BAKARA 49 |
وَإِذْ
نَجَّيْنَاكُم
مِّنْ آلِ
فِرْعَوْنَ
يَسُومُونَكُمْ
سُوَءَ
الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ
أَبْنَاءكُمْ
وَيَسْتَحْيُونَ
نِسَاءكُمْ
وَفِي
ذَلِكُم
بَلاءٌ مِّن
رَّبِّكُمْ
عَظِيمٌ |
49. Firavun
hanedanından sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın. Size azabın en kötüsünü
tattırıyorlar, oğullarınızı boğazIayıp kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda
Rabbiniz tarafından sizin için büyük bir imtihan vardır.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı onüç başlık altında sunacağız.
1- İsrailoğullarının Hatırlamaları
Gereken Ni'metler:
2- Firavun Hanedanı:
3- Şu Beldenin Ali Denilebilir mi?:
4- ''Al'' Kelimesi Zamirle Birlikte
Kullanılır mı?:
5- Al Kelimesinin Aslı:
6- Firavun:
7- Tadılan Azap:
8- En Kötü Azap:
9- Boğazlanan Oğullar ve Hayatta
Bırakılan Kadınlar:
10- Boğazlamak:
11- Zalimin Emriyle Zulmedenin Durumu:
12- Firavun'un Erkek Çocukları
Boğazlama Sebebi:
13- Bela ve imtihan:
1- İsrailoğullarının
Hatırlamaları Gereken Ni'metler:
Yüce Allah'ın:
"Firavun hanedanından sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın" buyruğu
(40. ayette geçen): "Size verdiğim nimetimi hatırlayın" buyruğuna
atfedilmiştir. Bu ve bundan sonra gelecek olan buyruklar, Yüce Allah'ın
İsrailoğullarına vermiş olduğu birtakım nimetlerin hatırlatılması sadedindedir.
Yani: Sizi düşmanınızdan kurtarmak ve aranızdan peygamberler göndermek
şeklindeki nimetimi hatırlayın. Bu hitap (ayetin nuzulü döneminde)
varolanlarına yöneliktir. Kastedilen kimseler ise geçmiş atalarıdır. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz ki su (tufan esnasında)
sınırını aştığı zaman sizleri gemide biz taşıdık.'' (el-Hakka, 11) Atalarınızı
o gemide bizler taşıdık, demektir.
Ayet-i kerimede:
"Sizi kurtardığımız zamanı" diye buyurulmasının sebebi, ataların
kurtarılmasının, ayetlerin nüzülü döneminde bulunanların kurtuluşuna sebep
olduğundan dolayıdır.
"Sizi
kurtardı" buyruğunun anlamı ise, sizleri yüksekçe bir yere bırakarak
(boğulmaktan koruduk) anlamındadır. Kelimenin asıl anlamı budur. Daha sonra
kurtulan herkese (aynı kökten): "naci" adı verilmiştir. Buna göre
naci, bir darlıktan çıkıp genişliğe ulaşan kimse demektir. Bu kelime tekil olarak:
"Sizi kurtardığım zamanı hatırlayın" anlamına gelecek şekilde de
okunmuştur.
2- Firavun Hanedanı:
Al-i Firavun yani
Firavun hanedanı, onun kavmi, ona uyanlar ve onun dinine mensup olan kimseler
demektir. Aynı şekilde Al-i Resul (s.a.v.) da onun döneminde olsun sonraki
çağlarda olsun, onun dini ve şeriati üzerinde bulunanlar demektir. Nesep
yoluyla ona ister bağlansın ister bağlanmasın değişen birşeyolmaz. Onun dini ve
şeriati üzerinde olmayan kimse ise onun alinden de değildir, ehlinden de
değildir. İsterse nesep yoluyla onun yakını veya akrabası olsun. Bu konuda
Rafıziler farklı bir kanaat belirterek şöyle derler: Al-i Resul'den kasıt,
yalnızca Fatıma, Hasan ve Hüseyin (r. anhum)'dir derler. Bizim delilimiz Yüce
Allah'ın: "Firavun hanedanını (alini) ise .. suda boğmuştuk.
"(el-Bakara, 50); "Firavun hanedanını (alini) azabın en şiddetlisine
sokun. "(el-Mu'min, 46) buyruklarıdır. Burada "al"den kasıt
dinine mensup olan kimselerdir. Çünkü Firavunun oğlu, kızı, babası, amcası,
kardeşi ve yakın erkek akrabaları (asebesi) yoktu. Diğer taraftan mü'min ve
muvahhid olmayan kimselerin Muhammed alinden olmayacağında -isterse onun yakın
akrabası olsun- görüş ayrılığı yoktur. Bundan dolayı şöyle denilmektedir: Ebü
Leheb ve Ebü Cehil, Hz. Peygamber'in alinden de değildir, ehlinden de değildir.
İsterse onlarla Peygamber (s.a.v.) arasında akrabalık bulunsun. Bundan dolayı
şanı Yüce Allah Hz. Nuh'un oğlu hakkında da şöyle buyurmuştur: "O, senin
ailenden değildir. Çünkü o salih, olmayan bir amel (sahibi)dir. "(Hud, 46)
Müslim'in Sahih'inde ise
Amr b. el-As'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.v.)'ın
gizlice değil, yüksek sesle şöyle buyurduğunu dinledim: "Şunu bilin ki Ebü
filanın ali, benim velilerim değildir. Benim velilerim Allah'tır ve salih
mü'minlerdir."
Bir kesim de şöyle
demiştir: Al-i Muhammed onun zevceleri ve zürriyetinden ibarettir. Çünkü Ebü
Humeyd es-Saidı tarafından rivayet edildiğine göre ashab-ı kiram şöyle sormuş:
Ey Allah'ın Resulü, sana nasıl salat-ü selam getirelim? Hz. Peygamber de şöyle buyurmuş:
"Şöyle deyiniz: Allah'ım Muhammed'e, onun zevcelerine ve zürriyetine -Ali
İbrahim'e salat-ü selam getirdiğin gibi- salatü selam getir. Muhammed'i, onun
zevcelerini ve zürriyetini Ali İbrahim'i mübarek kıldığın gibi- mübarek kıl.
Şüphesiz ki sen hamıdsin, mecidsin." Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.
Bir grup ilim ehli de
şöyle demiştir: Ehlin (ailenin) kimler olduğu bilinen bir husustur. Al, ise ona
tabi olanlardır. Ancak bizim belirttiğimiz birinci görüş, gösterdiğimiz
gerekçeler dolayısıyla daha sahih olandır. Diğer taraftan Abdullah b. Ebi Evfa
tarafından rivayet edilen hadis de bunu gerektirmektedir. Buna göre Resulullah
(s.a.v.)'e bir kavmin zekatı ulaştığında o da şöyle buyururdu: "Allah'ım
onlara rahmet buyur." Babam da ona zekatını getirince Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Allah'ım, Ebü Evfa'nın aline rahmet buyur" dedi.
3- Şu Beldenin Ali
Denilebilir mi?:
Nahivciler "al''
kelimesinin şehirlere, beldelere izafe edilip edilmeyeceği hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. el-Kisai der ki: Filanın ali, filan kadının ali denilir,
fakat şehir ile ilgili olarak bu Hıms alindendir veya Medine alindendir
denilmez. el-Ahfeş der ki: "al" kelimesi izafe şeklinde en büyük
başkan hakkında kullanılır. Al-i Muhammed (s.a.v.) ve Al-i Firavun gibi, Çünkü
Firavun da sapıklıkta onların başkanı idi. Devamla şöyle der: Biz bunun
şehirler hakkında da kullanıldığını işittik. Araplar "Medine ehli"
dedikleri gibi "Medine ali" de derler.
4- ''Al'' Kelimesi
Zamirle Birlikte Kullanılır mı?:
Yine nahivciler
"al" kelimesinin zamire izafe edilip edilmeyeceği hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. en-Nehhas, ez-Zubeydı ve el-Kisai bunu kabul etmez. Buna
göre ancak "Allah'ım, Muhammed'e ve Muhammed'in aline selatü selam
olsun" denilir, ancak "Muhammed'e ve onun aline" denilmez. Doğru
görüşe göre ise "onun ehli" denilebilir. Bir başka kesimin görüşüne
göre böyle bir ifade kullanılabilir. İbnü's-Seyyid bunlar arasındadır, doğrusu
da budur. Çünkü konu ile ilgili gelmiş sahih söyleyişler bu kanaati desteklemektedir.
Mesela; Abdülmuttalib'e ait şu beyitlerde bu şekilde bir kullanım görüyoruz:
"Allah'ım, senin kulun bir kişi kendi evini barkını himaye eder; Sen de
Mescid-i Haram'ının yanında sakin olanları himaye eyle! Ve bugün sen kendi
alini, al-i salibe ve ona tapanlara karşı muzaffer eyle."
Nudbe de şöyle demiştir:
"Ben o atlıyım ki babamın ve alimin korumam gereken kimselerini korurum
Tıpkı senin kendi alinden olup koruman gerekenleri koruduğun gibi."
5- Al Kelimesinin
Aslı:
Yine nahivciler bu
kelimenin aslının ne olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. en-Nehhas
bunun aslının "ehI" olduğunu, daha sonra ha'nın elife
dönüştürüldüğünü söyler. Bu kelimeden küçültme ismi yapacak olursak bunu aslına
döndürüp "uheyI" denilir.
el-Mehdevı de der ki:
Bunun aslı "evl"dir. Bir başka görüşe göre ise ehl olup ha harfi
hemzeye dönüştürülmüş, ondan sonra da hemze elife dönüştürülmüştür. Çoğulu ise
"altın" küçültme ismi ise "uveyl" gelir. el-Kisai'nin
nakline göre bu böyledir. Başkası ise küçültme isminin "uheyı" şeklinde
olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşün en-Nehhas'tan nakledildiğini az önce
söyledik. Ebu'l-Hasen b. Keysan ise der ki: "Al" kelimesini çoğul
yapmak istediğimizde "alun" deriz. Eğer serab anlamına gelen
"al" kelimesinin çoğulunu yapmak istersek "avaI" deriz. Mal
ve "emval"de olduğu gibi.
6- Firavun:
Firavun kelimesinin
muayyen bir kralın adı olduğu söylendiği gibi, Amalika krallarından her kralın
ünvanıdır da denilmiştir. Fars hükümdarlarına Kisra, Bizans hükümdarlarına
Kayser, Habeşistan hükümdarlarına Necaşi denildiği gibi. Hz. Musa dönemindeki
Firavun'un asıl adı ise ehl-i kitabın görüşüne göre "Kabus"dur. Vehb
ise şöyle demiştir: Onun adı el-Velid b. Mus'ab b. erReyyan'dır. Künyesi Ebu
Murra'dır. O Amlik b. Lavez b. İram b. Sam b. Nuh (a.s)'ın soyundan gelir.
es-Süheyli der ki:
Kıpülerle Mısır yönetiminin başına gelen herkese Firavun denilir. Firavun asıl
itibariyle İstahr halkından bir İranlıdır. el-Mes'udi de der ki: Firavun
kelimesine dair arapça bir açıklama bilinememektedir. el-Cevheri de der ki:
Firavun, Mısır kralı el-Velid b. Mus'ab'ın lakabı olup, azgın ve zorba, haddi
aşan herkese Firavun denilir. Çoğulu "feraine" gelir.
"Tefer'ane" firavunlaşmak demektir. "Ferane sahibi" ise
hile, desise ve tuzak kurmak maharetine sahip kimse anlamındadır. Hadis-i
şerifte: (....) Bu ümmetin Firavunu bizi yakaladı" denilmektedir.
"Firavun"
kelimesi bu ayet-i kerimede mecrur mahallinde olmakla birlikte arapça olmayan
(A'cemi) bir kelime olduğundan dolayı munsarif değildir.
7- Tadılan Azap:
Yüce Allah'ın:
"Size ... tattırıyorlar" buyruğunun anlamı, size tattırıyorlar ve
sizin kurtulmanıza imkan vermeyecek şekilde bu azaba uğratıyorlar, demektir.
Ebu Ubeyde ise, size yüklüyorlar anlamındadır, demiştir. Bir kimse bir
başkasına zillet yüklediği takdirde (zillete mecbur ve mahkum ettiğinde): (...)
denilir. Amr b. Külsum'un şu beyiti de bu şekildedir:
"Hükümdar insanları
zillete mahkum etmek isterse, Biz zelil edilmeyi kabul etmeyiz."
Bir başka açıklamaya
göre de "onlar sizi azaplandırmayı sürdürüyorlardı, sürekli
kılıyorlardı" anlamındadır, denilmiştir. Çünkü "sevm" kelimesi
devamlılık ifade eder. Sürekli meralarda otladığından dolayı otlayan koyunlara
"saime" denilmesi de buradan gelmektedir.
el-Ahfeş der ki:
"Size .. tattırıyorlar" cümlesi mübteda olmak üzere ref'
makamındadır. (Yani yeni bir başlangıç cümlesidir). Ayrıca hal olmak üzere nasb
makamında da kabul edilir. O takdirde anlamı: "Onlar size azabın en
kötüsünü tattırmakta idiler.." şeklinde olur
8- En Kötü Azap:
Yüce Allah'ın
"azabın en kötüsü" buyruğu, en şiddetli azap demektir.
Bunun sürekli ve daimı
azap anlamında olması da mümkündür. Sıfat olarak:
"Size kötü bir azap
tattırıyorlardı" şeklinde anlaşılması da mümkündür.
Rivayete göre Firavun, İsrailoğullarını
hizmetçi ve işçi yapmış ve kendisinin işlerini görmek üzere onları gruplara
ayırmıştı. Kimisi inşaat yapıyor, kimisi ekip biçiyor, kimisi ise hizmetçilik
ediyorlardı. Onun kavmi ise yönetici ve asker idi. İsrailoğullarından olup da
bu işlerden herhangi birisinde çalışmayan kimselere de vergi konuluyordu. İşte
azabın kötüsünden kasıt budur.
9- Boğazlanan Oğullar
ve Hayatta Bırakılan Kadınlar:
"Oğullarınızı
boğazlayıp" buyruğunun başına atıf vav'ının gelmemesi bunun "azabın
en kötüsünü tattırıyorlar" buyruğundan bedel olmasından dolayıdır. Nitekim
şair de -Sibeveyh'in nakline göre- (aynı amaçla vav kullanmaksızın) şöyle
demiştir: "Ne zaman bize gelir, yurdumuzda bizi ziyaret edersen BoL odun
ve alevalev yanan ateş görürsün."
el-Ferra ve başkaları
der ki: Burada "oğullarınzı boğazlayıp"dan önce "vav" (ve
bağlacı) gelmemesi, Yüce Allah'ın daha önce geçen: "Size azabın en
kötüsünü tattırıyorlar" buyruğunu açıklamak üzere geldiğinden dolayıdır.
Nitekim günlük konuşmamızda: "Topluluk bana geldi, Zeyd ve Amr" der
ve "Zeyd" kelimesinden önce ayrıca vav bağlacını kullanmaya gerek
görmeyiz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Kim bunları
işlerse o kişi günah(ının cezası) ile karşılaşır: (Arada ve bağlacı olmaksızın)
Kıyamet gününde onun azabı katlanır. "(el-Furkan, 68-69) İbrahim (a.s)
Suresi'nde ise bu kelime vav'lı olarak ':. ve oğullarınızı boğazlarlar"
(İbrahim, 6) şeklindedir. Çünkü orada anlam şöyledir: Onlar sizleri
oğullarınızı boğazlayarak da ondan başka şekillerle de azaplandırıyor, işkence
ediyorlardı. Orada Yüce Allah'ın: "Ve oğullarınızı boğazlıyorlardı"
buyruğu azap ve işkencenin bir başka türünü ifade etmektedir. Kendisinden
önceki buyruğu tefsir etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,
Derim ki: Şöyle demek de
mümkündür: Burada (yani İbrahim süresindeki ayette) vav, Bakara süresindeki
ayet-i kerimenin vav'sız gelmesi dolayısıyla zaid olabilir. Ve kimi zaman bu
vav bu şekilde fazladan getirilebilir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Kabilemin alanını geride bırakınca ve karşımıza görününce,"
Burada "ve"siz
olarak "karşımızda göründü" anlamındadır. Bir başka şair de şöyle
demiştir: Tazim edilen efendi ve kahraman cömerdin oğlu Ve savaş esnasında
birliğin arslanı olan hükümdara, "
Şair burada muazzam, hem
kahraman hem cömert. birliğin arslanı, hükümdara demek istemiştir. Bu tür
söyleyişler pek çoktur.
10- Boğazlamak:
Yüce Allah'ın
"boğazlayıp" anlamını verdiğimiz (...) buyruğunu çoğunluk, çokluk
ifade edecek şekilde (b harfini) şeddeli olarak okumuştur. İbn Muhaysın ise
boğazlarlar anlamını verecek şekilde be harfini üstün olarak: (...) okumuştur,
Boğazlamak (anlamına
gelen): ez Zebh: Yarmak demektir, ez-Zibh ise boğazlanmış demektir. ez-Zubah
ise parmak diplerindeki çatlaklık anlamındadır. Testinin üstünün açılması
anlamında kullanıldığı gibi, mihraplar anlamına "el-Mezabih" kelimesi
kullanılır, Bu ise, "mezbah" kelimesinin çoğuludur. Mezbah ise, gelen
sellerin yerde yarık açması anlamındadır. Bir karış ve bu civardaki bu tür
çatlaklıklara bu isim verilir. Sa'd ez-Zabih, adı Sa'd olan meşhurlardan
birisidir,
Firavun küçük çocukları
boğazlıyor, kız çocukları hayatta bırakıyordu.
Ayet-i kerimede (kadın
anlamına gelen "nisa -mealde kızlar") ifadesi kızların nihayette
kadın olmaları dolayısıyla kullanılmıştır.
Bir kesim de şöyle
demiştir: "Oğullarınızı boğazlayıp" buyruğundan kasıt erkeklerinizi
keserler demektir. Onlara "oğullar" denilmesi bir zamanlar öyle
oldukları içindir. Bu görüşü ileri süren kimse ise "kadınlarınız"
kelimesinin kullanılışını delil gösterir.
Ancak birinci açıklama
daha doğrudur. Çünkü öncelikle anlaşılan budur, Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
11- Zalimin Emriyle
Zulmedenin Durumu:
Burada işlenen bu zalimce
fiilin, Firavun hanedanına nisbet edilme sebebi -onun emriyle ve onun
otoritesinden güç alarak- bu işi bizzat yapmalarından dolayı ve doğrudan bu
fiili işleyen kimsenin yaptığı bu işinden dolayı sorumlu tutulacağının
bilinmesi içindir. Taberi der ki: İfadenin bu şekilde olması şunu gerektirir:
Bir zalim, birisine herhangi bir kişiyi öldürme emrini verse, emrolunan kişi de
o şahsı öldürse öldüren kişi bundan sorumlu tutulur.
Derim ki: Bu mes'ele
hakkında ilim adamlarının üç ayrı görüşü vardır: Zalim ile katil birlikte
öldürülürler. Zalim emir verdiği için katil de fiilen bu işi işlediği için
öldürülür. en-Nehai'nin görüşü böyledir. Bu görüşü Şafii ve Malik de mes'elenin
durumuna göre kabul etmişlerdir. Şafii der ki: Hükümdar bir kimseye birisini öldürme
emrini verse emrolunan kişi de hükümdarın öldürme emrini haksızca verdiğini
bilse, emri yerine getirene de hükümdara da birlikte kısas uygulanır. Eğer
hükümdar öldürmek üzere emrolunanı zorlasa ve onun haksızca kendisini
öldüreceğini bilir ise, o takdirde hükümdara kısas uygulanır, emrolunan kişi
hakkında ise iki görüş vardır. Birisine göre ona da kısas uygulanır, diğer
görüşe göre kısas yoktur, fakat yarım diyet öder. İmam Şafii'nin bu görüşlerini
İbnu'l-Münzir kaydetmiştir.
Bizim (Maliki mezhebi) alimlerimiZ
ise şöyle demektedirler: Emrolunan kişi ya hükümdar veya kölenin efendisine
karşı durumunda olduğu gibi itaat etmesi gereken ve kötülüğünden korktuğu
kimsenin emriyle yapmıştır. O takdirde her ikisine de kısas uygulanır veya
itaat etmesi gerekmemektedir. Bu durumda emreden değil de sadece cinayeti
fiilen işleyen kişi öldürülür. Babanın çocuğuna, öğretmenin öğrettiği
öğrencilerine, sanatkarın ergenlik yaşına gelmemiş çıraklarına emretmesi
halinde olduğu gibi. Eğer emrolunan kişi, ergenlik yaşına gelmemiş ise, emreden
kişi öldürülür, küçüğün akilesi ise yarım diyet öder.
İbn Nafi der ki: Efendi
-Arap olmasa dahi- bir kölesine bir insanı öldürmesini emredecek olursa
öldürülmez. İbn Habib der ki: Ben İbnü'l-Kasım'ın görüşünü kabul ederek her
ikisinin de öldürüleceğini söylüyorum. Emre uymaması halinde emrolunana bir
zarar geleceğinden korkulmayacak olur ise böyle bir öldürme ikrah kapsamına
sokulmaz, aksine emrolunan kişi öldürülür, emreden kişi öldürülmez. Buna
karşılık emreden kişi dövülür ve hapsedilir.
İmam Ahmed, kölesine bir
başkasını öldürme emri veren kişi hakkında efendinin öldürüleceğini
söylemiştir. Bu görüş Ali b. Ebi Talib ve Ebu Hureyre (r.a.) dan rivayet
edilmiştir. Hz. Ali ayrıca der ki: Köle de hapse atılır. İmam Ahmed der ki:
Köle hapsedilir, dövülür ve te'dib edilir. es-Sevri der ki: Efendiye ta'zir
cezası verilir. el-Hakem ve Hammad der ki: Köle öldürülür. Katade der ki: İkisi
de birlikte öldürülür.
Ayrıca Şafii şöyle
demiştir: Eğer köle fasih (Arapçayı anlayan) ve aklı eren bir kimse ise
öldürülür, efendi ise cezalandırılır. Eğer köle Arap değil ise (Arapça bilmiyor
ise) o takdirde efendiye kısas uygulanır.
Süleyman b. Musa der ki:
Emreden kişi öldürülmez, fakat elleri kesilir, sonra da cezalandırılır ve
hapsedilir. Bu da ikinci görüştür ve emrolunan kişi ise fiilen cinayet
işlediğinden dolayı öldürülür.
Ata, Hakem, Hammad,
Şafii, Ahmed ve İshak da başkasını öldürmeyi emreden kişi hakkında böyle
söylemişlerdir. Bunu da İbnu'I-Münzir zikretmiştir.
Zufer ise şöyle
demiştir: Bunlardan herhangi birisi öldürülmez. Bu da üçüncü görüştür. Züfer'in
bu görüşünü Ebul Meali el-Burhan adlı eserinde nakletmiştir. Züfer'in görüşüne
göre emreden kişi de cinayeti fiilen işleyen kişi de bağımsız olarak kısas
uygulanacak durumda değildirler. Bundan dolayı onların hiç birisi öldürülmez.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
12- Firavun'un Erkek
Çocukları Boğazlama Sebebi:
Cumhur (az önce de
belirtildiği gibi): (...) kelimesini "be" harfini şeddeli olarak
okur. İbn Muhaysin ise şeddesiz olarak okur. Ancak birinci okuyuş şekli daha
uygundur. Çünkü bu boğazlama işi defalarca tekrarlanmış bir olaydır. Rivayet
edildiğine göre şöyle bir rüya görmüştü: Beytü'I-Makdis'ten çıkan bir ateş
gelir ve Mısır'ın evlerini yakar. Onun gördüğü bu rüya şöyle yorumlanmıştı:
İsrailoğulları arasında doğacak çocuk büyüyecek ve Firavunun mülkü onun eliyle
yıkılacaktır. Çocukların boğazlanmasına dair başka açıklamalar da yapılmıştır.
Bu açıklamaların ihtiva ettiği mana da birbirine yakındır.
13- Bela ve imtihan:
Yüce Allah'ın:
"Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır" buyruğu sözü
geçen bütün işlere işarettir. Çünkü bu buyruk haberdir ve hali hazırda bulunan
tek bir işin durumunu bildiriyor gibidir. Yani onların bu işi yapmaları sizin
için büyük bir imtihandır, denemedir. "Bela" kelimesi ni'met
demektir. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğunda da bu kökten gelen kelime bu
anlamda kullanılmıştır: "O mü'minleri kendi lütfuyla güzel bir bela ıle
denemek için (bunu yaptı)." (el-Enfal, 17) (Burada bela kelimesi ni'met anlamındadır.)
Ebü'l-Heysem der ki:
Bela iyi de olabilir, kötü de olabilir. Bunun asıl anlamı mihnet (sınama)
demektir. Yüce Allah kulunu onun şükrünü sınamak üzere iyiliklerle ibtila
ettiği gibi, sabrını sınamak üzere hoşuna gitmeyen şeylerle de ibtila eder. O
bakımdan iyi olana da, güzel olana da bela, kötü olana da bela denilmiştir.
Bunu el-Herev! zikretmiştir.
Başkaları ise şöyle
demiştir: "Bunda" ifadesi ile İsrailoğullarının kurtarılmalarına
işaret edilmiştir. Buna göre burada sözü geçen bela hayırlı işlerde olmuş
demektir. Yani sizin kurtarılışınız Allah'ın üzerinizdeki büyük bir ni'metidir,
demektir.
Cumhurun görüşüne göre
ise "bunda" ile boğazlama ve benzeri şeylere işaret edilmektedir. O
vakit burada "bela" kötü şeyler demektir. Anlamı da şöyle olur:
Çocuklarınızın boğazlanmasında hoşunuza gitmeyecek ve ağır bir imtihan vardır.
İbn Keysan da der ki: Hayırlı şeyler hakkında -hemzeli olarak (...) şeklinde
kullanıldığı gibi, hemzesiz olarak (...) şeklinde de kullanılır demiş ve her
iki şekliyle kullanıldığı şu beyiti örnek göstermiştir: "Onların size
yaptıklarına Allah, iyilikle karşılık verdi Ve onun mükafat olarak verdiği en
hayırlı bela ile ibtila etti."
Çoğunluğun görüşüne göre
ise, hayırlı şeyler hakkında "hemzeli" olarak kullanılacağı kötülük
hakkında da "hemzesiz" kullanılacağı ifade edilmektedir. Denemek ve
sınamak ile ilgili olarak da "ibtila" ve (...) şekli kullanılır. Bunu
da en-Nehhas nakletmiştir.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN