BAKARA 196 /
Buyruğun: "Şayet
alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" bölümüne
dair açıklamalarınızı on iki başlık altında sunacağız:
1- Bu Bölümün Anlaşılmasındaki Zorluk
ve Bu Zorluğun Giderilmesi:
2- Hanefilere Göre "Muhsar"
Kapsamına Kimler Girer:
3- Düşman Kuşatması Altında Kalan
Muhsar Ne Yapar?
4- Kafir, Müslüman Düşman Yahut Zalim
Yönetici Tarafindan Alıkonulan Kimsenin Durumu:
5- Hastalık Dolayısıyla Muhsar Kimse
(Beyte Ulaşamayan Kişi)
6- Hacc için ihrama Girenin ihsardan
Korkarak Şart Koşması:
7- Muhsar (Alıkonan Kimsenin) Kaza
Etmesinin Vücubu:
8- Bir Tarafı Kırılan veya Topallayanın
ihramdan Çıkması:
9- Hac ve Umre Açısından ihsar:
10- Muhasara Altına Alan Kişinin
Kimliği:
11- Muhasara Altına Alan Düşmanın Uzun
Süre Kalması Hali:
12- Hediye Kurbanının Mahiyeti:
1- Bu Bölümün
Anlaşılmasındaki Zorluk ve Bu Zorluğun Giderilmesi:
İbnu'l-Arabi der ki: Bu
ayet-i kerime müşkildir ve içinden çıkılması zor olanlardandır. Derim ki:
Hayır, bu ayetin müşkil bir tarafı yoktur Biz bunu gayet açık bir şekilde beyan
edeceğiz. Bu maksatla deriz ki:
İhsar (alıkonulmak);
gitmeyi amaçladığın yönden genel olarak her türlü engel ile alıkonulmak
demektir Yani özür her ne olursa olsun, senin maksadına engel olan herşeydir Bu
ister düşmanın alıkoyması olsun ister sultanın (yöneticinin) zulmü olsun, ister
hastalık isterse, başka herhangi birşey olsun. İlim adamları burada sözü geçen
engeli tayin etmek hususunda iki farklı görüş ortaya koymuşlardır:
Alkame, Urve b.
ez-Zübeyr ve başkaları der ki: Buradaki alıkoyan engel düşman değil,
hastalıktır
Yalnızca düşman olduğu
da söylenmiştir. Yalnızca düşman olduğunu İbn Abbas, İbn Ömer, Enes ve Şafii
söyler İbnu'l-Arabi der ki: Bizim ilim adamlarımızın da tercih ettiği görüş
budur .
Dilcilerin ve dil
uzmanlarının çoğunluğunun görüşüne göre: "Alıkonulan, muhsar kalan"
tabiri hastalığa maruz kalan kimse hakkında, buna karşılık
"Engellenen" ise düşman ile karşı karşıya kalan kimse hakkında
kullanılır.
Derim ki;
İbnu'l-Arabi'nin naklettiği ve ilim adamlarımızın tercih ettiği görüş olarak
zikrettiği şeyi sadece Eşheb söylemiştir Malik'in diğer arkadaşları ise bu
konuda ona muhalefet eder ve şöyle derler: İhsar yalnızca hastalıktır Düşman
hakkında ise "hasr" tabiri kullanılır ve bu durumda kalan kimseye de
(muhsar değil) mahsur denilir. Bu açıklamayı el-Baci (Muvatta şerhi olan)
el-Müntekd adlı eserinde zikretmektedir. Ebu İshak ez-Zeccac da bütün
dilcilerin -ileride geleceği üzere- bunu böyle kabul ettiklerini
nakletmektedir. Ebu Ubeyde ve el-Kisai ise şöyle der: "Muhsar"
hastalık dolayısıyla engellenen, "mahsür" ise düşman tarafından
engellenen kimse demektir. İbn Faris'in el-Mücmel adlı eserinde ise bunun aksi
zikredilmektedir. Buna göre hastalığın engellediği kimse mahsür, düşmanın
engellediği kimse ise muhsardır. (Ayet-i kerimede geçen ve "alıkonmak"
anlamı verilen kelimenin "muhsar" olduğunu hatırlayalım).
Bir kesim de şöyle
demektedir: Her ikisinde de (...) şeklinde Cism-i mefulü muhsar olarak) rubai
(dört harfli) den kullanılır. Bunu da Ebu Ömer (İbn Abdi'l-Berr)
nakletmektedir.
Derim ki: Bu, Malik'in
Muvatta"ında her ikisi hakkında (hastalık ve düşmanı kastederek) aynı
kökten gelen kelimeyi (uhsira) kullanarak koyduğu başlıktaki görüşünü
andırmaktadır.
Bunun üzerinde düşünmek
gerekir.
el-Ferra der ki: Bu iki
kip hem hastalık hakkında hem de düşman hakkında aynı anlamda kullanılır.
el-Kuşeyri Ebu Nasr da
şöyle der: Şafiiler "ihsar"ın düşman hakkında kullanıldığını,
hastalık hakkında ise "mahsur kalma"nın kullanıldığını iddia eder.
Doğrusu ise bu iki şeklin her iki mana hakkında da kullanıldığıdır.
Derim ki: Halil b. Ahmed
ve başkaları Şafiilerin iddialarının tam aksini belirtmişlerdir. Halil der ki:
Bir kimseyi alıkoyup engellediğin zaman "mahsur bıraktı" dersin.
Hastalık veya benzeri bir sebep dolayısıyla hac menasiki yerlerine ulaşmaktan
alıkonulan hacıya da "muhsar" denir. Evet, el-Halil böyle der.
Birincisini "hasara"dan sülası, hastalık ile ilgili olanını da rubai
kabul etmiştir. İşte İbn Abbas'ın: "Düşmanın alıkoyup engellemesi dışında
hasr yoktur" sözü de buna göre açıklanır.
İbnu's-Sikkıt der ki:
Hastalık, yolculuktan veya yerine getirmek istediği bir ihtiyacını
karşılamaktan bir kimseyi alıkoyduğu vakit "ihsar" tabiri kullanılır.
(Muhsar burdan gelir). Düşman bir kimseyi kuşatıp onun içinde bulunduğu çevreyi
daralttıkları takdirde ise "muhasara" tabiri kullanılır. el-Ahfeş der
ki: Mahsur hapsedilen, alıkonulan demektir. Hastalığım beni ihsar etti, sidiğim
ihsar etti ise; benim kendi kendimi zorlamam ve sıkıştırınam anlamına gelir.
Ebu Amr eş-Şeybanı der ki: Her iki şekilde de alıkoyup engelleyen şey hakkında
ihsar ve mu hasara tabirleri kullanılır.
Derim ki: Dilcilerin
çoğunluğu mu hasara ve türevlerinin düşman hakkında, ihsarın ise hastalık
hakkında kullanıldığını kabul etmektedir. Bu Yüce Allah'ın şu buyruğu hakkında
da söylenmiştir: Munhasiran (uhsirü) kendilerini Allah yolunda adamış ...
fakirler için." (el-Bakara, 273) İbn Meyyade de şöyle der: "Leyla'nın
senden uzaklaşmış olması da ondan ayrılmak değildir Seni işlerinin engellemesi
(ahsara) de."
ez-Zeccac da der ki:
Bütün dilcilere göre "ihsar" hastalıktan dolayı olur.
Düşmanlıktan dolayı olur
ise ona ancak "hasr" denilir. Birincisinde ise "ihsar"
kullanılır. Bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa delalet etmektedir. Kelimenin
asıl anlamı alıkonmaktan (habs) gelir. Kendisini sırrını açıklamaktan alıkoyan
kimseye "hasir" denilmesi de buradan gelmektedir. Perdelerin
arkasında bir mahbusu andırdığından dolayı hükümdara da "hasir"
denilir. Çul çubuklarının üstüste gelmeleri dolayısıyla -bü-şeyin başka birşeyle
birlikte alıkonulmasında olduğu gibi- üzerinde oturulan "hasir
(hasır)"a "hasir" denilmesi de burdan gelmektedir.
2- Hanefilere Göre
"Muhsar" Kapsamına Kimler Girer:
"Hasır" asıl
itibariyle alıkoymak anlamına geldiğinden dolayı Hanefiler şöyle der: Muhsar
ihrama girdikten sonra hastalık, düşman veya başka bir sebep dolayısıyla
Mekke'ye girmekten alıkonulan kimsedir. Buna "ihsar"ın mutlak
anlamının bunu gerektirdiğini delil gösterir ve şöyle derler: Ayet-i kerimenin
sonunda "güvenlik"ten söz edilmesi hastalıktan dolayı ihsarın
sözkonusu olmayacağına delalet etmez. Peygamber (s.a.v.) da şöyle
buyurmaktadır: "Nezle olmak, cüzzamdan bir emandır." Bir başka
hadiste de şöyle buyurmaktadır: "Her kim aksırandan önce elhamdülillah
diyecek olursa, diş ağrısından, kulak ağrısından, karın ağrısından güvenlik
altında olur." Bu hadisi İbn Mace, Sünen'inde rivayet etmektedir.
Hanefiler şunu da
söylerler: Bizim düşmanın alıkoymasını ihsar kabul etmemiz -onun hükmünde (onun
gibi alıkoyucu) olduğu takdirde - hastalığa kıyasendir. Zahir sözün delaleti
dolayısıyla değildir.
İbn Ömer, İbn ez-Zübeyr,
İbn Abbas, Şafii ve Medineliler ise şöyle demektedirler: Ayet-i kerimeden kasıt
düşmanın muhasarasıdır. Çünkü ayet-i kerime Hudeybiye umresi hakkında hicretin
altıncı yılında nazil olmuştur. O sırada müşrikler Rasülullah (s.a.v.)'ın
Mekke'ye girmesini engellemişlerdi. İbn Ömer der ki: Rasülullah (s.a.v.) ile
birlikte (umre yapmak üzere) çıktık. Kureyş kafirleri (bizim) Beyt'e ulaşmamızı
engellediler. Peygamber (s.a.v.) de kurbanlarını kesti ve başını traş etti.
Buna Yüce Allah'ın
(ayetin sonundaki): "Emin olduğunuz vakit.." diye buyurup
"iyileştiğiniz vakit" diye buyurmaması delalet etmektedir.
3- Düşman Kuşatması
Altında Kalan Muhsar Ne Yapar?
Çoğunluk düşman
tarafından muhasara altına alınan kimsenin bu şekilde muhasara altına alındığı
yerde ihramdan çıkacağını ve eğer kurbanı varsa orada kurbanını keseceğini,
başını traş edeceğini kabul etmiştir.
Katade ve İbrahim ise
şöyle der: İmkan bulursa kurbanını gönderir. Ve bu gönderdiği kurban yerine
(yani kurban kesme günü Mina'ya) ulaşırsa o vakit helal olur (ihramdan çıkmış
olur).
Ebu Hanife ise şöyle
der: İhsar dolayısıyla kesilmesi gereken kurbanın mutlaka kurban bayramı
birinci günü kesilmesi gerekmez. Bu kurbanın yerine ulaşması halinde kurban
bayramı birinci gününden önce kesilmesi de caizdir. Ancak iki arkadaşı (Ebu
Yusuf ile Muhammed) ona muhalefet ederek şöyle derler: Kurban bayramı birinci
günü kesilmesi gerekir. Eğer daha önce kesilirse bu yeterli olmaz, Bu meseleye
dair daha fazla açıklama ileride gelecektir.
4- Kafir, Müslüman
Düşman Yahut Zalim Yönetici Tarafindan Alıkonulan Kimsenin Durumu:
İlim adamlarının
çoğunluğuna göre kafir ya da müslüman bir düşman tarafından alıkonulan veya
zalim bir yönetici tarafından hapsedilen bir kimsenin hediye kurbanı göndermesi
gerekir. Bu, Şafii'nin görüşüdür. Eşheb de bu görüşü benimsemiştir.
İbnu'l-Kasım şöyle der:
Hac veya umre için Beytullah'tan alıkonulan kimsenin beraberinde kurban
götürmüş olması hali müstesna, hediye kurbanı götürmesi gerekmez. İmam Malik'in
görüşü de budur. Bunların gösterdikleri delilleri arasında Peygamber
(s.a.v.)'ın Hudeybiye günü umre için ihrama girdiği vakit nişanladığı ve
gerdanlık taktığı hediye kurbanlarını kestiği de vardır. Hz. Peygamber
alıkonulduğu için, bu hediye kurbanları yerine ulaşamadığından Rasülullah
(s.a.v.)'ın emri üzerine bu hediye kurbanlıkları kesildi. Çünkü bu kurbanlıklar
gerdanlık takmak ve nişanlamak suretiyle kesilmesi vacip olmuş hediye
kurbanlarıydı. Bu kurbanlar Allah için ayrılmıştı ve dolayısıyla bu konuda geri
dönmek caiz değildi. Yoksa Rasülullah (s.a.v.) engellendiği için bunları kesme
di. Bundan dolayı Beyt'e ulaşmaktan alıkonulan kimsenin bir hediye kurbanı
kesmesi icabetmez.
Ancak cumhur şunu delil
gösterir: Rasülullah (s.a.v.) hediye kurbanlarını kesinceye kadar Hudeybiye
gününde ihramdan da çıkmadı, başını da traş etmedi. İşte bu, muhsar olan
kimsenin ihramdan çıkabilmesi için eğer beraberinde bulunuyor ise hediye
kurbanlarının kesilmesinin şart olduğunu, fakir ise bunu bulup kesmeye güç
yetireceği zamana kadar bekleyeceğini ve ancak onu kesmekle ihramdan
çıkabileceğini göstermektedir. Yüce Allah'ın: "Şayet alıkonursanız, o
halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" buyruğu da bunu gerektirmektedir.
Şöyle de denilmiştir:
İhramdan çıkar ve güç yetireceği zaman onu keser.
Bu her iki görüş de
Şafii'ye aittir. Satın alacak hediye kurbanı bulamayanın durumu da böyledir. Bu
konuda da belirtildiği üzere iki görüş vardır.
5- Hastalık
Dolayısıyla Muhsar Kimse (Beyte Ulaşamayan Kişi)
Ata ve başkaları der ki:
Hastalık sebebiyle muhsar (alıkonan), düşmanın alıkoyduğu kimse gibidir.
Malik, Şafii ve
arkadaşları ise şöyle der: Hastalığın alıkoyduğu bir kimsenin ihramdan çıkması
ancak Beyt'i tavaf etmesiyle mümkün olur. İsterse kendisine gelene kadar
seneler boyu orada ikame etsin. Günlerin sayısını şaşıran yahut da hilali iyice
tesbit edemeyenin durumu da böyledir. Malik der ki: Bu konuda Mekkelilerle
Mekke'nin dışından gelenler arasında fark yoktur. Yine o şöyle der: Hastanın
ilaç kullanmaya ihtiyacı olursa buna karşılık fidye verir ve ihramından çıkmaz.
İyileşmediği sürece de ihramını sürdürür ve herhangi bir ihram yasağını
kullanamaz. Hastalığı iyileşirse Beytullah'a gider ve yedi tavaf yapar, Safa ile
Merve arasında sa'y eder. Ve böylelikle hacc ya da umresinden dolayı ihramdan
çıkmış olur. Bütün bunlar Şafii'nin görüşüdür. O bu hususta Hz. Ömer, İbn
Abbas, Hz. Aişe, İbn Ömer ve İbn ez-Zübeyr'den hastalık ya da sayıdaki
yanlışlığı (yani yanlış hesaplaması) sebebiyle muhsar kalan kimse hakkında
söyledikleri ile ilgili şu rivayete dayanır: Onlara göre böyle bir kimse ancak
Beytullah'ı tavaf ederek ihramdan çıkar. Yahut aşırı ishal olanın durumu da
böyledir.
Malik ve mezhebine
mensub ilim adamlarına göre bu durumda olan kimsenin hükmü şudur: Böyle bir
kimse hastalığı dolayısıyla Arafe'de vakfeyi kaçıracağından korkarsa
muhayyerdir. Dilerse kendine geldiği takdirde Beyt'e gitmeye devam eder, orada
tavafını yapar ve bir umre yaparak ihra mdan çıkar. Dilerse gelecek seneye
kadar ihramı üzere kalır. Eğer ihra mı üzere kalmayı devam ettirip hacıya yasak
olan herhangi bir şeyi işlemezse hediye kurbanı gerekmez. Bu konuda İmam
Malik'in delillerinden birisi de sahabe-i kiramın bu husus üzerindeki icmaıdır:
Sayıyı şaşıran kimsenin de hükmü budur. Böyle bir kimse ancak Beyt'i tavaf
etmek ile ihramdan çıkar. Haclarını ifa etmekte olanlar, haclarını bitirinceye
kadar mahsur kalan Mekkeliler hakkında da şöyle der: Bu durumda olanlar, Harem
bölgesinin dışına çıkar, telbiye getirir, umre yapan kimse ne yaparsa onu yapar
ve ihramdan çıkarlar. Ertesi sene ise hacceder ve hediye kurbanını gönderirler.
İbn Şihab ez-Zühri,
Mekkelilerden olup da muhasara altına alınan muhsar hakkında şöyle der: Böyle
bir kimsenin isterse teneşir üzerinde kaldırılsın Arafe'de vakfe yapması
kaçınılmazdır. Maliki mezhebine mensub Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed b. Abdullah
b. Bukeyr bu görüşü tercih eder ve şöyle der:
Mekkeli muhsar ile
ilgili olarak Malik'in görüşü şudur: Böyle bir kimse Mekke dışından gelenler
gibi haccını iade etmesi ve hediye kurbanı kesmesi Kitabın zahirinden anlaşılan
hükme muhaliftir. Çünkü Yüce Allah: "Bu, aile ikametgahı Mescid-i Haramda
olmayanlar içindir" diye buyurmaktadır.
Ebu Bekr Muhammed b.
Ahmed der ki: Bu hususta bence uygun görüş ez-Zühri'nin şu görüşüdür: Aziz ve
celil olan Allah, Mescid-i Haram'da aile ikametgahı bulunmayan kimseler için
aradaki o uzaklık sebebiyle ikamet eder, tedavi görür, velevki haccı kaçırsın.
Fakat kendisiyle Mescid-i Haram arasında namazın kısaltılmasını mübah kılacak
kadar mesafe bulunmayan kimse hac menasikinde bulunur. İsterse teneşir üzerinde
taşınsın. Çünkü Beyt'e olan uzaklığı yakındır.
Ebu Hanife ve
arkadaşları ise şöyle der: Düşman, hastalık, parasının bitmesi, bineğini
kaybetmesi, zehirli bir hayvanın sokması gibi Beyt'e ulaşmaktan alıkonulan
herkes olduğu yerde ihramlı olarak kalır; ya hediye kurbanını veya onun
bedelini gönderir. Hediye kurbanı kesildiği takdirde ihramından çıkar. Urve,
Katade, Hasan, Ata, en-Nehai, Mücahid ve Iraklılar bu görüştedirler. Çünkü Yüce
Allah: "Şayet alıkonursanız o halde kolayınıza gelen hediye kurbanından
(gönderin)" diye buyurmaktadır.
6- Hacc için ihrama
Girenin ihsardan Korkarak Şart Koşması:
Malik ve arkadaşları der
ki: İhrama giren bir kimse hastalık veya düşman sebebiyle ihsardan korktuğu
takdirde hacca dair şart koşmasının bir faydası yoktur. Sevri, Ebu Hanife ve
arkadaşları da bu görüştedir. Şart koşmak ise kişinin ihrama girmesi halinde;
"lebbeyk Allahumme lebbeyk, benim ihra mdan çıkacağım yer yeryüzünden beni
alıkoyacağın yer olsun" demesidir. Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh ve
Ebu Sevr ise şart koşmakta bir mahzur yoktur ve bu şartı onun lehinedir,
demişlerdir. Bunu ashab ve tabiinden birden çok kişi söylemiş ve kabul
etmiştir. Buna dair delilleri ise ez-Zübeyr
b. Abdülmuttalib'in kızı
Dubaa yoluyla gelen hadis-i şeriftir.
Dubaa, Rasülullah
(s.a.v.)'ın yanına varıp şöyle der: Ey Allah'ın Rasülü, ben haccetmek
istiyorum, şart koşabilir miyim? diye sorar. Hz. Peygamber (s.a.v.): Evet diye
buyurunca Dubaa: Nasıl diyeyim? diye sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurur:
"Şöyle de: Lebbeyk, Allahumme lebbeyk. Benim ihramdan çıkacağım yer
yeryüzünde beni alıkoyacağın yer olsun." Bu hadisi Ebü Davüd, Darakutni ve
başkaları rivayet etmiştir.
Şafii der ki: Eğer
Dubaa'dan gelen hadis sabit ise ben o hadisin dışına çıkmam. Ve bu durumda
böyle şart koşan bir kimsenin ihramdan çıkacağı yer, Allah'ın onu (devam
etmekten) alıkoyacağı yer olur.
Derim ki: Bu hadisi
birden çok kişi sahih kabul etmiştir. Ebu Hatim el-Büsti ve İbnu'l-Münzir
bunlardandır. İbnu'l-Münzir'in: Rasülullah (s.a.v.)'ın ez-Zübeyr'in kızı
Dubaa'ya: "Haccet ve şart koş" dediği sabittir. Şafii de bu hadis
gereğince Irak'ta bulunduğu sırada görüş belirtmiş, daha sonra Mısır'da bu
konuda görüş belirtmekten kaçınmıştır. İbnu'l-Münzir der ki: Ben birinci görüşü
kabul ediyorum. Bunu Abdürrezzak şöylece zikretmektedir: Bize İbn Cüreyc haber
vererek dedi ki: Bana Zübeyr haber verdi ki Tavus ve İkrime kendisine İbn Abbas'tan
şöyle dediğini haber verdiler: ez-Zübeyr kızı Dubaa, Rasülullah (s.a.v.)'in
yanına gelip şöyle dedi: Ben (hastalıktan dolayı) ağırlaşmış bir kadınım.
Bununla birlikte hacc da etmek istiyorum. Bana ne şekilde ihrama girip telbiye
getirmemi emredersin. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Telbiye getirerek ihrama gir
ve beni alıkoyduğun yerde ihramdan çıkayım diye şart koş." (İbn Abbas)
dedi ki: Dubaa, haccını tamamladı. Bu hadisin isnadı sahihtir.
7- Muhsar (Alıkonan
Kimsenin) Kaza Etmesinin Vücubu:
İlim adamları muhsar
kimsenin kaza etmesinin vücubu hakkında da farklı görüşlere sahiptir.
Malik ve Şafii der ki:
Düşman tarafından alıkonan kimsenin haccını da umresini de kaza etmesi
gerekmez. Ancak hiç haccetmemiş olması hali müstesnadır. O takdirde haccın ona
vücubu ne şekilde ise öylece haccetmesi gerekir. Haccı farz ve vacip olarak
kabul eden kimselere göre; umrenin durumu da böyledir. Ebu Hanife ise şöyle
demektedir: Hastalık ya da düşman sebebiyle muhsar olan bir kimsenin bir hac ve
bir umre yapması gerekir. Bu aynı zamanda Taberi'nin de görüşüdür. Re'y ashabı
şöyle derler: Eğer yalnızca haccetmek için ihrama girip telbiye getirmiş ise
bir hac ve bir umrenin kazasını yapar. Çünkü onun hac için ihrama girmesi
umreye dönüşmüştür. Şayet hacc-ı kıran için niyet etmiş ise bir hac ve iki umre
kaza eder. Eğer yalnızca bir umre için ihrama girmiş ise tek bir umre kazası
yapar. Hanefilere göre az önce de geçtiği üzere- hastalık veya düşman
dolayısıyla muhsar arasında fark yoktur. Delil olarak da Meymun b. Mehran'dan
gelen şu hadisi gösterirler: Meymun dedi ki: Şamlılar'ın Mekke'de İbn
ez-Zübeyr'i muhasara altında tuttuğu sene umre yapmak üzere çıktım, Kavmimden
olan bazı kimseler benimle birlikte hediyelik kurbanlar da gönderdiler.
Şamlılar'ın bulunduğu yere ulaşınca Harem'e girmeme engel oldular. Ben de
olduğum yerde hediye kurbanlıkları kestim, sonra da ihramdan çıktım ve bilahare
geri döndüm. Ertesi sene umremin kazasını yapmak üzere çıktım. İbn Abbas'a
varıp ona sordum. Bana: Hediye kurbanlıkların bedelini (yani onlara bedel başka
kurbanlıkları) de götür. Çünkü Resulullah (s.a.v.) ashabına Hudeybiye yılı
kestikleri hediye kurbanlarının bedelini kaza umresinde götürmelerini
emretmişti.
Bu görüşü savunanlar Hz.
Peygamber'in şu buyruğunu da delil gösterirler: "Her kimin (bir kemiği)
kırılır veya topallarsa o kişi ihramdan çıkar. Ve o kimsenin bir başka hac
yahut bir başka umre yapması gerekir." Bunu İkrime, el-Haccac b. Amr
el-Ensari'den rivayet etmiştir. el-Haccac dedi ki: Rasülullah (s.a.v.)'ı şöyle
buyururken dinledim .. "Her kim topallar yahut (bir kemiği) kırılırsa o
kişi ihramdan çıkar ve bir hac daha yapması gerekir."
Bu görüşün sahipleri
derler ki: Buna göre Resulullah (s.a.v.)'ın ve ashabının Hudeybiye yılının
ertesi senesi umre yapmaları o umrenin kazası idi. Devamla derler ki: İşte
bundan dolayıdır ki ona "kaza umresi" adı verilmiştir.
Malik de şunu delil
gösterir: Resulullah (s.a.v.), ashabından olsun beraberinde bulunanlardan olsun
herhangi bir kimseye herhangi birşeyin kazasını yapmalarını ve herhangi bir
şeyi yeniden yapmalarını emretmiş değildir. Bu konuda herhangi bir şekilde Hz.
Peygamber'den bir haber de bellenmiş değildir. Hudeybiye'nin ertesi yılı da:
"Benim bu umrem mahsur tutulduğum umrenin kazasıdır" da dememiştir.
Ondan böyle bir nakil gelmemiştir. Kaza umresi ile kaziyye umresi arasında da
fark yoktur. Ona bu ismin veriliş sebebi, Rasülullah (s.a.v.)'ın Hudeybiye yılı
Kureyşlilerle o sene Beyt'e varmayıp geri dönmesi ve ertesi yıl gelmesi
şartıyla barış yapmasından dolayı Kaza umresine bu şekilde "Kaziyye
umresi" adı verilmiştir.
8- Bir Tarafı Kırılan
veya Topallayanın ihramdan Çıkması:
Bir tarafı kırılan ya da
topallayan kimse hakkında aynı kırık sebebiyle olduğu yerde ihramdan çıkacağını
fukaha arasında Ebu Sevr'den başka söyleyen yoktur. O da bunu (az önce
kaydedilen) el-Haccac b. Amr yoluyla gelen hadisin zahirine bakarak
söylemiştir. Bu hususta Davud b. Ali ve onun mezhebine mensup olanlar
(Zahiriler) da onun izinden gitmiştir.
İlim adamları ise
kırıktan dolayı ihramdan çıkmayacağını icma ile kabul etmekle birlikte; ne ile
ihramdan çıkacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Malik ve başkaları:
Beyt'i tavaf etmek suretiyle ihramdan çıkar, başka birşey ile ihramdan çıkamaz,
der.
Ona muhalefet eden
Küfeliler ise şöyle derler: Niyet ile bir de kendisi ile ihramdan çıkacağı işi
yapmakla ihramdan çıkar. Nitekim bu hususta onların görüşlerine dair
açıklamalar önceden geçmiştir.
9- Hac ve Umre
Açısından ihsar:
Çeşitli bölgelerin ilim
adamları arasında ihsarın hac ve umre hakkında genel bir durum olduğu hususunda
görüş ayrılığı yoktur.
İbn Sirin ise şöyle der:
Umrede ihsar sözkonusu değildir. Çünkü umrenin belli bir vakti yoktur. Ona
şöyle cevap verilmiştir: Her ne kadar belli bir vakti yoksa da mazeretin
ortadan kalkmasına kadar ihramda kalmakta zarar sözkonusudur. Zaten ayet-i
kerime de böyle bir durum hakkında nazil olmuştur. İbn ez-Zübeyr'den
nakledildiğine göre düşman ya da hastalık sebebiyle muhsar olan kimse ancak
Beyt'i tavaf etmek ile ihramdan çıkabilir. Aynı şekilde bu da Hudeybiye yılı
ile ilgili haberlerin nassına aykırıdır.
10- Muhasara Altına
Alan Kişinin Kimliği:
Muhasara altına alan
kişi (hasir) ya kafirdir, ya da müslümandır. Şayet kafir ise ona karşı üstünlük
sağlayacağından emin olsa dahi ona karşı savaşması caiz değildir ve olduğu
yerde ihramdan çıkar. Çünkü Yüce Allah -önceden de geçtiği üzere- şöyle
buyurmaktadır: "Siz de Mescid-i Haram 'ın yakınında onlarla
savaşmayınız." (el-Bakara, 191) Eğer kafir ihsarı kaldırmak için bir bedel
isterse istediğini vermek caiz değildir. Çünkü bu İslam'ın güçsüzlüğünü
gösterir.
Eğer muhasara altına
alan kişi müslüman ise hiçbir şekilde onunla savaşmak caiz olmaz ve ihramdan
çıkmak icabeder. Şayet bir şeyler ister ve bunun karşılığında yolu serbest
bırakacak olursa, istediğini ona vermek caiz olur.
Ancak can telefine sebep
teşkil edeceğinden dolayı savaşmak caiz olmaz.
İbadetlerin edasında ise
can telefi gerekli değildir. Çünkü din bu konuda daha müsamahakardır. İstediği
bedelin verilmesine gelince, bunun caiz olması iki büyük zarardan daha hafif
olanını bertaraf ettiğinden dolayıdır. Diğer taraftan hacc, uğrunda mal
harcanan bir ibadettir. Bu da harcama kapsamında sayılır.
11- Muhasara Altına
Alan Düşmanın Uzun Süre Kalması Hali:
Muhasara altına alan
düşmanın ya gücü ve çokluğu sebebiyle uzun süre kalıp orayı yurt edineceğinden
kesinlikle emin olunur ya da olunmaz. Eğer birinci durum sözkonusu ise muhsar
kişi derhal bulunduğu yerde ihramdan çıkar. İkinci durum sözkonusu ise -ki bu
zevali umulan bir şey olur- o takdirde böyle bir kimsenin mahsur sayılabilmesi
ancak; düşman bertaraf olursa kalan süre içerisinde hacca yetişmesine imk'in
kalmamıştır hükmüne varabileceği bir süreye kadar mahsur sayılmaz. Bu kanaate
sahip olduğu takdirde İbnu'l-Kasım ile İbnu'I-Macuşün'a göre ihramdan çıkar.
Eşheb ise şöyle der: Düşman sebebiyle haccdan alıkonulan bir kimse kurban
bayramı birinci gününe kadar muhsar olmaz. İnsanlar Arafata çıkana kadar da
telbiye getirmeyi kesmez.
İbnu'l-Kasım'ın görüşünü
şöylece açıklamak mümkündür: Artık bu kanaatin uyandığı zaman, üstünlük
sağlayan düşman sebebiyle haccını tamamlamaktan yana ümidini kesme zamanıdır. O
bakımdan bu zaman gelip çattığında ihramdan çıkması caiz olur. Bu görüşün asıl
dayanağı Arafe'ye çıkılacağı gündür.
Eşheb'in görüşünü de
şöylece açıklamak mümkündür: Böyle bir kimse yerine getirmesi ve kendisi için
bağlı kalınması mümkün olan ihramın hükümlerini kurban bayramı birinci gününe
kadar yerine getirmekle yükümlüdür. Çünkü bu vakitte hac yapan bir kimse,
yerine getirmesi mümkün olan şeyleri yaparak ihramdan çıkar. O bakımdan bu
durumdaki muhsarın da bu şekilde yapması gerekir.
Yüce Allah'ın: "O
halde kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" buyruğunun anlamı
şudur: Yani size düşen, kolayınıza gelen bir hediye kurbanını göndermektir.
Böyle bir kurbanı
kesiniz veya hediye gönderiniz, anlamında olma ihtimali de vardır. İlim
adamlarının çoğunluğuna göre "kolayınıza gelen"den kasıt, bir
koyundur. İbn Ömer, Aişe ve İbn ez-Zübeyr ise "kolayınıza gelen"den
kasıt, büyük, küçük deve, büyük küçük inektir. Bunların dışında herhangi bir
hayvandan olmaz. el-Hasen der ki: Hediye kurbanının azamisi bir deve, ortası
bir inek, aşağısı da bir koyundur.
İşte bu buyrukta İmam
Malik'in benimsediği, düşman sebebiyle muhsar olan bir kimsenin kaza yapması
vacip değildir, görüşüne bir delil vardır. Çünkü Yüce Allah: "O halde
kolayınıza gelen hediye kurbanından (gönderin)" diye buyurmakta, kaza
yapmaktan söz etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
12- Hediye Kurbanının
Mahiyeti:
Yüce Allah'ın:
"Hediye kurbanından" buyruğunda yer alan "el-hedy"
Beytullah'a hediye olarak gönderilen bedene (deve) ve başka türden
kurbanlardır. Araplar: Filanoğullarının hediyleri kaç tanedir? derken, kaç tane
develeri vardır diye sormak isterler.
Ebü Bekr der ki:
(Develere) hedy deniliş sebebi, onların bir kısmının Beytullah'a hediye olarak
gönderilmelerindendir. Böylelikle bütün develere bir kısmının durumunun adı
verilmiş olmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şayet bir
hayasızlık işlerlerse o vakit üzerlerine hür kadınların üzerlerindeki cezanın
yarısı vardır. "(en-Nisa, 25) Yüce Allah burada şunu kastetmektedir: Eğer
cariyeler zina ederse onların her birisine zina eden hür ve bakirenin cezasının
yarısı vardır. Yüce Allah burada muhsan kadınları sözkonusu ederek bakireleri
murad etmiştir. Çünkü çoğunlukla bakireler muhsan olurlar. O bakımdan elan bir
kısmında mevcut olan bir özellik onlara ad olarak verilmiştir. Hür kadınlar
arasından muhsan olan kadın ise evli olan kadın demektir. Böyle birisi zina
ettiği takdirde recmedilmesi gerekir. Recm cezası ise bölümlere ayrılamaz; ki
onun yarısını cariyeye uygulamak mümkün olabilsin. İşte böylelikle burada
"muhsan" kadınlar ile evli olan kadınların değil, bakire kızların
kastedildiği açıkça anlaşılmış olmaktadır.
el-Ferra der ki:
Hicazlılar ve Esedoğulları, hedy kelimesini (son harfi olan ye'yi) şeddesiz
olarak okurlar. Temim ile Kayslılar'ın aşağı kesimlerinde kalanlar şeddeli
okuyarak "hediyy" derler. Şair der ki:
"Yemin ettim Mekke
ve namazgahın Rabbine Ve bir de gerdanlık takılmış hediylerin rabbine"
el-Ferra der ki:
"Hedy"in tekili: Hediyyedir. Hedy'in çoğulu ise ehda' şeklinde de
gelir.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN
"Hediye
kurbanı yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyiniz"
Bakara 196 giriş
sayfasına dön