Ana sayfa

 

MİKTAD BİN ESVED (AMR) R.A. :

 

MİKDÂD BİN ESVED (veya AMR) (r.a.):

Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından ve ilk olarak îmân edenlerinden. Adı, Mikdâd bin Amr (Esved) bin

Salebe bin Mâlik bin Rebî’a bin Sümâme bin Matrud en-Nehrânî el-Kindî’dir. Babasının adı Amr’dır.

Esved bin Abd-i Yegûs tarafından evladlığa kabul edildiği için, Mikdâd bin Esved (=Esved’in oğlu) olarak

meşhûr olmuştur. Resûlullah’a (s.a.v.) ilk olarak îmân eden Eshâb-ı kirâmdandır. Miladî 584 yılında

Mekke’nin dışında bulunan Nehra’da doğdu. Gençliği sırasında Mekke’ye geldi. Abd-i Yegûsoğullarına

sığındı. Resûlullah efendimize îmân edenlerin yedincisi olduğu bildirilmektedir. Daha başka rivâyetler de

vardır. Müşriklerin, müslümanlığı kabul edenlere karşı sıkıntı vermeleri ve eziyetleri artınca, diğer

müslümanlarla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Orada bir müddet kaldıktan sonra, Resûlullah’ın Medine’ye

hicret ettiğini öğrenince Medine’ye geldi. Peygamberimizin amcası Zübeyr’in kızı Dıbâa ile evlendi

ve O’ndan “Kerîme” adında kızı oldu. Resûlullah efendimiz zamanında ve Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer zamanında

yapılan harplere de katıldı ve 33 (m. 666) yılında Hz. Osman’ın halifeliği sırasında 79 yaşında

iken vefât etti.

Hz. Mikdâd’ın mensûb olduğu kabilesi, düşmanları tarafından hezimete uğratılmış, yerleri, yurtları

ve malları ellerinden alınarak dağılıp gitmişlerdir. Bu arada, kendisi Mekke’ye düşmüş ve orada Esved

bin Abd-i Yegûs hanedanına sığınmıştır. Bu sırada Resûlullah efendimizin, Peygamberliğini açıkladığını

duyunca gidip hemen müslüman oldu. Bir müddet, müslüman olduğunu gizledi. Mekkeli müşrikler, Peygamber

efendimize îmân edip, putlara tapınmaktan vazgeçerek, müslümanlığı yeni kabul edenlerin hepsine

eziyet ve işkence etmeye başladılar. Resûlullah efendimiz, amcası Ebû Tâlib vasıtasıyle, Hz. Ebû

Bekir de kabilesinin yardımı ile bir müddet müşriklerin saldırılarından korundular. Fakat müşrikler

İslâmiyeti kabul eden Hz. Mikdâd ve diğer kimsesiz müslümanları yakalayıp, elbiselerini soydular. Demirden

zırhlar giydirerek güneşin altında kızgın kumların üzerine yatırarak saatlerce, hatta günlerce işkence

yaptılar. Müşriklerin, bu ağır işkenceleri artarak devam etti. Müslümanları her gördükleri yerde

yakalayıp hapsediyorlar, akla ve hayale gelmedik işkenceler yapıyorlardı, işkenceler, sonunda dayanılmaz

bir hal alınca, diğer müslümanlarla beraber Habeşistan’a hicret etmelerine izin verildi. Hz. Mikdâd

bin Esved de, Habeşistan’a hicret eden kafilenin içinde yer aldı. Peygamberimizin Medine’ye hicretine

kadar orada kaldı. Bu hicretten sonra Medine’ye döndü.

Mikdâd bin Esved (r.a.) Medine’ye gelince, Resûlullah efendimiz onu Mekke’ye gönderdi. Çünkü

Peygamberimiz Mekke’deki müşriklerin durumunu araştırıp, müslümanlar için ne düşündüklerini öğrenmek

istiyorlardı. Nitekim daha önce Hz. Utbe bin Cezvan da, bu maksatla Mekke’ye gönderilmişti, işte

bu sıralarda müşrikler, bir kaç koldan Medine’ye akın için hazırlanmışlar, keşfe çıkmışlardı. Hz. Mikdâd ile Hz. Utbe de bunların arasına, sokularak beraberce ilerlediler. Resûlullah efendimiz de tam bu sırada

Ubeyde bin Hâris’i (r.a.) keşif için göndermiş olduğundan, bunların ikisi hemen ona iltihak ederek, Medine’ye döndüler.

Hz. Mikdâd, Medine’ye gelince Gülsüm binti Hed’in (r.anhâ) evine misafir olmuştu. Medineli

müslümanlarla (Ensâr ile) Mekkeli müslümanları (Muhacirleri) onar kişilik gruplara ayırarak aralarında

kardeşlik sözleşmesi yapılmıştı. Hz. Mikdâd da, Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu grupta idi. Hepsinin bir

tane keçileri vardı. Hergün onu sağarak sütünü içip karınlarını doyuruyorlardı. Daha sonra Resûl-i Ekrem

efendimiz, Hz. Mikdâd bin Esved’e, Medine’nin Benî Adile mahallesinde bir miktar arazi tahsis etmeyi

isteyince, Ensâr’dan Hz. Ubeyde bin Ka’b’ı çağırmış ve O’nun vasıtasıyle Hz. Mikdâd’a bir miktar

arazinin ayrılmasını temin buyurmuştu.

Müşrikler, hicretin ikinci senesinden itibaren, Medine’deki müslümanlar üzerine saldırmak için hazırlığa

giriştiler. Bu sebeple onlarla yapılan muharebelerin hepsinde Hz. Mikdâd da hazır bulunmuştur.

Hicretin ikinci (m. 624) yılında Bedir Savaşı başlayacağı sırada Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâbın ileri

gelenlerini toplayıp onlarla istişare etti. Henüz müslümanlar çok azdı. Harp için hazırlıkları yok sayılırdı.

Maddî imkânları azdı. Önce Hz. Ebû Bekir’in ve Hz. Ömer’in fikirlerini aldı. Onlardan her biri “Hiç bir

hizmet ve fedâkârlıktan geri durmayız!” diyerek, Resûlullahın dilediği gibi hareket etmesini istediler. Bu

sırada konuşmak için müsâade isteyen Mikdâd bin Esved (r.a.) dedi ki: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana

neyi emrettiyse onu yap! Vallahi biz, İsrâiloğullarının Hz. Musa’ya dediği gibi “Git Rabbinle beraber

düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldamayız” şeklinde bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana tâbiyiz,

Senin sağında, solunda, önünde ve arkanda daima düşmanla çarpışırız” Onun, bu feragat ve şecaat

misâli sözlerinden son derece memnun olan Peygamberimiz (s.a.v.) ona duâ etti. Bedir Savaşında büyük

bir kahramanlık gösteren Mikdâd bin Esved (r.a.) bu savaşta İslâm ordusundaki tek süvari idi. Bunun

için kendisine, Resûlullahın süvarisi denilirdi. Hz. Mikdâd, ok atmakta, binicilikte son derece mâhir

bir yiğitti. Bedir’deki kahramanlıkları siyer ve hadîs kitaplarında anlatılmaktadır.

Uhud, Hendek, Hayber, Benî Kureyza ve diğer savaşlara katılan’ Mikdâd bin Esved, bazı

seriyyelerde de (Keşif kollarında da) bulunmuş ve ilk seriyyede İslâm askerinin kumandanı tayin edilmiştir.

Uhud savaşından sonra, Mekke civarında oturan kabileler tarafından Eshâb-ı kirâmdan Hubeyb’in

hile ile esir alınıp, Mekkeli müşriklere satılması ve idam edilerek şehîd edilmesi üzerine, Peygamberimiz

Hubeyb’in cesedini müşriklerin elinden alıp getirmek üzere Mikdâd bin Esved’i görevlendirmiştir. Mekke’nin

fethinde, Huneyn gazvesinde Tebük seferinde ve Veda Haccında da bulunan Mikdâd bin Esved

(r.a.) Peygamberimizin vefâtından sonra da çok büyük hizmetler yapmıştır.

Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında mürtedlerle yapılan savaşa katılmıştır. Hz. Ebû Bekir, Kur’ân-ı

kerîm âyetlerinin bir araya getirilip toplanması için kurduğu heyete Hz. Mikdâd bin Esved’i de almıştır.

Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Suriye harekâtına katılmış ve Mısır’ın fethi için Amr bin Â’s’a (r.a.) gönderilen

yardımcı kuvvetlere kumandan seçilmiştir. Hz. Ömer vefât edeceği zaman onu çağırıp “Yâ

Mikdâd! Beni kabre koyduktan sonra şûra (danışma) heyetini çağır ve onları bir evde topla, içlerinden

birini halife seçinceye kadar onları orada tut” emrini vermiştir. O da bu emri gereği gibi yerine getirmişti.

Hz. Mikdâd bin Esved, Hz. Osman’ın halifeliği sırasında da ihtiyarlamış olduğu halde savaşlara katılmıştır.

Ömrünü savaş meydanlarında cihadla geçirmiş olan Hz. Mikdâd bin Esved, yetmiş yaşlarında

iken, Medine’de vefât etmiş olup, cenâze namazını Hz. Osman kıldırmıştır.

Peygamber efendimiz, kumandanlarından olan Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Peygamberimiz

(s.a.v.), onun hakkında şöyle buyurdu: “Allah bana Eshâbımdan dört kişiyi özellikle sevdiğini bildirip,

benim, de onları sevmemi emir buyurdu ki: bunlar; Ali, Mikdâd, Selman ve Ebû Zer’dir.”

Mikdâd bin Esved (r.a.), Eshâb-ı kirâmdan olmayan müslümanlardan birinin kendisine hayıflanarak:

“Ne mutlu sizlere, sizin gözlerinize! Resûlullah’ın (s.a.v.) zamanında yaşadınız! O’nu görmekle şereflendiniz!”

şeklinde konuşması üzerine O’na şunları söylemiştir: “Sizleri bunu istemeye sevk eden nedir?

O devirde yaşasaydınız, Resûlullaha (s.a.v.) karşı tavrınız ne olacağını biliyor musunuz? Allah’a

yemin ederim ki, Resûlullah (s.a.v.) kendisine uymayan ve tasdîk etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı.

Halbuki Allahü teâlânın sizi bu devirde yaratması sebebiyle Resûlullahın size getirdiklerini tasdîk ederek,

yalnız Allah’ı biliyor ve ona imân ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti, insanların azgınlıkları

sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Resûlullah (s.a.v.) ise insanların puta tapmaktan başka hiç

bir şey tanımadıkları cahiliyet ve vahşet devrinin en korkuncunda gönderilmişlerdir. O Kur’ân-ı kerîmi

getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı. O kadar ki; bir kimse, kalbine îmân yerleştikten sonra

îmân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu.

Dostunun Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve imân etmesini arzular, bunun için çırpınır, Cehennemden

kurtulmasını isterdi. Bu hususta Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74.ncü âyet-i

kerîmesinde şöyle duâ etmeyi emretti: “Ey yüce Rabbimiz! hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan

gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet.”

Hz. Mikdâd bin Esved, gittiği yerlerde insanlara Kur’ân-ı kerîmi öğretmiş ve hadîs rivâyetinde bulunmuştur.

Onun Peygamber efendimizden (s.a.v.) rivâyet ettiği hâdîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:

“Kıyâmet günü güneş insanlara bir mızrak mesafe kalıncaya kadar yaklaştırılır.”

“İnsanlar kıyâmet gününde günahlarına göre tere batacaklardır. Ter kiminin topuğuna kadar,

kiminin dizlerine, kiminin beline kadar, bazısının da ağzına kadar yükselir.”

“Kur’ân-ı kerîme sarılınız! Çünkü o şefâat eden ve şefâati kabul edilendir. Kendisine uymayanların

yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur’ân-ı kerîmi rehber edinirse (Kur’ân-ı kerîmden müctehid

olan âlimlerin çıkardığı hükümlere uyarsa) Kur’ân onu Cennete götürür. Kim de Kur’ân’a sırt çevirirse,

Cehenneme gider. Kur’ân, en hayırlı yolu gösterir. Emirleri açık ve kesindir. Boş sözler değildir...

Ma’nâları çok derindir. Güzellikleri sayılamaz. Âlimler ona doymazlar. O hakikate ulaşmak

için Allah’ın sağlam ipidir. Dosdoğru yoldur. Cinlerin Kur’ân’ı duydukları zaman hayretten “Doğrusu

biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik ve hemen inandık ve artık

Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” dedikleri hakikattir...”

Hz. Mikdâd bin Esved, çok sade bir hayat yaşar, herkes O’na imrenirdi. Eshâb-ı kirâmdan. Abdullah

bin Amr (r.a.) ve Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) bunlardandı. Kimseyi incitmez, herkese iyiliği, emirleri ve

yasakları öğretirdi. Resûlullahın sünnetinden ayrılmazdı. En büyük arzusu ve emeli buydu. Her müşkülünü

hemen gelip Resûlullaha sorardı. Birgün, Resûlullaha gelip: “Yâ Resûlallah! Kâfirlerden birine rast

gelecek ve onunla döğüşecek olursam, kâfir bana hücum ederek, kılıcı ile bir kolumu kestikten sonra bir

ağacın arkasına geçerek Kelime-i şehâdet getirerek “Ben Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed

aleyhisselâmın da O’nun kulu ve Peygamberi olduğuna inandım” diyecek olursa, O’nu öldürmek

benim için caiz midir?” diye sormuştu. Peygamberimiz de cevap vererek: “Hayır, öldürme!” dediler. Hz.

Mikdâd tekrar sordu: “Fakat o adam benim kolumu kesmiş, ondan sonra da Kelime-i şehâdet getirmişti.

Böyle olduğu halde onu öldürmeyeyim mi?” Resûlullah efendimiz ona tekrar şu cevabı verdi: “Onu öldürme!

Onu Kelime-i şehâdet getirdikten ve böylece müslüman olduktan sonra öldürecek olursan,

Onun şehâdetten evvelki haline dönersin. O da senin öldürmeden evvelki haline döner.”

Resûlullah efendimiz, Hz. Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Onu kendi amcasının kızı Hz. Dıbâa ile evlendirmiştir.

O, hayatının bir kısmını Resûlullah efendimiz ile birlikte geçirmiştir. Bu hususta rivâyet e4tiği

bir hadîs-i şerîf, Onun bu halini tasvir etmektedir.

Hz. Mikdâd buyurdu ki: “Bir gün iki arkadaşımla birlikte, yorgunluk ve açlıktan gözlerimiz kararmış,

kulaklarımız sağırlaşmıştı. Eshâb-ı kirâmdan bir kaçına müracaat ettik. Fakat kendilerinde ikrâm edecek

bir şeyleri bulunmadığı için bizi kabul edemediler. Biz de kalkıp, Resûlullaha (s.a.v.) gittik. Bizi alarak

hâne-i seâdetine (mübârek evine) götürdü. Resûl-i ekrem bize bakarak “Bunları sağınız da aranızda

taksim ediniz!” buyurdu. Biz hergün bu keçileri sağar, keçilerin sütünü aramızda taksim eder, kendi

payımızı içer, Peygamberimizin hissesini de saklardık. Resûlullah efendimiz, geceleyin gelir, uyuyanları

uyandırmayacak bir şekilde uyanık olanlara selâm verir, namaz kıldığımız yerde namazını kılar ve ondan

sonra da sütünü alıp içerdi. Bir gece şeytan bana musallat oldu ve bana dedi ki: “Ey Mikdâd! Bu

gece Muhammed (s.a.v.) Ensârın evine gidecek, onlar ona türlü ikrâmlarda bulunacaklar. Onun da bu

sütü içmeye ihtiyacı kalmayacak. O halde sen şu sütü içiver!” Bu sözler, içimden bir türlü çıkıp gitmedi.

Nihayet ben de kalkıp Resûlullah için ayırdığımız hisseyi içtim. Fakat sütü içtikten sonra, aklım başıma

geldi ve kendi kendime: “Sen ne yaptın ey Mikdâd! Resûlullah’ın sütünü neden içtin? Şimdi kendisi gelecek,

sütünü, arayacak, işte o zaman helak olacaksın. Dünyanı da, ahiretini de kaybedeceksin!” dedim.

Yatağa yatmıştım. Üzerimdeki örtü çok kısaydı. Başımı örtsem, ayaklarım, ayaklarımı örtsem, başım

açıkta kalıyordu. Gözüme uyku girmiyordu, iki arkadaşım kendi paylarını içip uyumuşlardı. Derken

Resûlullah (s.a.v.) çıkageldi. Her geceki gibi selâm verdi. Namazını kıldı. Sonra süt kâbının kapağını

açtığında içinin boş olduğunu gördü. Resûlullah efendimiz başını semaya doğru kaldırmıştı. O sırada

bana bedduâ edeceğini sandım, çok korktum. Fakat O, bedduâ etmedi. Yalnız: “Yâ Rabbi! Beni doyuranları,

sen de doyur! Bana içirenleri, sen de susuzluktan kandır!” diye duâ etti. Ben de üzerimdeki

örtüyü atarak kalktım. Gidip keçileri yokladım. Bunların hangisi semizse, Onu biraz sağacak ve sütünü

Resûlullah’a takdim edecektim. Baktığımda, bütün keçilerin memeleri sütle doluydu. Hemen döndüm,

süt kabını aldım. Bu kab, Peygamberimizin ailesine aitti. Evde yemek pişmediğinden, onu süt sağmak

için kullanıyorlardı. Sağdığım sütlerle kab dolmuş, üzeri süt köpükleri ile süslenmişti. Sütü, Resûlullah’a

getirerek uzattım: “İçiniz Yâ Resûlallah!” dedim. O da bana bakarak “Ey Mikdâd! Siz, bu gece sütünüzü

içmediniz mi?” buyurdu. Ben: “İçiniz, Yâ Resûlallah!” dedim. Resûlullah efendimiz verdiğim sütü

içtikten sonra, kabı bana verdi. Ona tekrar “Yâ Resûlallah içiniz.” dedim. O da içti ve kabı bana verdi.

Ben de geriye kalan sütü içtim. Resûlullah’ın (s.a.v.) içtiği sütün hoş kokulu olduğunu anladıktan sonra,

biraz önceki duâya mazhar olduğumu düşünerek, sevincimden yere yatıncaya kadar güldüm. Memnuniyetimin

haddi hesabı yoktu. Resûlullah efendimiz bana bakarak “Ne oldun, ey Mikdâd?” dedi. Ben de,

bütün olanları anlattım. Bana cevap vererek “Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir. Madem ki, Allahü

teâlânın bu rahmetine nâil olduk! Niçin uyuyan arkadaşlarımızı uyandırmak için bana haber vermedin? Onlar da hisselerini alırlardı.” buyurdu. Ben de dedim ki: “Allahü teâlânın rahmetine, sizinle

birlikte kavuştuktan sonra, geride kalanların ona kavuşup kavuşmamasını düşünemedim.”

Bir gün Hz. Mikdâd bin Esved, halife Hz. Osman’ın yanında bulunuyordu. Onun yanına birkaç kişi

gelerek, Hz. Osman’ı yüzüne karşı methetmeye, övmeye başladılar. Hz. Mikdâd, bunların sözlerini dinlerken

yerden bir avuç toprak alarak onların yüzüne savurdu. Ona niçin böyle yaptığını sordukları zaman,

şu cevabı vermişti: Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “İnsanı yüzüne karşı övenler türediği

zaman, onların yüzünü toprakla bulayınız!”

Hz. Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerinin neticesine

bakarak hüküm verirdi. Bu hususta kendisi şöyle bildiriyor: “Ben, bir adamın sonunu görmeden onun

hakkında iyi veya fena bir şey söylemem! Çünkü buna dair Resûlullah’dan (s.a.v.) bir şey sorulmuştu da,

şu cevabı vermişti: “İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!”

 

KAYNAKLAR:

 

1) Hilyet-ül-evliyâ, cild-1, sh-172

2) El-Îsâbe, cild-3, sh-453

3) El-İstiâb, cild-4, sh-472

4) Sahîh-i Buhârî (Gazve-i Bedir)

5) Müsned-i İbni Hanbel, cild-6, sh-4 ve cild-4, sh-53

6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, sh-161

7) Eshâb-ı Kirâm, sh-358