ZADU’L-MEAD |
ALTINCI KİTAP PEYGAMBER'İN (S.A.) VERDİĞİ HÜKÜMLER, EVLİLİK, ALIM-SATIM |
ANA SAYFA
Kur’an Hadis Sözlük Biyografi
D) HZ. PEYGAMBER'İN
(S.A.) ELDE BULUNMAYAN MALI SATMAKTAN MEN ETMESİ KONUSUNDAKİ HÜKMÜ
Sünen ve Müsned'de Hakim
b. Hizam'dan şu hadis nakledilmiştir: Ya Rasulullah! dedim. Adam bana geliyor
ve benden elimde mevcut olmayan bir şeyi satmamı istiyor. Ben de ona satıyor,
sonra pazardan satın alıyor (ve ona veriyor)um. Rasulullah (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) bunun üzerine buyurdu ki: "Yanında olmayan şeyi satma"
Tirmizi bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir.
Sünen'de İbn Ömer (r.a.)
yoluyla gelen buna benzer bir hadis daha vardır ki manası şöyledir: "Borç
(selef) ve alış-veriş,. bir satışta iki şart ve teslim alınmayan malın karı
helal değildir. Yanında olmayan şey de satılmaz." Tirmizi bu hadis için
hasen-sahih demiştir.
Her iki hadis de Hz.
Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), kişinin yanında bulunmayan şeyi
satmasını yasakladığı konusunda ittifak etmişlerdir. Hz. Peygamber'den
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bize gelen hadis işte budur. Bu satışta aldatmaca
söz konusu olabilmektedir. Çünkü bir insan elinde olmayan belli bir şey satıp
sonra da onu almak veya müşterisine teslim etmek için pazara giderse, o malı bulmak
ve bulamamak hususunda tereddüde kapılır. Bu da kumara benzeyen bir aldatma
sayılmış ve yasaklanmıştır.
Bazı kimseler bu
satışın, satılan mal mevcut olmadığı için yasaklandığını zannederek
"Mevcut olmayan şeyin satışı sahih olmaz." demişler ve bu konuda Hz.
Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) mevcut olmayan malın satışını
yasakladığına dair bir de hadis rivayet edilmiştir. Bu hadis herhangi bir hadis
kitabında görülmemiştir. Gözüken şu ki bu hadis yukarıdaki hadisin mana ile
rivayet edilmesinden ibarettir. Ancak o hadisle bunun aynı manaya geldiğini
zannedenler hata etmişlerdir. Hakim ve İbn Ömer (r.a.) yoluyla rivayet edilen
hadiste satışı yasaklanan şeyin gayr-ı mevcut olması gerekmez. Şayet
gerekiyorsa o da gebe hayvanın karnındaki yavrunun yavrusunu satmak gibi hususi
bir gayr-ı mevcuttur ki, vücut bulması konusunda tereddüd ve dolayısıyla bir
aldatma vardır.
Mevcut olmayan şey (yani
ma'dum) üç kısımdır: Zimmette vasfedilmiş, nitelikleri belirlenmiş olan ma'dum.
Her ne kadar Ebu Hanife akit esnasında genel anlamda vücut bulmuş olması gibi
bir şart koşuyorsa da, bunun satışı ittifakla caizdir. İşte bu selemdir ki,
ileride inşallah zikredilecektir.
İkincisi: Mevcuda tabi
olan ma'dum. Ma'dum olan kısım mevcuttan çok olsa da sonuç değişmez. Bu da iki
çeşittir. Bu çeşitlerden birinde ittifak, diğerinde ihtilaf edilmiştir. İttifak
edilen çeşit, bir meyve ağacından tek bir meyvenin ortaya çıkmasından (büdüvvü
salahı) sonra o meyvelerin satılmasıdır. İnsanlar bu sınıfın satışının caiz
olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Bunlardan bir tanesinin ortaya çıkması
halinde diğer meyveler akit esnasında henüz ortada olmasalar da satış caizdir.
Ancak bu satış ortaya çıkan meyveye tabi olarak gerçekleşmiştir. Bazen ma'dum
mevcuda bitişik olabileceği gibi, bazen de ayrı ayrı bulunabilir ve bazdan
henüz yaratılmamış olabilirler.
ihtilaf edilen,
içlerinden bazıları olgunlaştığı zaman karpuz ve acur gibi şeylerin
satılmasıdır. Bu konuda iki görüş vardır: Birincisi: Bostan tarlasını toptan
satmak caizdir. Müşteri ise adet olduğu gibi mahsul olgunlaştıkça parti parti
alır. Bu durum bir meyvenin ortaya çıkmasından sonra hepsinin satılması
gibidir. iki görüş içerisinde sahih olan ve ümmetin uygulamaya esas aldığı
görüş budur ki, bundan müstağni kalmalan mümkün değildir. Ne Kur'an ne hadis ne
icma ne de sahih bir kıyas bu uygulamayı yasaklamıştır. İmam Malik ve Medine
ehli ile iki içtihadından birine göre İmam Ahmed, bu görüşü benimsemişler.
Şeyhülislam İbn Teymiye
de bu görüşü tercih etmiştir.
Toptan satılmasına karşı
çıkıp, parti parti satılmasının gerektiğini söyleyenlerin bu sözü hem din hem
de örf açısından sağlıksızdır ve uygulaması da genellikle imkansızdır. Mümkün
olsa bile büyük güçlüklerle karşılaşılır. Bu da anlaşmazlığa ve kavgaya yol
açar. Müşteri büyük küçük hepsini almak ister, özellikle küçükler büyüklerden
daha güzelse onları bırakmak istemez. Satıcı ise buna razı olmaz. Bu konuda
geçerli olan bir örf de yoktu. Bazen tarla çok büyük olur ve müşteri olmuş
mahsulü tüketemeden yeni bir parti ortaya çıkabilir ve satılan kısımla yeni
yetişen birbiriyle kanşabilir, arasını ayırmak da güç olur. Aynı zamanda tarla
sahibinin her istediği zaman müşteri bulması ve sözleşme yapması da çok güç bir
iştir. Böyle olan bir uygulamayı şeriat emretmez. Zira bu ne mümkündür, ne de
meşrudur. Şayet insanlar buna zorlansalar malları bozulmaya, menfaatleri
muattal kalmaya mahkum olur. Sonra bu uygulama her bakımdan birbirinin aynı
olan iki grubu farklı muameleye tabi tutmak demektir. Acur gibi şeylerin ortaya
çıkması meyvelerin ortaya çıkması gibidir. Diğer kısımların sonradan yetişmesi
her iki grup için de aynıdır. Henüz yaratılmamış olanı yaratılmış olana tabi
kılarak değerlendirmek her iki grup için de birdir. Bütün bunlara rağmen iki
grubun arasını ayırmak birbirinin aynı olan iki şeyin arasını ayırmak gibidir.
Parti parti satılmasının
hem güç hem de fasit bir yol olduğunu gören bu şahıslar derler ki: Bu
olumsuzlukların giderilmesinin yolu mahsulü aslı ile (yani kökleriyle) birlikte
satmaktır. Onlara denir ki: Size göre toptan satış fasit ise, bu satış mevcut
olmayanı satmak demekse ve aldatmaya yol açıyorsa, hiçbir kıymeti olmayan
köklerin satışıyla bu olumsuzluk giderilemez. Kıymetinin olduğu söylense bile,
mahsule ödenen paraya nisbetle çok azdır. Müşterinin kökleri almak gibi bir
maksadı da yoktur. Bunun için para da ödemez. Sonra kökleri satmanın her iki
tarafa sağladığı yarar nedir ki, böyle bir şart koşulsun. İncir ve dut gibi,
zaman içerisinde peyderpey olgunlaşan meyveleri köküyle —ki bunlar işe yarar—
satma gibi bir şart bulunmadığına göre, acur ve karpuz gibi şeyleri hiç işe
yaramayacak kökleri ile beraber satmak nasıl şart koşulabilir. Burada amaç
ma'dum olanı mevcut olana tabi kılarak satmaktır. Ma'dumun herhangi bir tesiri
yoktur. Bu tıpkı kiralama konusunda, menfaat üzerine yapılan akit gibidir. Akit
konusu olan menfaat henüz ortada yoktur. Çünkü o menfaatin bir defada
vukubulması mümkün değildir. Şeriatların temelinde kulların menfaat ve
maslahatlannın gözetilmesi ve kendileri için mutlaka gerekli olan şeylerin kısıtlanmaması
vardır. Onların maslahatları, ancak böyle olursa tamamlanır.
Üçüncüsü: Hasıl olup
olmayacağı bilinmeyen, satıcısının da bu konuda emin olamadığı ve müşterinin
durumunu tehlikeye sokacak olan ma'dumdur. Şarl'ln satışını yasakladığı sınıf
budur, ama bu yasaklama ma'dum olması dolayısıyla değil, aldatmaca bulunması
dolayısıyladır. Hakim b. Hizam ile İbn Ömer (r.a.) hadisinde zikredilen şekil
bu gruptandır. Satıcı elinde olmayan ve teslim etmeye imkan bulamayacağı bir
malı. onu pazardan alıp müşteriye teslim etmek düşüncesiyle satarsa, bu kumara
benzer ki, iki tarafın da böyle bir sözleşmeye ihtiyacı yoktur. Dişi devenin
karnındaki yavrunun yavrusunu satmak da bu sınıftandır. Bu yasaklama sadece
yavrunun yavrusuna has değildir. Şayet devenin, ineğin veya cariyenin
karnındaki yavruyu da satsa, cahiliye adetlerinden olan bir satış olur. Bir
grup alim selem satışının elde olmayan şeyin satışının yasaklanmasından tahsis
edildiğini zannetmişlerse de öyle değildir. Çünkü selem zimmette garanti
edilen, sabit olan ve yerinde teslimine imkan bulunan bir satıştır. Bu satışta
bir aldatmaca veya tehlike sözkonusu değildir. Bilakis bu, malı, müsellem
ileyhin zimmetinde kılmaktır ki, onun da yeri geldiğinde o malı vermesi
vaciptir. Bu bir manada malın karşılığı olan parayı müşterinin zimmetinde
bekletmek gibidir. Birinde garantili olan para müşterinin zimmetinde, diğerinde
de garantili olan mal satıcının zimmetinde bulunmaktadır. Elde olmayan şeyi
satmak başka, bu ise daha başka şeylerdir. Şeyhimizin bu hadis üzerinde faydalı
bir açıklamasını görmüştüm. Burada onu naklediyorum: Şeyhimiz İbn Teymiye der
ki: Bu hadis üzerinde çeşitli görüşler vardır. Bir görüşe göre bu hadisten
maksat bir kimsenin başkasına ait olan muayyen bir malı satması, sonra o malı
sahibinden alarak müşteriye teslim etmesidir. Buna göre hadisin manası:
"Mal olarak yanında bulunmayan şeyi satma." demek olur. Bu tefsir
İmam Şafii'den nakledilmiştir. İmam Şafii, peşin olan selemi caiz görmüştür.
Bazen müsellem ileyhin elinde satmış olduğu şey bulunmayabilir. İmam Şafii,
bunu malların (a'yan) satışına hamletmiştir ki, zimmetteki satış ister peşin,
ister veresiye olsun o satış içinde değerlendirilmesin.
Başkaları ise derler ki:
Bu görüş çok zayıftır. Çünkü Ha*kim b. Hizam başkasına ait olan bir malı satmıyordu
ki, sonra gidip ondan satın alsın. Kendisine gelenler de filanın evini veya
kölesini istiyoruz, demiyorlardı. Yapılan şu idi: İnsanlar geliyor ve şöyle
şöyle bir yiyecek veya elbise istiyoruz, diyorlardı. O da: Olur, vereyim,
diyor, satışı yapıyor ve şayet istenen mal kendisinde yoksa gidip başkasından
alıyordu. Uygulama böyle idi. Bu sebeple demişti ki: "Bana gelip, bende
olmayan malı istiyorlar." Yoksa "Benden, başkasına ait olan malı
istiyorlar." dememiştir. İsteyen, muayyen bir mal değil, o cinsten
herhangi bir mal istemektedir ki, yenilecek, giyilecek ve binilecek şeyler için
o cinsten bir mal istemek o gün için geçerli olan adetlerdendi. Alıcının
maksadı ister aynısı, ister daha iyisi olsun belli bir şahsa ait mala sahip
olmak değildir. Bu yüzden İmam Ahmed ve bir grup alim ikinci görüşü benimseyip
şöyle demişlerdir: Hadis, umumi olarak elde olmayan bir şeyin zimmette
satışından yasaklanmasını gerektiriyor. Bu duruma göre, bir kimsenin, yanında
olmayan malı, selem akdi ile satması da yasaktır. Ancak ecelli selemin caiz
olduğuna dair hadisler varid olmuş ve bu hüküm peşin ı selem için geçerli
kalmıştır.
Üçüncü görüş —görüşlerin
en açığı budur—: Hadis-i şerif ne müeccel olan selemi, ne de peşin olan selemi
yasaklamıştır. Bu hadisle kastedilen şey, sahibi olmadığı ve teslimine de imkan
bulamaycağı malı zimmette satması ve o mala sahip olmadan önce ondan kar
sağlaması, sonra onu temin edip müşteriye teslim edebilmesidir. Buna göre
hadis, malın hazır olmaması durumunda, peşin selemden men etmektedir. Çünkü
zimmetinde peşin bir şey gerekmekte, ondan kar etmekte, ama onu vermeye
muktedir olmamaktadır. Satın almaya gittiğinde, belki o malı bulabilir, belki
de bulamayabilir Bu ise bir aldatmaca ve tehlike demektir. Selem peşin ise,
malın peşin olarak teslimi vaciptir. Halbuki o, buna muktedir olmadığı halde,
ilerde onu satın almak ve ele geçirmek düşüncesiyle satış yapmakta ve kar
sağlamaktadır. Belki de aldığı işi, malı satın alacağı kimseye devretmiş ve
kendisi hiç bir şey yapmamış, batıl yoldan kazanç sağlamıştır. Bu durumda,
selem peşin olur, müsellem ileyh de malı hemen vermeye muktedir olursa, bu
caizdir. İmam Şafii'nin dediği . gibi, müeccel selem caiz olursa, peşin selemin
caiz olması daha evladır.
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hadisinden maksadın bu olması, konuyu i»
açıklayan hususlardandır. Daha önce geçtiği gibi, soru soran şahıs, mutlak bir
şeyin zimmette satışını sormuştur. Şayet mutlak olan bir malın satışı caiz
olmazsa, elde bulunmayan muayyen bir malın satışının menedilmesi daha evladır.
Zimmetteki şeyin satışını sorduğu zaman, onun peşin olarak satışını sormuştur.
Çünkü,'Malı satayım, sonra gidip onu alayım ' demiştir. Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) de: "Yanında olmayan şeyi satma."
buyurmuştur. Peşin selem mutlak anlamda caiz olmasaydı, şöyle buyururdu: 'Bu
satışı yapma.' Malı yanında bulunsa da bulunmasa da, cevabı bu olurdu. Bu
görüşün sahibi der ki: Zimmette olan şeyi, satmak teslim edeceği şey yanında
olsa bile, caiz değildir. Şayet teslim edeceği mal yanındaysa, o durumda ancak
muayyen bir şey satıyor ve zimmette satış yapmıyor demektir. Hz, Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunu mutlak olarak yasaklamayıp, yalnızca:
"Yanında bulunmayan şeyi satma." buyurunca, O'nun —her ne kadar ikisi
de zimmette satış ise de— elinde bulunan ve teslimine muktedir olabileceği şey
ise böyle olmayan şeyin arasını ayırdığı anlaşılmıştır.
Bu konu üzerinde düşünen
kimse doğru olanın, üçüncü görüş olduğu sonucuna varacaktır.
Soru: Müeccel satış
zaruret dolayısıyla caizdir. —Bu beyu'l-mefalistir.— Çünkü satıcı, yanında
hemen teslim edecek malı olmazsa, bir müddet sonra teslim etmek üzere satış
yapmak ihtiyacını duyar. Peşin satışa gelince, malı müşterinin görme imkanı
olduğundan, sözkonusu malm niteliklerini belirterek zimmette satış yapmaya
gerek yoktur. Zira satıcı mutlak bir mal değil, yanında bulunan muayyen bir mal
satmaktadır.
Cevap: Selemin kaide
dışı bir uygulama olduğunu kabul etmeyiz. Aksine, malın vade ile teslimi,
paranın vade ile ödenmesi gibidir. Her ikisi de insanların maslahattan
gereğidir.
Satış esnasında ortada
olmayan malın satışı konusunda üç görüş vardır: Bir grup, İmam Şafii gibi —ki
ondan gelen meşhur rivayet budur—, mutlak malın satışım caiz görmekte,
nitelikleri sayılmış muayyen bir malın satışını caiz görmemektedir. İkinci
grup, İmam Ahmed ve İmam Ebu Hanife gibi, nitelikleri sayılmış muayyen malın
satışını caiz görmekte, mutlak malınkini caiz görmemektedir. Her iki çeşit
malın da satışının caiz olduğunu söylemek daha isabetlidir. Bu konuda İmam Şafii'ye
, onun başkasına söylediği gibi, şöyle denilir: Nitelikleri belirtilmiş mutlak
bir malı zimmette satmak caiz ise, aynı şekildeki muayyen bir malın satışının
caiz olması daha evladır. Çünkü mutlak maldaki aldatma, belirsizlik ve tehlike
oranı muayyen maldan daha çoktur. Mutlak bir buğdayı, niteliğini belirterek
satmak caiz ise, muayyen bir buğdaya niteliğini belirterek satmak daha evladır.
Hatta müşteri malı gördüğü zaman muhayyer olma kaydı olsa bile, muayyen malı
niteliğini belirterek satmak, yine caizdir. Ashab-ı kiramdan nakledilen bu
görüşü, Ebu Hanife ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed de benimsemiştir. İmam
Ahmed'in arkadaşlarından el-Kadi ve diğerleri satış lafzıyla yapılan peşin
selemi caiz görmüşlerdir.
Konunun hakikati şudur:
Şu veya bu lafız arasında fark yoktur. Zira sözleşmelerde, mücerret lafızlara
değil, sözleşmelerin hakikatına, ruhuna ve amacına itibar edilir. Teslim
alınması geciken mevcut malların satışı, para önceden ödeniyorsa "selef
diye adlandırılır. Müsned'de Hz. Peygamber'den (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
rivayet edildiğine göre O (yani Hz. Peygamber)meyveler ortaya çıkmadan (büdüvvü
salahından) önce bir bahçenin selem yoluyla satışını yasaklamıştır. Ortaya
çıktıktan sonra: "Bu bahçeden on vesk (bir Ölçü birimi, altmış sa' veya
bir katır yükü karşılığında kullanılır.) hurmayı sana selem yoluyla sattım.''
derse, caiz olur. Bu tıpkı "ortada yığılmış olarak (çec halinde) bulunan
hurmadan on vesk satın aldım" demesinin caiz olması gibidir. Fakat paranın
ödenmesi, hurmaların olgunlaşmasına kadar geciktirilir. Paranın ödenmesinde
acele edilirse, buna "selef* denilir. Çünkü selef, önceden geçip giden
şeydir. Salif ise mütekaddim, yani geçip giden demektir. Allah Teala'nın:
"Böylece onları geçmişin karanlıklarında bırakıp sonradan gelenlere ibret
örneği kıldık. "[Zuhruf, 56] buyurduğu ayet-i kerimesinde bu kelime
bulunmaktadır. Araplar önceden geçip gidenleri salife diye adlandırırlar. Hz.
Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "Salih selefimiz Osman b.
Maz'un'a yetiş." sözünde bu anlamda bir kullanış vardır. Ebu Bekir
es-Sıddik (r.a.): Tek başıma kalıncaya kadar onlarla savaşacağım."
anlamına gelen kinayeli ifadesinde boyun kelimesi yerine salife kelimesini
kullanmıştır.
Selef kelimesi, hem
borç, hem de selem anlamlarına gelmektedir. Çünkü borç veren kimse, borç
vermede, önce davranmış demektir. Hadis-i şerifte: "Alışveriş ve borç
helal değildir." ve "Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bir
adamdan ödünç olarak genç bir deve almış, borcunu öderken onun yerine altı
yaşında seçkin bir deve vermiştir." buyurulmuş ve bu hadislerde selef
kelimesi ve ondan türeyen şekilleri kullanmıştır. Yanında bulunmayan şeyi satan
kimsenin maksadı, kar etmekten başkası değildir. O bir tüccardır. Başkasına,
önceden parasını alarak bir mal satar, sonra gidip aynı paraya o malı alırsa, o
kimse hiçbir fayda sağlamadan boşa yorulmuş olur. Aynı zamanda bunu yapan
kimse, başkasına güvenmiş ve ona: "Bana para ver, sana şu malı
alayım," demiştir. Bu durumda, o da güvenilir kimsedir. Bir şahsın belli
bir ücretle mal satıp o parayı alması, sonra gidip aynı para ile o malı hemen
satın almasına gelince, akıllı bir insandan böyle bir davranış beklenmez. Evet,
şayet bir tüccarın paraya ihtiyacı varsa, önceden parayı alarak, sattığı malı
buluncaya kadar o parayı çalıştırır ve ondan yararlanırsa, işte bu müeccel
selem uygulamasında olabilir. Beyu'l-mefalis diye adlandırılan alış-veriş şekli
budur. Çünkü o tüccar, iflas etmiş biri olarak paraya muhtaçtır. Sattığı mal
da, o anda elinde yoktur. Fakat bir yerden geleceğini beklediği şeyler vardır
ve buna binaen zimmette satış yapar. Bu ancak ihtiyaç dolayısıyla yapılır.
Bunun dışında böyle bir şey yapılmaz. Ancak hemen parayı ticaret yoluyla
kullanmak maksadı veya bu yolla selem dolayısıyla kaybettiğinden daha çok kar sağlayacağı
düşüncesi müstesna. Parayı peşin alarak malım satan kimse, daha ucuza mal
vermekte, alıcı taraf da malını ilerde teslim alarak, hemen teslim almaya
nazaran daha ucuza aldığını bilmektedir. Yoksa bir alış-verişte bulunması
beklenmezdi. Çünkü hiçbir fayda sağlayamazdı. Parayı önce vermekle dini yönden
bir mükafaat bekliyor olsaydı, bu parayı borç olarak verirdi. Malı, teslim alma
vaktine göre, daha ucuz olarak aldığım zannetmeseydi selem sözleşmesi yapmazdı.
Müeccel selem çoğunlukla, satıcı durumdaki kimsenin ihtiyacından dolayı
yapılır.
Peşin seleme gelince,
şayet mal satıcının yanındaysa, belki paraya ihtiyacı vardır ve malını bazen
göstererek, bazen da niteniklerini belirterek satar. Şayet elinde mal yoksa,
böyle bir muamele ile ticaret yapmayı ve kar etmeyi amaçlamış, belli bir fiata
malı satıp, daha ucuza almayı planlamıştır.
Sonra bu tahmini belki
düşündüğü gibi gerçekleşir, belki de gerçekleşmez ve o malı ancak daha pahalı bir
fiyatla temin edebilir ve tabii ki pişmanlık duyar. Şayet daha ucuza temin
ederse ve umduğu fiyat'tan alma imkanı olursa selem konusu olan şeyi alıcıya
takdim eder. Aksi durumda ise zarar eder ve teslim edemez. Bu ise kumar ve
tehlike demektir. Tıpkı kaçan bir köleyi ve deveyi değerinden düşük bir fiyatla
satmak gibidir. Ele geçerlerse satıcı, ele geçmezlerse müşteri pişman olur.
Aynı şekilde gebe bir hayvanın yavrusunun yavrusunu {habelü'l-habele} veya gebe
hayvanın ceninini (melakih) ya da erkek hayvanın sulbünde, yani menisinde
tasavvur edilen şeyi (medamin) vb. satmak da böyledir. Çünkü bunlar belki vücud
bulur, belki bulmaz. Yanında bulunmayan şeyi satan kimse, kumar ve şans oyunu
gibi, temini mümkün olabilecek ve olmayabilecek cinsten şeyler satan kimse
gibidir.
İki türlü tehlike
vardır. Birincisi: Ticari tehlikedir ki bu, satmak ve kar etmek düşüncesiyle
bir malı almak ve bu hususta Allah'a tevekkül etmektir. İkincisi: Batıl yoldan
kazanç sağlamaya sebep olan şans oyunlarıdır ki, Allah ve Rasulü bu çeşit
kazancı haram kılmıştır. Bunlar mülamese ve münabeze satışları, gebe hayvanın
ceninini veya cenininin ceninini satmak yada erkek hayvanın sülbündekini
satmak, ortaya çıkmadan önce meyveleri satmak gibi şeylerdir. Bu çeşit
satışlarda bir taraf aldatmış ve zulmetmiş, diğer taraf da zulme uğramıştır.
Satmak için mal alan tüccarın durumu farklıdır. Sonradan fiyatların ucuzlaması
yalnızca Allah'tandır. Bu satıcı zulme uğramış gibi şikayette bulunmaz. Yanında
bulunmayan şeyi satmak ise, kumar ve şans oyunu gibidir. Çünkü o kimse yanında
bulunmayan bir malı satarak kar etmeyi amaçlamıştır, müşteri ise onun malını
önce satıp, sonra başkasından satın aldığını bilmemektedir. Birçok insan bu
durumu bilse, o kimseden alış-veriş yapmaz. Bilakis gider onun satın aldığı
yerden alır. Bu risk ticaret riski değil, teslim edemeyeceği malı satmakta
acele davranma riskidir. Tüccar bir malı satın aldığı zaman onun mülkiyetine
girer ve bu merhaleden sonra ticaret riski sözkonusu olur ve Allah Tealanın şu
ayetinde helal kıldığı ticari yoldan satışını yapar: "Aranızda karşılıklı
rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı batıl (haksız ve haram
yollar) ile yemeyiniz.[Nisa, 29] Allah en iyi bilendir.
Sonraki sayfa için
aşağıdaki link’i kullan:
E) HZ.
PEYGAMBER'İN (S.A.) TAŞ ATIMI, ĞARAR, MULAMESE VE MÜNABEZE SATIŞLARI HAKKINDAKİ
HÜKÜMLERİ