir: Su bulduğundan dolayı namazını keser, abdest alır ve namazını
yeniden kılar. Delilleri ise şudur: Teyemmüm namaz bitmeden önce su bulunduğu
için batıl olduğuna göre, namazın geri kalan kısmı da aynı şekilde batıl olur.
Namazın bir bölümü batıl oldu mu, bütünüyle batıl olur. Zira ilim adamları icma
ile şunu kabul etmişlerdir: Ay hesabı ile iddet bekleyen kadının iddetinin kısa
bir süresi kaldıktan sonra ay hali olacak olursa, artık o, iddetini ay hali
hesabı ile yapar.
Derler ki: İşte namazda
iken suyu bulan bir kimse de kıyasen ve aklen bu durumda olmalıdır.
Bizim delilimiz ise,
Yüce Allah'ın: "Amellerinizi de iptal etmeyin" (Muhammed, 33)
buyruğudur. Herkes, su bulunmadığı takdirde teyemmüm ile namaza başlamanın caiz
olduğunu ittifakla kabul eder ve su göründüğü takdirde namazı kesmek hususunda
görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Namazın kesileceğine
dair ne sünnette bir rivayet, ne de icma ile sabit olmuş bir şey vardır.
Mezhebimizin bu konudaki delillerinden birisi de şudur: Zihar veya (hataen)
öldürme dolayısıyla oruç tutması gereken bir kimse, bu orucun daha fazla olan
bölümünü tutup, sonradan azad edecek bir köle bulacak olursa, tuttuğu O orucu
lağvedip köle azad etmeye yönelmez. Aynı şekilde teyemmüm ile namaza başlayan
kişi de namazını kesip su ile abdest almaya avdet etmez.
40- Teyemmüm İle
Birden Çok Namaz Kılınabilir mi?
Aldığı teyemmüm ile
birçok namaz kılabilir mi, yoksa farz ve nafile her bir namaz için ayrıca
teyemmüm mü alması gerekir? hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.
Kadı Şüreyk b. Abdullah
der ki: Nafile olsun, farz olsun her bir namaz için yeni bir teyemmüm alır.
Malik ise, her bir farz
için teyemmüm alır, demektedir. Çünkü o, her bir farz namaz için su aramakla
yükümlüdür. Su arayıp da bulamayan bir kimse teyemmüm eder.
Ebu Hanife, es-Sevri,
el-Leys, el-Hasen b. Hayy ve Davüd ise derler ki: Abdestini bozmadığı sürece
tek bir teyemmüm ile dilediği kadar namaz kılar. Çünkü o, su bulamadığı sürece taharet
üzeredir. Su bulmaktan yana ümidini kestiği taktirde ise, su aramakla yükümlü
değildir.
Bizim söylediğimiz görüş
daha sahihtir. Çünkü Yüce Allah, namaza kalkacak kimsenin su istemesini vacip
kılmış ve suyun bulunmaması halinde de namaz vakti çıkmadan önce namaz
kılabilmek için teyemmümü vacip kılmıştır. O bakımdan müslümanların abdest
bozacak bir durumu olmasa dahi suyu bulurlarsa teyemmümün batıl olacağı
üzerinde icma etmelerini delil göstererek teyemmüm eksik ve bir zaruret hali
taharetidir, derler.
Buna göre vaktin
girişinden önce teyemmümün cevazı hususunda da bu görüş ayrılığına bu husus
esas teşkil edebilir.
Bilindiği gibi, Şafii ve
birinci görüşün sahipleri, bunu (vaktin girişinden önce teyemmümü) kabul
etmezler. Çünkü Yüce Allah: "Su bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm
edin" diye buyurmaktadır. İşte buradan teyemmümün her bir fiilinin
ihtiyaca taalluk ettiği ortaya çıkmaktadır.
Vakitten önce ise,
teyemmüme ihtiyaç yoktur. Buna göre tek bir teyemmüm ile iki farz namaz
kılamaz. Bu gayet açıktır.
İlim adamlarımız, tek
bir teyemmüm ile farz iki namaz kılan kimsenin hükmü hakkında farklı görüşlere
sahiptirler. Yahya b. Yahya, İbnü'l-Kasım'dan, vakit çıkmadığı sürece ikinci
farzı iade eder, dediğini rivayet etmektedir. Ebu Zeyd b. Ebi'l-Gumr da yine
İbnü'l-Kasım'dan, her
halükarda ebediyyen iade eder, dediğini rivayet etmektedir. Aynı şekilde
Mutarrif ve İbnü'l-Macişun'danda ikinci farzı ebediyyen iade edeceği rivayet
edilmiştir.
İşte bizim mezheb
sahiplerimizin üzerinde tartıştıkları konu budur. Çünkü su aramak (her farz
vakit girdikçe) bir şarttır. İbn Abdus'un naklettiğine göre, İbn Nafi' iki
namazı cem ile kılan bir kimse hakkında, her bir namaz için ayrıca teyemmüm
alacağını söylediğini rivayet etmektedir. Ebu'l-Ferec ise, bir kaç namazı
kılmamış olduğunu hatırlayan kimse hakkında şöyle demektedir: Tek bir teyemmüm
ile unuttuğu bu namazlarınıkaza edecek olursa, ayrıca birşey gerekmez, bu onun
için caizdir.
Bu görüş ise, (her bir
namaz için) ayrıca su aramanın şart olmadığı kanaatine binaen ileri
sürülmüştür. Fakat birincisi daha sahihtir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
41- Temiz Bir Toprak:
Yüce Allah'ın:
"Temiz bir toprak" buyruğunda geçen (...): üzerinde toprak olsun,
olmasın yeryüzüdür. Bu açıklamayı, el-Halil, İbnü'l-Arabi ve ezZeccac
yapmıştır. ez-Zeccac der ki: Bunun bu anlama geldiği hususunda dil bilginleri
arasında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Bununla beraber Biz onun üstünde olan şeyleri elbette kupkuru bir toprak
yapanlarız." (el-Kehf, 8) Yani biz, üzerinde hiçbir bitki bulunmayan sert
bir arazi haline getiririz.
Yine Yüce Allah, bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Böylelikle kaypak bir toprak haline
geliverir." (el-Kehf, 40) Zu'r-Rimme'nin şu beyiti de bu kabildendir:
"Sanki o, (ceylan yavrusu) içtiği saf şarab -başının kemiklerine kadar
sirayet edip sarhoş ettiğindenKuşluk vaktinde toprağa kendisini düşürmüş
gibidir."
Bu şekilde toprağa
"said" deniliş sebebi, yerden kendisine doğru çıkılan mekanın son nokta
oluşundan dolayıdır. Çoğulu, "suudat" diye gelir.
Hadis-i Şerifteki:
"Sakın ha yollarda oturmayınız" hadisi de bu kabildendir.
İlim adamları burada
toprağın "temiz" (et-tayyib)" ile kayıtlandırılışı dolayısıyla
bu hususta farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim şöyle demektedir: Toprak
olsun, kum olsun, taş olsun, maden olsun yahut kıraç olsun, bütün yeryüzü ile
teyemmüm edebilirsin, demektedir. Malik, Ebü Hanife, es-Sevri ve Taberi'nin
görüşü budur. "Tayyib"in anlamı ise tahir ve temiz demektir. Bir
kesim de şöyle demektedir: "Tayyib"nin anlamı helal demektir. Ancak
bu bir tutarsızlıktır. Şafii ve Ebü Yusuf ise der ki: Said, bitki yetişen
topraktır. Tayyib ile aynı şeydir.
Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ziraate elverişli ülkenin bitkisi, Rabbinin izniyle (kolay
ve bol) çıkar." (el-A'raf, 58) O bakımdan onlara göre başka bir toprakla
teyemmüm caiz değildir.
Şafii ise der ki: Said,
ancak tozu çıkan toprak hakkında kullanılır. Abdurrezzak'ın rivayetine göre İbn
Abbas'a: Hangi said daha tayyib'dır diye sorulmuş, o da sürülen said (toprak)
diye cevap vermiştir.
Ebü Ömer der ki: İbn
Abbas'ın bu sözü, said'in sürülüp ekilen araziden başka bir şeyolduğuna
delalettir. Ali (r.a) da şöyle demiştir: Said, özel olarak toprak demektir.
el-Halil'in Kitab'ında da şöyle denilmektedir: Said ile teyemmüm et demek,
tozundan al, demektir. Bunu İbn Faris nakletmektedir. Bu ise, teyemmümün
toprakla olmasını gerektirmektedir. Çünkü sert taşın tozu yoktur. el-Kiya,
et-Taberi der ki: Şafii toprağın ele yapışmasını şart koşmuştur. Bu, toprakla
teyemmüm edip toprağın azalarına tıpkı, suyun abdest azalarına nakledildiği
gibi nakledilsin diyedir. Yine el-Kiya der ki: Şüphe yok ki said lafzı,
Şafii'nin söylediğine göre bir nass (açık bir ifade) değildir. Şu kadar var ki
Rasülullah (s.a.v.)'ın: "Yeryüzü bana mescid, onun toprağı da benim için
taharetlenme aracı (yani abdest ve gusül yerine teyemmüm aracı)
kılınmıştır" buyruğu bunu beyan etmektedir.
Derim ki: Bu görüşün
sahipleri, Hz. Peygamberin:"Ve yerin toprağı bizim için taharet aracı
kılınmıştır" ifadesini delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: Bu buyruklar,
mutlak ve mukayyed kabilindendirler. Oysa durum böyle değildir. Bu ancak ve
ancak umum ifade eden buyruğun ihtiva ettiği bütün birimlerin bazılarının nass
ile tayin edilmesi kabilindendir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"O ikisinde meyve, hurma ve nar ağaçları vardır." (er-Rahman, 68) Bu
tür açıklamaları daha önce Bakara Süresi'nde: "Meleklerine,
Peygamberlerine, Cebraile ve Mikaile ... " (el-Bakara, 98) buyruğunu
açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.
Dil bilginleri
"Said"'in, önceden de belirttiğimiz gibi yeryüzünün adı olduğunu
nakletmişlerdi. Açıkladığımız gibi Kur'an'ın nassı da budur Yüce Allah'ın
beyanından sonra ise herhangi bir beyana gerek yoktur. (Ya da onun ötesinde
beyan olmaz). Peygamber (s.a.v.) da cünup olan bir kimseye: "Sana, saidi
salık veriyorum. O sana yeter" diye buyurmuşturki, bu hadis ileride
gelecektir. Buna göre "said" kelimesi, ayet-i kerimede mekan zarfıdır
Said'in toprak olduğunu kabul eden kimselere göre ise, bu kelime "be"
harfinin takdiri ile mef'ulun bih olması gerekir. Yani (...) Toprağa teyemmüm
ediniz, demek olur. "Temiz" de onun sıfatı olur Ancak bu kelimeyi
"helal" anlamına kabul eden, bunu hal veya mastar olmak üzere nasb
okur.
42- Teyemmüm Nelerle
Yapılabilir:
Bu husus bu şekilde
açıklık kazandığına göre şunu bil ki: Yaptığımız açıklamalardan, şu hususlar
üzerinde icma olduğu anlaşılmaktadır: Kişi, münbit, temiz, toprak değilken,
toprağa dönüşmüş olmayan (gayr-ı menkul) ve gasbedilmemiş toprakla teyemmüm
edebilir.
Kendileriyle teyemmüm
yapılamayacağı icma ile kabul edilen şeyler de şunlardır: Halis altın, gümüş,
yakut, zümrüt gibi madenler, ekmek, et ve benzeri yiyecekler ile veya necis
şeylerle teyemmüm edilemez. Fakat bunların dışında kalan madenler hakkında-
görüş ayrılığı vardır. Bunu caiz görenler vardır. Bu da Malik'in ve
diğerlerinin görüşüdür. Bunu kabul etmeyenler de vardır. Bu da Şafii'nin ve
diğerlerinin görüşüdür.
İbn Huveyzimendad der
ki: Malik'e göre yere yakın olduğu takdirde ot ile teyemmüm caizdir. Şu kadar
var ki, kar ile teyemmüm hususunda ondan farklı rivayet gelmiştir. el-Müdevvene
ve el-Mebsut'ta caiz olduğu belirtilmektedir. Diğer kaynaklarda ise, bunu kabul
etmediği nakledilmektedir. Tahta parçası ile teyemmüm hususunda mezhepte farklı
görüşler vardır Cumhur bunu kabul etmemektedir.
el-Vakar (Mısırlı Maliki
fakihi, Zekeriya b. Yahya b. İbrahim'in lakabıdır) Muhtasar'da bunun caiz
olduğunu belirtmektedir. Değneğin ayrı veya yere bitişik olması arasında fark
olduğu da söylenmiştir. Bitişik olanla teyemmüm caiz kabul edilmiş, bitişik
olmayanla teyümmüm kabul edilmemiştir.
es-Sa'lebi ise, Malik'in
şöyle dediğini zikretmektedir: Elini ağaca vursa, sonra da onunla teyemmüm
azalarını mesh etse, bu onun için yeterli gelir. Sa'lebi devamla der ki:
el-Evzai ve es-Sevri de şöyle demektedir: Yer ile teyemmüm caiz olduğu gibi,
onun üzerinde bulunan her türlü ağaç, taş, ot ve benzeri şeylerle de caizdir.
Hatta şöyle demişlerdir: Elini buz ve kara bile vuracak olsa bu dahi
yeterlidir.
İbn Atiyye ise der ki:
çamur veya başka şeylerden toprağa dönüşmüş (menkul'a gelince, mezhep
alimlerinin çoğunluğu onunla teyemmümün caiz olduğunu kabul ederler. Yine
mezhepte bunun caiz olmadığı görüşü de vardır. Bizim mezhebimizin dışındaki
alimlerden bunu kabul etmeyenler daha çoktur. Alçı ve kireç gibi pişirilen
şeylere gelince, bu hususta mezhebimizde iki görüş vardır. Caiz ve değil,
şeklinde. Duvar üzerinde teyemmüm hususunda ise görüş ayrılığı vardır.
Derim ki: Sahih olan
bunun caiz olduğudur. Çünkü, Ebu Cüheym b. el-Haris b. es-Sımme el-Ensari şöyle
demiştir: Resulullah (s.a.v.), Bi'ri Cemel denilen cihetten geldi. Onunla bir
adam karşılaştı. Ona selam verdi. Peygamber (s.a.v.), Onun selamını bir duvara
yönelip, yüz ve ellerini mesh etmedikçe almadı. Böyle yaptıktan sonra onun
selamını aldı. Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. İşte bu, Malik ve ona
muvafakat edenlerin dedikleri gibi, topraktan başkası ile teyemmümün sahih
olduğuna delildir.
Şafii ve ona tabi
olanların da, ellerin kendisine sürüleceği yerin, ele yapışacak cinsten tozlu
ve temiz toprak olması şeklindeki görüşlerini de reddetmektedir.
en-Nakkaş, İbn Uleye ve
İbn Keysan'dan misk ve zaferan ile teyemmüm almayı caiz gördüklerini
nakletmektedir. İbn Atiyye der ki: Bu ise, birçok bakımdan katıksız bir
hatadır. Ebu Ömer ise şöyle demektedir: İlim adamlarının çoğunluğu, tuzlu kıraç
arazi ile teyemmüm almanın caiz olduğunu kabul ederler. Ancak İshak b. Rahaveyh
bundan müstesnadır. Çamur içerisinde bulunup, teyemmüm etmesi gereken kimse
hakkında İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Çamurdan alır ve
onunla cesedinin bir bölümünü sıvar. Sıvadığı bu çamur kuruduktan sonra onunla
teyemmüm eder. esSevri ve Ahmed derler ki: Keçe tozlarıyla teyemmüm caizdir.
es-Sa'lebi der ki: Ebu Hanife, sürme, zırnık, kıl döken tozlar, kireç,
öğütülmüş cevherlerle teyemmüm yapılmasını caiz kabul etmektedir. Fakat, altın
tozu, gümüş, sarı bakır, kırmızı bakır ve kurşun gibi şeylerle teyemmüm caiz
değildir. Çünkü bunlar yerin cinsinden değildirler.
43- Yüz ve Ellere
Meshetmek:
Yüce Allah'ın:
"Yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz" buyruğundaki "meslı"
lafzı müşterek bir kelimedir. Bu kelimenin anlamlarından birisi cimadır. Erkek
kadın ile cima ettiğinde, "onu meshetti" denildiği gibi, kılıçla
birşey kesildiğinde de: O şeyi kılıçla meshetti, denilir. Yine deve, gün
boyunca yol aldığı takdirde, "deve günboyunca meshetti" denilir.
Kalçaları zayıf olan kadına da "el-mar'etül mesha" denilir. Yine
"Filanda bir parça güzellikvardır," denilir. Burada mesh'den kasıt
ise, özel olarak eli meshedilen şey üzerinden geçirmektir, çekmektir.
Şayet bu bir alet ile
yapılacak olursa, o aleti önce ele nakletmek, ondan sonra da meshedilen şey
üzerinde çekmekten ibarettir. Bu da Yüce Allah'ın el-Maide Suresi'nde yer alan:
"Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshediniz" (el-Maide, 6)
buyruğunun muktezasıdır. Çünkü Yüce Allah'ın: "Onunla" buyruğu,
toprağın teyemmüm mahalline taşınmasının kaçınılmaz olduğuna delalet
etmektedir. Şafii'nin görüşü de budur. Ancak biz bunu şart görmüyoruz. Çünkü
Peygamber (s.a.v.), ellerini yere koyup kaldırdığında her ikisine de
üflemiştir. Bir rivayette ise onları silkelemiştir. İşte bu, aletin şart
olmadığına dalalet etmektedir, bunu da Hz. Peygamber'in duvar üzerinde
teyemmümü açıklamaktadır. Şafii der ki: Başın mesh edilmesinde, başa bir parça
ıslaklık taşımak kaçınılmaz bir şeyolduğu gibi, toprakla meshetmekte de aynı
şekilde toprak taşımak kaçınılmaz bir şeydir.
Teyemmümde ve abdestte
yüzün hükmünün, tamamıyla kaplanması ve yüzün her tarafının meshedilmesinin
kaçınılmaz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bazıları ise, mestlerdeki
kıvrımlar ile başa meshedilirken parmak aralarında olduğu gibi, her tarafının
mesh ile kaplanmamasını caiz görmüşlerdir. Bu bizim (Maliki) mezhebimizde
Muhammed b. Mesleme'nin görüşüdür, bunu İbn Atiyye nakletmiştir. Yüce Allah da:
"Yüzlerinizi ve ellerinizi" buyurarak, yüzü ellerden önce
zikretmiştir. Cumhur da bu görüştedir. Buhari'de ise, Ammar b. Yasir yoluyla
gelen ve "Teyemmüm bir vuruştur babı" başlığı altında zikredilen
hadiste ellerden, yüzden önce söz edilmiştir. Kimi ilim ehli, abdest azalarının
yerlerinin değiştirilmesi hususuna kıyasen bu görüştedir.
44- Teyemmümün Sınırı:
İlim adamları, teyemmüm
esnasında ellerin nereye kadar ulaştırılacağı hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. İbn Şihab, omuzlara kadar ulaştırılır demektedir. Bu, Ebu Bekr
es-Sıddık'tan da rivayet edilmiştir. Ebu DavUd'un Musannefinde, el-A'meş'ten
rivayete göre Resulullah (s.a.v.), kollarını yarılarına kadar
meshetmiştir.
İbn Atiyye der ki:
Bellediğim kadarıyla hiçbir kimse bu hadis gereği olan görüşü belirtmemiştir.
Abdeste kıyasen dirseklere kadar meshedilir de denilmiştir. Bu Ebu Hanife,
Şafii ve arkadaşları ile es-Sevri, İbn Ebi Seleme ve elLeys'in görüşüdür. Hepsi
de teyemmümün dirseklere kadar ulaştırılmasının vacib olduğu görüşündedirler.
Muhammed b. Abdullah b. AbdUlhakem ile İbn Nafi' de bu görüştedir. Kadı İsmail
de bu kanaattedir.
İbn Nafı' der ki: Her
kim yalnızca bileklerine kadar teyemmüm edecek olursa, (bu şekilde teyemmümle
kılmış olduğu) bütün namazları ebediyyen iade etmelidir. Malik, el-Müdevvene'de
şöyle demektedir: Yalnız vakit içerisinde ise iade eder. Dirseklere kadar
teyemmümün yapılacağına dair Peygamber (s.a.v.)'dan rivayeti, Cabir b. Abdullah
ile İbn Ömer yapmışlardır. İbn Ömer bu görüşte idi.
Darakutni der ki:
Katade'ye yolculukta teyemmüme dair soru soruldu, o şöyle dedi: İbn Ömer,
dirseklere kadar teyemmüm yapılır, derdi. Aynı şekilde el-Hasen ve İbrahim en-Nehai
de "dirseklere kadar" derlerdi. Dedi ki: Bir hadis bilgini de bana
eş-Şa'bi'den anlattı. O, Abdurrahman b. Ebza'dan, o, Ammar b. Yasir'den
rivayete göre Rasülullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Dirseklere kadar
(mesheder)."
Ebü İshak dedi ki: Ben
bunu Ahmed b. Hanbel'e naklettim, o, bundan çok hoşlandı ve: Bu ne kadar güzel
bir hadistir! dedi. (Darakutni, I, 182)
Bir kesim de bileklerine
kadar meshi ulaştırır, demektedir. Bu, Ali b. Ebi Talib, el-Evzai, Ata ve bir
rivayette de eş-Şa'bi'den nakledilmiştir. Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahaveyh,
Davud b. Ali ve et-Taberi de böyle demiştir. Yine bu görüş, Malik'ten de
rivayet edilmiştir. Şafii'nin kadim görüşü de budur. Mekhul der ki: Ben ve
Zühri bir araya geldik, teyemmümü sözkonusu ettik. ez-Zühri şöyle dedi:
Teyemmümde mesh koltuk altlarına kadardır. Ben: Bunu kimden naklediyorsun? diye
sordum. O da: Ben bunu aziz ve celil olan Allah'ın Kitabından çıkarıyorum,
dedi.
Çünkü Yüce Allah:
"Yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin" diye buyurmaktadır. Hepsine el denilir.
Ben ona şöyle dedim: Yine Yüce Allah: "Hırsız erkek ve kadının ellerini
kesiniz" (el-Maide, 38) diye buyurmaktadır. El nereden kesilir. Böylece
onu susturmuş oldum.
ed-Deraverdi'den
bileklere kadar meshin farz olduğunu, koltuk altlarına kadar meshin ise fazilet
olduğunu söylediği nakledilmektedir. İbn Atiyye ise der ki: Bu ne kıyasın, ne
de herhangi bir delilin desteklediği bir görüştür.
Şu kadar var ki,
bazıları "el" lafzını umumi kabul ederek, meshin omuzdan başlamasını
farz görmüşlerdir. Bir kısmı da bunu abdeste kıyas ederek dirseklere kadar
meshi vacip görmüşlerdir. ümmetin cumhuru da bu görüştedir. Bazıları da hadiste
bileklere kadar denildiğini göstererek, bu kadarıyla yetinmişlerdir.
Yine bu, el kesmeye de
kıyas edilmiştir. Zira bu, şer'i bir hükümdür ve bir temizlemedir. Tıpkı bunun
da bir temizleme olduğu gibi.
Bazıları da, Ammar b.
Yasir'in rivayet ettiği hadiste zikredilen el avuçları ile yetinmiştir. Bu da
eş-Şa'binin görüşüdür.
45- Teyemmümde Tek
Vuruş Yeterli midir:
Yine ilim adamları,
teyemmümde tek vuruşun yeterli olup olmadığı hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Malik, el-Müdevvene'de teyemmümün, iki vuruş ile gerçekleşeceği
görüşündedir. Bir vuruşu yüz için, bir vuruş da eller için. Bu aynı zamanda,
Evzai'nin, Şafii, Ebu Hanife ve arkadaşlarının, es-Sevri'nin, el-Leys'in ve İbn
Ebi Seleme'nin de görüşüdür.
Ayrıca bunu Cabir b.
Abdullah ve İbn Ömer Peygamber (s.a.v.)'den rivayet etmişlerdir. İbn Ebi'l-Cehm
der ki: Teyemmüm tek bir vuruş ile yapılır. Yine bu el-Evzai'den daha meşhur
olarak rivayet edilmiştir. Ata ve bir rivayete göre eş-Şa'binin de görüşü
böyledir.
Ahmed b. Hanbel, İshak,
Davud (ez-Zahiri) ve Taberi de bu görüştedir. Bu görüş, bu hususta rivayet
edilen Ammar b. Yasir hadisinden daha sağlamdır.
Malik de "Kitabu
Muhammed" de şöyle demektedir: Eğer tek bir vuruş ile teyemmüm edecek
olursa, bu da onun için yeterli gelir. İbn Nafi' ise, bu şekilde teyemmüm
ederse, ebediyyen (kıldığı namazlarını) iade eder, der.
Ebu Ömer (İbn
Abdi'l-Berr) der ki: İbn Ebi Leyla ve el-Hasen b. Hayy şöyle derler: Teyemmüm
iki vuruş ile yapılır. Bu vuruşlardan her birisi ile hem yüzünü, hem de
kollarını ve dirseklerini mesheder. Ancak, ilim ehli arasında onlardan başka
bunu diyen kimse olmamıştır.
Ebu Ömer der ki:
Teyemmümün keyfiyetine dair rivayetler farklı olup birbirleriyle tearuz
(çatışma) halinde olduğu takdirde, bu hususta vacib olan Kitabın zahirine
başvurmaktır.
Kitabın zahiri de,
birisi yüz için, diğeri ise dirseklere, kadar eller için olmak üzere iki vuruş
olacağına delalet etmektedir. Bu da hem abdeste kıyasen böyledir. Hem de İbn
Ömer'in uygulamasına ittibaen böyledir.
Çünkü İbn Ömer, Allah'ın
Kitabını bilmek hususunda karşı konulamıyacak bir kimsedir. Şayet Peygamber
(s.a.v.)'dan bu hususta herhangi bir rivayet sabit olur ise, o rivayetin
belirttiği sınırda durmak icabeder.
Başarı Allah'tandır.
Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır" buyruğu şu
demektir: Yüce Allah ezelden beri affedicidir. O, kolaylık gösterir, günahları
mağfiret eder. Yani O, günahın cezasını örter, setreder, cezalandırmaz.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN