MUAZ BİN CEBEL R.A. :
Eshâb-ı kirâmın
büyüklerinden, helâl ve harâm ilmini en iyi bilenlerden. Adı, Muaz bin Cebel
bin
Amr bin Evs bin Âbid bin
Adiy bin Ka’b el-Ensârî’dir. Künyesi Ebû Abdullah’dır. Milâdî 605 senesinde
Medine’de doğdu.
Hicretin 18. (m. 640)
yılında Kudüs ile Remle arasındaki Amvas köyünde vefât etti. İkinci Akabe
bîatinde, kendi canlarını
ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım ederek İslâmiyete hizmet
edeceklerine söz verip,
müslüman olan yetmiş Medineli’den birisi de Muaz bin Cebel’dir (r.a.). Onsekiz
yaşında. İken müslüman
oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâm Mekke’den Medine’ye hicret
ettiklerinde bütün malları
ve mülkleri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle Medine’de bulunan
müslümanlar, Mekke’den
hicret eden müslümanlarla kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyalarını
paylaştılar. Muaz bin Cebel
de, (r.a.) Abdullah bin Mes’ûd ve Ca’fer-i Tayyar ile kardeşlik kurmuştu. Hz.
Muaz bin Cebel, Ensâr adı
verilen Medineli müslümanlardandır. Hz. Muaz bin Cebel, Bedir, Uhud, Hendek,
Benî Kureyza şavaşlarına ve
Hayber’in fethine katılmıştı. Mekke’nin fethinde de bulundu ve bundan
sonra yapılan Huneyn savaşı
sırasında Peygamberimiz (s.a.v.) onu Mekke’de emir olarak bıraktı, halka
Kur’ân-ı kerîm öğretmesini
ve dîni esasları anlatmasını emretti. Bu vazifesini yapıp Medine’ye döndükten
sonra da Kur’ân-ı kerîmi ve
din bilgilerini öğretmeye devam etti.
Peygamber efendimiz
(s.a.v.) müslüman beldelerine vali ve zekât tahsil memurları gönderdiği
sıralarda,
bir gün sabah namazından
sonra Eshâb-ı kirâma dönerek “İçinizden hanginiz Yemen’e gider?”
buyurdu. Hz. Ebû Bekir.
“Ben giderim yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz bir müddet sonra, “Hanginiz
Yemen’e gider?” buyurdu. Bu
sefer Hz. Ömer “Ben giderim Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz
(s.a.v.) biraz sonra tekrar
“İçinizden Yemen’e kim gider?” buyurdu. Muaz bin Cebel (r.a.) ayağa kalkıp,
“Yâ Resûlallah! Ben
giderim” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) “Ey Muaz! Bu vazife
senindir.”
buyurdu. Bütün malını,
cihâd için Allah yolunda harcayan Muaz bin Cebel, (r.a.), Yemen’de
valilik yapmak, halka
İslâmiyeti anlatmak, Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen Ülkesinde toplanan zekât
mallarını vazifelilerden
teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere
Yemen’e
gitmek için hazırlandı.
Yola çıkmadan önce Peygamberimiz O’na şöyle buyurdu: “Sen ehl-i kitaptan
(yahudilerden ve
hıristiyanlardan) olan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca,
önce, onları Allah’tan
başka ilâh olmadığına ve Muhammedin (s.a.v.) Allah’ın Resûlü olduğunu
tasdîke (inanmaya) davet
et. Eğer bunu kabul ederlerse onlara, Allah’ın beş vakit namazı farz kıldığını
haber ver. Bunu da
yaptıktan takdirde, Allah’ın zenginlerin fakîrlere zekât vermesini emrettiğini
bildir. Bunu da kabul
ederlerse zekat alırken sakın mallarının (sadece) en iyilerini seçme!
Mazlumun ahını almaktan
çekin. Çünkü Allah mazlumun duâsını (ahını, hemen kabul eder.)”
Hz. Muaz diyor ki:
“Resûlullah (s.a.v.) onlardan, her 30 sığırdan bir yaşında erkek veya dişi bir
dana,
her bulûğ çağındaki gayri
müslimden de, bir dinar veya onun dengi Yemen kumaşı, yağmur suyu ile
sulanan her mahsûlden öşür
(onda bir) ve ücretle sulanan şeylerden de yarım öşür (yirmide bir) alınmasını
emretti.
Muaz bin Cebel, (r.a.)
Yemen’e gitmek üzere yola çıkınca Peygamberimiz (s.a.v.) yanında bir miktar
yürüdü ve vedalaşırken “Yâ
Muaz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin. Belki
dönüşünde burada benim
mescidime ve kabrime ziyârete gelirsin” buyurdu. Bunu işiten Muaz bin
Cebel (r.a.) hüzünle
gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz (s.a.v.): “Ağlama, Yâ Muaz!.. Bana
yakın olanlar (tam bağlı
olanlar), nerede olursa olsunlar Allah’a hakkıyla kulluk edenlerdir.” buyurdu
ve sonra da şöyle sordu:
“Sana bir dâva getirilip insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm
vereceksin?” Hz. Muaz bin
Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm” dedi. “Ya
O’nda açıkça bulamazsan?”
buyurunca, “Peygamberin (s.a.v.) sünneti ile hüküm ederim” dedi. “Ya
onda da açıkça bulamazsan”
buyurunca, “İctihâd ederek, anladığımla hükmederim” dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) Muaz
bin Cebel’in bu cevabından dolayı çok memnun kalarak mübârek elini
O’nun göğsüne koyup:
“Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah’ın rızasına
uygun eyledi.” buyurdu.
Sonra Hz. Muaz bin Cebel’e şöyle duâ etti: “Cenâb-ı Hak seni her taraftan
gelecek musîbetlerden
muhafaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın”
ve “Senin sebebinle Allahü
teâlânın bir kişiyi hidâyete erdirmesi senin için dünyâdan hayırlıdır.”
buyurdu.
Hz. Muaz bin Cebel,
Yemen’de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazifeyi yerine getirdi.
Peygamberimizin
(s.a.v.) vefâtını da orada
iken haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp,
Medine’ye dönen Muaz bin
Cebel (r.a.), Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında Medine’de kaldığı müddetçe
Hz. Ebû Bekir onu seçtiği
müşavere (danışma) heyetine aldı. Bu sırada Suriye taraflarına da giderek
hem oralarda yapılan
savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti.
Hz. Ömer’in halifeliği
sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye
taraflarında
din bilgilerini ve Kur’ân-ı
kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde
iken burada çıkan tâûn
(veba) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz (38) yaşında iken vefât etti.
Hz. Muaz bin Cebel’in
fazîleti, üstünlüğü çoktur. Onu Resûlullah (s.a.v.) birçok hadîs-i şerîflerinde
medhetmiş, övmüştür. “Muaz
bin Cebel (r.a.), ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir.”
“İnsanlar arasında, Allahü
teâlânın helâl ve harâm ettiklerini en iyi bilen Muaz bin Cebel’dir.”
“Kur’ân-ı kerîmi şu dört
kimseden alınız (öğreniniz): Muaz bin Cebel (r.a.), Ubey bin Kâ’b,
Abdullah bin Mes’ûd ve
Sâlim Mevlâ Huzeyfe.”
“Muaz kıyâmette ümmetimin
âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir.”
Eshâb-ı kirâmdan Enes bin
Mâlik (r.a.) diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimse toplamıştır. Ubey bin
Kâ’b, Muaz bin Cebel
(r.a.), Zeyd bin Sâbit ve Ebû Zeyd. Bunların dördü de Ensârdandır.
Hz. Ömer’e: “Bize kimi
halife bırakıyorsun?” denildiğinde buyurdu ki: “Şayet Muaz bin Cebel sağ
olsaydı, onu halife
bırakırdım ve Rabbime kavuştuğumda, Rabbim bana: “Muhammed aleyhisselâmın
ümmetine kimi halife
bıraktın?” deyince: “Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın
“Muaz, kıyâmet günü,
âlimlerin önünde, tek başına bir cemaattır” buyurduğu kimseyi bıraktım,
derdim.”
Abdullah bin Mes’ûd (r.a.)
buyurdu ki: “Muaz bin Cebel, Allah’a ve Resûlüne itâat eden, doğru yolda
bulunan bir cemaat gibiydi.
Biz O’nu İbrâhîm aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara hayrı,
iyiliği öğretir. Allah’a ve
Resûlüne de itâat ederdi.”
Eîzullah bin Abdullah
(r.a.) şöyle anlatıyor: “Bir gün Humus’ta mescide girmiştim. Baktım ki, orada,
Resûlullah’ın 30 kadar
Sahâbîsi vardı. Hadîs-i şerîfleri mütâlea ediyorlardı. Aralarında genç ve
yakışıklı
olan birisi vardı ve çok az
konuşuyordu. Fakat diğerlerinin, bir hadîs-i şerîf üzerinde şüphe ve
tereddütleri
olduğu zaman, hemen ona
sorarlardı. O da, bunlara cevap verirdi. Onun cevabı üzerinde hepsi kanaat
getirir ve onda ittifak
ederlerdi. Hiç birisi Ona itirazda bulunmazdı. Ben de çok merak ettim ve (Sen
kimsin, ey Allah’ın kulu?)
diye suâl ettim. Bana buyurdu ki: (Ben Muâz bin Cebel’im!). Ebû Müslim-i
Hülvânî ve Ya’kub bin Zeyd
bin Ceriyye de, bu haberi nakletmektedirler.
Abdürrezzâk, Abdülmelik bin
Cüreyc’den haber veriyor ki, Muâz bin Cebel’in (r.a.) bir hurma ağacı
vardı. Hurmalarını toplayıp
hepsini sadaka verdi. Kendine bir şey kalmadı.
Muhammed bin Ka’b (r.a.)
da: “Ben Muâz bin Cebel’i (r.a.) gördüm. Genç ve etine dolgun yakışıklı
bir kimseydi. Kerem sahibi
olup, çok cömertti. Bir kimse, ondan bir şey isteyip de, yok dediği olmazdı.
Elinden geldiği kadar temin
edip, ona verirdi” dedi. O, malının tamamını fakîrlere sadaka olarak dağıtır,
kendisi borçlu olarak
yaşardı. Hatta bir keresinde böyle yaptığını Resûlullah efendimiz haber
almıştı.
Muâz bin Cebel’in (r.a.)
alacaklılarını çağırıp, ona kolaylık göstermelerini ve borçlarının bir kısmını
kendisine
hediye etmelerini söyledi,
hemen hepsi yahûdi olan alacaklıları, bu müsamahayı göstermediler.
Sonra, Resûlullah
efendimiz, Muâz bin Cebel’i huzuruna çağırıp, durumu ona bildirdi. Bunun
üzerine
Muâz bin Cebel (r.a.),
gidip elindeki bütün gayrimenkullerini sattı. Paralarını alıp, Resûlullah’ın
(s.a.v.)
huzuruna geldi. Alacaklılar
da, oradaydı. Borçlarının hepsini ödedi. Ondan sonra elinde hiçbir malı ve
mülkü kalmadı.
Muâz bin Cebel (r.a.),
Peygamberimizden (s.a.v.) pek çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Onun rivâyet
ettiği hadîs-i şerîflerin
çoğu Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim’de, bir kısmı da diğer hadîs kitaplarında
yer almıştır. Hz. Muâz
şöyle anlatıyor:
Bir gün Resûl-i Ekrem
(s.a.v.) bir hayvana binmişti. Ben de arkasında bulunuyordum. Bana “Ey
Muâz” diye seslendiler. Ben
de: “Emredin, Yâ Resûlallah!” dedim. Üç kerre ismimi söyledikten sonra:
“Cenâb-ı Hakkın kulları
üzerinde olan hakkı nedir biliyor musunuz?” buyurdu. “Allah ve Resûlü
daha iyi bilir” dedim.
Bunun üzerine: “Cenâb-ı Hakk’ın kulları üzerindeki hakkı, onların kendisine
ibadet etmeleri ve başka,
hiç bir varlığı ona şirk (ortak) koşmamalarıdır.” buyurup tekrar sorarak:
“Kullar bu vazifelerini
yerine getirirlerse, Allah’dan bekledikleri hakları (Allahü teâlânın onlara
va’d ettiği) nedir, bilir
misin?” buyurdular. Ben yine “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” deyince: “Bu
takdirde kulların Allah
üzerindeki hakkı (Onlara va’d ettiği) nimet, O’nun kullarına azâb
etmemesidir...”
Muâz bin Cebel’in (r.a.)
bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden
bazıları da şunlardır:
“Allah’ım! Kötü insanları
(facirleri) bana ikrâm ettirme ki, kalbim onlara meyletmesin.”
“Ahlakınızı
güzelleştiriniz.”
Hz. Muâz, Resûl-i Ekrem’e,
(s.a.v.) “Hangi amel daha makbuldür?” diye sordu. Resûl-i Ekrem
(s.a.v.), dilini ağzından
çıkarıp elini dilinin üzerine koyarak dilini göstermiş ve “Bunu koruman en
makbul
bir ameldir” buyurmuştur.
“Zillet, mü’minin ahlâkı
değildir. Ancak ilim talebinde olabilir.”
“Cennet bahçelerinde
eğlenmek isteyenler Allah’ı çok zikir etsinler.”
Muâz bin Cebel (r.a.) şöyle
rivâyet eder: Resûlullah (s.a.v.) bana buyurdu ki: “Ey Muâz! Sana Allah’dan
korkmayı, O’na sığınmayı,
doğru konuşmayı, verdiğin sözde durmayı, herkese selâm
vermeyi, güzel amel ve
işlerde bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur’ân-ı
kerîmi okuyup anlamayı,
ahireti sevmeyi, âhıret hesabının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat
kanatlarını germeği tavsiye
eder; hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan,
günahkâra itâatten, âdil
hükümdara isyandan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan seni
nehyederim, (sakındırırım).
Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günahın peşinden tövbe
etmeyi tavsiye ederim. Gizli
günah işlediğin zaman gizli, aşikare günah işlediğin zaman aşikare
tövbe edersin.”
Hz. Muâz, Peygamberimizden
(s.a.v.) nasihât istediğinde: “Allah’ı görür gibi ibadet et ve kendini
ölmüş gibi bil! İstersen
bütün bunları içine alan daha mühimini bildireyim: Dilini tut!” buyurdu.
Resûl-i Ekrem yine bana:
“Müslümana kötü söylemekten ve âdil hükümdara isyan etmekten
seni nehyederim.” buyurdu.
Ebû İdris el-Havlânî, Hz.
Muâz bin Cebel’e: “Seni Allah için seviyorum” dediğinde, Muâz bin Cebel:
“Sana müjdeler olsun! Ben
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu, işittim: “Kıyâmet günü Arşın
etrafında, bir takım
insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi
parlayacaktır.
İnsanlar feryad ederken
onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allah’ın
gerçek dostlarıdır”
buyurdu. Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca: “Onlar Allah için
sevişen
kimselerdir.” buyurdu.
Peygamberimiz Hz. Muâz’a:
“Ya Muâz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu
duâyı terk etme!” buyurdu
ve duâyı okudu: “Allahümme e’ınnî âlâ zikrike ve şükrike ve husni
ibadetike.” Yâni, “Allahım!
Ancak seni anmak, sana şükretmek ve güzelce ibadet etmek için bana yardım
et” “Ey Allah’ım! Seni
sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi
sevmeyi bana nasîb et ve
senin sevgini (sıcak ve harâretli günde) soğuk suyu sevmekten bana daha
sevimli kıl!”
“Allahü teâlâ kıyâmet günü
mü’minlere: “Bana kavuşmayı sever miydiniz?” diye sorar. Onlar
da: “Severiz, Yâ Rabbi!”
derler. Allahü teâlâ: “Niçin seversiniz?” diye sorar. Onlar da: “Af ve
mağfiretini ummak için!”
derler. Cenab-ı Hak da “Ben de size af ve mağfireti, kendime borç edindim
buyurur.”
“Her insanın dört gözü
vardır. Bunların ikisi başındadır. Bunlarla dünyâ işlerini görür. Diğer
ikisi de kalbindedir.
Bunlarla da âhıret işlerini görür.”
“Bir kimse, deve üstünde düşmanla dövüşürse,
Cennet ona vacip olur. Bir kimse, içinden
doğru olarak şehîd olmayı
ister, sonra ölürse veya öldürülürse, onun için şehîd sevabı vardır. Bir
kimse, Allah yolunda
yaralanırsa veya bir zahmet görürse, kıyâmet günü zafir renkli ve misk kokulu
olarak gelir.”
Muâz bin Cebel (r.a.) şöyle
anlatıyor: Bir gün Resûlullah’ın huzurunda bir adamın çok aciz bir kimse
olduğunu söylediler. Resûlullah
(s.a.v.): “Kardeşinizi gıybet etmeyiniz” buyurdu. Onlar “O, dediğimiz
gibidir” dediler. Bunun
üzerine Resûlullah (s.a.v.): “Öyle olmasa o zaman iftira etmiş olursunuz”
buyurdular.
“Üç şey var ki, onlar
dünyâda bir yabancı gibidir: Zâlimin elinde Kur’ân-ı kerîm, kötü insanlar
arasında iyi bir kimse, bir
evde durup okunmayan Mushaf.”
“İnsan, kıyâmet günü şu
dört şeyden sorulmadıkça, hiçbir yere adım atamaz: 1- Ömrünü
nerede tükettiği, 2-
Gençliğini nerede harcadığı, 3- İlmi ile ne gibi amel işlediği, 4- Malını
nereden
kazanıp nereye harcadığı.”
“Muhtekir, (karaborsacılık
yapan) ne fena bir kuldur! Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın
keyfi kaçar, yükseltirse o
zaman ferahlar.”
“Bid’at sahibine hürmet
etmek için yürüyen kimse, İslâm’ı yıkmağa yardım etmiştir.?
“Her kim kırk gün ümmetimin
nafakası üzerinde karaborsacılık eder de, sonra bu kazancını
sadaka olarak dağıtırsa,
onun bu sadakası kabul edilmez.”
Muâz bin Cebel, çok ilim
sahibi olup, Eshâb-ı kirâmın sevdiği ve müşkil meselelerini sordukları
kıymetli bir zât idi. Çok
cömert olup, az konuşur ve hikmetli söylerdi.
Abdullah bin Seleme şöyle
anlatıyor: Muâz bin Cebel (r.a.) tâûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı
çok arttığı bir sırada,
talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyârete geldi. Durumunun çok ağır
olduğunu görünce, ağlamaya
başladı. Hz. Muâz, Ona: “Niçin ağlıyorsunuz?” diye ordu. O da: “Ey Muâz!
Allah’a yemin ederim ki,
sen benim hocamsın. Bana dünyâlık yardımında bulunuyorsun diye ağlamıyorum.
Ben, senden dinimi
öğreniyor ve ilim alıyordum. Senin ölümünden sonra dinimi ve ilmi bana
öğretecek kimsenin
bulunmamasından korkuyorum ve onun için ağlıyorum.” Bunun üzerine Muâz bin
Cebel (r.a.) buyurdu ki:
“Hayır, bundan korkma! İmân ve ilim, kıyâmet gününe kadar yerindedir, arayan
bulur ve Allahü teâlâ
bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı Kur’ân-ı
kerîm ve
Peygamberi’mizin sünneti,
kıyâmet gününe kadar korunacaktır. Nitekim Allahü teâlâ ilmi ve imânı
İbrâhîm aleyhisselâma ihsan
etmiştir. Halbuki o zaman, imâm ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu.
İbrâhîm aleyhisselâm
istediği için Cenâb-ı Hak, O’na ihsan etti. İlmi, Hz. Ömer’den, Hz. Osman’dan
ve Hz. Ali’den alınız! Eğer
onları da kaybederseniz, Ebü’d-Derdâ’dan, Abdullah İbn-i Mes’ûd’dan,
Selmân-ı Fârisî’den ve
Abdullah İbn-i Selâm’dan alınız! Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı,
hakikati kim bildirirse
kabul ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, Onu
reddediniz!”
Muâz bin Cebel (r.a.)
buyurdu ki: “Âlimlere Cennette de ihtiyaç vardır. Çünkü Cennet ehline ne
isterseniz
isteyin denildiğinde, onlar
ne isteyeceklerini ve nasıl isteyeceklerini bilemeyecekleri için âlimlere
soracaklar.”
Bir gün, birisi Hz. Muâz
bin Cebel’in huzuruna gelip selâm vermişti. Biraz sonra vedâlaşıp ayrılacağı
sırada, Ona buyurdu ki: “Ey
falan! Dünyadaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır.
Sen ise, dünyâdaki
nasîbinden daha çok âhıret nasîbine muhtaçsın. Âhıret nasîbini, dünyâ nasîbine
tercih et! Hatta öyle
olmalısın ki, çok ihtişamlı bir âhıret servetine sahip olasın! Dünya nimetleri
geçicidir.
Âhıret için elde ettiklerin
ise, nerede olursa seninledir.”
Yine buyurdu ki: “İyi bir
müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlumların bedduâsından çok sakın ve
hiç kimseye zulüm etme!”
“Cennet ehlinin tek bir
hasreti (pişmanlığı) vardır. O da, Allahü teâlâ’yı zikretmeksizin geçirdikleri
vakitlerdir.”
Ebû Bahiri şöyle anlatıyor:
Bir gün Humus şehrinde câmiye gitmiştim. Muâz bin Cebel (r.a.) da,
orada bulunuyordu. Yanında
bir grup kimseler vardı. Onlara buyurdu ki: “Bir kimse, Allahü teâlânın
huzuruna
kâmil, olgun bir imânla
gitmek istiyorsa, beş vakit namaz için çağırılan yere gelip namazını kılsın.
Çünkü beş vakit namazı
câmide cemaatle kılmak, hidâyet yollarından olup, hem de Peygamberimizin
mühim sünnetidir. Hiç
kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum,
demesin! Böyle yaparsanız,
Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetini terk etmiş olursunuz. Bu da dalâlettir.”
Hz. Muâz bin Cebel’e:
“Hangi duâ ve ne zaman kabul olunur?” diye sorulunca, buyurdu ki: “İnsanlar
gaflette oldukları zaman,
sen Allahü teâlâya dön ve ondan ne dilersen o zaman iste! İşte o zaman
duâlar makbuldürler.”
Meymûn-i Evdî anlatıyor:
Muâz bin Cebel (r.a.) bir gün ayağa kalktı ve buyurdu ki: “Ey Evd kabilesi!
Ben Resûlullah’ın (s.a.v.)
elçisiyim. Sizlere bir şeyler öğretmek istiyorum. Hepiniz biliniz ki dönüşünüz
Allahü teâlâyadır. Dönüşten
sonra da, ya Cennet veya Cehennem vardır. Cennet ve Cehennemin ikisi
de ebedîdirler. İkisinde de
ölüm ve yok olmak yoktur.”
Yezîd bin Câbir diyor ki:
Ben Muâz bin Cebel’den şöyle işittim. Buyurdu ki: “Ne kadar çok ilim öğrenirseniz
öğrenin, bunlarla amel
etmedikçe öğrendiğiniz ilimden sevab alamazsınız.”
“Üç şey, Allahü teâlânın
gazabına sebep olur, bunlar Hikmetsiz gülmek, uykusu gelmediği halde
sabaha kadar ibâdetsiz
vakit geçirmek ve karnı acıkmadığı halde fazla yemek yimek.”
Recâ bin Hayve şöyle
bildiriyor: Bir zamanlar Muâz bin Cebel’in (r.a.) bir sohbetinde bulunmuştum,
ilim hakkında şöyle
buyurdu: “Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin!
Zira
Allah rızası için öğrenilen
ilim, takvayı (Allahtan korkmayı) hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir.
Bu
ilmi müzakere etmek
tesbihtir, ilimden konuşmak, Allah yolunda cihaddır. Bilmeyene ilim öğretmek
sadakadır.
Bir mecliste bulunanlara
ilimden bahsetmek, Allahü teâlâ’ya yakınlıktır. Zira ilim, helâl ile harâmın
terazisi, Cennet ehlinin
minaresi, gurbette insanın arkadaşıdır. Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı
zaman, ilim ona sıkıntıyı
gideren bir arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim sahibine
delildir,
ilim, düşmanlara karşı çok
iyi bir silâhtır. İlim, büyüklerin yanında dindir. Dostlarının yanında insanın
süsüdür.
Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim
ile yükseltir, insanı ilimle başkalarına rehber, öncü yapar ve ona itâat
ederler. Melekler dahi ilim
sahiplerinin dostluklarını arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler.
Canlı
ve cansız her ne varsa,
hatta denizlerdeki balıklar ve diğer hayvanlar, havada uçan kuşlar, karadaki
bütün hayvanlar, âlimlere
istiğfâr ederler. Çünkü ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan
aydınlığa
kavuşturan bir nurdur, ilim
ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makamlarına yükselir, ilim
sahipleri, dünyâ ve
âhirette yüksek derecelere erişir, ilimde tefekkür, nafile oruç tutmak gibidir,
ilmin öğretilmesi
nafile namaz kılmaktan
sevabtır. İlim ile, helal ve harâm olan şeyler ayırt edilebilir. İlim,
amellerin
imamıdır. Amel, ilme
tâbidir, llimsiz amel olmaz, ilim, Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar,
ilimden
mahrum kalanlardır. Dünya
ve âhiret se’âdetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü
ilimdir.”
Hz. Muâz bin Cebel oğluna
şöyle vasiyet etmişti:
“Ey oğlum! Bir namazını
kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir
daha böyle bir namaz
vaktine yetişeceğini ümit etme!”
“Ey oğlum! Mü’min olan bir
kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yani bir hayırlı işi yaptığı
zaman; ikinci hayırlı işi
yapmak niyetinde ve kararında olmalıdır.”
“Şeytan, pazarda, yalan
hile, hıyânet ve yemin ettirerek müslümanları günaha sokmaya çalışır,
önce gidip, geç çıkanlara
daha çok asılır.”
Hz. Muâz bin Cebel’e:
“Falanca, Kur’ân-ı kerîm yazıp satıyor” dediklerinde, “Bu, Kur’ân-ı kerîmi
satmak değildir. Kâğıt ve
işçilik ücreti istemektir. Kur’ân-ı kerîmi satmak demek, onu para ile, ücret
ile
öğretmektir” buyurdu.
“Allahın buğz ettiği
kimseler, mescidlerde dilenenlerdir. Yani onlar, Allah’ın evlerinde, yüce ve
münezzeh
olan Allahtan değil de,
başkalarından isterler. Bir de istediklerini vermeyenlerin günahlarına girmiş
olurlar.”
“Bir din kardeşini sevdiğin
zaman onunla münâkaşa etme! Ona fena harekette bulunma ve onun
hakkında, başkasına; (Bu
nasıl adamdır?) diye sorma! Olur ki, onun bir düşmanı ile karşılaşırsın da,
onda olmayan bir şeyi sana
bildirir. Böylece seninle onun arasını açmış olur.”
Birisi Muâz bin Cebel’e
(r.a.): “Bana öğüt ver!” deyince, “Merhametli ol ki, ben de senin Cennet’e
girmene kefil olayım”
buyurdu.
Muâz bin Cebel (r.a.) şöyle
anlatıyor: Bir gün Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna varmıştım. Bana: “Ey
Muâz! Sen, bu akşam nasıl
sabahladın?” buyurdu. Ben de: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ’ya îmân etmiş
olarak sabahladım” dedim.
Bunun üzerine Resûlullah efendimiz: “Ey Muâz! Senin her sözünün
doğruluğuna bir delilin
vardır. Bu sözünün doğruluğunun delili nedir?” buyurdular. Ben de şöyle
cevap verdim: “Yâ
Resûlallah! Ben, geceden, gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem.
Akşam olduğu zaman da,
sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım attığım zaman, ikinci
adımı atacağımı sanmam. Her
insanın bir eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda
ecelinin ona yetişeceğini
bilirim. Bütün insanlar mahşerde haşr olunurlar. Kimisi Peygamberi ile
beraberdir.
Kimisi de taptıkları ile
beraber olacaktır. Ben ise, kendimi sanki Cehennemdeki insanların azaplarını
ve Cennetteki insanların
nimetlerini her an görüyorum gibi düşünürüm.” Bunun üzerine Resûlullah
efendimiz buyurdu ki: “Ey
Muâz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan hiç
ayrılma!”
Muâz bin Cebel (r.a.):
“Sırat köprüsünü geçinceye kadar mü’minin huzuru olmaz” buyurdu.
İmâm-ı Tavus bin Keysân,
geceleri ibâdet ve zikir ile geçirir, tefekkür ederdi. Sabaha kadar kıbleye
karşı otururdu. Ve
“Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu unutturmuştur” buyururdu. Bir
defasında
Muâz bin Cebel’i de (r.a.),
ağlarken gördüler ve “Niçin ağladığını?” sordular. Buyurdu ki: “İnsanlar
iki gruptur. Biri
Cennetlik, diğeri Cehennemlik. Acaba ben hangisinden olacağım? diye ağlıyorum.”
Muâz bin Cebel (r.a.),
ölümü esnasında: “Allahım, şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi
sana ümit besliyorum.
Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak
istiyorum. Susuzluktan
ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, âlimlerin
sohbetine devam edip,
kendimi onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi.
Ölüm
sancıları şiddetlenip
baygınlıklar geçirip, ayıldıkça: “Allah’ım! Beni ne kadar sıkıştırırsan
sıkıştır, bilirsin
ki, kalbim sana bağlıdır,
seni sever” buyurdu.
Allahü teâlâ bir kulunu
hastalığa müptelâ kıldığı zaman, sol yandaki meleğe şöyle buyurur “Kalemi
ondan kaldır!” sağ yandaki
meleğe ise, şöyle buyurur “Bu kuluma sağlığında işlediği amelden daha iyisini
yaz! Çünkü o, teminatım
altındadır.” Abdullah bin Seleme’ye şöyle nasîhat etti: “Allahü teâlânın
emrettiği
beş vakit namazı kıl, ye,
iç ve uyu! Helâl kazan, günahkâr olma! Müslüman olarak öl! Mazlumun
ahından ve bedduâsından
sakın!”
Peygamberimizin (s.a.v.)
çocuğunun ölümü üzerine Muâz bin Cebel’e gönderdiği ta’ziye mektubu
şöyledir:
“Allahü teâlâ sana selâmet
versin!
Ona hamd ederim. Herkese
iyilik ve zarar, yalnız O’ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye
iyilik ve kötülük yapamaz.
Allahü teâlâ, sana çok
sevâb versin. Sabr etmeni nasîb eylesin! O’nun ni’metlerine şükür
etmenizi ihsan eylesin!
Muhakkak bilmeliyiz ki,
kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız,
Allahü teâlânın sayısız
ni’metlerinden, tatlı ve faideli ihsanlarındandır. Bu ni’metleri, bizde
sonsuz kalmak için değil,
emanet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan,
belli bir zamanda
faideleniriz. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır.
Allahü teâlâ, ni’metlerini
bize vererek sevindirdiği zaman, şükr etmemizi, vakti gelip geri alarak
üzüldüğümüz zaman da, sabr
etmemizi emir eyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı,
faydalı nimetlerinden idi.
Geri almak için sana emanet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı.
Herkesi imrendirecek sekide
sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevab, iyilik
verecek, acıyarak, doğru
yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsan edecektir. Bu merhamete, ihsana
kavuşabilmek için sabır
etmeli, O’nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevaba,
merhamete kavuşamazsın ve
sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi, belayı
geri çevirmez. Üzüntüyü
dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabır etmek, olmuş bitmiş
şeye kızmamak lâzımdır.”
KAYNAKLAR:
1) El-Îsâbe, cild-3, sh-426
2) El-İstiâb, cild-3,
sh-355
3) El-A’lâm, cild-7, sh-258
4) Hilyet-ül-evliyâ, cild-1,
sh-228
5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d,
cild-2, sh-583
6) Üsüd-ül-gâbe, cild-3,
sh-376
7) Vehhâbiye Nasîhat, sh-79
8) Eshâb-ı Kirâm, sh-45
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye, sh-1038