İbrahim Nehai :
Tâbiîn’in en büyük fıkıh ve
hadîs âlimlerinden. Fıkıh ilminin ve Irak mektebi’nin (re’y ehlinin)
kurucularındandır. İsmi İbrâhîm bin Yezîd
bin Esved bin Amr bin Rebîa bin Hârise bin Sa’d bin Mâlik bin en-Nehaî olup,
künyesi Ebû İmrân’dır. Kendisi Kûfeli olduğu halde, aslen Yemen’deki Nehâ’
kabilesine mensûb bulunduğundan Nehaî diye, meşhûr olmuştur. Doğum târihi
bilinmemektedir. Kûfe’de yaşamış olup 96 (m. 715) senesinde vefât etmiştir.
Şöhretten kaçınır, devlet adamlarının meclislerinde pek oturmazdı.
Bir dostu:
“İbrâhîm Nehâ’î’nin
yanından çıktığımızda bize;
“Eğer birisi beni sorarsa
nerede olduğunu bilmiyorum deyiniz. Çünkü siz buradan çıktıktan sonra benim
(evin) neresinde olduğumu bilmezsiniz” diye tembih ettiğini bildirmektedir.
Sevmediği bir insan kendisini aradığı zaman hizmetçisine
tembih eder.
“Onu mescidde arayınız”
dedirtirdi. İbrâhîm Nehaî Eshâb-ı kirâmdan Hz. Âişe ve Saîd-i
Hudrî (r.a.) ve başkaları
ile görüşmüştür. Fakat onun ekseri rivâyetleri Tâbiîndendir. Bazı rivâyetlerde
ise Hz. Aişe ile görüştüğü sabit olmadığı bildirilmiştir. İbrâhîm Nehâ’î,
Hâliyet-ül-Esved, Abdurrahman İbni Yezîd, Mesruk, Alkâme, Ebî Ma’mur Hemmam bin
Hâris, Kâdî Şüreyh, Sehm bin Müncâb ve daha bir çok âlimden ilim ve hadîs
öğrenmiştir. A’meş, Hammad bin Süleymân, Mansur, İbn-i Avn Zeyd-il-Yânî, Mugîre
bin Müksim-is-Sâbî ve âlimlerden bir cemâat de İbrâhîm Nehâ’î’den rivâyette
bulunmuşlardır. Kûfe ehlinin müftisi idi.
Hadîs-i şerîflerin
senedlerindeki râvilerinden çok, metin ve ma’nâsına bakar bu yönden ele alırdı.
A’meş onun hakkında
“İbrâhîm Nehâ’î hadîs-i
şerîf sarrafı idi” demiştir. Hadîs-i şerîfi dinler, tedkikini yapar ona göre
bazısını kabul, bazısını red ederdi. Hadîs rivâyetinde irsal yapardı (bazı
râvileri atlardı!). Fakat bu irsali Hz. Peygamberden yapmaya çekinirdi Hz.
Peygamber şöyle buyurdu yerine, filân sahâbî şöyle buyurdu demeği tercih
ederdi. Ona:
“Ey Ebî İmrân (İbrâhîm) sana
Hz. Peygamber’den (s.a.v.) hadîs-i şerîf ulaşmadı mı? Onları bize nakletsen”
dediler.
“Evet ulaştı. Fakat Hz.
Ömer buyurdu ki, Abdullah İbn-i Abbas, Alkame dedi ki demek bana daha sevimli
daha kolay ve daha hafif gelir (Ya’ni Resûlullah’dan, (s.a.v.) söylemediği bir
şeyi söylemiş gibi rivâyet etmekten ve,
“Benden işitmediği bir şeyi
işitmiş gibi söyleyen Cehennemdeki yerine hazırlasın.” hadîs-i şerîfindeki
tehditten korkarım) buyurdu. Fıkhı rivâyetlerden öğrenir, rivâyetleri rey ve
akılla anlar yani ictihâd ederdi. Bu itibarla Irak’ta Rey (mektebini) kuran ve
bu fıkhı tesis eden fakîh İbrâhîm Nehaî’dir. Rey yolu, kıyas yoludur. Bir işin
nasıl yapılacağı Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş
ise, buna benzeyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur, bu işte onun
gibi yapılır, işte bu usûle “Rey yolu” denilmiştir.
İbrâhîm Nehâ’î sorulmadıkça
konuşmaz, fetva istenmedikçe her hangi bir şeyin hükmünü beyan etmezdi.
Faraziyeler (Şöyle olsaydı, böyle olsaydı nasıl olurdu gibi) şeyler üzerinde
durmazdı. Çok az konuşurdu.
Hatta bazen ikindiden akşama kadar hiç konuşmadığı günler olurdu. Buyurdu ki:
“Susmağı pek çok severim.
Eğer kolayını bulsam hiç konuşmazdım” Yaptığı bütün
iyilikleri gizler, şöhretten
daima kaçınırdı. Herkesin göreceği yerde, câmilerde sütun arkasında ibâdet
etmez, hatta oturmazdı bile. Buyurdu ki:
“Din ve dünyâ işlerinde
parmak ile gösterilmek, meşhûr olmak, zarar olarak insana yeter. Bu zarardan
ancak Allahü teâlâ’nın muhafaza ettiği kimseler kurtulur” Bizim,
hayâtlarına kavuştuğumuz
insanlar herhangi bir toplantıda iyiliklerini anlatanı hoş görmezlerdi” Kâdı
olmamak için Haccâc zamanında bir müddet gizlenmiştir.
İbrâhîm Nehâ’î tamamen bir
fıkıh muhitinde yetişmiştir. Ailesi ve çevresi hep büyük fıkıh âlimleri ile
doludur. Dayısı Alkame bin Kays büyük fakîhtir.
Dayısının oğulları Esved ve Abdurrahman da fakîhtirler.
Vefâtında Şa’b! şöyle dedi:
“İnsanların en fâkihini
mezara koydunuz.” “Hasan-ı Basrî’den de mi?” diye soruldu.
“Evet, Hasan-ı Basrî’den
daha fakîhtir. O, Basra ehlinin, Kûfe ehlinin, Şam ehlinin ve Hicaz
ehlinin en fakîhidir.”
Abdülmelik bin Ebî Süleymân
“Sa’îd bin Cübeyr, içimizde İbrâhîm Nehâ’î varken niçin bana fetva
soruyorsunuz? diyerek İbrâhîm Nehâ’î’nin ilimdeki yüksek derecesini beyan
ettiğini” duyduğunu bildirmektedir.
Bazı rivâyetlerde Hz. Âişe
(r.a.) ile görüşmediği, bazı rivâyetlerde, görüştüğünü fakat hadîs
dinlemediğini, bazı rivâyetlerde ise o zaman küçük yaşta olduğu bildirilmiş ise
de doğru olan Hz. Âişe ile görüştüğüdür. A’meş:
“İbrâhîm’in kendi fikri ile
bir şey söylediğini işitmedim” demiştir. Buyurdu ki: “Hevâ
sahipleri ile (nefsin
arzuları peşinde koşanlar ile) asla beraber, olmayınız, yanlarında oturmayınız”
Talebelerinden Ebû Hamza kendisine,
“Sen benim imamımsın, ben
de sana tâbi’ olan bir kimseyim. Hevâyı bana öğret” deyince İbrâhîm “Hevâyı
(nefsin arzularını) terk et. Çünkü Allahü teâlâ hevâda hardal tanesi
kadar hayır yaratmamıştır.
İş budur...” diye cevap verdi. Buyurdu ki:
“Yabancılardan kendinizi
koruyunuz”
“Hastaya durumu
sorulduğunda, hâlini önce hayırla, hamd ve şükürle söyleyip sonra derdini
anlatırsa, halinden şikâyet etmiş sayılmaz. O, hastalığa sabır edenlerdendir,
şikâyet edenlerden değildir.”
“Bir kula Allah yolunda
çekeceği eziyetlere karşı, kendisine verilen, ecir ve mükâfatlar içinde imândan
sonra sabırdan daha kıymetlisi verilmemiştir.”
“Bir âlim veya başka bir
kimse, insanların teveccühünü, sevgisini kazanmak için bir kelime bile söylese
bu bir kelime onu Cehenneme kadar götürebilir. Konuşmasının başından sonuna
kadar niyyeti bu olarak konuşanın halini düşününüz. Söylediğiniz her sözü Allah
rızası için söyleyiniz, Allah rızası için olmayınca da söylemeyiniz”
İbrahim Neha’î namaz
kılarken kendinden geçerdi. Namazdan sonra çok şiddetli hasta gibi bir saat
kadar dururdu. Çok Kur’ân-ı kerîm okur ve bu durumda kendinden geçerdi. Bir gün
birisi y anına gelmek istedi Hemen Kur’ân-ı kerîmi kapadı ve bu kimse benim her
zaman Kur’ân-ı kerîm okuduğumu görmesin” buyurdular. Herkes ile hoş geçinir ve
çok tevazu sahibi idi. Günah işleyen hiç bir kimseyi aşağı görmezdi “Günah
işleyince arkadaşın ile arayı açma, ondan uzaklaşma. O bu gün günah işlemişse
yarın
günahına tövbe eder.”
buyururlardı. Herkesin ayıblarını örter idi.
“Âlimin hatasını yaymayın,
teşhir etmeyin. Çünkü âlim işlediği zelleyi hemen terkedebilir.” buyururdu. Her
işinde ihlâslı olup; doğru yoldan ayrılmaz ve dünya için, makam mevki için asla
birşey söylemezdi. Dünyaya kıymet vermez ve şüpheli şeylerden sakınırdı.
“İnsanları iki şey
mahveder. Birisi fazla mal toplamak, diğeri de çok konuşmaktır”
buyurmuşlardır. Kendisine
sordular
“Doğru olan tüccar mı yoksa
yalnız ibadetle meşgul olup çok ibâdet eden mi makbuldür?” Cevâbında,
“Doğru tüccar daha
makbuldür. Çünkü o ölçerken, tartarken, alırken, verirken hep şeytan ile
mücâdele halindedir.” buyurdu. Ehl-i bid’at ile mücadele edip, onların
i’tikadda ve
ibadetdeki bid’atlarına çok
güzel cevaplar vermiş, dîni İslâm’a hizmet etmiştir. İmâm-ı A’zam’ın (r.a.)
hocası Hammad’ın hocasıdır. Bir defasında mürcîe fırkasından bahs açıldı;
“Allaha yemin ederim ki
yahûdîlerden ve hıristiyanlardan çok bunlara buğz ederim” buyurmuştur. Abdullah
İbn-i Hâkimin rivâyetinde, İbrâhîm Nehaî’nin yanında Hz. Ali ve Hz. Osman’dan
bahs geçti. Oradakilerden birisi Hz. Ali’nin Hz. Osman’dan üstün olduğunu
söyleyince
“Bu senin fikrin, sen bizim
yanımızda oturma” buyurdu ve bu rafizî itikadlı kimseyi yanından uzaklaştırdı.
Bir defasında “Hz. Osman’a kötü bir şey söylemektense,
gökten düşüp parçalanmağı
daha çok isterim” buyurmuştur. Ebî Hemzat-il A’vaz:
Kûfe’de bid’at ehli
kimselerin konuşmaları çoğalınca İbrâhîm Nehâ’î hazretlerine geldim.
“Ey Ebâ İmrân (İbrâhîm)
Kûfe’de yayılan bidatları görmüyor musunuz?” dedim. Bir âh çekti ve
“Bid’at çıkaranlar yeni bir
din çıkarmak istiyorlar. Bunların çıkardıkları din, ne Allahü teâlâ’nın kitabı
Kur’ân-ı kerîmde ne de Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetinde vardır. Ortaya
çıkardıkları bozuk ve bâtıl dine hak din, hak yol derler. Ehl-i sünnet yoluna
ise bâtıl yol derler. Muhakkak ki bunlar Muhammed’in (s.a.v.) dinini terk
etmişlerdir. Bu ehl-i bid’at ile arkadaşlık etmeyiniz. Kendinizi onların
zararından koruyunuz” buyurdu demiştir. Buyurdu ki:
“İnsan sabahladığı zaman;
“Ey herşeyi işiten ve bilen
rabbim kovulmuş olan şeytanın şerrinden sen beni muhafaza et” diye on defa
söylerse akşam oluncaya kadar Allahü teâlâ onu şeytânın şerrinden muhafaza
eder. Gece söylerse Allahü teâlâ onu sabah oluncaya kadar şeytanın şerrinden muhafaza
eder.” Devlet adamlarından birisini kendisine ait olmayan bir ekin tarlasından
geçerken gördü ve
“Yol üzerinde eşkıyalık
yaparak müslümanlara zulm yapmak, dinde bid’at, çıkararak Allahü teâlâ’ya giden
yol üzerinde zulm yapmak yanında hafif kalır.” buyurdu.
Hanefî mezhebinde dînî
hükümler Eshâb-ı kirâmdan Abdullah İbni Mes’ûd’dan (r.a.) başlıyan yol ile
meydana çıkarılmıştır. Yani, mezhebin reisi olan İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe,
(r.a.) fıkh ilmini Hammâd’dan, Hammad da İbrâhîm Nehâ’î’den, bu da Alkama’dan,
Alkama da Abdullah bin Mes’ûd’dan, bu da Resûl-i Ekrem’den “sallalahü aleyhi ve
sellem” almıştır. İbni Âbidîn birinci cildin otuzbeşinci sahîfesinde buyuruyor
ki, (Fıkh bilgisi, ekmek gibi, herkese lâzımdır. Bu bilginin tohumunu eken,
Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) olup, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden ve en
âlimlerinden idi. Bunun talebesi Alkama bu tohumu sulayarak, ekin hâline
getirmiş ve bunun talebesinden olan İbrâhîm Nehâ’î, bu ekini biçmiş, yani bu
bilgileri bir araya toplamışdır. Hammâd-ı Kûfî, bunu harman yapmış ve bunun
talebesi olan İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe öğütmüş, yani bu bilgileri kısımlara
ayırmışdır. Ebû Yûsuf,
hamur yapmış ve İmâm-ı Muhammed pişirmişdir. Böylece hazırlanan lokmaları,
insanlar yemekdedir. Yani, bu bilgileri öğrenip dünyâ ve âhiret se’âdetine
kavuşmakdadırlar. İmâm-ı Muhammed, pişirdiği bu lokmaları dokuzyüzdoksandokuz
kısım bilgi grubu hâlinde talebesine bildirmişdir. Altı kitabından, sagîr (yani
küçük) dediğinde İmâm-ı Ebû Yusuf vasıtası ile öğrendiklerini,
kebir dediği kitablarda
yalnız İmâm-ı A’zamdan işittiklerini bildirmiştir.)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri
“Bir vakı’a esnasında, hanefî mezhebi âlimlerinin ruhları teşrif ettiler. Ebû
Hanîfe, büyük talebesi ve hocaları geldiler, İbrâhîm Nehâ’î de aralarında idi.
Kendimi onların nurlarına gömülmüş buldum.” buyurarak İbrâhîm Nehâ’î’nin hem
ilim hem de ma’rifet, evliyâlık bakımından büyük bir zât olduğunu beyan
etmişlerdir.
İbrâhîm Nehâ’î, Alkame’den,
O da, Abdullah İbni Mes’ûddan rivâyette, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki:
“Benim dünyâ ile alâkam,
süvarinin yaz gününde hayvan ile birlikte bir ağacın altında biraz istirahat
edip, oradan ayrılması gibidir.”
Bekara sûresinin 224.
âyetinin tefsîri sorulduğunda:
“Allahü teâlâ; Bir kimse
sıla-i rahm ya’nî akrabayı ziyâret yapmayacağına, onlara iyilik yapmayacağına
ve dargın olan iki kişiyi barıştırmayacağına yemin ederse, bu yemini o kişiyi
bu işlerden alıkoymasın, bu iyi işleri yapsın ve yemin ettiği için de
keffaretini versin.”
buyuruyor diye cevap verdi. Namazda secdeye giderken dizleri ellerden evvel
yere koymayı, secde-i sehvi namazda
selâmdan sonra yapılacağını bildiren imamlardandır. Kadının, zevci,
mahremi olmaksızın yolculuğa çıkmasının caiz olmadığını bildirmiştir.
İbrâhîm Nehâ’î hazretleri
hadîste, bilhassa fıkhta büyük âlim ve müctehiddir. O fıkhını hem Hz. Ali hem
de Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), hem de Hz. Ömer’den almıştır.
KAYNAKLAR:
------------------------
1) Vefeyât-ül-a’yân,
cild-1, sh-25
2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d
cild-6, sh-270
3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-1,
sh-177
4) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1,
sh-80
5) El-A’lâm cild-1, sh-80
6) Miftâh-üs-Se’âde cild-2,
sh-20, 22, 200
7) Kâmûs-ul-a’lâm cild-1,
sh-584
8) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye sh-1021
9) Tehzîb-ül-esmâ ve
vel-lugâ cild-1, sh-104
10) Fâideli Bilgiler sh-16