ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

NİSA

44

/

53

أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُواْ نَصِيباً مِّنَ الْكِتَابِ يَشْتَرُونَ الضَّلاَلَةَ وَيُرِيدُونَ أَن تَضِلُّواْ السَّبِيلَ {44} وَاللّهُ أَعْلَمُ بِأَعْدَائِكُمْ وَكَفَى بِاللّهِ وَلِيّاً وَكَفَى بِاللّهِ نَصِيراً {45} مِّنَ الَّذِينَ هَادُواْ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ وَيَقُولُونَ

سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَيّاً بِأَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْناً فِي الدِّينِ وَلَوْ أَنَّهُمْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانظُرْنَا لَكَانَ خَيْراً لَّهُمْ وَأَقْوَمَ وَلَكِن لَّعَنَهُمُ اللّهُ بِكُفْرِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُونَ إِلاَّ قَلِيلاً {46} يَا أَيُّهَا الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ آمِنُواْ بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقاً لِّمَا مَعَكُم مِّن قَبْلِ أَن نَّطْمِسَ وُجُوهاً فَنَرُدَّهَا عَلَى أَدْبَارِهَا أَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا أَصْحَابَ السَّبْتِ وَكَانَ أَمْرُ اللّهِ مَفْعُولاً {47} إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاءُ وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدِ افْتَرَى إِثْماً عَظِيماً {48} أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يُزَكُّونَ أَنفُسَهُمْ بَلِ اللّهُ يُزَكِّي مَن يَشَاءُ وَلاَ يُظْلَمُونَ فَتِيلاً {49} انظُرْ كَيفَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الكَذِبَ وَكَفَى بِهِ إِثْماً مُّبِيناً {50} أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُواْ نَصِيباً مِّنَ الْكِتَابِ يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَيَقُولُونَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ هَؤُلاء أَهْدَى مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ سَبِيلاً {51}  أُوْلَـئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمُ اللّهُ وَمَن يَلْعَنِ اللّهُ فَلَن تَجِدَ لَهُ نَصِيراً {52}  أَمْ لَهُمْ نَصِيبٌ مِّنَ الْمُلْكِ فَإِذاً لاَّ يُؤْتُونَ النَّاسَ نَقِيراً {53}

 

44. Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın? Onlar hem sapıklığı satın alıyorlar, hem sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar.

45. Allah, düşmanlarınızı daha iyi bilir. Gerçek bir dost (veli) olarak da Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.

46. Yahudilerden kelimeleri yerlerinden tahrif edenler vardır. Dillerini eğerek, bükerek, dine de saldırarak: "işittik, isyan ettik. işit, işitmez olası ve raina" derler. Eğer onlar: "Dinledik ve itaat ettik, işit ve bizi de gözet" deselerdi elbette kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, küfürleri yüzünden kendilerini lanetlemiştir. Onlar, ancak pek az iman ederler.

47. Ey kendilerine kitap verilenler, Biz, birtakım yüzleri silip tanınmaz hale getirip de arkalarına çevirmezden, yahut Cumartesi sahiplerini lanetlediğimiz gibi, onları da lanetlemezden önce, (gelin) beraberinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize iman edin. Allah'ın emri mutlaka yerine gelir.

48. Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günah iftira etmiş olur.

49. O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın? Hayır, dilediğini temize çıkaran Allah'tır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.

50. Bir bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalanlar uyduruyorlar? Apaçık bir günah olarak bu (onlara) yeter.

51. Şu kitaptan kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın?

Cibt'e ve Tağut'a inanıyorlar. Ve diğer inkar edenlere de: "Bunlar mü'minlerden daha doğru bir yoldadır" derler.

52. işte onlar, Allah'ın lanet ettiği kimselerdir. Allah'ın lanet ettiğine sen, asla hiçbir yardımcı bulamazsın.

53. Yoksa onların, mülkten bir payı mı vardır? Böyle olsaydı, insanlara hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi bir şey vermezlerdi.

 

Şirk, Affolmaz Bir Günahtır:

 

"O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın ... "

1- Kişinin Kendisini Tezkiye Etmesi:

2- Övme ve Tezkiyede Edep:

3- Başkasının Tezkiyesi ve Övmesi:

Allah Asla Zulmetmez:

Allah'a İftira:

Cibt'e ve Tağuta İman Edenler:

 

Buyrukların Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: "Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın" buyruğundan itibaren: "Onlardan bir kısmı ona iman etti, bir kısmı da ondan yüz çevirdi." (en-Nisa, 55'nci ayet) buyruğuna kadar olan ayetler Medine ve Medine çevresindeki yahudiler hakkında nazil olmuştur.

 

İbn İshak der ki: Rifaa b. Yezid b. et-Tabut, yahudilerin büyüklerindendi.

Resulullah (s.a.v.) ile konuştuğunda dilini eğer büker ve: Ya Muhammed, ne söylediğini anlıyalım diye bizim de dinlememizi sağlayacak şekilde bizi gözet diyordu. Sonra da İslama dil uzattı ve İslamı ayıplamaya koyuldu. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah: "Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlara bakmaz mısın?" buyruğundan itibaren: "Onlar ancak pek az iman ederler" (46. ayet) buyruğuna kadar nazil oldu.

 

44. ayetteki: "Satın alıyorlar" buyruğu anlamı değiştiriyorlar, anlamındadır ve bu kelime, hal olmak üzere nasb mahallindedir. İfadede şu takdirde bir hazf vardır: Onlar hidayeti vermek karşılığında sapıklığı satın alıyorlar. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde: "İşte onlar, hidayet karşılığında dalaleti satın almışlardır" (el-Bakara, 16) diye buyurmaktadır. Bunun bu anlamda olduğunu el-Kutebi ve başkaları söylemiştir.

 

"Hem sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar" buyruğu da ona atfedilmiştir. Yani onlar, sizin hak yoldan sapmanızı istiyorlar. el-Hasen ise, "dad" harfini üstün olmak üzere (...): Yoldan saptırılmanızı istiyorlar, anlamında okumuştur.

 

Yüce Allah'ın: "Allah düşmanlarınızı daha iyi bilir" buyruğu ile, O, sizden daha iyi bilir, demek istiyor. O halde onlarla sohbet ve arkadaşlığınız olmasın. Çünkü onlar, hakikatte sizin düşmanlarınızdır. Buradaki "daha iyi bilir: (...)" buyruğunun (...): En iyi, çok iyi bilir, anlamında olması da mümkündür. Yüce Allah'ın: "Ve o, kendisine daha kolaydır" (er- Rum, 27). Yani pek kolaydır, buyruğunda olduğu gibi.

 

"Dost (veli) olarak da Allah yeter" buyruğundaki "be" harfi zaiddir. Bunun fazladan getirilmesinin sebebi, ifade ettiği anlamın, siz de Allah'ı dost edinmekle yetinin. O, düşmanlarınıza karşı size yeter anlamında olduğundan dolayıdır.

 

"Veli olarak" buyruğu ile "Yardımcı olarak" buyrukları, beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Dileyen bunu hal olarak mansub kabul edebilir. (Mealde olduğu gibi).

 

Yüce Allah'ın: "Yahudilerden" anlamındaki buyruğunun, baştarafında gelen: (...) edatı ile ilgili olarak ez-Zeccac şöyle demektedir: Eğer bu edat, kendisinden önceki buyruklara müteallik (alakalı) kabul edilecek olursa, Yüce Allah'ın: "Yardımcı olarak" buyruğu üzerinde vakıf yapılmaz. Şayet munkatı (önceki buyrukla ilgisi olmayan yeni bir cümlenin başı) olarak kabul edilirse, o takdirde bu kelime üzerinde vakıf caiz olur ve ifade: Yahudilerden sözleri tahrif eden bir kavim vardır takdirinde olur. Daha sonra bu takdiri ifade hazf edildiğinden zikredilmemiştir. Bu, Sibeveyh'in görüşüdür. Nahivciler şu beyiti zikrederler: "Onun kavmi arasında ne şerefinden,

 

Ne de gülümsemesi (nin görüldüğü ağzı)ndan daha güzeli yoktur; diyecek olsan günah işlemiş olmazsın."

 

Nahivciler derler ki: Bunun anlamı: Eğer, onun kavmi arasında ... ondan daha üstün kimse yoktur, şeklindedir. Daha sonra bu, (kimse kelimesi) hazf edilmiştir. el-Ferra der ki: Burada hazf edilen "kimse, kimseler" anlamında (...) kelimesi olup, buyruğun anlamı şöyledir: "Yahudiler arasında sözleri değiştiren kimseler vardır". Bu da (ifade tarzı itibariyle) Yüce Allah'ın: ''Aranızdan bilinen bir makamı olmayan yoktur" (es-Saffat, 164) buyruğunu andırmaktadır. Yani aramızda bilinen bir makamı olmayan kimse yoktur, demektir. Zu'r-Rimme de şöyle demektedir: "Aralarından kiminin gözyaşı akıp gidiyordu, Kimisi de gözüne dolan yaşları tutamıyordu."

 

Şair, burada aralarından gözyaşını tutamayan kimseler vardı demek istemekte ve kimse anlamına gelen (...) ism-i mevsulu hazf edilmiş bulunmaktadır. Ancak, el-Müberred ve ez-Zeccac bunu kabul etmezler. Çünkü ism-i mevsulün hazf edilmesi, kelimenin bir bölümün hazfedilmesi gibidir.

 

Ebu Abdurrahman es-Sülemı ile İbrahim en-Nehai, "Kelimeleri" yerine, "Sözü" diye okumuşlardır. en-Nehhas ise, burada birinci okunuşun daha uygun olduğunu söylemiştir. Çünkü onlar, ancak ya Peygamber (s.a.v.)'ın sözlerini, yahut da yanlarında Tevrat'ta bulunan birtakım sözleri değiştiriyorlardı. Sözlerin tamamını değiştiriyor değillerdi.

 

Yüce Allah'ın: "Tahrif edenler" buyruğu, yani olmadık şekilde, uygun olmayan bir şekilde tevil edenler demektir. Yüce Allah, bunu kasten yaptıkları için, bu davranışlarından dolayı onları yermiş bulunmaktadır.

 

"Yerlerinden" ile maksadın, Peygamber (s.a.v.)'ın sıfatları olduğu da söylenmiştir. "İşittik (fakat) isyan ettik. .. derler" yani biz, senin söylediğin sözünü işittik, fakat emrine de isyan ettik.

 

"İşit işitmez olası" buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demektedir: Onlar, Peygamber (s.a.v.)'a: İşit, işitmez olası, diyorlardı. Onların maksatları budur. -Allah'ın laneti üzerlerine olsun.- Fakat onlar, bu sözleriyle hoşuna gitmeyecek ve seni rahatsız edecek şeyler işitmeyesin demek istedikleri izlenimini veriyorlardı.

 

el-Hasen ve Mücahid de der ki: Bunun anlamı; senden kimse dinlemez şeklindedir. Yani senin söylediklerin kabul olunmaz ve isteğin, yerine getirilmez.

 

en-Nehhas der ki: Eğer böyle olsaydı, o takdirde ifadenin (...) şeklinde olması gerekirdi: "Raina" buyruğuna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 104. ayette) geçmiş bulunmaktadır.

 

Yüce Allah'ın: "Dillerini eğerek bükerek" buyruğunun anlamına gelince:

Onlar, dillerini hakka karşı eğip bükerek yani, hakkı dile getirmek isterken, dillerini kalplerinde olana göre eğip büküyorlardı.

 

Eğip bükmek demek olan (el-leyy), asıl anlamı itibariyle ip ve benzeri şeyleri üst üste bükmek demektir. Bu kelime mastar olarak nasb edilmiştir. Mef'ulün leh de olabilir. (Mastar olduğu takdirde, dillerini eğdikçe eğmek suretiyle gibi bir anlama, mefulün leh olduğu takdirde de, dilleriyle eğip bükmek için, anlamında olur) Bu kelimenin aslı da; (...) dır. "Vav" "ye" harfine idğam edilmiştir.

 

"Dine de saldırarak" buyruğu da ona atfedilmiştir. Yani onlar dine taan ederler, dil uzatırlar. Bunun da anlamı şudur: Onlar arkadaşlarına, eğer bu bir peygamber olsaydı, bizim ona sövdüğümüzü anlardı. Yüce Allah, Peygamberini buna muttali kıldı, bu da onun peygamberliğinin alametlerinden birisi oldu ve bu gibi sözleri söylemelerini de yasakladı.

 

"Daha doğru" buyruğunun anlamı ise, görüş itibariyle daha doğru .. demektir.

"Onlar ancak pek az iman ederler." Onlar, ancak çok az iman ederler ve bu çok az iman etmeleri sebebiyle de mü'min adını alma hakkını kazanamazlar. Bunun anlamının: Onlardan, ancak pek az kimse iman eder şeklinde olduğu da söylenmiş ise de bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Yüce Allah, onlar hakkında küfürleri sebebiyle kendilerini lanetlediğini haber vermiştir.

 

 

47. Ayetin Nüzul Sebebi ve Anlamı:          "Ey kendilerine kitap verilenler .. .İndirdiğimize iman edin" buyruğu hakkında İbn İshak şöyle demektedir: Rasülullah (s.a.v.) aralarında bir gözü kör olan Abdullah b. Süriya ve Ka'ab b. Esed'in de bulunduğu yahudi hahamlarının ileri gelenlerinden bazılarıyla konuşarak kendilerine şöyle dedi: "Ey Yahudi topluluğu, Allah'tan korkun ve İslama girin. Allah'a yemin ederim şüphesiz sizler, benim size getirdiğimin hak olduğunu çok iyi biliyorsunuz." Bu sefer onlar: Ey Muhammed, biz böyle bir şey bilmiyoruz, dediler ve bildikleri şeyi bile bile inkar edip küfür üzere israr ettiler. Yüce Allah, onlar hakkında: "Ey kendilerine kitap verilenler, bir takım yüzleri silip tanınmaz hale getirmemizden önce, beraberinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimize iman edin" buyruğunu ayetin sonuna kadar indirdi.

 

Yüce Allah'ın: "Beraberinizdekini doğrulayıcı olarak" buyruğu hal olmak üzere nasb edilmişdir.

 

"Bir takım yüzleri silip, tanınmaz hale ... getirmemizden önce" buyruğunda geçen: (...): Silmek kelimesi, bir şeyin izini kökten imha etmektir.

 

Yüce Allah'ın: "Yıldızlar büsbütün söndürüldüğü zaman" (el-Murselat, 8) buyruğu da bu kabildendir.

 

"Dümdüz etmemiz" kelimesi, "mim" harfi hem ötre ile, hem esre ile okunur. (...) ile (...) kelimeleri aynı anlamda olmak üzere, silindi ve mahvoldu, demektir. Her ikisi de kullanılır.

 

Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, sen onların mallarını yok et" (Yunus, 88) buyruğu, helak et, mahvet demektir. Bu açıklama İbn Arafe'den nakledilmiştir.

 

Ben onu tams ettim, o da tams oldu. (Yani, eserini sildim, mahvettim. O da mahvoldu) şeklinde lazım ve müteaddi (geçişsiz ve geçişli) olarak kullanılır. Allah basarını tams etti. Yani, gözün izini tamamen sildi, demektir. Böyle olan birisine de, "matmusu'l-basar" denilir.

 

Yüce Allah'ın: "Dileseydik onların gözlerini silme kör yapardık" (Yasin, 66) buyruğu da bu türdendir.

 

İlim adamları, bu ayet-i kerimede kastedilen anlamın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Acaba bundan kastedilen hakikat anlamı mıdır? Bu durumda, yüzleri de tıpkı kafalarının arka kısmı gibi dümdüz edilir, burunları, ağızları, kaşları, gözlerinin tamamıyla yok edilmesi mi kastedilmiştir, yoksa bu, kalplerindeki sapıklığı ve onların imana muvaffakiyetten mahrum edilmelerini mi ifade etmektedir? Bu konuda ilim adamlarının iki görüşü vardır. Ubey b. Ka'b'dan onun: "Bir takım yüzleri silip tanınmaz hale getirmemizden önce" buyruğu, yani sizleri arkasından hiçbir şekilde hidayet bulamayacağınız bir sapıklıkla saptırmamızdan önce demektir, dediği rivayet olunmuştur. O, bu açıklamasıyla bunun temsilı bir ifade olduğu ve eğer iman etmeyecek olurlarsa, ceza olmak üzere kendilerine böyle bir uygulama yapılacağı kanaatindedir.

 

Katade ise der ki: Bunun anlamı, yüzleri de kafalar haline döndürmemizden önce, şeklindedir. Yani burun, dudaklar, gözler ve kaşları yok etmemizden önce demektir. Dilcilere göre bunun anlamı budur.

 

İbn Abbas ile Atiyye el-Avfi'den de şöyle dedikleri rivayet edilmiştir:

Tams etmek, özel olarak gözlerin izale edilmesi ve bunların kafanın arka tarafına konulması demektir. Böylelikle bu, geriye doğru bir çeviriş olur ve bu kişi geri geri yürür.

 

Malik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) da şöyle demektedir: Ka'b el-Ahbar'ın İslama girişi şöyle olmuştu: Geceleyin şu: "Ey kendilerine kitap verilenler ... iman edin" ayet-i kerimesini okumakta olan bir adamın yanından geçer. Bunu işitince hemen ellerini yüzüne kapatır, gerisin geri evine döner ve oracıkta İslama girer ve şöyle der: Allah'a yemin ederim, evime varmadan önce yüzümün tamamıyla silinip tanınmaz hale getirileceğinden korktum. Abdullah b. Selam da bu ayet-i kerime nazil olup, bunu işitince böyle yapmıştı. O, bu ayeti işitir işitmez evine varmadan önce Resulullah (s.a.v.)'ın yanına gitti, müslüman oldu ve şöyle dedi: Ey Allah'ın Resulü, yüzüm arkaya döndürülmeden önce sana ulaşıp ulaşamayacağımı bilemiyordum.

 

Şayet: "İman etmedikleri takdirde yüzlerinin silinip tanınmaz hale getirilmesiyle onları tehdit etmeleri nasıl uygun düşmüştür." Çünkü onlar, daha sonra iman etmediler ve onlara da böyle bir şey yapılmadı" denilecek olursa, şöyle cevap verilir: İşte bunlar ve bunlara tabi olanlar iman edince, diğerlerine yönelik olan bu tehdit kaldırıldı. el-Müberred der ki: Bu tehdit bakidir ve gerçekleştirilmesi beklenilmektedir. Yine şöyle demektedir: Kıyamet gününden önce, yahudiler arasında bir takım yüzlerin silinip tanınmaz hale getirilmesi ve mesh edilmeleri (başka yaratıklara dönüştürülmesi) mutlaka tahakkuk edecektir.

Yüce Allah'ın: "Yahut, cumartesi sahiplerini lanetlediğimiz gibi onları da lanetlemezden önce" yani, cumartesi sahiplerini maymun ve domuzlara meshedip dönüştürdüğümüz gibi, bu yüzlerin sahiplerini de bu hale getirmezden önce, demektir. Bu açıklama el-Hasen ve Katade'den nakledilmiştir. Bunun: Muhataptan gaibe doğru ifadenin değiştirilmesi (iltifat) olduğu da söylenilmiştir.

 

"Allahın emri mutlaka yerine gelir" tahakkuk eder, gerçekleşir. Allah'ın emrinden kasıt, emrolunan şey demektir. Buna göre burada "emr" kelimesi, (ism-i) mef'ul mahallinde bir mastar olarak kullanılmıştır. Yani: Onu ne zaman dilerse, var eder. Anlamının: O'nun var olacağını haber verdiği herbir iş, mutlaka O'nun haber verdiği şekilde gerçekleşir olduğu da söylenmiştir.

 

 

Şirk, Affolmaz Bir Günahtır:

 

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez" buyruğu ile ilgili olarak, rivayete göre, Peygamber (s.a.v.): "Muhakkak Allah, bütün günahları mağfiret eder" (ez-Zümer, 53) ayet-i kerimesini okudu. Bir adam ona: Ey Allah'ın Resulü, peki ya şirk? diye sorunca, bunun üzerine: Yüce Allah: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" buyruğunu indirdi.

 

Hükmün böyle olduğu ümmet arasında görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın ittifakla kabul olunmuş muhkem hususlardandır.

 

"Ondan başkasını da dilediğine bağışlar buyruğu ise, ilim adamlarının hakkında çeşitli şekilde söz söylediği müteşabih buyruklar kapsamına girer. Muhammed b. Cerir et-Tab eri der ki: Bu ayet-i kerime büyük günah işlemiş herkesin, Yüce Allah'ın meşietine kaldığını açıkça ortaya koymaktadır. Dilerse Allah, onun günahını affeder, dilerse onun işlediği bu büyük günahtan dolayı -bu günahı Allah'a şirk koşmak olmadığı sürece- onu cezalandırır.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir. Yüce Allah bunu: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz" (enNisa, 34) buyruğu ile beyan etmektedir. Böylelikle Yüce Allah'ın, büyük günahlardan uzak duran kimselerin, küçük günahlarını mağfiret etmeyi dileyeceğini, fakat büyük günahları işlemiş olan kimselere bunları mağfiret etmeyeceğini bildirmektedir.

 

Kimi tevil (tefsir) alimleri de, bu ayet-i kerimenin el-Furkan Süresi'nin sonundaki ayeti (68 vd.) nesh ettiği görüşündedir. (Ayrıca bk. en-Nisa, 31. ayetin tefsiri) Zeyd b. Sabit der ki: Nisa Süresi el-Furkan Süresi'nden altı ay sonra nazil olmuştur. Ancak sahih olan, ortada neshin olmadığıdır. Çünkü nesih, haberlere dair buyruklarda imkansız bir şeydir. İleride bu ayet-i kerimelerin birlikte nasıl açıklanacağına dair açıklamalar Yüce Allah'ın izniyle el-Furkan Süresi'nde (az önce işaret olunan ayetlerin tefsirinde) gelecektir.

 

Tirmizi'de Ali b. Ebi Talib'den şöyle dediği nakledilmektedir: Kur'an-ı Kerimde şu: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dilediğine bağışlar" ayeti en sevdiğim ayet-i kerimedir. Tirmizi der ki: Bu hasen, garip bir hadistir.

 

 

[ - ]

Yüce Allah'ın: "O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın ... " buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1- Kişinin Kendisini Tezkiye Etmesi:

 

Yüce Allah'ın: "O kendilerini temize çıkaranlara bakmaz mısın?" buyruğundaki ifadeler, zahiri itibariyle umumidir. Bununla birlikte tevil alimlerinden herhangi bir kimse bununla kastedilenlerin yahudiler olduğu hususunda ihtilaf etmemiştir.

 

Şu kadar varki, kendilerini ne ile tezkiye ettikleri hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Katade ve el-Hasen der ki: Burada maksat: "Biz Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevdikleriyiz" (el-Maide, 18) şeklindeki sözleriyle: "Cennet'e ancak yahudi yada hıristiyan olandan başkası girmez" (el-Bakara, 111) şeklindeki sözleridir. ed-Dahhak ve es-Süddi der ki: Maksat onların: Bizim hiçbir günahımız yoktur. Gündüzün yaptığımız, geceleyin bize mağfiret olunur, geceleyin yaptığımız da bize gündüzün mağfiret olunur. Diğer taraftan bizler, günahsızlık bakımından çocuklara benzeriz, şeklindeki sözleridir. Mücahid, Ebu Malik ve İkrime derler ki: Bundan kasıt, onların günahları sözkonusu olmadığından dolayı, namaz kıldırmak üzere çocukları öne geçirmeleridir. Şu kadar varki, ayet-i kerimede bunun kast edildiği uzak bir ihtimaldir.

 

İbn Abbas der ki: Bundan kasıt onların, bizim ölmüş atalarımız bize şefaat edecekler ve onlar bizi tezkiye edecekler şeklindeki sözleridir. Abdullah b. Mes'ud der ki: Burada sözü edilen, onların birbirlerini övmeleridir. Bu da bu hususta yapılan açıklamaların en güzelidir. Çünkü ayet-i kerimenin zahirinden anlaşılan budur.

 

Tezkiye (temize çıkarmak) ise, günahlardan arınmış olmak ve uzak olmak iddiasında bulunmaktır.

 

2- Övme ve Tezkiyede Edep:

 

Bu ayet-i kerime ile Yüce Allah'ın: "O halde kendinizi temize çıkarmayın, övmeyin" (en-Necm, 32) ayeti, kişinin kendi diliyle kendisini temize Çıkarmaktan, övmekten uzak durmasını asıl temiz ve temizlenmiş olanın fiileri güzel olup, Yüce Allah'ın temize çıkardığı kimse olduğunu bildirmesini gerektirmektedir. O halde insanın kendi kendisini temize çıkarıp tezkiye etmesine itibar olunmaz. Asıl muteber olan, Yüce Allah'ın o kimseyi tezkiye etmiş olmasıdır.

 

Müslim'in Sahihi'nde Muhammed b. Amr b. Ata'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben kızıma Berre (iyilikte bulunan) adını verdim. Ebu Seleme'nin kızı Zeynep bana dediki: Resulullah (s.a.v.) bu ismi kullanmayı yasaklamıştı. Bana Berre adı verilmişti. Resulullah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştu: "Kendinizi temize çıkarmayın, övmeyin. Allah, aranızdan kimin iyilik ehli olduğunu en iyi bilendir." Bu sefer ona: Peki bu kıza ne ad verelim? diye sordular. O da: "Ona Zeynep adını verinİz" diye buyurdu.

 

Böylelikle Kitap da, Sünnet de, insanın kendi kendisini tezkiye etmesinin yasaklandığına delalet etmektedir. Şu Mısır diyarında çoğalmış ve yaygınlık kazanmış bulunan ve insanların, tezkiye anlamını veren niteliklerle kendilerini nitelendirmeleri de bu türdendir. Mesela, Zekiyüddin, Muhyiddin ve buna benzer sıfatlar ve isimler kullanmaları böyledir. Ancak, bu isimleri taşıyanların yaptıkları çirkinlikler çoğalınca, bu niteliklerin asıl anlamları ile ilgileri kalmadı ve hiçbir şey ifade etmez oldular.

 

3- Başkasının Tezkiyesi ve Övmesi:

 

Başkasının bir diğerini tezkiye edip övmesine gelince, Buhari'de Ebu Bekre'den şöyle bir hadis nakledilmektedir: Peygamber (s.a.v.)'ın huzurunda bir adamdan sözedildi. Bir kişi de ondan hayırla sözetti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Yazık sana, arkadaşının boynunu kestin -bunu defalarca tekrarladı-. Sizden herhangi bir kimse eğer mutlaka (birisini) övecekse, o takdirde onun böyle olduğu görüşünde ise, sanırım o şöyle şöyledir desin. Onu hesaba çekecek olan Allah'tır. Ve Allah'a rağmen de kimseyi

tezkiyeye kalkışmasın."

 

Böylelikle Hz. Peygamber; kişide bulunmayan. niteliklerle başkasını övmeyi ve bunun sonucunda o kişinin kendisini beğenmesine ve büyüklenmesine sebep teşkil etmeyi yasaklamakta ve gerçekten de kendisinin bu konumda olduğunu zannedip, bu halin o kişiyi ameli kaybedip daha da faziletli işlerde bulunmayı terketmeye itecek noktaya getirmesini yasaklamıştır.

 

Bundan dolayı Peygamber (s.a.v.): "Yazık sana, kardeşinin boynunu kestin" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste ise, birisini sahip olmadıkları vasıflarla nitelendirmeleri üzerine: "Adamın belini kopardınız" diye buyurmuştur.

 

Hz. Peygamberin: "Övenlerin yüzüne toprak saçınız" hadisini ilim adamları buna göre tevil etmişler ve bununla başkalarını yüzlerine karşı hak olmayan surette ve onlarda bulunmayan niteliklerle övenlerin kastedildiğini belirtmişlerdir. Onlar böylece, bu övgülerini övdükleri kimseden birşey yemeye ve kendisiyle fitneye düşürdükleri bir araç haline getirmiş olurlar.

 

Kişiyi gerçekten sahip bulunduğu güzel fiilleri ve övülmeye değer özellikleri dolayısıyla bu ve benzer işleri yapması için, insanları da benzer hususlarda ona uymaları için bir teşvik olmak üzere övmeye gelince, bu şekilde öven kişi (yasaklanan övücü) meddah durumunda değildir. O kişi hakkında söylediği güzel sözleriyle, onu övmek durumunda olmamış olsa dahi bu böyledir. Bu da niyetlere bağlı bir şeydir.

 

Yüce "Allah ise kimin ifsad edici olduğunu, kimin ıslah edici olduğunu en iyi bilendir" (el-Bakara, 220). Peygamber (s.a.v.) şiirde, hutbelerde, karşılıklı konuşmalarda yüzüne karşı övülmüş olduğu halde, bu şekilde övenlerin yüzüne toprak saçmış da değildir, bunu emretmiş de değildir. Ebu Talib'in (Hz. Peygamber hakkında söylediği) bu beyitinde olduğu gibi: "Yüzüsuyu hürmetine bulutun yağmuru istenen beyaz tenlidir o. Yetimleri görüp gözeten, dulların sığınağıdır o."

 

Aynı şekilde, el-Abbas'ın ve Hassan'ın şiirlerinde onu övmeleri de bu kabildendir. Yine Ka'b b. Züheyr de onu övmüştür. Bizzat kendisi de ashabını övmüş ve şöyle buyurmuştur: "Sizler tama edilecek şeyler oldu mu sayıca azsınız, fakat başkalarını dehşete düşüren şeyler oldu mu da çoğalırsınız".

 

Hz. Peygamberin sahih hadisteki: "Hıristiyanların Meryemoğlu İsa'yı olmadık şekilde övdükleri gibi siz de beni övüp ta'zim etmeyiniz. Bunun yerine; Allah'ın kulu ve Resulü deyiniz" hadisine gelince; bunun da anlamı şudur:

 

Hıristiyanların İsa'yı sahip olmadığı niteliklerle nitelendirdikleri gibi, siz de beni övmek arzusuyla bende bulunmayan niteliklerle nitelendirmeyiniz. Onlar, böyle yaparak Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu diye nisbet ettiler ve bundan dolayı kafir oldular ve saptılar. İşte bu, şunu gerektirmektedir: Bir kimse, herhangi bir işi sınırından yukarıya yükseltip, onda olmadık şekilde haddini, ölçüsünü aşacak olursa, o haddi aşan günahkar bir kimsedir. Çünkü böyle bir şey, herhangi bir kimse hakkında caiz olsaydı, elbetteki, bütün insanlar arasında herkesten çok buna Resulullah (s.a.v.)'ın kendisi layık olurdu.

 

 

Allah Asla Zulmetmez:

 

"Onlara kıl kadar zulmedilmez" buyruğundaki "onlara zulmedilmez" zamiri, daha önce sözü geçen, kendisini temizeçıkaran ve Yüce Allah'ın da temize çıkarıp övdüğü kimselere aittir. Bu iki kesimin dışında kalanlara, Yüce Allah'ın asla zulmetmeyeceği ise, bu ayetten başka ayetlerden anlaşılmaktadır. Ayet-i kerimedeki el-fetil (mealde: kıl) hurma çekirdeğinin yarığında bulunan iplikçiktir. Bunu İbn Abbas, Ata ve Mücahid söylemiştir. Çekirdek ile hurmanın et kısmı arasındaki ince zar olduğu da söylenmiştir. Yine İbn Abbas, Ebü Malik ve es-Süddi de şöyle demektedir: Fetil, birbirine sürttüğün takdirde, parmaklarından veya ellerinin arasından çıkan ince kirdir. Buna göre bu kelime mef'ul anlamında fail vezninde bir kelimedir. Bütün bu açıklamalar ise, birşeyin oldukça küçük ve önemsiz olduğunu kinaye yoluyla ifade etmek ve Allah'ın kula hiçbir şekilde zulmetmeyeceği noktasında birleşmektedir.

 

Yüce Allah'ın: "Hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar zulmedilmezler" (en-Nisa, 124) buyruğu da küçük ve basitliğe misal olmak ba- . kımından buna benzemektedir. Bu çukurcuk ise, hurma çekirdeğinin sırt tarafındaki küçük noktacıktır. Hurma ağacı da oradan bitip yeşerir. İleride buna dair açıklamalar gelecektir.

 

Şair, krallardan birisini yererken şöyle söylemektedir: "Binlerce askeri bulunan orduyu toplar ve gazaya çıkarsın Sonra da düşmana kıl kadar (fetil) bir musibet de (zarar da) vermezsin (vermeden geri dönersin)."

 

 

Allah'a İftira:

 

Daha sonra Yüce Allah, Peygamber (s.a.v.)'in dikkatini "Bir bak Allah'a karşı nasıl olmadık yalan uyduruyorlar" buyruğuyla hayreti gerektiren bu işlerine çekmektedir. Bu ise, onların: Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz şeklindeki sözleridir. Bunun: Kendilerini temize çıkarmaları olduğu da söylenmiştir. Bu İbn Cüreyc'den nakledilmiştir.

 

Yine onların şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Bizim günahlarımız yoktur.

Günahlarımız olsa olsa dünyaya geldikleri gün çocuklarımızınki gibidir.

İftira ise, uydurmak demektir. Filan kişi filana iftirada bulundu, tabiri de buradan gelmektedir. Yani onda bulunmayan bir özelliği, hususu ona isnad etti, iftira etti demektir. İftira, koparmak anlamına da gelir

 

"Apaçık bir günah olarak bu yeter" anlamındaki (...) buyruğu beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Anlamı ise, onların işledikleri bu günahın büyüklüğünü ifade etmek ve bu günahlarından dolayı yermektir. Araplar benzeri anlatımları, övmek ve yermek kastıyla da kullanırlar.

 

 

Cibt'e ve Tağuta İman Edenler:

 

"Şu kitaptan kendilerine biraz pay verilenlere bakmaz mısın" buyruğunda maksat yahudilerdir. "Cibte ve Tağuta inanıyorlar." Te'vil ehli, cipt ve tağut'un te'vili hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas, İbn Cübeyr ve Ebu'l-Aliye der ki: Cibt, Habeşçede sihirbaz, tağut da kahinin adıdır. el-Faruk Ömer (r.a.) da şöyle demiştir: Cibt, büyü tağut da şeytandır. İbn Mes'ud der ki: Burada cibt ve tağut ile kast edilen kimseler, Ka'ab b. el-Eşref ile Huyey b. Ahtap'dır. İkrime der ki: Cibt, Huyey b. Ahtap, tağut da Ka'b b. el-Eşref'tir. Bunun delili de Yüce Allah'ın: "Tağutun hükmüne başvurmak istiyorlar" (en-Nisa, 60) buyruğudur.

 

Katade der ki: Cibt şeytan, tağut ise kahindir. İbn Vehb de Malik b. Enes'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Tağut, Allah'tan gayri kendisine ibadet olunandır. Malik dedi ki: Ben, cibt'in şeytan olduğunu söyliyenleri de dinledim. Bunu da en-Nehhas nakletmiştir.

 

Burada ikisinin (cibt ve tağut'un) Allah'tan başka kendilerine ibadet olunan veya Allah'a isyan hususunda kendilerine itaat olunan her şeyolduğu da söylenmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır.

 

Cibt kdimesinin aslı cibs dir. Bu da hayrı olmayan şey demektir. "Te" harfi "sin"in yerine kullanılmıştır. Bu açıklamayı da Kutrub yapmıştır.

 

Cibt'in iblis, tağutun da onun velileri (dostları) olduğu da söylenmiştir. Bu hususta Malik'in görüşü güzeldir. Buna Yüce Allah'ın şu buyrukları da delildir: "Allah'a ibadet edin ve tağuttan uzak durun diye ... " (en-Nahl, 36); "Ve onlar ki, tağuta ibadet etmekten uzak durdular." (ez-Zümer, 17)

 

Katan b. el-Muharik de babasından şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.v.) buyurduki: "Tark, tiyare ve iyafe cibt'tendir." Tark ürkütmek, iyafe; çizgi çizmek demektir. Bunu Ebü Davüd Sünen'inde rivayet etmiştir. Cibt'in Allah'ın haram kıldığı herşey, tağüt ise insanı tuğyana götüren, azdıran her şey olduğu da söylenmiştir.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

 

 

51. Ayetin Nüzul Sebebi:       Yüce Allah'ın: "Ve diğer inkar edenlere ... derler." buyruğu, yahudiler, Kureyş kafirlerine: Sizler, Muhammed'e iman edenlerden daha doğru yoldasınız derler anlamındadır. Bu da şöyle olmuştu: Ka'b b. el-Eşref, yahudilerden yetmiş süvari ile Uhud vak'asından sonra Mekke'ye, Kureyşlilerle, Rasülullah (s.a.v.) ile savaşmak üzere anlaşmak maksadıyla gitti. Ka'b, Ebü Süfyan'a misafir oldu. Ebü Süfyan ona güzel bir şekilde misafir perverlik gösterdi. Diğer yahudiler de Kureyşlilerden çeşitli kimselerin evlerinde kaldılar. Muhammed ile savaşmak üzere mutlaka bir araya geleceklerine (birlikte savaşacaklarına) dair aralarında akidleştiler, ahidleştiler. Ebü Süfyan şöyle dedi: Sen kitap okuyan ve bilen bir kimsesin. Bizler ise ümmiyiz, bilgimiz yok. Bizim mi yolumuz daha doğrudur ve hakka daha yakındır, Muhammed'in mi? Ka'b şöyle dedi: Allah'a and olsun ki, sizin yolunuz Muhammed'in gittiği yoldan daha doğrudur.

 

Yüce Allah'ın: "Yoksa onların mülkten bir payı mı vardır" buyruğunda asıl soru edatı sadece hemzedir. Ondan sonra gelen "mim" ise "sıla" için gelmiştir. "Mülkten bir payı mı vardır?" ifadesi inkar kastıyla sorulmuştur. Yani onların mülk namına birşeyleri yoktur. Şayet mülk namına bir şeye sahip olsalardı, cimrilikleri ve kıskançlıkları dolayısıyla ondan kimseye birşey vermezlerdi.

 

Bunun anlamının: Yoksa onların bir payları mı vardır? şeklinde olduğu da söylenmiştir. O takdirde (...) edatı munkati' olur ve manası da bir önceki ifade ile ilişkisi olmaksızın yeni bir ifade başlangıcı olur. Bunun hazfedilmiş bir ibareye atfedici edat olduğu da söylenmiştir. Çünkü onlar, Muhammed (s.a.v.)'a tabi olmayı kabul etmemişlerdi. İfadenin takdiri de şöyle olur. Peygamber olarak gönderdiklerimden, peygamberliğe onlar mı daha layıktırlar? Yoksa onların, mülkten bir payları mı vardır?

 

"Böyle olsaydı, insanlara hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar dahi birşey vermezlerdi". Yani haklara mani olur, engellerlerdi. Yüce Allah, onların bildiği durumlarına dair haber vermektedir.

 

Nakir, hurma çekirdeğinin sırtındaki nükte (çukurcuk) dır. Bu da İbn Abbas, Katade ve diğerlerinden nakledilmiştir. Yine İbn Abbas'tan nakır'in, kişinin yerde çukur yapması gibi parmağı ile çukur yapmasıdır. Ebu'ı-Aliye der ki: Ben İbn Abbas'a nakır'in mahiyetine dair soru sordum o da, başparmağının ucunu, şahadet parmağının iç tarafı üzerine koydu. Sonra ikisini de kaldırıp: İşte nakır budur, dedi .

 

Nakir, aslında oyulan bir kütük demektir. Bunda nebiz (şıra) yapılırdı. Hadiste bunları kullanmak önceleri yasaklanmış, sonra bu yasak nesh olunmuştu. Filan kişinin nakıri kerimdir; ibaresi aslı, soyu kerimdir, demektir.

 

(...) edatı burada, başına "fe" atıf edatı geldiğinden dolayı amel etmemiştir. Eğer bu edat nasb etmiş olsaydı yine caiz olurdu. Sibeveyh der ki: Bu edat, fiillerde amel eden edatlar bakımından, isimlerde amel eden edatlar arasında (...) mevkiindedir. Yani, eğer ifade ona dayalı değilse lağvolur (amel etmez). Şayet sözün başına gelip te ondan sonraki ifade (...) müstakbel (müzari) ise, nasb eder. Senin birisine (...) Seni ziyaret edeceğim deyip, onun da cevap olmak üzere: (...) O takdirde ben de sana ikram ederim, demesi gibi. Abdullah b. Aneme ed-Dabbı der ki: "Eşeğini geri çek, bahçemizde atlamasın. O takdirde (tarafımızdan) sana onun yuları alabildiğine daraltılmış olarak geri döndürülür."

 

Burada bu edatın nasb etme sebebi, ondan önceki ifadelerin tamam bir cümle olup, bunun da bir söz başlangıcına denk düşmüş oluşundan dolayıdır. Eğer: (...) O takdirde Zeyd seni ziyaret eder, ifadesinde olduğu gibi, iki kelime arasında ortada yer alacak olursa amel etmez. Şayet başına "fe" yahut da "ev" atıf edatlarından birisi gelecek olursa, amel etmesi de etmemesi de caiz olur. Amel etmesi, vav'dan sonra gelen ifadelerin, cümlenin cümeleye atf edilmesi suretinde istinaf (yeni bir cümle başlangıcı) oluşundan dolayıdır. Ve bunu Kur'an-ı Kerim'in dışında (nasb edilerek: ''O takdirde ... vermezler, şeklinde kullanmak caizdir.

 

Yine Kur'an-ı Kerimde: "O takdirde kendileri ... kalamayacaklardır" (el-İsra, 76) diye buyurulmaktadır. (Burada bu edat amel etmemiştir). Ubeyy'in Mushafında ise, (bu edat amel etmek suretiyle) bu buyruk: (...) şeklindedir.

 

Bunun amel etmemesine gelince, bunun da sebebi vav'dan sonra gelen cümlenin ancak kendisine atf yapılacak ifadeden sonra gelmesidir. Sibeveyh'e göre ise, fiili nasb eden bu edat muzari (şimdiki ve geniş zaman) anlamı dolayısıyladır.

 

el-Halil'e göre ise, (...) şeklindeki nasb edatı bundan sonra muzmar (gizli) oluşundan dolayıdır. el-Ferra ise, bu edatın (...) elif ile ve tenvinli olarak yazılacağı kanaatindedir. En-Nehhas der ki: Ben Ali b. Süleymanı, şöyle derken dinledim: Ben Ebu'l-Abbas Muhammed b. Yezid'i şöyle derken dinledim: (...)'ı elif ile yazan kimsenin elini dağlamak istiyorum.

 

Çünkü bu edat tıpkı (...) edatları gibidir. Harflere hiçbir şekilde tenvin

dahil olmaz.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Nisa 54-55

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR