BAKARA 48 |
وَاتَّقُواْ
يَوْماً
لاَّ
تَجْزِي
نَفْسٌ عَن
نَّفْسٍ
شَيْئاً
وَلاَ يُقْبَلُ
مِنْهَا
شَفَاعَةٌ
وَلاَ
يُؤْخَذُ
مِنْهَا
عَدْلٌ وَلاَ
هُمْ
يُنصَرُونَ |
48. Ve öyle bir günden
korkun ki, kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz. Kimsenin şefaati kabul
olunmaz.. Ondan bir fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez.
Kendisinden Korkulması Gereken Bir Gün:
üçten başlaması nüsha ile
ilgilidir.
3- Şefaat Kelimesinin Sözlük Anlamı:
4- Şefaat Haktır:
5- Bir Kıraat:
6- Fidyenin de Kabul Olunmayacağı Gün:
Kendisinden Korkulması
Gereken Bir Gün:
"Ve öyle bir günden
korkun ki kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" buyruğundaki emir tehdit
anlamındadır. "Takva"nın mahiyetine dair açıklamalar önceden
yapılmıştır. "Bir gün"den kastedilen, o gündeki azap ve dehşetlerdir,
sözkonusu gün, Kıyamet günüdür.
"Kimsenin kimseye
hiçbir faydası olamaz" buyruğu, hiçbir kimse başkasının günahından dolayı
sorumlu tutulamaz ve kimse başkasının başına gelecek azabı bertaraf edemez,
demektir. (...) fiili (...) harf-i cerri ile geçişli yapıldığı gibi (...)
harf-i cerri ile de geçişli yapılır. Ayet-i kerimede geçiş birincisi ile yapılmıştır.
(...) harfi ile geçişe örnek de şairin şu beyitidir: "Sözde durmamak
insanlar arasında bir utançtır
Hür bir kimse ise (kaçan
düşmanın) topukları ile yetinir."
Hz. Ömer yoluyla gelen
hadiste de şöyle denilmektedir: "Suyu suya döktüğün takdirde bu sana
yeterli gelir."
Demek istiyor ki, sen
suyu yerde bulunan sidiğin üzerine dökersen ve o su da o yer üzerinden akarsa
orası temiz olur. Bunun için ayrıca o yeri yıkamaya, suyu bir bezle veya başka
bir şeyle kurutmaya -çoğu kimsenin yaptığı gibi- gerek yoktur.
Sahih hadiste de Ebü
Burde b. Niyar'dan, gelen rivayette kurban kesme ile ilgili olarak şöyle
buyurulmaktadır: "Senden sonra artık kimse için yeterli
olmayacaktır."
Buna göre ayet-i
kerimede geçen "faydası olamaz" buyruğunun anlamı, eğer sorumlu
olmayacaksa bile hiçbir nefsin bir başka nefse faydası olmaz, onu korumaya
yeterli gelmez. Şayet günahı varsa, o takdirde her bir nefsin sahip olduğu
hasenat, iyilikler, onun üzerindeki haklar karşılığında, onun tercihi sözkonusu
olmaksızın (hak sahiplerine) fayda verir, onun üzerindeki haklar ödenir ve hak
sahibine menfaat sağlar. Nitekim Ebü Hureyre'den gelen rivayete göre Resulullah
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Her kim müslüman bir kardeşinin namusuna
yahut herhangi bir hakkına karşı bir zulüm işlemiş ise, dinarın ve dirhemin
bulunmayacağı bir gün gelmeden önce ondan helallık dilesin. Çünkü (o günde
haksızlık yapanın) şayet salih bir ameli var ise, yaptığı haksızlık kadar o
salih amelinden alınır. Eğer hasenatı yok ise haksızlık yaptığı arkadaşının günahlarından
alınır, ona yükletilir." Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir. Bunun bir
benzeri de Hz. Peygamber'in müflis hakkındaki diğer hadis-i şerifidir. Biz, bu
hadis-i şerifi Tezkire (adlı) eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Bunu da Müslim
rivayet etmiştir.
Ayet-i kerimede geçen
(...) kelimesi (...) şeklinde, te ve sondaki hemze harfleri ötreli olarak da
okunmuştur. Bu şekildeki okuyuşa göre anlamın değişmeyeceği söylenmiştir.
Kimileri aralarında fark gözeterek birinci okuyuşa göre ödemek ve mükafat vermek
anlamındadır. İkinci okuyuşa göre ise, fayda vermek ve yeterli gelmek anlamına
gelir denilmiştir. Şair'in şu beyitinde olduğu gibi: "Bütün alemlerin
işlerine yeterli geldin fakat Ancak kamil oğlu kamil olan kimse yeterli
olur."
3- Şefaat Kelimesinin
Sözlük Anlamı:
Yüce Allah'ın:
"kimsenin şefaati kabul olunmaz" buyruğunda yer alan
"şefaat" kelimesi iki, çift anlamına gelen "eş-şef"den
alınmadır. Mesela; tek iken onu çift kıldım, demek isterken bu tabir
kullanılır. Şuf'a kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü şuf'a kelimesiyle
ortak, ortağının malını kendi malına katar. Şefi', şuf'a hakkının sahibi ve
şefaat sahibi demektir. "Şafi' dişi deve" ise; arkasından gelen
yavrusu olduğu halde hamile kalan dişi deve demektir. "Şefü' dişi deve"
ise, bir defada iki defa kadar süt veren dişi deve demektir. Bir kimseden
şefaat dilemeyi ifade etmek için "istişfa'" masdarından gelen
kelimeler kullanılır.
Buna göre
"şefaat" kendi makamına ve aracı yaptığına başkasını da ilave edip
katman demektir. O halde "şefaat" gerçek anlamı ile kendisi katında
şefaat istenilen (el-müşaffa')ın yanında şefi'in (şefaati istenenin) makamını
açığa çıkarmayı ve onun menfaatini meşfü'a (kendisine şefaat edilene)
ulaştırmayı ifade eder.
4- Şefaat Haktır:
Hak ehlinin görüşüne
göre şefaat haktır. Mu'tezile ise şefaati reddetmiş ve cehenneme giren günahkar
mü'minlerin ebediyyen azapta kalacaklarını kabul etmişlerdir. Halbuki
peygamberlerin ümmetlerinden muvahhid olup günahkar ve ası olan birtakım
kimselerin meleklerin, peygamberlerin, şehidlerin ve salihlerin şefaatine nail
olacaklarını ifade eden haberler ardı arkasına gelmiş ve birbirini
desteklemektedir. Kadı, Mu'tezile'nin görüşünü reddederken iki esasa
dayanmaktadır. Bunların birincisi mana itibariyle tevatür derecesine ulaşan
sayılamayacak kadar çok haberler, ikincisi bu haberleri kabul etmek hususunda
selefin icma' etmesi, onlardan herhangi bir kimsenin herhangi bir asırda bu
haberleri reddetmemesidir. Şefaate dair haberlerin açıktan açığa rivayet
edilmesi selefin bunların sıhhatı üzere icma 'da bulunup bu haberleri kabul
etmeleri hak ehlinin inancının doğruluğunun, buna karşılık Mu'tezile'nin
tuttukları yolun tutarsızlığının kesin delilidir.
Mu'tezile (ve bu görüşü
savunanlar) şöyle diyebilir: Kur'an-ı Kerim'de varid olmuş birtakım naslar
şefaatin gerçekleşeceğine dair haberleri reddetmeyi gerektirmektedir. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Zalimler için ne şefkatli bir dost,
ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi olacaktır." (elMu'min, 18)
Mu'tezile der ki: Büyük günah sahipleri ise zalimlerdir. Bir başka yerde de
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim bir kötülük yaparsa onunla
cezalanır." (Nisa, 123) Ayrıca "kimsenin şefaatı kabul olunmaz"
da buyurulmaktadır.
Bunlara cevap olmak
üzere deriz ki: Bu ayet-i kerimeler bütün zalimler hakkında genel değildir. O
bakımdan bu ayet-i kerimeler herkesi ve bütün kötülük işleyenleri kapsamaz.
Bunlardan kasıt sadece kafirlerdir, mü'minler bu kapsamın dışındadır. Bunun
delili ise bu hususta bize ulaşan haberlerdir. Diğer taraftan şanı Yüce Allah,
birtakım kişilerin lehine şefaatte bulunulacağını ifade buyururken, birtakım
kişilere de şefaatte bulunulmayacağını beyan buyurmuştur. Mesela; kafirlerin
niteliklerini açıklarken şöyle buyurmaktadır: ''Artık onlara şefaat edenlerin
şefaati fayda vermez. "(el-Müddessir, 48) Bir başka yerde ise şöyle
buyurmaktadır: "Onlar ancak O'nun rızasına nail olan kimselere şefaat
ederler." (el-Enbiya, 28); "O'nun nezdinde şefaat, kendisine izin
verdiklerinden başkasına fayda vermez. " (Sebe', 23) İşte bu buyrukların
genelinden şunu anlıyoruz: Şefaat mü'minlere fayda verir, kafirlere fayda
vermez. Diğer taraftan müfessirler Yüce Allah'ın: "ve öyle bir günden
korkun ki kimsenin kimseye hiç bir faydası olamaz, kimsenin şefaati de kabul
ollınmaz.." (el-Bakara, 48) buyruğunda kastedilenin herkes değil, sadece
kafir kimselerin kastedildiğini görüş birliği halinde (icma ile) ifade
etmişlerdir. Bizler her ne kadar her asi ve zalimin genel olarak azaba
uğrayacağını kabul ediyorsak da, bunların ebediyyen cehennemde kalacaklarını
söylemiyoruz. Buna dair delilimiz ise rivayet ettiğimiz haberler ile Yüce
Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını mağfiret etmez,
ondan başkasını dilediği kimselere mağfiret eder. "(Nisa, 48, 116) buyruğu
yanında: "Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit
kesmez." (Yusuf, 87) buyruğudur.
Mu'tezile ve görüşlerini
savunanlar: Yüce Allah: "Onlar ancak O'nun rızasına ermiş olanlara
şefaatte bulunabilirler" (el-Enbiya. 28) diye buyurulmaktadır; fasık ise kendisinden
razı olunan bir kimse değildir, diye itiraz edecek olurlarsa, şu cevabı
veririz: Burada Yüce Allah, "razı olmayacağı kimseler" diye
buyurmamaktadır. Bunun yerine "rızasına ermiş" tabirini
kullanmaktadır. Allah'ın şefaate nail olmak üzere rızasına erecek olanlar ise
muvahhid kimselerdir. Bunun delili de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: Rahman'ın
yanında ahit alandan başkası şefaate sahip olamayacaktır. "(Meryem, 87)
Peygamber (s.a.v.)'e: Allah'ın kulları ile ahdi nedir? diye sorulunca o da şöyle
buyurmuştur: "İman etmeleri ve O'na herhangi bir şeyi ortak
koşmamalarıdır,"
Müfessirler ise bu
ayet-i kerimeyi: "La ilahe illallah diyenden başkası" şeklinde
açıklamışlardır.
Deseler ki: Razı olunan
kimse Yüce Allah'a dönerek Allah katında ahid alan, tevbe eden kimsedir. Buna
delil ise meleklerin onlar için mağfiret dilemesidir. Ayrıca Yüce Allah da
şöyle buyurmuştur: "Tevbe edenlere ve Senin yoluna uyanlara mağfiret
buyur. "(el-Mu'min, 7) diye buyurmuştur, İşte Peygamberlerin şefaati de
böyledir. Onlar büyük günah işleyenlere değil de tevbe eden kimselere şefaat
edeceklerdir.
Buna karşılık cevabımız
şu olur: Sizin görüşünüze göre Allah tevbeleri kabul etmekle yükümlüdür. Eğer
Allah, günahkarın tevbesini kabul ediyor ise tevbe edenin şefaate de mağfiret dilemeye
de ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan müfessirler Yüce Allah'ın "tevbe
edenlere mağfiret buyur" buyruğu ile kastedilenlerin şirkten dönenler
olduğu "senin yoluna uyanlar" ile kastedilenlerin ise mü'minlerin
yoluna uyanlar olduğu üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Buna göre Yüce
Allah'tan kendilerine şirkin dışında kalan günahlarını bağışlamasını
istemişlerdir. Nitekim başka yerde: "Bundan başka dilediği kimselere
mağfiret eder. "(en-Nisa, 48, 116) diye buyurmaktadır.
Deseler ki: Bütün ümmet
Peygamber (s.a.v.)'ın şefaatine nail olmayı arzu eder. Eğer bu şefaat sadece
büyük günah sahipleri hakkında sözkonusu olacaksa, onların öyle birşeyi
istemelerinin de anlamı olmaz.
Deriz ki: Evet, her
müslüman Allah'ın Resulünün şefaatini diler ve bu şefaate nail olmayı Allah'tan
ister; çünkü o günahlardan kurtulamadığına, şanı Yüce Allah'ın kendisine farz
kıldığı herşeyi yerine getirmediğine kanaat etmektedir. Hatta herkes kendi
adına kusurlu olduğunu itiraf eder. O bakımdan herkes cezaya uğramaktan korkar
ve kurtuluşu umar. Peygamber (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: "Şanı Yüce
Allah'ın rahmetiyle olmadıkça hiçbir kimse kurtulamaz. "Ona: Sen de mi ey
Allah'ın Resulü? diye sorulunca şu cevabı verir: "Allah rahmetiyle beni
kuşatmayacak olursa ben dahi diye cevap velir."
5- Bir Kıraat:
İbn Kesir ve Ebu Amr
(...) kelimesini (...) şeklinde okumuşlardır. Çünkü "şefaat" kelimesi
müennestir. Diğerleri ise buradaki "kimse (nefs)" kelimesi şefi'
anlamına geldiğinden dolayı diğer şekilde okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: Bunun
müzekker olarak okunması daha güzeldir.
6- Fidyenin de Kabul
Olunmayacağı Gün:
"Ondan bir fidye
alınmaz" buyruğunda geçen "adI" kelimesi fidye demektir.
"ıdl" şeklinde de misli ve benzeri anlamındadır. Ağırlık ve değer
itibariyle benzer olan kimse hakkında "ıdl ve adil" tabirleri
kullanılır. Birşeyin adli ise kıymet ve miktar itibariyle -onun cinsinden
olmasa dahi- eşit olanı demektir. ıdl de cins ve tuttuğu yer itibariyle
başkasına eşit olan şey demektir. Taberi'nin anlattığına göre Araplardan -fidye-
anlamında olmak üzere "adI" diyenler de vardır, idI diyenler de
vardır.
"Onlara yardım da
edilmez." Onlar destek görmezler. Nasr: yardım, Ensar: Yardım edenler
demektir. Hz. İsa'nın: "Allahyolunda bana yardımcı olacaklar
kimlerdir.?" (es-Saf, 14) buyruğu kim yardımını benim yardımıma katar
anlamındadır. "İntisar" intikam almak demektir. Nasr, gelmek anlamına
da gelir. Bu kökten birinci tekil şahıs kullanılarak: "Filan oğullarının
arzına geldim" denilir. Nitekim şair bu anlamda olmak üzere şöyle demiştir:
"Haram ay girdiği
vakit Temim topraklarına veda et Ve Amiroğullarının topraklarına gel."
Nasr, aynı zamanda
yağmur anlamına da gelir, bağış anlamına da gelir. Şair şöyle demiştir:
"Şüphesiz ben -ve yemin ederim satır satır yazılan satırlara Ey Nasr, bana
bağış ver bağış, derim."
Bu ayet-i kerimenin
-müfessirlerce anlatıldığına göre- iniş sebebi şudur: İsrailoğulları: Bizler
Allah'ın oğulları, sevgilileri, onun oğullarının oğullarıyız. Bizim atalarımız
da bize şefaatçi olacaktır demeleri üzerine Yüce Allah onlara Kıyamet gününün
durumunu bildirmiş ve o günde şefaatlerin kabul olunmayacağını, kimseden bir
fidye alınmayacağını söylemiştir. Özellikle şefaat, fidye ve yardımı sözkonusu
etmiştir. Çünkü Ademoğullarının dünyada bu gibi hususlarda sözkonusu etmeyi
alışkanlık haline getirdikleri hususlar bunlardır. Çünkü sıkıntıya düşen bir
kimse ancak kendisine şefaat edilmek, yardım edilmek veya onun adına fidye
verilmek suretiyle kurtulabilir.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN