EBU SA’İD-İ HUDRİ R.A. أَبِي
سَعِيدٍ
الْخُدْرِيِّ:
Eshâb-ı kirâmdan. İsmi
Sa’d, nesebi Sa’d bin Mâlik bin Sinan bin Ubeyd bin Sa’lebe bin Elcebr bin
Af bin Hâris bin
Hazrec’dir. Kendisi ve babası sahabedendir. Babası Uhud gazâsında şehîd oldu.
Uhud’da onüç yaşında idi.
Diğer gazâlarda bulundu, 64 (m. 683)’de vefât etti. Kabrinin İstanbul’da
Kariyye Câmiî yanında
olduğu bildirilmektedir.
Peygamberimizin (s.a.v.)
hicretinden on sene önce doğdu. Peygamber efendimiz Medine’ye hicret
edince annesi Hz. Enise ve
babası Hz. Mâlik bin Sinan müslüman oldular. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.)
müslüman anne ve babanın
bulunduğu bir evde büyüdü. Bu sebeple İslâmiyeti çocukluğundan itibaren
kabul etmiş, İslâm
terbiyesiyle yetişmişti.
Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.)
Peygamberimizin hicretinden sonra yapılan Medine’deki Mescid-i Nebevî’nin
inşasında çalışmıştı. Yaşı
küçük olması sebebiyle Bedir ve Uhud gazâlarına katılamadı. Bedir gazâsına
babası Mâlik bin Sinan (r.a.)
katıldı. Şehîd olmak için ön saflarda kahramanca çarpıştı. Ebû
Sa’îd-i Hudrî (r.a.) Uhud
harbine katılmak için babasıyla Peygamber efendimize müracaat ettiler. Bu
hadîseyi Ebû Sa’îd (r.a.)
şöyle anlattı: “Uhud günü Peygamber efendimize arz olunduğum zaman onüç
yaşında idim. Babam beni
Resûlullahın (s.a.v.) yanına götürüp “Yâ Resûlallah! Bu yavrumun yaşı her ne
kadar küçükse de iri
kemiklidir. Vücudu gelişkindir. İzin verirseniz, bizimle gelsin!” dedi.
Peygamber efendimiz
beni yukarıdan aşağıya
kadar süzdükten sonra: “Onu geri çeviriniz” buyurdular. Benim gibi
yaşı küçük olanlar
Medine’de kadınları ve çocukları korumakla vazifelendirildiler.
Babası Hz. Mâlik bin Sinan
Uhud gazasında, Resûlullah efendimiz yaralanınca, mübârek yanaklarından
akan kanı emmekle
şereflenmiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz, Hz. Mâlik için: “Kanım, kanına
dokunan, karışan kişiye
Cehennem, ateşi dokunmaz.” buyurdu. Babası Mâlik bin Sinan bu gazada şehîd
oldu.
Uhud gazâsından dönüşte
Peygamberimizi (s.a.v.) nasıl karşıladıklarını Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.)
şöyle anlatmıştır: “Annem
ile birlikte Peygamber efendimizi karşılamağa, O’nun mübârek cemâlini görmeğe
gittiğimizde, babamın şehîd
olmakla şereflendiğini öğrenmiştik. Peygamberimize bakarken O da bizi gördü.
Bana buyurdu ki: “Sen, Sa’d bin Mâlik misin?” Ben de “Evet babam, anam sana
fedâ olsun
Yâ Resûlallah” dedim. At
üzerinde idi. Yanına yaklaştım, mübârek dizlerinden öpmekle şereflendim. Bana:
“Allahü teâlâ, babana ecrini versin” buyurdular.
Babasının şehâdetiyle evin bütün
yükü Hz. Ebû Sa’îd’in omuzlarına yüklendi. Evin geçimini
sağlıyacak kimse olmadığı
için, ailesi bir hayli sıkıntıya düştü. Annesi ile çok sabırlı olduklarından
dertlerini
sıkıntılarını kimseye
söylemezlerdi. Aç kaldıkları zaman karınlarına taş bağlayarak, açlıklarını
gidermeye
çalışırlardı. Bir gün
annesi dayanamamış: “Evlâdım, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) kendisine
başvuranları
hiç geri çevirmiyor, onlara
yiyecek birşey bulup veriyor. Sen de git, belki hakkımızda hayırlı
olur” diyerek Ebû Sa’îd’i,
Resûlullaha gönderdi.” O’nu, Eshâbına nasîhat verirken buldu. Oturup dinlemeğe
başladı. Bir ara Resûlullah
efendimiz (s.a.v.), “Kim Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirir
ve her şeyi Allahü teâlâdan
beklerse, Allahü teâlâ onu ganî eyler, zengin kılar. Sabırdan üstün
bir rızık yoktur. Eğer
sabra râzı değilseniz, isteyiniz vereyim” buyurdu. Bu mübârek sözleri işiten
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî,
Peygamber efendimizden bir şey isteyemedi. Eve gelip durumu annesine olduğu
gibi anlattı. Ebû Sa’îd-i
Hudrî’nin (r.a.) bu hareketinden sonra işleri yolunda gitti. Medine’nin en
zenginlerinden oldular.
Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.)
Benî Mustalak gazâsına, sonra da Hendek gazâsına katılıp, gösterdiği
kahramanlıkları
Peygamberimiz pek
beğenmişti. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) Hendek savaşının hafiflediği bir
öğle üzeri, Resûlullah
efendimizden evine kadar gitmek için izin istedi. Peygamberimiz (s.a.v.) izin
verip
buyurdu ki: “Yanına
silahını al. Benî Kureyzâ yahudilerinin sana zarar vermelerinden korkarım.”
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî de, emir
gereğince silahlarını alarak evine gitti. Hanımı kapıda duruyordu.
Kıskançlık gayretiyle,
hanımının içeride durması gerekirken niçin dışarıda beklediğini sorunca hanımı:
“Niçin bana kızıyorsun?
İçeriye gir de gör.” dedi. Eve girdiklerinde yatağın üzerinde kocaman siyah bir
yılan yatıyor gördüler. Hz.
Ebû Sa’îd-i Hudrî mızrağını çekip yılana batırdı. Sonra yılanı yataktan
kaldırınca,
yatak üzerinde yılanın
yerinde bir gencin yatmakta olduğu görüldü. Mızrağın ucundaki yılanı bahçeye
çıkarıp astılar. Yılan
titreyerek öldü. İçerde yataktaki genç de can çekişerek öldü. Yılanın mı, yoksa
o gencin mi önce öldüğünü
tesbit edemediler. Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî hemen gelip, Peygamber efendimize
hâdiseyi bildirdi ve “Yâ
Resûlallah, onun dirilmesi için Allahü teâlâya yalvarır mısınız?” dedi.
Peygamber
efendimiz de: “O
Medine’deki müslüman olan cinnilerdendir. Onlardan bir şey görürseniz,
onlara oradan gitmesi için
üç gün müsâde ediniz. Bundan sonra, size tekrar görünecek
olursa, onu öldürünüz.
Çünkü, o, şeytandır.” buyurdu.
Hendek gazasında müşrikler
çok şiddetli saldırıyorlardı. Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî bir ara Peygamberimize
yaklaşarak “Yâ Resûlallah,
yüreğimiz ağzımıza gelmiş bulunuyor, okuyacağımız bir duâ var mıdır?”
dedi. Peygamberimiz
(s.a.v.), “Evet! Var. Ey Allah’ım, açık ve korkulu yerlerimizi kapa, bizi,
bütün korktuklarımızdan
emin eyle, diyerek duâ ediniz.” buyurdular. Hepimiz duâ ettik, yalvardık
Çok geçmeden şiddetli bir
fırtına esdi. Düşman karargâhını alt üst ederek düşman hezimete uğradı, dağılıp
gitti.
9 (m. 630) senesinde Alkame
bin Muhrez’in (r.a.) emri altında küçük bir sefere çıktılar. Bu seferi
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle
anlattı: “Resûlullah (s.a.v.) Alkame’yi bir sefere göndermişti. Ben de seferde
bulundum. Hedefe
yaklaştığımız sırada, kumandanımız askeri ikiye ayırdı. Bir kısmını Abdullah
bin Huzafe’ye (r.a.) verdi.
.a.) verdi. Ben de onunla
birlikte idim. Abdullah bin Huzafe (r.a.) Bedir gazasına katılmış
kahramanlardan
olup, çok şakacı bir
kimseydi. Yolda bir yerde, dinlenme molası verildi. Ateş yakıldı. Kimimiz
ateşle ısınıyor, kimimiz de
ateşte bazı işlerimizi görüyorduk. Bir ara Hz. Abdullah askerlere dedi ki:
“Sizler
bana itâat etmekle
vazifelisiniz, öyle değil mi?” Onlar da: “Evet” dediler. Hz. Abdullah: “Öyleyse
her
dediğimi yapmalısınız,”
deyince, onlar da: “Elbette yaparız” dediler. Hz. Abdullah: “Şimdi size
emrediyorum.
Hepiniz bu yanan ateşe
giriniz” dedi. Bunun üzerine, askerlerin çoğu hemen yerlerinden kalkıp ateşe
atılmaya hazırlandılar. Hz.
Abdullah, yerlerinden kalkan bu askerlerin emre itâatteki gayretlerini görüp
çok sevindi ve buyurdu ki:
“Durunuz! Ben sizin itâatinizi denemek için böyle söyledim,” dedi. Bu seferden
dönüşte, bu ateş hadîsesini
Peygamber efendimize anlattık. Buyurdular ki: “Size bir günahı emredene
itâat etmeyiniz.” Hz. Ebû
Sa’îd-i Hudrî, 30 kişilik bir seriyye kumandanlığına getirildi. Bu seriyye
Medine’den hareket etti.
Yolda müslüman olmayan bir Bedevî grubuna rastladılar ve onlara misafir olmak
istedilerse de kabul
etmediler. Müslümanlar orada istirahat ederlerken bu Bedevîlerin reislerini bir
akrep soktu. Oradakiler
reislerini kurtarmak için bir çok çarelere baş vurdularsa da şifa hasıl olmadı.
Bedevîlerden bazıları: “Şu
karşıda istirahat eden kafileye gidip, akrep sokmasına karşı yapılacak tedaviyi
soralım. Belki bilen
vardır” dediler. Birkaç kimse Eshâb-ı kirâma (r.anhüm) gelip: “Ey insanlar!
Reisimizi
biraz önce akrep soktu.
Bildiğimiz çarelere başvurduk, fakat şifa hasıl olmadı, içinizde bu işi bilen
var mı?” dediler. Ebû
Sa’îd-i Hudrî (r.a.); “Evet ben bu işi halledebilirim. Fakat önce siz bizim
talebimizi
red ettiniz, bizi misafir
kabul etmediniz. Buna karşılık olarak sizden bir sürü koyun alırız” dedi.
Reisin
yanına vardılar. Ebû
Sa’îd-i Hudrî (r.a.), reisin yarasına yedi defa Fatiha sûresini okudu. Okuma
biter
bitmez, reis hemen ayağa
kalkıp ileri-geri yürümeğe başladı. Artık üzerinde hiçbir hastalık eseri
kalmadı.
Bedevîler, Eshâb-ı kirâma
(r.anhüm) anlaştıkları sürüyü verdiler. Sonra da bu sürüyü aramızda paylaşalım
diyen Eshâba (r.anhüm), Hz.
Ebû Sa’îd-i Hudrî: “Hayır! Peygamber efendimize bu hadîseyi anlatırız,
koyunları da kendilerine
arz ederiz. Nasıl emir buyururlarsa öyle hareket ederiz” dedi. Sefer dönüşünde,
bu hadîseyi anlattılar. Peygamberimiz
(s.a.v.): “Fatihanın bu kadar tesirli bir duâ olduğunu sana kim
öğretti?” buyurarak taltif
ettiler. Sonra iyi hareket ettiklerini açıkladılar.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî bu
gazalardan başka Hudeybiye, Hayber, Mekke, Huneyn, Tebük gazalarına
da iştirak etti.
Peygamberimizle birlikte 12 gazaya katılmakla şereflendiği açıklanmıştı.
Peygamber efendimizin
âhirete irtihâlinden sonra Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer,
Hz. Osman’ın halifelikleri
zamanlarında Medine’de fetva ile meşgul oldu. 36 (m. 656) senesi Hz.
Ali’nin zamanında her türlü
fitneden uzak olmaya çalıştıysa da bozuk fırkalardan Haricîlerle yapılan
Nehrevan harbine katıldı.
Bu savaştan sonra Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ile beraber olduğu günlerdeki
bir hadîseyi hatırladı. Bir
gün, Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâbına (r.a.) bir şeyler taksim ediyorlardı.
Bir adam gelip: “Yâ
Resûlallah! Adalet üzere hareket et” dedi. Peygamber efendimiz de: “Ben adalet
etmezsem, kim eder?”
buyurdu. Bu hadîse esnasında Hz. Ömer de orada idi. Bu adama çok kızdı ve
Resûlullaha (s.a.v.)
dönerek “Yâ Resûlallah! Müsâde buyurursanız, şu adamın kellesini uçurayım”
dedi.
Resûl-i ekrem (s.a.v.) ona
dönerek “Hayır, bırak. Onun bir takım arkadaşları olacak ki, onlar sizin
namazlarınızı, oruçlarınızı
beğenmiyecek. Fakat onlar, bir ok, yayından nasıl çıkarsa, dinden öyle
çıkacaklardır. Bunların
içinde öyle bir adam bulunacak ki, memelerinden biri kadın memesi gibidir.
Bunlar, insanlar fetret
devrinde iken zuhur edeceklerdir (meydana çıkacaklardır).” buyurdukları
sırada, “İnsanlar içinde
öyleleri vardır ki, sen zekâtı dağıtırken seni kaşla gözle muaheze ederler”
âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, “Ben, Peygamberimizin işaret buyurduğu bu adamı, Hz.
Ali’nin (r.a.) öldürdüğünü
gördüm. Bu adam aynen Peygamberimizin tarif ettiği gibiydi.” buyurdu.
Bir rivâyete göre; Hz. Ebû
Sa’îd-i Hudrî, İstanbul’un fethi için gelen asker arasında idi. Düşmanlarla
çarpışırken Edirnekapı
civarında şehîd oldu. Kabrini, Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası
Akşemseddin hazretleri
keşfetti. Kabri, eskiden kilise olup, câmiye çevrilen Kariye Câmiinin
bahçesindedir.
Bir rivâyete göre de; 74
(m. 693) senesinde bir Cuma günü vefât etti. Medine’de Baki kabristanına
defn edildi.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî
hadîs-i şerîf ve fıkıh ilimlerinde çok üstün derecelere sahipti. 1170 adet
hadîs-
i şerîf rivâyet etmiştir.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî ders verirken çevresinde büyük bir kalabalık hasıl olur,
sorulan bütün suallere
cevap verirdi. Talebelerinden Kuz’a şöyle anlattı: “Hocamın huzuruna gitmiştim.
Çok kalabalıktı, herkesin
dağılmasını bekledim. Sonra huzuruna yaklaştım. Peygamber efendimiz nasıl
namaz kılardı diye sordum.
Buyurdular ki: “Resûlullah (s.a.v.) öğle namazına durdukları zaman birimiz
kalkar evine gelir,
abdestini tazeledikten sonra mescide döner, Peygamber efendimizi daha birinci
rek’atte bulurdu.”
Hak ve hakikati müdafaa
etmek hakkında duymuş olduğu bir hadîs-i şerîfi hemen her yerde rivâyet
ederdi. Fakat, “Hak ve
hakikate hizmette kusur ederim” endişesiyle ağlardı. Rivâyet ettiği, herkes
tarafından
tanınmış olan bir hadîs-i
şerîfde Peygamberimiz buyurdular ki: “İçinizden biri, bir münkeri (yasak
edileni) görürse ve ona
eliyle mani olabilirse, hemen ona mani olsun. Eliyle mani olamazsa
diliyle, dili ile de mani
olamazsa onu kalbiyle yapsın. Bu da imânın en zayıfıdır.”
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî,
doğru bildiği bir hususu söylemekten çekinmezdi. Çok cesur, fedâkâr ve
sabırlı bir zât idi. Temiz
ve sade bir yaşayışı vardı. Böyle olmayı severdi. Muhtaç olanlara yardım eder,
onları evine alıp terbiye
ederdi.
Buyurdular ki: “Hz.
Peygamberimize bir kimse geldi. (Kardeşim ishal oldu. Ne yapayım) diye sordu.
Peygamber efendimiz “Bal
şerbeti içir” buyurdu. Soran kimse gidip, kardeşine bal şerbeti içirdi.
Ertesi gün geri gelip,
kardeşine bal şerbeti içirdiğini ama ishalinin arttığını söyledi. Resûlullah
efendimiz
yine “Git ve ona bal
şerbeti içir” buyurdu. O kimse gitti ve ertesi gün tekrar gelip, kardeşine bal
şerbeti
içirdiğini ve ishalinin
daha da arttığını söyleyince bu defa Peygamber efendimiz: “Allahü teâlânın
kelâmında
yanlışlık olamaz. Kusur
kardeşinin karnındadır. Git ve ona bal serveti içir,” buyurdu. O
kimse bu defa da bal
şerbetini içirince kardeşi iyi oldu.”
Rivâyet ettiği hadîs-i
şerîflerden bazıları:
“Yatağına girdiğinde üç
kerre (Estağfirullah’el azîm, ellezi lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûm
ve etûbü, ileyhi) diyen
kimsenin günahları deniz köpükleri veya Temim diyarının kumları veya
ağaç yapraklarının sayısı
veya dünyânın günleri kadar çok olsa da, Allahü teâlâ onun günahlarını
bağışlar.”
“İnsanların yaptıklarını
yazan meleklerden başka melekler de vardır. Yollarda, sokak başlarında
dolaşırlar. Allahü teâlâyı
zikredenleri ararlar. Zikredenleri bulunca, birbirlerine seslenirler:
“Buraya geliniz, buraya
geliniz derler.” Kanadları ile, onları sararlar. O kadar çokdurlar ki, göke
varırlar. Kullarının her
işini bilici olan Allahü teâlâ, meleklere sorarak: (Kullarımı nasıl buldunuz?)
buyurur. (Yâ Rabbî! Sana
hamd ve sena ediyorlar ve senin büyüklüğünü söylüyorlar) derler. (Onlar
beni gördüler mi?) buyurur.
(Hayır görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur.
(Daha çok hamd ederlerdi ve
daha çok tesbih ederlerdi ve daha çok tekbir söylerlerdi) derler.
(Onlar benden ne istiyorlar?)
buyurur. (Yâ Rabbî! Cennetini istiyorlar) derler. (Onlar Cenneti gördüler
mi?) buyurur. (Görmediler)
derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Daha çok yalvarırlardı,
daha çok isterlerdi. Yâ
Rabbî! Bu kulların Cehennemden korkuyorlar. Sana sığınıyorlar)
derler. Allahü teâlâ;
(Onlar Cehennemi gördüler mi?) buyurur. (Hayır görmediler) derler. (Görselerdi
nasıl olurlardı?) buyurur.
(Görselerdi, daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha
çok sarılırlardı) derler.
Allahü teâlâ, meleklere: (Şahid olunuz ki onların hepsini affeyledim)
buyurur. (Yâ Rabbî o
zikredenlerin yanında, filan kimse zikir etmek için gelmemişti. Dünya çıkarı
için gelmişti) derler.
(Onlar benim misafirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların yanında
bulunanlar da, zarar etmezler) buyurur.”
“Sünnete uygun olarak ezan
okuyan müezzinin sesini duyan, insan ve cinler, taşlar, tuğlalar, ağaçlar,
kıyâmet günü o müezzin için şehâdet ederler.”
“Bir kimse, hoşlandığı bir
rüya görürse, o, Allah’tandır. Allah’a hamd etsin. Onu sevdiği
kimseye anlatsın. Sevmediği
bir rüya görürse, o da şeytandandır. Şeytanın şerrinden Allah’a sığınsın.
Bu rüyasını da hiç kimseye
anlatmasın. Böyle yaparsa, görmüş olduğu kötü rüya kendisine zarar vermez.”
“Sizden evvelkiler içinde
bir adam vardı. Doksandokuz kişi öldürmüştü. Sonra (Dünyanın
en büyük âlimi kimdir) diye
soruşturdu. Ona bir rahib gösterildi. Bunun üzerine rahibin yanına
gitti. (Doksandokuz adam
öldürdüm, tevbe etsem olur mu?) diye sordu. Rahib: (Tevben kabul
olunmaz) dedi. Bunun
üzerine o adam, rahibi de öldürdü. Onunla yüzü doldurdu. Sonra yer yüzü
halkının en büyük âlimini
sorup araştırdı. Ona âlim bir kimseyi tavsiye ettiler. Âlime sordu. (Yüz
adam öldürdüm. Tevbe etsem
kabul olur mu?) Âlim: “Evet, senin tevbe etmene kim engel olabilir?
Filan yere git, orada
Allahü teâlâya ibadetle meşgul olan insanlar vardır. Onlarla beraber
Allahü teâlâya ibadet et.
Memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir) dedi. Bunun üzerine adam
yola çıktı. Yarı yola
vardığında öldü. Rahmet melekleri ile azab melekleri bu adam hakkında
münâkaşa ettiler. Rahmet
melekleri (Bu adam candan tevbe ederek geldi.) dediler. Azab melekleri,
(Bu adam hiçbir iyilik
işlememiştir) dediler. Bunun üzerine insan kıyafetinde bir melek bunların
yanına geldi. Melekler onu
aralarında hakem yaptılar. Melek şöyle dedi: (İki taraftaki mesafeyi
mukayese ediniz. Hangi
tarafa daha yakın ise adam o tarafındır.) Mesafeyi ölçtüler. Adamı varacağı
yere daha yakın buldular.
Bundan dolayı onu rahmet melekleri aldılar.”
“Eshâbıma dil uzatmayınız.
Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar
altın sadaka verse,
Eshâbımdan birinin bir müd (875 gr.) hatta yarım müd sadakasına yetişemez.”
Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin (r.a.)
âzâd ettiği bir kimse anlatır: “Ben, Ebû Sa’îd ve Resûlullah
(s.a.v.) mescide girmiştik.
Birisi mescidin ortasında, dizlerini karnına yapıştırarak parmaklarını
kenetlemiş, oturuyordu. Hz.
Peygamberimiz işaret etti ise de o kimse işareti fark edemedi. Bunun
üzerine Peygamber efendimiz
(s.a.v.) Ebû Sa’îd’e dönerek, “Herhangi biriniz mescidde parmaklarını
kenetlemesin. Çünkü,
parmaklarını kenetlemek şeytanın işidir. Biriniz mescidde bulunduğu
müddetçe, mescidden
çıkıncaya kadar namazda sayılır.” buyurdu.
“Sizden biriniz esnediği
zaman, elini ağzına koysun. Çünkü şeytan ağzına girer.”
“Allah için tevazu edeni
Allahü teâlâ yükseltir. Kibir edeni de Allah alçaltır. Allah’ı çok zikredeni
Allahü teâlâ sever.”
“Mezar, ya Cennet
bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
“Giyiniz, yiyiniz, içiniz
fakat, midenizi yarıya kadar doldurunuz. Çünkü, az yemek,
nübüvvetden bir cüzdür.”
Biri, Resûlullah
efendimizin ardında namaz kıldı. Peygamber efendimizden evvel rükû’a varıyor
yine
ondan evvel başını
kaldırıyordu. Hz. Peygamberimiz, namazdan sonra: “Bunu yapan kim idi?” diye
sordular. O kimse (Benim Yâ
Resûlallah) dedi. Bunun üzerine “Namazın noksan olanından sakınınız.
İmâm rükû’a vardığında
rükû’a varınız. Başını kaldırdığında başınızı kaldırınız.” buyurdu.
“Merhamet etmiyene merhamet
olunmaz.”
“İki huy vardır ki, bir
mü’minde bulunmazlar. Biri cimrilik, diğeri de kötü ahlâktır.”
“Hastaları ziyâret ediniz, cenâzeleri de takip
ediniz. Bu size ahireti hatırlatır.”
Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.)
buyuruyor ki, Peygamber efendimiz, neşelenip eğlenen bazı insanları görünce
buyurdu ki: “Eğer ölümü
düşünseydiniz, lezzetler size tatsız gelirdi ve bulunduğunuz şu
halden ayrılırdınız.”
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî
anlatıyor. “Resûlullahın (s.a.v.) huzuruna gittim. Kadife ile örtünmüş idi.
Sıtma
harareti o kadifeden çıkıp,
his olunurdu. Elimizi, mübârek bedenine koyamazdık. Hayret ettik. Peygamberimiz
(s.a.v.) buyurdu ki: “En
şiddetli sıkıntı Peygamberlere olur. Ama peygamberlerin sıkıntılara
sevinmesi, sizin ihsanlara
sevinmenizden fazladır.”
“Bir kul (Lâ ilahe
illallah) ve (Allahü Ekber) dediği zaman, Allahü teâlâ; “Kulum doğru söylüyor,
ibâdete lâyık olan ilâh
ancak benim” der. Kul, “Lâ ilâhe illallahü vahdehû la şerike leh”
dediği zaman, Allahü teâlâ
“Kulum doğru söylüyor. Benden başka ilâh yoktur. Şerikim, benzerim,
dengim yoktur.” der. Kul:
(Lâ ilâhe illallah ve la havle ve la kuvvete illâ billah) dediği zaman,
Allahü teâlâ; “Kulum doğru
söylüyor. Güç ve kuvvet benimdir” buyurur. Bu kelimeleri ölüm ânında
söyliyen kimseyi Cehennem
ateşi yakmaz.”
“İnsanlara teşekkür etmiyen
Allahü teâlâya şükretmiş olmaz.”
KAYNAKLAR:
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye, sh-336, 345, 1001
2) Eshâb-ı Kirâm, sh-329
3) Mektûbat-ı İmâm-ı
Rabbanî, cild-1, 203. mektûb
4) Tehzîb-üt-Tehzîb,
cild-3, sh-479
5) Hilyet-ül-Evliyâ,
cild-1, sh-369
6) El-A’lâm, cild-3, sh-87
7) Müsned-i Ahmed bin
Hanbel, cild-3, sh-449
8) Buhârî-kitâb-ul-İcâre,
cild-2, sh-11, 95, 251
9) Müslim-Fedail-üs-Sahâbe