EL-ESNA

Fİ ŞERHİ ESMAİLLAHİ’L-HÜSNA

VE SIFATİHİL ULYA

 

13- EL-BEDİİ

 

Kur'an-ı Kerim'de izafet (tamlama) halinde varid olmuştur: "Göklerin ve yerin Bedii"(Bakara, 117) Ebu Hüreyre hadisinde de tamlama olmaksızın isim olarak varid olmuştur. Ümmet de üzerinde icma etmiştir. Nekira olarak (başında elif lam takısı olmaksızın) kul için kullanılması caizdir. İb-te-da, müb-di-u" şeklinde türevleri vardır.

 

el-bide' bir şeyi ihdas etmek yani var etmek demektir. el-Bid'us Her şeyin ilkidir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ben Resullerin "bid'u" değilim."(Ahkaf, 9) Yani, Resullerin ilki değilim. Bu benim getirdiğim din ve şeriat da benim ihdas ettiğim bir bid'at değildir. Bilakis benden önce gelen peygamberler sizden önce olanlara bunu getirmişlerdir. Bundan dolayı arkasından "Ben ancak bana vahyedilene tabi oluyorum ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım."(Ahkaf, 9) buyurmuştur.

 

İbnü'l-Arabi der ki: el-Mübdi', el-Mübtedi', el-Bedii': Herhangi bir örnek olmaksızın bir şeyi inşa eden demektir. Ancak benim "e!-mübtedi'" hakkında farklı bir bakışım var. Derim ki: Cevheri şöyle der: "Bir şeyi ib-ti-da ettim" numune, örnek bulunmaksızın icad ettim demektir. el-Bedii'de el-Mübtedi'dir. Aynı manadadır. Allah Teala'nın sıfatı olarak Bedii', Mübdi' manasındadır. Yani varlıkları daha önce var olan bir numunesi, örneği olmaksızın yoktan var edendir. Onlara en güzel sureti vererek tasvir edendir. Bakki şekil verendir (yaratanların) en güzelolan Allah'ın şanı ne kadar yücedir.(Mü'minun, 14) Bedii, benzeri görülmemiş şey için de kullanılabilir. Buna göre bedii, benzeri olmayan demek olur. Bu durumda Allah Teala'nın zatı ve sıfatlarının hakkı olan bir vasıf olur. Zira zatı ve sıfatları mümkün olmaktan, benzer ve dengi bulunmaktan yüce ve mukaddestir. Bu izaha göre Bedii, nefy manasında olan zati bir vasıf olur. Allah Teala'nın, "göklerin ve yerin bedii'dir."(Bakara, 117) Buyruğunu bu manaya yorumlarsak buna göre manası, varlık aleminin hepsine göre "bedii" olandır demektir (yani varlık aleminden dengi veya benzeri olamaz). Bundan dolayı şöyle buyurur: "O'nun nasıl evladı olur. Halbuki bir eşi yoktur."(En'am, 101) Bu buyruk kudsiyet vasfında tenzihin gayesi ve zirvesidir. Akleşi bu izahı yapmıştır.

 

Halimi der ki: el-Bedii"in manası, misli bulunmayanı ihdas eden (yaratan) demektir. Allah Teala "Göklerin ve yerin bedii" diye buyurur. Yani onları ibda' eden, (bir misli bir örneği numunesi olmaksızın yoktan var eden) demektir. Bütün maddi ve manevi varlıkların yoktan ve eşsiz bir şekilde ibda edilmesi yani yaratılması Allah Teala için sabit olunca Bedii ve Mübtedi diye isimlendirilmeye layık olmuştur."

 

"Göklerin ve yerin bedii" buyruğunun manası göklerin ve yerin ziyneti manasında olabilir. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Allah göklerin ve yerin nürudur."(Nur, 35) Yani onunla aydınlanmış, onunla kaim olmuşlardır. O'nun emri ile tutunabilmektedirler. Onlardan güzelolan ne varsa onunla güzelolmuştur. Bunların hepsi de 'ibda'dır. Yani eşi benzeri olmayan demektir.

 

Binaenaleyh her mükellefin Allah'ın göklerin, yerin ikisi arasındakilerin ve ikisinde bulunanların mübdii (yaratanı, eşsiz olarak var edeni) olduğunu, kendisinden başka bir yaratan bulunmadığını bilmesi vaciptir. Devamlı bir şekilde yarattıklarına nazar edip tefekkür etmelidir. Kendi nefsine nazar etmekten de gaflet etmemelidir. Zira nefsinde alem de olan her şeyin benzeri, insan bedi olan küçük alemde mevcuttur. Bundan dolayı yüce Allah: "Yemin olsun ki biz insanı "ahsen-i takvim'de yarattık."(Tin, 4), "Nefislerinizde de (ayetler, ibretler vardır) görmez misiniz?"(Zariyat, 21) buyurmuştur. insanın duyuları ışık saçan yıldızlardan şereflidir (büyük bir ayettir). Duyular arasındaki işitme, görme; güneş ve ay gibidir. idrak edilen her şey bu duyularla idrak edilir. Azaları da çürüdüğünde toprakla aynı cinsten olur. Su türü olarak da insanda ter ve bedenin sair rutubetleri vardır. Hava cinsinden nefes ve gaz vardır. Ateş cinsinden safranın acılığı vardır. Damarları yeryüzünün nehirleri mesabesindedir. Ciğeri de nehirlerin suyunu besleyen pınarlar gibidir. Çünkü damarlar ciğerden kan alırlar. Mide ve bağırsakları deniz gibidir. Çünkü bedende olan her şeyoraya dökülmektedir. Tıpkı nehirlerin denize döküldüğü gibi kemikleri de yerin kazıkları konumundaki dağlar gibidir. Azaları da ağaçlar gibi her ağacın nasıl yaprakları ve meyveleri varsa her azanın döngüsü olan bir fiili vardır. Bedendeki kıllar da yeryüzün otları gibidir.

 

Sonra insan diliyle her hayvanın sesini taklid edebilir. Azalarıyla her hayvanın hareketlerini yapabilir. Dolayısıyla insan küçük alemdir. işte o, o büyük alemde beraber O'ndan başka İlah olmayan Bir olan Yaratıcının yaratmasıdır. Kendi nefsinden başka bi yönden de ibret alabilir. O da şudur: Gözüne, gözün özelliklerine, tabakalarına, nuruna, ağzına, içindeki konuşan dile, öğüten dişlere, ele ve el ile yaptıklarına, ayağa ve yayvanlığına, bakıp, inceleyip ibretler alabilir. Bedeninin içinde garip terkiplerle doludur. ilki kalptir. Kalpteki acayiplikleri kim anlatabilir. Bunun yanında diğer azaları ve bu azaların faydaları, Allah bütün bunları nasıl da hizmete hazırlamış. Ciğer, türleri farklı olsa da yenilenleri tek vasfa sahip kana çevirir. içindeki tortuları, telveleri ise dalak alır. içindeki köpükleri safra kesesi alır. içindeki ince sıvıları böbrekler alır. Bu işlem neticesinde kanlar saf bir şekilde damarlarda dolaşmaya başlar. Böbrek suyu mesaneye atar. Geriye kalan artığı da bağırsaklar alır. Sonra o da kolay bir şekilde dışarı çıkar gider. Bundan dolayı Nebi (s.a.v) heladan çıktığında şöyle derdi: "Pisliği, benden çıkaran, gideren, temizini bende bırakan Allah'a hamd olsun!"

 

Sonra Allah'ın her şeyi yoktan ve eşsiz olarak varettiğini, kendinin de o varedilenler cümlesinden olduğunu, sende dilediği şekilde bir kudret var ettiğini bildiysen o zaman vazifen, bu kudret ve kesb ile sende ve başkasında salih amellerin var olması için çaba göstermelisin. Ömer (r.a.)'ın teravih namazında yaptığını kendine örnek almalısın. Dinde bid'at çıkarmaktan ve kullara yakışmayan şeyler çıkarmaktan uzak durmalısın. Nitekim bu hususu "el-Musavvir" isminin şerhinde izah edeceğiz. Bunu yapanlardan da uzak durmalısın. Şayet bid'at, sünnete muvafık ise ona göre amel et ve bu ne güzel ameldir.

 

Hattabi der ki: Kuldan sadır olan her bid'at şu iki halin dışında olmaz: Ya şeriatta bir temeli vardır veya yoktur. Şayet şeriatta bir temeli var ise bu durumda Allah'ın mendup gördüğü Resulullah (s.a.v)'ın da teşvik ettiği umum kurallar kapsamında yer alır. Övülen amellerden sayılır. Eğer bir benzeri bulunmuyorsa fakat cömertlik, iyilik ve hayır işleme yollarından bir şekil üzereyse bu da güzel amellerden sayılır. İsterse bunu daha önce bir yapan bulunmasın. Bunu da Ömer (r.a.)'ın "bu ne güzel bid'attir" sözü destekler. Bu fiil hayırlı ve övülen bir amel olunca güzel bir bid'at olmuştur. Nebi (s.a.v) önceleri kılmış sonra da terketmiş insanları cemaat için toplamamış olsa da Ömer'in bunu yapması ve bu amele teşvik etmesi bir bid'attir. Ancak bu güzel ve övgüye layık bir bid'attir. Ancak Allah'ın ve Resülün emrinin hilafına olursa o zaman bu bid'at münker ve reddedilmiş ameller kapsamında yer alır. Resulullah (s.a.v.) bir hutbesinde şöyle buyurur: "İşlerin en şerlisi sonradan uydurma olanlarıdır. Her bid'at de delalettir." Maksadı Kur'an'a, sünnete veya sahabelerin ameline muvafık olmayandır.

 

Bunu şu buyruğu ile beyan etmiştir. "Kim İslam'da güzel bir sünnet koyarsa, başlatırsa bu sünnetin ecri (sevabı), ve daha sonra bu sünnet ile amel edenlerin sevabı, onların sevabından bir şey eksilmeksizin ona verilir. Kim de İslam'da kötü bir sünnet başlatırsa, o kötülüğün günahı ve daha sonra onunla amel edenlerin günahı, onların günahlarından bir şey eksilmeksizin onun boynunda olur."

 

Bu da ihdas edilen güzel ve çirkin şeylere işarettir. Bu hadis bu konunun temeli konumundadır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’i kullan:

 

14- EL-BARİ'