Ana sayfa

 

MUAZ BİN CEBEL R.A. :

 

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, helâl ve harâm ilmini en iyi bilenlerden. Adı, Muaz bin Cebel bin

Amr bin Evs bin Âbid bin Adiy bin Ka’b el-Ensârî’dir. Künyesi Ebû Abdullah’dır. Milâdî 605 senesinde

Medine’de doğdu.

Hicretin 18. (m. 640) yılında Kudüs ile Remle arasındaki Amvas köyünde vefât etti. İkinci Akabe

bîatinde, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım ederek İslâmiyete hizmet

edeceklerine söz verip, müslüman olan yetmiş Medineli’den birisi de Muaz bin Cebel’dir (r.a.). Onsekiz

yaşında. İken müslüman oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâm Mekke’den Medine’ye hicret

ettiklerinde bütün malları ve mülkleri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle Medine’de bulunan

müslümanlar, Mekke’den hicret eden müslümanlarla kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyalarını

paylaştılar. Muaz bin Cebel de, (r.a.) Abdullah bin Mes’ûd ve Ca’fer-i Tayyar ile kardeşlik kurmuştu. Hz.

Muaz bin Cebel, Ensâr adı verilen Medineli müslümanlardandır. Hz. Muaz bin Cebel, Bedir, Uhud, Hendek,

Benî Kureyza şavaşlarına ve Hayber’in fethine katılmıştı. Mekke’nin fethinde de bulundu ve bundan

sonra yapılan Huneyn savaşı sırasında Peygamberimiz (s.a.v.) onu Mekke’de emir olarak bıraktı, halka

Kur’ân-ı kerîm öğretmesini ve dîni esasları anlatmasını emretti. Bu vazifesini yapıp Medine’ye döndükten

sonra da Kur’ân-ı kerîmi ve din bilgilerini öğretmeye devam etti.

Peygamber efendimiz (s.a.v.) müslüman beldelerine vali ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıralarda,

bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirâma dönerek “İçinizden hanginiz Yemen’e gider?”

buyurdu. Hz. Ebû Bekir. “Ben giderim yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz bir müddet sonra, “Hanginiz

Yemen’e gider?” buyurdu. Bu sefer Hz. Ömer “Ben giderim Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz

(s.a.v.) biraz sonra tekrar “İçinizden Yemen’e kim gider?” buyurdu. Muaz bin Cebel (r.a.) ayağa kalkıp,

“Yâ Resûlallah! Ben giderim” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) “Ey Muaz! Bu vazife senindir.”

buyurdu. Bütün malını, cihâd için Allah yolunda harcayan Muaz bin Cebel, (r.a.), Yemen’de

valilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen Ülkesinde toplanan zekât

mallarını vazifelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen’e

gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz O’na şöyle buyurdu: “Sen ehl-i kitaptan

(yahudilerden ve hıristiyanlardan) olan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca,

önce, onları Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin (s.a.v.) Allah’ın Resûlü olduğunu

tasdîke (inanmaya) davet et. Eğer bunu kabul ederlerse onlara, Allah’ın beş vakit namazı farz kıldığını

haber ver. Bunu da yaptıktan takdirde, Allah’ın zenginlerin fakîrlere zekât vermesini emrettiğini

bildir. Bunu da kabul ederlerse zekat alırken sakın mallarının (sadece) en iyilerini seçme!

Mazlumun ahını almaktan çekin. Çünkü Allah mazlumun duâsını (ahını, hemen kabul eder.)”

Hz. Muaz diyor ki: “Resûlullah (s.a.v.) onlardan, her 30 sığırdan bir yaşında erkek veya dişi bir dana,

her bulûğ çağındaki gayri müslimden de, bir dinar veya onun dengi Yemen kumaşı, yağmur suyu ile

sulanan her mahsûlden öşür (onda bir) ve ücretle sulanan şeylerden de yarım öşür (yirmide bir) alınmasını

emretti.

Muaz bin Cebel, (r.a.) Yemen’e gitmek üzere yola çıkınca Peygamberimiz (s.a.v.) yanında bir miktar

yürüdü ve vedalaşırken “Yâ Muaz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin. Belki

dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyârete gelirsin” buyurdu. Bunu işiten Muaz bin

Cebel (r.a.) hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz (s.a.v.): “Ağlama, Yâ Muaz!.. Bana

yakın olanlar (tam bağlı olanlar), nerede olursa olsunlar Allah’a hakkıyla kulluk edenlerdir.” buyurdu

ve sonra da şöyle sordu: “Sana bir dâva getirilip insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm

vereceksin?” Hz. Muaz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm” dedi. “Ya

O’nda açıkça bulamazsan?” buyurunca, “Peygamberin (s.a.v.) sünneti ile hüküm ederim” dedi. “Ya

onda da açıkça bulamazsan” buyurunca, “İctihâd ederek, anladığımla hükmederim” dedi.

Peygamberimiz (s.a.v.) Muaz bin Cebel’in bu cevabından dolayı çok memnun kalarak mübârek elini

O’nun göğsüne koyup: “Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah’ın rızasına

uygun eyledi.” buyurdu. Sonra Hz. Muaz bin Cebel’e şöyle duâ etti: “Cenâb-ı Hak seni her taraftan

gelecek musîbetlerden muhafaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın”

ve “Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidâyete erdirmesi senin için dünyâdan hayırlıdır.”

buyurdu.

Hz. Muaz bin Cebel, Yemen’de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazifeyi yerine getirdi. Peygamberimizin

(s.a.v.) vefâtını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp,

Medine’ye dönen Muaz bin Cebel (r.a.), Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında Medine’de kaldığı müddetçe

Hz. Ebû Bekir onu seçtiği müşavere (danışma) heyetine aldı. Bu sırada Suriye taraflarına da giderek

hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti.

Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında

din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde

iken burada çıkan tâûn (veba) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz (38) yaşında iken vefât etti.

Hz. Muaz bin Cebel’in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Onu Resûlullah (s.a.v.) birçok hadîs-i şerîflerinde

medhetmiş, övmüştür. “Muaz bin Cebel (r.a.), ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir.”

“İnsanlar arasında, Allahü teâlânın helâl ve harâm ettiklerini en iyi bilen Muaz bin Cebel’dir.”

“Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden alınız (öğreniniz): Muaz bin Cebel (r.a.), Ubey bin Kâ’b,

Abdullah bin Mes’ûd ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe.”

“Muaz kıyâmette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir.”

Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik (r.a.) diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimse toplamıştır. Ubey bin

Kâ’b, Muaz bin Cebel (r.a.), Zeyd bin Sâbit ve Ebû Zeyd. Bunların dördü de Ensârdandır.

Hz. Ömer’e: “Bize kimi halife bırakıyorsun?” denildiğinde buyurdu ki: “Şayet Muaz bin Cebel sağ

olsaydı, onu halife bırakırdım ve Rabbime kavuştuğumda, Rabbim bana: “Muhammed aleyhisselâmın

ümmetine kimi halife bıraktın?” deyince: “Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın

“Muaz, kıyâmet günü, âlimlerin önünde, tek başına bir cemaattır” buyurduğu kimseyi bıraktım, derdim.”

Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) buyurdu ki: “Muaz bin Cebel, Allah’a ve Resûlüne itâat eden, doğru yolda

bulunan bir cemaat gibiydi. Biz O’nu İbrâhîm aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara hayrı,

iyiliği öğretir. Allah’a ve Resûlüne de itâat ederdi.”

Eîzullah bin Abdullah (r.a.) şöyle anlatıyor: “Bir gün Humus’ta mescide girmiştim. Baktım ki, orada,

Resûlullah’ın 30 kadar Sahâbîsi vardı. Hadîs-i şerîfleri mütâlea ediyorlardı. Aralarında genç ve yakışıklı

olan birisi vardı ve çok az konuşuyordu. Fakat diğerlerinin, bir hadîs-i şerîf üzerinde şüphe ve tereddütleri

olduğu zaman, hemen ona sorarlardı. O da, bunlara cevap verirdi. Onun cevabı üzerinde hepsi kanaat

getirir ve onda ittifak ederlerdi. Hiç birisi Ona itirazda bulunmazdı. Ben de çok merak ettim ve (Sen

kimsin, ey Allah’ın kulu?) diye suâl ettim. Bana buyurdu ki: (Ben Muâz bin Cebel’im!). Ebû Müslim-i

Hülvânî ve Ya’kub bin Zeyd bin Ceriyye de, bu haberi nakletmektedirler.

Abdürrezzâk, Abdülmelik bin Cüreyc’den haber veriyor ki, Muâz bin Cebel’in (r.a.) bir hurma ağacı

vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine bir şey kalmadı.

Muhammed bin Ka’b (r.a.) da: “Ben Muâz bin Cebel’i (r.a.) gördüm. Genç ve etine dolgun yakışıklı

bir kimseydi. Kerem sahibi olup, çok cömertti. Bir kimse, ondan bir şey isteyip de, yok dediği olmazdı.

Elinden geldiği kadar temin edip, ona verirdi” dedi. O, malının tamamını fakîrlere sadaka olarak dağıtır,

kendisi borçlu olarak yaşardı. Hatta bir keresinde böyle yaptığını Resûlullah efendimiz haber almıştı.

Muâz bin Cebel’in (r.a.) alacaklılarını çağırıp, ona kolaylık göstermelerini ve borçlarının bir kısmını kendisine

hediye etmelerini söyledi, hemen hepsi yahûdi olan alacaklıları, bu müsamahayı göstermediler.

Sonra, Resûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel’i huzuruna çağırıp, durumu ona bildirdi. Bunun üzerine

Muâz bin Cebel (r.a.), gidip elindeki bütün gayrimenkullerini sattı. Paralarını alıp, Resûlullah’ın (s.a.v.)

huzuruna geldi. Alacaklılar da, oradaydı. Borçlarının hepsini ödedi. Ondan sonra elinde hiçbir malı ve

mülkü kalmadı.

Muâz bin Cebel (r.a.), Peygamberimizden (s.a.v.) pek çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Onun rivâyet

ettiği hadîs-i şerîflerin çoğu Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim’de, bir kısmı da diğer hadîs kitaplarında

yer almıştır. Hz. Muâz şöyle anlatıyor:

Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bir hayvana binmişti. Ben de arkasında bulunuyordum. Bana “Ey

Muâz” diye seslendiler. Ben de: “Emredin, Yâ Resûlallah!” dedim. Üç kerre ismimi söyledikten sonra:

“Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir biliyor musunuz?” buyurdu. “Allah ve Resûlü

daha iyi bilir” dedim. Bunun üzerine: “Cenâb-ı Hakk’ın kulları üzerindeki hakkı, onların kendisine

ibadet etmeleri ve başka, hiç bir varlığı ona şirk (ortak) koşmamalarıdır.” buyurup tekrar sorarak:

“Kullar bu vazifelerini yerine getirirlerse, Allah’dan bekledikleri hakları (Allahü teâlânın onlara

va’d ettiği) nedir, bilir misin?” buyurdular. Ben yine “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” deyince: “Bu

takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı (Onlara va’d ettiği) nimet, O’nun kullarına azâb etmemesidir...”

Muâz bin Cebel’in (r.a.) bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden

bazıları da şunlardır:

“Allah’ım! Kötü insanları (facirleri) bana ikrâm ettirme ki, kalbim onlara meyletmesin.”

“Ahlakınızı güzelleştiriniz.”

Hz. Muâz, Resûl-i Ekrem’e, (s.a.v.) “Hangi amel daha makbuldür?” diye sordu. Resûl-i Ekrem

(s.a.v.), dilini ağzından çıkarıp elini dilinin üzerine koyarak dilini göstermiş ve “Bunu koruman en makbul

bir ameldir” buyurmuştur.

“Zillet, mü’minin ahlâkı değildir. Ancak ilim talebinde olabilir.”

“Cennet bahçelerinde eğlenmek isteyenler Allah’ı çok zikir etsinler.”

Muâz bin Cebel (r.a.) şöyle rivâyet eder: Resûlullah (s.a.v.) bana buyurdu ki: “Ey Muâz! Sana Allah’dan

korkmayı, O’na sığınmayı, doğru konuşmayı, verdiğin sözde durmayı, herkese selâm

vermeyi, güzel amel ve işlerde bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur’ân-ı

kerîmi okuyup anlamayı, ahireti sevmeyi, âhıret hesabının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat

kanatlarını germeği tavsiye eder; hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan,

günahkâra itâatten, âdil hükümdara isyandan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan seni

nehyederim, (sakındırırım). Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günahın peşinden tövbe

etmeyi tavsiye ederim. Gizli günah işlediğin zaman gizli, aşikare günah işlediğin zaman aşikare

tövbe edersin.”

Hz. Muâz, Peygamberimizden (s.a.v.) nasihât istediğinde: “Allah’ı görür gibi ibadet et ve kendini

ölmüş gibi bil! İstersen bütün bunları içine alan daha mühimini bildireyim: Dilini tut!” buyurdu.

Resûl-i Ekrem yine bana: “Müslümana kötü söylemekten ve âdil hükümdara isyan etmekten

seni nehyederim.” buyurdu.

Ebû İdris el-Havlânî, Hz. Muâz bin Cebel’e: “Seni Allah için seviyorum” dediğinde, Muâz bin Cebel:

“Sana müjdeler olsun! Ben Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu, işittim: “Kıyâmet günü Arşın

etrafında, bir takım insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır.

İnsanlar feryad ederken onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allah’ın

gerçek dostlarıdır” buyurdu. Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca: “Onlar Allah için sevişen

kimselerdir.” buyurdu.

Peygamberimiz Hz. Muâz’a: “Ya Muâz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu

duâyı terk etme!” buyurdu ve duâyı okudu: “Allahümme e’ınnî âlâ zikrike ve şükrike ve husni

ibadetike.” Yâni, “Allahım! Ancak seni anmak, sana şükretmek ve güzelce ibadet etmek için bana yardım

et” “Ey Allah’ım! Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi

sevmeyi bana nasîb et ve senin sevgini (sıcak ve harâretli günde) soğuk suyu sevmekten bana daha

sevimli kıl!”

“Allahü teâlâ kıyâmet günü mü’minlere: “Bana kavuşmayı sever miydiniz?” diye sorar. Onlar

da: “Severiz, Yâ Rabbi!” derler. Allahü teâlâ: “Niçin seversiniz?” diye sorar. Onlar da: “Af ve

mağfiretini ummak için!” derler. Cenab-ı Hak da “Ben de size af ve mağfireti, kendime borç edindim

buyurur.”

“Her insanın dört gözü vardır. Bunların ikisi başındadır. Bunlarla dünyâ işlerini görür. Diğer

ikisi de kalbindedir. Bunlarla da âhıret işlerini görür.”

 “Bir kimse, deve üstünde düşmanla dövüşürse, Cennet ona vacip olur. Bir kimse, içinden

doğru olarak şehîd olmayı ister, sonra ölürse veya öldürülürse, onun için şehîd sevabı vardır. Bir

kimse, Allah yolunda yaralanırsa veya bir zahmet görürse, kıyâmet günü zafir renkli ve misk kokulu

olarak gelir.”

Muâz bin Cebel (r.a.) şöyle anlatıyor: Bir gün Resûlullah’ın huzurunda bir adamın çok aciz bir kimse

olduğunu söylediler. Resûlullah (s.a.v.): “Kardeşinizi gıybet etmeyiniz” buyurdu. Onlar “O, dediğimiz

gibidir” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.): “Öyle olmasa o zaman iftira etmiş olursunuz”

buyurdular.

“Üç şey var ki, onlar dünyâda bir yabancı gibidir: Zâlimin elinde Kur’ân-ı kerîm, kötü insanlar

arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan Mushaf.”

“İnsan, kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça, hiçbir yere adım atamaz: 1- Ömrünü

nerede tükettiği, 2- Gençliğini nerede harcadığı, 3- İlmi ile ne gibi amel işlediği, 4- Malını nereden

kazanıp nereye harcadığı.”

“Muhtekir, (karaborsacılık yapan) ne fena bir kuldur! Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın

keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar.”

“Bid’at sahibine hürmet etmek için yürüyen kimse, İslâm’ı yıkmağa yardım etmiştir.?

“Her kim kırk gün ümmetimin nafakası üzerinde karaborsacılık eder de, sonra bu kazancını

sadaka olarak dağıtırsa, onun bu sadakası kabul edilmez.”

Muâz bin Cebel, çok ilim sahibi olup, Eshâb-ı kirâmın sevdiği ve müşkil meselelerini sordukları

kıymetli bir zât idi. Çok cömert olup, az konuşur ve hikmetli söylerdi.

Abdullah bin Seleme şöyle anlatıyor: Muâz bin Cebel (r.a.) tâûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı

çok arttığı bir sırada, talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyârete geldi. Durumunun çok ağır

olduğunu görünce, ağlamaya başladı. Hz. Muâz, Ona: “Niçin ağlıyorsunuz?” diye ordu. O da: “Ey Muâz!

Allah’a yemin ederim ki, sen benim hocamsın. Bana dünyâlık yardımında bulunuyorsun diye ağlamıyorum.

Ben, senden dinimi öğreniyor ve ilim alıyordum. Senin ölümünden sonra dinimi ve ilmi bana

öğretecek kimsenin bulunmamasından korkuyorum ve onun için ağlıyorum.” Bunun üzerine Muâz bin

Cebel (r.a.) buyurdu ki: “Hayır, bundan korkma! İmân ve ilim, kıyâmet gününe kadar yerindedir, arayan

bulur ve Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı Kur’ân-ı kerîm ve

Peygamberi’mizin sünneti, kıyâmet gününe kadar korunacaktır. Nitekim Allahü teâlâ ilmi ve imânı

İbrâhîm aleyhisselâma ihsan etmiştir. Halbuki o zaman, imâm ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu.

İbrâhîm aleyhisselâm istediği için Cenâb-ı Hak, O’na ihsan etti. İlmi, Hz. Ömer’den, Hz. Osman’dan

ve Hz. Ali’den alınız! Eğer onları da kaybederseniz, Ebü’d-Derdâ’dan, Abdullah İbn-i Mes’ûd’dan,

Selmân-ı Fârisî’den ve Abdullah İbn-i Selâm’dan alınız! Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı,

hakikati kim bildirirse kabul ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, Onu reddediniz!”

Muâz bin Cebel (r.a.) buyurdu ki: “Âlimlere Cennette de ihtiyaç vardır. Çünkü Cennet ehline ne isterseniz

isteyin denildiğinde, onlar ne isteyeceklerini ve nasıl isteyeceklerini bilemeyecekleri için âlimlere

soracaklar.”

Bir gün, birisi Hz. Muâz bin Cebel’in huzuruna gelip selâm vermişti. Biraz sonra vedâlaşıp ayrılacağı

sırada, Ona buyurdu ki: “Ey falan! Dünyadaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır.

Sen ise, dünyâdaki nasîbinden daha çok âhıret nasîbine muhtaçsın. Âhıret nasîbini, dünyâ nasîbine

tercih et! Hatta öyle olmalısın ki, çok ihtişamlı bir âhıret servetine sahip olasın! Dünya nimetleri geçicidir.

Âhıret için elde ettiklerin ise, nerede olursa seninledir.”

Yine buyurdu ki: “İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlumların bedduâsından çok sakın ve

hiç kimseye zulüm etme!”

“Cennet ehlinin tek bir hasreti (pişmanlığı) vardır. O da, Allahü teâlâ’yı zikretmeksizin geçirdikleri

vakitlerdir.”

Ebû Bahiri şöyle anlatıyor: Bir gün Humus şehrinde câmiye gitmiştim. Muâz bin Cebel (r.a.) da,

orada bulunuyordu. Yanında bir grup kimseler vardı. Onlara buyurdu ki: “Bir kimse, Allahü teâlânın huzuruna

kâmil, olgun bir imânla gitmek istiyorsa, beş vakit namaz için çağırılan yere gelip namazını kılsın.

Çünkü beş vakit namazı câmide cemaatle kılmak, hidâyet yollarından olup, hem de Peygamberimizin

mühim sünnetidir. Hiç kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum,

demesin! Böyle yaparsanız, Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetini terk etmiş olursunuz. Bu da dalâlettir.”

Hz. Muâz bin Cebel’e: “Hangi duâ ve ne zaman kabul olunur?” diye sorulunca, buyurdu ki: “İnsanlar

gaflette oldukları zaman, sen Allahü teâlâya dön ve ondan ne dilersen o zaman iste! İşte o zaman

duâlar makbuldürler.”

Meymûn-i Evdî anlatıyor: Muâz bin Cebel (r.a.) bir gün ayağa kalktı ve buyurdu ki: “Ey Evd kabilesi!

Ben Resûlullah’ın (s.a.v.) elçisiyim. Sizlere bir şeyler öğretmek istiyorum. Hepiniz biliniz ki dönüşünüz

Allahü teâlâyadır. Dönüşten sonra da, ya Cennet veya Cehennem vardır. Cennet ve Cehennemin ikisi

de ebedîdirler. İkisinde de ölüm ve yok olmak yoktur.”

Yezîd bin Câbir diyor ki: Ben Muâz bin Cebel’den şöyle işittim. Buyurdu ki: “Ne kadar çok ilim öğrenirseniz

öğrenin, bunlarla amel etmedikçe öğrendiğiniz ilimden sevab alamazsınız.”

“Üç şey, Allahü teâlânın gazabına sebep olur, bunlar Hikmetsiz gülmek, uykusu gelmediği halde

sabaha kadar ibâdetsiz vakit geçirmek ve karnı acıkmadığı halde fazla yemek yimek.”

Recâ bin Hayve şöyle bildiriyor: Bir zamanlar Muâz bin Cebel’in (r.a.) bir sohbetinde bulunmuştum,

ilim hakkında şöyle buyurdu: “Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin! Zira

Allah rızası için öğrenilen ilim, takvayı (Allahtan korkmayı) hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu

ilmi müzakere etmek tesbihtir, ilimden konuşmak, Allah yolunda cihaddır. Bilmeyene ilim öğretmek sadakadır.

Bir mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek, Allahü teâlâ’ya yakınlıktır. Zira ilim, helâl ile harâmın

terazisi, Cennet ehlinin minaresi, gurbette insanın arkadaşıdır. Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı

zaman, ilim ona sıkıntıyı gideren bir arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim sahibine delildir,

ilim, düşmanlara karşı çok iyi bir silâhtır. İlim, büyüklerin yanında dindir. Dostlarının yanında insanın süsüdür.

Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim ile yükseltir, insanı ilimle başkalarına rehber, öncü yapar ve ona itâat

ederler. Melekler dahi ilim sahiplerinin dostluklarını arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler. Canlı

ve cansız her ne varsa, hatta denizlerdeki balıklar ve diğer hayvanlar, havada uçan kuşlar, karadaki

bütün hayvanlar, âlimlere istiğfâr ederler. Çünkü ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan aydınlığa

kavuşturan bir nurdur, ilim ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makamlarına yükselir, ilim

sahipleri, dünyâ ve âhirette yüksek derecelere erişir, ilimde tefekkür, nafile oruç tutmak gibidir, ilmin öğretilmesi

nafile namaz kılmaktan sevabtır. İlim ile, helal ve harâm olan şeyler ayırt edilebilir. İlim, amellerin

imamıdır. Amel, ilme tâbidir, llimsiz amel olmaz, ilim, Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar, ilimden

mahrum kalanlardır. Dünya ve âhiret se’âdetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü

ilimdir.”

Hz. Muâz bin Cebel oğluna şöyle vasiyet etmişti:

“Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir

daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!”

“Ey oğlum! Mü’min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yani bir hayırlı işi yaptığı

zaman; ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalıdır.”

“Şeytan, pazarda, yalan hile, hıyânet ve yemin ettirerek müslümanları günaha sokmaya çalışır,

önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır.”

Hz. Muâz bin Cebel’e: “Falanca, Kur’ân-ı kerîm yazıp satıyor” dediklerinde, “Bu, Kur’ân-ı kerîmi

satmak değildir. Kâğıt ve işçilik ücreti istemektir. Kur’ân-ı kerîmi satmak demek, onu para ile, ücret ile

öğretmektir” buyurdu.

“Allahın buğz ettiği kimseler, mescidlerde dilenenlerdir. Yani onlar, Allah’ın evlerinde, yüce ve münezzeh

olan Allahtan değil de, başkalarından isterler. Bir de istediklerini vermeyenlerin günahlarına girmiş

olurlar.”

“Bir din kardeşini sevdiğin zaman onunla münâkaşa etme! Ona fena harekette bulunma ve onun

hakkında, başkasına; (Bu nasıl adamdır?) diye sorma! Olur ki, onun bir düşmanı ile karşılaşırsın da,

onda olmayan bir şeyi sana bildirir. Böylece seninle onun arasını açmış olur.”

Birisi Muâz bin Cebel’e (r.a.): “Bana öğüt ver!” deyince, “Merhametli ol ki, ben de senin Cennet’e

girmene kefil olayım” buyurdu.

Muâz bin Cebel (r.a.) şöyle anlatıyor: Bir gün Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna varmıştım. Bana: “Ey

Muâz! Sen, bu akşam nasıl sabahladın?” buyurdu. Ben de: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ’ya îmân etmiş

olarak sabahladım” dedim. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz: “Ey Muâz! Senin her sözünün

doğruluğuna bir delilin vardır. Bu sözünün doğruluğunun delili nedir?” buyurdular. Ben de şöyle

cevap verdim: “Yâ Resûlallah! Ben, geceden, gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem.

Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım attığım zaman, ikinci

adımı atacağımı sanmam. Her insanın bir eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda

ecelinin ona yetişeceğini bilirim. Bütün insanlar mahşerde haşr olunurlar. Kimisi Peygamberi ile beraberdir.

Kimisi de taptıkları ile beraber olacaktır. Ben ise, kendimi sanki Cehennemdeki insanların azaplarını

ve Cennetteki insanların nimetlerini her an görüyorum gibi düşünürüm.” Bunun üzerine Resûlullah

efendimiz buyurdu ki: “Ey Muâz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan hiç

ayrılma!”

Muâz bin Cebel (r.a.): “Sırat köprüsünü geçinceye kadar mü’minin huzuru olmaz” buyurdu.

İmâm-ı Tavus bin Keysân, geceleri ibâdet ve zikir ile geçirir, tefekkür ederdi. Sabaha kadar kıbleye

karşı otururdu. Ve “Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu unutturmuştur” buyururdu. Bir defasında

Muâz bin Cebel’i de (r.a.), ağlarken gördüler ve “Niçin ağladığını?” sordular. Buyurdu ki: “İnsanlar

iki gruptur. Biri Cennetlik, diğeri Cehennemlik. Acaba ben hangisinden olacağım? diye ağlıyorum.”

Muâz bin Cebel (r.a.), ölümü esnasında: “Allahım, şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi

sana ümit besliyorum. Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak

istiyorum. Susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, âlimlerin

sohbetine devam edip, kendimi onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi. Ölüm

sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayıldıkça: “Allah’ım! Beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır, bilirsin

ki, kalbim sana bağlıdır, seni sever” buyurdu.

Allahü teâlâ bir kulunu hastalığa müptelâ kıldığı zaman, sol yandaki meleğe şöyle buyurur “Kalemi

ondan kaldır!” sağ yandaki meleğe ise, şöyle buyurur “Bu kuluma sağlığında işlediği amelden daha iyisini

yaz! Çünkü o, teminatım altındadır.” Abdullah bin Seleme’ye şöyle nasîhat etti: “Allahü teâlânın emrettiği

beş vakit namazı kıl, ye, iç ve uyu! Helâl kazan, günahkâr olma! Müslüman olarak öl! Mazlumun

ahından ve bedduâsından sakın!”

Peygamberimizin (s.a.v.) çocuğunun ölümü üzerine Muâz bin Cebel’e gönderdiği ta’ziye mektubu

şöyledir:

“Allahü teâlâ sana selâmet versin!

Ona hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O’ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye

iyilik ve kötülük yapamaz.

Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabr etmeni nasîb eylesin! O’nun ni’metlerine şükür

etmenizi ihsan eylesin!

Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız,

Allahü teâlânın sayısız ni’metlerinden, tatlı ve faideli ihsanlarındandır. Bu ni’metleri, bizde

sonsuz kalmak için değil, emanet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan,

belli bir zamanda faideleniriz. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır.

Allahü teâlâ, ni’metlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükr etmemizi, vakti gelip geri alarak

üzüldüğümüz zaman da, sabr etmemizi emir eyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı,

faydalı nimetlerinden idi. Geri almak için sana emanet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı.

Herkesi imrendirecek sekide sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevab, iyilik

verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsan edecektir. Bu merhamete, ihsana

kavuşabilmek için sabır etmeli, O’nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevaba,

merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi, belayı

geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabır etmek, olmuş bitmiş

şeye kızmamak lâzımdır.”

 

KAYNAKLAR:

 

1) El-Îsâbe, cild-3, sh-426

2) El-İstiâb, cild-3, sh-355

3) El-A’lâm, cild-7, sh-258

4) Hilyet-ül-evliyâ, cild-1, sh-228

5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-2, sh-583

6) Üsüd-ül-gâbe, cild-3, sh-376

7) Vehhâbiye Nasîhat, sh-79

8) Eshâb-ı Kirâm, sh-45

9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1038