Ca’fer-i Sadık :
İslâm âlimlerinin
gözbebeklerinden olup, seyyid ve oniki imâmın altıncısı. Hazret-i Ali’nin
torununun torunu olup, Eshâb-ı kirâmı görmekle şereflenen Tâbiîn devrinin
yükseklerinden ve evliyânın büyüklerinden olup, silsile-i âliyyenin
dördüncüsüdür. Künyesi, “Ebû Abdullah”dır. Tâhir, Fadıl gibi birçok lakabı
vardır. En meşhûru “Sâdık”tır. Babası Muhammed Bâkır, onun babası İmâm-ı
Zeynel’âbidîn, onun babası Hz. Hüseyin ve onun babası da Hz. Ali’dir. Annesi
Ümmü Ferve’dir. Annesinin babası Kâsım,
onun babası Muhammed ve
onun babası da Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk’tır. Annesinin annesi, Abdurrahmân bin Ebû
Bekr’in kızı Esmâ’dır. 83 (19 Nisan Çarşamba m. 702) senesinin Rebîul-evvel
ayının onyedisinde Pazartesi günü Medîne-i münevverede doğdu. Altmışbeş senelik
ömrünün otuzdört senesinde imamlık yaptı. 148 (6 Eylül Cuma m. 765) senesinin
Recep ayının onbeşinde Pazartesi günü Mekke’de vefât etti. Kabri,
Cennet-ül-Bâki’de olup, babası ve dedesi yanındadır.
Ca’fer-i Sâdık hazretleri,
temiz ve yüksek bir nesebe (soya) sahip olduğu gibi, güzel yüzlü ve tatlı
dilliydi. Bedeni sanki nûr saçıyordu. Yüzünün renginde beyaz ve kırmızı
karışmış olup, tatlı bir çehresi vardı. Kuvvetli ve orta boylu idi. Kısa ve
şişman değildi. Saçı kumrala yakındı. Hz. Ali’ye çok benzerdi. On evlâdı olup,
yedisi erkek, üçü kız idi. Oğulları: Mûsâ Kâzım, İshâk, Muhammed, İsmâil,
Abdullah, Abbâs ve Ali’dir. Evlâdlarının hepsi zamanının süsü, âlimi ve
üstünlerinden olup, evliyânın rehberiydiler. Mûsâ Kâzım, oniki imâmın
yedincisidir. İmâm-ı Ca’fer ilmi, oniki imâmdan beşincisi olan babası Muhammed
Bâkır’dan öğrendi. İlim ve fazîlette zamanının bir tanesi oldu. Bütün din
bilgilerinde olduğu gibi, zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi.
Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimya ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar,
bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimya ilimlerinin
konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi, o kadar çoktu ki, bu
hususlarda zamanında yaşayan herkese akıl-ilim hocalığı yapardı. Kimyanın
babası sayılan Câbir de,
Ca’fer-i Sâdık’ın talebesidir. İmâm-ı Ca’fer’in en meşhûr talebesi, Hanefî
Mezhebi’nin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reisi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe
Nu’man bin Sâbit’tir. İmâm-ı â’zam, Ca’fer-i Sâdık’ın derslerine ve
sohbetlerine devam ederek, o gizli ve aşikâr ma’rifet kaynağından ilim ve
evliyâlık yolunda çok istifâde etti. İmâm-ı a’zam, O’nun huzurunda kavuştuğu
yüksek mertebeleri anlatmak için, “O iki sene olmasaydı, Nu’man helâk olmuştu”
buyurmuştur, İmâm-ı a’zam (r.a.), bu sözü
ile hocası Ca’fer-i Sâdık
hazretlerinin büyüklüğünü, kıymetini, kavuştuğu dereceleri anlatmak istemiştir.
Kalbi, bütün kötü huylardan temizleyip, Allahü teâlâya kavuşmak için lâzım
gelen ma’rifetleri, ibâdet ve işleri öğreten tasavvuf yollarının çeşitli
isimler alması, başka başka olduklarını göstermez. Aynı mürşidin talebeleri,
birbirlerini tanımak ve hocaları (mürşidleri) ile öğünmek için bulundukları
yola, müşridlerinin isimlerini vermişlerdir. Hz. Ebû Bekir vasıtası ile gelen
yolda “zikr-i Hafî” ya’nî sessiz zikir
yapılmış olup, Hz. Ali
vasıtası ile gelen yolda da “zikr-i cehri” ya’nî yüksek sesle zikir
yapılmıştır. Bütün tasavvuf yolları, İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerinde
birleşmektedir, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, iki yoldan Resûlullaha bağlıdır. Birisi
babalarının yolu olup, Hz. Ali vasıtası ile Resûlullaha bağlıdır. Bu yola
“vilâyet yolu” denir. İkincisi anasının, babalarının yolu olup Hz. Ebû Bekir
vasıtası ile Resûlullaha bağlanmaktadır. Bu yola da “Nübüvvet yolu” denir,
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, hem ana tarafından Ebû Bekr-i Sıddîk
soyundan, hem de, onun
vasıtası ile Resûlullahtan feyiz almış olduğu için “Ebû Bekr-i Sıddîk, beni iki
hayata kavuşturmuştur” buyurdu. Ca’fer-i Sâdık hazretleri, Resûlullahtan gelen
Peygamberlik (Nübüvvet) üstünlüklerine Hz. Ebû Bekir, Selmân-ı Fârisî ve Kâsım
bin Muhammed bin Ebû Bekir silsilesi ile kavuşmuştur. Evliyâlık (velayet)
üstünlüklerine de, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hüseyin, Zeynel’âbidîn ve babası
Muhammed Bâkır yolu ile kavuşmuştur, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ta bulunan bu iki
feyiz ve ma’rifet yolu, birbirleri ile karışmış değildir. İmâm hazretlerinden,
Ahrâriyye büyüklerine, Hz. Ebû Bekir yolu ile,
öteki silsilelere ise, Hz.
Ali yolu ile feyiz gelmektedir.
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın
ilimde, ma’rifette, zühd, takva, kanâat ve bütün güzel ahlâktaki üstünlüğünü,
büyüklüğünü duymayan kalmamıştır. Büyükler gibi çocuklar arasında da meşhûr
olmuştur. Hikmetli sözleri ve menkıbeleri (ibret dolu hayat olayları) her yere
yayılmış, kitaplara yazılmıştır. Onun büyüklüğü ba’zı eserlerde şöyle anlatılmaktadır.
Ca’fer-i Sâdık; Muhammed
aleyhisselâmın milletinin (dininin) sultanı, peygamberlik kemâlâtının
(üstünlüklerinin) bürhanı (delili, senedi), hakîkatların âlimi, evliyânın
gönüllerinin meyvası, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vârisi, ariflerin,
Hak âşıklarının serveri (önderi) idi. Zevk, aşk sahiplerinin rehberiydi. Tefsîr
ilminde eşi yoktu. Namazda kendinden geçip düştüğü olurdu. Ca’fer-i Sâdık,
Ehl-i beytten olup, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Ehl-i sünnetin reisi olan
İmâm-ı a’zamın ma’rifette, tasavvuf
ilimlerinde hocasıdır.
Ehl-i sünnet vel-cemâat ve Ehl-i beyt sevgisi ile doludur. Ya’nî Ehl-i beyti
sevenler ve onların yolunda gidenler, aslında Ehl-i sünnet olanlardır. Ehl-i
beyte olan hakîki ve samîmi sevgisinden dolayı, İmâm-ı Şâfiî’ye (ki, Ehl-i
sünnetin imamıdır) “Râfızî” diyenler oldu. Halbuki O, kimseyi kötülemedi,
hepsini sevdi. Nitekim bütün Ehl-i sünnet âlimleri, “Ehl-i beyti sevmek âhırete
îmân ile gitmeye son nefeste selâmete, hidâyete kavuşmaya sebep olur”
buyurdular. İmâm-ı Şâfiî (r.a.) buyurdu ki: (Sizi sevmeyi, Allahü teâlâ
Kur’ân-ı kerîmde emrediyor. Namazlarında size duâ etmeyenlerin namazlarının
kabul olmaması,
kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor. Şerefiniz ne kadar büyüktür ki,
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde sizleri selâmlıyor). Tasavvuf ilimlerinde yüksek
ma’rifetlere kavuşmuş olan ve bu bilgileri arzu edenlere öğreterek onlara
mürşidlik, rehberlik eden
Ca’fer-i Sâdık, (r.a.)
kelâm, tefsîr, hadîs ve diğer din ilimlerinde de yüksek
derecelere ulaşmıştır. Bu
ilimlerde kendisine izafe edilen eserler (risâleler) sonradan yazılmıştır. Din
bilgisi üzerinde hiç kitap yazmadı. Kelâm ilminde, sapık i’tikâd (inanç) sahibi
olan Ehl-i bid’ate ve felsefecilere karşı verdiği sağlam, vesikalı cevaplar, bu
hususta yazılan Ehl-i sünnetin kelâm kitaplarında yer almıştır.
Ca’fer-i Sâdık hazretleri,
Ehl-i sünnet i’tikâdında olmanın şartlarından birisi olan Peygamberimizin
(s.a.v.) dört halifesinin üstünlük ve halifelik sırasını inkâr edenlere ve
Eshâb-ı kirâma dil uzatanlara, onları sevmeyenlere karşı vesikaları ile cevap vermektedir.
Birgün, bu konuda bozuk bir inanca sahip olan sapık birisi, gelip Ca’fer-i
Sâdık’a dedi ki:
- Ey Ca’fer! Eshâb
arasında, en üstün kimdir?
- Ebû Bekr-i Sıddîk,
hepsinden üstündür.
- Böyle olduğunu nereden
biliyorsun?
- Allahü teâlâ O’nun için,
Resûlden sonra ikinci buyurdu. Bundan üstün şeref olmaz.
- Ali “radıyallahü anh”,
Resûlün yatağında, kâfirlerden korkmadan yatmadı mı?
- Ebû Bekir (r.a.), bir
şeyden korkmadan mağaraya önce girdi.
- Kâfirlerden korkmasaydı,
girmezdi. Halbuki, Allahü teâlâ, Resûlüne haber verip, Ebû Bekir’e
“Korkma” dedi. Demek ki,
korktu.
- O, Resûlullaha bir zarar
gelirse diye korktu. Ayağını bir deliğe koydu. Yılan onu kaç kere ısırdı.
Acısına katlanıp, Resûlü
rahatsız etmemek için, ayağını çekmedi. Resûlü uyandırmamak için, hiç ses de
çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehirlenerek, canını Resûle fedâ etmezdi.
- Mâide sûresi,
ellisekizinci âyetinde “Rükû’da iken sadaka verirler” diye medh olunan (öğülen)
Ali’dir.
- “Allahü teâlâ mürtedlerle
cihad eden bir kavim getirir. Allahü teâlâ bunları sever” âyet-i kerîmesi,
Ebû Bekir Sıddîk içindir ve
daha çok yükseltmektedir.
- Bekara sûresi
ikiyüzyetmişdördüncü âyetinde, “Mallarını, gece, gündüz, gizli, göz önünde
verenler” medh olunan Ali değil midir?
- Ebû Bekr-i Sıddîk’ı medh
eden (Velleyl) sûresi, şânını çok yükseltmektedir. Çünkü Ebû Bekir, kırkbin
altın verdi. Kendisine hiç bırakmadı. Allahü teâlâ, Resûlüne, Cebrâil
“aleyhisselâmı” gönderip
“Ben Ebû Bekir’den razıyım.
O benden râzı mıdır?” buyurdu. Ebû Bekir, (Ben, Allahü teâlâdan razıyım,
razıyım, razıyım) diyerek cevap verdi.
- Tevbe sûresinin yirminci
âyetinde “Hacılara su vermeği ve Mescid-i Haramı bina etmeği, imân etmekle ve
Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz? Hayır. Böyle değildir” Ali
öğülmektedir.
- Hadîd sûresi, onuncu
âyetinde, “Mekke’nin fethinden önce, sadaka verip, cihâd eden ile,
fetihden sonra veren ve
cihad eden bir değildir. Önce olanın derecesi daha yüksekdir.” Ebû Bekir medh
olunuyor. Ebû Cehl (Amr bin Hişâm bin Mugîre) Resûlullaha vurmak istedi. Ebû
Bekir yetişip, önledi.
- Ali, hiç kâfir olmadı.
- Evet öyledir. Fakat,
Allahü teâlâ, Tevbe sûresi, yüzbirinci âyetinde “Muhâcir ve Ensârın önce
gelenlerinden Allahü teâlâ razıdır. Onlara Cennette sonsuz ni’metler vardır” ve
Zümer sûresi, otuzüçüncü âyetinde, “Doğru haberle gelen ve O’na inanan için,
Cennette, istedikleri her şey vardır.” Ebû Bekir’in îmânını medh etmektedir.
Başkasının îmânı, böyle öğülmedi. Mekke’de, Resûlullah her ne söylese,
kâfirler, yalan söylüyorsun derdi. Ebû Bekir hemen yetişip, doğru söylüyorsun
yâ Resûlallah derdi.
- İmrân sûresi,
yüzellibeşinci âyetinde, Allahü teâlâ, “Uhud gazanda, şeytana uyup, dağılanlar”
diye şikâyet etmiyor mu?
- Âyet-i kerîmenin sonunu
da oku. Bak ne buyuruyor. “Onların bu kusurlarını affettim.” buyuruyor.
- Ali’yi sevmek farzdır.
Şûra sûresi yirmiüçüncü âyetinde “Size İslâmiyeti bildirdiğim ve Cenneti
müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz”
buyuruldu ki, bunlar Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’dir.
- Ebû Bekir’e duâ etmek ve
O’nu sevmek farzdır. Allahü teâlâ, Haşr sûresi onuncu âyetinde, “Muhâcirlerden
ve Ensârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü’minler, yâ Rabbi! Bizi affet ve
bizden önce gelen din kardeşlerimizi (Ya’nî Eshâb-ı kirâmı) affet derler,”
buyuruyor. Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki; Eshâb-ı kirâmdan
birini sevmiyen kimse, bu âyette bildirilen mü’minlerden olmaz. Bu duâdan
mahrum olur).
- Resûl aleyhisselâm,
“Hasan ve Hüseyin, Cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları ise, daha üstündür”
buyurdu.
- Ebû Bekr-i Sıddîk için
bundan daha iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bâkır’dan işittim. Ceddim İmâm-ı
Ali buyurdu ki, Resûlullahın (s.a.v.) huzurunda idim. Başka kimse yoktu. Ebû
Bekir’le Ömer geldi. Resûlullah buyurdu ki: “Yâ Ali! Bu ikisi, Cennet erkeklerinin
en üstünüdür.”
- Yâ Ca’fer, Âişe mi
üstündür. Fâtıma mı?
- Âişe (r.anhâ),
Resûlullahın zevcesi idi. Cennette onun yanında olur. Fâtıma (r.anha), Ali’nin
zevcesi idi. Onun yanında olur.
- Âişe, Ali ile harb etti.
Cennete girer mi?
- Ahzâb sûresi, elliüçüncü
âyetinde “Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile hiç
almayınız. Bunların ikisi de büyük günâhtır” buyuruldu. Beydâvî ve Hüseynî
tefsîrlerinde diyor ki, “Bu âyet gösteriyor ki, Resûlullah vefât ettikten sonra
da, O’na saygı göstermek için zevcelerine saygı lâzımdır.”
- Ebû Bekir’in halife
olacağını, Kur’ân-ı kerîmde gösterebilir misin?
- Hem Kur’ân-ı kerîmde, hem
Tevrat’ta ve hem de İncil’de gösterebilirim. En’âm sûresi,
yüzaltmışbeşinci âyetinde,
“Allahü teâlâ, sizi yer yüzünün halifesi yaptı, birbirinizin yerini
tutarsınız.” Nur sûresi ellibeşinci âyetinde “İmân eden ve emirlerimi
yapanlarınızı, yeryüzüne hâkim kılacağımı söz veriyorum. İsrâiloğullarını
halife yaptığım gibi, sizi de, birbiriniz ardı sıra halife yapacağım” buyurdu.
Beydâvî ve Hüseynî diyor ki: “Bu âyet-i kerîme gaybten haber verip, Kur’ân-ı
kerîmin, Allah kelâmı olduğunu ve dört halifesinin meşru, haklı olduğunu
göstermektedir.” Tevrat’ta ve İncil’de, Feth sûresi son âyetinde “Resûlullah ve
O’nunla birlikte olanlar, birbirlerini her zaman ve çok severler
ve her zaman kâfirlere
düşman olurlar.” Bütün Eshâb bildirilmekte ve Ebû Bekr’in şerefine işaret
edilmektedir. Bu âyetin sonunda “Eshâbının misâlleri Tevrat’ta ve İncil’de
bildirildi.” buyuruyor. Ceddim Ali’nin
haber verdiği hadîs-i şerîfte: “Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği
kerâmetleri bana verir. Kıyâmette mezardan, önce kalkarım. Allahü teâlâ, dört
halifeni çağır buyurur. Onlar kimdir yâ Rabbi? derim. Ebû Bekir’dir buyurur.
Yer yarılıp Ebû Bekir, herkesden önce mezardan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osman,
sonra Ali kalkar...” buyuruldu. Sapık, hemen söz alıp:
- Yâ Ca’fer, bunlar,
Kur’ân-ı kerîmde var mı?
- Zümer sûresi,
altmışdokuzuncu âyetinde “Peygamber ve bunların şâhidleri, hesap için
getirilir” buyuruldu. (Yahut şehîdleri getirilir.) denildi.
- Yâ Ca’fer, şimdiye kadar,
üç halifeyi sevmiyordum. Şimdi buna pişman oldum. Tövbe edersem kabul olur mu?
- Çabuk tövbe et. Bu tövbe,
se’âdetine alâmettir. Bu hâl ile âhırete gitseydin, dînin boşa giderdi. İmâm-ı
Ca’fer-i Sâdık, hadîs ilmînde sika (güvenilir) bir râvî olup ve kendisinden pek
çok hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Bu hadîs-i şerîfleri, babasından, o da
kendi babasından ve annesinden, Ata bin Ebî Rebâh’dan ve Zührî gibi birçok râvîden
alıp öğrenmiş ve kendisinden de Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, İmâm-ı a’zam
Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes, Ebû Eyyûb-i Sahtiyanî gibi zâtlar hadîs-i şerîf
bildirmişlerdir.
Hadîs-i şerîfler, Sahîh-i
Buhârî’nin dışında kalan Kütüb-i sitte’nin hepsinde yer alır. Hadîs ilminde,
İmâm-ı Şâfiî ve Yahyâ bin Muîn, O’nun sika (güvenilir) olduğunu
bildirmişlerdir, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, O’nun hakkında, “O’ndan daha fakîh
(fıkıh ilmini bilen) kimse görmedim” buyurdu. Ebû Hâtem de, onun sika bir râvî
olduğunu söylüyor. Sâlih bin Ebil-Esved, İmâm-ı Ca’fer’in “Beni kaybetmeden
önce, her ilimden sorunuz. Benden sonra, size, benim gibi söyleyen birisini
bulamazsınız” buyurduğunu haber verdi. Her ilimde üstâd, her ma’rifette
mahirdi. Doğruluğu ve sadâkati o kadar çoktu ki, bundan
dolayı kendisine “Sâdık”
lakabı verildi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nurlu yolunu, hiç
değiştirmeden, apaçık ve tam doğru olarak bugüne kadar ulaştırmada, Ehl-i
sünnet âlimlerinin hizmeti çok büyüktür. Bu büyük hizmet için, aralarında
vazife taksimi yapan bu âlimlerden îmân, inanç bilgilerini anlatıp öğretenlere
“Mütekellimin”
denildi. İbâdetlerin ve
işlerin nasıl olacağı, harâm ve helâli, farzı, vacibi öğreten âlimlere de
“Fukahâ” dendi. Kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeyleri öğreten ilme
“Tasavvuf” ve bu ilmin âlimlerine de “Mutasavvifîn”, denildi, işte İmâm-ı
Ca’fer hazretleri, bu üçüncü ilmi anlattı, öğretti. Kelâm ve fıkıh âlimlerinin
uğraştığı sahada ayrıca kitap yazmadı. Yoksa bu bilgilerde de, bütün âlimlerin
ve evliyânın üstadı idi. Bu büyük imâmın hayatı, hâli, ibret dolu menkıbeleri o
kadar çoktur ki, anlatmak ve yazmakla bitirilemez. Okuyanların, işitenlerin
gönüllerinde bu büyük velîye karşı, çok az da olsa sevgiye, muhabbete
vesîle olması için
menkıbelerinden ve hikmetli sözlerinden seçerek ba’zılarını yazıyoruz:
Bir gün devrin meşhûr âlim
ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî, Ca’fer-i Sâdık’ın (r.a.) yanına gelmişti. O’na
dedi ki: - Ey Peygamberin “aleyhisselâm” torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü
kalbim karardı. O da buyurdu ki: “Ey Dâvûd! Sen, zamanımızın en zahidi,
Allahtan en çok korkanısın. Benim nasîhatime ne ihtiyâcın var?”
“Ey Resûlullahın torunu.
Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı
damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize
vâcibtir, borçtur.”
“Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü
gelince, ceddim olan Muhammed “aleyhisselâmın” elimden yakalayıp: “Niçin bana
hakkıyle uymadın?” demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep (soy) işi değil,
ibâdet ve amel İşidir. Dâvûd-i Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi
ki: “Yâ Rabbi! Onun varlığı Peygamberlik;
soyundan meydana gelmiştir.
Sözleri yaşayışı herkese senettir, delildir. Dedesi Resûl)
aleyhisselâm, annesi Betûl
(Hz. Fâtıma evlâdından) olduğu halde, böyle düşünürse, Dâvûd da kim oluyor ki,
yaptıklarının bir Kıymeti olsun!” Hz. İmâm mütevazı ya’nî çok alçak gönüllü
idi. Kimseyi incitmezdi. Her mü’mini kendisinden daha kıymetli bilirdi. Bir gün
kölelerini çağırdı. Onlara dedi ki: “Geliniz, sizinle sözleşelim. Kıyâmet günü
içinizden hanginiz kurtulursa, onun diğerlerine şefâatçi olması için
birbirimize söz verelim!” “Ey Allahü teâlânın Resûlünün evlâdı! Sizin bizim
şefâatimize ihtiyâcınız yoktur.
Dedeniz Muhammed
aleyhisselâm, re bütün insanların ve cinlerin şefâatçisidir.” “Ben bu
amellerimle, işlerimle yarın kıyâmet gününde ceddimin yüzüne bakmaya utanırım”
buyurdu. İmâm-ı Ca’fer hazretleri bir müddet halvet (yalnızlık) hâlinde kalmış,
evinden re- İnsanlar arasına çıkmamıştı. Evliyânının büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî
evine gelip: “Ey Resûlullahın torunu! İnsanlar bereketli nefesinizden, faydalı
sohbetinizden ak mahrum kaldı. Niçin uzlete çekildiniz?” deyince buyurdu ki:
“Şimdi böyle gerekiyor. (Zaman bozuldu ve dostlar değişti). Sözümüzün hakikati
meydana çıktı.” ve şu
iki beyti okudu: Geçen gün
gibi geçip gitti, vefâ da,
İnsanların kimi hayâl, kimi
ümitpeşinde.
Dostluk, vefâ görünüşte
kaldı aralarında,
Fakat kalbleri akreplerle
dolu gerçekte.
Zamanın hükümdarı bir gece
vezirine dedi ki: “Hemen git, İmâm-ı Ca’fer’i buraya getir. Onu hemen öldürmek
istiyorum.”
Vezir: “Evinde oturmuş,
gece-gündüz ibâdetle meşgul olan, devlet işlerine karışmayan bu kimseyi
öldürmekten vazgeç!” - Vezir, hükümdarı bundan vazgeçirmek için epey dil döktü.
Fakat ikna edemedi. Mecburen gidip çağırdı. Vezir çağırmaya gidince hükümdar cellâtlara
emir verdi. “İmâm-ı Ca’fer içeri girince, ben başımdan külahımı çıkardığım
zaman hemen başını vuracaksınız!” Bir müddet sonra, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık
hazretleri içeri girdi. Hükümdar bunu görünce, derhal ayağa kalktı. Büyük bir
tevazu ile O’nu karşıladı. Koltuğuna oturttu. Kendisi edeble karşısına diz
çöküp oturdu. Cellâtlar ve hizmetçiler şaşırıp kaldılar. Hz. İmâma:
“Efendim, benden bir
emriniz, isteğiniz olursa hemen emredin, yapayım” dedi.
Hz. İmâm buyurdu ki:
“Senden bir ricam yok. Beni bir daha yanına çağırma! Rabbime ibâdetten beni
alıkoyma, başka bir şey istemem.”
Gitmek üzere ayağa kalktı.
Hükümdar, izzet ve ikrâmla onu uğurladı. Hz. İmâm gittikten sonra vücûdunda bir
titreme oldu, bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: “Bu ne hâldir. Hani
o zâtı öldürtecektiniz?”
Hükümdar cevap verdi: “Hz.
İmâm içeri girince, yanında büyük bir arslan gördüm. Lisân-ı hâl ile bana.”Onu
incitirsen seni parça parça ederim” diyordu. Bunu görünce ne yapacağımı
şaşırdım. Süfyân-ı Sevrî hazretleri, bir gün Ca’fer-i Sâdık’ın evine gitmişti.
Huzuruna girip görüşmek için izin istedi. Kendisine izin verdi. Yanına geldiği
zaman O’na dedi ki: “Ey Süfyân! Sen, zaman zaman sultan ile görüşüyorsun. O
seni arıyor, sen de ona gidiyorsun. Ben ise, mümkün mertebe sultandan uzak
duruyorum. Zamanın hâli bunu icâb ettiriyor. Yanımdan hemen çık, git”
“Bana bir hadîs-i şerîf
nakletmedikçe buradan ayrılmayacağım, ey İmâm! Senden nasîhat alacak bir
hadîs-i şerîf işitip gideyim.”
“Çok sözün sana faydası
yoktur. Ben babamdan, o da babasından, dedem de babasından rivâyet ederek
Resûlullahdan (s.a.v.) bildirilen üç şeyi anlattı: Allahü teâlânın ni’metine
kavuşan ve bu nimetin devamlı olmasını isteyen kimse, Allaha hamd ve
şükrünü çoğaltsın! Zira
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde İbrâhîm sûresi onuncu âyetinde, “Ni’metlerimin
kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini
bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim” buyurdu.
Bir kimse, rızkı azaldığı
zaman çok tövbe ve istiğfâr etsin! Zîrâ Allahü teâlâ Nuh sûresinde tövbe ve
istiğfâr edenlerin, günâhlarını bağışlayacağını ve rızıklarını arttıracağını
va’dediyor.
Bir kimse sultandan veya
herhangi şeyden bir sıkıntı görürse ve bir belâya duçar olursa “Lâ havle velâ
kuvvete illâ billah-il-aliyyil-azîm” desin. Bunun üzerine Süfyân-ı Sevrî,
İmâm-ı Ca’fer’in elini tuttu ve O’na dedi ki: “hepsi bu üçü müdür?”
“Bunları iyi anla! Allahü
teâlâya yemin ederek söylüyorum ki, bunları yaparsan çok ihsanlara, iyiliklere
kavuşursun.”
Bir gün Ca’fer-i Sâdık’a
sordular “Allahü teâlâ, faizi niçin harâm kılmıştır?” Buyurdu ki: “İnsanların
birbirine iyilik yapmaları, ihsanda bulunmaları için, Allahü teâlâ onu harâm
etti. Faiz harâm olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik yapan kalmazdı.
Yapılan her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu.”
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık
hazretleri duâsı makbul olanlardandı. Allahü teâlâdan birşey istediğinde daha
sözü bitmeden isteği verilirdi. Bir gün yalnız başına yolda gidiyordu.
Kendisini sevenlerden biri de arkasından yürüyordu. Bir ara Ca’fer-i Sâdık
hazretleri “Yâ Rabbi! elbisem yoktur, bana elbise gönder” buyurdu. Aniden bir
paket içinde elbise geldi. Arkadan takip eden zât evlerine kadar geldi. Hz.
İmâma
(Yâ efendim siz duâ ederken
ben de âmin dedim. Eski elbiselerinizi bana verin) dedi. Bu söz Hz. İmâmın
hoşuna gitti ve elbiselerini ona verdi. Bir şahıs, İmâm-ı Ca’fer
hazretlerinden, Allahü teâlânın kendisine çok mal verip, çok hac yapması
için duâ buyurmasını
istedi. “Yâ Rabbi’ Buna elli hac yapacak kadar mal ver! diye duâ etti. O şahıs
elli hac yaptı. Ellibirinci hac için Cühfe denilen yerde gusül edecekti. Sel
geldi ve orada vefât etti. Hakem bin Abbâs-ı Kelbî buyuruyor ki; “Benim Zeyd
isminde bir amcam var idi. O Ca’fer-i Sâdık hazretlerine çok itirazda bulunurdu.
Bir gün bir hurma mevzusu açıldı. O anda çok itirazda bulundu ve dedi ki;
Ca’fer-i Sâdık nerede, böyle işler nerede?.
Ca’fer-i Sâdık’ın bu işden
haberi oldu ve şöyle buyurdu: “Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa,
Allahü teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni
helâk etsin.”
Birgün Zeyd bir yere
giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp
ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse Ca’fer-i Sâdık’a itirazda bulunmadı.
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık
hazretleri, Ehl-i beyt’in en büyüklerindendir. Nurlu kalbine akıp gelen ilmin
ve feyzin çokluğu akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce ma’rifetleri bildiren
sözleri, nükte ve latifeleri çok meşhûrdur. Sayılamayacak kadar hikmetli
sözleri vardır.
Buyurdular ki: “Beş
kimsenin sohbetinden, ya’nî beş kimse ile beraber bulunmaktan sakın: Birincisi,
yalan söyleyenden sakın. Çünkü ona dâima aldanırsın. Çünkü sana iyilik yapayım
derken, kötülük yapar. İkincisi, cimriden sakın. Üçüncüsü, ahmaktan ya’nî aklı
az olandan sakın. Çünkü en çok işine yarıyacağı zaman, seni bırakır.
Dördüncüsü, kötü kalbli imseden sakın.
Çünkü işi bozulunca (düşünce) seni harcar. Beşincisi fâsıktan ya’nî günâh işlemekten utanmayan kimseden sakın! Çünkü,
seni bir lokma ekmeğe satar.”
“Bir mü’min kardeşine ait
hoş olmayan bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısını araştır.
Bulamazsan belki benim anlamadığım bir özür kapısı vardır de ve kapa.”
“Müslüman kardeşinizden
ma’nâsını anlamadığınız bir söz duyarsanız, iyiye yorunuz. Daha iyisi kabil
olmayacak kadar iyiye yorumlayınız. Anlayamamaktan dolayı kendinizi ayıplayın.”
“Bir hatâ işlediğiniz zaman
istiğfâr edin, hatâda ısrar helâk olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı
çekiyorsa istiğfâra devam etsin.”
Allahü teâlâ, dünyâya
emretti ki: “Ey dünyâ, bana hizmet edene, sen de hizmetçi ol! Senin peşinden
koşana da zahmet, sıkıntı ver!”
“Bu dört şeyi, her şerefli
kimsenin yapması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz:
1. Bulunduğu meclise babası
gelirse ayağa kalkmak,
2. Misafire hizmet etmek.
3. Yüz tane hizmetçisi
olsa, muhtaç olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek.
4. İlim öğrendiği hocasına
hizmet etmek.
“Bir kimse, sevdiği bir
malının elinde devamlı kalmasını isterse, ona baktıkça, “Mâşâallah, la havle
velâ kuvvete illâ billah (ya’nî, Allah’ın dilediği olur, kuvvet O’nundur)
desin!”
“Malı ve evlâdı çok
olmasını isteyen, nebatı (sebze) yemek çok yesin!”
“Din âlimleri (Fakîhler),
sultanların, devlet adamlarının kapısına gidip, onlara yaltaklanmadıkça
Peygamberlerin vekilleridir.”
“Namaz, her takva sahibi
için yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihâdıdır. Bedenin zekâtı oruçtur. Amel
(ibâdet, hayırlı iş) yapmadan karşılık bekleyen, yaysız ok atana benzer.”
“Sadaka vererek rızkınızı
çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz, iktisat eden, tasarrufa riâyet
eden aldanmaz. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır, insanlarla iyi
geçinmek, aklın yarısıdır.”
“Ana-babasını üzen, onlara
isyan etmiş olur. Musibet zamanında dizini döven, sevabından mahrum olur.
Allahü teâlâ sabrı, musîbet miktarınca indirir.”
“Takvadan (Allahü teâlâdan
korkup harâmlardan sakınmaktan) daha üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey
yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur.”
“İyilik üç şeyle tamam
olur.
1. O iyiliği yapmakta acele
etmek.
2. Yaptığı iyiliği gözünde
büyütmemek, dâima küçük görmek.
3. İyiliği yaparken,
gizlice yapmak.
Günâhlara tövbe etmeyi
geciktirmek, Allahü teâlâya karşı mağrur olmak, kibirli olmaktır.”
“Uzun emel sahibi olmak ve
her şeyi sonraya bırakmak perişanlık ve düşüncesizliktir.”
“Allahü teâlânın yarattığı
işlere karışmak, felâketine sebep olur. Meselâ, Allah bana mal verseydi, hacca
giderdim. Sıhhat verseydi ibâdet ederdim... gibi sözler söylemek, kişinin
helakidir.”
“Dört şey vardır ki,
onların azı da çoktur 1- Ateş, 2- Düşmanlık, 3- Fakîrlik, 4-Hastalık.”
“Kız evlâtlar, ana-babası
için hayır ve hasenattırlar. Oğlanlar ise, ni’mettirler. Hasenat sahibi olanlar
sevab kazanır. Ni’metlerden ise hesaba çekilir, suâl sorulur.”
“Bir kimse, kusur, günah
işlediği zaman utanmıyorsa, yaşlandığı zaman pişmanlık duyup kötü işlerinden
vazgeçmezse ve tehna bir yerde olduğu zaman Allahü teâlâdan korkmazsa, onda
hayır yoktur.”
“Üç şey vardır ki,
müslümanları çok azîz, şerefli eder:
1. Kendisine zulüm edeni
affetmek.
2. Kendisine bir şey
vermeyene iyilikte bulunmak.
3. Kendisini aramayanları,
arayıp hâllerini sormak.”
Ca’fer-i Sâdık
hazretlerinin, oğlu Mûsâ Kâzım için olan nasîhati pek meşhûrdur. Oğluna buyurdu
ki:
“Ey oğlum, kendi rızkına
râzı ol! Kendi rızkına râzı olan, kimseye muhtaç olmaz. Gözü başkasının malında
olan, fakîr olarak ölür. Allahü teâlânın taksim ettiği rızka râzı olmayan, O’nu
kaza ve kaderinde, dilediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur. Kendi
kusurlarını küçük gören, başkasınınkilerini büyütmüş olur. Her zaman kendi
kusurlarını büyük gör. Başkasının gizli bir şeyini açığa vuranın, evindeki
gizli şeyler herkesçe bilinir. Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya kendisi düşer.
Ahmaklar arasında bulunan
horlanır, âlimler arasında
bulunan hürmet görür.
- Ey oğlum, insanlara
kızmaktan çok sakın, yoksa sâna da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan
sakın, sonra aşağılanırsın.
- Ey oğlum, lehinde veya
aleyhinde de olsa, hakkı, doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişare
eder (danışır, fikrini alır).
- Ey oğlum, arkadaşlık
yaptığın, ziyâretine gittiğin kimse, iyi ahlâk sahibi olsun, kötü ahlâkı
olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme! Çünkü onlar, suyu olmayan çöl,
dalları yeşermiyen ağaç, ot bitmeyen topraktırlar.
- Ey oğlum, Allahü teâlânın
kitabını okuyucu, iyilikleri emredici, kötülüğü nehy edici, sana gelmeyene sen
gidici, seninle konuşmayanla konuşucu ol! İsteyene ver. Gıybetten, koğuculuktan
sakın. Çünkü söz taşımak, insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların
ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören, onların hedefi olur.”
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık
hazretlerinin, rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ba’zıları şunlardır:
Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Allahü teâlânın ni’metlerine kavuşan,
bu ni’mete hamd ve şükür etsin! Rızkı azalan kimse, çok tövbe istiğfâr yapsın.
Sıkıntıya düşen, bir musîbete yakalanan kimse de, “Lâ havle velâ kuvvete illa
billâh” desin.”
“Allahü teâlânın hidâyete
kavuşturduğunu kimse saptıramaz. Allahü teâlânın hidâyet vermediğini, kimse
hidâyete erdiremez. Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitabıdır. Yolların en
iyisi, Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda
yapılan değişikliklerdir. Bid’atlerin hepsi, dalâlettir, sapıklıktır.”
“İlim hazînedir. Anahtarı,
sorup öğrenmektir. İlmi isteyiniz ki, Allahü teâlâ size merhamet etsin. İlim
öğrenmekte dört kişiye sevab vardır. Talebeye, hocaya, dinleyenlere ve onlara
icâbet edenlere.” Rivâyet ettiği hadîs-i kudsî’de: “Lâ ilâhe illallah
kal’amdır. Bunu okuyan, kal’aya girmiş olur. Kal’ama giren de, azabımdan
kurtulur” buyuruldu.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel
hazretleri (Müsned’inde) buyuruyor ki: Cebrâil’in (a.s.) Allahü teâlâdan
naklen, Peygamber efendimize “Lâ ilâhe illallah hısnî, men kâlehâ, dehale hısnî
ve men dehale hısnî, emine min azâbî” şeklindeki duâyı her kim rivâyet
edenlerin isimleriyle, inanarak ihlâsla bir deliye veya hastaya okursa şifâ
bulur.
Kaynaklar:
----------------
1) Hilyet-ül-evliyâ,
cild-3, sh-192
2) Tezkiret-ül-huffâz,
cild-1, sh-166
3) Kâmûs-ul-a’lâm, cild-3,
sh-820
4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d,
cild-5, sh-187
5) Vefeyât-ül-a’yân,
cild-1, sh-327
6) Şezerât-üz-Zeheb,
cild-1, sh-220
7) Mu’cem-ül-müellifîn,
cild-3, sh-145
8) Sıfat-üs-safve, cild-2,
sh-94
9) Miftâh-us-se'âde,
cild-1, sh-15, 343, cild-2, sh 39, 202, 538, 549, cild-3, sh-94, 138, 140, 154,
300
10) El-A’lâm, cild-2,
sh-126
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye, sh-994
12) Fâideli Bilgiler,
sh-42, 72, 156
13) Eshâb-ı Kirâm, sh-111,
114, 319
14) Şevâhid-un-nübüvve, cüz
7, sh-11