Ana sayfa

 

Muhammed b. Ka’b el-Kurazi :

 

Tâbiîn devrinin meşhûrlarından ve büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ka’b bin Selîm İbn-i

Esed’dir. Künyesi “Ebû Hamza”dır. “Ebû Abdullah” da denilmiştir. Babası Benî Kureyza isimli yahûdi

kabilesinden alınan esirlerden olduğu için “el-Kurazî” lakabı ile tanınmıştır. Muhammed bin Ka’b, Evs

kabilesine sığınanlardandır. Medine’de yetişen âlimlerden olduğundan da. “el-Medenî” denilmiştir.

Tâbiînin büyük âlimlerden olan İbn-i Ka’b, Hicretin 40.ncı (m. 660) senesinde Hz. Ali’nin hilâfetinin

sonlarında doğdu. Sonra Kûfe’ye yerleşti. Tekrar Medine’ye geldi. 90 (m. 708) senesinde Medine-i Münevvere’de

bir mescidde hadîs-i şerîf okuturken tavanın yıkılması üzerine cemaattan bir kısmı ile beraber

enkaz altında kalarak vefât etmişlerdir. Vefât târihi olarak 108, 117, 118, 119 ve 120 seneleri de bildirilmiştir.

Vefât ettiğinde 78 yaşındaydı. Peygamberimiz zamanında doğduğu, rivâyeti, ona ait olmayıp

babasının doğumu içindir.

Muhammed bin Ka’b, Kur’ân-ı kerîmin tefsîrinde, birinci tabakayı teşkil eden âlimlerdendir. Büyük

müfessirlenden olup, ayrıca muhaddisler yanında da sika (güvenilir) olan râvilerdendir. Avn bin Abdullah,

onun için: “Ben, Ebû Hamza-i Kurazî kadar Kur’ân-ı kerîmin tefsîrine vâkıf olan bir kimse görmedim”

dedi. İbn-i Sa’d da: “Vera’ Sahibi olan büyük bir âlim, çok hadîs-i şerîf rivâyet eden sika bir râvi” olduğunu

bildirdi. İmâm-ı Iclî de, “Kur’ân-ı kerîmi en iyi bilendi. Sâlih bir zât olup, Medine’de hadîs rivâyet eden

Tâbiînin sika olanlarındandı” demektedir.

Ömrünü, ilim öğrenmekle ve öğretmekle geçirmiştir. Bir müddet Kûfe’ye gidip, orada yerleşti. Sonra

Medine-i Münevvere’ye dönmüştür. Eshâb-ı kirâmdan birçok zât ile görüşüp onlardan ilim almıştır.

İlimdeki hocaları Eshâb-ı kirâmdır. Abbâs bin Abdulmuttalib, Zeyd bin Erkam, Abdullah İbn-i Mes’ûd, Ali

bin Ebû Zer, Ebî Talib’den, Amr bin Âs, Ebud-derdâ, Fedâle bin Ubeyd, Mugîre bin Şu’be, Ebû Hureyre

(r.anhüm), Hz. Âişe ve daha bir çok Sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden de kardeşi

Osman, Hâkem bin Uteybe, Yezîd bin Ebî Zeyyâd, İbn-i Iclâm, Mûsâ bin Ubeyde, Ebû Ma’şer, Ebû

Ca’fer-i Hutamî, Yezîd bin el-Hâdî gibi birçok zât rivâyette bulunmuşlardır. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri,

meşhûr kütüb-i sitte imamları, kitaplarına almışlardır.

Kur’ân-ı kerîmin tefsîrine dair verdiği bilgiler, rivâyet yoluna dayanmaktadır. Bizzat Abdullah İbn-i

Abbâs’dan ve Abdullah İbn-i Ömer’den tefsîr almıştır. İbn-i Cerîr’in, naklen bildirdiği Zuhruf sûresi, 8.nci

“Yoksa sanıyorlar mı ki, biz onların sırlarını, gizli sözlerini işitmiyoruz? Evet, işitiyoruz. Hem onların

yanında elçilerimiz vardır. Onları yazıyorlar.” âyet-i kerîmesinin nüzûl (iniş) sebebini şöyle anlatmıştır:

“Kâ’be-i muazzama ile örtüleri arasında oturup, konuşan iki Kureyşli ile bir Sakafî veya iki Sakafî

ile bir Kureyşli arasında bir konuşma geçmiş, bunlardan biri demiş ki; “Allahü teâlâ bizim sözlerimizi işitir

mi? sanırsınız?” Diğeri de “Açık söylerseniz işitir ve gizli söylerseniz işitmez”, deyince bu âyet-i kerîme

nâzil olmuştur.

En’am sûresi 19.ncu “Şu Kur’ân-ı kerîm, sizi ve kime erişirse onları inzar etmem, korkutmam

için bana vahy olundu” âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şöyle buyurdu:

“Kur’ân-ı kerîm kime okunuyorsa, Allahü teâlâ kendisiyle konuşuyor gibidir.” Bunu böyle kabul eden

kimse, Kur’ân-ı kerîmi efendisinden kölesine yazılmış bir mektûb veya âmirden memura yazılmış bir

emir gibi okur. Yani yalnız düzgün okumayı bir vazife saymaz. Belki ne emrettiğini, neler istediğini ve

nelerden de menettiğini (yasaklandığını) anlamak için düşünerek okur ve gereğini yapar.

Yine Bekara sûresi 201 nci: “Ey Rabbimiz, bize dünyâda bir hasene iyilik ver”” âyet-i kelimesindeki

“hasene”den muradın, (saliha, iyi, temiz bir kadın) olduğunu tefsîr etti. Nitekim Resûl-i Ekrem

efendimiz, “Sizler şükreden kalbe, zikreden lisana ve âhiret hususunda sizlere yardımcı olacak

saliha, mü’min bir kadına sahip olmaya çalışın!” buyurmuştur. Hz. Ömer de; “İnsana, imândan sonra

verilen şeylerin en hayırlısı saliha bir kadındır. Hanımlar içerisinde, değeri takdir edilmiyecek kadar kıymetli

olanları olduğu gibi, efendisini esaret altına alıp, kendisinden fidye vererek kurtuluş imkânı olmayan

kötüleri de vardır” buyurdu.

Mü’minûn sûresi 99-100.ncü, “Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca, tekrar tekrar

şöyle diyeceklerdir: Ey Rabbim! Beni dünyâya geri gönder. Tâki boşuna harcadığım ömrüm karşılığında

iyi amelde, ibâdet ve işlerde bulunayım!” âyet-i kerîmelerinin tefsîrinde de, şöyle bildirdi:

“Allahü teâlâ bu adama: (Ne istiyorsun, neye heves ediyorsun? Servet edinmek, sular akıtıp bağ ve

bahçeler yetiştirmek arzusunda mısın?) diye sorar. Adam ise, (Hayır, sâlih, iyi olan işler yapmak isterim)

der. Allahü teâlâ, (Hayır ondan artık iş geçti. Bu ölüm anında herkesin söyleyeceği sözdür) buyurur.”

Muhammed bin Ka’b, Peygamber efendimiz “Cehennem ehline bir ağlama hali ârız olur. Gözlerinden

kan akıncaya kadar ağlarlar, yüzlerinde yarıklar meydana gelir, öyle ki, gözyaşları ırmaklar

gibi olup, üzerlerinde gemiler bile yürütülür” buyurdu. Cehennemlikler, böyle ağlayıp sızlayıp,

feryat ve figân ettikleri ve “Vay halimize!” deyip yardım diledikleri sürece kendileri için bir ferahlık vardır.

Fakat bundan da men’ edilirler. Muhammed bin Ka’b buyuruyor ki: “Cehennemliklerin beş duâsı vardır.

Allahü teâlâ dördüne icâbet eder. Beşincisinde, artık konuşamazlar. Birincide, Mü’min sûresi 11.nci âyetinde

bildirilen: “Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün. İki defa da dirilttin, işte günahlarımızı itiraf

ettik. Fakat şöyle bir çıkmaya yol var mı?” diye yalvardıklarında, Allahü teâlâ cevap olarak 12.nci

âyet-i kerîmede, “Bunun sebebi şudur: Yalnız Allah’a duâ edildiği vakit, siz küfrettiniz. Eğer O’na

bir eş ortak katılırsa, tasdîk ediyordunuz. Artık hüküm, O çok yüce, büyük olan Allah’ındır” buyurur.

İkinci defa, Secde sûresi 12.nci âyetinde bildirilen: “Ey Rabbimiz, gördük, işittik. Şimdi bizi

dünyâya geri çevir de, güzel amelde bulunalım!” deyince, kendilerine cevap olarak, İbrâhîm sûresi

44.ncü âyetinde “Halbuki daha evvel siz dünyâda kendinize, hiç bir zeval yoktur diye yemin etmediniz

miydi?” buyurur.

Üçüncü defa; Fâtır sûresi 37.nci âyetinde bildirilen: “Ey Rabbimiz, bizi çıkar! Yaptıklarımızdan

bambaşka bir amel yapacağız” deyince, Allahü teâlâ cevap olarak, “Size iyice düşünecek kimsenin

düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik mi? Size azâb ile korkutan bir

Peygamber de gelmişti. Şimdi, tadın o azabı! Artık zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur” buyurur.

Dördüncü defa, Mü’minûn sûresi 106-107.nci âyetlerinde bildirilen: “Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız

bize galebe çalmıştı. Biz, doğru yoldan sapanlar güruhu idik. Ey Rabbimiz, bizi buradan çıkar.

Eğer yine küfre dönersek, artık hiç şüphesiz ki, biz zâlimlerdeniz” diye yalvarınca, Allahü teâlâ

da verdiği cevapta, Mü’minûn sûresi 108.nci âyetinde “Yıkılıp gidin içerisine! Bana söylemeyin,” buyurur.

Artık bundan sonra, konuşamayacaklar ki, bu en şiddetli azaptır. Velhasıl, Muhammed bin Ka’b,

müfessirlerin önde gelenlerinden, fazîletli, üstünlüğü çok, mübârek ve muhterem bir zâttır.

Muhammed bin Ka’b, Medine’de bulunan ilim ehlinin en fazîletlilerindendi. Fıkıh ilminde, takva ve

verâ’da (haramlardan ve şüphelilerden sakınmada) da üstün bir yeri vardı. Allah yolunda mal dağıtmayı

çok severdi. Bir gün eline bol miktarda mal, servet geçmişti, dediler ki; “Bunu, oğlun için mi alıkoyuyorsun?”

buyurdu ki: “Hayır, servetimi kendim için alıkoyacağım. Yani Allah rızası için dağıtacağım. Oğlumu

da Allahü teâlâya emanet edeceğim.”

Adamın biri gelip, “Sakın evlâdını refaha, bolluğa kavuşturarak, onun felâketine, kötülüğe düşmesine

sebep olma!” deyince, elindeki yüzbin dirhem gümüşü fakîrlere sadaka olarak dağıttı.

Hikmetli sözleri çoktur. Herkese nasîhat ederdi. Kendisine gelip soranlara cevap verirdi. Birgün

Muhammed bin Ka’bden sordular:’ “Hangi huylar mü’mini alçaltır?”

Buyurdu ki: “Çok konuşmak, kendisinde sır olarak bulunanları açıklamak ve herkesin sözünü kabul

etmek insanı küçük düşürür.”

İbn-i Ka’b’ın oğulları da ilimde olduğu gibi, takvada da yani harâmlardan sakınmada yüksek derecelere

kavuşmuşlardı. Birgün oğlu Muhammed’e annesi dedi ki:

“Evladım, ben seni küçüklüğünden beri, temiz, günahsız iyi bir insan olarak tanırım. Nedir bu halin?

Gece-gündüz ibâdete sarılıp sanki büyük günahlar işlemiş gibi Rabbine yalvarıyorsun?” Bu suâle

karşılık olarak O da “Anneciğim, ben bir kusur işleyip de, Allahü teâlânın bana gücenip, azâb etmeyeceğinden

nasıl emin olabilirim?” demiştir.

 

Kaynaklar:

---------------------

1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-5, sh-370, 371

2) Tehzîb-üt-tehzîb, cild-9, sh-420

3) Tehzîb-ül-esmâ ve’l-lüga, cild-1, sh-90

4) Miftâh-üs-se’âde, cild-1, sh-49, cild-2, sh-75, 466, 590, cild-3, sh-199