MUKADDİME
Kur'an-ı Kerim On Ayrı
Bakımdan Mucizedir:
1- Arap dilinde olsun, başka
dillerde olsun, alışılmış bütün anlatım üsluplarından farklı ve ayrı,
harikulade eşsiz bir anlatım. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in üslubunun şiirle bir
ilgisi yoktur. Zaten üslubunu bu şekliyle düzenleyen Yüce Rabbimiz de şöyle
buyurmaktadır: "Biz ona (Muhammed -s.a.-)e şiiri öğretmedik. Bu ona
yakışmaz da. "(Yasin, 69)
Müslim'in Sahih'inde de
rivayet edildiğine göre, Ebu Zerr'in kardeşi Uneys, Ebu Zerr'e şöyle demiş: Ben
Mekke'de senin dinin üzere Allah tarafından peygamber olarak gönderildiğini
ileri süren bir adamla karşılaştım. Ona: Peki insanlar ne diyor, diye sorunca
şöyle dedi: Onlar şairdir, kahindir, sihirbazdır diyorlar. -Uneys şair birisi
idi.- Ben, kahinlerin sözlerini dinlemişimdir. Onun sözü kahinlerinkine
benzemiyor. Söylediği sözleri şiir çeşitlerine, vezinlerine vurdum, ancak benim
tesbitime göre, hiçbir kimsenin dilinden dökülen şiire benzemiyor. Allah'a
yemin ederim, şüphesiz ki o doğru söylüyor ve onu itham edenler yalan
söylemektedirler. (Müslim, F.sahabe 132)
Aynı şekilde Utbe b.
Rabia da -ileride yeri gelince beyan edileceği üzere- Fussilet suresini
Peygamber (s.a.v.)'ın ağzından dinleyince bu sözün sihir de olmadığını, şiir de
olmadığını itiraf etmiştir. Dili oldukça iyi bilen fesahat ve belağatta belli
bir yeri bulunan Utbe dahi Kur'an-ı Kerim'in benzeri bir sözü hiçbir şekilde
işitmediğini itiraf ettiğine göre bu, fesahatı gerçekten bilen ve gerçek manada
fasih olan her türlü sözü bütün şekilleriyle söyleme gücü bulunan Utbe ve onun
benzerlerinin Kur'an'ın i'cazını itiraf ettikleri anlamına gelir.
2- Arapların da
kullandıkları bütün anlatım şekil ve üsluplarından farklı üslupta olması.
3- Hiçbir insanın hiçbir
şekilde gerçekleştiremiyeceği şekilde akıcılık, fesahat ve belağat. Bunu Yüce
Allah'ın: "Kaf, o çok şerefli Kuran'a yemin ederim .... "(Kaf, 1)
buyruğu ile başlayan sürenin tümünde, yine Yüce Allah'ın:
"Halbuki arz
bütünüyle, Kıyamet gününde onun kabzasındadır. "(ez-Zümer, 39-67)
buyruğunda ve ordan itibaren sürenin tümünde, yine Yüce Allah'ın:
"Kat'iyyen Allah'ı
zalimlerin yaptıklarından gafil diye sanma. " (İbrahim, 42) buyruğundan
itibaren sürenin sonuna kadarki buyruklar üzerinde iyice düşünelim.
İbnu'l-Hassar der ki:
Şanı Yüce Allah'ın hak ilah olduğunu bilen, böyle bir anlatım ve akıcılığın
ondan başkasının hitabında sözkonusu olamayacağını da bilir. Dünya krallarının
en büyüğü olanın dahi: "Bugün mutlak egemenlik kimindir?"(el-Mumin,
12) demesi, hiçbir şekilde düşünülemeyeceği gibi: "O yıldırımlarıgönderip
onunla dilediğini çarpar. "(er-Ra'd, 13) demesi dahi düşünülemez.
Yine İbnü'l-Hasssar der
ki: Söz düzeni (nazım) üslub ve akıcılıkla kapsamlı ifadeler (cezalet) her
sürede hatta her ayette bulunan özelliklerdir. Bu üç özellik ile her bir ayet,
her bir süre insanların diğer sözlerinden ayırdedilmektedir. Bu üç özellik ile
de insanlara karşı meydan okumuş ve aciz bırakılmışlardır. Bununla birlikte
icazın diğer yönleri ona eklenmeksizin, başlı başına her sürede bu üç özellik
bulunmaktadır. İşte, üç kısa ayetten meydana gelen Kevser süresi, Kur'an-ı
Kerim'in en kısa süresidir. İki gaybi durumu ihtiva etmektedir. Birincisi,
Kevserden, onun büyüklüğünden, genişliğinden, çevresindeki kapların çokluğundan
haber verilmektedir. Bu Hz. Peygamber'i tasdik eden kimselerin, diğer
peygamberlere uyanlardan daha çok olduklarına delalet etmektedir. İkinci bir
husus ise, Velid b. Muğire'ye dair verilen haberdir. Ayet-i Kerimenin nüzülü
sırasında çokça mal ve çocuk sahibiydi. Çünkü hak söyleyen Yüce Rabbimizin şu
buyrukları bunu gerektirmektedir:
"Benim yalnız
olarak yarattığım, kendisine alabildiğine mal ve hazır bulunan oğullar
verdiğim, oldukça uzun ömür verdiğim kimseyi bana bırak!" (el-Müddessir,
11-14) Daha sonra ise Yüce Allah, onun malını çocuklarını helak etmiş ve
böylelikle soyu kesilmişti.
4. Herbir kelime ve her
bir harfin yerli yerince kullanıldığında bütün Araplar, ittifak etmişlerdir.
Böyle bir kullanım hiçbir Arabın tek başına gerçekleştirebileceği bir iş
değildir.
5- Daha önce hiçbir
kitap okumamış, sağ eliyle yazı yazmamış, ümmi bir kimse tarafından dünyanın
ilk günlerinden itibaren (Kur'an'ın) nazil olduğu zamana kadar meydana gelen
işleri haber vermesi. Böylelikle Hz. Peygamber, önceki peygamberlerin ümmetleri
ile kıssalarını, geçmiş dönemlerde varolmuş kavimlerin kıssalarını haber
vermiştir. Kitap ehlinin hakkında soru sorup da Hz. Peygamber'e bu sorularla
meydan okudukları hususları da haber vermiştir. Ashab-ı Kehf kıssası, Hz. Musa
ile Hz. Hızır'ın başından geçenler ve Zülkarneyn'in durumu böyledir. Bunları
bilmeyen ümmi bir ümmetin ümmi bir ferdi olarak, onlara önceki kitaplardan
doğruluğunu öğrendikleri haberleri getirmiş ve böylelikle onlar doğru
söylediğini kesinlikle anlamış oldular.
Kadı İbnü't- Tayyib der
ki: Bizler kesin olarak şunu biliyoruz ki: Bu gibi şeyleri ancak öğrenmek
yoluyla haber vermek mümkündür. Hz. Peygamber'in bu konuda geçmişlerin
bilgilerine sahip olanlarla, bu haberleri bilenlerle birlikte oturup
kalkmadığı, onlardan bilgi öğrenmek için gidip gelmediği ve olur ki, eline
geçirdiği bir kitaptan bunu öğrenmiş olabilir, dedirtmeye imkan verecek şekilde
okuma bilen birisi olmadığı bilindiğine göre, bu gibi bilgileri ancak vahiy
yolu ile elde edebileceği de kesin bir bilgi olarak ortaya çıkar.
6- Şanı Yüce Allah'ın bütün
va'dlerinde gözle görülen veya hissedilen şekilde verilen va'din yerine
getirilmesi. Bu, iki kısımdır. Yüce Allah'ın verdiği mutlak va'dler, Resulüne
yardımcı olması, kendisini vatanından çıkartanları çıkartması gibi. İkinci va'd
ise, belli bir şart kaydıyla yapılan va'dlerdir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında
olduğu gibi: "Kim Allah'a tevekkül ederse O kendisine yeter.
"(et-Talak, 3); "KimAllah'a iman ederse onun kalbine hidayet verir.
"(et- Teğabun, 11); "Kim Allah'tan korkarsa ona bir çıkış yeri halkeder.
"(et-Talak, 2); "Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, ikiyüz
kişiye galip gelirler. "(el-Enfal, 65) ve benzeri buyruklar.
7- Ancak vahiy ile
bilinebilen gelecekteki gaybi durumlara dair haber vermek. Mesela, Yüce
Allah'ın Peygamberine dinini bütün dinlere üstün kılacağına dair verdiği va'd
bunlardan birisidir. Sözkonusu va'di Allahu Teala şu buyruğunda vermektedir:
"O, Resulünü hidayet ile ve hak din ile gönderendir. O, bütün dinlere
üstün kılmak için .... "(et-Tevbe, 33; el-Feth, 28; es-Saff, 9). Nitekim
bu va'dini gerçekleştirmiştir. Ebu Bekr (r.a), ordularını gazaya gönderdiğinde
Yüce Allah'ın dinini üstün tutacağına dair va'dini onlara hatırlatıyor ve
bununla muzaffer olacaklarına emin olmalarını, başarı elde edeceklerine tam
kanaat getirmelerini istiyordu. Hz. Ömer de aynı şeyi yapıyordu. Ve aralıksız
olarak doğuda, batıda, karada denizde fetih ve zaferler ordarda devam edip
gitti.
Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Sizden iman edip salih amel işleyenleri, Allah
yeryüzünde mutlaka halıfe yapmayı va'detti. Tıpkı onlardan öncekileri halıfe
yaptığı gibi. "(en-Nur, 55); ''Andolsun Allah, Resulüne gösterdiği rüyanın
hak olduğunu tasdik etmiştir. inşaallah Mescid-i Haram 'a korkusuzca, güvenlik
içerisinde .... gireceksinizdir. " (el-Feth, 27); "Hani o vakit,
Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını va'detmişti. "(el-Enfal,
7); ''Elif Lam, Mim. Rumlar mağlub oldular. En yakın bir yerde. Onlar bu
yenilgilerinden sonra .... galip geleceklerdir. " (er-Rum, 1-3).
Bütün bunlar ancak
alemlerin Rabbinin yahut O'nun bildirdiği kimselerin bilebileceği gayba dair
haberlerdir. İşte bu da Yüce Allah'ın Resulünü bunlardan haberdar etmesinin,
onun doğruluğuna delalet eden delilidir.
8- Bütün insanların
dosdoğru kalmalarını sağlayan helal, haram ve diğer hükümlere dair, Kur'an-ı
Kerim'in ihtiva ettiği bilgiler.
9- Çokluğu ve üstün
şerefleri itibariyle bir insandan sadır olmaları adeten görülmemiş engin ve
sonsuz hikmetler.
10- Kur'an-ı Kerim'in
bütün muhtevası arasında, zahiriyle, batınıyla hiçbir aykırılık olmaksızın tam
bir uyum ve münasebet içerisinde bulunması. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: ''Eğer o, Allah'tan başkası tarafından (gönderilmiş) olsaydı,
elbette içinde birbirini tutmayan birçok aykırılıklar bulurlardı. "(en-Nisa,
82)
Derim ki: Bunlar bizim
ilim adamlarımızın (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) sözkonusu ettikleri
Kur'an-ı Kerim'in on mucizevi yönüdür. Kur'an-ı Kerim'in en-Nazzam ve bazı
Kaderiye'ye mensup kimselerin sözkonusu ettiği onbirinci mucizevi yönü daha
vardır. Kur'an'ın icaz yönü, ona karşı çıkmanın engellenmesi ve benzerinin
meydana getirilmesi için meydan okunması halinde, bundan onların
alıkonulmasıdır.İşte bu engelleme ve alıkoyma Kur'anı Kerim'in bizzat
kendisinden maada (başka) bir mucizedir. Çünkü Yüce Allah, onun benzeri olan
bir sureyi meydana getirmeleri için onlara meydan okumakla, ona benzer bir söz
ortaya koymak gayesiyle çaba ve gayretlerini ortaya koymalarını engellemiştir.
Ancak böyle bir iddia tutarsızdır. Çünkü, muhalif bir kimsenin ortaya
çıkmasından önce bile, bu Kur'an-ı Kerim'in muciz olduğu üzerinde ümmetin icmaı
vardır. Şayet asıl mucize engelleme ve alıkoymaktır, diyecek olursak, Kur'an-ı
Kerim'in kendisi mucize olmaktan çıkar. Bu ise, icmaa aykırıdır. Durum böyle
olduğuna göre, bizzat Kur'an'ın kendisinin muciz olduğu öğrenilmiş olur. Çünkü
Kur'an-ı Kerim'in fesahat ve belağatı harikulade özelliktedir. Zira bu şekilde
bir söze hiçbir şekilde rastlanılmış değildir. Bu söz söyleme şeklinin
alışılmış ve bilinen bir şekil olmaması, onların engellenip alıkonulmalarının
muciz olmadığını ortaya koymaktadır. Bu konuda Allah tarafından bir engelleme
ve alıkoymanın bulunduğu görüşünü kabul edenler, de mes'ele ile ilgili iki
görüş ortaya atmışlardır: Bunlardan birisine göre, onlar böyle bir şeye güç
yetirebilmekten alıkonulmuşlardır. Eğer böyle bir işe kalkışacak olsalardı
ondan aciz olurlardı. İkinci görüşe göre, buna güç yetirebilmekle birlikte,
böyle bir işe kalkışmaktan alıkonulmuşlardır. Eğer kalkışmış olsalardı buna güç
yetirebilmeleri mümkün idi.
İbn Atiyye der ki:
"Kur'an-ı Kerim'de meydan okuma şekli, onun söz düzeni, manalarının
doğruluğu, lafızlarının fesahatının kesiksiz ve ardı arkasına gelmesi iledir.
Mücize oluş yönü ise, şanı Yüce Allah'ın bilgisinin herşeyi kuşatması, sözü
bütünüyle kuşatmış olmasıdır. Yüce Allah, bu kuşatıcı bilgisi ile hangi sözün
hangisinden sonra geleceğini bilmiştir. Hangi mananın hangisinin ardından uygun
düşeceğini açıkça bilmiştir. Ve bu, Kur'an-ı Kerim'in başından sonuna kadar
böyledir. İnsanlar ise bilgisizdirler, unutkandırlar ve yanılırlar. Kesin
olarak bilinen husus şu ki, hiçbir insanın bilgisi herşeyi kuşatıcı değildir.
İşte Kur'an-ı Kerim'in söz dizisi, böylelikle fesahatın en ileri derecesinde
ortaya çıkmıştır. Mes'eleye bu açıdan baktığımız takdirde; araplar fesahatın en
ileri derecesinde bulunan bu Kur'an-ı Kerim'in bir benzerini getirebilirlerdi.
Fakat Muhammed (s.a.v.) Peygamber olarak gönderilince bu işten alıkonuldular ve
benzerini ortaya koymaktan aciz düştüler, sözünün tutarsızlığı ortaya
çıkmaktadır. Doğrusu şudur: Kur'an-ı Kerim'in benzerini meydana getirmek hiçbir
zaman hiçbir yaratığın gücünün yapabileceği birşey olmamıştır. İnsanların bu
konuda yetersiz olduğunu açıkça şu ndan görebiliriz. Fasih olan bir kimse,
bütün gücü ile bir konuşma metni veya bir kaside ortaya koyar. Daha sonra sene
boyunca bunu güzelleştirmeye çalışır durur. Arkasından kendisinden sonra gelen
birisine bu kaside veya konuşma metni verilir. O da bunu bütün güç ve
kabiliyetiyle ele alır. Onda birtakım değişiklikler ve düzeltmeler yapar. Yine
de bunda tartışılacak ve değiştirilecek, üzerinde durulması gerekecek yerler
kalmaya devam eder. Yüce Allah'ın Kitabı'ndan ise bir tek kelime alınacak
olursa, sonra da bütün arap dili başından sonuna kadar araştırılıp ondan daha
güzeli bulunmak istenirse kesinlikle bulunamaz."
Kur'an'ın fesahatinin
bir diğer yönü: Şanı Yüce Allah bir tek ayet-i kerimede iki emir, iki nehiy,
iki haber ve iki müjdeyi sözkonusu etmektedir. Bu da Yüce Allah'ın: "Biz
Musa'nın anasına: Onu emzir; ... diye vahyettik. "(Kasas, 7) buyruğudur.
Maide süresinin ilk ayetinde de durum böyledir:
Orada ahde bağlıkalma
emredilmekte, bozulması yasaklanmakta, helalin genel çerçevesi çizildikten
sonra, ardı arkasına birtakım istisnalar yapmakta ve sonra da Yüce Allah sonsuz
hikmet ve kudretini haber vermektedir. Bu ancak Yüce Allah'ın güç
yetirebileceği bir şeydir. Yüce Allah, ölümden ve insanın yapamadıklarına
hasret çekmesinden, ahiret yurdundan, ahiretteki sevap ve cezadan, hayırlı
kimselerin umduklarına nail olacaklarından, günahkarların aşağılıklara düçar
olacaklarından haber vermiş, dünya hayatına aldanmaktan sakındırmış, dünyayı,
dar-ı bekaya nisbetle azlıkla nitelendirmiş bulunmaktadır. İşte, bunları Yüce
Allah'ın şu buyruğunda görmekteyiz: '''Her can ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü
ecirleriniz eksiksiz olarak verilecektir .... " (Al-i İmran, 185)
Yine Kur'an-ı Kerim'de,
öncekilerin ve sonrakilerin kıssaları, şımarmış refah ehlinin (mütrefin)
akıbeti, helak olanların sonunu bir ayet-i kerimenin yarısında şu buyruğunda
bizlere haber verilmektedir: "Onlardan kimilerinin üzerıne rüzgar
gönderdik. Kimilerini sayha aldı, kimisiniyere geçirdik, kimilerini de suda
boğduk. "(el-Ankebut, 40)
Yüce Rabbimiz, Hz.
Nuh'un gemisinin durumunu, suda yürütülmesini, kafirlerin helak edilmesini,
sonra tesbit edilen yerde durup orada kalmasını, yere ve göğe müsahhar kılınma
emirlerinin verilmesini şu buyruklarıyla bize haber vermektedir: "Dedi ki:
Binin içerisine, onun akması da durması Allah'ın adıyladır ... O zalimler güruhuna
da: 'Uzak olsunlar' denildi. "(Hud, 41-44) ve buna benzer mucizevi pek çok
buyruk.
Kureyşliler, onun
benzerini meydana getirmekten acze düşüp: Bunu peygamber uydurmaktadır, demeye
koyulunca Yüce Allah şöyle buyurdu:
"Yoksa onlar: 'Onu
kendisi uydurup düzüyor'mu derler? Aksine onlar iman etmezler. Eğer onlar doğru
söyleyen kimseler ise, Kur'an gibi bir söz getirsinler. "(et-Tur, 33-34)
Daha sonra Yüce Allah, acizliklerini daha ileri derecede ortaya koyan şu
buyruğu indirdi: "Yoksa: Onu kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: O halde
haydi siz de onun gibi uydurma on sure getirin. "(Hud, 13) Bundan da aciz
oldukları ortaya çıkınca şu kısa surelerden bir tek surenin olsun benzerini
meydana getirmelerini isteyerek, onlardan istenen bu miktarı daha da aşağıya
indirdi. İşte Yüce Allah, bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Eğer kulumuza
indirdiğimizden şüphe ıçinde iseniz, haydi siz de onungibi bir sure getirin.
"(el-Bakara, 23) Ancak bu meydan okumaya karşılık veremediler. Cevap
vermenin hiçbir yolunu da bulamadılar. Cevap verecek yerde, ona karşı
savaştılar, inatlaştılar. Kadın ve çocuklarının esir alınmasını tercih ettiler.
Şayet ona karşı çıkmaya güç yetirebilmiş olsalardı, elbette ki bu çok daha
kolayolur, delillerini daha beliğ bir şekilde ortaya koyar ve daha çok etkili
olurdu. üstelik onlar, oldukça belağatle konuşan, dili iyi bilen ve
inceliklerini kavrayan kimselerdi. Fesahat ve güzel söz söylemek onlardan
öğrenilirdi.
Kur'an-ı Kerim'in belağatı,
güzelliğin en üst seviyesindedir. Icaz (özlü ifadeleler) ve beyanın en Yüce
derecelerine sahiptir. Hatta bu konuda, güzellik ve iyi olmanın da üstüne
çıkarak zirve olmak ve ötelere gitmek alanına dahi geçer. İşte Rasülullah
(s.a.v.). .. Ona kapsamlı söz söyleme (cevamiu'l-kelim) imkanı verilmiş
olmakla, şaşırtıcı hikmetleri dile getirmek meziyetine sahip kılınmakla
birlikte, -mesela- onun cennetin niteliklerine dair sözleri üzerinde
düşündüğümüz takdirde, son derece güzel olmakla birlikte Kur'an-ı Kerim'in
seviyesinden daha aşağılarda olduğu görülür. Hz. Peygamber, cenneti şu
hadisinde şöylece nitelemektedir: "Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir
kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına getirmediği şeyler
vardır.''(Müslim, Cennet 5)
Hz. Peygamber'in bu
sözü, nerede Yüce Allah'ın şu buyruları nerede: "Orada canların çektiğıi
gözlerin (görmekle) zevk aldığı şeyler de vardır. '' (ez-Zuhruf, 71);
"Hiçbir nefis, kendileri için gözleri aydınlatan, neler gizlendiğini
bilmez." (es-Secde, 17) Bu buyruklar vezin itibariyle daha mutedil
terkipleri daha güzel, lafızları daha tatlı, harfleri daha azdır. üstelik
i'caz, ancak bir sure veya uzun bir ayet miktarında muteber kabul edilmektedir.
Çünkü söz uzadıkça, o sözü kullananın kullanım alanı genişler. Diğer taraftan
özlü anlatımı seçenin de söz söyleme alanı daralır. İşte bu şekilde araplara
karşı susturucu delil ortaya konulmuş oldu. Çünkü onlar, fesahat erbabı
kimselerdi. Eğer Kur'an'a benzer bir örnekle karşı çıkmak mümkün olsaydı, bunu
onların yapması beklenirdi. Tıpkı İsa (a.s)'ın gösterdiği mucizede, tabiplere
karşı delilin, Hz. Musa'nın mucizesinde de sihirbazlara karşı delilin ortaya
konulması gibi. Şanı Yüce Allah, gönderdiği peygamberlere, o peygamberin
döneminde insanların en ileri bulundukları ve en çok ün saldıkları alan ile
ilgili olacak şekilde mucizeler vermiştir. Hz. Musa döneminde sihirbazlık en
ileri noktaya ulaşmıştı. Tıp da Hz. İsa zamanında böyleydi. Muhammed
(s.a.v.)'ın döneminde de fesahat bu şekildeydi.
SONRAKİ SAYFA İÇİN AŞAĞIDAKİ LİNK’E
TIKLAYIN
Kur'an-ı
Kerim'in Surelerinin Faziletine Dair Uydurulmuş Hadisler