ÖMER BİN ABDU’L-AZİZ :
Emevî halifelerinin
sekizincisi Mervân’ın torunudur. 60 (m. 679)’da ya’nî Hz. Muâviye’nin vefâtı
yılında Medine’de doğdu. Babası Mısır valisi olunca, Mısır’a gittiler. Oğlunu
Medine’ye tahsile gönderdi.
Enes bin Mâlik, Abdullah
bin Ca’fer Tayyar ve Saîd bin Müseyyib ve başka âlimlerden ders aldı. Babası
ölünce amcası olan halife Abdülmelik bunu Şam’a getirdi. Kızı Fâtıma’yı buna
verdi. 99 (m. 717)’de amcası oğlu Süleymân vefât edince, halife oldu. Çok âdil
olup. İkinci Ömer denmeğe lâyıktı. Hz. Muâviye’nin vefâtından sonra, hutbelerde
Ehl-i Beyte la’net okumak âdet olmuştu. Halife olunca, ilk iş olarak bu âdeti
kaldırdı. Ehl-i Beyte karşı çok saygılıydı. Onlara devamlı yardım ederdi.
101’de kırkbir
yaşında iken, kölesi
tarafından zehirlendi. Beyaz, ince ve nâzik yüzlü, zâif, güzel sakallı, tatlı
ve sevimli idi. Biniciliğe çok meraklıydı. Malatya şehrini rumlardan yüzbin
esir karşılığı satın aldı. Hz. Ömer’in oğlunun torunudur. Hz. Ömer’in, Ümmü
Âsım’ın annesini oğlu Âsım’a alması şöyle olmuştu: Hz. Ömer halifeliği
zamanında bir gece Medine’de kol gezerken sabaha karşı bir evden, kadının
birinin kızına; “Süte su koy” dediğini işitti. Kızın da; “Emîr-ül-mü’minîn Hz.
Ömer süte su katmayı yasak etti” cevâbını verdiğini
ve annesinin
“Emîr-ül-mü’minîn nereden bilecek” demesi üzerine de, “O görmüyorsa da Allahü
teâlâ görüyor” dediğini işitti. Hz. Ömer bu hâdise üzerine o kızı araştırıp,
oğlu Âsım’a nikâh etti. Âsım’in bundan bir kızı oludu, bundan da Ömer bin
Abdülazîz dünyâya geldi.
Babası Abdülazîz bin
Mervan, adalet, insaf ve diyanet sahibi bir kimse idi. Mısır valiliğine tâyin
edilince, oğlunu da beraberinde götürdü. Ömer bin Abdülazîz, orada mükemmel bir
İslâm terbiyesi ile büyütülüp, yetiştirildi. İlim ve fıkıh tahsili için
Medine’ye gönderildi. Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ca’fer Tayyar,
Saîd bin Müseyyib ve devrin
başka âlim ve büyüklerinden ders aldı. Onların sohbetinde bulunup,
kendilerinden hadîs-i şerîf dinledi.
Babası 85 (m. 705)’de vefât
edince amcası olan halife Abdülmelik 65-86 (m. 684-705)’de O’nu Şam’a getirdi
ve kızı Fâtıma’yı ona nikâhladı. Ömer bin Abdülazîz çok ni’met ve servete
sahipti. Yaratılışındaki cömertlik ve mürüvvetini bütün insanlara saçıyordu.
Gayet fazîletli, âlim, âdil ve eşine pek az rastlanan bir insandı. Halife Velîd
bin Abdülmelik 86-95 (m. 705-715) devrinde 87 (m. 706) Rebiülevvel ayında
Haremeyn (Mekke ve Medine) valiliğine tâyin edildi. Bu vazifesini yürütmek
üzere Medine’ye
gidip, oranın büyük
âlimlerinden on kişi topladı. Meclisteki âlimlere “Ey kardeşlerim. Ben ki
Haremeyn’in valiliğine değil hizmetçiliğine tâyin olundum. Size kesin söz
veririm ki, benim asıl mesleğim adalet yolundan ayrılmamaktır. Gerek zorbalık
yapanın ve gerekse buna sebep olanın, yolsuzluk yapanın ve doğru yoldan
ayrılanın yaptıklarını bana haber vermez iseniz, bunun ma’nevî mes’ûliyyeti
size aittir. Sizi ancak bana müşavir ve muâvin olmak üzere çağırdım. Kendi
reyimle bir iş görmek istemem. Her hususta
sizinle müşavere yapacağım.
Ayrıca memurlarımın da ahâliye iyi hizmet etmeleri için onları teftiş ederek,
bana yardımcı olacaksınız” dedi. Bu âlimler de O’nun bu isteklerinden dolayı
memnun olup, dâima yardımcı oldular. Hicazlılar, idaresinden, adaletinden çok
memnundular.
Enes bin Mâlik (r.a.)
“İmamlık yapmakta Resûlullah efendimize, Ömer bin Abdülazîz’den daha çok
benziyen kimse görmedim” buyurdu.
Ünü her tarafa yayıldı. Pek
çok kimse, kendi memleketini terk edip, Hicaz’a geldi. Mescid-i Nebî’yi 88 (m.
707)’de genişletmeye ve esaslı bir tâmiratını yaptırmaya başladı. Genişletmede
Mescid-i Nebî’nin dört duvarı da yıkılıp, doğu tarafındaki zevcât-ı tâhirât
odaları mescide katıldı. Hücre-i se’âdetin dört duvarı yıkılıp, temelden yontma
taşlarla yeniden yapıldı. Temel açılırken Hz. Ömer’in bir ayağı görüldü. Hiç
çürümemişti. Hücrenin etrafına ikinci bir duvar daha yapıldı. Bu duvar beş
köşeliydi. Hiç kapısı yoktu.
Duvarlar, direkler ve tavan
altın ile süslendi. İlk olarak mihrâb ve dört minare yaptırdı. Bu iş üç sene
sürdü. Ömer bin Abdülazîz 93 (m. 711) senesine kadar Haremeyn valiliği yaptı.
Halife Süleymân bin Abdülmelik 96-99 (m. 715-717) iki oğlu olmasına rağmen
ahidnâme yazıp, mühürleterek Ömer bin Abdülazîz’i kendisine halef gösterdi.
Bunu veziri Recâ’ya verdi. Ömer bin Abdülazîz, Abdülmelik’in 99 (m. 717) Eylül
ayında vefâtı ile veziri Recâ emirleri toplayıp, mühürlü ahidnâmeyi açarak,
okudu. Ömer bin Abdülazîz âhıret adamıydı. Hilâfetin ağır yükleri altına
girmekten çok korkardı. İsmi okunduğu zaman şaşırıp kaldı. İstifa isteğinde
bulunduysa da kabul edilmedi.
Emirler Ömer bin
Abdülazîz’in İslâm halifeliğine bîat ettiler. Vezir Recâ, halifenin koluna
girip, minbere çıkardı. Ömer bin Abdülazîz (r.a.), cenâb-ı Hakka hamd ve
senadan sonra: “Ey insanlar! Bizimle beraber olacak kimsede şu beş şartı
istiyorum. Bunlar Bize hâlini bildiremiyecek olan halkımın hâlini anlatmak,
hayırlı işlerde bize yardım ve hayra delâlet eylemek, kimse hakkında gıybet
etmemek ve boş şeyler ile meşgul olmamak. Bunlar yoksa bize yaklaşmasın.” dedi.
Böylece, ikinci halife Ömer bin Hattâb’ın (r.a.) yolunda olarak işe başladı.
Hz. Ömer bin Abdülazîz’in hâllerini anlatmak için şâirler ve
hatibler hutbeler okudular,
O’nun medh ve senasını dillerde dolaştırdılar. Zâhidler ve fakîhler dahi, “Biz
bu zâtın sözüne aykırı fiilini görmedikçe ondan ayrılmayız” dediler.
Ömer bin Abdülazîz halife
olduktan sonra hilâfet konağına götürülmek üzere alay atları getirdiler.
“Bunlar ne?” deyince;
“Hilâfete mahsus bineklerdir” cevâbını işitince; “Kendi atım, benim hâlime daha
muvafıktır” diyerek saltanat bineklerini geri çevirip, kendi hayvanına bindi.
Hilâfet otağına gitmeyip, “Hilâfet otağında Süleymân’ın ailesi var. Ben onların
rahatsız olmalarını uygun görmem. Onlar yerleşinceye kadar, benim kıl çadırım
bana yeter!” buyurdu. Bu sözleri, insafı ve ahlâkî büyüklüğünü ne güzel ifâde
etmektedir. Evine gitti. âzâdlı kölesi, Onun pek kederli ve düşünceli olduğunu
görünce: Bu hâlinizin sebebi
nedir? diye sordu.
Cevâbında buyurdu ki: “Doğudan batıya kadar olan Ümmet-i Muhammed’in hukukunu
yerine getirme bana vazife oldu. Bundan büyük endişe edecek şey olur mu?” Daha
sonra hanımı ve amcası kızı olan Fâtıma binti Abdülmelik’i yanına çağırıp,
buyurdu ki; “Eğer benimle birlikte yaşamak istersen ziynet ve mücevherlerini
Beyt-ül-mal’a bırak. Zira onlar senin yanında iken ben seninle beraber olamam.”
Fâtıma, bütün ziynet ve mücevherlerini Beyt-ül-mal’a verdi. Fâtıma’nın bu davranışı,
Peygamberimizin (s.a.v.)
kızı Hz. Fâtıma gibi ma’nevî süsler ve ruhî meziyetler ile yaşamaya karar
verdiğini göstermekte idi. Ömer bin Abdülazîz de, ellibin altınının hepsini
dağıttı. Bir elbisesi kaldı. Cariyelerine de “Serbestsiniz, isteyeniniz olursa,
âzâd ederim. Benden bir talepte bulunmamak şartı ile kalmak isteyen varsa
kalabilir. Çünkü verilen vazife beni sizinle meşgul olmaktan alıkoyuyor.”
buyurdu. Hepsi ağladılar, üzüldüler. Hanımı Fâtıma’yı dahi serbest bıraktı. O
da üzülüp ağladı. Efendisinden ayrılmadı.
Ömer bin Abdülazîz (r.a.)
halife olduğu sene Medîne-i mürievverede bulunan, oğlu Abdülmelik’e şöyle
yazdı: Şahsımdan sonra kendisine nasîhatte bulunup, gözetip, muhafaza etmek
mecburiyetinde olduğum, ilk insan sensin. Hamd Allahü teâlâya mahsustur. Allahü
teâlâ bize çok lütuf ve ihsanda bulundu.
O’ndan, ihsan ettiği
ni’metlere, karşı şükür yapabilme kuvveti vermesini dileriz. Allahü teâlânın
babana ve sana olan lütfunu hatırla. Kendine, gençliğine ve sıhhatina dikkat
et. Eğer hamd (Elhamdülillah), tesbîh (Sübhânallah), tehlîl (La ilâhe illallah)
diyerek, dilini zikirle meşgul edebilirsen bunu yap. Ömer bin Abdülazîz
hazretleri hilâfet makamına geçtiği gün, zamanının tanınmış fıkıh âlimlerinden
Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Ka’b Kurazî’yi da’vet edip,
onlara “Halk her ne kadar bir ni’met olarak görüyorsa da ben bu halifelik
makamını; taşıyamayacağım bir yük ve çok ağır bir
mes’ûliyet olarak
görüyorum. Ben bu yükün altına girdim. Benim için çâre ve tedbir olarak nasîhatleriniz
nedir?” diye sordu. Onlardan bir tanesi dedi ki: “Yârın kıyâmet günü kurtulmak
istersen müslümanların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini
evlâdın bil. O zaman bütün müslümanlara, kendi evindeki, ana-baba, kardeş ve
evlâdın gibi muamele etmiş olursun.” Ömer bin Abdülazîz (r.a.) halife olunca,
üzerine aldığı mes’ûliyetin ağırlığından dolayı iki ay müddetle üzüntü ve keder
içinde kaldı. Millet
ve memleket işlerini
adaletle idare etmekte ve hak sahiblerine haklarını iade etmekte çok hassas
davranıyor, kendisini hiç düşünmüyordu.
Hz. Ömer bin Abdülazîz,
yakın dostu Hz. Sâlim’e “Kardeşim Sâlim! Allahü teâlâ beni halifelik ile
imtihan ediyor. Yemin ederim ki, kurtulamıyacağımdan korkuyorum. Bana, dedem
Hz. Ömer’in mektûblarını, hayatı hakkında bilinenleri, müslümanlara ve gayri
müslimlere olan hükümlerini bildir. Hz. Ömer’i kendime nümûne kabul ettim. Ona
göre hareket edeceğim” dedi.
Halifeliği zamanında
yaptığı bütün işlerde gözleri önüne kıyâmet gününü getirirdi; halkının
haklarını lâyıkıyla yerine getirememekten çok korkuyordu. Halifeliğim adalet
ile yürütüp, Hulefâ-i Râşidîn’in (Dört Halife) yolundan ayrılmadı. Önemli
memuriyetlere dirayetli ve âdil bildiklerini tâyin etti. Horasan’a Cerrâh bin
Abdullah el-Hakem’i, Basra’ya Adiy bin Ertet el-Fezâra’yı, Kûfe’ye Abdülhamîd
bin Abdurrahmân el-Kureşî’yi, Hindistan’a Amr İbni Müslim’i, Cezîre’ye
(Mezepotamya) Ömer bin Humeyre
el-Fezarî’yi, İspanya’ya
Semh bin Melik el-Haftanî’yi ve Afrika’ya İsmâil bin Abdullah’ı tâyin etti.
Devrin meşhûr âlimlerinden ve Sofiyye-i aliyyeden Hasan-ı Basrî hazretlerini
Basra, Amr el-Sahi’yi de Kûfe kadılıklarına tâyin etti. Valilerinin yanına
fıkıh âlimi de verdiği olurdu. Kûfe Valisi Abdülhamid’in yanında, fıkıh âlimi
Ebû Zinâd kâtib olarak vazifeliydi. Fakat, Hz. Ömer Bin Abdülazîz her yerde
bizzat kendisini mes’ûl hissediyordu. Kalbinde yer eden gaye; otoritenin
fazlalaştırılmasından ziyâde, hak ve hukukun tesisi idi.
Müslim ve gayr-i müslim
teb’asına çok âdil davranıp, yaptığı işlerde adaleti yaygınlaştırdı. Ehl-i
Beyt’e dil uzatanların çirkin hareket ve sözlerine mâni olup, son verdi. Ehl-i
Beyt’e çok saygı gösterir ve yardım ederdi. Peygamberimizin vakıf
ettiklerinden, Fedek bahçesini tekrar Ehl-i Beytten Muhammed Bâkır’a iade etti.
Toprak hukuku ve mâliye alanlarında Peygamberimizin (s.a.v.) emirlerini yerine
getirdi.
Müslüman olan gayr-i
müslimlerden cizye vergisini kaldırdı. Her tarafta müslüman olanların sayısı
arttı. Doğuda ve Batıda milyonlarca gayr-i müslim, müslüman oldu. İslâm
Orduları doğu ve batıda fetihlere girişti. Malatya şehri, Rumlar’dan yüzbin
esir karşılığı satın alındı. Preneler aşılıp Fransa’ya girildi. Narbonne ele
geçirildi. Burada güçlü üsler kuruldu. Afrika’da bütün Berberiler O’nun
zamanında müslüman oldu. Musevî, hıristiyan, ateşperestlere gösterdiği yapıcı
siyâset karşısında, onların arasında İslâmiyet geniş ölçüde yayıldı. Müslüman
ve gayr-i müslim bütün teb’ası tarafından sevildi. Hak ve adaletin yayılmasında
ve zulmün kalkmasında çok hizmet etti. Zamanında kurt ile kuzu beraber yaşadı.
Devrinin âlim ve
velîlerinden Mâlik bin Dinar hazretleri anlatır: “Ömer bin Abdülazîz halife
olduğunda bir çobanın şöyle dediği işitildi: “Acaba bu temiz, âdil halife
kimdir?” Çobana, “Böyle olduğunu nereden anladın?” diye sorulduğunda; vazifesi
dağ bayır demeyip koyun otlatan, çeşitli yırtıcı hayvanların tehlikesini pek
iyi bilen çoban, safiyetle bulduğu teşhisiyle şu cevâbı verdi: “Âdil bir halife
başa geçince kurtlar kuzulara saldırmaz. Oradan anladım.”
Halife Ömer bin Abdülazîz
(r.a.) her gün âlimleri çağırır, onlarla ölüm ve kıyâmet hâllerinden
konuşurlardı. Konuşmalar onlara o kadar te’sîr ederdi ki, sanki içlerinden biri
vefât etmiş gibi ağlarlardı. Ömer bin Abdülazîz hazretleri Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını yerine getirmede ve halka bildirmede çok dikkatliydi. Ömer bin
Abdülazîz’in devrinde halk dahi ibâdet ve tâat yoluna girdi. Meclislerinde:
Bu gece ne okudun? Kur’ân-ı
kerîmden kaç âyet ezberledin? Bu ay kaç gün oruç tuttun? gibi sözler söylenmeye
başlandı.
Hz. Ömer bin Abdülazîz dîne
sokulan bid’atleri ortadan kaldırıp, unutulmuş sünnetleri meydana çıkarmaya
çalıştı.
Hadîs-i şerîfleri toplatıp,
kitap hâline getirdi. Mezhepler hakkında, “Eshâb-ı kirâmın ictihâdları farklı
olmasaydı, dinde ruhsat, kolaylık olmazdı” buyurdu. Hz. Ali ile ictihâd
ayrılığından muharebe edenler için buyurdu ki: “Allahü teâlâ, ellerimizi bu
kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de dilimizi tutup, bulaştırmayalım!”
İmâm-ı Şâfiî (r.a.) de
böyle söylemiştir.
Ömer bin Abdülazîz (r.a.)
Evzâî’ye yazdığı bir mektubunda, “Biliniz ki, ölümü çok hatırlayan kimse, az
bir dünyâlık ile iktifa eder, konuştuğu kelimelerin hesabını vereceğini düşünen
kimse çok az konuşur, ancak lüzumlu sözleri söyler” buyurdu. Yine buyurdu ki,
“Kendimi överim korkusu ile bir çok sözleri söylemekten kaçınırım.” Meymûn bin
Mihran diyor ki, Ömer bin Abdülazîz (r.a.) ile beraber bir kabristana uğradık.
O, kabirleri görünce ağladı. “Ey Meymûn! Şu gördüğün kabristanda yatanlar,
babalarım
Emevîlerdir. Bunların hepsi
gelip geçtiler. Lâkin şimdi sanki dünyâya hiç gelmemişler, dünyâ lezzetlerini
hiç tatmamışlardır. Şu anda toprak altında yatıyorlar ve cesetlerini kurtlar
yemektedir..” Hem böyle söylüyor, hem de ağlamaya devam ediyordu. Sonra buyurdu
ki; “Vallahi burada, kimin azâbda olduğunu, kimin Allahü teâlânın azabından
emin olduğunu bilemiyorum.”
Buyurdu ki; “Geçen gece
ölüleri düşündüm. En samîmi bir dostun ölse, onu üç gün sonra mezarında görsen,
oradan kaçarsın. Orada dolaşan kurt ve böcekleri, akan irinleri, pis kokular
arasında kurtların kendisini nasıl parçaladığını, kefeninin bozulduğunu,
vücûdunun pis hâle geldiğini görüp kendisinden nefret ederdin.” Bunları
söyledikten sonra bayılıp düştü.
Âlimlerden birisi Hz. Ömer
bin Abdülazîz’i ziyâret etti. Çok ibâdet etmekten dolayı yüzünde ve rengindeki
değişikliği görerek “Bu ne hâldir?” dedi. Ömer bin Abdülazîz (r.a.) “Sen beni
ölümümden bir kaç gün sonra mezarımda ziyâret etsen, gözlerimin çıkıp,
yanaklarımın üzerine akdığını, dudaklarımın dişlerimi kapayamadığını, ağzımın
açık kalıp oradan irin ve cerahatin akmakta olduğunu, karnımın şişip göğsümün
üzerine geldiğini, bağırsaklarımın döküldüğünü, burun deliklerinden irin ve
kurtların çıktığını görmekle şimdi gördüğünden çok daha feci bir manzara ile
karşılaşırdın” dedi.
Halifeliğinde, yanına bir
heyet gelmişti. Heyetten bir genç nutuk söylemeye başladı. Bunun üzerine
“Sen dur, yaşlınız
konuşsun” diyerek genci uyarmak istedi. Genç: “Ey Emîr-ül-mü’minîn! İş yaşa
göre ise, müslümanların içinde senden daha yaşlı olanlar yok mu?” deyince;
“Konuş bakalım.” diyerek gence söz verdi. Genç; “Biz senden bir şey isteyen ve
senden korkan bir heyet değiliz. Bir şey istemiyoruz. Çünkü lütuf ve ihsanınız
o kadar çok ki, bu bize kadar ulaşmıştır. Senden korkmuyoruz. Çünkü adaletin
bizi korkmaktan emin kılmıştır” dedi. “Siz kimsiniz?” deyince, “Teşekkür
heyetiyiz. Teşekkür edip geri dönmek için geldik” dedi.
Yezîd-i Rakkasî, Ömer bin
Abdülazîz’in (r.a.) huzuruna geldi. Ömer, Yezîd’e “Bana nasîhat et” dedi. O da
“Ey müslümanların emîri! Senden önceki halifeler öldüğü gibi sen de öleceksin”
dedi. Ömer, bunu duyunca ağladı ve “Devam et” dedi. Yezîd: “Âdem’den (a.s.)
sana gelinceye kadar hiç bir baban hayatta değildir. Hepsi vefât ettiler” dedi.
Ömer (r.a.) ağlıyarak, yine “Devam et” dedi. Yezîd “Öldükten sonra Cennet ile
Cehennemden başka gidilecek yer yoktur” dedi. Halife Ömer, bunu duyunca düşüp
bayıldı.
Ömer bin Abdülazîz’in
(r.a.) cariyesi yanına geldi. Selâm verdi ve namaz kılınan odaya geçti, iki
rek’at namaz kıldı. Sonra uyuya kaldı. Biraz sonra kalktı ve halifeye “Tuhaf
bir rü’yâ gördüm” dedi. Halife “Ne gördün anlat” dedi. Câriye “Rü’yâda
Cehennemi gördüm. Cehennemlik olanların üzerine kükreyip duruyordu. Sonra
Cehennem üzerinde Sırat Köprüsü kuruldu. Abdülmelik bin Mervan geldi. Köprüye
girdi. Bir kaç adım attı, sonra devam edemeyip Cehenneme düştü. Sonra Velîd bin
Abdülmelik geldi. O da devam edemeyip Cehenneme düştü. Sonra Süleymân bin
Abdülmelik geldi. O da aynı şekilde Cehenneme düştü” dedi. Halife “Devam et” dedi.
Kadın, “Sonra da seni getirdiler” der demez, Ömer bin Abdülazîz (r.a.) bir ah
çekti, düştü ve kendinden geçti. Kadın, yüksek sesle “Vallahi senin selâmetle
Sırat Köprüsünü geçtiğini gördüm” dedi, ise de halife bunu duymuyor, yerde
çırpınıp duruyordu.
Ömer bin Abdülazîz’in
(r.a.) yanına birisi gelerek, “Falanca kimse, sizin için şöyle, şöyle söylüyor”
dedi. Ömer (r.a.) “İstersen bu işi araştıralım. Eğer yalancı isen, Hucurât
sûresinin 6. âyet-i kerîmesinin hükmüne göre mes’ûl olursun. Söylediğin yanlış
ise, Kalem sûresi 11. âyet-i kerîmesinin hükmüne göre mes’ûl olursun. Her iki
hâlde de mes’ûl olursun, istersen üçüncü hâli tercih edip, seni affedelim ve bu
mes’eleyi kapatalım” dedi. Bunun üzerine o kimse tövbe edip, bir daha böyle bir
şey yapmam dedi.
Bir kimse, Ömer bin
Abdülazîz hazretlerine gelip, birinin kendisine zulm ettiğini söyledi. Gelen
kimseye “O kimseden hakkını almış olarak, Allahü teâlânın huzuruna gitmektense,
O kimsede hakkın olarak Allahü teâlânın huzuruna gitmen daha iyidir” buyurdu.
Bir Cum’a namazını
kıldırdıktan sonra, insanların arasında oturdu. Sırtındaki elbisenin iki tarafı
da yamalı idi. Birisi kendisine dedi ki: “Ey mü’minlerin emîri! İmkânlarınız
var. Daha kıymetli elbise giyseniz olmaz mı?” dedi. Ömer (r.a.) bir müddet düşündü
ve başını kaldırıp, “Varlıklı halde iken iktisad etmek ve hakkını almaya gücü
yettiği halde affetmek, hakkını helâl etmek çok makbul ve çok fazîletlidir”
buyurdu. Ömer bin Abdülazîz hazretleri bir sarhoşu gördü. Onu yakalayıp
cezalandırmak istedi. Ama sarhoş, O’na hakaret etti. O da sarhoşu bıraktı.
Cezalandırmaktan vaz geçti. “Niçin, size hakaret edince bıraktınız?” dediler.
Buna cevaben buyurdu ki, “O hakaret etmekle beni öfkelendirdi. Eğer ona ceza
verseydim, kendim için ceza vermiş olurdum, kendi şahsım için bir müslümanı
cezâlandıramam.” Buyurdu ki; “Allahü teâlâ şu üç kimseyi çok sever: 1) Gücü
yettiği halde affedeni, 2) Hiddetli ânında öfkesine hâkim olanı, 3) Allahü
teâlânın kullarına şefkatli olanı.” İnsanlara olduğu gibi hayvanlara da merhametliydi.
Bir katırı vardı. Bunu pazarda çalıştırır, gelen parayla da ihtiyaçlarını temin
ederdi. Katın çalıştıran işçisi, bir gün normalden fazla para getirince “Neden
böyle fazla para geldi?” dedi. “Pazar kalabalık ve bereketliydi” cevâbına
karşılık; “Hayır, böyle değil. Sen katırı çok çalıştırıp, yordun. Katırı, üç
gün dinlendir” emrini verdi.
Bir gece O’na misafir
geldi. O bir şey yazıyordu. Misafiri de yanında, oturuyordu. Lâmbasının yağı
azaldı. Sönecek gibi oldu. Misafir: “Yâ Emîr-el-mü’minîn! Kalkıp lâmbaya yağ
koyayım mı?” deyince;
“Misafirine iş gördürmek,
insanın mürüvvetine yakışmaz” buyurdu. “O halde hizmetçiyi kaldırayım mı?”
“O da olmaz; daha akşamın
ilk uykusundadır.” Ömer bin Abdülazîz (r.a.) kalkıp lâmbaya yağ doldurdu.
Misafir bu hâli görünce hayretle: “Ama, bu işi kendin yaptın, neden?” deyince
buyurdu ki: “Bu işi yapmaya giderken, Ömer’dim. Yaptım, bitirdim; yine Ömer’im.
İnsanların Allah katında hayırlısı tevazu sahibi olanlarıdır.” Bir gün
hanımına, “pir dirhemin var mı? Biraz üzüm alalım” dedi. Hanımı “Senin gibi bir
Sultanın bir dirhemi olmazsa, benim olur mu?” deyince hanımına “Doğru
söylüyorsun ey Fâtıma! Fakat böyle
olması, Cehennemde kızgın
zincirleri boğazımda taşımadan iyidir.” dedi.
Ömer bin Abdülazîz
hazretleri, oğlunun bin dirheme bir yüzük taşı satın aldığını haber aldı. Hemen
oğluna mektûb yazarak, o yüzük taşını satmasını ve bin kişinin karnını
doyurmasını emretti. Ayrıca iki dirhemlik bir yüzük kullanmasını ve yüzüğün
üzerine “Allahü teâlâ haddini bilene merhamet eylesin” diye yazmasını istedi.
Birgün etrafındakiler Ömer
bin Abdülazîz’e: “İnsanların en ahmak olanı kimdir?” diye sorunca,
“Ahıretini dünyâ için
satan, ahmaktır, âhiretini başkasının dünyâsı için satan ise daha ahmaktır”
buyurdu.
Ömer bin Abdülazîz
hazretleri, hutbe okurken kalbine ucb (=kendini beğenmek) hâli gelirse hutbeyi
yarıda keser, yazı yazarken olursa o kâğıdı yırtardı ve “Allahım nefsimin
şerrinden sana sığınırım” derdi.
Yer altında bir mahzeni
vardı. Gece olunca oraya iner, boynuna demir bağlardı. Sabaha kadar böylece,
Allahü teâlânın korkusuyla gözyaşı döker ve O’na yalvarırdı.
Abdullah bin lyâş
babasından şöyle nakleder: Ömer bin Abdülazîz (r.a.) yanındaki toplulukla
beraber bir cenâzeyi defn etmişlerdi. Herkes gitmiş, fakat Ömer bin Abdülazîz
ba’zı yakınları ile beraber orada kalmıştı. Yanındakiler O’na: “Ey mü’minlerin
emîri! Sen bu cenâzenin sahibi misin de, burada kaldın? Halbuki falanca
cenâzeleri için böyle beklememiştin” dediler. Ömer bin Abdülazîz onlara şöyle
cevap verdi: “Kabir bana arkamdan şöyle seslendi: “Ey Ömer bin Abdülazîz!
Dostlarını ne yaptığımı hiç
sormuyorsun” dedi. Bende
“Söyle ne yaptın” dedim. Bana; “Onların kefenlerini yırttım, vücutlarını
parçaladım.
Kanlarını emdim. Etlerini
yedim”, dedi. Tekrar şöyle seslendi: “Ey Ömer bin Abdülazîz! Bana o dostlarının
mafsallarını ne yaptığını hiç sormuyorsun” deyince, ona, “Ne yaptın?” diye
sordum. Bana, “Onların ellerini kollarından ayırdım. Kollarını, pazularından,
pazularını omuzlarından, kalçalarını uyluklarından, uyluklarını dizlerinden, dizlerini
ökçelerinden, ökçelerini ayaklarından ayırdım” dedi. Kabirden bu sözleri
naklettikten sonra Ömer bin Abdülazîz, ağlamaya başladı ve şöyle buyurdu:
“Dünyâ ne kadar aldatıcı. Dünyada üstün ve kıymetli, makam ve mevki sahibi
olmak, hiç fâide vermiyor. Genç olan
ihtiyarlıyor. Her canlı
sonunda ölüyor. Geçici ve aldatıcı olduğunu bildiğiniz halde sakın dünyâ
lezzetleri ve zevkleri sizi aldatmasın. Birkaç günlük dünyâ hayatındaki geçici
lezzetlere sarılıp, âhıreti unutan, aldanmıştır.
Hani, nerede bizden önce bu
dünyâda yaşıyanlar. Hani onlar, büyük ve modern şehirler kurmuşlardı. Büyük ve
derin kanallar kazmışlar ve barajlar yapmışlardı. Onlar, bir göz açıp kapama
denecek kadar, az bir müddet dünyâda kaldılar. Burada, sıhhatlerine güç ve
kuvvetlerine aldandılar. Bu yüzden günahlar işlediler. Halbuki, herkes onlara
mallarının çokluğundan dolayı, keşke, onun serveti gibi bizim de olsa
diyorlardı. Şimdi onların hâli ne oldu. Toprak onların bedenlerini yedi.
Kemikleri kurtlara azık oldu. Fakat onlar, dünyâda iken, kuvvetli bir aile
içerisinde idi. Evleri, güzel eşyalarla döşeli ve hizmetçileri
vardı. Herkes kendisine
ikrâmda bulunuyor, âciz kaldığı işlerde kendisine yardımcı oluyorlardı.”
Kabir yine Ömer bin
Abdülazîz’e (r.a.) şöyle dedi: “Sen, kabirlere uğradığın zaman, dünyâda iken
zengin olanlara, zenginliğinizden ne kaldı. Fakîrlere de fakîrliğinizden ne
kaldı diye sor. Yine onlara, dünyâda kendileriyle güzel güzel konuştukları
dillerini sor. Ne oldu o konuşan dillere? Niçin susuyorlar? O dünyâ
güzelliklerini kendileriyle seyrettikleri gözlerine de sor. Niçin şimdi
bakmıyorlar? Hani nerede o nâzik tenleri, nerede o güzel yüzleri. Bu çukurun
kurtları onlara ne yaptı. Hani burada yatanların o güzelim
renkleri. Etlerine ne oldu.
Niçin o yüzler toprak olmuş. Nerede o güzellikler. İşte onların uzuvları
tamamen ortaya çıkmış, paramparça olmuş. Halbuki dünyâda güzel bir hayatları
vardı. Dünyâya dalıp, sâlih amel yapmadılar. Âhıreti unuttular. Onun için
hazırlık yapmadılar. Fakat, ölüm kendilerini yakalayıverdi. Dostlarından
ayrıldılar. Buraya şu sessiz sedasız, yere geldiler. Vücûdları çürüdü. Başları
boyunlarından ayrıldı, a’zâları parça parça oldu. Gözbebekleri yanaklarına akıp
gitti. Ağızları kan ve irinle doldu.
Haşereler, kurtlar,
böcekler, bedenleri üzerinde gezer oldu. Bir müddet sonra, kemikleri de çürüdü.
Onlar, dünyâdaki rahatlıklarını bırakıp, bu dar yere geldiler. Arkalarında
bıraktıkları, hanımları başkalarıyla evlendi. Çocukları yetim kaldı. Yollarda,
şurada burada kimsesiz, sahipsiz dolaşır oldu. Öyleyse, ey yârın bu kabirlerin
sakini olacak insan! Seni şu fânî dünyâda aldatan nedir? Sen dünyâda devamlı
kalacağını biliyor musun? Elinde bir senedin var mı? Görmüyor musun, ölüm her
gün birisine geliyor. Yoksa susuzluktan, terlere boğan o korkudan sana rahatlık
ve teselli veren bir şey mi var?
Keşke sen o sert toprak
üzerindeki hâlini bilseydin.
Ey insan! Rü’yâda çeşit
çeşit lezzetlere ve zevklere kavuşan bir insan gibi, dünyânın şu geçici
fâideleriyle seviniyor, küçük ve basit işlerle uğraşıyorsun. Ey aldanma
içerisinde bulunan insan! Gündüzün yanılma ve gaflet, geçen uyku içinde
geçiyor. Sonunda pişman olacağın işleri yapıyorsun. Hayvanlar da dünyâda böyle
yaşar.”
Ömer bin Abdülazîz (r.a.)
oradan ayrılıp gitti. Aradan bir Cuma geçti ve vefât etti.
Son Cum’a hutbesi şöyle
idi:
“Ey muhterem Müslümanlar!
Şunu iyi biliniz ki,
lüzumsuz bir hiç olarak yaratılmadığınız gibi, yaptığınız işlerden de sorgu ve
sorumsuz kalacak değilsiniz. Gelmiş ve nihayete kadar gelecek insanların
toplanacağı bir mahşer ve orada adalet terazilerinin kurulacağı bir mahkeme
vardır ki, onun tek hâkimi, azamet ve kibriya sahibi yüce Allahtır. Âhıret
korkunç bir gündür. Yürekleri parçalayan, çocukları ihtiyar yapan, kişiyi
kardeş, evlâd ve lyâliden kaçıran, Peygamberleri, melekleri titreten bir
gündür. Cenâb-ı Hakkın celâl ve azametiyle tecelli
edeceği o günde, kimde
kuvvet ve tahammül kalır. Bununla beraber Allah’ın rahmetinden de ümid keserek
hüsrana düşmeyiniz.
Ey muhterem cemâat!
Muhakkak biliniz ki; mahşer
gününde emniyet ve korkusuzluk, bugünden o günü düşünüp de Allahtan korkan,
küfür ve günahtan sakınan ve bu fânî âlemi beka âlemi olan âhırete üstün
tutarak, şehvanî hislerinin esiri olmayanlar içindir. Bunun aksi harekette
bulunanlar muhakkak aldanır. Hayat ve ömür sermâyesini haksızlık ve yolsuzluk
arkasında tüketen eli boş ve nedamet (pişmanlık) içinde kalır. Bugün; siz,
sizden öncekilerin yerini tutuyorsunuz. Fakat elbette sizin de yerinizi
tutacaklar var. Görüyorsunuz
ki, gelenler durmuyor,
gidenler geri dönmüyor, ister istemez gideceğimiz bu mahal, her şeye sâhib olan
cenâb-ı Hakkın huzurudur.
Âhıret âlemine gidenleri
her gün uğurluyor ve götürdüğünüz kabirlerde kara toprak altında yataksız,
yastıksız tek ve tenha bırakıp dönüyorsunuz, ölümün acısını duyan o fânilerin
hâli ne kadar merhameti çeker ve ibrete değer. Tanımadıkları bir âleme sefer
etmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar. Gelip geçici emânet bir hayatın gaflet
uykusundan uyanmışlar, ama iş işten geçmiş, telâfi imkânı elden çıkmış, naz ve
ni’met içinde beslenmişlerken yatak ve yastıkları kuru toprak olmuş, terk
ettikleri dünyâ malından istifâdeleri yok. Yaptıkları incir çekirdiği kadar da
olsa, bir hayrın imdadını bekliyorlar. Düşünmeğe değer
bu hâllerden ibret almaz
mısınız? Ey muhterem cemâat! Zannetmeyin ki, kendimde bir büyüklük gördüğüm
için size böyle nasîhat ediyorum. İçinizde belki benden daha ziyâde Allahü
teâlânın rahmet ve mağfiretine muhtaç kimse yoktur. Ben hem kendim, hem de
sizin için rahmet ve mağfiret diliyorum. Yüce Allahın kitabını, Peygamberinin
güzel ahlâkını kendinize örnek yapınız, ancak selâmet bundadır.” buyurduktan
sonra gözyaşlarını tutamadı. Bu O’nun son hutbesiydi. Aynı zamanda evine de son
gidişiydi.
Hz. Ömer bin Abdülazîz’in
sulh, sükûn idaresini çekemiyenler vardı. Bunlar, ehl-i bid’attan Haricîler ve
menfaati zedelenenlerdi. Halifenin hayatına kıymak için çâreler aradılar.
Nihayet hizmetçi kölesini bin altınla kandırarak, bu mübârek zâtı
zehirlettiler. Ömer bin Abdülazîz zehirlendiğini anlayınca kölesini çağırdı.
“Ben sana bir fenâlık yapmadığım hâlde bu ihâneti bana niçin yaptın? Doğru
söyle, seni affedeyim” deyince; köle yaptığı bu çirkin harekete pek pişman
olup, üzüldü. Köle ağlayarak yerlere kapandı,
yalvararak: “Yâ
Emir-el-mü’minîn! Bana bin altın vermek suretiyle bu ihâneti yaptırdılar” dedi.
Halife altınları getirterek, devlet hazinesine gönderdi. Köleyi affetti. Hasta
halindeyken, kayın biraderi Mesleme İbni Abdülmelik ziyâretine geldi. Hz. Ömer
bin Abdülazîz’in üzerinde bir gömlek vardı. Kızkardeşi Fâtıma’ya; “Emîr-ül-mü’minînin
elbisesini yıkayınız” dedi. Tekrar geldiğinde gömleğin yıkanmamış olduğunu
görerek kardeşi Fâtıma’ya; “Ben size gömleği yıkayınız, diye emretmedim mi?”
deyince -bütün
teb’asının hayat seviyesini
yükseltip, ikibuçuk yıl bile sürmeyen hilâfetinin sonunda yirmibeş yıl zekât
verilecek kimse bulunamamış olmasına rağmen, aldığı cevap hayret vericidir:
“Vallahi başka gömleği yok ki, onu giydirelim de, bunu yıkayalım.”
Yine yakınları dediler ki
“Beyt-ül-mal’dan ailene birşeyler vasiyet et, senden sonra onlar sıkıntıya
düşmemeli.” Cevâbı akıllara durgunluk, tüyleri ürpertecek kadar müthiştir:
“Çocuklarım şu iki tip insanlardan birisi olacaktır. İyi, sâlih insan veya kötü
şerir insan. Sâlih insan olurlarsa, Kur’ân-ı kerîmin A’raf sûresi,
yüzdoksanaltıncı (196.) âyet-i kerîmesinde buyurulan, “Ey Resûlüm! Müşriklere
de ki; size karşı benim yardımcım, Kur’ân-ı kerîmi indiren Allahtır ve O bütün
sâlihlere de yardımcıdır.”
âyeti yetişir. Kötü insan
olurlarsa, o takdirde ben onları, günah işlemeleri için güçlendiremem.
Çocuklarına dönerek “Evlatlarım! İki ihtimâl var. Ya sizi zengin edeceğim; o
takdirde babanız Cehennemi boylayacak. Yahut da fakîr kalacaksınız; babanız
Cennete gidecek. Babanızın Cennete girmesi şartıyla fakîr kalmanızı, O’nun
Cehennemi boylaması şartıyla, zengin olmayı tercih edin. Şimdi yanımdan ayrılın
ve benden sonra sakın Beyt-ül-mal mes’ûllerini ta’cîz etmeyin. Şunu iyi bilin
ki, size verilmesini vasiyet ettiğim
para miktarı sadece
yirmibir dinardır.”
Ömer bin Abdülazîz
hazretlerinin hastalığı ağırlaşınca tabib çağırdılar. Tabib, “Bu zehir
içmiştir. Ben bunun hayatı hakkında teminat veremem” dedi. Halife “Sâde bana
değil, zehir içmemiş olanların hayatı hakkında da teminat verme” buyurdu.
Tabib, “Zehir içtiğinin farkında mısın?” dedi. Halife “Evet, mideme inince
anladım” buyurdu. Tabib “Tedaviye hemen başlıyalım” dedi. Ömer bin Abdülazîz
(r.a.)
“Hayır, ilacı, kulağımın
arkasında olsa uzanıp onu almam. Rabbime kavuşmam, benim için daha güzeldir”
buyurdu. Ölüm döşeğinde, bir ara ağlamağa başladı. “Niçin ağlıyorsun. Allahü
teâlânın yardımı ile nice sünnetleri ihya ettin. Adaletin ise çok yüksek idi”
dediler. Bunlara cevaben buyurdu ki: “Ben Allahü teâlânın huzuruna bütün
milletin hesabını vermek üzere çıkacak değil miyim? Herkese âdil olarak davranabildiğimden
emin değilim. Yaptığım
kusurlar da ayrı. Tabiî ki ben bundan dolayı korkuyorum ve
ağlıyorum.” Bir ara “Beni
oturtun” buyurdu. Oturttular. “Allahım, ben o kimseyim ki, bana emirlik verdin.
Ben kusur ettim. Yanlış işleri yapmaktan beni nehyettin. Ben ise isyan ettim”
diye üç defa söyledi. Sonra da:
“Lâ ilâhe illallah, ibâdete
lâyık olan ancak Allahü teâlâdır” dedi ve başını göklere çevirip dikkatle baktı
ve “Ben öyle kimseleri görüyorum’ki onlar ne insan ne de cindir” dedi ve biraz
sonra ruhunu teslim etti.
101 senesinin Recep ayının
sonuna beş gün kala ya’nî 9 Şubat 720’de Şam yakınlarındaki
Hunasi’den cenâzesi alınıp,
Humus yakınlarındaki Deyr es-Sim’an mevkiine defn edildi.
Vefâtından önce şöyle
vasiyyet etti; “Ey Meymûn bin Mihrân! Velîd mezara konduğunda oradaydım.
Yüzünü açıp baktım, yüzü
simsiyahtı. Ben de mezara konduğum zaman yüzümü açıp bakınız.”
Vefât edince vasiyeti
gereği yüzünü açıp baktılar, yüzü en genç günlerinden daha parlak, daha
aydınlık ve güzeldi.
Ömer bjn Abdülazîz beyaz,
ince ve nâzik yüzlü, za’if, güzel sakallı, tatlı ve sevimli idi. Halife olmadan
önce çok gürbüz iken, halifeliğinde çok zayıfladı.
Vefât edince, zamanın
âlimleri ta’ziyede bulunmak için hanımının yanına gittiler. Halifenin vefâtıyla
müslümanların büyük kayba uğradığını ve bu sebeple üzüntülerinin çok fazla
olduğunu bildirdiler ve hanımına “Ömer bin Abdülazîz (r.a.) hakkında bize
malûmat ver. Çünkü onu en fazla tanıyan sizsiniz” dediler.
O mübârek hâtûn şöyle
anlattı: “O da sizin gibi ibâdet ederdi. Lâkin bir hususiyeti vardı ki, o da,
Allah korkusunun çok fazla
olması idi. Öyle ki, Allah korkusundan onun kadar titreyen birini daha
görmedim.
O her şeyini, insanlara
hizmette harcadı. Halkın ihtiyaçlarını karşılamak, sıkıntılarını gidermek için
bütün gün vazifesi başında kalırdı. Akşam olduğu halde, ba’zı kimselerin işleri
bitmezse, gece de devam ederdi. Eve girince, kendini namazgahına atar, durmadan
ağlardı. Gözleri şişerdi. Sonra baygın düşerdi. Her geceki hâli buydu. Bir
gece, halkın ihtiyaçlarını, işlerini bitirdi. Sonra kendi şahsî malından olan
kandili istedi. Sonra iki rek’at namaz kıldı. Namazdan sonra elini çenesine
dayayıp tefekküre daldı.
Göz yaşları yanaklarından
akıyordu. Sabaha kadar bu şekilde ağladı. Şafak sökünce oruca niyet etti.
Kendisine dedim ki; “Ey mü’minlerin emîri! Sizde bir hâl var. Sizi bu geceki
gibi hiç görmemiştim.” Bana cevap olarak dedi ki: “Ben düşünüyorum ki, bu
milletin beyazına siyahına halife oldum. Fakîr, garib, kanaatkâr kendi
hâlindeki biçâreleri, muhtaçları, zorla tutulan esirleri, memleketin dört
köşesindeki nice dertli ve kederlileri düşünüyorum ve anlıyorum ki, Allahü
teâlâ onların hepsinin hesabını benden soracak ve Muhammed aleyhisselâm da
onların lehine ve benim aleyhime şâhidlik yapacak. Bu hâlde olan birinin
sonunun ne olacağını
düşünüyorum ve çok korkuyorum.”
Hz. Ömer bin Abdülazîz’in
vefâtından sonra Halife Zeyd İbni Melik, Fâtıma binti Abdülmelik’in
Beyt-ül-mal’daki ziynet ve mücevherlerini iade etmek isteyince, O’na sadakatini
şöyle ifâde eder: “Vallahi kabul etmem. Ben Ömer’e sağlığında itâat edip de,
vefâtından sonra isyan etmem.”
Ömer bin Abdülazîz’in
vefâtına bütün teb’ası üzüldü. Cenâzesi arkasında ağlayan bir rahibe sordular:
“Bu kimse senin dininde
değildi. Neden ağlıyorsun?” Cevâbı şu oldu: “Ben şunun için ağlıyorum:
Yeryüzünde bir güneş vardı.
Şimdi battı...”
Mus’ab bin A’yun anlatır:
“Hz. Ömer bin Abdülazîz halife iken Kirman’da koyun güderdim. Koyunlar ile
kurtlar birlikte dolaşırlardı. Bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı,
içimden “Şu âdil halife ölmüş olmalı” dedim. Araştırıldı. Hz. Ömer bin Abdülazîz’in
o gece vefât ettiği anlaşıldı.” Vefâtını cinnîler de haber verdi. Hz. Ömer bin
Abdülazîz’in vefâtıyla ilgili, şâirin sözlerinden:
O, büyük bir güneşti,
doğmaz gayri bir daha, Matemini tutarak saçamaz nûr ve ziya.
Sarardı güneş artık,
karardı cihan bile. Yûnus bin Ebû Şebib: “Ömer bin Abdülazîz hazretlerini,
halifeliğinden önce gördüm. Etli ve gürbüz bir kimse idi. Halife olduktan sonra
da gördüm. Öyle zayıflamıştı ki uzaklardan kaburga kemiklerini saymak mümkün
idi” dedi.
Hz. Ömer bin Abdülazîz,
Ehl-i Beyt’e çok hürmet, izzet ve ikrâmda bulunduğundan, Hz. Ali’nin torunu
Fâtıma binti Hüseyin (r.aleyha) buyurdu ki: “Ömer bin Abdülazîz kalsaydı biz
bir şeye muhtaç olmazdık.”
Büyük evliyâ ve âlimlerden
Süfyân-ı Sevrî hazretleri ve İmâm-ı Şâfiî buyurdular: “Halîfeler beştir;
Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali
ve Ömer bin Abdülazîz’dir.”
Fıkıh âlimlerinden Meymûn
İbni Mihran buyurdu: “Âlimler, Ömer bin Abdülazîz’in yanında talebeydi.”
Hocası meşhûr fıkıh
âlimlerinden Mücâhid buyurdu: “Biz, Ömer bin Abdülazîz’e öğretmek için geldik.
Halbuki dâima ondan öğrenir
olduk.”
Mâlik bin Dinar buyurdu:
“Dili dönen, zahidim deyip duruyor. Zâhid, Ömer bin Abdülazîz gibi olur ki,
dünyâ ayağına geldiği halde onu reddeder.”
Hz. Ömer bin Abdülazîz’den
rivâyet olunur ki Bir kimse, “yâ Rabbl! Bana, şeytanın insan vücudundaki yerini
göster” diye yalvardı. Rü’yâsında bir insan cesedi gördü. O cesed öyle şeffaf
idi ki, insanın iç kısmı tamamen görünüyordu. Şeytanı, o cesedin sol koltuğu
üzerinde, omuz ile kulak arasında kurbağa şeklinde oturuyor gördü. İncecik bir
hortumu vardı. Hortumunu, o insanın kalbine sokmuş öylece vesvese veriyordu. O
insan Allahü teâlâyı hatırlayınca oradan uzaklaşıyordu.
Hz. Ömer bin Abdülazîz,
Kâ’be’nin fazîleti ile alâkalı olarak, Allahü teâlânın Musa’ya (a.s.) vahyini
şöyle anlatıyor: “Mûsâ (a.s.) Allahü teâîâya “Yâ Rabbi! Hac, Kâ’be nedir?” diye
sordu. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Bir beytimdir ki (evimdir ki) onu bütün
beytlere tercih ettim. O hürmet edilen bir yerdir. Hallim (= dostum) İbrâhîm
(a.s.) onu öyle yaptı. Yer yüzünün her tarafından onu ziyârete gelirler. Aynen
kölelerin, hizmetçilerin efendisine Lebbeyk (= emrine geldim) dediği gibi
tehlîl ederek, telbiye okurlar.” Mûsâ
(a.s.) sordu ki: “Yâ Rabbi!
Onlara verilecek sevâb nedir?” Allahü teâlâ buyurdu ki: “Onları affedeceğim.
Hattâ onları komşuları ve yakınları için şefâatçi kılacağım.” Mûsâ (a.s.) sordu
ki “Yâ Rabbi! Onların içinde, Hac yaparken harcadığı malı şüpheli olanlar ve
kalbi temiz olmayanlar varsa onların durumu ne olacak?”
Bunun üzerine Allahü teâlâ
buyurdu ki: “Onların iyileri hürmetine kötülerini bağışlayacağım.”
Ömer bin Abdülazîz (r.a.)
bir gece namaz kıldı. Namazda, “Boyunlarında demirden la’leler ve zincirler
bulunduğu zaman, bu vaziyette sıcak suyun içinde sürüklenecekler, sonra ateşte
yakılacaklar.” (el-Mü’min 71-72) meâlindeki âyet-i kelimeyi okudu. Namazdan
sonra bu âyet-i kerîmeyi tekrar tekrar okudu ve çok ağladı.
Ömer bin Abdülazîz’in
insanlara rehber olan sözlerinden ba’zıları:
“Öfkelenme ve hırstan
korunmuş olan kurtulmuştur.”
“Takva sahibinin ağzına gem
vurulmuştur.”
Ömer bin Abdülazîz (r.a.)
akrabâlarından birisine, yazdığı bir mektûbta şöyle demişti: “Eğer gece ve
gündüzünde ölümü hatırlamağı şiar edinmek istersen, fânî (geçici) olana
rağbet etmeyip, bâkî (devamlı) olana
yönel. Vesselam.”
Birgün Ömer bin Abdülazîz
(r.a.) cemâate hitaben şöyle kopuştu: Ey insanlar! Sizler, ölüm için hedefler
durumundasınız, ölüm sizden dilediğini seçer. Size yeni bir ni’met verildiği zaman,
önceki ni’met orada sona erer. Ağıza bir
lokma alınmasın, bir yudum su içilmesin ki, onunla beraber bir keder ve bir üzüntü olmasın. Dün geçti. O,
sizin hakkınızda iyi bir şahittir. Bugün mühim bir emânettir. Onun kıymetini bilmek ve iyi değerlendirmek
lâzımdır. Yârın, içinde hâdiselerle beraber gelmektedir. Sizi almak için
gelen ölümün elinden kaçış
nereye olacak. Sizler şu dünyâda, eşyalarını bineklerine yüklemiş,
yolcularsınız.
Yüklerinizi, buradan başka
bir âlem de çözeceksiniz. Sizler, şu dünyâda sizden önce gelenlerin yerine
geçtiniz. Fakat siz de yerinizi, sizden sonra gelenlere vereceksiniz. Sizin
aslınız ve dünyâya gelmenize vesîle olanlar kalmadı. Sizler, onlardan dünyâya
gelen kimseler olarak, nasıl bakî (devamlı) kalabilirsiniz?
Sizler de bu dünyâdan
göçeceksiniz.”
Ömer bin Abdülazîz (r.a.),
Şam’da, bir minber üzerinde hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve senadan sonra
üç şey söyledi. “Ey insanlar! İçinizi, kalblerinizi düzeltirseniz, zâhiriniz,
dışınız da iyi olur.
A’zâlarınız, gözünüz, kulağınız,
elleriniz, ayaklarınız, hayır işler, Allahü teâlânın beğendiği şeylerle meşgul
olur. Âhıretiniz için sâlih ameller işleyiniz. Böylece dünyânızı da korumuş
olursunuz. Âdem’den (a.s.) itibaren, kendisine kadar bütün dedeleri ölüp gitmiş
olan kimse de bir gün ölecektir.”
Ömer bin Abdülazîz başka
birisine yazdığı mektubunda ise, “İmdi, sana Allahü teâlâdan korkmayı, Allahü
teâlânın sana ihsan ettiği şeylerle, âhırete hazırlanmayı tavsiye ederim. Sen
sanki ölümü tatmış, ölümden sonra olan şeyleri görür gibi amel yap. Günler ve
geceler, sür’atle gidiyorlar, ömür her gün noksanlaşıyor. Ecel ise yaklaşıyor.
Kötü amellerimizden dolayı Allahü teâlâdan af ve mağfiret dileriz.
Günahlarımızdan ve bu
yüzden bize gazab etmesinden O’na sığınırız.”
Başka birisine ise
mektubunda: (Şöyle düşünün) Sanki kullar, Allahü teâlânın huzûrundalar. Allahü
teâlâ onlara yaptıkları amelleri haber veriyor. Kötülük yapanları, bu
işlerinden dolayı cezalandırıyor, iyilik yapanları da mükâfatlandırıyor.
Öyleyse Allahü teâlâdan korkun. Allahü teâlânın verdiği iyilik ve ihsanlara karşı şükür vazifesini
yerine getirin. Ni’metlere şükredin. Çünkü ni’metlere şükretmek o ni’meti arttırır.
Kendisinden kaçmak mümkün
olmıyan ve ne zaman geleceği belli olmıyan ölümü çok hatırlayın. Kıyâmet gününü
ve günün şiddet ve dehşetini de hatırlayın. Bunları çok hatırlamak, dünyânın
geçici ve aldatıcı güzellik ve
lezzetlerine, aldanmaktan korur. Dünyâda, kulluk vazifesi olarak emredildiğin işlere dikkat et. Onların muhasebesini yap.
Ömer bin Abdülazîz (r.a.)
şöyle buyurdu:
“Sizden öncekilerin kabul
ettikleri bilgileri alınız. Onların söylediklerine muhalif, zıt olanları
almayın. Çünkü önce geçen büyükler, sizden daha hayırlıdır.”
Ömer bin Abdülazîz
hazretleri, veliahd Yezîd bin Abdülmelik’e şöyle yazdı:
“Bismillahirrahmânirrahîm.
Mü’minlerin emîri Ömer bin Abdülazîz’den, Yezîd bin Abdülmelik’e. Sana selâm
eder ve sana kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamdimi bildiririm.
Ben hastayım.
Ağrı ve sızıya tutuldum.
Buna rağmen üzerime aldığım işlerden mes’ûlüm. Allahü teâlâ yarın beni
bunlardan hesaba çekecek, orada yaptıklarımı gizliyemiyeceğim. Eğer Rabbim,
benden râzı olursa, ancak orada zelîl ve hakîr olmaktan kurtulurum. Eğer benden
râzı olmazsa, yazık bana. O zaman benim
hâlim nasıl olur. Allahü teâlâ bizi, yüce rahmetiyle Cehennemden muhafaza
buyurup, rızâsına kavuştursun.
Bu bakımdan sana Allahü
teâlâdan korkmanı, harâm kıldığı şeylerden sakınmayı tavsiye ederim, insanlar
hakkında Allahü teâlâdan kork, zulüm ve haksızlıktan uzak dur.
En güzel söz Allahü teâlâya
hamd etmek (Elhamdülillah demek) ve O’nu anmaktır. Kim Cenneti seviyorsa,
Cehennemden kaçar. Şimdi ecel gelmeden, ameller sona ermeden, Allahü teâlâ
insanları ve cinleri hesaba çekmek için huzuruna getirmeden önce, tövbeyi
fırsat bilmeli ve af ve mağfirete kavuşmayı kazanç bilmelidir. Kıyâmette, hesap
gününde, mazeret kabul edilmez. O zaman bütün gizli şeyler ortaya çıkarılır.
Herkes kendi başının çâresini arar. İnsanlar, amelleriyle gelirler.
Herkesin amellerine göre durumu ayrı
ayrıdır. O gün dünyâda, Allahü teâlâ ve Resûlünün (s.a.v.) emirlerine uyup,
yasaklarından
uzak kalmış olanlara ne
mutlu. Dünyâda Allahü teâlâya isyan ederek âhırete göçenlere o gün çok yazık.
Onların o gün çok acınacak hâlleri var. Allahü teâlâ seni, zenginliklerle
imtihan ederse, onda orta yolu tut. Onu Allahü teâlânın rızâsına uygun yerlere
sarf et, ondan fakîrleri de faydalandır.
Allahü teâlânın emri olan
zekâtını ver. Sakın övünme. Kendini beğenme. Kendini başkalarından üstün görme.”
“Ey insanlar! Allahtan
korkun. Çünkü Allahtan korkmak (takva) her şeyin yerine geçer ve hiç bir şey
onun yerine geçemez.”
“Bizden önce helâk olanlar,
hakkı engellemek ve zulüm yapmak yüzünden mahv oldular. Hak onlardan satın
alınırdı ve zulümden korunmak için de fidye verilirdi.”
“Şüphe hâlinde had
cezalarını yerine getirmekten kaçının. Çünkü idarecilerin af ederek hatâya
düşmesi, zulüm ederek, ceza çektirerek hatâya düşmesinden hayırlıdır.”
“Müslümanlardan bir söz
işittiğinde onu hayra yor, sakın şerre yorma!”
Bir valisine
yazdı:`“Ellerini müslümanların kanından, mideni malından, dilini ırzından uzak
tut! Böyle yaparsan sana zeval yoktur.”
“Namaz, seni yolun
yarısına; oruç, tam Melik’in kapısına iletir. Sadaka ise Melik’in huzuruna
çıkarır.”
“Allahü teâlâ bir kuluna
verdiği ni’meti alıp da karşılığında sabrı nasîb ederse, ni’mete mukabil
verdiği (sabır), o ni’metten daha efdaldir (kıymetlidir).”
“Ölümü çok hatırla. Eğer
geçim rahatlığı içindeysen bu sana darlık, ürperti getirecek; geçim darlığı
içindeysen genişlik, ferahlık kazandıracak.”
“Siz seferdesiniz.
Yüklerinizin bağlarını bu diyârın dışında bir yerde çözeceksiniz. Siz,
üzerinden çağlar geçmiş bir kökün dallarısınız. Kökleri yok olup gitmiş bir
dalın hayatından ne çıkar ki?”
“Ey insanlar! Allah
mahlûkları yarattı ve onları uyuttu. Sonra onları uykularından uyandırıp,
diriltecek.
Her biri ya Cennete, ya
Cehenneme sevk edilecek. Allaha yemin ederim ki, biz eğer bu hakikati tasdîk
etmiş isek, buna uygun yaşamadığımız için ahmağız. Eğer bu gerçeği inkâr ediyor
isek, o takdirde hepimiz helakteyiz.”
“Her yolculuğun kendine has
bir azığı, hazırlığı vardır. Âhıret yolculuğu için de takvayı azık edinin.
Allahü teâlânın vereceği
ni’metleri görmüş gibi sevinin ve vereceği cezayı, azâbı da görmüş gibi
korkunuz.
Tûl-i emele kapılmayın,
zira tûl-i emel (bitmeyen istek, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya dalmak)
kalbinizi katılaştırır, düşmanınız olan şeytanın eline düşersiniz... Dünyâya
aldanmış nice insanlar gördük. Huzur ve
se’âdet, ancak Allah’ın azabından emin olanlar içindir. N eş’e ve sevinç
de kıyâmetin zorluğunu anlatanlar
içindir. Kıyâmet günü zengin, fakîr herkesin ameli meydana çıkar ve hesap
verirken öyle bir müşkilât ile karşılaşırsınız ki, eğer yıldızlar bununla
karşılaşsa kararıp dökülür, dağlar dayanmaz erirdi.
Cennet ve Cehennemden başka
bir yer bulunmadığını ve bunlardan birine mutlaka gideceğinizi de biliyorsunuz.
O halde ona göre hazırlanın...”
“Allahtan korkun ve aşırı
şakadan kaçının; zîrâ aşırı şaka, kin tutmağa, kin de kötülüklere sebep olur.”
Kaynaklar:
--------------
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye sh-1056
2) Fâideli Bilgiler sh-69,
76
3) Hilyet-ül-evliyâ cild-5,
sh-253
4) Tehzîb-ül-esmâ vel-lüga
cild-2, sh 19
5) Tezkiret-ül-huffâz
cild-1, sh-119
6) El-Kâmil fi’t-târih
cild-5, sh-60, 62
7) Fevât-ül-vefeyât cild-3,
sh-133
8) Tehzîb-üt-tehzîb cild-7,
sh-475
9) Vefeyât-ül-a’yân cild-6,
sh-301
10) Şezerât-üz-zeheb
cild-1, sh-119
11) Târîh-ül-hamîs cild-2,
sh-315
12) Târîh-i Taberî cild-8,
sh-137
13) İbni Haldun Târîhi
cild-3, sh-76
14) Menâkıb-ı Ömer bin
Abdülazîz (İbni Cevzî)
15) Sıfat-üs-savfe cild-2,
sh-63
16) Sîret-i Ömer bin
Abdülazîz (Menâvî)
17) Tabakât-ı İbni Sa’d
cild-5, sh-330
18) Târîh-ül-hulefâ sh-212
19) Rehber Ansiklopedisi
cild-14, sh-19