İMAM EBU HANİFE :
Asıl adı Numan’dır. 699 (H.
80) yılında Kufe’de doğdu. Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın)
ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Farisoğullarındandır. Dedesi Zuta,
İslam dinini kabul etmiş ve hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi
salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, hazret-i Ali ile görüşmüş,
kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır.
İmam-ı A’zam, Kufe’de doğup
büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı.
Küçük yaşta Kur’an-ı kerim’i ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte
olan sarf, nahiv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında
Eshab-ı kiramdan hicri 93 yılında vefat eden Enes bin Malik’i, hicri 87
senesinde vefat eden Abdullah bin Ebi Evfa’yı, hicri 85’te vefat eden Vasile
bin Eska’ı, hicri 88’de vefat eden Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son
Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüştür. Bunlardan hadis
dinlemiştir.
O zaman Kufe, Irak’ın büyük
şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan
Irak’ta değişik dinlere ve sapık itikadlara mensup çeşitli kavimler yaşıyordu.
Ayrıca itikadı bozuk olan Şia ve Mutezile burada ortaya çıkmış, çölde Hariciler
türemişti. Diğer taraftan Eshab-ı kiramla görüşüp onlardan Ehl-i sünnet
itikadını ve din bilgilerini nakleden Tabiinin büyükleri de orada bulunuyordu.
Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir
mücadele sürüp gidiyordu. İmam-ı A’zam böyle bir muhitte, ilk gençlik
yıllarında babası gibi önce ticaretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da
sık sık âlimlerin meclisine gidip onları dinliyordu. Bu âlimler kargaşalıkları
ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet itikadını yayıyorlar ve sapık
fırkalarla mücadele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kufe
genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor, hatta bu münazaralar meclislerden,
çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan İmam-ı A’zam da, ailesinden
ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bazan münazaralara
katılıyor ve onun üstün kabiliyeti, keskin zekası, derin anlayışı ve çabuk
kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara
mensub olanlarla yaptığı münazaralarındaki ikna kabiliyeti ve üstün başarıları,
zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan
âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim
öğrenmeğe başladı. İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:
“Bir gün zamanın
âlimlerinden Şabi’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve bana; “Nereye devam
ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, ulemadan
(âlimlerden) kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı
bulunamıyorum.” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal
etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum.” dedi.
Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu
tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şabi’nin sözünün bana çok faydası oldu.”
İmam-ı Şabi’nin
tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmam-ı
A’zam önce kelâm ilmini, iman ve itikadı ve münazara bilgilerini Şabi’den
öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.
İmam-ı A’zam’ın talebesi Züfer bin Hüzeyl şöyle demiştir: “Hocam Ebu Hanife der
ki: Önce kelâm ilmini öğrendim. Bu ilimde parmakla gösterilir bir dereceye
ulaştım... Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh
ilmine başladım...” Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebu Yusuf ve diğer
talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu, Allahü teâlânın tevfik
ve inayeti iledir. O’na daima hamd olsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman
bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve
faydalarını düşündüm... Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimlerle, fakihler ile
bir arada bulunmak, onlar gibi ahlaklı olmak var. Aynı zamanda farzları
işlemek, dinin icaplarını yerine getirmek, ibadet etmek de fıkhı bilmekledir.
Dünya ve ahiret onunla kaim... İbadet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh,
ilimle ameldir.”
İmam-ı A’zam, fıkıh ilmini
Hammad’dan öğrendi. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli
oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzakere yoluyla
yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders
halkasının başına Nu’mandan başka kimse oturmayacak derdi.
İmam-ı A’zam’ın hocası
Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah
bin Mes’ud’dan, bu da Peygamberimizden öğrenmiştir. Hammad’ın derslerine yirmi
sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada
fıkıhta tanınıp meşhur oldu. Bu hususta şöyle demiştir: “Ben, ilim ve fıkıh
ocağında yetiştim. İlim erbabıyla beraber bulundum. Fıkıhta en değerli bir
hocaya devam ettim.”
Hocası Hammad’ın dersine
devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiinden
olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri
yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi.
Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin şeriatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu
canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın.
Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!”
buyurmuştur.
Tasavvuf bilgilerini
Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ca’fer-i
Sadık hazretlerinden öğrendi. Yüksek makamlara kavuştu. Eshab-ı kiramdan İbn-i
Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah’tan ve İkrime’den, hazret-i
Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in
azatlısı Nafi’den öğrendi. Böylece, Eshab-ı kiramdan İbn-i Mes’ud ve hazret-i
Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tabiinden öğrendi.
İmam-ı A’zam bir gün Halife
Mansur’un yanına girdi. Orada bulunan İsa bin Musa, Mansur’a; “Bugün dünyanın
en büyük âlimi bu zattır.” dedi. Halife Mansur; “Ey Nu’man, bu ilmi kimden
aldın?” diye sorunca, o da şu cevabı verdi: “Hazret-i Ömer’den ilim alanlar
vasıtasıyla hazret-i Ömer’den; hazret-i Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla
hazret-i Ali’den; Abdullah bin Mes’ud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah
bin Mes’ud’dan aldım.” Bunun üzerine Halife Mansur; “Sen işini gayet sağlam
tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın.” dedi.
İmam-ı A’zam, başta Eshab-ı
kiramın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere dört bin kişiden ilim
öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır.
Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler,
âlimler, üstün kimseler hatta Hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, övmüştür.
İmam-ı A’zamın hocası
Hammad bin Ebi Süleyman vefat edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve
halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmam-ı A’zamın
olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini
istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammad’ın yerine müftü oldu ve
talebe yetiştirmeye başladı.
İmam-ı A’zam, hocası
Hammad’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevazuu, takvası, tatlı sözleri
ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dini meselelerde insanların bütün
müşkillerini çözen yegane müracaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm,
Türkistan, Tuharistan, Faris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her
tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetva isteyenler ve dinleyicilerle
etrafı dolup taşıyordu.
İmam-ı A’zamın meclisinde
halk tarafından sorulan suallerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen
muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzakere yapılırdı. Hergün sabah
namazını, camide kılıp öğleye kadar sorulan sualleri cevaplandırır, fetva
verirdi. Öğleden önce kaylule (öğle vakti bir miktar uyuma) yapıp, öğle
namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine
gidip biraz dinlenir, sonra tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi.
Sorulan suallere cevap vermeden önce, mesele aleni (açık) olarak müzakere
edilir, talebeleri suali cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzakeresi
bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu
iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten
sonra da fetvayı bizzat söylemek suretiyle ve anlaşılır ifadelerle talebelerine
yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Dini bir
mesele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnada
Kufe mescidi tekbir sadalarıyla inlerdi.
Talebelerine verdiği
muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usul ile yürütürdü. Bir taraftan fıkhın
eski hadiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzakere
yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hükümler bulunurdu. Geçmiş ve
yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya
aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hükümler de
araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla İmam-ı A’zamın derslerinde geçmiş ve
yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere geçilmiş ve
fıkhın külli (genel) kaideleri tesbit edilmiştir.
İmam-ı A’zam hazretlerinin
ders halkasında çözülen fiili ve nazari fıkhi meseleleri yarım milyona
ulaşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahiv ve
hesaba (fen ilimlerine) ait öyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana
çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi
aciz kalmışlar, hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Çözülen fıkhi meseleler
cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da nevilerine göre bab ve
fasıllara ayrılmıştır. Başta taharet bahsiyle ibadetler, münakehat, muamelat,
hudud (had cezaları), ukubat, sulh, cihad ve devletler hukuku, feraiz, yani
miras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.
Böylece İmam-ı A’zam, fıkıh
ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış,
usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshab-ı kiramın,
Peygamberimizden naklen bildirdiği iman, itikad bilgilerini de toplayıp
yüzlerce talebesine bildirdi. İlm-i Kelâm, yani iman bilgileri mütehassısları
yetiştirdi. İmam-ı Matüridi ondan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı.
Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz
otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine
çıkmıştır. Bazı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve
künyelerini, mensub oldukları şehirlerini tesbit edip, yazmışlardır.
İmam-ı A’zam ticaretle de
uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı.
Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için
büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki,
başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun
ders usulünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tabiinin
büyüklerinin de bulunduğu ilmi bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını
görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim
kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz.” buyururdu.
Emevilerin son zamanlarında
Emevi valisi, İmam-ı A’zama devlet idaresinde bir vazife vermek isteyerek bu
hususta zorlamıştır. Fakat İmam-ı A’zam bir takım sebeplerden dolayı bu vazifeyi
asla kabul edemeyeceğini bildirmiştir. Bunun üzerine hapsedilerek işkence
yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, hicri 130 (M. 747) yılında Mekke’ye
gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke’de de talebelere ders ve fetva vererek
ilmi mütalaalar yaptı. Daha sonra Abbasilerin bir devlet haline gelip
kuvvetlenmesinden sonra Kufe’ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son
yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde
yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her
tarafına yayılarak müftilik, müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle
büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamberimizin bildirdiği yol olan Ehl-i
sünnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli
kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu
hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.
Başta gelen talebeleri;
İmam-ı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani, Züfer bin
Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin
Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce
âlimlerdir.
İmam-ı A’zam hazretleri,
fıkhı; “Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak” diye tarif etmiştir. Bu tarife
göre fıkhı tesbit etmek için, Edille-i şer’iyyeye başvururdu. Bunlar Kitap,
yani Kur’an-ı kerim, Sünnet (Peygamber efendimizin sözleri, fiilleri ve
takrirleri), İcma-ı Ümmet (Eshab-ı kiramın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve
Kıyas-ı Fukaha (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme
bağlamak)dır.
İmam-ı A’zam herhangi bir
fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yahut da cevabı
bulunmak üzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu.
Önce Kur’an-ı kerime bakar, hükmü aranan meselenin işaret yoluyla, iktiza
yoluyla, ibare yoluyla veya delalet yoluyla cevabı varsa meseleyi ona göre
çözerdi. Meselenin halli için Kur’an-ı kerimde delil bulunmazsa Sünnete, burada
da bulamazsa İcma-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi çözerdi,
hükmünü bildirirdi. Şayet sırasıyla bu üç kaynakta bulamazsa, o zaman Kıyasa
başvurur ve kendisine mahsus olan istihsan kaidesiyle hüküm verir ve meseleyi
çözerdi.
İşte İmam-ı A’zam Ebu
Hanife; en mükemmel usullerle yaptığı uzun çalışmaları ve ictihadı neticesinde
çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Müslümanların
ibadetlerinde ve diğer işlerinde İslamiyete doğru bir şekilde uymak için takip
edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefi Mezhebi”denildi.
İmam-ı Şafii şöyle
buyurmuştur: “Bütün Müslümanlar İmam-ı A’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir.”
(Yani, bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi İmam-ı A’zam da
insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi
üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten
kurtarmıştır).
HAKİKAT KİTAP EVİ