BAKARA 173 |
إِنَّمَا
حَرَّمَ عَلَيْكُمُ
الْمَيْتَةَ
وَالدَّمَ
وَلَحْمَ
الْخِنزِيرِ
وَمَا
أُهِلَّ
بِهِ لِغَيْرِ
اللّهِ
فَمَنِ
اضْطُرَّ
غَيْرَ
بَاغٍ وَلاَ
عَادٍ فَلا
إِثْمَ عَلَيْهِ
إِنَّ
اللّهَ غَفُورٌ
رَّحِيمٌ |
173. O size meyteyi,
kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Kim
mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur.
Şüphesiz ki Allah Gafurdur, Rahimdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı otuzdört başlık altında ele alacağız:
1- Haram Kılınanlar:
2- Meytenin Anlamı:
3- Meyte'nin Mahiyeti:
4- Bu Ayetin Tahsisi:
5- Kur'an-ı Kerim 'in Sünnet de Tahsis
Edilmesi:
6- Meyte'den ve Necis Şeylerden
Yararlanmak:
7- Kesilen Hayvanın Karnından Çıkan
Yavru:
8- Meytenin Derisi:
9- Meytenin Kılları ve Yünü:
10- Temiz Birşeye Fare Düşerse:
11- Böyle Bir Sıvının Taharetine Hüküm
Verilirse:
12- Tenceredeki Yemeğe Kuş ve Benzeri
Hayvanlar Düşerse:
13- Meyteden Alınan Peynir Mayası ile
Meytenin Sütü:
14- Kan:
15- Domuz Eti:
16- Domuzun Yağı:
17- Domuzun Kılları Müstesna Tümü
Haramdır:
18- Su Domuzu:
19- Hınzır (Domuz) Kelimesi ile ilgili
Dil Bilginlerinin Açıklamaları:
20- Allah'tan Başkasının Adına
Kesilenler:
21- Zaruret Hali:
22- Zaruret Hangi Hallerde Sözkonusu
Edilir:
23- Zaruret Halinde İzni Olmaksızın
Başkasının Malından Yemek:
24- Şarap içmek Zorunda Kalınırsa:
25- Zaruret Halinde Kan içmek:
26- Boğazında Lokma Kalan, Şarapla
indirebilir mi ve Zarureti Gidermekte Öncelik:
27- Başkasına Ait Yıyecek Varken Meyte
Yemesinin Hükmü:
28- Meyteden Yeme Miktarı:
29- Haram ile Tedavi:
30- Zaruret Halinde Haramlardan
Yararlanmanın Şartları:
31- Haramın Mübah Kılınmasının Bir
Diğer Şartı:
32- Masiyet Halinde Zaruret Dolayısıyla
Ruhsattan Yararlanmak:
34- Allah Gafur'dur, Rahim dir. (33- yok)
1- Haram Kılınanlar:
"O size ancak
meyteyi ..... haram kıldı." Bu buyrukta yer alan (...) kelimesi münhasıran
bazı şeyleri bildirmek üzere kullanılmaktadır. Hem olumluluk, hem olumsuzluk
anlamını ihtiva eder. Yani, hitabın kapsadıkları şeyler hakkında olumluluk,
dışında kalan şeyler hakkında da olumsuzluk ifade eder. Bu edat burada haram
kılınan şeylerin münhasıran neler olduğunu ifade etmektedir.
Özellikle de bu ayet-i
kerime Yüce Allah'ın: ''Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin
temiz olanlarından yeyin'' buyruğunun akabinde gelmiştir. Bu buyruk mutlak
olarak mübahlığı ifade etmektedir. Daha sonra Yüce Allah, hasr edatı olan (...)
kelimesiyle haram kılınan şeyleri zikretmektedir. Buna göre bunun her iki kısmı
(yani haramı da helali de) kapsaması gerekmektedir. Bu ayetin kapsamı dışında
haram kılınmış birşey yoktur. Bu ayet, Medine'de inmiştir. Daha sonra Arefe'de
indiği rivayet olunan bir diğer ayet olan: "De ki: Bana vahyolunanlar
arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği şeyler olarak. .. başka haram kılınmış
birşey bilmiyorum. '' (el-En'am, 145) buyruğu ile bunu daha da pekiştirmiş,
böylelikle başta da sonda da beyan tam ve eksiksiz bir şekilde gerçekleşmiş
olmaktadır.
Bu açıklamaları İbnu'l
Arabi: yapmıştır. İleride Yüce Allah'ın izniyle el-En'am Süresinde işaret
ettiğimiz ayet-i kerimede açıklamalar yapılacaktır.
2- Meytenin Anlamı:
"Meyte"
kelimesi "haram kıldı" kelimesi ile nasbedilmiştir. Bu buyruktaki
"ma" kaffe (önceki amilin amelini önleyen) edattır. Bunun ayrı
yazılacak şekilde "ellezi" anlamında ism-i mevsul olması da caizdir.
O takdirde "meyte kan ve domuz eti" kelimeleri "inne"nin
haberi olmak üzere merfu' okunur. İbn Ebi Able'nin kıraati böyledir. Bundan
dolayı "haram kıldı" da ism-i mevsul'a ait olan bir zamir sözkonusu
olur. Yüce Allah'ın: "Onların yaptıkları ancak sihirbaz hilesidir. ''
(Ta-Ha, 69) buyruğu da buna benzemektedir.
Ebu Ca'fer, ha 'yı
ötreli, ra harfini esreli, ondan sonra gelen isimleri de merfu' olmak üzere
(...) şeklinde okumuştur. Bunu ya meçhul bir fiil olarak ya da
"inne"nin haberi olarak böyle okumuştur. (... haram kılındı, demek olur).
Ebu Ca'fer b. el-Ka'ka
da: "el-meyte" kelimesini şeddeli olarak "el-meyyite"
şeklinde okumuştur. Taberi: der ki: Bir grup dil alimi "meyt" ve
"meyyit" kelimelerinin şeddeli ve şeddesiz okunuşlarının iki ayrı
söyleyiş olduğunu söylemişlerdir.
Ebu Hatim ve başkaları
ise şöyle demektedir: Ölmüş olan hakkında her ikisi de kullanılır. Henüz
ölmemiş hakkında ise "meyt" diye şeddesiz olarak denilmez. Buna delil
ise Yüce Allah'ın: "Muhakkak sen de öleceksin ve elbette onlar da
öleceklerdir. "(ez-Zümer, 30) buyruğudur. Şair de şöyle demiştir:
"Ölüp de rahata kavuşan kimse "meyt" değildir Asıl
"meyt" olsa olsa yaşayan meyyitler (ölüler)dir."
Henüz ölmemiş olan kişi
ile ilgili olarak bu kelimeyi hiçbir kimse şeddesiz olarak okumuş değildir.
Bundan tek istisna el-Bezzi'nin İbn Kesir'den rivayet ettiği: "Halbuki o
ölmez." (İbrahim, 17) buyruğudur. Ancak İbn Kesir'den gelen meşhur rivayet
şeddeli okunduğu şekildedir. Şairin: "Temimlilerden bir meyt öldü mü
Yaşaması seni eğer sevindirirse, haydi azık getir."
Şeklindeki sözlerine
gelince; bununla gerçek anlamda ölüyü kastetmiş olmasından daha beliğ bir hiciv
olamaz. Bazı kimseler ise onun ölüme yaklaşmış olanı kastettiği görüşündedir.
Birincisi ise daha meşhurdur.
3- Meyte'nin Mahiyeti:
Meyte: Boğazlanabilen
hayvanlardan şer'i usüle göre boğazlanmaksızın canını veren hayvandır. Eti
yenmeyen hayvanların kesilmesi ise ölmesi gibidir. Yırtıcı hayvanlar ve
benzerlerinde olduğu gibi. Buna dair açıklamalar hem burada hem de Yüce
Allah'ın izniyle el-En'am Süresi'nde (el-En'am, 145. ayette) gelecektir.
4- Bu Ayetin Tahsisi:
Bu ayet, umümi olup Hz.
Peygamber'in şu buyruğu bunu tahsis etmektedir: "Bize iki ölü helal
kılındı. Bunlar: Balık ve çekirgedir. İki kan da helal kılındı. Bunlar da
karaciğer ve dalaktır."(Darakutni, IV, 272)
Bu hadisi Darakutni
rivayet etmiştir. Aynı şekilde Hz. Cabir'den gelen ve anber balığı ile ilgili
hadis-i şerif de senedinin sahih olması dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in umumi
hükmünü tahsis etmektedir. Bu hadisi Buhari ile Müslim, Yüce Allah'ın:
"Sizin için deniz avı .. helal kılındı" (el-Maide, 96) buyruğu ile
birlikte rivayet etmişlerdir.
Ki orada Yüce Allah'ın
izniyle bu hususa dair açıklamalar gelecektir.
İlim ehlinin büyük bir
çoğunluğu ölüsüyle, dirisiyle denizdeki bütün canlıların yenilmesinin caiz
olduğu görüşündedirler. İmam Malik'in kabul ettiği görüş de budur, Şu kadar var
ki su domuzu ile ilgili cevap vermekten çekinmiş ve: Siz ona domuz diyorsunuz,
demiştir, İbnu'l-Kasım da şöyle demiştir: Ben onu yemekten uzak duruyorum,
bununla birlikte haram olduğu görüşünde değilim,
5- Kur'an-ı Kerim 'in
Sünnet de Tahsis Edilmesi:
İlim adamları Yüce Allah'ın
Kitabının sünnet ile tahsis edilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu
hususta farklı kanaatlere sahip olmakla birlikte; -İbnu'l Arabi'ye göre- zayıf
hadis ile Allah'ın Kitabının tahsis edilmesinin caiz olmadığını ittifakla kabul
etmişlerdir. Yine bu ayet-i kerimenin tahsis edildiğine dair Sahih-i Müslim'de
yer alan Abdullah b. Ebi Evfa'nın şu hadisi delil gösterilebilir. O şöyle
demektedir: Resulullah (s.a.v.) ile birlikte yedi tane gazada bulunduk. Biz
onunla birlikte çekirge yiyorduk.
Bu hadisin zahiri ister
belli bir müdahale ile olsun, isterse kendiliğinden olsun hangi şekilde ölürse
ölsün çegirgenin yenildiğini göstermektedir.
İbn Nafi', İbn
Abdilhakem ve çoğu ilim adamları bu görüştedir. Şafii ve Ebu Hanife'nin de
başkalarının da kabul ettiği görüş budur.
Şu kadar var ki Malik ve
onun çoğu arkadaşları eğer kendiliğinden ölmüş ise çekirgenin yenmesini uygun
görmemişlerdir. Çünkü çekirge karada avlanan hayvanlardandır. Nitekim ihramlı
bir kimsenin onu öldürmesi halinde ona karşılık ceza vermesi gerektiği bilinen
bir husustur. Bu açıdan o da ceylana benzemektedir.
Eşheb ise şöyle
demektedir: Ayağının ya da kanadının kesilmesinden dolayı çekirge ölürse
yenmez. Çünkü bu yaşayabileceği ve soyunun devam edebileceği bir haldir.
İleride A'raf Suresi'nde çekirgenin hükmüne dair daha geniş açıklamalar
(el-A'raf, 133. ayet 3 ve 4. başlıklarda) gelecektir.
6- Meyte'den ve Necis
Şeylerden Yararlanmak:
Meyteden veya necis
şeylerden yararlanmanın caiz olup olmadığı hususunda ilim adamları arasında
farklı görüşler vardır. Bu konuda İmam Malik'ten gelen rivayetler de
birbirinden farklıdır. Bir defasında meyteden yararlanmanın caiz olduğunu
söylemiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Hz. Meymune'ye ait (ve boğazlanmadan
ölmüş) koyunun yanından geçmiş ve: "Neden postunu almadınız?"
demiştir.
Bir başka seferinde de
İmam Malik şöyle demiştir: Meyte bütünüyle haramdır, onun herhangi bir
parçasından da yararlanmak caiz değildir. Necis olan herhangi bir şey ile de
herhangi bir şekilde yararlanmak caiz değildir.
Hatta necis olan bir su
ile ekin ve hayvanın dahi sulanması caiz değildir. Hayvanlara necis şeyler yem
olarak verilmez. Meyte, köpeklere, yırtıcı hayvanlara yedirilmez. Bununla
birlikte kendiliklerinden yerlerse engellenmezler.
Bu görüşe, Yüce Allah'ın:
"Meyte, kan ... üzerinize haram kılındı. "(el-Maide, 3) buyruğunun
zahirinden anlaşılan mana açıklık getirmektedir. Bu buyruk herhangi bir şeyi
tahsis etmemektedir. Buradaki hitabın mücmel olduğunu söylemek de caiz
değildir. Çünkü mücmel zahirinden ne kastedildiği anlaşılmayan buyruktur.
Araplar ise Yüce Allah'ın: "Meyte üzerinize haram kılındı"
buyruğundan Yüce Rabbimizin maksadını anlamışlardır. Yine Peygamber (s.a.v.)
"Meytenin herhangi bir bölümünden yararlanmayınız" diye buyurmuştur.
Ayrıca Abdullah b. Ukeym
yoluyla gelen hadis-i şerifte de şöyle denilmektedir: "Meytenin postundan
da sinirinden de yararlanmayınız." İşte Hz. Peygamber'in vefatından bir ay
önce göndermiş olduğu mektubunda varid olan açıklama da budur. Yüce Allah'ın izniyle
en-Nahl Suresi'nde (en-Nahl, 115. ayette) bu habere dair açıklama ayrıca
gelecektir.
7- Kesilen Hayvanın
Karnından Çıkan Yavru:
Deve yahut inek ya da
koyun kesilip de karınlarında ölü bir cenin (yavru) bulunursa ayrıca onu
kesmeksizin bu ölü yavruyu yemek caizdir. Ancak canlı olarak çıkarsa o takdirde
o da kesilir ve kendine has hükmünü alır.
Çünkü annesinin
kesiminden sonra cenin ölü olarak çıkarılırsa, kesilen annenin organlarından
bir organ gibi değerlendirilir. Bunu açıklayan hususlardan birisi de şudur:
Eğer koyunu satıp karnındaki yavruyu istisna ederse bu caiz değildir. Tıpkı
onun bir organını satışın dışında bırakıp istisna etme halinde olduğu gibi.
Böyle bir satışta onun karnındaki yavrusu da diğer organları gibi ona tabidir.
Aynı şekilde bir kimse
cariyeyi -karnındaki cenini bağımsız olarak azad etmeksizin dahi- azad ettiği
takdirde de hüküm budur. Şayet yavrusu ondan ayrılmış ise satışta olsun azat
etmekte olsun yavru ona tabi olmaz.
Hz. Cabir'den rivayet
edildiğine göre Resulullah (s.a.v.)'a karınlarında ölü cenin bulunup da
boğazlanan inek, koyun ve deve hakkında sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur:
"Arzu ettiğiniz taktirde onu yeyiniz, Çünkü onun kesilmesi annesinin
kesilmesidir." Bu hadisi Ebu Davud bu anlamı ile Ebu Said el-Hudri'den
rivayet etmiştir ki bu te'vil ihtimali olmayan açık bir nastır. İleride buna
dair daha geniş açıklamalar Yüce Allah'ın izniyle Maide Suresi'nde (3. ayet 7.
başlıkta) gelecektir.
8- Meytenin Derisi:
Meytenin derisi
tabaklanmak ile temizlenir mi temizlenmez mi hususunda İmam Malik'ten farklı
rivayetler gelmiştir. Ondan gelen bir rivayete göre temizlenmez. Mezhebinin
zahir görüşü budur. Temizleneceğine dair rivayet de gelmiştir. Çünkü Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir post tabaklandı mı artık o tahir
olur."
İmam Malik'in
"temizlenmez" şeklindeki görüşü şöyle açıklanır: Hayvanın postu da
meytenin bir parçasıdır. Eğer hayatta iken bu postu alınacak olursa necis olur.
Ete kıyasen tabaklamanın onu temizlememesi gerekir. Temizleneceğine dair
haberler de tabaklama işleminin derideki kirlilikleri izale edeceği şeklinde
yorumlanır. Böylelikle bu post ile kuru şeylerde ve üzerinde oturmak süretiyle
faydalanmak mümkün olabilir. Yine, su kırbası olarak da ondan yararlanmak
caizdir. Çünkü herhangi bir niteliği değişmediği sürece suda asl olan tahir
olmaktır. Nitekim ileride buna dair hükümler Furkan Süresi'nde (48. ayette)
gelecektir.
Taharet, pisliklerin
izale edilmesi şeklinde sözlük anlamıyla anlaşılabileceği gibi şer'i taharetin
kastedileceği şeklinde de anlaşılabilir. Doğrusunu en iyi bilen Yüce Allah'tır.
9- Meytenin Kılları ve
Yünü:
Meytenin kılları ve yünü
tahirdir. Çünkü Umm Seleme (r. anha)'dan gelen rivayete göre Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmuştur: "Tabaklandığı takdirde meytenin derisinde, yıkandığı
taktirde de yün ve kıllarında bir mahzur yoktur." (Darakutni, I, 47)
Diğer taraftan bu kıl ve
yün eğer hayvan hayatta iken alınmış olsaydı tahir olacaktı. Ölümden sonra da
bunların böyle olması gerekir. Şu kadar var ki et, hayvan hayatta iken necis
olduğundan dolayı ölümünden sonraki hali de böyle olur. Buna göre yünün hayatta
iken farklı bir hükmü taşıdığı gibi, öldükten sonra da ondan farklı bir hüküm
taşıması gerekmesi aksi ile istidlalin gerektirdiği bir hükümdür.
Şu kadar var ki meyteden
çıkan sütün ve ölü tavuktan çıkan yumurtanın aynı hükmü taşıması gerekmez.
Çünkü bize göre süt ölümden sonra da tahirdir, yumurta da böyledir. Şu kadar
var ki bunlar necis bir yerde meydana geldiklerinden dolayı o necis yerde
bulundukları için necistirler yoksa ölüm sebebiyle necis olmazlar. Bu mes'ele
ile bundan önceki mes'eleye dair daha geniş açıklamalar ve bu hususta ilim
adamlarının farklı kanaatleri ileride Yüce Allah'ın izniyle Nahl Süresi'nde
(115. ayette) gelecektir.
10- Temiz Birşeye Fare
Düşerse:
Farenin içine düştüğü
temiz şeylere gelince onun iki hali sözkonusudur:
Birincisi eğer fare
canlı olarak çıkartılabilmişse o tahirdir. Şayet fare düştüğü şeyin içinde
ölmüşse bunun da iki hali sözkonusudur: Ya içine düştüğü şey sıvıdır; o
takdirde bütünüyle necis olur, ya da içine düştüğü şey katıdır. O takdirde onun
etrafı necis olur. Fare ve çevresindekiler birlikte çıkartılıp atılır, geri
kalan ile yararlanılır ve aslı üzere geri kalan tahir kalma ya devam eder.
Çünkü gelen rivayete göre Peygamber (s.a.v.)'e yağa düşüp de ölen fare hakkında
soru sorulmuş o da şöyle buyurmuştur: "Eğer içine düştüğü şey katı ise
çevresindekilerle birlikte çıkartıp atınız; eğer sıvı ise (hepsini)
dökünüz."
İlim adamları (sıvı olan
şeyin) yıkanması hususunda farklı görüşlere sahiptir. Yıkamakla tahir
olmayacağı söylenmiştir. Çünkü bu da necis bir sıvıdır. O bakımdan kana,
şaraba, sidiğe vesair necis şeylere benzer. İbnu'l-Kasım da der ki: Yıkamakla
tahir olur. Çünkü bu necasete yakın olmak sebebiyle necis olmuş bir cisimdir.
Bu açıdan elbiseye benzer. Şu kadar var ki böyle birşeyi kan hakkında söylemek
mümkün değildir. Çünkü kan ayniyle necistir. Şarap ve sidik de böyledir. Çünkü
onları yıkamak, bütünüyle onları ortadan kaldırmakdır, böyle bir işlem ise
temizlik değildir.
11- Böyle Bir Sıvının
Taharetine Hüküm Verilirse:
Böyle bir sıvıyı bu
şekilde temizleyerek taharetine hüküm verdiğimiz takdirde, taharet ve sair
yararlanma yolları açısından ilk haline döner. Şu kadar var ki durumu açıklamadıkça
o şeyi satmaz. Çünkü bu, insanlar nazarında bir kusurdur ve içleri böyle bir
sıvıdan yararlanmayı sindiremez. Aralarından böyle bir şeyin haram olduğuna ve
necis olduğuna inananlar da vardır. O bakımdan diğer kusurlu şeylerde olduğu
gibi kusurunu açıklamadıkça satması caiz değildir. Yıkamadan önce satması ise
hiçbir şekilde caiz değildir. Çünkü İmam Malik'e göre necis şeylerin satılması
caiz değildir. Ayrıca necis olan şey, bir sıvı olduğundan dolayı şaraba benzer.
Peygamber (s.a.v.)'a şarap bedeli hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur:
"Allah yahudilere lanet etsin. Onlara içyağları haram kılındı. Kendileri
ise içyağlarını erittiler ve onun erimiş yağlarını satıp paralarını
yediler."
Ayrıca Yüce Allah
birşeyi haram kıldığı takdirde onun bedelini de haram kılar. Böyle bir sıvı ise
necis olduğundan dolayı haramdır ve o bakımdan zahir hükmü gereğince onun
bedelinin de haram kılınması gerekmektedir.
12- Tenceredeki Yemeğe
Kuş ve Benzeri Hayvanlar Düşerse:
Bir tencereye uçan bir
kuş veya bir başka hayvan düştüğü ve öldüğü takdirde hükmün ne olacağı
hususunda farklı rivayetler vardır. İbn Vehb'in Malik'ten rivayetine göre o
şöyle demiş: Tencerede bulunanlar yenmez ve meytenin ona karışması dolayısıyla
necis olur. İbnu'l Kasım'ın ondan rivayetine göre ise o şöyle demiş: Et
yıkanır, yemeğin suyu dökülür.
İbn Abbas'a da bu durum
hakkında soru sorulmuş o da: Et yıkanır ve yenir, diye cevap vermiştir.
Arkadaşları arasında suyu hususunda ona muhalefet eden kimse yoktur. Bu hükmü
İbn Huveyzimendad zikretmektedir.
13- Meyteden Alınan
Peynir Mayası ile Meytenin Sütü:
Meyteden alınan peynir
mayası ile meytenin sütü hakkında İmam Şafii: şöyle demiştir: Bu da necistir.
Çünkü Yüce Allah'ın: ''Meyte üzerinize haram kılınmıştır.'' (el-Maide, 3)
buyruğu geneldir (meytenin bütününü kapsamaktadır).
Ebu Hanife ise bunların
tahir olduklarını söylemiştir. O yaratılışı dolayısıyla bir yerde meydana gelen
durumun, etrafının necis olmasında herhangi bir etkisi olduğunu kabul etmez ve
bu görüşünü açıklamak üzere şöyle der:
Bu bakımdan içindeki
damarlarla birlikte et yenir. Halbuki kesin olarak biliyoruz ki kan, bu
damarların içlerinde mevcuttur. Bunları ayrıca temizlemek ve yıkamak
gerekmediği icma ile kabul edilmiştir.
İmam Malik de Ebu
Hanife'nin görüşüne yakın bir görüştedir. O da bunların ölüm ile necis
olmayacağını söyler. Şu kadar var ki, necis olan bölgeye yakın olmak
dolayısıyla necis olur. Bu gibi yerlerin ise yıkanması da mümkün değildir. İşte
tavuktan da ölümünden sonra yumurta bu halde çıkar. Çünkü yumurta tavuktan
çıkmadan önce sıvı hükmünde olacak kadar yumuşaktır. Onun katılaşıp sertleşmeSi
hava ile teması dolayısıyladır.
İbn Huveyzimendad der
ki: Sizin bu görüşünüz icmaa aykırı bir sonuca götürür. Çünkü Peygamber
(s.a.v.) ile ondan sonra gelen müslümanlar peynir yiyorlardı. Bu peynir de
onlara Acem topraklarından getiriliyordu. Bilindiği gibi mecusi olan
acemlilerin kestikleri meyte demektir. Fakat bu peynirin meytenin
bağırsaklarından ya da kesilmiş bir hayvanın bağırsaklarından alınan mayalarla doldurulmuş
olmasına bakmıyorlardı; denilecek olursa, böyle diyene şu şekilde cevap
verilir:
Evvela peynir yapılan
süte konulan bu tür mayaların miktarı oldukça azdır. Eğer basit bir miktardaki
necaset çok miktardaki bir sıvıya karışacak olur ise bu bağışlanır. Bu
şekildeki bir açıklama İmam Malik'ten gelen iki rivayetten birisine göre bir
cevap teşkil eder.
Öteki rivayete göre ise
böyle bir itiraza şu şekilde cevap verilebilir: Sizin dediğiniz bu durum
İslam'ın ilk dönemlerinde idi. Herhangi bir kimsenin Acem topraklarından
getirilen peynirin ashab-ı kiram tarafından yenildiğini nakletmesine imkan
yoktur. Çünkü peynir Arapların yediği şeylerden değildir, Müslümanlar
fetihlerde bulunarak Acem topraklarında dağılınca kesim işlerini kendileri
üstlendiler. Peki Peygamber (s.a.v.)'ın ve ashab-ı kiramın Acem topraklarından
getirilip onların kestikleri hayvanların bağırsaklarından mayalarla imal
edildiği bir tarafa, onların peynir yediklerini neye dayanarak söyleyebiliriz?
Ebu Ömer (İbn
Abdi'l-Berr) der ki: Putatapanların, mecusilerin ve kitabı olmayan sair
kafirlerin yemeklerini yemekte -onların kestiklerinden olmadığı sürece ve şer'i
usule göre kesime gerek bulunmadıkça- bir mahzur yoktur. Bundan tek istisna
meytenin bağırsakları maya olarak kullanıldığından dolayı peynirdir. İbn
Mace'nin Sünen'inde "peynir ve yağ" başlığı altında şu rivayet yer
almaktadır: Bize İsmail b. Musa es-Süddi anlattı. Bize Seyf b. Hanın, Süleyman
et-Teymi'den, o Ebu Osman en-Nehdi'den, o Selman el-Farisi'den naklen dedi ki:
Resulullah (s.a.v.)'a yağ, peynir ve kürkler hakkında soru soruldu, o da şöyle
buyurdu: "Helal, Allah'ın Kitabında helal kıldığıdır. Haram da Allah'ın
Kitabında haram kıldığıdır. Hakkında birşey söylemediği ise bağışladığı şeyler
cümlesindendir."
14- Kan:
Yüce Allah",
"O size ancak meyteyi, kanı .. haram kıldı" diye buyurmaktadır. İlim
adamları kanın haram, necis olduğu, yenemeyeceği ve onunla yararlanamayacağını
ittifakla kabul etmişlerdir.
İbn Huveyzimendad der
ki: Kana gelince umumi belva halini almadıkça haramdır. Umumi belva halini
aldığı takdirde ise affedilir. Umumi belva halini alması ise etteki ve
damarlardaki kandır. Bir de beden ve elbise üzerindeki basit miktardaki kana
rağmen namaz kılınabilir. Bizim bu hükme varmamızın sebebi Yüce Allah'ın: ''Meyte
ve kan ... üzerinize haram kılındı." (Maide, 3) diye buyurmasıdır. Bir
başka yerde ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında
yiyen bir kimsenin yiyeceği şeyler arasında ölüden, akıtılan kandan ... başka
haram kılınmış birşey bulmuyorum." (el-En'am, 145) diye buyurmuş
olmasıdır. Bu buyrukta görüldüğü gibi akan kan haram kılınmıştır.
Nitekim Aişe (r.
anha)nın da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Biz Resulullah (s.a.v.)
döneminde tencerede yemek pişirir, tencerenin üstünde kandan dolayı sarımtırak
bir tabaka belirir, buna rağmen o yemeği yer ve buna karşı bir tepki
göstermezdik. Çünkü bu tür şeylerden sakınmak ağır yüktür ve zorluktur. Zorluk
ve ağır yükler ise dinde kaldırılmıştır. Bu husus şeriatte asli bir ilkedir.
ümmet ibadeti eda etmek hususunda zorlanır ve bu iş ona ağır geldiği takdirde
bu husustaki ibadet üzerinden düşer. Nitekim zaruret halinde bir kimsenin meyte
yediği, hasta olan kimsenin böyle bir durumda oruç açtığı ve teyemmüm aldığı
bilinen bir husustur.
Derim ki: Şanı Yüce
Allah burada "kanı" mutlak olarak zikrettiği halde elEn'am'daki
ayet-i kerimede (145'te): "Akmış" olmakla kayıtlamaktadır. İlim
adamları icma ile buradaki mutlakı mukayyede hamletmişlerdir. Buna göre burada
"kan"dan kasıt "akmış olan kan"dır. Çünkü ete karışmış
durumda bulunan kanın haram olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Aynı şekilde
karaciğer ve dalak hakkında da böylece icma edilmiştir. Balıktan ayrılan kanda
ise görüş ayrılığı vardır. e!-Kanisi'den bunun tahir olduğu rivayet
edilmektedir. Onun tahir olması haram olmamasını da gerektirir. İbnu'l
Arabi'nin de tercih ettiği görüş budur. O şöyle demektedir: Çünkü balığın kanı
necis olsaydı balığın boğazlanması gerekirdi.
Derim ki: Bu aynı
zamanda Ebu Hanife'nin de balık kanı ile ilgili görüşüdür. Ben, Hanefi
mezhebine mensup bir ilim adamını şöyle derken dinledim: Balığın kanının tahir
oduğunun delili şudur: Balık kanı kuruduğu takdirde beyazlaşır. Halbuki diğer
kanlar böyle değildir. Onlar kararırlar. Bu nükte, Hanefilerin Şafiilere karşı
delil getirmekte lehlerine olabilecek bir özelliktedir.
15- Domuz Eti:
Yüce Allah'ın:
"Domuz etini" buyruğu ile domuzun özellikle eti zikredilmektedir ki
bu da ister kesilsin ister kesilmesin domuzun ayniyle haram olduğunu ifade
etsin ve ayrıca onun yağını ve buna bağlı olarak kıkırdak ve benzeri
kısımlarını da kapsamına alsın diyedir.
16- Domuzun Yağı:
ümmet, domuzun yağının
haram kılındığı hususunda icma etmiştir. İmam Malik ve arkadaşları şunu delil
gösterirler: Bir kimse içyağı yememek üzere yemin etse ve bunun yerine et yese
o eti yediği için yeminini bozmuş olmaz. Buna karşılık bir kimse et yememek
üzere yemin etse bunun yerine içyağı yese yeminini bozmuş olur, Çünkü yağ ile
birlikte ete "et" denilebilmektedir. O bakımdan yağ da etin kapsamına
girer. Bununla birlikte et, yağın kapsamına girmez. Şanı Yüce Allah domuz etini
haram kıldığına göre onun "et"inin sözkonusu edilmesi ayrıca yağının
da sözkonusu edilmesinin de yerine geçmiştir. Çünkü yağ da et adının kapsamına
girmektedir. Yüce Allah İsrailoğullarına da şu buyruğu ile: ''Sığır ve koyunun
da içyağlarını onlara haram kıldık.'' (el-En'am, 146) diye buyurmaktadır. Bu
buyruğa göre ise onların etleri haram kılınmamakta ve et "yağ"
kelimesinin kapsamına girmektedir. İşte bundan dolayıdır ki İmam Malik, yağ
yememek üzere yemin eden ile et yememek üzere yemin eden kişi arasında fark
gözetmiştir. Şu kadar var ki yemin eden kimsenin eğer niyeti yalnızca eti
kastetmek şeklinde olup yağı yemininin kapsamına sokmamak şeklinde ise, yağ
yemesi halinde yeminini bozmuş olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Yüce Allah'tır.
Şafii, Ebu Sevr ve re'y
sahiplerinin görüşüne göre ise bir kimse et yememek üzere yemin edip yağ
yiyecek olsa, yeminini bozmuş olmaz. İmam Ahmed ise şöyle demektedir: Et
yememek üzere yemin etse buna karşılık yağ yerse yağdan da kaçınmayı kastetmiş
olması hali müstesna, bunda bir mahzur yoktur.
17- Domuzun Kılları
Müstesna Tümü Haramdır:
Kılları dışında domuzun
tümüyle haram olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Domuz kılı ile deri
dikişini yapmak caizdir. Rivayet edildiğine göre adamın birisi Resulullah
(s.a.v.)'a domuz kılı ile deri dikme hakkında soru sormuş Hz. Peygamber de:
"Bunda bir mahzur yoktur" diye buyurmuştur. Bu rivayeti İbn
Huveyzimendad nakletmekte ve şöyle demektedir: Çünkü Resulullah (s.a.v.)
döneminde deri dikim işi mevcuttu. Ondan sonra da bu işin varolduğu görülen bir
husustur. Ayrıca Resulullah (s.a.v.)'ın da ondan sonra gelen imamlardan
herhangi birisinin de buna karşı çıktığını bilmiyoruz. Resulullah (s.a.v.)'ın
caiz gördüğü birşey ise, şeriatte de baştan beri onun böyle olduğu kabul
edilir.
18- Su Domuzu:
Önceden de belirttiğimiz
gibi kara domuzunun haram olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Su domuzu
(yunus balığı ve benzeri)nde ise görüş ayrılıkları vardır. İmam Malik bu
hususta herhangi bir cevaz vermekten kaçınmış ve: Siz ona domuz diyorsunuz,
dediği daha önceden geçmişti. Buna dair açıklamalar Yüce Allah'ın izniyle
el-Maide Suresi'nde (96. ayet 4. başlıkta) gelecektir.
19- Hınzır (Domuz)
Kelimesi ile ilgili Dil Bilginlerinin Açıklamaları:
Dil bilginlerinin
çoğunluğunun görüşüne göre "hınzır" kelimesi rubai (dört harfli) bir
kelimedir. İbn Sıde, kimi dilcilerden bu kelimenin göz ucuyla bakmak anlamına gelen
(...) den türetilmiş olduğunu nakletmektedir. Çünkü domuz da bu şekilde bakar.
Buna göre bu kelime sülası (üç harfli)dir. es-Sıhhah'ta yapılan açıklamaya
göre: Bir kimse daha iyi görebilmek için göz kapaklarını daraltıp kıstığı vakit
onun hakkında (...) kelimesi kullanılır. Bunun masdarı ise, gözün darlığı ve
küçüklüğü demektir. Bunun kişinin adeta gözünün yan tarafı ile bakması anlamına
geldiği de söylenmiştir.
Hınzır kelimesinin
çoğulu "henazır" şeklinde gelir. Yine el-henazır, boyunda meydana gelen
oldukça sert yaralar açan, bilinen bir hastalığın adıdır.
20- Allah'tan
Başkasının Adına Kesilenler:
" ... bir de
Allah'tan başkası adına kesneni haram kıldı." Yani kesilirken Allah'tan
başkasının adı anılarak kesilen hayvanları size haram kılmıştır. Bu ise,
mecusi, putperest ve muattı! (yaratıcının varlığını kabul etmeyen) kimselerin
kestikleridir. Çünkü putperest kimse putu adına, mecusi kimse ateşe keser,
muattıl ise hiçbir şeye inanmadığından dolayı kendi adına keser.
İlim adamları arasında
mecusinin ateşi adına, putperestin putu adına kestiğinin yenmeyeceği hususunda
görüş birliği vardır. Malik, Şafii ve başkalarına göre ise isterse ateşperest
ateşine, putperest de putu adına kesmemiş olsun, yine de bunların kestikleri
yenilmez. Şu kadar var ki İbnu'l Müseyyeb ve Ebu Sevr, müslümana müslümanın
emriyle kestikleri takdirde caiz kabul etmişlerdir. Buna dair daha geniş
açıklamalar Yüce Allah'ın izniyle Maide Suresi'nde 5. ayet 2. başlıkta)
gelecektir.
Ayet-i kerimede geçen
ihlal'in anlamı sesi yükseltmek demektir. Belli birşeyi söyleyerek sesi
yükseltmeyi ifade etmek üzere bu tabir kullanılır. İbn Ahmer, bir düzlüğün
niteliğini dile getirirken şunları söylemektedir: "Oradaki süvariler
el-Ferkad ile seslerini yükseltirler Binekli umre yapanın (telbiye ile) sesini
yükselttiği gibi."
en-Nabiğa da şöyle
demektedir: "Veya sadefindeki bir inci ki onu almak üzere dalan dalgıç
Oldukça sevinçlidir, onu gördüğü her seferinde sesini yükseltir ve secde
eder."
Doğumu esnasında çocuğun
ağlamasına da "ihlal ve istihlal" denilir.
İbn Abbas ve başkaları
der ki: Burada kasıt dikilitaşlar ve putlar için kesilenlerdir. üzerinde Hz.
Mesih'in adı anılanlar değildir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar el-Maide
Süresi'nde (az önce işaret edilen yerde) Yüce Allah'ın izniyle gelecektir.
Arapların hayvanı keserken yöneldikleri zatın adını yüksek sesle anmaları bir
adet olarak sürüp gelmiştir. Ve bu çoğunlukla gösterdikleri bir davranıştır. O
kadar ki onların bu şekilde seslerini yükseltmeleri kestiklerinin haram kılınış
illeti olan niyetleri olarak ifade edilmiştir. Nitekim Ali b. Ebi Talib (r.a)
Ferezdak'ın babası Galib'in boğazladığı develer hakkında niyeti göz önünde
bulundurmuş ve: Bunlar kesilirken Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenler
cümlesindendir demiş, çevresindekiler de onlara el sürmemiştir. İbn Atiyye der
ki: Ebu'l-Hasen'in oğlu el-Hasen'in haberleri arasında şunu da gördüm: Oldukça
varlıklı bir kadının bebekleri için bir düğün tertipleyip onlar için develer
kestiğine dair soru sorulmuş, elHasen şu cevabı vermiştir: Bunların yenilmesi
helal değildir. Çünkü bunlar ancak bir put adına kesilmişlerdir.
Derim ki: Bu kabilden
olmak üzere biz de Müslim'in hocası Yahya b. Yahya et-Temimi'den şöyle dediğini
rivayet etmekteyiz: Bize Cerir, Kabus'tan naklederek şöyle haber verdi: Babam
bir kadını Aişe (r. anha)nın yanına gönderdi de ona kendisine selam söylemesini
ve Rasülullah (s.a.v.)'ın devam ettiği ve en çok sevdiği namazın hangisi
olduğunu sormasını istedi. Hz. Aişe şöyle dedi: Rasülullah (s.a.v.) öğlen namazından
önce dört rek'at kılardı. Bunların kıyamını uzun tutar, rükü' ve sücüdlarını
çok güzel yapardı. Hasta olsun, sağlıklı olsun veya hazır bulunsun (yolculukta
olmasın) hiçbir şekilde terketmediği namaza gelince, bunlar
21- Zaruret Hali:
Yüce Allah'ın: "Kim
mecbur kalırsa" buyruğu itba' (öndeki harfe uyması) dolayısıyla
"nun" harfi ötreli (... şeklinde) ve iki sakin bir araya geldiğinden
dolayı asl olana uygun olarak esreli olarak da okunmuştur.
Buyrukta bir kısaltma
vardır. Yani, her kim haram kılınan şeylere zarureten muhtaç olup da "
.... yerse onun üzerine günah yoktur" demektir.
İbn Muhaysın dat harfini
tı harfine idgam ederek (...) şeklinde, Ebu's-Simmal ise tı harfini esreli
olarak (...) diye okumuştur, Bunun aslı ise (...) şeklindedir. İdgam yapılınca
(Ebu's-Simmal'in kıraatine göre) 'rı' harfinin harekesi "tı"ye nakledilmiş
olur.
22- Zaruret Hangi
Hallerde Sözkonusu Edilir:
Zaruret halinde olmak
(mecbur kalmak) ya zalim bir kimsenin zorlaması (ikrahı) ile veya kıtlık ve
yiyecek birşey bulamamaktan dolayı açlık ile sözkonusu olur. Fukaha ve ilim adamlarının
çoğunluğunca kabul edilen görüşe göre ayet: Her kim yokluktan ve açlıktan
dolayı bu haram kılınanları yemek zorunda kalırsa, demek olur ki; doğru
açıklama da budur. Bir görüşe göre ise, bunun her kim bu haram kılınan şeyleri
yemeye zorlanır ve mecbur bırakılırsa, anlamına olduğu da söylenmiştir. Mücahid
der ki: Yani: Bunları yemeye mecbur bırakılırsa, demektir. Düşman tarafından
yakalanıp domuz eti ve buna benzer Yüce Allah'a masiyet olan şeyleri yemeye
zorlamaları demektir. Şu kadar var ki böyle bir ikrah, ikrah süresi bitene
kadar bu gibi şeyleri yemeyi mübah kılar.
Açlık (el-mahmasa)
haline gelince; bunun sürekli olması ve olmaması halleri sözkonusudur. Eğer bu,
sürekli olursa meyteden karnı doyuracak kadar yemenin caiz olduğu hususunda
görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki elinin kesileceğinden korkmayacağı
müslümana ait bir mal bulduğu takdirde, o hayvanın etini yemesi helal olmaz.
Mesela, bir yere asılmış bulunan hurma, dağda bulunan koyun ve buna benzer
yenilmeleri halinde el kesmenin de başkasına eziyet vermenin de sözkonusu
olmadığı şeyleri yemek bu türdendir. Bu da görüş ayrılığının olmadığı
hususlardan birisidir.
Çünkü Ebu Hureyre
(r.a)'dan gelen hadise göre o şöyle demiştir: Biz bir yolculukta Rasülullah
(s.a.v.) ile birlikte bulunuyor iken süt veren memeleri ağaçların dikenleri ile
bağlanmış develer gördük. Onlara doğru atıldık, Rasülullah (s.a.v.) bize
seslenince ona geri döndük şöyle buyurdu: "Bu develer müslüman bir aile
halkına aittir. Bu develer -Allah'tan sonra- onların kuvvet ve bereket
kaynaklarıdır. Sizler azık torbalarınıza geri dönüp baktığınızda orada bulunan
ne varsa alınmış olduğunu görmeniz hoşunuza gider mi? Böyle bir işin adaletli
olduğunu kabul edebilir misiniz?" Ashab-ı kiram: Hayır deyince Hz.
Peygamber: "İşte sizin bu yapmak istediğiniz de böyledir" diye
buyurdu. Biz de şöyle dedik: Peki ya yiyecek ve içeceğe ihtiyacımız olursa, o
konudaki görüşünüz nedir? Şöyle buyurdu: "Ye, fakat yanına birşeyalma, iç
fakat yanına birşeyalma." Bu hadisi İbn Mace (Allah'ın rahmeti üzerine
olsun) rivayet etmiş ve: "Bence de asıl kabul edilmesi gereken budur"
demiştir.
Bu hadisi İbnu'I-Münzir
zikreder ve şöyle der: Bizler ey Allah'ın Rasülü dedik. Ona zorunlu olarak
ihtiyaç duyduğu takdirde herhangi birimize kardeşinin malından ne helal olur?
Şöyle buyurdu: "Yer, fakat beraberinde birşey taşımaz, içer fakat
beraberinde birşey taşımaz," İbnu'I-Münzir der ki: Artık bundan sonra
hakkında anlaşmazlığa düşülen her bir husus, Yüce Allah'ın mallardan haram
kılması ile ilgili hükümlerine başvurulur.
Ebu Ömer der ki: Bu
konuda söylenenlerin özeti şudur: Müslüman bir kimsenin bir diğer müslümanın
canını kurtarma mecburiyeti olur ve ondan başka bir kimse de bunu yapacak
bulunmadığından, o müslümanı kurtarma farziyyeti ona yönelik bulunursa, bu
kimse hakkında bu insanın canını ölümden kurtarması gereğine hükmedilir. Bu
şekilde canını kurtarmak için böyle bir mala ihtiyacı olduğu halde kendisinden
engellenen kişi, kendisini engelleyen kimseyle savaşmak ve çarpışmak hakkına
sahiptir. İsterse bu o kişinin ölümüne sebep olsun. Bu durum -ilim adamlarına
göre- orada sadece tek bir kişinin olması halinde başkasının da bulunmaması
halinde sözkonusudur. İşte o vakit, o tek kişinin bu işi yapması onun hakkında
farz-ı ayn olur. Eğer bunu yapabilecekler çok yahut bir cemaat iseler o
takdirde bunu yapmak o kalabalık ve cemaat için farz-ı kifaye olur. Bu konuda
müslümanın canını kurtaran su ve başka şeyler arasında fark yoktur. Şu kadar
var ki, ilim adamları kişinin canını kurtaran şeyin kıymetini ödemenin gerekip
gerekmediği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kimisi o kıymetin ödenmesini
öngörürken kimisi kabul etmemektedir. Bizim mezhebimizde (Maliki mezhebinde)
her iki görüş de vardır. Verene zarar teşkil etmeyen, bununla birlikte yeterli
gelen az miktardaki şeyin bağışlanması ile; ölmekten ve telef olmaktan
korkulması halinde müslümanın canını kurtarmanın vücubu hususunda,
öncekileriyle sonrakileriyle olsun, ilim adamları arasında görüş ayrılığı
yoktur.
23- Zaruret Halinde İzni
Olmaksızın Başkasının Malından Yemek:
İbn Mace rivayet ediyor:
Bize Ebu Bekr b. Ebi Şeybe haber verdi. Bize Şebabe haber verdi. -H- Bize
Muhammed b. Beşşar ile Muhammed b. el-Velid anlatarak dediler ki: Bize Muhammed
b. Ca'fer anlattı, bize Şu'be, Ebu Bişr Ca'fer b. Ebi İyas'dan anlatarak dedi
ki: Ben (Gubaroğullarından birisi olan) Abbad b. Şurahbil'i şöyle derken
dinledim: Bir kıtlık yılı idi. Medine'ye geldim. Oradaki etrafı çevrilmiş
arazilerden birisine girdim. Bir başak alıp onu ovaladım ve yedim. Sonra da onu
elbisemin arasında sakladım. Bahçe sahibi geldi beni dövdü ve elbisemi aldı.
Ben de Resulullah (s.a.v.)'a gidip durumu haber verdim. Adama şöyle dedi:
"O aç yahut açlıktan bitkin düştüğü bir vakitte ona yedirmedin, cahil iken
de ona birşey öğretmedin." Peygamber (s.a.v.) o kişiye emir verdi ve o da
ona elbisesini geri iade etti. Ayrıca ona bir vesk ya da yarım vesk yiyecek
(buğday) verilmesini emretti.
Derim ki: Bu sahih bir
hadis olup bu hadisteki ravilerden Buhari ve Müslim ittifakla hadis alırlar. Şu
kadar var ki İbn Ebi Şeybe'den yalnızca Müslim hadis rivayet eder.
Gubaroğullarından Yeşkur'lu Abbad b. Şurahbil yoluyla Buhari ve Müslim herhangi
bir hadis rivayet etmiş değillerdir. Ebu Ömer (İbn Abdi'l-Berr) -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- ın belirttiğine göre Abbad'ın Peygamber (s.a.v.)'dan bu
olaydan başka bir rivayeti yoktur. Bu hadis-i şerif açlık halinde el kesmenin
ve te'dib etmenin sözkonusu olmayacağını ortaya koymaktadır.
Ebu Davud'un rivayetine
göre el-Hasen, Semura'dan Peygamber (s.a.v.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Sizden herhangi biriniz davarların bulunduğu bir yere
giderse, eğer o davarların sahibi aralarında bulunuyor ise ondan izin istesin;
ona izin verdiği takdirde sütünü sağsın ve içsin. Eğer sahipleri aralarında
bulunmuyor ise üç defa seslensin. Onun seslenişine cevap verirse ondan izin
alsın. Ona izin verirse mesele yok. Aksi takdirde onların sütlerini sağsın,
içsin, fakat beraberinde birşey götürmesin."
Tirmizi'nin Yahya b.
Süleym'den, onun Ubeydullah'tan, onun Nafi'den, onun İbn Ömer'den, onun da
Peygamber (s.a.v.)'dan rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Her kim başkasına ait bir bahçeye girerse ondan yesin, fakat elbisesine
birşey doldurup almasın." Tirmizi der ki, bu garib bir hadistir. Biz bunu
sadece Yahya b. Süleym yoluyla bilmekteyiz.
Diğer taraftan Amr b.
Şuayb'dan, onun babasından onun da dedesi yoluyla gelen rivayette Peygamber
(s.a.v.)'a dallarda asılı duran hurma hakkında sorulmuş o da şöyle buyurmuş:
"İhtiyaç sahibi olup da elbisesine birşey saklamaksızın kim ondan alır
yerse onun için birşey yoktur." Tirmizi bunun hakkında: Hasen bir hadistir
demektedir. Hz. Ömer (r.a)'dan gelen hadiste de şöyle denilmektedir:
"Sizden herhangi birinizin yolu bir bahçeye düşerse oradan yesin fakat
beraberinde herhangi bir şey götürmesin."
Ebu Ubeyd der ki: Ebu
Ömer şöyle demiştir: Beraberinde birşey götürmek (siban); İçinde birşeyler
taşınan bir kaptır. O kabı ellerinin arasında taşıdığı vakit buna
"siban" denilir. Şayet kabı sırtının üstüne taşırsan buna
"elhal" denilir. Nitekim elbise ne birşeyler koyup onu sırtının
üstüne taşıdığın zaman da: Elbisemi tahvil ettim denilir. Eğer taşıdığın şeyi
kucağında götürürsen buna da "hubne" denilir. Amr b. Şuayb yoluyla
gelen merfu hadiste de: "Beraberinde birşey götürmesin (hubne)"
denilmektedir.
Ebu Ubeyd der ki: Bu
hadis şöyle açıklanır: Beraberinde birşeyler satın alabileceği hiçbir parası
olmayan, zaruret halinde kalmış aç kimseye ancak kendisini besleyecek kadar
karnına doldurup indireceği kadarını taşımasına ruhsat verilmiş, daha fazlasına
müsaade verilmemiştir.
Derim ki: İttifakla
kabul edilen asıl ilke, başkasına ait olan malın gönül hoşluğu ile olması
dışında haram kılınmasıdır. Eğer ortada İslam'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi
veya hali hazırda bazı beldelerde görüldüğü şekliyle belli bir uygulama adet
halini almış ise o adete göre birşeyler yemek caizdir. Bu ise -az önce de
geçtiği gibi- açlık ve zaruret vakitlerine hamledilir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Şayet ikinci durum - (yani
yirmi ikinci başlıkta sözü edilen açlığın devamlı) olması hali olan birinci hal
dışında- ikinci hal sözkonusu ise -ki bu da herhangi bir vakitte nadiren
görülen bir husustur - ilim adamlarının buna dair iki ayrı görüşleri vardır:
Birincisine göre kişi
doyuncaya ve hatta karnını iyice dolduruncaya kadar yiyebilir. Eğer geçeceği
bir dağ yolunda veya kuraklık bir yerde yine zaruret haline düşmekten korkarsa
yanında azık dahi alabilir. Şayet ona ihtiyacı kalmazsa tutar atar.
İmam Malik Muvatta' adlı
eserinde bu anlamda ifadeler kullanmıştır.
Şafii ve birçok ilim
adamı da bu görüştedir. Bu hususta delil şudur: Zaruret haram hükmünü kaldırır
ve artık o mübah olur. Zaruretin miktarı ise yiyecek bulamama halinde (haram
şeyin) bulunması halidir. Anber (balina) balığı ile ilgili hadis bu hususta
açık bir nastır. Şöyle ki:
Peygamber (s.a.v.)'ın
ashabı yolculuklarından geri döndüklerinde azıkları bitip tükenmişti. Bunun
üzerine deniz kıyısına gittiler. Denizin kıyısında oldukça büyük bir kum
tepesini andıran birşeyle karşılaştılar. Oraya vardıklarında anber diye bilinen
bir hayvan olduğunu gördüler. Komutanları Ebu Ubeyde: Bu bir meytedir dedi,
daha sonra da: Hayır, aksine bizler Rasülullah (s.a.v.)'ın elçileriyiz ve Allah
yolundayız. Ve sizler şu anda (bunu yemeye) mecbur kalmış bulunuyorsunuz. Haydi
yeyiniz. Hadisin ravisi der ki: Bir ay boyunca üçyüz kişi olduğumuz halde o
balıktan yedik ve nihayet kilolarımız da arttı. .. Görüldüğü gibi ashab-ı kiram
bu balıktan yediler ve doydular. Onlar o balığın meyte olduğuna inanıyorlardı.
Hatta Medine'ye ondan beraberlerinde azık dahi aldılar.
Bunu Peygamber
(s.a.v.)'a naklettiler, o da onlara onu yemenin helal olduğunu bildirip:
"Peki beraberinizde onun etinden bize yedirmek için birşey kaldı mı?"
diye sormuş, onlar da Rasülullah (s.a.v.)'a ondan bir parça göndermiş o da
yemiş idi.
Bir diğer kesim ise
şöyle demektedir: Bu durumda kendisini ölümden kurtaracak kadarını yer. İbnu'l
Macişun ve İbn Habib bu görüştedir.
İmam Şafii'nin
arkadaşları ise ikamet halinde olan ile yolculuk halinde olan arasında ayrım
gözetip şöyle demişlerdir: İkamet halinde olan kişi kendisini ölümden
kurtaracak kadarını yer; yolculuk yapan kimse doyuncaya kadar yer ve
beraberinde azık da alır. Ona ihtiyacı kalmazsa atar. Ona ihtiyacı olan bir
başkasını bulursa, o azık aldığı meyte etini ona verir ve karşılığında ondan
birşeyalmaz, Çünkü meytenin satışı caiz değildir.
24- Şarap içmek
Zorunda Kalınırsa:
Şarap içmek zorunda
kalan bir kimse eğer zorlama ile mecbur tutulmuş ise içebileceğinde görüş
ayrılığı yoktur, Şayet açlık veya susuzluk sebebiyle ise içmez. Malik'in
el-Utebiye'de kabul ettiği görüş budur. O şöyle der: Şarap, susuzluğundan başka
birşeyini artırmaz. Aynı zamanda bu Şafii'nin de görüşüdür. Yüce Allah, şarabı
mutlak olarak haram kılmış, meyteyi ise zaruret olmamak şartına bağlı olarak
haram kılmıştır.
el-Ebheri der ki: Eğer
şarap açlığını veya susuzluğunu giderebiliyor ise içebilir. Çünkü Yüce Allah
domuz hakkında: "Çünkü o bir pisliktir" dedikten sonra zaruret
dolayısıyla mübah kılmıştır. Yine şarap hakkında da "o bir pisliktir"
diye buyurmuştur. Dolayısıyla kıyastan da daha güçlü bir delil olan celi (açık)
mana sebebiyle domuzun zaruret halinde mübah kılınmasının kapsamına girer.
Şarabın bir an dahi olsa susuzluğu gidereceği, kısa bir süre dahi olsa açlığı
hissettirmeyeceği ise kaçınılmaz bir husustur.
25- Zaruret Halinde
Kan içmek:
Esbağ'ın rivayetine göre
İbnu'l-Kasım şöyle demiştir: Mecbur kalan bir kimse kan içer fakat şarap içmez.
Meyte yer, bununla birlikte kaybolmuş develere yaklaşmaz. -İbn Vehb de bu
görüştedir.- Sidik içer fakat şarap içmez. Çünkü şarap içmek halinde had
gerekir. O bakımdan onu içmek daha ağırdır. Şafii mezhebine mensup ilim
adamları bunu açıkça zikrederler.
26- Boğazında Lokma
Kalan, Şarapla indirebilir mi ve Zarureti Gidermekte Öncelik:
Bir kimsenin boğazında
yemek lokması tıkanıp kalırsa şarap ile onu yutmaya çalışır mı çalışamaz mı?
Bir görüşe göre şarap ile onu yutmayı kolaylaştıramaz. Çünkü aslında böyle
birşeyolmadığı halde, böyle bir iddiada bulunabilir. Ancak zaruret hali
olduğundan dolayı İbn Habib bunun caiz olduğunu söylemiştir. İbn Arabi der ki:
"Boğazında lokma tıkanan bir kimsenin (şarap ile bunu aşağıya indirmesi)
kendisi ile Yüce Allah arasında caizdir. Ancak eğer biz onu görür isek, biz
lokmanın boğazda tıkanma hali ile diğer halleri karineler ile ayırdedebiliriz.
Eğer karinelerle bu durumu ortaya çıkarsa tasdik edilir. Böyle bir durumu
ortada görülmüyor ise zahiren biz ona had uygularız, batınen ise (gerçekten
böyle ise) Yüce Allah tarafından cezalandırılmaktan kurtulur."
Diğer taraftan muztar
bir kimse bir meyte (leş) bir domuz ve ademoğlu etini görürse meyteyi yer,
çünkü meyte böyle bir durumda helaldir. Domuz ile ademoğlu ise hiçbir durumda helal
olmaz. Nisbeten daha hafif tutulmuş bir haramlılık daha ağır tutulmuş bir
haramlılığa göre daha kolay işlenebilir.
Mesela, bir kimse
kızkardeşiyle ya da yabancı birisiyle ilişki kurmak için baskı altında
tutulursa yabancı ile ilişki kurar. Çünkü bir halde yabancı ona helal olur.
İşte bu gibi hükümlerin belirleyici ilkesi budur. Ölecek olsa dahi Ademoğlunun
etinden yemez. Bu görüş, mezhebimizin (Maliki) ilim adamlarının görüşüdür.
Ahmed ve Davud (ez-Zahiri) de bu görüştedir. İmam Ahmed Hz. Peygamber'in:
"Ölünün kemiğini kırmak, hayatta iken kırmak gibidir.'' hadisini delil
gösterir.
Şafii de der ki:
Ademoğlunun etini yer. Bu durumda zımmı bir kimseyi öldürmesi caiz değildir.
Çünkü zımmınin kanı haramdır. Müslüman ve esir bir kimseyi de öldüremez. Çünkü
esir başkasına ait olan bir maldır. Şayet harbi ya da muhsan bir zinakar ise
onu öldürmek ve ondan yemek caiz olur. Davud (ez-Zahiri) el-Müzeni'yi hatalı
görerek şöyle der: Sen peygamberlerin etlerini de yemeyi mübah kıldın. Şu kadar
var ki İbn Şureyh şu sözleriyle onu mağlub eder: Sen peygamberleri kafirlerin
etlerini yemekten men ettiğinden dolayı peygamberleri öldürmeye kalkışmış
oluyorsun.
İbnu'l Arabı der ki:
Bence sahih olan görüş, bu işin kendisini kurtaracağını ve hayatta bırakacağını
muhakkak olarak bilmedikçe ademoğlundan yememesi şeklindedir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
27- Başkasına Ait
Yıyecek Varken Meyte Yemesinin Hükmü:
İmam Malik'e hurma, ekin
veya koyun gibi başkasına ait bir malı bulduğu halde meyte yemek zorunda kalan
zaruret içerisindeki bir kişinin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı
vermiştir: Eğer hırsız sayılmayıp söyleyeceği sözü tasdik edilecek şekilde
bedenine bir zarar gelmeyeceğinden emin olursa, bunlardan hangisini bulursa
açlığını giderecek kadarını yer ve beraberinde herhangi bir şey taşımaz. Böyle
bir şekilde hareket etmesi meyte yemesinden bana göre daha uygundur.
Bu anlamda yeteri kadar
açıklamalar daha önceden geçmiştir. Şayet sözünün doğru kabul edilmeyip hırsız
sayılacağından korkacak olursa bence meyteyi yemesi daha caizdir. Ve böyle bir
durumda onun için meyte yemek hususunda bir genişlik vardır.
28- Meyteden Yeme
Miktarı:
Ebü Davüd rivayet ederek
der ki: Bize Müsa b. İsmail anlattı, dedi ki: Bize Hammad, Simak b. Harb'dan, o
Cabir b. Semura'dan naklederek dedi ki:
Adamın birisi
beraberinde hanımı ve çocukları olduğu halde el-Harre (Medine'nin dış
taraflarındaki karataşlık bir bölge) denilen yerde konakladı. Adamın birisi
şöyle dedi: Benim bir devem kayboldu, onu bulursan yanında alıkoy. Adam deveyi
buldu, fakat sahibini bulamadı. Deve hastalandı. Hanımı ona: Bu deveyi boğazIa
dedi ise de kabul etmedi, sonunda deve öldü. Bu sefer kadın: Derisini yüz ki
etini ve yağını kurutup yiyelim. Adam: Hayır, Resulullah (s.a.v.)'a sorınadıkça
böyle birşey yapamam dedi, Hz. Peygamber'in yanına varıp sordu. Hz. Peygamber
şöyle dedi: "Sende (buna) muhtaç etmeyecek birşey var mı?" deyince
adam: Hayır dedi. Hz. Peygamber: "O halde onu yeyiniz" dedi. Bu sefer
devenin sahibi gelince ona olanları anlattı. Deve sahibi: Keşke onu boğazlamış
olsaydın, deyince adam: Senden utandım, cevabını verdi.
İbn Huveyzimendad der
ki: Bu hadis-i şerifte iki hususa delil vardır:
1. Zaruret halinde olan
bir kimse kendisi telef olmaktan korkmasa dahi meyteden yiyebilir. Çünkü Hz.
Peygamber ona muhtaç bırakmayacak şeye sahip olup olmayacağını sormuş, ancak
ölümden korkup korkmayacağını sormamıştır.
2. Meyteden yer, doyar,
saklar ve azık olarak da alabilir. Çünkü Hz. Peygamber ona, alıp saklamayı
mübah kıldı, buna karşılık karnını doyurmamayı da şart koşmadı.
Ebü Davüd der ki: Bize
Harun b. Abdullah anlatarak dedi ki: Bize el-Fadl b. Dukeyn anlatarak dedi ki:
Bize Ukbe b. Vehb b. Ukbe el-Amiri haber vererek şöyle dedi: Babamı, el-fucey'
el-Amiri'den naklederek şöyle derken dinledim: (fucey'), Hz. Peygamber'e
giderek sormuş: Meyte bize helal olmaz mı? Hz. Peygamber: "Sizin yediğiniz
nedir?" diye sorunca biz şöyle dedik: Gabuk ve ıstıbah ediyoruz. Ebu Nuaym
(el-Fadl b. Dukeyn'in künyesi) dedi ki: Bunun ne demek olduğunu Ukbe bana
şöylece açıkladı: Sabahleyin bir kase, akşamleyin de bir kase. Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "Yemin ederim ki bu açlığın kendisidir." Devamla (ra
vi) der ki: Hz. Peygamber bu halleri üzere onlara meyte yemeyi helal kıldı. Ebu
Davud der ki: İğtibak, günün sonunda, istibah ise günün başında olur.
el-Hattabi der ki:
İğtibak
İbn Huveyzimendad der
ki: Bunların
Ebu Hanife ile bir diğer
görüşünde Şafii ise şöyle demektedir: Kişinin meyteden ancak kendisini ölümden
kurtaracak kadarını yiyebilmesi caiz olur. elMüzeni'nin kabul ettiği görüş de
budur. Derler ki: Eğer baştan beri bu halde ise (yani tok ise) meyteden
herhangi bir şey yemesi onun için caiz olmaz İşte meyteden yemeye başladıktan sonra
da bu noktaya gelmesi halinde durum budur. Buna yakın bir görüş el-Hasen'den de
rivayet edilmiştir.
Katade de der ki:
Herhangi bir şekilde meyteden doyasıya yiyemez. Mukatil b. Hayyan ise der ki:
üç lokmadan fazlasını yiyemez. Doğru olan ise önceden de geçtiği gibi- bunun
aksini ileri süren görüştür.
29- Haram ile Tedavi:
Meyte ile tedaviye
gelince ya aynı haliyle kullanılmasına ya da onu yakarak kullanmaya ihtiyaç
duyulur. Eğer yakmak suretiyle değişikliğe uğrarsa İbn Habib: Onunla tedavi
etmek de namaz kılmak da caiz olur, der. İbnu'l-Macişun'un bunu daha caiz kabul
etmesi ise, yakmanın -niteliklerinin değişmesi dolayısıyla- bir temizleme
olduğundan hareketle daha hafif görmüş olmasındandır. el-Utbiyye'de İmam
Malik'ten "mertek" denilen ve meytenin kemiklerinden yapılan ilaç
hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir: Eğer bu ilacı yarasının içine
koyarsa orayı yıkamadıkça onunla namaz kılamaz.
Eğer meyte bizatihi
mevcut ise Suhnün bu hususta şöyle demektedir: Hiçbir şekilde onunla da domuz
ile de tedavi olunmaz. Çünkü aç olma halinin aksine bunun yerini tutan helal
bir ilaç bulunmaktadır. Zira açlık halinde meytenin yerini tutacak başka birşey
bulunursa meyte yenilemez.
Aynı şekilde şarap ile
de tedavi edilemez. Malik'in görüşü budur. Şafii'nin mezhebinden de zahir
(kuvvetli) olan görüş budur. Şafii mezhebi alimlerinden İbn Ebi Hureyre'nin
kabul ettiği görüş de budur. Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Açlık için değil
de tedavi için şarap içmek caizdir. İmam Şafii mezhebi ilim adamlarından Kadı et
- Taberi'nin tercih ettiği görüş budur; esSevri'nin görüşü de budur.
Şafii mezhebine mensup
kimi Bağdatlılar da şöyle demektedir: Tedavi için değil de susuzluk dolayısıyla
şarabın içilmesi caizdir. Çünkü susuzluğun vereceği zarar çabuk ortaya çıkar, tedavininki
ise böyle değildir.
Şöyle de denilmiştir:
Her iki sebep dolayısıyla da şarabın içilmesi caizdir.
Şafii mezhebine mensup
bazıları, haram kılınan her türlü şey ile tedaviyi kabul etmemiştir. Bundan
özel olarak sadece develerin sidiklerini istisna etmişlerdir. Bu istisnaya
sebep ise Uraniler ile ilgili hadis-i şeriftir.
Bazıları da haram olan
herşeyin tedavide kullanılmasını kabul etmemektedirler. Çünkü Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah ümmetimin şifasını onlara
haram kıldığı bir şeyde kılmamıştır."
Tarık b. Süveyd'in
şaraba dair soru sorması esnasında Peygamber (s.a.v.)'in ona şarabı yasaklaması
veya şarap yapmasını kerih görmesini de buna delil gösterirler. Ben şarabı
tedavi de kullanılmak üzere yapıyorum, deyince Hz, Peygamber şu şekilde ona
cevap verir: "Şüphesiz ki o (şarap) bir ilaç değildir. O bir
hastalıktır." Bu hadisi Müslim Sahih'inde rivayet etmiştir. Bu hadis-i şerifin zaruret haliyle kayıtlanma
ihtimali vardır. Zehir ile tedavi olmak caiz ise de içilmesi caiz değildir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
30- Zaruret Halinde
Haramlardan Yararlanmanın Şartları:
"Mecbur kalırsa
saldırmamak. .. " Bu buyruk haldir. İstisna olduğu da söylenmiştir.. Yüce
Allah'ın: "Saldırmamak" buyruğundaki (...) (olumsuzluk anlamını veren
edat), hal olarak nasb edilmiştir. Müstesna olmak üzere nasb edildiği de
söylenmiştir. Eğer bu edatın yerine (...) kullanılabiliyorsa haldir. Yerine
"illa" istisna edatı kullanılabiliyorsa istisnadır. Diğerlerini de
buna kıyas edin.
(...): Saldıran,
kelimesinin aslı, sonunda ya harflidir. Ya harfi üzerinde ötre ağır geldiğinden
sakin okunur. Tenvin de sakin olduğundan ya harfi hazf edilmiştir. Sonundaki
esre buna delalet eder.
Katade, el-Hasen,
er-Rabi' b. Zeyd ve İkrime'nin açıklamalarına göre anlamı şöyledir:
İhtiyacından fazla yememek suretiyle "saldırmamak" ve bu haramlara
ilişmek ve yemek imkanı ile birlikte bunlardan yemeyerek "haddi aşmaksızın
yerse onun üzerine günah yoktur." es-Süddi der ki: Bunlara arzu ile ve
lezzet duyarak "saldırmamak" karnını doyuruncaya kadar yemek
suretiyle de "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur."
Mücahid, İbn Cübeyr ve
başkalarına göre de anlamı şöyledir: Müslümanlara "saldırmamak ve"
onlara karşı "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur."
Buna göre saldırgan ve
haddi aşan kimselerin kapsamına yol kesiciler, İslam Devleti'nin meşrü
yöneticilerine karşı çıkanlar, akrabalık bağlarını kesmek uğrunda, müslümanlara
baskın yapmak yolunda yolculuk yapan ve benzeri durumda olanlar da girmektedir.
Bu açıklama doğru bir
açıklamadır. Çünkü sözlükte bağy'in (saldırganlığın) asıl anlamı fesad çıkarmak
maksadını gütmektir. Kötü işler yapan kadın hakkında da bu kökten gelen kelime
kullanılır. Yüce Allah bu kökten olmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Ve
cariyelerinizi de zinaya (el-biğa) zorlamayın.'' (en-Nur, 33)
Bağy kelimesi bazen
fesadın dışında birtakım şeyleri istemek, taleb etmek hakkında da
kullanılabilir. Araplar (mesela) devesini aramak maksadıyla çıkan kimseler
hakkında da bu kelimeyi kullanır. Şairin şu beyitleri de bu türdendir:
"Büyü kastıyla yapılan düğümler seni hayır aramaktan alıkoymasın Çünkü
uğursuz şeyler uğurlular, uğurlu denilen şeyler uğursuzlar gibidir."
31- Haramın Mübah
Kılınmasının Bir Diğer Şartı:
"Ve haddi aşmaksızın."
Yüce Allah -önceden de açıkladığımız gibi- bütün mübahlardan istifade etmekten
acze düştüğü zaruret halinde acizliğinden ötürü haram olanların tümünden yemeyi
helal kılmıştır. Buna göre mübah olan birşeyin bulunmaması haram olan şeyin
mübah kılınması için bir şarttır.
32- Masiyet Halinde
Zaruret Dolayısıyla Ruhsattan Yararlanmak:
Zaruret hali ile
birlikte masiyetin sözkonusu olması halinde (zaruretin ruhsatından yararlanmak
hususunda) ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mesela, zaruret halinde
olan kişi, yol kesmek veya gidip gelen yolcuları korkutmakta ise, Malik ve iki
görüşünden birisinde Şafii, ruhsattan istifade etmesini -masiyeti dolayısıyla-
mahzurlu görmüşlerdir. Çünkü Yüce Allah, böyle birşeyi destek ve yardımcı olmak
üzere mübah kılmıştır. İsyan eden kimseye yardım etmek ise helal değildir.
Böyle bir kimse eğer haram kılınan birşeyden yemek isterse önce tevbe etsin,
sonra yesin.
Ebu Hanife ve öteki
görüşünde Şafii ise isyan halinde olana bunu mübah görmüşler ve kişinin itaat
halinde ya da isyan halinde olması için bu tür şeylerin mübah kılınması
açısından herhangi bir fark görmemişlerdir. İbnu'l Arabı der ki: Masiyetini
devam ettirmekle birlikte böyle bir işi mübah görene hayret edilir. Kimsenin bu
görüşte olduğunu da zannetmiyorum. Böyle bir görüşü ileri süren kesinlikle hata
eder.
Derim ki: Sahih ise
bunun hilafınadır. Çünkü masiyet kastıyla yapılan yolculukta kişinin kendi
kendisini ölüme bırakması, içinde bulunduğu masiyetten daha büyük bir
masiyettir. Nitekim Yüce Allah: "Kendi nefislerinizi öldürmeyiniz''
(el-Maide, 29) diye buyurmaktadır. Bu buyruk umumidir. Kaldı ki böyle bir
kimsenin ikinci bir halde tevbe etmesi ve tevbenin işlediği günahlarını silmesi
de muhtemeldir. Mesruk şöyle demektedir: Meyte, kan ve domuz eti yemek zorunda
kalan bir kimse ölünceye kadar bunlardan yemese - Allah'ın onu affetmesi hali
dışında - cehenneme girer. el-Kiya diye bilinen Ebu'l Hasen et-Taberi de şöyle
demektedir: Zaruret halinde meyteden yemek bir ruhsat değil, farz bir
azimettir. Eğer meyteden yemeyecek olursa asi olur.
Diğer taraftan meyteden
yemek, yolculuğun ruhsatlarından veya yolculuk şartına bağlı bir ruhsat
değildir. Aksine ister yolculukta olunsun, ister ikamet halinde olunsun
zaruretin sonuçlarındandır. Bu, tıpkı hasta olduğu takdirde ikamet halinde olan
günahkarın orucunu açmasına benzer ve tıpkı su bulmamak halinde isyankarın
yolculukta teyemmüm etmesine benzer. el-Kiya der ki: Bizce sahih olan da budur.
Derim ki: Bu hususta
İmam Malik'ten gelen rivayetler farklıdır. Onun kabul ettiği görüşlerin meşhur
olanı el-Baci'nin el-Münteka adlı eserinde belirttiğine göre, zaruret halinde
olan bir kimsenin masiyet kastıyla yaptığı yolculukta (yenmesi haram kılınan
şeylerden) yemesi caiz olur, şu kadar var ki namazını kısaltması ve orucunu
açması caiz olmaz.
İbn Huveyzimendad da der
ki: Zaruret halinde olanın yemesine gelince bu hususta itaat eden ile isyan
eden arasında fark yoktur. Çünkü meytenin (zaruret halinde) hem yolculuk
esnasında hem ikamet halinde yenilmesi caizdir. Masiyetler işlemek üzere yola
çıkan bir kimsenin üzerinden ikamet edenin hükmü kalkmaz. Aksine mukim olmaktan
daha kötü bir haldedir. Oruç açmak ve namaz kısaltmak ise böyle değildir. Çünkü
bunlar yolculuk şartına bağlı iki ayrı ruhsattır. Buna göre yolculuk bir masiyet
için yapıldığı takdirde yolculukta namazını kısaltması caiz olmaz. Çünkü böyle
bir ruhsat yolculuğa has bir ruhsattır.
Bundan dolayı şöyle
diyoruz: Masiyet kastıyla çıktığı yolculukta suyu bulmadığı takdirde teyemmüm eder.
Çünkü teyemmüm hem yolculuk halinde hem ikamet halinde aynıdır. İşlemiş olduğu
bir masiyet dolayısıyla böyle bir kimseye meyteden yemesini ve teyemmümde
bulunmasını engellemek nasıl caiz olabilir? Halbuki yemeği terkederse ölür, bu
ise en büyük bir masiyettir.
Teyemmümü terkederse
namazı zayi eder. Böyle birisine şu şekilde söylemek caiz olur mu: Sen bir
masiyet işledin haydi bir tane daha işle. İçki içmiş olan bir kimseye zina et,
zina eden bir kimseye, kafir ol demek caiz olur mu? Veya her ikisine haydi
namazı kılmayıverin denilebilir mi? Bütün bunları (ibn Huveyzimendad)
Ahkamu'l-Kur'an adlı eserinde zikretmekte, İmam Malik'ten olsun, onun
arkadaşlarından herhangi bir kimseden olsun farklı bir görüşten de söz
etmemektedir.
el-Baci ise şöyle demektedir:
"Ziyad b. Abdurrahman el-Endelüsi'nin rivayetine göre yaptığı yolculuk
sebebiyle asi olan bir kimse namazını kısa kılar, Ramazan ayında oruç açar.
Bütün bu hususlar arasında o fark gözetmez. Bu, aynı zamanda Ebu Hanife'nin de
görüşüdür. Yemekten uzak durmak suretiyle kendisini öldürmesinin caiz
olmayacağı hususunda ve farz olarak yemekle emrolunduğu hususunda görüş
ayrılığı yoktur. Masiyet kastıyla yolculuğa çıkan bir kimse üzerinden namaz ve
oruç gibi farz ve vacipler sakıt olmaz. Aksine bunları yerine getirmek
zorundadır. İşte sözünü ettiğimiz şeylerin durumu da böyledir.
Birinci görüşü şöylece
açıklayabiliriz: Bu gibi şeyler (namazın kısaltılması, Ramazan ayında oruç
açılması gibi) insanların ihtiyaçları dolayısıyla yolculuklarda mübah kılınmıştır.
Böyle bir kimsenin masiyetleri işlemek üzere -ve kendisini öldürmemek imkanı
varken- bunlardan faydalanması mübah değildir. İbn Habib der ki: Bu da önce
tevbe etmesi, tevbe ettikten sonra da meyte etini yemesi suretiyle
gerçekleşebilir.
İbn Habib bu hususta
Yüce Allah'ın: "Kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmaksızın yerse
onun üzerine günah yoktur" buyruğuna sarılmıştır. Böylelikle meytenin
zaruret dolayısıyla mübah kılınabilmesi için saldırmamasının şart koşulduğunu
göstermektedir.
Yol kesmek veya yolda
gidip gelenleri soymak üzere yolculuk yapan yahut akrabalık bağını kesmek veya
bir günah işlemek üzere yola çıkan bir kimse ise hem saldırgandır, hem de haddi
aşan bir kimsedir. Dolayısıyla böyle bir yolculukta mübahlığın şartları
bulunmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: Bu hitaptan
anlaşılanı delil göstermektir. Hitaptan anlaşılan (mefhumu'l-hitab)ı delil
göstermek ise usüI alimleri arasında ihtilaflı bir husustur. Ayet-i kerimenin
düzeni ise saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın zaruret halinde olan için günah
olmadığını ifade etmekte, öyle olmayanlar hakkında da herhangi birşey
dememektedir. asl olan ise hitabın genel oluşudur. Herhangi bir sebep
dolayısıyla bu genelliğin ortadan kalktığını ileri süren kimsenin buna dair delil
getirmesi gerekir.
34- Allah Gafur'dur,
Rahim dir. (33- yok)
"Şüphesiz ki Allah
Gafurdur Rahimdir." (yapılan isyanları bağışlar), dolayısıyla hakkında
ruhsat verdiği şeylerden ötürü sorgulamaması öncelikle sözkonusudur. O'nun
belli şartlarda birtakım ruhsatlar vermiş olması da rahmeti cümlesindendir.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN
BENZERİ AYET-İ KERİME: