ANA SAYFA             SURELER    KONULAR

 

BAKARA

102

وَاتَّبَعُواْ مَا تَتْلُواْ الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَـكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُواْ يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ

فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُواْ لَمَنِ اشْتَرَاهُ

مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ

 

102. şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular. Halbuki Süleyman kafir olmadı. İki meleğe de birşey (indirilmedi). Fakat o şeytanlar kafir idiler ki insanlara sihri öğretiyorlardı. Babil'de iki meleğe de bir şey indirilmedi. Harut ile Marut'a gelince; onlar: "Biz ancak bir imtihanız, sakın kafir olma" demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi. İşte o ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi. Onlar Allah'ın izni ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi. Ve onlar kendilerine zarar verecek fakat fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar, onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı. Onların kendilerini, karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilmiş olsalardı?!

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yirmidört başlık halinde sunacağız:

 

1- Şeytanların Okudukları:

2- Süleyman Kafir Olmadı:

3- Sihir (Büyü):

4- Büyünün Gerçeği Var mı?

5- Hz. Peygamber'in "Sihir" Kelimesini Kullanması:

6- Küfrü Gerektiren Büyü:

7- Büyünün Gerçeği:

8- Büyü ve Olağanüstü Haller:

9- Büyü Mucize Değildir:

10- Büyü ile Mucize Arasındaki Fark:

11- Müslüman Büyücünün Hükmü:

12- Zımmi Büyücü:

13- Büyücüden, Büyüsünü Çözmesi istenir mi?

14- Şeytan ve Cinlerin Varlığını inkar Etmek:

15- iki Meleğe indirilenler

16. Harut ile Marut Çoğul Olan ''Şeytanlar"dan Nasıl Bedel Olabilir?

17- iki Melek veya iki Melik:

18- Babil:

19- Dünya Fitnesi ile Harut ve Marut'un Fitnesi:

20- Harut ile Marut:

21- Harut ile Marut'un Şartlı Sihir Öğretmeleri:

22- Büyücünün Gücü:

23- Büyünün Zararı:

24- Büyünün Zararı Var, Faydası Yok:

 

1- Şeytanların Okudukları:

 

"Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular." Bu buyrukta Yüce Allah, kitabı arkalarına atan kesimin -ki bunlar yahudilerdirbüyüye de tabi olduklarını haber vermektedir. es-Süddi der ki: Yahudiler Tevrat'ı ileri sürüp Muhammed (s.a.v.)'e karşı çıktılar. Tevrat ile Kur'an arasında uygunluk olduğu ortaya çıktı. Bu sefer Tevrat'ı bir kenara attılar, Asaf'ın (sihir) kitabını ve Harut ile Marüt'un sihrini aldılar, ona yapıştılar.

 

Muhammed b. İshak der ki: Rasülullah (s.a.v.) Hz. Süleyman'ı gönderilmiş peygamberler arasında sözkonusu edince yahudi alimlerinden birisi şöyle dedi: Muhammed, Davud'un oğlunun bir peygamber olduğunu zannediyor. Halbuki o, Allah'a yemin ederiz bir sihirbazdan başka birşey değildi. Bunun üzerine Yüce Allah da: "Halbuki Süleyman kafir olmadı ... Fakat o şeytanlar .. kafir idiler" buyruğunu indirdi. Yani o şeytanlar ademoğullarına Hz. Süleyman'ın gösterdiği denizde yürümek, kuşları, şeytanları emri altında müsahhar kılmak gibi mucizelerinin büyü olduğu telkininde bulundular.

el-Kelbi der ki: Şeytanlar büyüye dair bilgileri ve tılsımları Hz. Süleyman'ın katibi Asaf'ın dilinden yazdılar ve Allah, onun mülkünü elinden aldığı sırada namaz kıldığı yerin altına gömdüler. Süleyman ise bunun farkına varmadı. Hz. Süleyman vefat edince oradan çıkartıp insanlara şöyle dediler: O size bu şeyler sayesinde hükümdarlık etti. Haydi bunu siz de öğreniniz. İsrailoğullarının alimleri ise şöyle dediler: Bunun Süleyman'ın bilgisi olmasından Allah'a sığınırız. Bayağı ve sıradan kimseler ise: Hayır, bu Süleyman'ın bilgisidir dediler, onu öğrenmeye yöneldiler, peygamberlerinin kitaplarını reddettiler. Bu durum Allah (C.C.), Muhammed (s.a.v.)'ı peygamber olarak gönderinceye kadar devam etti. Daha sonra Yüce Allah peygamberi Muhammed'in üzerine Hz. Süleyman'ın bu işten ma'zur olduğunu ve ona yapılan bu iftiradan uzak olduğunu ortaya çıkartarak: "Şeytanların Süleyman'ın müllkü aleyhine uydurduklarına uydular" buyruğunu indirdi.

 

Ata der ki: Burada geçen "tetlü" tilavetten gelen okumak anlamındadır. İbn Abbas da der ki: Bu, arkasından gelmek, uymak anlamındadır. Nitekim: İnsanlar biri öteki ardından geldiler, denildiği zaman bu kelime kullanılır. Taberi der ki: "Tabi oldular" kelimesi üstün tuttular, demektir.

 

Derim ki: Bir şeye uyup onu önüne geçiren bir kimse başkasından üstün tuttuğu için böyle yapar. "Tetlü" ise geçip gitti, devam etti anlamındadır. Şair de der ki: Kabrinin yanından geçersen boğazIa orada iri hörgüçlü, değerli beyaz develeri ve hızlıca koşup güzel yerlerde otlayanları Onların kanları ile kabrinin dört bir yanını sula,  Çünkü o, kanla ve boğazlanan hayvanlarla kardeş olacak (idi)"

 

Burada "olacak" anlamındaki muzari' fiil, "idi" anlamındadır.

 

Buyruktaki " ... na" edatı, "uydular" anlamındaki fiilin mef'ulüdür. Yani onlar şeytanların Süleyman'ın aleyhine uydurdukları şeylere uydular ve onların ardınca gittiler. Burada yer alan "ma" edatının nefy' (olumsuzluk) ifade ettiği söylenmişse de böyle bir görüşün ayet-i kerimenin nazmı ile hiçbir ilgisi yoktur, sözün doğru olarak anlaşılmasına da imkan vermez. Bunu İbnu'l-Arabi söylemiştir.

 

"Süleyman'ın mülkü" yani şeriat ve peygamberliği "aleyhinde uydurduklarına uydular." ez-Zeccac der ki: Süleyman'ın hükümdarlık ettiği dönem hakkında uydurduklarına uydular, demektir. "Süleyman'ın mülkü ile ilgili olarak" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani Hz. Süleyman'ın kıssaları, nitelikleri ve haberleri ile ilgili olarak uydurduklarına uydular. el-Ferra der ki: Böyle bir yerde "ala" ve "fi" (üzerine; de, da, hakkında) harflerinin ikisi de (anlam olarak) uygundur, kullanılabilir.

 

Yüce Allah'ın burada "ala mülki Süleyman" deyip de "ba'de mülki süleyman: Süleyman'ın mülkünden sonra" dememesi Yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyladır: ''Senden önce ne kadar bir rasul ve bir peygamber gönderdiysek mutlaka o bir şey söylemek istediği zaman şeytan onun sözüne birşeyatmak istemiştir.'' (Hacc, 52); yani onun tilavetine birşeyler karıştırmak istemiştir.

 

Şeytanın anlamı ve türediği köküne dair açıklamalar Gstiaze'ye dair bilgi verilirken) yapılmış bulunmaktadır. Tekrarlamanın anlamı yoktur.

 

Burada geçen "şeytanlar"ın cin şeytanları olduğu söylenmiştir. Bu isimden anlaşılan da budur. Kastın, dalalette alabildiğine ileri gitmiş, isyankar insanların şeytanları olduğu da söylenmiştir. Cerır'in şu beyitinde olduğu gibi.

 

"Onlara duyduğum sevgiden dolayı bir zamanlar beni şeytan diye çağırıyorlardı Ve şeytan olduğum zamanlar onlar da beni seviyorlardı."

 

2- Süleyman Kafir Olmadı:

 

"Halbuki Süleyman kafir olmadı" buyruğu ile Allah tarafından Hz. Süleyman'ın günahsızlığı dile getirilmektedir. Ayet -i kerimede ise herhangi bir kimsenin Hz. Süleyman'ı küfre nisbet ettiğine dair bir ifade geçmemiştir. Şu kadar var ki yahudiler Hz. Süleyman'ı sihirbazlıkla nitelendirdiler. Sihir küfür olduğundan dolayı adeta Hz. Süleyman küfre nisbet edilmiş gibi olmuştur.

 

Daha sonra Yüce Allah: "Fakat o şeytanlar kafir idiler" buyruğu ile sihri öğretmek sebebiyle şeytanların kafir olduğunu tesbit etmektedir.

 

"Öğretiyorlardı" buyruğu ise hal makamında mansubdur. İkinci bir haber olmak üzere ref halinde olması da mümkündür.

 

Küfeliler Asım müstesna (...) şeklinde (...) nun harfini şeddes iz olarak buna karşılık (...) kelimesinin nun 'unu ötreli olarak okumuşlardır. el-Enfal'de yer alan (...): Fakat Allah attı" (el-Enfal, 17) buyruğunu da böyle okumuşlardır. İbn Amir de onlar gibi okumuştur. Geri kalanları ise "lakinne" şeklinde ve ondan sonra gelen ismin sonunu da üstün olarak okumuşlardır.

 

"Lakin" kelimesinin iki anlamı vardır: Geçmişe dair haberi nefyeder, geleceğe dair haberi de isbat (olumlu) eder. Bu kelime ise la, kaf ve inne olmak üzere üç kelimeden yapılmıştır. "La" nefyedicidir, "kaf" hitab içindir, "inne" ise isbat ve tahkik içindir. Ağır olduğundan dolayı bu "inne"deki hemze gitmiştir. Bu "lakin" kelimesi ağır (son harfi şeddeli): lakinne şeklinde ve hafif (lakin şeklinde son harfi şeddesiz olarak) okunur. Ağır okunduğu takdirde "inne" gibi ismini nasbeder, hafif okunduğu takdirde ise şeddesiz "in" gibi (ismini) ref eder.

 

3- Sihir (Büyü):

 

Sihrin aslında hile ve hayal! şekiller göstermek suretiyle birşeyi olduğundan başka türlü göstermek demek olduğu söylenmiştir. Bu da büyü yapanın birtakım işler yapıp bazı sözler söylemesi ile olur. Bunun sonucunda büyülenen kişi o eşyayı gerçek mahiyetinden başka türlü görür. Tıpkı uzaktan serabı görüp de orada su bulunduğu hayaline kapılan ve devamlı ve hızlıca yol alan bir gemiye binip de kıyıda gördüğü ağaç ve dağların da kendisiyle birlikte yürüdüğünü zanneden kimsenin durumu gibi.

 

Bu kelimenin küçük çocuğu aldatan ve aynı şekilde bir şeylerle uğraştırıp oyalayan kimsenin durumunu ifade etmek üzere kullanılan: "Küçük çocuğu sihrettim," ifadesinden türetildiği söylenmiştir. Teshır (büyüleme) de böyledir. Lebid der ki: "Ne halde olduğumuzu bize soruyorsan bizler Şu aldatılmış (sihredilmiş) yaratıklardan kuşlarız."

 

Bir başkası da şöyle demektedir: "Kendimizi, yemek ve içmekle eğleniyorken (sihrediliyorken) Ölüme hızla giden kimseler görüyorum, Kuşlar, sinekler, kurtlar ve Cesur kurtlardan da daha cesur kimseler."

 

Yüce Allah'ın: "Sen muhakkak büyülenmiş (müsahhar) kimselerdensin. " (eş-Şuara, 153) buyruğuna gelince, denildiğine göre, "müsahhar" (ciğer anlamına gelen) "sehar" sahibi olarak yaratılan kimse demektir. Yemek yeyip içecek şeyleri içen anlamına gelen, oyalanıp eğlenen kimseler anlamında olduğu da söylenmiştir.

 

Sihr'in asıl anlamının gizlilik demek olduğu da söylenmiştir. Çünkü büyü yapan, bu işi gizlice yapar. Aslının, birşeyden yüzçevirttirmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Seni bu işten sihir etti, yani o işten başka tarafa çevirdi, denilir. Asıl anlamının meylettirmek olduğu da söylenmiştir. Seni meylettiren herkes sana sihir yapmış olur Yüce Allah'ın: "Belki de biz büyülenmiş bir topluluğuz." (el-Hicr, 15) buyruğu hakkında da şöyle denilmiştir: Yani bize büyü yapıldı ve bize gösterilen hayaller sonucu bildiğimizden başka noktalara kaydırıldık.

 

el-Cevheri der ki: Sihir, okuyup üflemek demektir. Alınış kaynağı latif ve sezilmeyecek kadar ince olan herşeye sihir denir. Sahir (sihir yapan, büyüleyicİ) bilgin anlamındadır. Yine bu kelime aldatmak anlamına da gelir.

 

İbn Mes'ud der ki: Bizler cahiliyye döneminde sihire "idah" derdik. Araplara göre ise bu ileri derecede iftira ve yalanın güzel sözlerle allanıp pullanması demektir. Şair der ki: "Ben Rabbime sığınırım Büyü yapıp büyüsüne üfüren büyücülerden."

 

4- Büyünün Gerçeği Var mı?

 

Büyünün gerçek olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Hanefi mezhebine mensup el-Gaznevi Uyunu'l-Meani adlı eserinde şöyle demektedir: Sihir Mu'tezileye göre asılsız bir aldatmacadır. Şafii'ye göre vesvese ve hastalıktır. Bize göre ise sihrin aslı güneşin Firavn sihirbazlarının asalarında civaya etki etmesi gibi yıldızların özelliklerinin etkisini esas alan birtakım tılsımlar veya zor olan şeyleri kolaylaştırmaları için şeytana yapılan tazimdir.

 

Derim ki: Bize göre ise sihir bir gerçektir. Onun gerçek bir niteliği vardır.

 

Allah -ileride de geleceği üzere- sihir esnasında dilediğini yaratır. Diğer taraftan sihrin bir kısmı el çabukluğu ile olur. (Şa'veze gibi). Şa'vezi ise çabuk yürüyen postaya verilen addır. İbn Faris, el-Mücmel'de şöyle der: Şa'veze, çölde yaşayan arapların kullandığı bir kelime değildir. Bu, büyü gibi elçabukluğu ile birtakım okuyup üflemelerdir. Bunun bir kısmı ezberlenen sözler, bir kısmı da Yüce Allah'ın okunan isimleri olabilir. Kimisi şeytanların dönemlerinden kalma olabilir ve bu birtakım ilaç, duman ve başka şeyler türünden olur.

 

5- Hz. Peygamber'in "Sihir" Kelimesini Kullanması:

 

Resulullah (s.a.v.) sözdeki fesahata ve güzel söz söylemeye "sihir" adını vermiş ve şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sözün bir kısmı elbette bir sihirdir." Bunu Malik ve başkaları rivayet etmiştir.

 

Çünkü bu sözlerde bazan batıl o derece doğru gösterilir ki işiten onun doğru olduğunu zanneder. Buna göre Hz. Peygamber'in: "sözün bir kısmı elbette ki bir sihirdir" buyruğu belağat ve fesahatı yermek sadedinde olur. Çünkü bunu sihire benzetmiş olmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu ifade beyanın üstünlüğünü ve belağati övmek için kullanılmıştır. Bunu da bir grup ilim adamı söylemiştir. Ancak birinci açıklama daha sahihtir. Buna delil ise Peygamber (s.a.v.)'ın şu buyruğudur: ".... belki sizin bazılarınız delilini diğer bazısına göre daha açık bir dille anlatabilir."; "Benim aranızdan en çok buğzettiğim kişiler çokça söz söyleyip sözlerini tekrarlayan ve ağzı kalabalık kimselerdir."

 

Derim ki: Hadisin ravisi Amir eş-Şa'bi ile Sa'saa b. Sühan sözünü ettiğimiz şekilde bu hadisi açıklamışlar ve şöyle demişlerdir: Peygamber (s.a.v.)'ın:

 

"Şüphesiz sözün bir kısmı elbette ki bir sihirdir" buyruğuna gelince kişi bazen haksız olduğu halde hak sahibinden daha güzel bir şekilde delillerini ortaya koyar, böylelikle güzel açıklamalarıyla etrafındaki insanları büyüler ve haksız olduğu halde hakkı alır gider. ilim adamları belağatı ve güzel konuşmayı alabildiğine uzun veya oldukça kısa olmadıkça ve batıl hak gibi gösterilmedikçe övmüşlerdir. Bu ise açık bir husustur. Hamdimiz Allah'adır.

 

6- Küfrü Gerektiren Büyü:

 

Kimi büyüler, yapanın kafir olmasını gerektirir. insanların suretlerini değiştirmek, onları hayvan kılığına büründürmek, bir aylık mesafeyi bir gecede katetmek, havada uçmak gibi iddialarda bulunanlar böyledir. insanlara kendisinin haklı olduğu vehmini vermek üzere bu tür şeyler yapan herkesin yaptığı bu iş küfürdür. Bu Ebü Nasr Abdurrahim el-Kuşeyri'nin görüşüdür.

 

Ebü Amr da der ki: Büyücü, hayvanı bir şekilden bir şekile dönüştürüp insanı eşek yahut benzeri bir kılığa sokar, cesetleri değiştirmeye, helak etmeye ve nakletmeye kadirdir, diyenlerin görüşlerine göre sihirbazın öldürülmesi gerekir. Çünkü bu kişi peygamberleri inkar eden bir kafirdir. Onların ayet ve mucizelerine benzer iddalarda bulunmaktadır. Bunu böyle kabul etmekle birlikte peygamberliğin sıhhatli bilgisine ulaşmak mümkün olmaz. Çünkü bunun (yani mucizelerin) bir benzeri hile yolu ile husule gelebilir, kanaatini uyandırır.

 

Büyünün birtakım aldatmalar, birtakım yasakların dışına çıkmalar, göz boyamalar, hayal göstermeler olduğu iddiasında bulunanların kabul ettikleri esas ilkeye göre ise büyücünün öldürülmesi gerekmez. Ancak yaptığı büyü sonucu bir kimsenin ölümüne sebep teşkil ederse, o kişinin ölümüne karşılık olarak o da öldürülür

 

7- Büyünün Gerçeği:

 

Ehl-i Sünnet büyünün sabit olduğunu, gerçeğinin bulunduğunu kabul etmiştir. genel olarak Mu'tezile ve Şafii mezhebine mensup Ebu İshak el-Esterabadı ise sihrin bir hakikatinin olmadığı görüşündedir Aksine bunlara göre sihir bir şeyin olduğundan başka türlü gösterilmesini sağlayan bir hayal ve bir vehmettirmedir. Ve sihir bir çeşit el çabukluğu ve çabuk harekettir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sihirlerinden ötürü kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi. "(Taha, 66) Burada Yüce Allah gerçekten yürüyorlardı, buyurmamakta "kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi" diye buyurmaktadır Bir başka yerde de: "insanların gözlerini büyülediler" (el-A'raf, 116) diye buyurmaktadır

 

Ancak bunda görüşlerine destek olacak bir delil yoktur. Çünkü bizler hayal göstermenin ve başka işlerin büyü kapsamında olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bunun ötesinde aklın caiz kabul ettiği (olabilir dediği) ve sem'ı delillerin de varid olduğu birtakım hususlar vardır. Bunlar arasında bu ayet-i kerimede (tefsiri yapılan ayette) sözü geçen sihir ve sihrin öğretilmesi de vardır Eğer bunun bir gerçeği olmasaydı, öğretilmesine imkan olmazdı. Yüce Allah da onların insanlara bunu öğrettiğini haber vermezdi. İşte bu, büyünün bir hakikat olduğunun delilidir. Yüce Allah'ın Firavun'un sihirbazları kıssasında zikrettiği: "Ve büyük bir sıhir getirmiş oldular" (el-A'raf, 116) buyruğu ile Felak Suresi, diğer taraftan bütün müfessirlerin bu surenin iniş sebebinin Lebid b. el-A'sam'ın büyüsü dolayısıyla indiğini ittifakla belirtmeleri de bu deliller arasındadır. Bu surenin iniş sebebiyle ilgili olarak bu rivayet Buharı, Müslim ve başkalarının kaydettiği hadisler arasındadır Hz. Aişe'den gelen bir hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: Zureykoğulları yahudilerinden Lebid b. el-A'sam adında bir yahudi Resulullah (s.a.v.)'ı büyüledi ... Bu hadis-i şerifte şu ifadeler de geçmektedir: Büyü çözülünce: peygamber (s.a.v.) "Şüphesiz Allah bana şifa verdi" diye buyurmuştur.

 

Şifa ise ancak hastalığın kaldırılması ve son bulması ile sözkonusu olur.

İşte bu sihirin bir gerçeğinin olduğunu göstermektedir. Yüce Allah'ın ve O'nun peygamberinin, sihrin varlığına ve vakiliğine dair haberleri dolayısıyla onun gerçek olduğu kesindir. Kendileriyle icma'ın gerçekleştiği hal ve akd ehli de bu görüştedir. Mu'tezilenin döküntüleriyle ittifak halinde olmayan hak ehline muhalefet etmelerine itibar edilmez.

Eskiden beri büyü alabildiğine yaygınlık kazanmış, insanlar onun hakkında sözler söylemişlerdir. Ashab-ı kiramdan olsun tabiinden olsun onun aslını inkar eden görülmemiştir. Süfyan, Ebu'l-A'ver'den, o İkrime'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Sihir Mısır kasabalarından el-ferama diye bilinen bir kasabada öğretildi. Sihrin varlığını yalanlayan kafirdir. Allah'ı ve Resulünü yalanlayıcı olur ve müşahede ve gözle görülüp bilinen bir şeyi de inkar etmiş olur.

 

8- Büyü ve Olağanüstü Haller:

 

Mezhebimize mensup ilim adamları şöyle demiştir: Hastalık, (eşleri) birbirinden ayırmak, delirtmek, bir organı yamultmak ve buna benzer delilin, kulların yapabileceği şeylerden olmasına imkan olmadığını gösterdiği insan gücü çerçevesinde bulunmayan, olağanüstü birtakım işlerin büyücü eliyle ortaya çıkacağı red olunamaz. İlim adamlarımız derler ki: Büyüde büyücünün bedeninin evlerinin küçük hava deliklerinden geçecek, ağacın dalının tepesine dikilecek şekilde incelmesi, oldukça ince bir iplik üzerinde yürümesi havada uçması, suda yürümesi, köpek ve benzeri şeylerin sırtına binmesi, uzak görülen bir ihtimal değildir. Bununla birlikte büyü bunların yapılmasını gerektiren asıl sebeb değildir. Bunların meydana gelmesinin illeti ve bunları doğuran sebep de değildir. Büyücü bağımsız olarak bunları meydana getiremez. Yüce Allah bu gibi şeyleri büyünün varolması halinde yaratır ve meydana getirir. Yemek esnasında tokluğu, su içmek halinde de suya kanmayı yarattığı gibi,

 

Süfyan'ın Ammar ez-Zehebi'den rivayetine göre Velid b. Ukbe'nin yanında ip üzerinde yürüyen bir büyücü varmış. Büyücü ayrıca eşeğin arkasından girer ağzından çıkarmış. Ezdli -Becileli olduğu da söylenir- Cündeb b. Ka'b, onun için kılıcını kuşandı ve bu kişiyi öldürdü, Peygamber (s.a.v.)'ın: "Benim ümmetim arasında Cündeb denilen kişi olacaktır. Bu kılıç ile bir darbe vuracak ve bununla hak ile batılı birbirinden ayıracaktır." dediği kişidir. Hadisi şerifte geçen bu Cündeb'in sihirbazı öldüren bu kişi olduğu görüşünde idiler. Ali b. el-Medeni der ki: Harise b. Mudarrib ondan hadis rivayet etmiştir.

 

9- Büyü Mucize Değildir:

 

Yapıldığı takdirde çekirge, haşerat, kurbağa, denizi yarmak, asayı yılana dönüştürmek, ölüleri diriltmek, hayvanları konuşturmak gibi peygamberlerin büyük mucizeleri türünden şeyleri Yüce Allah'ın büyü sonucu yaratmayacağı üzerinde müslümanlar icma etmişlerdir. Bu ve benzeri şeylerin büyücünün bunları dilemesi esnasında Allah tarafından yapılmayacağı, yaratılmayacağının kesinlikle bilinmesi, kabul edilmesi gerekir. Kadı Ebu Bekr b, et-Tayyib der ki: Bizim böyle bir şeyi imkansız kabul etmemiz bu konudaki icma dolayısıyladır. Eğer bu konuda icma olmasaydı bunun da mümkün olabileceğini söyleyebilirdik.

 

10- Büyü ile Mucize Arasındaki Fark:

 

Büyü ile mucize arasındaki farka dair bizim ilim adamlarımız şunları söylemektedir: Büyü, büyücü tarafından da başkası tarafından da yapılabilir. Aynı anda birçok kimsenin büyüyü bilip bunu yapabilmeleri de mümkündür. Mucizenin benzerini meydana getirmek veya ona karşı onu çürütecek daha büyük bir olağanüstü hal ortaya koymak imkanını ise Allah kimseye vermez. Diğer taraftan büyücü peygamberlik iddiasında bulunmaz. O bakımdan büyücü vasıtasıyla meydana gelen olaylar mucizeden ayrı ve farklıdır. Mucizenin, -bu kitabın mukaddimesinde de daha önceden geçtiği gibi- peygamberlik iddiası ile birlikte ve benzerinin meydana getirilmesi için meydan okunması şartları da vardır.

 

11- Müslüman Büyücünün Hükmü:

 

Müslüman ve zımmı büyücünün hükmü hakkında fukaha farklı görüşlere sahiptir. İmam Malik, müslüman bir kimse bizzat söz ile büyücülük yaptığı takdirde bunun küfür olacağı ve öldürüleceği, tevbe etmesinin istenmeyeceği, tevbesinin de kabul olunmayacağı görüşündedir. Çünkü bu, zındıkın ve zina edenin durumunda olduğu gibi, gizlice yaptığı bir iştir. Diğer taraftan Yüce Allah: "Biz ancak imtihanız, sakın kafir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi" buyruğunda büyüye "küfür" adını vermiştir. Aynı zamanda bu Ahmed b. Hanbel'in, Ebu Sevr, İshak, Şafii ve Ebu Hanife'nin de görüşüdür.

 

Büyücünün öldürüleceğine dair hüküm Ömer, Osman, İbn Ömer, Hafsa, Ebu Musa, Kays b. Sa'd ve tabiinden yedi kişiden de rivayet edilmiştir. Peygamber (s.a.v.)'ın da: "Büyücünün haddi kılıçla boynunu uçurmaktır" dediği rivayet edilmektedir. Bu hadisi Tirmizı rivayet etmiştir. Ancak sened itibariyle pek kuvvetli değildir. Bu sadece hadis alimlerince zayıf kabul edilen İsmail b. Müslim yoluyla rivayet edilmiştir. İbn Uyeyne bunu İsmail b. Müslim'den o da el-Hasen'den mürsel olarak rivayet etmiştir. Kimisi de bu hadisi el-Hasen'den O da Cündeb'den yoluyla rivayet etmektedir.

 

İbnu'I-Münzir der ki: Biz Aişe (r.anha)'dan kendisine büyü yapmış bir cariyesini sattığını ve onun bedeli ile köle azad ettiğini rivayet etmiş bulunuyoruz. Yine İbnu'I-Münzir der ki: Erkek söz söyleyerek büyü yaptığını ikrar edecek olursa, bu küfür olur ve tevbe etmediği takdirde öldürülmesi gerekir. Aynı şekilde onun aleyhine bu hususta bir beyyine sabit olup beyyine de küfür olan bir söz söylendiğini ortaya koyarsa hüküm böyledir.

 

Eğer kendisi ile büyü yaptığını sözkonusu ettiği sözler. küfrü gerektiren sözler değil ise öldürülmesi caiz değildir. Eğer büyülediği kimsede kısası gerektiren bir cinayetin işlenmesi sonucunu doğurmuş ise şayet bu kişiyi kastetmiş ise büyücüye kısas uygulanır. Eğer verdiği zarar kısası gerektirmeyen türden olursa, o takdirde bunun diyetini ödemesi gerekir.

 

İbnu'I-Münzir der ki: Rasulullah (s.a.v.)'ın ashabı bir mes'ele hakkında ihtilaf edecek olurlarsa hükmü Kitap ve Sünnete en yakın olan görüşe uymak gerekir. Ashab-ı kiram arasından büyücünün büyü sebebiyle öldürülmesini emreden kişinin sözünü ettiği büyü, küfrü gerektiren bir büyü olabilir. O takdirde onlardan gelen bu rivayet Resulullah (s.a.v.)'ın sünnetine uygun bir hüküm olur. Hz. Aişe'nin büyücü bir cariyenin satılmasını emretmesi ile ilgili rivayette sözü geçen büyücü cariyenin büyüsü, küfür olmayabilir.

 

Herhangi bir kimse Cündeb'in Peygamber (s.a.v.)'den: "Sihirbazın haddi bir kılıç darbesi ile boynunu uçurmaktır" hadisini delil gösterecek olursa, bu hadis sahih olduğu takdirde bunun "büyüsü küfrü gerektiren büyücünün öldürülmesini emretmesi" gibi bir anlama gelme ihtimali vardır. O takdirde bu Peygamber (s.a.v.)'dan gelmiş bulunan "Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şeyden birisi ile helal olur .. " anlamındaki haberlere de uygun düşer.

 

Derim ki: Bu, doğru bir görüştür. Müslümanların kanı himaye altındadır.

 

Ancak kesin bir kanaat ile mübah kabul edilebilir. Anlaşmazlık olduğu hallerde ise kesin kanaat sözkonusu değildir. Kimi ilim adamı da şöyle demektedir: Eğer bu işi bilenler: Büyü ancak küfür ve istikbar ile birlikte gerçekleşebilir veya şeytanın tazim edilmesi şartı ile sözkonusu olabilir, diyecek olurlarsa o takdirde büyü küfrün bir delili olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

İmam Şafii'den büyücünün büyüsü sebebiyle birisini öldürmedikçe ve: Ben onu öldürmeyi kastettim, demedikçe öldürülmeyeceğine dair bir görüş rivayet edilmiştir. Eğer: Ben onu öldürmeyi kastetmemiştim, derse büyücü öldürülmez, bu takdirde hata yoluyla öldürmekte olduğu gibi diyeti ödenir. Eğer büyü yaptığı kişiye bir zarar verirse verdiği zarar oranında büyücü te'dib edilir.

 

İbnu'l-Arabi ise der ki: Bu, iki açıdan batıldır. Evvela o sihri bilmiyor. Sihrin gerçeği onun Yüce Allah'tan başkasının kendisiyle ta'zim edildiği mukadderat ve olayların kendisine nisbet edildiği birtakım sözler topluluğudur, İkincisi Yüce Allah kitab-ı keriminde sihrin küfür olduğunu açıkça ifade ederek şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Süleyman" sihir sözlerini söyleyerek "kafir olmadı. Fakat o şeytanlar" sihir ile ve onu öğretmek ile "kafir idiler ki" Harut ile Marut da insanlara: "Biz ancak bir imtihanız, sakın kafir olma" diyorlardı. İşte bu ifadeler konuya dair açıklamayı pekiştirici buyruklardır.

İmam Malik mezhebine mensup ilim adamları büyücünün tevbesinin kabul olunmayacağına şunu delil gösterirler: Büyü, batını bir iştir. Onu yapan kişi açığa çıkarmaz. O bakımdan onun tevbesi -zındıkta olduğu gibi- bilinemez. Ancak irtidat edip kafir olduğunu açığa vuran kimsenin tevbesi istenir. İmam Malik de der ki: Büyücü veya zındık aleyhlerine şahitlik edilmeden önce tevbe ederek geldikleri takdirde tevbeleri kabul edilir. Bunun delili ise Yüce Allah'ın: "Fakat bizim azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda vermedi"(el-Mü'min, 85) buyruğudur. İşte bu onlara azabın nüzulünden önce imanlarının kendilerine fayda vereceğini göstermektedir. Bu iki kişinin (büyücü ile zındıkın) durumu da böyledir.

 

12- Zımmi Büyücü:

 

Zımmı büyücünün durumuna gelince, öldürüleceği söylenmiştir. İmam Malik ise şöyle demektedir: Yaptığı büyü sebebiyle başkasını öldürmedikçe öldürülmez. Bunun dışında işlediği cinayetin tazminatını öder. Eğer kendisi ile yapılan zımmet antlaşmasında bulunmayan bir iş yapacak olursa da öldürülür.

 

İbn Huveyzimendad der ki: Büyücü zımmı olduğu takdirde Malik'ten ona dair gelen rivayetler farklı farklıdır. Bir seferinde tevbe etmesi istenir. Tevbesi ise İslam'a girmesidir derken, bir seferinde de İslam'a girse dahi öldürülür, demiştir. Harbı ise tevbe ettiği taktirde öldürülmez. Yine Malik, Peygamber (s.a.v.)'e söven zımmı hakkında da böyle demiştir: Bu kişinin tevbesi istenir ve tevbe etmesi ise İslam'a girmesidir.

 

Bir başka seferinde ise: Öldürülür ve tıpkı bir müslümanda olduğu gibi tevbe etmesi istenmez. Yine İmam Malik zımmı hakkında büyü yaptığı takdirde cezalandırılacağını söylemiştir. Ancak yaptığı büyü ile ölüme sebep teşkil etmiş yahut herhangi bir zarar vermiş ise yaptığı iş kadar ona ceza uygulanır. İmam Malik'ten başkası ise, öldürülür demişlerdir. Çünkü zımmı büyücülük yapmakla zımmet ahdini bozmuş olur.

 

Mirasçıları büyücüye varis olamazlar. Çünkü büyücü kafirdir. Ancak büyüsüne küfür denilemeyecek ise istisnadır. İmam Malik kocasının kendisine yaklaşmasını önleyecek şekilde veya bir başkasını bağlayan kadının ibretli bir şekilde cezalandırılacağını, fakat öldürülmeyeceğini söylemiştir.

 

13- Büyücüden, Büyüsünü Çözmesi istenir mi?

 

Büyücüden büyülediği kimseye yaptığı büyüyü çözmesinin istenip istenmeyeceği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir, Buhari'nin kaydettiğine göre Said b, el-Müseyyeb bunu caiz görmüştür, el-Muzeni de bu görüşe meyyaldir. Hasan-ı Basri ise bunu mekruh görmüştür. eş-Şa'bi de der ki: Nüşra (cin tarafından çarpıldığı zannedilen kimseye yapılan bir çeşit manevi tedavi)da bir mahzur yoktur. İbn Battal der ki: Vehb b, Münebbih'in kitabında belirtildiğine göre sedir ağacından yedi yeşil yaprak alınır, iki taş arasında bunları döver, sonra suya çalar, bunların üzerinde Ayetu'I-Kürsi'yi okur, daha sonra bu sudan üç yudum içer ve onunla gusleder. Yüce Allah'ın izniyle rahatsızlığı bu vesileyle gidecektir. Bu, hanımına yaklaşmaktan alıkonulmuş erkeğe iyi gelir.

 

14- Şeytan ve Cinlerin Varlığını inkar Etmek:

 

Mu'tezilenin büyük bir çoğunluğu şeytan ve cinlerin varlığını inkar eder.

 

Onların bu inkarları ise aldırışsızlıklarını ve dine bağlılıklarının gevşekliğini gösterir. Halbuki şeytan ve cinlerin varlığını kabul etmek akıl açısından imkansız birşey değildir. Diğer taraftan Kitap ve Sünnet'in nasları onların varlığını göstermektedir. Akıllı ve Allah'ın ipine sımsıkı yapışmış bir kimsenin ise aklın varlıklarının caiz (varlığının mümkün) olduğuna hüküm verdiği, buna karşılık şeriatin de sabit olduğunu nas ile tesbit ettiği şeyi kabul etmesi bir görevidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o şeytanlar kafir idiler" diye buyurduğu gibi bir başka yerde de: "Şeytanlardan da onun için denize dalanlar ... vardı. "(el-Enbiya, 82) ve buna benzer daha pek çok ayet. Cin Süresi de onların varlığını gerektirir.

 

Peygamber (s.a.v.) da şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şeytan Ademoğlunun içinden kan gibi akıp dolaşır." Ancak bazı kimseler bu hadisi reddetmiş ve bir cesette iki ruhun bulunmasını imkansız kabul etmişlerdir. Akıl ise cinlerin - eğer bazılarının hatta çoğu kimsenin söylediği gibi - cisimleri latif ve basit ise insanın içinde yol almalarını imkansız kabul etmemektedir. Eğer cisimleri kesif olsaydı yine de onların insanın içinde dolaşmaları mümkün ve doğru olurdu, Nitekim yiyecek ve içecek de vücudun boş kısımlarına girebilmektedir. Kurtçuklar da canlı olarak ademoğlunun içinde bulunabilmektedirler.

 

15- iki Meleğe indirilenler

 

"Babil'de iki meleğe de birşey indirilmedi" buyruğunda yer alan (...) nefy edatıdır. Ondan önceki vav ile: "Halbuki Süleyman kafir olmadı" buyruğuna atfedilmiştir. Çünkü yahudiler: Allah Cebrail ve Mikail ile büyüyü indirmiştir, demişlerdi. Yüce Allah da bunu reddetmekte, nefyetmektedir.

 

Bu buyrukta takdim ve tehir vardır. ifadenin takdiri şöyledir: Süleyman kafir olmadı, iki meleğe de birşey indirilmedi, fakat şeytanlar kafir oldular ki insanlara Babil'de büyüyü Harüt ile Marüt öğretiyorlardı.

 

Burada Harüt ile Marüt Yüce Allah'ın: "Fakat şeytanlar kafir idiler" buyruğundaki "şeytanlar"dan bedeldir. Bu açıklama ayet-i kerime ile ilgili açıklamaların en uygun olanıdır. Buna dair söylenen en sahih görüş de budur, bunun dışındakilere de itibar edilmez.

 

Çünkü büyü özlerinin latifliği ve anlayışlarının inceliği dolayısıyla şey tanlar tarafından çıkartılmış birşeydir. İnsanlar arasında büyücülükle en çok uğraşanlar ise kadınlardır ve (büyü yapmaları) özellikle de ay hali oldukları vakitlere rastlar. Yüce Allah da: ''Düğümlere üfüren (kadın) lerin şerrinden" (Felak, 4) diye buyurmaktadır. Şair de "büyüye üfüren kadınların şerrinden rabbime sığınırım" demiştir.

 

16. Harut ile Marut Çoğul Olan ''Şeytanlar"dan Nasıl Bedel Olabilir?

 

Birisi kalkıp: İki kişi çoğuldan nasıl bedel olur? Halbuki bedel ancak kendisinden bedel yapılan seviyesindedir, diyecek olursa buna üç ayrı cevap verilebilir:

 

1. İki kişi hakkında bazen çoğul ta'biri de kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: ''Şayet kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinindir. "(en-Nisa, 11) Annenin mirasın üçte birini almaktan engellenmesi ve bunun yerine altıda birini alması ancak iki veya daha fazla kardeşin bulunması halinde sözkonusu olur. Nitekim ileride Nisa Süresi'nde (sözü geçen ayetler açıklanırken) buna dair açıklamalar gelecektir.

 

2. Harut ile Marüt büyünün öğretilmesinde başı çektiklerinden dolayı onlara uyanlar sözkonusu edilmeyip bizzat onlar zikredilmiştir. Yüce Allah'ın: ''Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır. "(el-Müddessir, 30) buyruğunda olduğu gibi.

 

3. Şeytanlar arasında özellikle Harüt ile Marüt'un sözkonusu edilmesi, bu ikisinin isyanda ileriye gitmeleridir. Allah'ın: ''O ikisinde birçok meyveler, hurma ve nar ağaçları vardır" (er-Rahman, 68) buyruğunda olduğu gibi. Yine: "Cebrail ve Mikail" buyruğu da buna benzemektedir. Kur'an-ı Kerim'de olsun Arap dilinde olsun bu tür kullanımlar pek çoktur.

 

Kimi zaman ya şerefi veya üstünlüğü dolayısıyla genelin kapsamı içerisinde bulunan bazı kişiler özellikle nas ile zikr edilebilir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: ''Şüphesiz ibrahime insanların en yakını, elbette ona uyanlarla şu Peygamber ve ona iman edenlerdir. "(AI-i İmran, 68); "Cebrail'e ve Mıkail'e ... "(el-Bakara, 98) Ya da Yüce Allah'ın: "Meyveler, hurma ve nar ağaçları vardır'' (Rahman, 68) buyruğunda olduğu gibi. Hoş ve lezzetli olduklarından ya da çoğunluğu teşkil ettiklerinden dolayı da anılmış olabilirler. Hz. Peygamber'in şu buyruğunda olduğu gibi. "Yeryüzü bana mescid, toprağı da bana (teyemmüm için) temizlik aracı kılınmıştır." Ya da bu ayet-i kerimede olduğu gibi isyanı, serkeşliği dolayısıyla zikredilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Burada yer alan (...) edatının büyüye atfedildiği ve meful olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ism-i mevsüI anlamında olur. Buna göre anlamı:

 

"Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına .. ve iki meleğe indirilenlere uydular," şeklinde olur. Bu durumda bu iki meleğe indirilen büyü, insanlar için bir sınama ve bir fitne sebebi olur. Allah da kullarını dilediği şeyler ile imtihan etmek hakkına sahiptir. Tıpkı Talüt'un nehri ile askerlerini sınadığı gibi. Bundan dolayı o iki melek şöyle derdi: Biz ancak bir imtihanız, yani Allah'tan gelmiş bir sınama aracıyız. Sana büyücünün yaptığı işin küfür olduğunu haber veriyoruz. Bize itaat edersen kurtulursun, bize karşı gelirsen helak olursun.

 

Hz. Ali, İbn Mes'ud, İbn Abbas, İbn Ömer, Ka'b el-Ahbar, es-Süddi ve elKelbi'den şu anlamda rivayetler gelmiştir: İdris (a.s) döneminde Adem (a.s)'ın çocukları arasında fesad alabildiğince çoğaldı. Bu bakımdan melekler onları ayıpladı. Bunun üzerine Yüce Allah: Eğer sizler onların yerinde olsaydınız ve onların yapılarında bulunanlar size de yerleştirilmiş olsaydı, onların işlediklerini işlerdiniz. Melekler: Seni tenzih ederiz, bizim böyle birşey yapmamız yakışmaz, dediler. Bunun üzerine Yüce Allah: En hayırlılarınızdan iki melek seçiniz diye buyurdu, onlar da Harut ile Marüt'u seçtiler. Allah onları yere indirdi ve onlara da şehveti yerleştirdi. Aradan bir ay geçmeden adı Nabati dilinde Bidaht, Fariside Nahil, Arapçada da Zühre olan bir kadına gönüllerini kaptırdılar. Bu kadın bir dava için yanlarına gelmişti. Kadınla beraber olmak istediler; ancak dinine girmedikçe, şarap içip Allah'ın haram kıldığı nefsi de öldürmedikçe tekliflerini kabul etmedi. Onlar kadının teklifini kabul edip içki de içtiler ve onunla birlikte oldular. Kendilerini gören bir adamı da öldürdüler. Bu sefer kadın onlardan kendisini söyleyerek semaya çıktıkları ismi öğrenmek istedi. Onlar da bu ismi kadına öğrettiler. Kadın o adı söyleyerek yükseldi ve hilkati değiştirilip yıldız yapıldı.

 

Salim babasından o da Abdullah'tan rivayetle şöyle der: Bana Ka'b el-Ahbar'ın haber verdiğine göre bu iki melek daha tam bir gün geçirmeden Allah'ın kendilerine haram kıldığı şeyleri işlediler.

 

Bu rivayetten başka şöyle denilmektedir: Bu iki melek dünya azabı ile ahiret azabından birisini seçmekte serbest bırakıldılar, onlar da dünya azabını seçtiler. İşte bu iki melek yeryüzünün altındaki bir gizli geçitte Babil'de azab görmektedirler.

 

Denildiğine göre; Babil Irak bölgesinin adıdır. Nihavend olduğu da söylenmiştir. Ata'dan gelen rivayete göre İbn Ömer, Zühre ve Süheyl yıldızlarını gördüklerinde onlara söğüp sayar ve Süheyl, Yemen'de insanlara zulmeden bir vergi memuru idi. Zühre ise Harut ile Marut'un birlikte olduğu kadındı, derdi.

 

Deriz ki: Bütün bunlar zayıftır. Bu sözler, İbn Ömer'den olsun, başkasından olsun uzaktır, bunların hiçbirisi sahih değildir. Çünkü bu Allah'ın vahyinin eminleri olan peygamberlerine elçi olarak gönderdiği meleklere dair temel inanış ve delillere aykırıdır. Bu gibi şeyleri bunlar reddetmektedir. Çünkü melekler: "'Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler" (et-Tahrim, 6); "Bilakis (melekler) ikram olunmuş kullardır, sözle 'O'nun önüne geçmezler ve 'O'nun emriyle amel ederler." (el-Enbiya, 26, 27); "Gece ve gündüz durmaksızın tesbih eder, dururlar." (el-Enbiya, 20)

 

Akıl, meleklerin günah işleyebileceklerini ve mükellef kılındıkları şeylere aykırı işler yapmalarını, onlarda şehvetlerin yaratılmasını reddetmez. Çünkü hatıra gelen herşey Yüce Allah'ın kudreti çerçevesindedir. İşte peygamberlerin, velilerin ve fazilet sahibi ilim adamlarının korkmaları da burdandır. Şu kadar var ki aklen caiz görülen böyle bir şeyin meydana gelmesi ancak sem' ile (peygamberden gelen nakil ile) bilinebilir, bu konuda ise sahih bir delil yoktur.

 

Böyle bir görüşün sahih olmadığının delillerinden birisi de Yüce Allah'ın yıldızları ve gezegenleri semayı yarattığı vakit yaratmış olmasıdır. Çünkü haberde şöyle denilmektedir: "Sema yaratıldığında orda yedi tane de gezegen yaratıldı: Zuhal, müşteri, behram, utarit, zühre, güneş ve ay." İşte Yüce Allah'ın: "Her biri bir yörüngede yüzerler." (el-Enbiya, 33) buyruğunun anlamı da budur. Böylelikle zühre ve süheyl'in Adem (a.s)'in yaratılışından önce varolduğu isbat edilmiş oluyor. Diğer taraftan meleklerin: "Bize böyle birşey yakışmaz" demeleri şu anlama gelebilir: Hayır, sen bizi fitneye düşüremezsin. Ancak böyle birşey küfürdür. Bundan Allah'a sığınırız. Böyle bir sözün o şerefli meleklere nisbet edilmesinden de Allah'a sığınırız. Allah'ın salat ve selamı hepsine olsun. Çünkü Yüce Allah onları tenzih ettiği gibi onlar da bu konuda müfessirlerin zikredip naklettiği ve onlara yakışmayan her türlü nitelikten münezzehtir. Onların nitelemelerinden senin izzet sahibi Rabbin 'yüce ve münezzehtir.

 

17- iki Melek veya iki Melik:

 

İbn Abbas, İbn Ebza, ed-Dahhak ve el-Hasen 'el-Melekeyn " kelimesini lam harfini esreli olarak: "el-Melikeyn" şeklinde okumuşlardır. (Buna göre anlam: " .. .İki meliğe de ... " şeklinde olur.) İbn Ebza der ki: Bunlar Davud ve Süleyman'dır. Buna göre (...) edatı yine nefy edatı olur. (İki hükümdara birşey indirilmedi, anlamına gelir.) Ancak İbnu'l Arabi bu görüşün zayıf olduğunu belirtmektedir. el-Hasen der ki: Bunlar Babil'de hükümdarlık yapan iki tane Arap olmayan ve kafir kimseler idi. Bu görüşe göre de (...) meful olur, nefy edatı olmaz. (Buna göre de anlam: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına ve iki hükümdara indirilenlere uydular" şeklinde olur).

 

18- Babil:

 

" ... Babil'de" buyruğundaki Babil kelimesi müennes, özel isim ve Arapça olmayan bir kelime olduğundan dolayı munsarif değildir. Yeryüzünde bir bölgenin adıdır. Irak ve çevresi olduğu söylenmiştir. İbn Mes'ud Küfelilere şöyle demiştir: Sizler Hire ile Babil arasında bir yerdesiniz.

 

Katade de der ki: Babil, Nasibin'den Ra'su'l-ayn'e kadar olan yerin adıdır.

Kimisi de Mağrip'te bir yerdir, derken İbn Atiyye: Bu zayıf bir görüştür, demektedir. Kimisi de: Nihavend'in dağlık bölgesidir, demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Babil adının verilişi hususunda farklı görüşler vardır. Nemrud'un tahtı yıkılınca orada dillerin dağılması (tebelbül)dan dolayı bu ismin verildiği söylendiği gibi; sebebinin Yüce Allah, Ademoğullarının dilleri arasında farklılık olmasını murad edince bir rüzgar gönderdi ve bu rüzgar değişik yerlerden onları Babil'de topladı ve Allah orada onların dillerini dağıttı, sonra da bu rüzgar onları dünyanın dört bir tarafına dağıttı. İşte bu adı almasına sebebin bu olduğu söylenmiştir.

 

Belbele, el-Halil'in dediğine göre dağıtmak demektir. Ebü Ömer İbn Abdi'l-Berr der ki: Belbele (dillerin ayrılıp dağıtılması) hakkında söylenen en veciz ve en güzel söz, Davud b. Ebu Hind'in, İlban b. Ahmer'den, onun İkrime'den, onun İbn Abbas'tan yaptığı şu rivayettir: Nuh (a.s) Cudi'nin aşağı taraflarına inince "Semanun" adını verdiği bir kasaba kurdu. Bir gün sabahı ettiğinde ara halkının dillerinin seksen ayrı dile ayrıldığını gördü Bunlardan bir tanesi de Arapça idi. Biri ötekinin dilini anlayamıyordu.

 

19- Dünya Fitnesi ile Harut ve Marut'un Fitnesi:

 

Abdullah b. Bişr el-Mazini rivayetle dedi ki: Rasülullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Dünyadan sakınınız. Nefsim elinde olana yemin ederim, şüphesiz ki o Harüt ve Marüt'tan bile daha büyüleyicidir."

 

İlim adamlarımız der ki: Dünyanın Harut ile Marüt'tan daha büyüleyici olması seni aldatıcılıklarıyla büyülemekle beraber fitnelerini sana göstermemesidir. Seni dünyaya hırsla sarılmaya, dünyalıklar ile ilgili olarak yarışlara girmeye, mal toplayıp biriktirip yığarken hiçbir şey vermemeye davet eder, nihayet seni Allah'a itaatten ayırır, senin hakkı görmene ve hakka gereken riayeti göstermene engel olur. O halde dünya Harut ile Marut'tan daha büyüleyicidir. Kalbini alır, Allah'tan uzaklaştırır, onun haklarını yerine getirmekten alıkoyar. Onun vaadlarına ve tehditlerine uymaktan uzak tutar. Dünyanın büyüsü ise onu sevmen, senin dünyadaki arzu ve şehvetler ile lezzet almandır. Kalbini kuşatıncaya kadar boş ve yalan temennilerine kendini kaptırmandır. Bundan dolayıdır ki Resulullah (s.a.v.): "Bir şeye olan sevgin kör ve sağır eder.'' diye buyurmaktadır.

 

20- Harut ile Marut:

 

Harut ve Marut Arapça olmayan özel birer isimdir. Çoğulları Hevarıt ve Mevarıt gelir. Hevarite ile Huvvar, Mevarite ile Muvvar da denilir. Calut ile Talut da böyledir.

 

Bunların iki melek olup olmadıklarına dair görüş ayrılıklarına daha önceden işaret edilmiştir.

 

ez-Zeccac der ki: Ali (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Evet, ve iki melek üzere indirilene yemin olsun. Şüphesiz ki bu iki melek onları büyüye karşı uyarmak kastıyla büyü öğretiyorlardı, yoksa büyüye çağırmak kastıyla büyü öğretmiyorlardı. Nitekim: "Andolsun Ademoğullarını tekrim ettik (üstün ve şerefli kıldık) (el-İsra, 70) buyruğu "ona ikramda bulunduk" anlamına gelmektedir. ez-Zeccac der ki: İşte bu görüş, dil ve nazar (akli ilimler) alimlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüştür. Bunun anlamı şudur: Onlar insanlara bu işi yasaklamak üzere öğretiyorlar ve bu işi yapmayınız, kişi ile hanımını birbirinden ayırmak üzere bu tür hilelere sapmayınız, diyorlardı. Onların üzerine indirilen ise bunu yasaklamaktır. Adeta insanlara: Bu işi yapmayınız emri inmiş gibi. Buna göre;

 

"öğretmiyorlardı" buyruğu "bildirmiyorlardı" anlamındadır. Nitekim: "Andolsun

Ademoğullarını tekrım ettik" buyruğundaki "kerremna"nın "ekremna" yani ona ikramda bulunduk, anlamında kullanılması da böyledir.

 

21- Harut ile Marut'un Şartlı Sihir Öğretmeleri:

 

"Biz ancak bir imtihanız. Sakın kafir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi." Bu şekilde Harut ile Marut fitnelerini haber verdiklerinden dolayı, dünya ise fitnesini gizlediğinden, dünya daha büyüleyicidir.

 

Ne ile kafir olunacağı hususu ile ilgili olarak da kimileri büyü öğretmek suretiyle kafir olmaktır, derken, kimileri de büyü yapmak suretiyle kafir olmaktır, demişlerdir. el-Mehdevı'nin naklettiğine göre ise bu bir istihzadır. Çünkü onlar bu sözlerini ancak sapıklığı muhakkak olmuş kimselere söylüyorlardı.

 

"Kimseye öğretmezlerdi" buyruğundaki (...) te'kid için zaiddir. (O bakımdan mealde karşılığı yoktur).

 

"... demedikçe" buyruğunda fiil, (...) ile nasb edildiğinden fiilin sonundan "nun" harfi hazf edilmiştir. Huzeyl ile Sakifliler bunu "ayn" harfi ile (...) şeklinde söylerler.

 

"Öğretmezlerdi" buyruğundaki zamirler Harut ile Marut'a aittir. "Öğretmezlerdi" kelimesi hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bu kelime bab'ı olan "öğretmek (ta'limYden gelmektedir. İkinci görüşe göre ise "öğretmekten (ta'limden)" değil de "i'lam (bildirmek)"den gelmektedir. Bu görüşe göre bu kelime: Bildirmezlerdi, haber vermezlerdi anlamına gelir. Arap dilinde (...): Bildirdi anlamında; (...): öğrendi kipinin kullanıldığı da olur. Bunu Ibnu'l Arabı ve Ibnu'l Enbarı zikreder. Ka'b b. Malik bu anlamda olmak üzere şöyle der: "ResuluIlah bana bildirdi senin bana yetişeceğini Ve senden yapılan bir tehdit bizzat elle yakalamak gibidir."

 

el-Kutamı de şöyle demiştir: "Sapıklıktan sonra doğruluk olduğunu ve Bu sapıklığın bir gün gelip dağılacağını bildirdi."

 

Züheyl de şöyle demiştir; "Ey filan, sana Allah'ın adına yemin ederek şunu bildiriyorum: Gücünü iyi ölç, biç ve nerede yürüdüğüne dikkat et."

 

Bir başka şair de şöyle demektedir: "Şunu bil ki, uğursuzluk yoktur Ancak uğursuzluk peşinde olana (var) ki o da ölümdür."

 

22- Büyücünün Gücü:

 

"İşte ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi." Sibeveyh der ki: Bunun takdiri şudur: Başkaları onlardan öğrenirlerdi. "Ol der o da hemen olur" buyruğu gibidir. Bunun: "Öğretmezlerdi" buyruğuna mahallen atıf olduğu da söylenmiştir. Çünkü "öğretmezlerdi" buyruğunun başına her ne kadar olumsuzluk "ma"sına gelmiş ise de muhtevası öğretmekte olumluluk ifade eder. el-Ferra'nın görüşüne göre bu, "İnsanlara sihri öğretiyorlardı" buyruğuna atfedilmiştir. "Onlar da o sihri öğretiyorlardı" demek olur. Buna göre "öğrenirlerdi" buyruğu: "Biz ancak bir imtihanız" buyruğu ile alakalıdır. Yani onlara gider ve öğrenirlerdi, anlamına gelir.

 

es-Süddi der ki: Harut ile Marut yanlarına gelenlere: Biz bir imtihanız, sakın kafir olma, derlerdi. Eğer buna rağmen dönmek istemez ise ona: Git şu küllükte küçük abdestini boz, derlerdi. O küle abdestini bozunca ondan semaya doğru yükselen bir nur çıkardı. Bu ise imandı. Sonra ondan siyah bir duman çıkar ve kulaklarına girerdi. Bu da küfürdü. Adam onlara bu gördüklerini haber verdiği vakit, o kişiye koca ile hanımının arasını ayıracak şeyleri öğretirlerdi.

 

Bir grup ilim adamı, büyücünün Yüce Allah'ın haber vermiş olduğu böyle bir ayrılık meydana getirmenin dışında bir şeye gücünün yetmeyeceği kanaatindedir. Çünkü Yüce Allah bunu büyüyü yermek ve büyü öğretmenin nihai sınırını belirtmek sadedinde sözkonusu etmiştir. Eğer bundan daha fazlasını yapabilmek sözkonusu olsaydı onu da zikrederdi.

 

Bir diğer kesim şöyle demektedir: Burada sözü geçen, çoğunlukla görülen durum dolayısıyladır. Büyünün sevmek ve yermek gibi, kötülüklerin ortaya çıkmasına sebeb olmak gibi kalplerde etkisi olduğu reddolunamaz. Bunun sonucunda büyücü koca ile karısını birbirinden ayırır, kişi ile kalbi arasına engel olur. Bu da birçok acıları ve büyük hastalıkları oraya yerleştirmekle sağlanır. Bütün bunlar müşahede ile idrak olunan hususlardır. Bunu inkar eden hakka karşı bile bile inad eden bir kimsedir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Hamd Allah'a mahsustur.

 

23- Büyünün Zararı:

 

"Onlar Allah'ın izni ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi" buyruğundaki "onlar" büyücülere işarettir. Yahudilere olduğu söylendiği gibi şeytanIara olduğu da söylenmiştir. "Allah'ın izni" iradesi ve hükmü ile -emri ile değil- "olmadıkça onunla" büyü ile "Hiçbir kimseye zarar verici değillerdir." Çünkü Yüce Allah ahlaksızlığı emretmez ve insanlar aleyhine bunun hükmünü vermez.

 

ez-Zeccac'ın açıklamasına göre "Allah'ın izni ile olmadıkça" Allah'ın bilgisi dışında, anlamındadır. en-Nehhas da der ki: Ebu İshak'ın: "Allah'ın izni ile olmadıkça" ifadesine Allah'ın bilgisi ile olmadıkça anlamını vermesi bir yanlışlıktır. Çünkü izin kelimesi bilgi anlamında kullanılacak olursa "ezen" sigası kullanılır. Fakat bu hususta Allah onlara engel olmayıp onların bu işi yapmalarına devam etmelerine izni sözkonusu olduğuna göre, mecazen bunu onlara mübah kılmış gibi olur.

 

24- Büyünün Zararı Var, Faydası Yok:

 

"Ve onlar kendilerine zarar verecek, fakat fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı." Dünya hayatında karşılığında azıcık fayda verecek şeyler alsalar dahi ahirette kendilerine zararlı olacak şeyleri öğreniyorlardı. Bu zararın dünya hayatında da sözkonusu olduğu söylenmiştir. Çünkü büyünün ve eşleri birbirinden ayırmanın zararı tesbit edildiği takdirde dünya hayatında da büyücü için zararlı olur. Çünkü o takdirde te'dib edilir. cezalandırılır. Ve büyünün kötülüğü gelip ona da çatar. Ayetin geri kalan kısmı ise -buyruklarının anlamı daha önceden geçtiğinden dolayı- açıkça anlaşılmaktadır.

 

"Andolsun ki onlar onu satın alan kimsenin" buyruğunun baş tarafındaki "lam" harfi yemin içindir. Aynı şekilde te'kid de ifade eder. Bu buyruktaki "kimse" kelimesi mübteda olarak ref' mahallindedir. Çünkü bu lam'dan önceki ifadeler, sonrasında amel etmez. Bu edat "ellezi" ism-i mevsulu manasındadır. el-Ferra der ki: Buradaki bu edat şarttır ez-Zeccac ise burası şartın sözkonusu olabileceği bir yer değildir. Burada bu edat bir ism-i mevsuldur. Bu ifade: "Andolsun ben sana gelen kimsenin gerçekten akılsız biri olduğunu biliyordum," demeye benzer. "Biliyorlardı" buyruğunun başındaki "lam" da te'kid içindir.

 

"Onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı." "... hiçbir nasib ... " buyruğundaki (...) zaiddir. Bu edat olumlu cümlede zaid gelmez. Basralıların görüşü budur.

 

Kufelilerin görüşüne göre ise, olumlu cümlede de zaid olarak gelir. Buna Yüce Allah'ın: "Günahlarınızı bağışlar" (Nuh, 4) buyruğunu örnek gösterirler.

 

Ayet-i kerimede geçen "el-halak": Mücahid'in açıklamasına göre pay demektir. ez-Zeccac der ki: Dilcilere göre de bunun anlamı budur. Şu kadar var ki bu kelime hayırdan ele geçen pay dışındaki paylar hakkında hemen hemen kullanılmamaktadır.

 

Burada: "Andolsun ki onlar onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı" buyruğunda onların bildiklerini haber vermekte; daha sonra ise: "Onların kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür, keşke bilmiş olsalardı" buyruğunda da bilmedikleri haber verilmektedir? diye sorulmuş ve buna Kutrub ve el-Ahfeş'in benimsediği görüş olan şu görüş ile cevap verilmiştir: Bunu bilenlerin şeytanlar olması, kendilerini satanların ise bilmeyen insanlar olması sözkonusudur ez-Zeccac der ki: Ali b. Süleyman ise şöyle demektedir: Bence daha uygun olan açıklama:

 

"Andolsun ki onlar ... biliyorlardı" buyruğunda, bilenlerin iki melek olduğudur. Çünkü bu işi bilmek onlar için daha uygundur. İki melek hakkında "biliyorlardı" diye buyurması ise "iki Zeyd kalktılar" demeye benzer. ez-Zeccac da şöyle demiştir: Bilenler yahudi bilginleridir. Fakat: "Keşke bilmiş olsalardı" diye buyurulmasının anlamı ise şudur: Yani onlar bu işleri yapmak suretiyle bilmeyen kimselerin durumuna düştüler. Bilmekle birlikte bilgisine aykırı davranan kimseye: Sen bilen bir kimse değilsin, denilmesi gibi. Çünkü onlar ilimleriyle ameli terkettiler ve büyü ile amel edenlerden yol gösteri cil ik beklediler.

 

SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E TIKLAYIN

 

Bakara 103

 

 

 

ANA SAYFA             SURELER    KONULAR