ZADU’L-MEAD |
ALTINCI KİTAP PEYGAMBER'İN (S.A.) VERDİĞİ HÜKÜMLER, EVLİLİK, ALIM-SATIM |
ANA SAYFA
Kur’an Hadis Sözlük Biyografi
E) NİKAHTA DENKLİK
1- Kişinin Bağışladığı Hürriyetini
Mehir Sayarak Cariyesiyle Evlenme Konusundaki Hükmü
2- İzne Bağlı Nikahın Sıhhati
3- Nikahta Denklik (Kefaet)
4- Denklik Aranacak Konular
5- Köle ile Nikahlı İken Hürriyetine
Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı
6- Sözleşmeli (Mükateb) Köle
Konusundaki Fıkhı Hükümler
7- Vela Hakkı
8- Köle ile Nikahlı İken Hürriyetine
Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı
9- Hür Koca İle Nikahlı İken
Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı İhtilaflıdır
10- Hz. Peygamber'in (s.a.) Eşler
Arasında Aracılık Yapması
11- Sadaka Satılabilir ve Hibe
Edilebilir
1- Kişinin Bağışladığı
Hürriyetini Mehir Sayarak Cariyesiyle Evlenme Konusundaki Hükmü:
Sahih'de rivayet
edilmiştir: Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) Safiyye'yi azad etti ve
bahşettiği hürriyetini kendisine mehir yaptı. Enes'e: "Mehir olarak ne
verdi?" diye soruldu. O: "Kendisini mehir yaptı." diye cevap
verdi. Bunun cevazını Hz. Ali (r.a.) de benimsemiş, Enes b. Malik de böyle
yapmıştır. Tabiilerin en alimi ve efendisi Said b. el-Müseyyeb, Ebu Seleme b.
Abdurrahman, Hasan el-Basri, Zühri, Ahmed, İshak hep aynı görüştedirler.
İmam Ahmed'den başka bir
rivayet daha vardır. Ona göre; nikahına, izni ile yeniden başlamadıkça caiz
olmaz. Eğer nikaha yaklaşmazsa, (kendisini evlenmek amacı ile azad eden
efendisine) kendi kıymetini ödemesi gerekir.
İmam Ahmed'den, üçüncü
bir rivayet daha vardır. Ona göre de efendi bir adamı vekil tayin eder. Vekil
onu, azad ettiği cariyesi ile evlendirir.
Sahih olan, sünnete
uygun düşen, sahabe kavillerine ve kıyasa uygun olan birinci görüştür. Çünkü
efendi cariyenin mülkiyetine sahipti. Cariye sahibi, onun rakabesindeki
mülkiyet hakkını düşürdü, kadınlığından istifade mülkiyetini ise nikahla baki
bıraktı. Cariyeyi azad edip de, kendisine hizmet etmesini şart koşması, hizmet
menfaatini azaddan istisna etmesi caiz olduğuna göre, bunun evleviyetle caiz
olması lazım gelir. Hizmet menfaatinin azaddan istisna edilmesi mevzuu daha
önce Hayber gazası anlatılırken izah edilmişti.
2- İzne Bağlı Nikahın
Sıhhati:
Sünen'de İbn Abbas'tan
rivayet edilmiştir: "Bakire bir kız, Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) geldi ve babasının kendisini zorla evlendirdiğini söyledi. Allah Resulü
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) onu (nikahı kabul edip etmemekte) muhayyer
kıldı."
İmam Ahmed, bu hadisin
gereği ile hükmetmiştir. Salih'in rivayetinde, amcası tarafından evlendirilen
küçük (erkek) çocuğu hakkında İmam Ahmed: "Herhangi bir vakitte rıza
gösterirse caizdir. Rıza göstermezse fesheder." demiştir. Oğlu Abdullah da
ondan şu nakilde bulunur: "Yetim kız çocuğu evlendirildiğinde, baliğ
olduğu zaman kendisinin muhayyerlik hakkı vardır." Yine İbn Mansur, İmam
Ahmed'den şöyle nakleder: Süfyan'ın, "Evlendirilen ve zifafa girilen yetim
bir kız çocuğunun, kocasının yanında hayız görmesi (buluğa ermesi) durumunda
kız muhayyer olur. Eğer kendi nefsini dilerse, evlilik vaki olmaz. Kendisi
üzerinde başkalarından daha çok hak sahibidir. Eğer, kocamı seçtim derse,
onların nikahlarına şahit olsunlar." şeklindeki sözü, imam Ahmed'e
anlatılınca: "Güzel!" demiştir.
Hanbel'in rivayetinde
ise, kölenin efendisinden habersiz evlenmesi, sonra efendisinin durumdan
haberdar olması hakkında İmam Ahmed: "Eğer dilerse efendi boşar, talak
efendisinin elindedir. Eğer evliliklerine izin verirse talak, köle kocanın
elindedir." der. "Efendi boşar." sözünün manası; akdi iptal eder,
yürürlüğe girmesine mani olur, onaylamaz, demektir. Kadı bu şekilde
yorumlamıştır. Bu, nassın zahirine aykırıdır. Sözkonusu bu görüş Ebu Hanife ve
bazı tafsilatla birlikte Malik'in görüşleridir. Kıyas, bu görüşün sahih
olmasını gerektirmektedir. Zira iznin, icap ve kabulü öne geçmesi caiz olunca,
gecikmesi de caiz olmalıdır.
Yine akdin feshedilmek
üzere mevkuf kılınması caiz olunca, icazet vermek üzere mevkuf kılınması
(bekletilmesi) da caiz olmalıdır. Vasiyyet gibi. Zira önemli olan, karşılıklı
rızadır. Bunun da akdin in'ıkadından sonra meydana gelmesi, başlangıçta meydana
gelmesi gibidir. Sonra satış akdinde muhayyerlik şartının aranması, aslında
akdin, muhayyerlik hakkı ile kabul ya da reddini isteyebilecek tarafın
icazetine bağlanması demektir. Tevfik Allah'tandır.
3- Nikahta Denklik
(Kefaet):
Allah, insanların
birbirlerine karşı olan durumlarını şu ayetlerde belirtmiştir:
"Ey insanlar!
Doğrusu Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız
için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerli
ve üstün olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.[Hucurat, 13]
"Mü'minler, ancak
kardeştirler. "[Hucurat, 10]
"Mü'min erkeklerle
mü'min kadınlar, birbirlerinin velileridirler:[Tevbe, 71]
"Rablan, onların dualarını
kabul etti: Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun kadın olsun
çalışan hiçbir kimsenin işini boşa çıkarmayacağım."
Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) de şöyle buyurur:[Al-i İmran, 195]
"Ne Arabın (Arap
olmayana) ne de Arap olmayanın Arab'a, ne beyazın siyaha, ne de siyahın beyaza
üstünlüğü vardır. Üstünlük ancak takva iledir. İnsanlar Adem'dendir. Adem ise
topraktandır."
"Falanca sülale
benim dostlarım (velilerim) değildir. Benim dostlarım, nasıl ve nerede
olurlarsa olsunlar, takva sahipleridir."
Tirmizi'de:
"Dininden ve ahlakından hoşnut olduğunuz birisi size (kızınızı istemek
üzere) geldiğinde, onu evlendiriniz (kızınızı veriniz). Eğer bunu yapmazsanız
yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur." buyurduğu nakledilir. "Ya
Rasulallah! Onda (istemediğimiz bazı şeyler) olsa da mı?" dediler. Bunun
üzerine Rasulullah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) üç defa: "Dininden ve
ahlakından hoşnut olduğunuz birisi size geldiğinde, onu evlendiriniz."
buyurdu.
Allah Rasulü (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) Beyazaoğullarına: "Ebu Hind'i evlendiriniz. Onu
nikahlayınız." buyurmuştur. Ebu Hind hacamatçı idi.
Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) Kureyşli olan Zeyneb bt. Cahş'i, kölesi Zeyd b.
Harise ile evlendirmiş, yine Kureyşli ve Fihr soyundan olan Fatıma bt. Kays'ı
Zeyd'in oğlu Üsame'ye vermişti. Bilal b. Rabah, Abdurrahman b. Avf'ın bacısını
almıştı. Yüce Allah: "Temiz kadınlar, temiz erkeklere; temiz erkekler de
temiz kadınlara yaraşır."[Nur, 26] "Kadınlardan hoşunuza gidenleri...
nikahlayınız."[Nisa, 3] buyurmaktadır.
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) hükmü, denklik konusunda dinin, hem esasta hem de
evliliğin kemalinde itibara alındığını ortaya koymaktadır. Müslüman bir erkek
kafir kadın ile, iffetli bir kadın da facir (günahkar, iffetsiz) bir erkekle
evlendirilemez. Bunun ötesinde ne Kur'an ne de sünnet, denklik hususunda başka
bir şeye itibar etmemişlerdir. Şöyle ki: Allah Teala müslüman bir kadının,
iffetsiz zinakar bir erkekle nikahlanmasını haram kılmış; soyuna sopuna, sanatına*
zenginliğine, hürriyetine bakmamıştır. Eğer iffetli ve müslüman ise, halis bir
kölenin de, soylu, zengin ve hür bir kadınla evlenebileceğine hükmetmiştir.
Kureyşli olmayanlar için Kureyşü kadınların nikahını caiz kılmış, Haşimi
olmayanların Haşimi kadınları, fakirlerin zengin kadınları
nikahlayabileceklerini hükme bağlamıştır.
4- Denklik Aranacak
Konular:
Denkliğin, hangi
hususlarda dikkate alınacağı konusu fakihler arasında tartışmalıdır.
Zahir mezhebinde İmam
Malik: "Denklik dinde aranır." demiştir. Kendisinden yapılan bir
rivayette de, "Üç hususta aranır: Din, hürriyet ve ayıplardan uzak
olmak." demiştir.
Ebu Hanife: "Neseb
ve dinde aranır." demiştir.
İmam Ahmed bir
rivayette: "Sadece din ve nesebtedir." demiş; başka bir rivayette
ise: "Beş şeyde aranır: Din, neseb, hürriyet, zanaat ve mal."
demiştir.
Nesebe itibar konusunda
da İmam Ahmed'den iki rivayet mevcuttur: Birincisi: Arap, Arab'a denktir. (Arap
olmayan Araba denk oİamaz.) İkincisi: Kureyş'e ancak Kureyşli denktir. Haşimoğulları'na
ancak yine Haşimoğulları'ndan biri denk olabilir.
Şafii imamları ise:
"Denklik din, neseb, hürriyet, zanaat ve nefret uyandırıcı kusurlardan
uzak olma konularında aranır." demişlerdir.
Bunlara göre varlıklı
olma konusunda üç görüş vardır: 1) İtibar edilir, 2) Edilmez, 3) Şehirli ise
edilir, badiyeden (köy vb. den) ise edilmez.
Bunun sonunda şu
neticeler ortaya çıkar: Arap olmayan Arab'a; Kureyşli olmayan Kureyş'e;
Haşimoğulları'ndan olmayan, Haşimoğulları'na; sıradan insanlar meşhur alim ve
salihlerin ailelerine, köle hür kadına; azad edilmiş köle, aslen hür kadına,
babalarından biri köle olan, ne kendisine ne de babalarından birisine kölelik
bulaşmayan bir kadına denk değildir. Annelerin köle olması durumunun etki edip
etmeyeceğinde iki görüş vardır. Kendisinde akdin feshini gerektirecek bir ayıp
bulunan, böylesi bir ayıptan salim olan kadına denk olamaz. Feshi gerektirici
olmayan, fakat nefret doğuran körlük, kesiklik ve hilkat çirkinliği gibi
ayıplar hakkında iki görüş bulunmaktadır, Ruyani'nin tercihine göre, böylesi
ayıp bulunanlar da denk olmaz. Yine hacamatçı, dokumacı (haik) ve bekçi;
tüccar, terzi vb. zanaat erbabının kızlarına denk değildir. Yine, esnaftan biri
(ehl-i hırfet), alimin kızma; fasık (ahlakı zayıf), iffetli bir kadına; ehl-i
bid'at, sünni kızma denk değildir.
Ancak kefaet (denklik),
çoğunluk alimlere (cumhur) göre kadının ve velilerin hakkıdır.
Sonra bunlar ihtilaf
etmişlerdir. Şafiiler: "Bu hak şu anda velayeti elinde
bulunduranındır." demişlerdir. Bir rivayette İmam Ahmed: "Uzak yakın
bütün velilere aittir. Bunlardan razı olmayan herhangi biri akdi
feshedebilir." demiştir. Üçüncü bir rivayette ise İmam Ahmed: "Bu,
Allah hakkıdır. Velilerin bu hakkı düşürerek rıza göstermeleri sahrh
değildir." demiştir. Ancak bu rivayete göre, itibar edilen sadece dinde
denkliktir. Ne hürriyet ne varlıklı olmaya, ne zanaat ne de nesebe itibar
yoktur. Çünkü ne İmam Ahmed, ne de ulemadan biri: "Bir fakirin, rızası ile
ile zengin bir kadınla evlenmesi durumunda nikahı batıldır." dememişlerdir
ve yine, ne o ne de bir başkası: "Haşimi bir kadının, onlardan olmayan bir
erkekle; Kureyşli bir kadının, Kureyşli olmayan bir erkekle nikahlarının batıl
olduğu" kanaatinde değillerdir. Biz buna dikkatleri çekiyoruz. Çünkü
Hanbeli ulemasından birçoğu, kefaet (denklik) konusunda bunun aksini
naklediyor, kefaet acaba Allah hakkı mıdır, yoksa kul hakkı mı? diye soruyor ve
(sadece dinde olduğu kaydını getirmeden, Allah hakkıdır diye) mutlak olarak
zikrediyorlar. Öbür taraftan da "Denklik şu sayılan hususlardadır..."
diyorlar. (Tabii bu da yanlış anlamaya sebep oluyor.) Burada işi ciddi
tutmadıkları ve yeterince tahkik etmedikleri ortadadır.
5- Köle ile Nikahlı İken
Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı:
Sahihayn ve Sünen'de
mevcuttur: Berire, sahipleri ile mükatebe sözleşmesi yapmıştı. Hz. Peygamber'e
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) gelip yaptığı akit hakkında soru sordu. Hz. Aişe:
"Eğer sahiplerin, onu benim ödememi ve velayetinin de bana ait olmasını
arzu ederlerse, ben bunu yaparım." dedi. Berire bunu sahiplerine söyledi.
Onlar, vela hakkı kendilerinin olmadıkça buna yanaşmadılar. Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), Aişe (r.a.) validemize: "Onu satın al ve
(zararı yok) vela hakkını da onlara şart koş. Vela hakkı ancak azad edene
aittir." buyurdu. Sonra bir hutbe irad ederek insanlara: "Bazı
insanlara ne oluyor ki, Allah'ın kitabında olmayan şartlar ileri sürüyorlar?
Kim Allah'ın kitabında bulunmayan bir şart ileri sürerse, o batıldır. İsterse
yüz şart olsun. Allah'ın hükmü, yerine getirilmeye daha layıktır. Allah'ın
şartı daha sağlamdır. Şüphesiz ki, vela hakkı, ancak azad edene aittir."
buyurdu.
Sonra Rasulullah
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) Berire'yi, kocasının nikahı altında kalmak ya da
nikahı feshetme arasında muhayyer bıraktı. O da feshetmeyi tercih etti. Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem): "(Bak!) O senin kocan, çocuğunun
babası!" dedi. Berire: "Ya Rasülallah, bu bir emir mi? (Bana bunu
emrediyor musun?)" diye sordu. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem): "Hayır, ben sadece bir aracıyım." buyurdu. O ise:
"Benim ona ihtiyacım yok" dedi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) onu muhayyer bıraktığında: "Eğer o sana yaklaşırsa, artık sana
muhayyerlik yok." buyurdu ve iddet beklemesini emretti. Kendisine sadaka
olarak et verilmişti; Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) ondan yedi
ve: "O, sana sadaka, bize ise hediyedir." buyurdu.
6- Sözleşmeli (Mükateb)
Köle Konusundaki Fıkhı Hükümler:
Berire hadisinden şu
fıkhı hükümler çıkıyor:
1- Cariyenin mükatebe
sözleşmesi yapması caizdir.
2- Ödeme hususundaki
acziyeti efendisi tarafından teslim edilmese bile, mükateb kölenin satımının
caiz olması. imam Ahmed'in meşhur görüşü de budur. İfadelerinin çoğunluğu bu
şekildedir. Ebu Talib rivayetinde: "Mükatebe sözleşmesi yaptığı cariyesi
ile cima edemez. Görmez misin, onu satmaya da kadir değildir." demiştir.
Ebu Hanife, Malik ve Şafii de böyle söylemişlerdir. Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) Aişe validemizin, Berire'yi satın almasını, sahiplerinin de
satmasını tasvip etmiş ve, "Taksitlerini ödemeden aciz kaldı mı, kalmadı
mı?" diye sormamıştır. Berire'nin, Hz. Aişe'den kendisine yardımcı olması
için ona gelmesi, acziyetini gerektirmez. Hem sonra mükateb kölenin satımında
kıyasen de bir mahzur yoktur. Zira onun satılmış olması kitabet akdini iptal
etmez. Çünkü müşterinin yanında da, satıcının yanında olduğu gibi olur. Eğer
taksitlerini Öderse, azad olur; eğer ödemekten aciz kalırsa müşterinin, onu
satıcının yanında olduğu gibi eski kölelik haltne döndürme hakkı vardır. Eğer
sünnet, mükatebin satışının caiz olduğu hükmünü getirmeseydi, kıyas onu zaten
gerektirirdi.
Pek çokları mükatebin
satımının caiz olduğu üzerinde kadim icma bulunduğunu iddia etmişler, şöyle
demişler: Berire olayı herkesin nakli ile gelmiştir. Medine'de bu olayı
bilmeyen kimse yoktu. Zira mü'minlerin annesi ile ashabtan bir grup arasında
cereyan etmiş bir pazarlıktı. Sonra Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem)
cuma günü olmadığı halde onun satımı hakkında bir hutbe irad buyurmuştu. Bundan
daha meşhur bir şey olur mu? Sonra kocasının, Berire'nin peşi sıra Medine
sokaklarında ağlayarak dolaşması, meseleyi kadınlara ve çocuklara da
duyurmuştu. Böylece bundan, kesin olarak bu konuda ashabın icmaı olduğu ortaya
çıkar. Zira böylesi apaçık bir herkesçe bilinen bir konuda bir sahabinin çıkıp
da Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve Sellem) muhalefet etmesi düşünülemez.
Bize ashaptan birisinden, mükatebin satışını menettiğini de gösteremezsiniz.
Sadece İbn Abbas'tan isnadı bilinmeyen şaz bir rivayet bulunmaktadır.
Mükatebin satışını caiz
görmeyenler kendilerine iki gerekçe bulmuşlardır: Birincisi: "Berire
taksitlerini ödemekten aciz kalmıştı." şeklindedir ve bu Şafiilere aittir.
İkincisi ise: "Satış akdi, mükatebe bedeli üzerine kurulmuştur, Berire'nin
üzerine değil." Bu da Malikiler'e aittir.
Aslında bu iki gerekçe
hadisten daha çok ispatlanmaya muhtaçtır ve hiçbiri de makul değildir.
Birinci gerekçeyi ele
alalım: Hiç şüphe yoktur ki, bu olay Medine'de olmuş ve buna Hz. Abbas ile,
oğlu Abdullah (ibn Abbas) şahit bulunmuşlar' dır. Mükatebe akdi, her sene bir
okiyye (40 dirhem) olmak üzere dokuz tak sit üzere yapılmıştı ve henüz bir şey
ödememişti. Yine hilafsız, Hz. Abba;ve oğlu Mekke'nin fethinden sonra Medine'ye
ikamete gelmişlerdi ve Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bundan sonra
iki yıldan biraz fazla yaşamıştı. Bu durumda acziyet, ve taksitlerin gününün
dolması nasıl söz konusu olabilir?
Yine Berire, "Aciz
kaldım." dememişti. Hz. Aişe de ona: "Aciz mi kaldın?" diye
sormamıştı. Sahipleri de acze düştüğüne dair bir şey söylememişler, Hz.
Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) de aczine hükmetmemiş, böyle bir
tavsifte ve ihbarda bulunmamıştı. Bu durumda, isbatından aciz kaldığınız bu
acziyeti nereden çıkarıyorsunuz?
Hem Berire, Hz. Aişe'ye:
"Sahiplerimle her sene bir okiyye ermek üzere dokuz okiyye üzerinde
anlaştım. Bana yardım etmeni arzuluyorum." demişti de, "Onlara bir
şey ödemedim" veya "Üzerimden birkaç taksit geçti, ödemekten aciz
kaldım." veya "Sahiplerim ödeyemeyeceğime hükmettiler." vs.
dememişti.
Sonra farzedelim ki,
sahipleri onun aczine hükmettiler; o zaman eski köle haline dönerdi. O zaman da
Berire, çoktan ortadan kalkmış bir iş (mükatebe akdi) için koşturup Hz. Aişe'den
yardım istemeye gelmezdi.
Şöyle denebilir: Hz.
Aişe'nin, "Eğer sahiplerin, seni satın alıp azad etmemi ve vela hakkının
da benim olmasını arzu ederlerse, ben bunu yaparım." sözü ile, Hz.
Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem), "Onu satın al ve azad et"
buyurması, onun aciz kaldığına delalet eder. Zira bu ifadeler, Hz. Aişe'nin bir
azad etme işini kurması anlamına gelir. Mükatebin azadlığı ise borcunu ödemesi
iledir. Efendisinin azad işini yeniden kurması ile değildir. Denilir ki,
bunları kitabetin batıl olduğu görüşüne sevkeden şey işte budur. İtiraza devam
ediyorlar: Malumdur ki mükatebe akdi, ancak ya mükatebin ödeyememesi, aciz
kalması ya da kendi kendisinin aczini kabullenerek vazgeçmesi ile batıl olur.
Bu takdirde de köleliğe döner. Bu durumdan satış akdi mükateb üzerine değil,
köle üzerine gerçekleşmiş olur.
Buna şu şekilde cevap
verilir: Azad işinin satın alınma üzerine tertib edilmesi, onun ilk kez
kurulmasına (inşası) delalet etmez. Çünkü bu, müsebbebin (sonucun) sebebi
üzerine tertibi olmaktadır. Hz. Aişe, onun mükatebe borcunu toptan olarak peşin
ödemeyi isteyince, onun bu durumu, Berire'nin azad edilmesine sebep olmuştu.
Bizzat siz de diyorsunuz ki, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem),
"Hiçbir oğul, babasının hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bulup
satın alır ve azad ederse o başka." hadisindeki, "satın alır ve azad
ederse" kısmı müsebbebin sebebi üzerine tertibi kabilindendir. Çünkü
bizzat satın alması ile, baba oğulun mülkiyetinde hürriyet kazanır, onu azad
etmesine (böyle bir inşaya) ihtiyaç yoktur. (Berire hadisinde de durum
aynıdır.) İkinci gerekçeye gelince; onun durumu apaçıktır ve olayın ifade akışı
(siyak) onu iptal etmektedir. Zira Hz. Aişe, onu satın almış ve azad etmişti.
Vela hakkı da kendisine aitti. Bunda şüphe yoktur. Hz, Aişe malı satın
almamıştı. Mükatebe bedeli mal, taksite bağlanmış dokuz okiyye idi. Onlara
hepsini birden saymış ve zimmetindeki maidan hiç söz etmemişti. Hiçbir şekilde
maksadı da o değildi. Hz. Aişe'nin taksite bağlanmış dirhemleri aynı sayıdaki
dirhemlerle peşin olarak satın alması gibi bir maksadı yoktu.
3- Berire hadisinden
çıkarılan bir diğer hüküm de, paraların (altın ve gümüş) miktarları farklı
değilse, onları (tartmak yerine) sayarak da muamele yapmak caizdir.
4- Akitte taraflardan
hiçbirinin, Allah ve Rasulü'nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) hükmüne muhalif
şart ileri sürmesi caiz değildir. "Allah'ın kitabında olmayan"
ifadesinin manası, "Allah'ın hükmünde cevazı olmayan" demektir.
Yoksa, "Kur'an'da zikri ve mübahlığı geçmeyen" manasına değildir.
Hadiste geçen "Allah'ın hükmü, yerine getirilmeye daha layıktır.",
"Allah'ın şartı daha sağlamdır." ifadeleri buna delalet eder.
Fasit şart ileri sürülen
akdin, sahih olacağını ve akdin o şart sebebiyle batıl olmayacağım söyleyenler
bu hadisle istidlal ederler. Bu tartışmalı bir konudur ve tafsile ihtiyaç
vardır. Hangisinin doğru olduğu, hadisin manasının açıklanması durumunda ortaya
çıkar. Zira hadiste geçen: "Vela hakkını onlara şart koş. Vela hakkı,
ancak azad edene aittir.*' ifadesi, bir problem arzetmiştir. Çünkü hem şart
koşması için Aişe'ye izin vermiş, hem de bir mana ifade etmeyeceğini
söylemiştir. İmam Şafii bu ifadeyi tenkide tabi tutmuş ve: "Hişam b. Urve
bu ifadeyi, yalnız başına rivayet etmiştir. Diğer raviler ise ona muhaliftirler."
diyerek hadisin bu kısmını reddetmiş, sabit görmemiştir. Ancak Buhari, Müslim
ve diğerleri, hadisi bu şekliyle tahric etmişler ve tenkit etmemişlerdir.
Bildiğimiz kadarıyla Şafii'den başka hadisi muallel bulan yoktur.
Sonra manasında ihtilaf
etmişler ve: "Hadisteki lam harfi asli (lehine) manasında değil, ala
(aleyhine) manasındadır.'' demişlerdir.
Nitekim İsra suresi
(7.ayeti) ndeki "Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz.
Kötülük ederseniz, o da kendi aleyhinizedir." ayetindeki ... ifadesindeki
lam aleyha manasınadır. [Fussilet, 46] ayeti de buna delildir.
Bir grup buna itiraz
ederek, ayetin siyakı ile harfin konumunun hadistekinden farklı olduğunu
belirtmişlerdir. Çünkü ayet, nefsin lehine ve aleyhine olan arasında bir ayırım
yapmıştır. ifadesinde ise böyle bir durum yoktur.
Bir başka grup ise şöyle
demiştir: Lam harfi, asli manası üzerinedir. Ancak sözde hazfedilmiş (düşmüş)
bir kısım vardır. Hadisteki bu kısım:
= Onlara ister şart koş, ister koşma. Çünkü koşulan
şart, Allah'ın kitabına muhalif olduğu için bir mana ifade etmeyecektir."
şeklindedir.
Bu yoruma, "delili
olmayan bir şeyin gizlenmesini gerektirdiği, böylesi delilsiz bir şeyi bilmenin
de bir nevi gaybı bilmek olduğu" belirtilerek itiraz edilmiştir.
Bir başka grup ise:
Buradaki emir İbaha için değil, tehdid içindir. = İstediğinizi yapın."
ayetindeki emir sigası gibidir, demişlerdir. Bunun saçmalığı da, bir önceki
yorumda olduğu gibi ortadadır. Hz. Aişe'nin ne suçu var ki tehdide maruz
kalsın! Olayın anlatılışında tehdidi gerektiren şey nerede?! Evet. Doğrusu
tehdide layık olan kendileridir, mü'minlerin annesi değil!
Dördüncü bir grup:
"Hayır buradaki emir kipi, ibaha ve izin içindir ve bu tür şartların
koşulması caizdir. Mükatebin vela hakkı, satıcının olur." demişlerdir.
Bazı Şafiiler böyle düşünüyorlar. Bu yorum, öncekilerin hepsinden daha da
kötüdür. Bizzat hadisin sarih ifadesi, bu yorumun batıl olduğunu ve
reddedilmesini gerektirir.
Beşinci bir grup şöyle
diyor: Bu izin Hz. Aişe'ye, sadece bu şartın batillığının ortaya çıkmasına,
fert ve toplum olarak herkesin bunu bilmesine ve hükmün yerleşmesine vesile
olsun diye verilmiştir. Berire'nin sahipleri, Hz. Peygamber'in (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) bu husustaki hükmünü öğrenmişlerdi, buna rağmen vela hakkı
kendilerine şart kılınmadan ikna olmamışlardı. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) Hz. Aişe'ye şart koşma hususunda izin verip, sonra bir de hutbe irad
ederek, koşulan bu şartın batıl olduğunu, insanların içinde ilan etmek
suretiyle onları cezalandırdı. Bu uygulama, şer'i ahkamdan birisini ortaya
koydu. O da şudur: Akidde batıl bir şart ileri sürülmüşse, ona riayet etmek
caiz değildir. Eğer Hz. Aişe'ye şart koşma izni verilmeseydi, bu hüküm
bilinmezdi. Zira hadis, "vela hakkının azad edenden başka birisine ait
olması" hükmünün (şartının) fasid olduğunu içermektedir.
Şart koşulduğunda, bunun
batıl olduğu, bizzat Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) batıllığını
açıkça ifade etmesinden anlaşılmaktadır. Belki de Berire'nin sahipleri,
"Şayet şart koşulursa, her ne kadar mutlak akdin gereğine ters ise de, ona
riayet etmek gerekir." düşüncesinde idiler. Ama Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem), şartsız iptal ettiği gibi, şart koşulmuş olduğu halde bile
onu iptal etmiştir.
Şöyle denebilir: Şartı
ileri süren kimsenin maksadı, koşulan şartın iptal edilmesiyle
gerçekleşmeyince, ya ona fesih hakkı verilmelidir, ya da gözetip de elde
edemediği menfaat oranında bir iade yapılmalıdır. Oysa ki Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), bu ikisinden hiç birine hükmetmemiştir.
Cevap: Sizin bu
söylediğiniz, şartı ileri süren tarafın, şartın fasid olduğunu bilmemesi
durumunda sözkonusudur. Ama batıl olduğunu, Allah'ın kitabına ters düştüğünü
bile bile şartı ileri sürmüşse; o kişi, böyle bir şartı ileri sürme cür'etini
gösterdiği için asi ve günahkar olur. Dolayısıyla da ne fesih, ne de geri iade
hakkı olmaz. Berire'nin sahiplerinin tavrı, bu ikinci tür davranışta
bulunduklarını gösteriyor. Allah en iyi bilendir.
7- Vela Hakkı:
... ''Vela hakkı, ancak
azad edene aittir." hadisi, umum ifade eder ve bunun altına saibe olarak
azad eden, zekat ya da keffaret yoluyla azad eden veya (mesela nezir gibi)
vacip bir azadda bulunan herkes girer ve vela hakkına sahip olur. Bu imam
Şafii, Ebu Hanife ve bir rivayette İmam Ahmed'in görüşleridir. Diğer bir
rivayette İmam Ahmed: "(Bu şekilde azad dilen köle) üzerinde vela
yoktur." demiştir. Üçüncü rivayette ise; "Onun velası, kendi gibi
birisinin azad edilmesi için kullanılır." demiştir.
İmam Ahmed ve onun
görüşünde olanlar, bir müslümanın zimmi bir köleyi azad etmesi, azad edilenin
de kafir olarak ölmesi durumunda müslümanın vela yoluyla ona varis olacağına,
bu hadisin umumiliğini delil olarak kullanmışlar ve bu umumiliğin,
"Müslüman, kafire varis olamaz." hadisinden daha has (hususi)
olduğunu, onu tahsis ya da takyid ettiğini ifade etmişlerdir. İmam Şafii, Malik
ve Ebu Hanife ise: "Köle müslüman olarak ölmedikçe vela yolu ile varis
olamaz." demişlerdir. Bunların, "Vela hakkı azad edene aittir."
sözünün umumiliği, "Müslüman, kafire varis olamaz." hadisi ile tahsis
edilmiştir, demelerine bir mani yoktur.
8- Köle ile Nikahlı İken
Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı:
Berire olayından
çıkarılan fıkhı hükümlerden biri de, köle ile evli bir cariyenin azad edilmesi
durumunda kendisinin muhayyer olacağıdır. Rivayetler, Berire'nin kocasının hür
mü, köle mi olduğunda ihtilaf arzetmektedir. Kasım, Hz. Aişe'den: "Köle
idi. Eğer hür olsaydı, ona muhayyerlik vermezdi." dediğini rivayet eder.
Urve ise yine ondan: "Hürdü." diye nakilde bulunur. İbn Abbas ise:
"Muğis adı verilen siyah bir köleydi. Falan oğullarının kölesiydi. Ben
hala, onun Medine sokaklarında (Berire'nin) arkasında dolaştığım görür
gibiyim." demiştir. Bütün bu rivayetler Sa/i/A'tedir. Ebu Davud'da Urve,
Hz. Aişe'den; "Ebu Ahmed'lerin kölesiydi. Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi
ve Sellem) onu (Berire'yi) muhayyer kıldı ve ona: 'Eğer sana yaklaşırsa, artık
sana tercih hakkı yök...'' buyurdu." dediğini rivayet eder.
imam Ahmed'in Müsned'mĞz
"Hz. Aişe'den "Berire, bir kölenin (nikahı) altında idi. Onu azad
ettiğinde, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kendisine: "Tercih
et. İstersen bu kölenin nikahı altında kalmaya devam edersin, istersen ondan
ayrılırsın." buyurdu.
Sahih'te, onun hür
olduğu rivayet edilmiştir.
Rivayetlerin en sahihi
ve en çoğu, onun köle olduğunu gösteren rivayetlerdir. Bu haberi, Hz. Aişe'den
üç kişi rivayet etmiştir: Esved, Urve ve Kasım. 1) Esved'in rivayetini ele
alalım. Ondan gelen rivayetler, Hz. Aişe'nin onun hür olduğunu belirttiğinde
müttefiktirler. 2) Urve'nin rivayetine gelince, ondan nakledilen birbirine
muarız iki sahih rivayet vardır: Birine göre hür, diğerine göre ise, köle idi.
3) Abdurrahman b. Kasım'ın rivayetine gelince; ondan da iki sahih rivayet
nakledildiğini görüyoruz. Birincisine göre hürdü. İkincisine göre ise şüphe
var. Davud b. Mukatil diyor ki: "İbn Abbas'tan gelen rivayetler, onun köle
olduğunda ihtilaf etmemişlerdir."
Cariye azad edildiği
zaman, eğer kocası köle ise muhayyer olacağında ittifak vardır.
9- Hür Koca İle Nikahlı
İken Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı İhtilaflıdır:
imam Şafii, Malik ve iki
rivayetten birinde İmam Ahmed: "Muhayyerligi yoktur." demişlerdir.
Ebu Hanife ve diğer bir rivayetinde ise Ahmed, "Muhayyer olur."
görüşündedirler.
Bu iki görüş, cariyenin
kocasının hür ya da köle oluşuna dayanmaz. Aksine muhayyerlik hakkının dayanağı
(menat, illet) konusundaki araştırmadan kaynaklanmaktadır. Bu konuda fakihlerin
üç hareket noktası vardır: i) İllet, eşitliğin bozulmasıdır. "Noksan
altında kemal bulmuştur." sözlerinden kasıtları budur. 2) Cariyenin azad
edilmesi, kocasına daha önce akitle sahip olmadığı üçüncü bir talak hakkı
gerektirmiştir. Ebu Hanife'nin hareket noktası budur. Bunlar üç talak
görüşlerini, "Talakta itibar kocaya değil, kadınadır." (Yani kadın
hür olursa talak üç olur, isterse koca köle olsun. Kadın köle ise talak sayısı
iki olur, isterse koca hür olsun.) prensiplerine dayandırmışlardır. 3)
Cariyenin, kendi nefsine malik olmasıdır.
Konu üzerinde durmak
istiyoruz.
Birinci yaklaşım:
İlletin, noksan altında kemal bulması olduğu telakkisine göre, denklik,
evliliğin başında şart olduğu gibi, devamında da şarttır. Evlilik esnasında
denklik bozulursa, kadın muhayyer olur, başlangıçta kocanın denk olmadığı
anlaşıldığında muhayyer olduğu gibi, seçimini yapar anlayışına dayanır ki, bu
görüş iki açıdan zayıftır:
a) Nikahın sıhati için,
şartlarının devam ve bekası aranmaz. Yine akit sırasında nikahın tevabiinden
olan hususların da, nikahın bekası için devam etmesi şartı yoktur. Mesela,
nikahın başında zevcenin zorlamaksızın rızasını belirtmesi şarttır. Ama nikahın
devamı için aynı şart aranmaz. Veli ve iki şahit şartı da böyledir. İhram,
iddet ve zinakar kadınla evlenilemeyeceği görüşünde olanlara göre zina manileri
de, sadece akdin başlangıcı için engel teşkil ederler. Akdin devamını
engellemezler. Dolayısıyla akit için denklik şartının ileri sürülmesi, evlilik
boyunca da denkliğin bulunması zaruretini gerektirmez.
b) Nikahın devamı
sırasında, kocanın fasıklığı veya feshi mucib bir kusurun zuhuru sebebi ile
denkliğin bozulması durumunda zahir mezhebe göre muhayyerlik sabit
olmamaktadır. Mütekaddimin Hanbeli alimlerinin tercihi ve imam Malik'in mezhebi
böyledir. Kadı, sonradan ortaya çıkan bir kusur yüzünden muhayyerlik doğacağını
söylemiştir. O zaman kocanın fasık olması yüzünden de muhayyer kılması gerekir.
İmam Şafii: "Eğer kusur kocada zuhur ederse, muhayyerlik doğar, eğer
zevcede ortaya çıkarsa bunda iki görüş vardır." demiştir.
İkinci yaklaşım:
İlletin, kocası lehine üzerinde üçüncü bir talak hakkını gerektirmesi şeklinde
idi. Bu, son derece zayıf bir yaklaşımdır. Üçüncü bir talak hakkının doğması
ile, azad edilen cariyeye muhayyerlik hakkı tanınması arasında ne ilgi vardır?
Acaba Sari', üçüncü talaka malik olmayı, feshe malik olmaya sebeb mi kılmıştır
ki? Bunların, "Cariye daha önce iki talakla ayrılıyordu. Şimdi ise ancak
üç talakla ayrılabilir. Bu ise ak din gerektirmediği cariye (zevce) aleyhine
bir haps ve tutma fazlalığıdır." şeklindeki kuruntuları yersizdir. Çünkü
koca, karısından asla ayrılmama ve onu ölünceye kadar nikahında tutma hakkına
zaten sahiptir. Nikah, ömür boyu devam etmek üzere kıyılan bir akittir ve
karısını nikahı altında tutmaya maliktir. Onun azad olması, bu malikiyeti
elinden almaz. Bu durumda onun aleyhine üçüncü bir talaka malik olması, nasıl
onun bu hakkını düşürebilir? Bu izah, tabii, talakta itibarın kadınlara olduğu
varsayımına göredir. Oysaki bu konuda da sahih olan; talakı elinde tutan, kullanılması
kendisine tevdi edilen ve kendi tarafından kullanıldığında meşruluk kazanan
kocaya itibar edilmesidir.
Üçüncü yaklaşım: Kendi
nefsine malik olması şeklinde idi. Bu, diğerleri içerisinde daha tercihe
şayanı, şer'i asıllara en yakını ve çelişkilerden de en uzak olanıdır. Bu
yaklaşımın izahı şöyledir: Efendi, cariyenin rakabesine ve menfaatlerine malik
olması hasebiyle mülkiyet hükmüne istinaden onun üzerine nikah akdi icra
etmişti. Azad etme işi ise, Azad edilene, hem rakabe, hem de menfaatlerin temlikini
gerektirir. Azad etmeden maksat, ondan gözetilen hikmet budur. Cariye azadla
rakabesine malik olunca, kadınlığına, menfaatlerine de malik olur.
Kadınlığından istifade menfaati de bu meyandadır. Dolayısıyla ona muhayyerlik
tanınmazsa, kadınlık menfaatine sahip olmuş olamaz. Bu yüzden Sari' (Hz.
Peyamber s.a.) azad edilen cariyeyi, kocası ile beraberliğe devam etme ya da
nikahını feshetme arasında muhayyer kılmıştır. Zira kendi kadınlığına artık
sahip olmuştur. Nitekim, Berire hadisinin bazı rivayetlerinde Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) ona: "Kendi nefsine malik oldun. Tercih
et." buyurmuştur.
İtiraz: Efendi
cariyesini evlendirse, sonra onu satsa; bu durumda müşteri, tabii ki, onun
rakabesine, kadınlığına, menfaatlerine malik olmuştur. Ama buna rağmen
müşteriye nikahın feshi yetkisini vermiyorsunuz. Sizin bu tutumunuz, yaptığınız
izahı nakzeder, boşa çıkarır.
Cevap: Öyle bir şey yok.
Çünkü o meselede satıcı, malik olduğu şeyleri müşteriye nakletmiştir. Dolayısıyla
müşteri, satıcının halefi olmaktadır. Satıcı, cariyesini evlendirdiğinde onun
kadınlığından istifade menfaatini kendi mülkiyetinden kocaya devretmişti. Sonra
da kadınlık menfaatinden soyutlanmış vaziyeti ile onu müşteriye nakletmiştir.
Bu tıpkı, kölesini bir müddet için kiraya vermesi ve sonra onu satması durumuna
benzer.
Soru: Haydi diyelim,
cariyeyi satması durumunda bu doğru! Aynı şeyi azad edilmesi durumu için de
söyleseniz ve cariyeyi kiralayıp sonra azad etmeşinde olduğu gibi, azad edilmesi
durumunda da kadınlığından istifade menfaatinden soyutlanmış olarak kendi
hürriyetini kazanır deseniz ya! Dolayısıyla sizin bu yaklaşımınız tutarsızdır.
Cevap: Aralarında fark
vardır. Azad etmenin azad edilene rakabe ve menfaatlerini temliki, satış akdinden
güçlüdür. Güçlü olduğu içindir ki azad işi, azad etmediği kısmında da geçerli
olur ve ortağının payına sirayet eder. Halbuki satış akdi böyle değildir.
Efendinin azad etmesi,
azad edilen üzerinde malik olduğu şeyleri düşürmesi ve bağımsız olarak ona ait
kılması demektir. Bu da, malik olduğu hem rakabe hem de menfaatlerinin tümünü
düşürmesini gerektirir. Azad işi, malikin hiçbir hakkı olmadığı başkasının
halis mülküne bile sirayet ettiğine göre, nasıl olur da kocanın hakkının
taalluk ettiği mülküne sirayet etmez?! Azad edenin hiçbir hakkı bulunmadığı
ortağının hissesine sirayet ettiğine göre* kocanın hakkı tarafından meşgul
bulunan kendi mülküne sirayeti öncelikle ve daha uygun olarak sabit olur.
Adalet ve sahih kıyas bunu gerektirir.
Soru: Bu durumda kocanın
hakkının iptali sözkonusudur. Ortak misalinde ise bu durum yoktur. Çünkü zaruri
olarak azad edilen payının bedeli kendisine verilmektedir.
Cevap: Koca, cinsel
ilişkide bulunmak suretiyle menfaati elde etmiştir. Bu menfaatin devamını yok
eden bir şeyin ortaya çıkması onun bir hakkını düşürmüş olmaz. Nitekim akdin
fesadını ya da feshini gerektiren, süt emme, ayıp zuhuru ve bazılarınca
denkliğin bozulması gibi bir durumun sonradan arız olması durumlarında olduğu
gibi.
Soru: Peki Nesai'nin İbn
Mevheb hadisine ne diyeceksiniz? Buna göre Kasım b. Muhammed şöyle demiştir:
Hz. Aişe'nin biri erkek, diğeri kadın iki kölesi vardı. Hz. Aişe anlatıyor: Ben
bunları azad etmek istedim ve bunu Hz. Peygamber'e (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) söyledim. Bana: "Önce erkek köleyi azad et." buyurdu. Eğer
koca hür olduğu zaman, muhayyerlik hakkı menedilmeseydi, önce erkek kölenin
azadı ile işe başlanmasının bir faydası olmazdı. Zira önce erkek köleyi azad
ettiğinde, cariye hür bir kimsenin nikahı altında iken azad edilmiş olacaktı.
Böylece de muhayyerlik hakkı olmayacaktı.
Yine Sünen-i Nesai'de:
Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) "Herhangi bir cariye,
kölenin nikahı altında iken azad olursa, kocası onunla birleşmediği sürece
muhayyerdir.'' buyurduğu rivayet edilir.
Cevap: Birinci hadisi
ele alalım: Onu rivayet eden Ebu Cafer el-Ukayli: "Bu, sadece Ubeydullah
b. Abdurrahman b. Mevheb kanalıyla bilinen bir haberdir. O, zayıf bir
ravidir." der. İbn Hazm ise: "O, sahih olmayan bir haberdir."
der. Sonra biz bu haberi sahih kabul etsek bile bunda konuya ait bir delil
yoktur. Çünkü bu iki kölenin birbirleri ile evli olduklarını ifade eden bir
kayıt yoktur. Sadece biri erkek, diğeri kadın iki kölesi olduğu
belirtilmektedir, o kadar. Sonra bunların evli olduğunu varsaysak bile, Hz.
Aişe'ye önce erkeği azad etmesini emretmesinde, hür bir kimsenin nikahı altında
iken azad edilen cariyenin muhayyerliğini ortadan kaldıracak bir unsur yoktur.
Haberde önce erkek köleyi (kocayı) azad etmesini bu yüzden emrettiğine dair bir
sarahat yoktur. Aksine anlaşılan odur ki, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) validemize, erkek köle azadının cariyeye göre daha faziletli olmasından
ve iki cariyenin azadının ancak bir erkek köle yerine geçeceğinden -nitekim bu
meyanda sahih hadis vardır- hareketle, önce erkekten başlayarak azad etmesini
emretmiştir.
İkinci hadise gelince:
Bu da zayıf bulunmuştur. Çünkü Fadl b. Hasan b. Amr b. Ümeyye ed-Damri'nin
rivayetindendir. O ise meçhul bir ravidir. Böylece durum açıklık kazanmış ve
azad edilen cariyeye muhayyerlik hakkı verildiği konusunda Şari'in hükmü ortaya
çıkmıştır. Buna delil olmak üzere İmam Ahmed'in, müsned olarak rivayet ettiği
şu hadisi zikredebiliriz: Hz. Peygamber: "Cariye azad edildiği vakit,
kocası onunla birleşmediği sürece muhayyerdir. İsterse ondan ayrılır. Eğer
kocası kendisi ile birleşmişse artık muhayyerliği yoktur ve ondan ayrılamaz.
" buyurmuştur.
Bu hadisten iki hüküm
çıkar:
1- Kocasına birleşme
imkanı vermediği sürece muhayyerlik hakkını zaman içinde (terahi üzere) kullanabilir.
Bu, İmam Malik, Ebu Hanife ve Ahmed'in görüşleridir. İmam Şafii'nin üç görüşü
vardır. Biri budur. İkincisi: fevridir, derhal kullanılması gerekir. Üçüncüsü,
üç güne kadar hakkı devam eder.
2- Eğer cariye, kocasına
birleşme imkanı verir ve o da ilişkide bulunursa muhayyerlik hakkı düşer. Bu,
azad edildiğini ve azadla birlikte muhayyerliğin sabit olduğunu bildiği
zamandır. Eğer her ikisini de bilmiyorsa, cinsel
ilişki ile hakkı düşmez.
İmam Ahmed'den ikinci bir görüş daha vardır: Fesih hakkına sahip olduğunu
bilmediğinde mazur değildir. Azad edildiğini bildiği halde, kocasının kendisi
ile cimada bulunmasına ses çıkarmazsa, bu durumda kendisinin fesih muhayyerliği
hakkı bulunduğunu bilmese bile hakkı düşer. Birinci rivayet daha sahihtir.
Çünkü kocanın azad işi, azad edilen cariyenin muhayyerliğini kullanmasından
önce olmuştur. "Hür bir kimsenin nikahı altında iken azad edilen cariyenin
muhayyerliği yoktur." dedik. Onun muhayyerliği kocanın kendisine
eşitliğinden ve fesihten önce denkliğin meydana gelişinden dolayı batıl
olmuştur. İmam Şafii, iki görüşünden birinde -ki izleyenleri tarafından
desteklenmiyor- şöyle diyor: "Muhayyerliğe sahip olması, (kocanın)
azadından önce olduğu için, hakkı devam etmektedir. Azad işi onu ortadan
kaldırmaz." Birinci görüş, azad vesilesi ile doğan fesih hakkının sebebi
ortadan kalktığı için, kıyasa daha uygundur. Nitekim, satış ve nikah
akillerinde, fesihten önce fesih hakkını veren ayıbın ortadan kalkması
durumunda da aynıdır. Yine nafaka ödeyememe sebebiyle kadının nikahı fesih
hakkının bulunduğu sırada, bu halin (i'sar) ortadan kalkması halinde de aynı
durum sözkonusudur. Eğer biz illeti "kendi nefsine malik olmasıdır."
şeklinde kabul edersek, bunun bir tesiri olmaz. Eğer koca ric'i talakla boşamış
ve cariye, iddeti içerisinde iken azad edilmiş ve feshi de tercih etmişse,
ric'at (kocanın rücu hakkı) batıl olur. Eğer onunla beraber kalmayı tercih
ederse, bu sahih olur ve fesih muhayyerliği düşer. Zira ric'i talakla boşanmış
kadın, zevce hükmündedir.
İmam Şafii ve bazı hanbeli
alimleri, şöyle demektedirler: Ric'at olmadıkça, onunla beraber kalmasını
tercih etmesi ile fesih hakkı düşmez. Kocanın rücuundan sonra kendisini tercih
etme hakkı bulunur. Talak zamanı içerisinde tercihte bulunması sahih olmaz.
Zira kendisinin ayrılığa dönüş durumunda bulunduğu bir zaman içerisinde fesih
hakkını kullanarak, kendisini tercih etmesi mümkün değildir. Koca kendisine
rücuda bulunduğu zaman, o takdirde kocasını tercihle onunla beraber kalması
sahih olur. Zira rücu ile zevcesi olmuştur. Rücu işi tamamen kocanın kendi
işidir, neticesi de kendisinde etkili olur. Bunun benzeri şudur: Cariyenin
kocası, zifaftan sonra irtidad etse, sonra cariye o irtidat halinde iken azad
edilse; birinci görüşe göre, müslümanlığa dönmeden önce de muhayyerlik hakkı
vardır. Eğer onu tercih eder, sonra o İslam'a dönerse, fesih hakkı düşmüş olur.
İmam Şafii'nin görüşüne göre ise: İslam'a dönmeden önce, azadb cariye için
muhayyerlik söz konusu değildir. Çünkü akit batıllığa yüz tutmuştur.
Müslümanlığa döndüğü anda ise muhayyerliğini kullanması sahihtir.
Soru: Azad edilen cariye
akdi feshetmeden, kocası tarafından boşansa, talak vuku bulur mu, bulmaz mı?
Cevap: Evet vuku bulur,
çünkü zevcesidir. İmam Ahmed'in bazı tabileri ve daha başkaları derler ki:
"Talak mevkuf (izne bağlı) olur. Eğer akdi feshederse, talakın vuku
bulmamış olduğunu anlamış oluruz. Eğer kocasını tercih ederse, talakın vuku
bulduğu ortaya çıkar."
Soru: Bu durumda azadlı
cariye, nikahın feshini tercih ederse mehrin durumu ne olur?
Cevap: Ya zifaftan sonra
feshetmiştir, ya da önce. Eğer akdi, zifaftan sonra feshetmişse mehir düşmez.
Mehir, ister feshetsin, ister kocasını tercih etsin her iki halde de cariyenin
efendisine aittir. Eğer zifaftan önce feshetmiş ise, iki görüş vardır. Her
ikisi de İmam Ahmed'dendir. Birincisi: Mehir yoktur. Çünkü ayrılık kendisi
tarafından gelmiştir. İkincisi: Mehrin yarısı gerekir ve cariyenin efendisine
ait olur, kendisine değil.
Soru: Yarı hissesi azad
edilmiş cariye hakkında ne dersiniz? Acaba onun da muhayyerlik hakkı var mıdır?
Cevap: Bu konuda her
ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilen iki görüş vardır.
Şöyle diyebiliriz: Başka
hiçbir malı olmayan efendi, yüz dirhem değerinde olan müdebber cariyesini iki
yüz dirhem mehir mukabilinde evlendirse, sonra efendi ölse, müdebber cariye
azad olur; fakat zifaftan önce fesih hakkına malik olmaz. Çünkü, eğer olacak
olsa, mehir düşer ya da yarıya iner. Bu durumda da (efendisinin terekesinin)
üçte biri kendi değerini karşılayamayacağından bir kısmı köle kalır.
Dolayısıyla zifaftan önce fesih mümkün olmaz. Feshe malik olmadığında ise (iki
yüz mehir, yüz de kendi değeri toplam terekenin) üçte birinden kendisi çıkar ve
tamamı azad olmuş olur.
10- Hz. Peygamber'in
(s.a.) Eşler Arasında Aracılık Yapması:
Bedre hadisinde geçen; Hz.
Peygamber'in, "Keşke ona geri dönsen" sözüne karşılık Berire'nin;
"Bu bir emir midir?" diye sorması ve Hz. Peygamber'in (Sallallahu
aleyhi ve Sellem): "Hayır, ben sadece bir aracıyım." buyurması ve
Berire'nin de: "Benim ona ihtiyacım yok." şeklinde karşılık
vermesinde üç hüküm bulunmaktadır.
1- Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem) emri, vücub içindir. Bu yüzdendir ki; aracılığı
(şefaati) ile emri arasım ayırmıştır. O'nun (Sallallahu aleyhi ve Sellem) aracı
sıfatı ile yaptığı istekleri de yerine getirmek, şüphesiz ki en büyük
müstahaplardandır.
2- Hz. Peygamber
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), Berire, aracılığını kabul etmedi diye ona
kızmamış, davranışını yadirgamamıştır. Çünkü aracılık, bir hakkın düşürülmesi
konusunda idi. O da tamamen kendi bileceği bir işi idi. Hak kendisinindi. İster
kullanır, ister kullanmazdı. Buradan, Hz. Peygamber'in (Sallallahu aleyhi ve
Sellem) bir aracı sıfatı ile isteklerine karşı gelmenin haram olmadığı, emrine
karşı gelmenin ise haram olduğu neticesi çıkar.
3- Sari' lisanında
"müracaat" kelimesi bazan nikah akdinin tümden ortadan kalktığı
durumlar için kullanılır ve bu bağlamda, "akdin yeni baştan
kurulması" anlamına gelir. Bazan da "imsak = tutmak" anlamında
akdin dağıldığı, fakat tümden ortadan kalkmadığı durumlar için kullanılır. Buna
göre "Eğer ikinci koca da onu boşarsa, eski karı kocanın tekrar
birbirlerine dönmelerinde kendilerine bir günah yoktur."[Bakara, 230]
ayeti; eğer onu ikinci koca boşarsa, yeniden bir nikah yapmak üzere
birbirlerine dönmeleri konusunda kadınla birinci koca üzerine bir günah yoktur,
anlamındadır.
11- Sadaka Satılabilir
ve Hibe Edilebilir:
Hz. Peygamber'in
(Sallallahu aleyhi ve Sellem), Berire'ye tasaddukta bulunulan etten yemiş
olması ve: "O, ona sadakadır, bize ise hediyedir." buyurması,
Haşimoğulları'nın ve sadaka kabul etmesi haram olan zengin kimselerin,
kendilerine sadaka olarak verilen şeylerden fakirlerin hediye vermeleri
durumunda, onu yiyebileceklerine (bunun caiz olduğuna) delildir. Çünkü yenilen
şeyin ciheti değişmiştir. Sadaka önceden yerini bulmuştu. Yemek caiz olduğu
gibi, onu fakirden mal karşılığı -eğer kendi verdiği sadakası değilse- satın
alması da caizdir. Eğer kendi sadakası ise; onu satın alması, hibe etmesi,
hediye olarak kabul etmesi caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber (Sallallahu
aleyhi ve Sellem) Ömer'in (r.a.), kendi sadakasını satın almasını yasaklamış
ve': "Sana onu bir dirheme verse bile satın olma." buyurmuştur.
Sonraki sayfa için
aşağıdaki link’i kullan: