SELMAN-I FARİSİ R.A. :
Eshab-ı kiramın
büyüklerinden ve meşhûrlarından. Silsilet-üz-Zeheb diye bilinen “Altın
silsilenin”
(Büyük veliler
silsilesinin) ikinci halkası. Aslen İranlı olup, İsfehan yakınında bir köyde
doğup, büyüdü.
Gençliğinde mecûsî iken,
hıristiyan rahibleriyle tanışıp, mecûsîliği terk etti. Kiliseye girip
hıristiyan oldu.
Çok ilim öğrenip âlim oldu.
Sonra da uzun yıllar değişik yerlerde kaldı. Nihayet Medine’ye gelip
Peygamberimiz
(s.a.v.) hicret edince
maksadına kavuşup müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı. Müslüman
olmadan önce, ismi Mabeh
idi. Müslüman olunca, Peygamberimiz (s.a.v.), O’na Selmân ismini verdi,
İranlı olduğu için de
Fârisî denildiğinden ismi Selmân-ı Fârisî olarak meşhûr oldu. Nesebi ise; Mabeh
bin Buzanşâh bin Mursilân
bin Behbudah bin Firûz’dur. Lakabı Selmân-ül-Hayr, künyesi ise Ebû
Abdullah’tır.
Ebü’l-Ferec (r.a.) buyurdu
ki: Abdullah İbn-i Abbâs’ın (r.a.) yanında idim. Bana Selmân-ı Fârisî’nin
bir gün hayatını şöyle
anlattı:
Selmân dedi ki: “Ben Fâris
(İran)’ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini
olup, arazimiz ve malımız
çoktu. Ben babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için
beni kız gibi yetiştirdi.
Evden çıkmama izin vermezdi. Babam mecûsî (ateşperest) olduğu için mecûsîliği
de bana evde tam bir şekilde
öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar biz ona tapar secde ederdik. Babamın
malı ve mülkü çok olduğu
için beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki: “Yavrum ben öldüğüm zaman bu
malların sahibi sen
olacaksın, onun için git mallarını ve arazilerini tanı.” Ben de “peki” deyip
bahçelerimizi
dolaştım. Bir gün tarlalara
bakmaya gittiğimde bir hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini
işittim.
Gidip baktım ki, içerde
ibâdet ediyorlar. Ben daha önce öyle bir şey görmediğim için çok hayret ettim.
Zira bizlerin ibâdeti bir
miktar ateş yakar ve ona secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir Allah’a
ibâdet ediyorlardı ve kendi
kendime dedim ki, vallahi bunların dîni haktır ve bizimki batıldır. Onun için
akşama kadar onları
seyrettim. Tarlalarımıza gitmedim, akşam oldu. Onlara dedim ki: “Bu dînin aslı
nerededir?”
bana, “Bu dînin aslı
Şam’dadır” dediler. “Peki dedim ben de Şam’a gitsem beni de bu dine
kabul ederler mi?” “Evet
kabul ederler” dediler. “Sizlerden yakında Şam’a gidecek kimseler var mıdır?”
diye sordum “Bir müddet
sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir, diye cevap verdiler. (İsfehan’daki bu
Hıristiyanlar, İsfehân’a
Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)
Ben bunlarla meşgul olurken
vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için
adam göndermiş. Beni
aramışlar bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada,
ben de eve döndüm. Babam
“Bu zamana kadar nerede kaldın. Seni aramadığımız yer kalmadı” dedi.
Ben de “Babacığım ben bu
gün tarlaları dolaşmak için yola çıktım fakat yolda karşıma bir nasrânî
kilisesi
çıktı. Ben de içeri girdim,
baktım ki; görmedikleri ve herşeye hâkim ve kadir olan bir Allah’a îmân
ediyorlar.
Onların ibâdetlerine şaşdım
kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki onların dîni haktır.”
dedim. Babam “Ey oğlum sen
yanlış düşünüyorsun senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden
daha doğrudur. Onların dîni
bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma” dedi. Ben de “Hayır babacığım
onların dîni bizimkinden
daha hayırlıdır ve onların dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.”
Babam buna çok kızdı ve
beni el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Ben daha önce kilisede
hıristiyan rahiblere; bu
dînin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da Şam’da olduğunu söylemişlerdi
Ben evde hapis iken devamlı
Şam’a gidecek olan kervanı beklerdim. Nihayet hıristiyan rahibler
Şam’a gidecek kervanı
hazırlamışlardı. Bunu haber alınca beni bağlayan iplerimi çözüp kaçtım ve
kervanın
bulunduğu kiliseye gittim.
Buralarda duramayacağımı anlattım. O kervanla beraber Şam’a gittim.
Şam’da hıristiyan dîninin
en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi tarif ettiler, Onun yanına gittim. Ona
durumu anlattım. Onun
yanında kalmak istediğimi ona hizmet edeceğimi söyleyip, Ondan bana
nasrânîliği öğretmesini
Allahü teâlâyı tanıtmasını rica ettim. O da kabul etti. Ben de Ona hizmet
etmeye
kilisenin işlerini yapmaya
başladım. O da bana dîni öğretmeye başladı. Fakat sonradan Onun kötü kimse
olduğunu anladım. Çünkü
hıristiyanların fakîrlere vermesi için getirdikleri sadaka altın ve gümüşleri
kendine alır, fakîrlere
vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirdi. Fakat bunu benden
başka kimse bilmezdi. Bir
müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defn etmek için toplandılar.
Onlara “Neden buna bu kadar
hürmet ediyorsunuz, o hürmete layık bir insan değildir.” dedim. “Sen bunu
nereden çıkarıyorsun”
dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim
için onlara
gösterdim. Nasrânîler yedi
küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defne ve techîze lâyık bir kimse
değildir
dediler ve bir yere atıp
üzerini taşla kapattılar. Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim
zâhid bir kimse idi.
Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Âhirete tâlib bir kimse olup, hep âhıret için
çalışıyordu.
Gece-gündüz hep ibâdet
ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin
hizmetini yapar ve de
onunla ibâdet ederdim. Vefât zamanı geldi ve ona “Ey benim efendim uzun
zamandan beri yanınızdayım
ve sizi çok sevdim. Çünkü sen Allahü teâlânın emirlerine itâat ediyorsun
ve men ettiklerinden
kaçıyorsun. Sen vefât ettiğin zaman ben ne yapayım. Bana ne tavsiye edersin”
diye sordum. Bana “Oğlum
Şam’da insanları ıslâh edecek bir kimse yok. Kime gitsen seni ifsâd ederler.
Fakat Musul’da bir zât
vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim” dedi. “Ben de peki efendim” dedim. O zât
vefât edince Şam’dan
Musul’a gittim. Onun tarif ettiği zâtı buldum. Başımdan geçenleri anlattım.
Beni
hizmetine kabul etti. O da
diğer zât gibi çok kıymetli zahid âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı aynı
soruları ona da sordum. O
da bana Nusaybin’de bir zâtı tavsiye etti. O vefât ettikten sonra ben de derhal
Nusaybin’e gittim.
Bahsedilen kimseyi bulup yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabul
etti ve
bir müddet de O’nun
hizmetinde kaldım. Bu zât da vefât etmek üzere iken, beni başka birine
göndermesini
söyledim. Bu sefer bana
Amuriye’deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi tarif etti. Vefâtından
sonra da oraya gittim.
Tarif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da
O’nun yanında kaldım. Artık
O’nun da vefâtı yaklaşmıştı. O’na da beni birine havale etmesini rica edince,
vallahi şimdi böyle bir
kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O
Arablar arasından çıkacak,
vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek.
Alâmetleri
şunlardır: Hediyeyi kabul
eder, sadakayı kabul etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır,
diyerek alâmetlerini saydı.
Yanında bulunduğum son zât da vefât edince, O’nun tavsiyesi üzerine,
Arab diyarına gitmeye
hazırlandım.
Ben Amuriye’de çalışıp, bir
kaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Benî Kelb kabilesinden
bir kafile Arap beldesine
gitmek üzere idi. Onlara dedim ki, bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni
Arap
vilâyetine götürün. Kabul
edip beni kafilelerine aldılar. Vâdiy-ül-Kura denilen yere gelince bana ihânet
edip, köledir diyerek beni
bir yahûdiye sattılar. Yahûdinin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm.
Âhir zaman Peygamberinin
hicret edeceği yer herhalde burasıdır diye düşündüm. Fakat kalbim oraya
ısınmadı. Bir müddet
yahudinin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O
da
alıp Medine’ye getirdi.
Medine’ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim, öylesine ısındım.
Artık günlerim Medine’de
geçiyor, beni satın alan yahûdinin bağında bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik
yapıyordum. Bir taraftan da
asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.
Bir gün beni satın alan
yahûdinin bahçesinde bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sahibim, yanında
biri ile bir ağaç altında
oturup konuşmakta idi. Bir ara dediler ki, Evs ve Hazrec kabileleri helâk
olsunlar. Mekke’den bir
kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Ben bu sözleri işitince kendimden
geçip az kalsın ağaçtan
yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, O şahsa ne diyorsun? dedim. Sahibim
bana bir tokat vurdu ve
“Senin nene lâzım ki soruyorsun sen işine bak” dedi. O gün akşam olunca bir
miktar hurma alıp, hemen
Kuba’ya vardım. Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına girip “Sen sâlih bir kimsesin
yanında
fakîrler vardır. Bu
hurmaları sadaka getirdim” dedim. Resûlullah (s.a.v.) yanında bulunan Eshâba
“Geliniz hurma yiyiniz”
buyurdu. Onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime işte bir alâmet
budur. Sadaka kabul etmiyor
dedim. Eve dönüp bir miktar hurma daha alıp, Resûlullaha (s.a.v.) getirdim.
Bu hediyedir dedim. Bu defa
yanındaki Eshâb ile birlikte yediler. İşte ikinci alamet budur dedim.
Götürdüğüm hurma yirmibeş
tane kadar idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullahın
(s.a.v.) mucizesiyle hurma
artmıştı. Kendi kendime bir alameti daha gördüm dedim. Resûlullahın (s.a.v.)
yanına ikinci defa
varışımda bir cenâze defn ediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim
için
yanına yaklaştım. Benim
muradımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca Nübüvvet mührünü
görür görmez varıp öptüm ve
ağladım. O anda Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldum. Sonra
da Resûlullah’a (s.a.v.)
uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Halime teaccüb
edip, bunu Eshâb-ı kirâma
da anlatmamı emir buyurdu. Eshâb-ı kirâm toplandı, ben de başımdan geçenleri
bir bir anlattım..”
Selmân-ı Fârisî îmân ettiği
zaman Arap lisanını bilmediği için tercüman istemişti. Gelen yahûdi tercüman,
Selmân-ı Fârisî’nin
Peygamberimizi (s.a.v.) meth etmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada
Cebrâil (a.s.) gelip
Selmân’ın sözlerini doğru olarak Resûlullaha (s.a.v.) bildirdi. Durumu yahûdi
anlayınca,
Kelime-i şehâdet getirerek
müslüman oldu.
Selmân-ı Fârisî müslüman
olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti. Peygamberimizin
(s.a.v.), “Kendini
kölelikten kurtar yâ Selmân!” buyurması üzerine sahibine gidip, âzâd olmak
istediğini
söyledi. Buna zorla râzı
olan yahûdi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip ve hurma verir hâle
getirmesi
ve kırk rukye altın (o
zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla kabul etti.
Bunu Resûlullaha haber
verdi. Resûlullah (s.a.v.) Eshâbına; “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu.
Onun için üçyüz hurma
fidanı topladılar. Resûlullah (s.a.v.) “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam
olunca bana haber ver”
buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince Resûlullah (s.a.v.) teşrif
edip, kendi eliyle o
fidanları dikti. Bir tanesini de Hz. Ömer dikmişti. Hz. Ömer’in diktiği hâriç,
hepsi,
Allahü teâlânın izni ile, o
sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve
diktiği anda hurma verdi.
Bundan sonra Ehl-i suffâ arasına katıldı.
Buyurdular ki: Bir gün bir
zât beni arıyor ve “Selmân-ı Fârisî’yi Mükâtib-i fakîr (Efendisi ile
hürriyetine
kavuşmak için belli
miktarda anlaşan köle) nerededir” diye soruyordu. Beni buldu ve elindeki
yumurta
büyüklüğündeki altını
verdi. Bunu alıp Peygamberimize (s.a.v.) gittim ve durumu arz ettim.
Resûlullah (s.a.v.) altını
tekrar Selmân-ı Fârisî’ye verip, “Bu altını al borcunu öde” buyurdu.
Selmân-ı Fârisî, “Yâ
Resûlallah bu altın yahûdinin istediği ağırlıkta değil” deyince, Resûlullah
(s.a.v.) o
altını alıp, mübârek
dilinin üzerine sürdü. “Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu eda eder.”
buyurdu. Selmân-ı Fârisî,
“Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu
da
sahibime verdim. Böylece
kölelikten kurtuldum” dedi.
Uzak diyarlardan geldiği
için Eshâb-ı kirâmdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Hz.
Ebû Derda ile kardeş oldu.
Hendek savaşından itibaren bütün gazalara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından
sonra, Medine üzerine
üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği
istişare ediliyordu. Bütün
müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta Selmân-ı Fârisî, Resûlullaha
(s.a.v.) hendek kazmak
suretiyle savunma yapmayı söyledi. O’nun bu teklifi kabul edilip, hendek
kazıldı.
Bu sebeple bu savaşa,
Hendek Savaşı denildi. Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin
Yemân, Nu’man bin Mukarrin
ile Ensâr’dan altı kişinin bulunduğu bir grubla beraber bulunuyordu. Kendisi
güçlü ve kuvvetli bir zât
idi. Hendek kazma işinde gayet mâhir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin
kazdığı yeri kazardı. Câbir
bin Abdullah (r.a.): “Selmân’ın (r.a.) kendisine ayrılan beş arşın uzunluğunda,
beş arşın derinliğinde yeri
vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.” buyurmuştur. Selmân’ın (r.a.) çalışmasına
Kays bin Sa’sâ’nın gözü
değmiş ve Selmân (r.a.) birdenbire yere yıkılmıştı. Eshâb-ı kirâm
hemen Resûlullah’a (s.a.v.)
koşmuş ve ne yapmaları lâzım geldiğini sormuşlardı. Peygamberimiz
(s.a.v.), “Kays bin
Sa’sâ’ya gidin Selmân için bir kabta abdest alsın. Abdest suyu ile Selmân
yıkansın.
Su kabı Selmân’ın
arkasından baş aşağı çevirilsin” buyurmuştur. Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizin
(s.a.v.) buyurduğu gibi
yapınca Selmân-ı Fârisî (r.a.) bulunduğu halden kurtulmuş, kendine gelmiş
ve açılmıştı. Hendek
savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî’ye Peygamberimiz
(s.a.v.) “Selmân-ül-Hayr”
(Hayırlı Selmân) buyurdu.
Selmân-ı Fârisî müslüman
olup, kölelikten kurtulduktan sonra, geçimini sağlamak için ince hurma
dallarından sepet örüp
satarak geçimini temin ederdi. Kazancının bir kısmını da fakîrlere sadaka
olarak
dağıtırdı. Resûlullah’ın
(s.a.v.) yakınlarından olup, bazı geceler huzurunda bulunarak başbaşa saatlerce
sohbetinde kalırdı, Eshâb-ı
kirâm tarafından da çok sevilip hürmet görürdü. Selmân-ı Fârisî (r.a.) dünyâya
hiç rağbet etmezdi. Ayakta
duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca
oturur dili ile zikr
ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri
düşünürdü
ki, bu tefekkürü
Peygamberimizin (s.a.v.) “Bir saat tefekkür bin sene ibâdetten hayırlıdır”
buyurdukları
tefekkürdü. Birazcık
dinlenince “Ey nefsim sen iyi dinlendin. Şimdi kalk Allahü teâlâya ibâdet
et.” Diline de “Ey lisânım,
sende Allahü teâlânın zikrine başla” derdi. Müslüman olduktan sonra bütün
ömrü boyunca akşamdan
sabaha kadar böyle ibâdet etti. Hiç bir gece bu ibâdetleri kaçırmadı. Selmân-ı
Fârisî (r.a.) zaten Eshâb-ı
Suffe denilen ve Peygamberimizin (s.a.v.) bizzatihi kendilerini ilim öğrenmekle
vazifeli kıldıkları ve
Peygamberimizden (s.a.v.) hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi.
Kalbinde zerre kadar Allah
ve Resûlullah aşkından başka birşey bulunmayan Selmân-ı Fârisî
(r.a.), kendisine gelen
bütün dünyâ malını Allah rızası için dağıtırdı. Elinde mal bulundurmazdı. Kınde
kabilesinden bir hanım ile
evlenmişti. Evlendiği kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının
asılmış olduğunu gördü.
Zinetli, süs örtülerin Kâ’be-i Muazzamaya yakışacağını söyledi ve eve girmedi.
Kapının örtüsü hariç bütün
örtüler kaldırıldı. Eve girdiği zaman bir hayli mal gördü. “Bunlar kimin
içindir”
diye sordu. Dediler ki,
“Senin ve hanımının malıdır. Buyurdu ki: “Resûlullah (s.a.v.) bana bunu tavsiye
etmedi. Fakat bana bir
yolcunun malından ve ihtiyacından fazla bir şey bulundurmamamı tavsiye etti.”
Biraz sonra bir hizmetçi
gördü. “Bu hizmetçi kimin” diye sordu. “Senin ve ehlinindir (hanımınındır)” dediler.
Buyurdu ki: “Halîlim
(s.a.v.) bana bunu tavsiye etmedi ve evinde nikâhlı zevcenden başka kimse
bulundurma, buyurdu, Eğer
bulundurursam onlar kadınların yapması icabeden şeyleri (yalanı, geçimsizliği,
dedikoduyu) yaparlar diye
tavsiye etti.” Bunun üzerine hizmetçi kadını da gönderdi. Daha sonra hanımının
yanına girdi ve ona “Sen
bana emrettiğim şeylerde itâat edecek misin” diye sordu. Hanımı “Senin
meclisine itâat etmek üzere
oturdum.” Yani sana itâat etmek üzere geldim, evlendim dedi. Bunun
üzerine Halilim (s.a.v.)
bana buyurdu ki, “Sen ehlinle Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek üzere
bir araya gel” dedi. Bundan
sonra namaz kılmaya kalktı ve ehline de namaz kılmasını emretti. Çok
ibâdet edip gözyaşı döktü
ve bereketli kılması için Allahü teâlâ’ya duâ etti. Selmân-ı Fârisî (r.a.)
hanımı
ile de gayet zâhidâne bir
hayat sürdüler. Eshâb-ı Suffe içerisinde Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde, İslâm
ilimlerini öğreniyordu.
Selmân (r.a.) senelerce fakîrlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları,
vahiy pınarının
berrak sularından, kana
kana içip gideriyordu. Ehl-i Suffe içerisinde Resûlullah’a (s.a.v.) en yakın
olan Selmân-ı Fârisî (r.a.)
idi. Hz. Âişe buyuruyor ki: “Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûlullah
(s.a.v.) ile beraber
kalırdı ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullah’ın yanında bizden fazla
kalırdı.
Peygamberimiz (s.a.v.)
“Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevdiğini bildirdi. Ve bu dört kişiyi sevmemi
emretti. Bunlar: Hz. Ali,
Ebû Zerr-i Gıfârî, Mikdâd ve Selmân-ı Fârisî” buyurdular.
Hz. Ebû Bekir devrinde
Medine’den ve Hz. Ebû Bekir’in sohbetinden bir an ayrılmayan Hz.
Selmân, Hz. Ömer zamanında
İran fethine katılmıştır. İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu
seferlerde Selmân-ı
Fârisî’nin (r.a.) çok büyük hizmetleri olmuştur. İranlılar hakkında büyük
malûmat
sahibi idi. Çünkü kendisi
İranlıydı. İranlıları kendi lisanlarıyla dine davet ediyor, onlara İslâmiyeti
anlatıyordu.
İranlılar savaşlarında fil
kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şaşırdılar.
Hz. Selmân fillerle nasıl
çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi. İran’ın
Medayin şehri alınınca, Onu
Hz. Ömer şehre vali tayin etti. İlmi, basîreti, vazifesindeki adaleti ve
nezâketi
ile Medayin halkı
tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslâmiyet orada süratle yayıldı.
Selmân-ı Fârisî (r.a.) Hz.
Ömer zamanında Medayin valisi iken otuzbin kişiye hutbe okuduğu zaman
yanında da iki parçadan
müteşekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer
namaz kılar, diğer
parçasını da giyerdi. Ondan başka hiçbir elbisesi yoktu. Vali olduğu için
kendisine
maaş verildi. Maaşını
aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz hepsini fakîrlere dağıtırdı. Kendi el
emeği
ile geçinirdi. Topraktan
tabak çanak yapar üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak
yapmak için malzeme alır,
bir dirhemini sadaka verir bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyleri
alırdı.
Üzerinde damı (tavanı)
bulunmayan basit bir evde yaşardı. Bir taraftan güneş gelince, duvarlardan
güneş
gelmeyen yere geçer, oraya
güneş gelince güneş gelmeyen diğer tarafa geçerdi. Medayin’de vali
iken Şam’dan bir kimse
geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı Fârisî’yi (r.a.) tek bir hırka
ile görünce
işçi zannetti ve “Gel şunu
taşı” dedi. Selmân (r.a.) çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Selmân’ı
(r.a.) tanıyanlar adama
“Sen ne yapıyorsun bu validir” dediler. Adam Selmân’a (r.a.) dönüp “Kusurumu
bağışlayınız, sizi
tanıyamadım. Çuvalı indirin” dedi. Selmân (r.a.) “Hayır niyet ettim gideceğin
yere kadar
götüreceğim” dedi ve adamın
evine kadar götürdü. Selmân (r.a.) böylesine de tevazu sahibi idi.
Çok sade bir hayat yaşayan
Selmân-ı Fârisî, Hz. Osman devrinde hastalandı. Bu sırada kendisini
ziyârete gelen Sa’d bin Ebî
Vakkas’a artık dünyâdan ayrılacağını ve bütün servetinin bir kâse (tas), bir
leğen, bir kilim ve bir
hasırdan ibaret olduğunu söyledi. Kendisini ziyârete gelen Eshâb-ı kirâm
nasîhat
isteyince, onlara hasta
olduğu halde devamlı nasîhatde bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde
Medayin’de vefât etti.
Vefât ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu 35 (m. 655).
Selmân-ı Fârisî,
Peygamberimizden (s.a.v.) altmış civarında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Bunlardan
otuz kadarında Buhârî ve
Müslim ittifak edip, kitaplarına almışlardır. İlim öğretmeyi çok severdi. Çok
âlim yetiştirmiştir. Ebû
Sa’îd el-Hudrî, İbn-i Abbâs Evs bin Mâlik, Onun talebeleri arasında idi. Ebû
Hureyre ondan hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir. Tâbiînin büyüklerinden ve o zaman Medine’de Fukaha-i
Seb’a denilen, yedi büyük
âlimden biri olan, Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî’nin talebelerindendir.
O’nun derslerinde ve
sohbetlerinde kemâle gelmiştir.
Selmân-ı Fârisî,
Resûlullahın (s.a.v.) huzurunda ve sohbetlerinde kemâle geldi. Zahir ve batın
ilimlerinde
çok yüksek derecelere
kavuştu. Eshâb-ı kirâmın hepsi de böyle olmuştu. Fakat Resûlullahdan
herkes, kendi kabiliyyeti
ve kapasitesi kadar feyz alırdı. Hz. Ebû Bekir’in kavuştuğu derecelere hiçbir
Sahâbî kavuşamadı. Selmân-ı
Fârisî (r.a.), Resûlullahdan (s.a.v.) sonra Hz. Ebû Bekir’in sohbetinde ve
hizmetinde de çok
bulunarak, O’ndan da feyz aldı.
Hanımı anlatır: Vefâtına
yakın bana: “Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrafına
saç, insan ve cin olmayan
kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir” dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı
çıktım. Odadan, “Esselâmü
aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resûlullahın arkadaşı” diyen bir ses duydum.
İçeri girdiğimde ruhunu
teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.
Sa’îd bin Müsseyyeb,
Abdullah bin Selâm’dan naklen anlatır: “Selmân-ı Fârisî bana: “Ey kardeşim
hangimiz evvel vefât
edersek, vefât eden kendini, hayatta olana göstersin” dedi, ben de bu mümkün
müdür? dedim. “Evet,
mümkündür. Çünkü mü’minin ruhu bedeninden ayrılınca, istediği yere gidebilir,
kâfirin ruhu Siccinde
habsedilmiştir” dedi. Selmân (r.a.) vefât etti. Birgün kaylûle yaparken (gün
ortasında
uyurken) Selmân’ın
geldiğini gördüm. Selâm verdi. Selâmına cevap verdim. Yerini nasıl buldun diye
sordum, “İyidir. Tevekkül
et. Tevekkül ne iyi şeydir” dedi ve üç kere tekrarladı.”
Selmân-ı Fârisî’nin (r.a.)
ilmi ile fazîleti pek çoktu. Her ilimde âlim idi. Hz. Ali “Selmân-ı Fârisî
evvelkilerin
ve sonrakilerin ilmini
öğrenmiş bitmez tükenmez bir denizdir” buyurmuşlardır. Resûlullaha
(s.a.v.) sıdk ve muhabbeti
sebebiyle Eshâb-ı kirâmın seçkinleri arasına Resûlullah (s.a.v.) tarafından
dahil edildi. Muhacirlerle
Ensâr arasında, Muhacirlerden mi yoksa Ensârdan mı meselesinde ihtilaf çıkınca
Peygamberimiz (s.a.v.),
“Selmân bizdendir, ehl-i beyttendir” buyurdu. Hadîs-i şerîflerde
buyuruldu ki: “Cennet üç
kişiye müştaktır (Ya’ni şevkle onları beklemektedir) Aliyyül-Murtâza,
Ammâr bin Yâser ve Selmân-ı
Fârisî.”
“Dört kişi fazîlette öne
geçmiştir. Ben Arabları, Süheyl Rumları, Selmân Farsları, Bilâl Habeşîleri
geçmişiz.”
“Ey Selmân, hastanın duâsı
kabul olunur. Duâ et ve anlıyarak duâ yap! Sen duâ et, ben de
âmin diyeyim!”
“Ey Selmân Kur’ân-ı kerîmi
çok oku!”
Ebû Hureyre (r.a.) Onun iki
kitabı da bildiğini söylemiştir. Bunlardan birisi İncil, diğeri de Kur’ân-ı
kerîmdir. Buyurdu ki:
“Mü’min, doktoru yanında
olan hastaya benzer. Doktoru, ona yarayan ve yaramıyanı bilir. Hasta,
kendine zararlı bir şeyi
isterse, mâni’ olur ve yersen ölürsün der. Mü’minin hâli budur. O birçok
şeyleri
arzular, ama Allahü teâlâ
mâni’ olur, tâ ölünceye kadar. Sonra Cennete gider.”
“Şaşılır şu kimseye ki,
dünyâya hırsla sarılır, ama ölüm onu aramaktadır. Unutmuş ama unutulmuş
değildir. Güler, ama bilmez
ki, Rabbi ondan râzı mıdır, yoksa değil midir?”
“Üç şey beni hayrete
düşürdü. Bunlar; ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, dünyâlık peşinde
olan kimselerin hâli,
kendisi gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde unutulmamış olup, hesaba
çekilecek
olan kimseler ve Rabbinin
kendinden râzı olup, olmadığını bilmediği halde, ağız dolusu gülen kimselerin
hâli.”
Gayet az yerdi. Bir sofrada
kendisine daha ziyade yemesi için ısrar edilince Peygamberimizin
(s.a.v.) kendisine;
“İnsanların ahirette çok açlık çekecek olanları, dünyâda doyuncaya kadar yemek
yiyenlerdir.” buyurduğunu
haber verdi. Çok cömert olan Selmân (r.a.) günlük gelirinin çoğunu dağıtırdı
ve el emeği ile geçinirdi.
Fakîrleri daima doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi çok ihtiyar olduğu
hâlde kendi işini kendi
görürdü. Bir şey taşırken elleri titrerdi. Halk etrafına toplanır, eşyalarını
biz taşıyalım
derler, onlara; “Hayır
yerine kadar kendim götüreceğim” derdi. Halbuki emrinde binlerce kişi vardı.
Buyurdular ki; “İlim çoktur
fakat ömür kısadır. O hâlde önce dinde zaruri lâzım olan ilimleri öğren!”
“Kalb ile bedenin hâli kör
ve topal bir kimsenin hâli gibidir. Kör bir ağacın altına gider, fakat onda
meyve
olduğunu göremez. Topal,
ağaçtaki meyveyi görür fakat alamaz. İlâhi nimetleri kalb bilmeli, inanmalı,
beden de onunla âmil olmalı
ki âhıretteki sonsuz ni’metlere kavuşmak nasîb olsun.”
“Sizler mümkün olduğu kadar
sabah çarşıya ilk çıkan ve akşam en son dönen olmayınız. Çünkü
bu iki vakit şeytanların harp
ettikleri zamanlardır.”
“Mü’minler de çok şeyler
arzu ederler. Fakat Allahü teâlâ onlara faydalı olanları yaratır, zararlı
olanları
yaratmaz. Mü’minler bu
şekilde vefât ederler. Ve Allahü teâlânın Cennetine girerler.”
“Bir kimse Allahü teâlâya
açık günah işlerse; tevbesi açık, gizli olarak günah işlerse tevbesi gizli
olur. Tevbe ettikten sonra:
“Yâ Rabbi bu tevbe ile günahımı affet” diye duâ etsin.”
“Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi,
Resûlullah’ın (s.a.v.) vefâtı. Bu ayrılığa dayanamadım ve
durmadan ağlıyorum.
İkincisi, kabirden kalktığım zaman halim ne olur, onu bilmediğim için
ağlıyorum.
Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni
hesaba çektiği zaman Cennetlik miyim Cehennemlik miyim bilemiyorum. O
zaman halim ne olur,
bilemiyorum, onun için ağlıyorum.”
Selmân-ı Fârisî (r.a.) bir
gün bir vesk (bir deve yükü=250 litre) nafaka satın aldı. Bir kimse onu
gördü ve “Yâ Selmân bu
kadar nafakayı ne yapacaksın. Bunu bitirecek kadar ömrün olduğunu biliyor
musun?” diye sordu. Selmân
(r.a.); “Nefis nafakasını aldığı zaman insan mutmain (rahat) olur. Ondan
sonra nafaka ve başka bir
şey düşünmeden Allahü teâlânın zikri ile meşgul olabilir. İnsan nafakası tamam
olunca, ibadetler de
vesveselerden emin olur.”
Selmân-ı Fârisî (r.a.)
arkasından bir kimsenin yürüdüğünü gördüğü zaman, “Bu hâl, sizin için hayırlı,
fakat benim için fenadır”
buyurur, hiç kimsenin arkasından yürümesini istemezdi.
“Bir zenginle arkadaş
olduğun zaman, onun yanında dereceni düşürmek istemiyorsan kendisinden
bir şey isteme. Çünkü
istemek insanoğlunun yüzünde siyah bir lekedir. Verileni red eden kimse ise,
verenin
gözünde büyük ve ona karşı
makamını korumuş olur.”
“Farzları tam yapmadığı
halde, nafilelerle derecesini yükseltmeye çalışan kimsenin hâli, sermayesi
elinden çıktığı (iflas
ettiği) hâlde kâr peşinde koşan bir tüccarın hâline benzer.”
“Mü’minin ölüm zamanında
alnının terlemesi, gözleri yaşarıp, burun deliklerinin kabarması, Allahü
teâlânın rahmetine nâil
olduğunun alâmetidir.”
Kur’ân-ı kerîmi tilâvet
eden bir kimseden Hicr süresindeki, “Şüphesiz ki o azgınların hepsine
vadolunan yer;
Cehennemdir.” âyetini işitince, feryâd etti ve başını iki eli arasına alıp,
çıkıp gitti. Üç
gün kendine gelemedi. Ne
yaptığını dahi fark edemiyordu.
Medâyin’de iken
Ebû’d-Derdâ’ya (r.a.) yazdığı mektubta, “Hastaları tedavi etmek için tebâbete
başladığını öğrendim.
Gerçek tabib isen nasîhata devam et. Çünkü sözün şifâdır. Yok eğer hakiki tabib
değil isen Allah’dan kork,
müslümanların kanına girme” buyurdu.
“Namaz bir ölçekdir. Kim
dolu dolu ölçer, onu hakkıyla kılarsa, büyük ecir ve mükâfata kavuşur.
Kim ki, eksik ölçerse
(adabına uygun kılmazsa) Allahü teâlâ’nın buyurduğu Veyl’i (Cehennemi)
hatırlasın”
Ebû Vail diyor ki: Bir
arkadaşımla Selmân’ın (r.a.) ziyâretine gittim. Bize bir miktar arpa ekmeği ile
biraz da tuz getirdi.
Arkadaşım “Şu tuzun yanında biraz da sağter (kekik gibi bir ot) olsaydı” dedi.
Bunun
üzerine Selmân (r.a.)
matarasını rehin vererek o otu aldı geldi. Yemeği bitirince arkadaşım, “Bize
verdiği
ni’mete kanâat ettiğimiz,
Allahü teâlâ’ya hamd ederiz” dedi. Selmân (r.a.): “Eğer kanâat etseydin, benim
matara rehin olmazdı”
buyurdu.
“Eline geçmediği halde
geçmiş gibi nimetlere şükr edip râzı olan, eline geçmiş hükmündedir” buyurdu.
Kendisine hakaret edip,
kötü sözler söyleyen birisine “Eğer ahirette günahlarım ağır, sevablarım
hafif gelirse; senin
söylediğinden çok daha kötüyüm. Yok günahlarım hafif, sevablarım ağır gelirse;
senin
sözlerinin bana bir zararı
olmaz” diye cevap verdi.
“Dünyada Allah için tevazu’
ediniz. Dünyada tevazu’ sahibi olanları Allahü teâlâ kıyâmet günü yüceltir.”
“Cehennemin zulmeti ve
azabı, dünyâda iken insanların kendilerine ve başkalarına yaptıkları zulümdür.”
Kendisine niçin yeni güzel
elbise giymiyorsun diyenlere buyurdu ki: “Kölenin güzel ve iyi elbise ile
ne münâsebeti olabilir.
âzâd olduğu (Cehennemden kurtulduğu) zaman hiç eskimeyecek ve çok güzel
elbiseler kendisine
giydirilecektir.”
Sa’d’a (r.a.), nasîhatında
“Bir şeyi yapmaya niyet ettiğin zaman niyetinin, azminin üzerinde Allahü
teâlâ’dan kork (haram ve
günah olan bir şeye azmetme)” buyurdu.
Selmân-ı Fârisî (r.a.) ölüm
döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara “Dünyadan ayrıldığım
için ağlamıyorum. Ancak
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) “Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol
azığından fazla olmasın”
buyurmuştu, işte buna ağlıyorum” dedi. Halbuki öldüğü vakit bıraktığı malın
kıymeti on dirhem civarında
idi.
Bir gün yanında misafiri
olduğu halde Medayinden çıkıp bir yere gidiyorlardı. Yolda karınları açıktı.
Yiyecek bir şeyleri de
yoktu. Orada geyikler vardı ve süvari atıyle dahi onlara yetişemezdi. Kuşlar
vardı.
Fakat avcılar onları
vuramazlardı. Zira uzaktan hemen kaçarlardı. Selmân-ı Fârisî (r.a.) bir geyik
ile bir
kuşu yanına çağırdı. İkisi
de yanlarına geldi. Onlara “Bu kimse benim misafirimdir. Sizi ona ikrâm etmek
istiyorum” buyurdu. Geyik
ve kuş hiç itiraz etmediler. Onları kesip yediler. O zât bu işe çok hayret etti
ve
“Ey efendim geyik ve kuşu
çağırdınız hiç kaçmadan yanınıza geldiler, ben buna hayret ettim” dedi.
Selmân (r.a.) buyurdu ki:
“Bunda hayret edilecek bir şey yok. Bir kimse Allahü teâlâ’ya itâat eder ve
O’na hiç günah işlemezse,
her şey ona itâat eder.”
“Allahü teâlâ mü’minin
hastalığını ona keffâret yapar ve günahlarının affına sebeb olur. Fâsıkın
hastalığı ise, sahibi
tarafından bağlanan devenin hâli gibidir. Daha sonra salındığında niçin
bağlandığını
ve neden salındığını
bilmez.”
Selmân-ı Fârisî’nin (r.a.),
Peygamberimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ba’zıları şunlardır:
“İnsanlar ilim öğrenip
ameli terk ettikleri, dil ile sevişip kalbten düşmanlık besledikleri ve sıla-
i rahmi (akraba ziyâretini)
terk ettikleri zaman, Allah onlara lanet eder, kulaklarını sağır (hakikati
dinlemez), gözlerini kör
(doğruyu göremez) eder.”
“Allahü teâlâ’nın yüz
rahmeti vardır. Bunlardan yalnız birini dünyâya indirdi. İnsan ve cin,
kuş ve bütün hayvanlar, bu
bir rahmetin tesiriyle birbirine acır ve birbirlerine merhamet ederler.
Diğer doksandokuz rahmeti
âhirete bıraktı. Onlar ile de kullarına merhamet edecektir.”
“Muhakkak ki sizin Rabbiniz
hayâ ve kerem sahibidir. Kulları, ellerini kaldırıp kendisinden
birşey istedikleri zaman,
onları boş çevirmekten hayâ eder.”
Selmân (r.a.) “Resûl-i
Ekrem (s.a.v.), bizde olmayan şeyi misâfir için almak suretiyle külfete
girmememizi
ve mevcûd ile yetinmemizi
bizlere emretmiştir” demiştir.
“Dünya malından nasîbiniz,
yolcunun azığı gibi olsun”
“Malıyla. Allahü teâlâ’ya
itâat eden ve malının zekâtını veren mal sahibi, kıyâmet günü serveti
ile beraber gelir. (Sırat
köprüsünden geçerken) her ne zaman Sırat önüne dikilirse, malı, “geç
geç, zira sen Allahü
teâlâ’nın bende olan hakkını ödedin” der. Sonra da malındaki Allahü
teâlâ’nın hakkını ödemeyen
gelir. Malı yanında Sırat köprüsü önüne çıkınca, mal, “Yazık sana,
neden Allahü teâlâ’nın
bende olan hakkını ödemedin?” diye onunla alay eder durur. Tâki adam
“Vay bana, ben ne yaptım”
deyinceye kadar. Sırata geçip Cennete kavuşamaz”
“Misafir için külfete
girmeyin; misafir buna üzülür. Kim ki misafiri küstürürse, Allahü
teâlâ’yı küstürmüş olur.
Allahü teâlâ’yı küstürene de Allahü teâlâ buğz eder.”
“Dünyada iyilik işleyenler,
ahirette yaptıkları iyiliklere kavuşurlar. “
KAYNAKLAR:
1) Sahih-i Buhârî cild-6,
sh-63
2) Müsned-i Ahmed bin
Hanbel cild-5, sh-351
3) El-Îsâbe cild-2, sh-62
4) El-İstiâb cild-2, sh-56
5) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1,
sh-185
6) Tabakât-ı İbni Sa’d
cild-1, sh-185, cild-4, sh-75
7) İbn-i Hişâm cild-1,
sh-232
8) Şifâ-i şerîf cild-1,
sh-278
9) El-Kâmil fit-târîh
cild-2, sh-178
10)
Câmi-ul-Kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh-84
11) Kâmûs-ül-A’lâm cild-4,
sh-2606
12) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye sh-1063
13) Eshâb-ı Kirâm sh-391
14) Herkese Lâzım Olan İmân
sh-315
15) Hadâik-ul-verdiyye
sh-15