Ana sayfa

 

EBU DUCANE R.A. :

 

Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Fazîlet sahibi kahraman bir zât idi. Medineli Ensârın ileri gelenlerinden

olup, hicreti Nebeviyyeden önce îmân etmişti. İsmi Semmah bin Harese olup, künyesi Ebû

Dücâne’dir (r.a.). İslâm târihinde bu lâkab ile anılmıştır.

Resûlullah (s.a.v.) tarafından Eshâb-ı kirâmın muhacirlerinden Utbe bin Gavân (r.a.) ile din kardeşi

yapılmıştı. Medine’nin Hazrec kabilesindendir. Medine’de hangi târihte doğduğu kesin olarak bilinmemektedir.

13 (m. 633) yılında yalancı peygamber Müseylemet-ül-Kezzâb ile yapılan Yemâme savaşlarında

şehîd olmuştur. Vefâtı ile ilgili başka rivâyetler varsa da bunlar zayıftır.

Ebû Dücâne hazretleri Resûlullah (s.a.v.) efendimizin bütün gazâlarına iştirak etmiş ve canını

Resûlullah ve din-i İslâm için hiçe saymış, edip, şecaatli ve kahraman bir zât idi. Bedir, Uhud, Hendek,

Beni Nadir, Benî Kureyza, Feth-i Mekke ve diğer bütün gazâlarda bulunmuştur. Bilhassa Uhud’da göstermiş

olduğu kahramanlığı İslâm târihinde dillere destan olmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından

İltifât-ı Nebeviyye mazhar olmuştur.

Uhud Savaşında müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi

müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da: “Ey Kureyş cemaati! Akrabalık haklarını gözetmeyen, kavminizi

bölen Muhammed’le (s.a.v.) çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer Muhammed (s.a.v.) kurtulursa ben

kurtulmayayım.” diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik ediyordu. Ebû Dücâne hazretleri bu azılı

kâfirin susturulması icab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa ona yaklaşıp, bu İslâm düşmanını öldürerek

gerekli cezasını vermişti. Ebû Dücâne hazretleri bununla meşgulken müşriklerden Mâbed bin Vehb, Ebû

Dücâne’ye (r.a.) müthiş bir kılıç darbesi indirmiş, Ebû Dücâne hazretleri çok seri bir halde yere çökerek

bu öldürücü darbeden kurtulmuştu. Hemen sonra acele kalkıp hücum ederek, Mâbed’i yaralamış, fakat

ölmemişti. Bu sırada Mâbed bir çukura düşmüş, Ebû Dücâne hazretleri de onun üzerine atlayıp başını

kesip kâfirlere doğru fırlatmıştı. Bu hal, Kureyş kâfirlerinin zaten bozulmuş olan morallerini daha da

bozmağa sebep olmuştu.

Ebû Dücâne (r.a.) Bedir günü başına kırmızı renkte bir sarık bağlamıştı. Katılmış olduğu bütün

harblerde bu kırmızı sarığı sarardı. Bu, Allahü teâlâ ve Resûlullah için canını vermeğe hazır bir fedâî

olduğu mânâsını taşırdı: Ebû Dücâne hazretlerinin kahramanlığının en güzel misâli ve Resûlullaha

(s.a.v.) ne derece bağlı olduğu, Uhud gazâsında görüldü.

Bu gazâda göstermiş olduğu kahramanlıklarla herkesi hayran bıraktı. Uhud Harbi’nin kızıştığı sırada

Peygamberimiz (s.a.v.) elinde tuttuğu ve üzerinde “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar

var. İnsan korkmakla kaderden kurtulmaz” beyti yazılı kılıcını göstererek “Bu kılıcı benden kim alır?”

buyurdular. Eshâb-ı kirâmdan bir çokları “Ben, ben, ben” diye almak için ellerini uzattılar. Peygamberimiz

tekrar “Bunun hakkını vermek üzere kim alır?” deyince Eshâb-ı kirâm sustular ve geri

durdular. Kılıcı hararetle isteyenlerden Zübeyr bin Avvâm (r.a.) “Ben alırım, Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz

kılıcı Hz. Zübeyr’e vermedi. Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali’nin (r.anhüm) istekleri de Peygamberimiz

tarafından kabul edilmedi. Ebû Dücâne (r.a.) “Yâ Resûlallah bu kılıcın hakkı nedir?” diye sordu.

Peygamberimiz (s.a.v.) “Onun hakkı eğilip bükülünceye kadar, onu düşmana vurmaktır. Onun

hakkı müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana

zafer yahud şehîdlik nasîb edinceye kadar Allah yolunda çarpışmandır” buyurdu. Ebû Dücâne

(r.a.) “Yâ Resûlallah ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.)

elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne (r.a.), çok cesaretli, kahraman olduğu haldâ harp meydanlarında

çok kurnaz davranır, “Harp hiledir” hadîs-i şerîfine tam ittibâ ederdi (uyardı). Ebû Dücâne (r.a.)

kılıcı alınca başına kırmızı sarığını sararak, elinde Peygamber efendimizin verdiği kılıç olduğu halde

harp meydanına doğru çalımlı ve gururlu bir şekilde yürümeye başladı. Bu sırada şu beyti okuyordu:

“Hurmalıkların yanındaki dağ eteğinde bulunduğumuz sırada dostumla (Hz. Peygamberle); hiçbir

zaman harb saflarının gerisinde kalmamak üzere andlaştım. (Düşmanlara) Allah ve Resûlünün kılıcıyla

vururum.”

Ebû Dücâne hazretlerinin bu şekilde yürümesi Eshâb-ı kirâm arasında pek hoş karşılanmadı. Bunun

üzerine Peygamberimiz (s.a.v.), “Bu bir yürüyüştür ki, bu yerler (harp meydanları) dışında

Allahü teâlânın gadabına sebeptir.” buyurarak yalnız düşmana karşı çalımlı yürümenin caiz olduğunu

(izin verildiğini) beyan ettiler. Harbe başladıktan sonra iyice kızıştığı sırada muhacirînden Zübeyr bin

Avvam (r.a.) kılıcın kendisine verilmemesinden dolayı üzgün idi. Kendi kendine “Ben Resûlullahtan

(s.a.v.) kılıcı istedim. Onu bana vermedi, Ebû Dücâne’ye (r.a.) verdi. Halbuki ben halası Safiyye’nin

oğluyum. Üstelik de Kureyşli’yim. Halbuki önce ben istemiştim. Gidip bakayım Ebû Dücâne (r.a.) benden

fazla ne yapacak?” dedi. Daha sonra Ebû Dücâne’yi (r.a.) takibe başladı. Ebû Dücâne hazretleri yukarıda

zikredilen beytleri okuyor, müşriklerden kime rastlarsa, onu vurup öldürüyordu. Müşriklerin en azılılarından

iri cüsseli Ebû Zûl-Kerş her tarafı zırhlarla kaplı sadece gözleri görünüyordu. Ebû Dücâne hazretleri

ile karşı karşıya geldi. Kâfir “Ben Ebû Zül-Kerş’im” diye bağırıyordu. Bu isim kendisine uzun boyuna

rağmen büyük göbeğinden dolayı verilmişti. Evvela kendisi Ebû Dücâne hazretlerine hücum etti. Ebû

Dücâne (r.a.) onun darbesinden kalkanıyla korundu. Ebû Zül-Kerş’in kılıcı Ebû Dücâne hazretlerinin

kalkanına gömüldü. Kılıcına asıldı fakat çıkaramadı. Sıra Ebû Dücâne hazretlerine gelmişti. Bir kılıç darbesiyle

omuzundan, tâ uyluklarına kadar ikiye biçti. Bundan sonra Ebû Dücâne (r.a.) her önüne çıkan

kâfiri devirerek dağın eteğinde defleriyle müşrikleri kışkırtan kadınların yanına geldi. Ebû Dücâne buyuruyor

ki: “Uzakdan bir kadın gördüm ki, müşriklere son derece kızıyor ve harbe teşvik ediyordu. Üzerine

yürüdüm etrafından imdat istedi, bağırmağa başladı. Onun bir kadın olduğunu görünce Resûlullahın

kılıcının şerefini gözettim ve O’nu kadına vurmadım.” Halbuki bu kadın Hind idi.

Zübeyr bin Avvâm gördü ki, Ebû Dücâne (r.a.) her yere yetişiyor, fakat kılıcını kaldırdığı halde Ebû

Süfyân’ın karısı Hind’i öldürmekden vaz geçti. Kendi kendine “Kılıcın kime verileceğini Allah ve Resûlü

benden daha iyi bilir” diye söylendi. “Vallahi ben onun çarpışmasından daha üstün çarpışan vuruşan bir

kimse görmedim.” buyurdu. Ebû Dücâne’nin (r.a.) yanına vardı. “Yaptığın her şeyi gördüm. Kadına kılıcını

kaldırıp sonra vurmaktan vaz geçtiğini de gördüm” dedi. Ebû Dücâne (r.a.), “Resûlullah’ın (s.a.v.)

kılıcına hürmet ettim ve onu kadın kanına bulaştırmadım.” diye cevap verdi. Daha sonra Ebû Dücâne

hazretleri, Hamza ve Ali (r.a.) ve diğer Eshâb ile beraber yeniden düşman saflarına umumî taarruz için

ileri atıldı. Birçok Sahâbî şehîd düştü, fakat müşrikler de kaçmaya başlamışlardı. Uhud gazâsında İslâm

ordusu arkasını Uhud dağına vermiş ve Resûlullah (s.a.v.) dağ yolunu muhafaza etmeleri ve müşriklerin

müslümanları arkadan vurmalarını önlemek için, Eshâb-ı kirâmın içinde en iyi ok atan elli Sahâbîyi koymuş,

başlarına da Abdullah bin Cübeyr’i (r.a.) komutan ta’yin etmişti. Resûlullah (s.a.v.) bununla da

kalmamış; “Eğer bizi kuşların kaptığını görseniz bile yine ben size haber göndermedikçe asla yerinizi

terk etmeyiniz.” “Eğer bizim kâfirleri kırıp, ayaklarımız altında çiğnediğimizi görseniz bile

yine ben size haber göndermedikçe asla yerinizi terk etmeyiniz.” buyurdu. Bu sözleriyle ne olursa

olsun bu elli Sahâbînin yerlerini terk etmemelerini istedi. Fakat zafer müyesser olunca bu elli zattan ekserisi

ganimet toplamak için yerlerini terk ettiler. Komutanları Abdullah bin Cübeyr’in sözünü dinlemediler.

Dağ yolundaki geçidin tenhalaştığını gören Hâlid bin Velîd ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime, emirlerinde

müşrik ordusunun sağ ve sol kanatlarıyla dağı arkadan dolaşıp dağ geçidine geldiler. (O zaman henüz

Hâlid bin Velîd ve İkrime îmân etmemişti). Abdullah bin Cübeyr ve O’nun emrini dinleyen on Sahâbîyi

şehîd ettiler ve İslâm ordusunu arkadan vurdular. Müşrik süvarilerinin arkadan saldırmalarıyle

müslümanlar neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Hatta acele ve dehşetten kiminle savaştıklarını dahi bilemediler.

Birbirleriyle vuruştular. Müslümanlar dağılmış ve dağa doğru çekilmişlerdi. Peygamberimiz

(s.a.v.) “Ey filan Bana doğru gel, Ey filan Bana doğru gel, ben Resûlullahım (s.a.v.). Bana dönüp

gelene Cennet var” diyerek Eshâb-ı kirâmı çağırıyorlardı.

Müslümanlar dağılınca Mekkeli müşriklerden Abdullah bin Şihâb-ı Zührî, Utbe bin Ebî Vakkas, Abdullah

bin Kâmia ve Übeyy bin Halef Resûlullahı (s.a.v.) öldürmek üzere sözleştiler ve and içtiler.

Resûlullahın (s.a.v.) sancağını Mus’ab bin Umeyr taşıyordu. Hz. Mus’ab, Resûlullaha (s.a.v.) giydiği

zırhdan dolayı çok benzeyen bir Sahâbîydi. Resûlullahın (s.a.v.) yanından hiç ayrılmıyordu. Bir ara İbni

Kâmia kâfiri atlı olarak Peygamberimiz (s.a.v.)’e yaklaştı, önüne Hz. Mus’ab ve bazı sahabe ile Nüseybe

(Nesibe) hatun çıktılar. Ümmü Ümâre (r.anha) hatun da İbni Kâmia’nın üzerine atıldı. Bir çok kılıç vurdu

ise de azılı kâfirin üzerinde iki kat zırh olduğu için te’sîr ettiremedi. İbni Kâmia, Nesibe (r.anha) hatunun

omuzunu parçalayıp, Hz. Mus’ab’ın üzerine atıldı ve sağ elini kesti. Mus’ab sancağı göğsüne bastırdı.

İbn-i Kâmia bunun üzerine Hz. Mus’ab’ı mızrakladı. Hz. Mus’ab yıkıldı sancak düştü. Bir melek sancağı

hemen aldı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bunun üzerine sancağı Hz. Ali’ye verdi. İbn-i Kâmia bunun

üzerine Hz. Mus’ab’ı şehîd edince Hz. Peygamberi (s.a.v.) öldürdüğünü zannetdi. Müşriklerin yanına

gidip “Hz. Muhammed’i (s.a.v.) öldürdüm” diye bağırıyordu. Müşrikler sevinç içerisinde; müslümanlar ise

kan ağlıyordu. Herkes ne yaptığını bilmez bir halde, bazıları geri dönmüş, bazıları çökmüş oturmuş, bazıları

dağa doğru kaçışıyor. Fakat her güzel huyun en üstün derecesi kendisine verilmiş Peygamber

(s.a.v.) bir an yerinden ayrılmamış ve geri gitmemişti. Yanında yedisi muhacirlerden yedisi de ensârdan

olmak üzere ondört sahâbî ile sabır ve sebat üzere harb ediyorlardı. Bu yedi ensârdan biri de Ebû

Dücâne (r.a.) idi. Aynı zamanda Ebû Dücâne (r.a.) ölmek ve ayrılmamak üzere üçü muhacirlerden beşi

ensârdan olan sekiz sahâbîden birisi olarak Resûlullaha (s.a.v.) bi’at etmişti. Bu sekiz sahâbîden hiçbiri

Uhud’da şehîd olmadı, çünkü bunlara Peygamberimiz (s.a.v.) duâ etmiş idi. Müşrikler Peygamberimizi

(s.a.v.) ok yağmuruna tutmuş idiler. Müşriklerin en keskin nişancı olanlarından Mâlik bin Züheyr; Peygamberimize

(s.a.v.) nişan alıp bir ok attı. Talha bin Ubeydullah bu okun Resûlullaha (s.a.v.) isabet edeceğini

anlayınca elini o oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı. Şehâdet parmağı hariç diğer parmakları çolak

kaldı. Hz. Talha Uhud’da altmışaltı yerinden yara almıştı. İşte Hz. Talha gibi Resûlullahı (s.a.v.) oklara

karşı koruyan ve vücudunu siper eden bir zât da Ebû Dücâne idi.

Ebû Dücâne (r.a.) Peygamberimizin (s.a.v.) üzerine eğilip atılan oklara karşı O’nu vücuduyla korumakta

ve atılan oklar sırtına çarpıp düşmekte idi. Müşriklerin azılılarından Abdullah bin Hüneyd Peygamberimizi

(s.a.v.) görünce atını mahmuzladı. Kendisi tepeden tırnağa silahlı ve zırhlar içerisinde olup,

başında da miğfer vardı. “Ben Züheyr’in oğluyum. Bana Muhammed’i gösteriniz. Ya ben O’nu öldürürüm

yahut onun yanında ölürüm.” diye haykırıyordu. Ebû Dücâne hazretleri hemen onun karşısına çıktı. “Gel

yanıma! Ben vücudumla Muhammed Resûlullahın (s.a.v.) vücudunu koruyan bir kişiyim” dedi. Abdullah

bin Hüneyd’in atının bacaklarına bir kılıç çaldı. Atın ayakları çökünce kılıcını kaldırıp “Al bunu da

Hareşe’nin oğlundan” deyip bir vuruşta onu Cehenneme gönderdi Peygamberimiz (s.a.v.) bu olanları

görüyordu ve “Allahım Hareşe’nin oğlundan (Ebû Dücâne’den (r.a.)) ben nasıl râzı isem, Sen de

râzı ol” diye duâ buyurmuştu. Kâ’b bin Mâlik (r.a.) anlatıyor: “Üzerine zırh geçirmiş bir müşrik

müslümanların şehîdlerinin burunlarını, kulaklarını ve çeşitli azalarını kesiyor, “Davarlar gibi bir araya

toplanınız” diyordu. Müslümanlardan zırhlı bir zât ona yaklaştı. Bu iki kimseden gerek vücud, gerekse

silah bakımından üstün olanı, müşrik olandı. Birbirleriyle karşılaşınca müslüman öyle bir hamle yapıp

müşrike öyle bir kılıç çaldı ki boynundan uyluklarına kadar vücudu ikiye bölündü. Sonradan da, “Ey Kâ’b

nasıl gördün? Ben Ebû Dücâne,” (r.a.) diyerek kendisini tanıttı, diye haber vermiştir.

Uhud gününün dehşeti devam ediyordu. Peygamberimizi (s.a.v.) öldürmek için yemin edenlerden

Utbe bin Ebî Vakkas’ın attığı taşlar Resûlullahın (s.a.v.) mübârek yüzlerine isâbet etti. Mübârek dudakları

patladı. Alt çenelerinin sağ tarafındaki dördüncü dişleri (Rebâiye) kırıldı, İbni Sihâb müşriki de,

Resûlullahın (s.a.v.) mübârek yüzüne taş vurdu. Birasonra İbni Kâmia Resûlullahı (s.a.v.) öldürmek için

kılıç vurdu. Resûlullahın (s.a.v.) üzerinde iki adet zırh vardı. Kılıç darbesi pek o kadar tesir etmedi. Fakat,

Resûlullah (s.a.v.) önündeki çukura sağ yanı üzerine düştü ve gözden kayboldu, İbni Kâmia’nın kılıç

darbeleriyle Resûlullahın (s.a.v.) miğferi parçalanıp sağ omuzu da yaralanmıştı. Miğferinin halkalarından

ikisi de Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek şakaklarına batmıştı. Resûlullah (s.a.v.) çukura düşünce mübârek

yüzü de kanamakta idi. Mübârek elini kanayan yüzüne sürdü. Mübârek yanaklarından ve yüzünden

akan kanlar, sakal-ı şerîflerini ıslattı. İşte bu sırada Peygamberimiz (s.a.v.) “Yâ Rabbi kavmimi

affet. Çünkü onlar bilmiyorlar” diye duâ buyuruyordu. Hz. Ali Resûlullahın (s.a.v.) elinden tutarak, Hz.

Talha da doğrultarak çukurdan çıkardılar. Hz. Ebû Bekir ve Ebû Ubeyde de (r.a.) yetiştiler. Hz. Ebû

Ubeyde, Resûlullahın mübârek yanağından miğferinin halkalarını çıkarırken iki halka için iki ön dişi kırıl-

dı. Bunun için onun iki ön dişi eksikti. Harp devam ediyordu. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvan canlarını

hiçe sayarak aklın idrak edemeyeceği, dillerin anlatamayacağı kahramanlıklar ortaya koyuyorlardı.

Savaştan dönüşte Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâb-ı kirâma dayanarak Şi’b mevkiinde kayalığa doğru

ilerliyorlardı. Burada Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâb-ı kirâmla ayakta kılmaya mecal bulamadıklarından

oturarak öğle namazını eda ettiler. Daha sonra Uhud yolu üzerindeki kayalığa doğru giderlerken,

orada toplanan müslümanlar, kendilerine doğru gelen ve yanlarında Peygamberimizin (s.a.v.) bulunduğu

topluluğu, müşriklerden bir cemaat zan ettiler. Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e onlara işaret

vermesini emir buyurdu. Bu sırada Ebû Bürde bin Niyâr yayına ok yerleştirip Peygamberimizle (s.a.v.)

yanındaki sahâbîlere atmak istemişti. İşte bu sırada Ebû Dücâne hazretleri başındaki kırmızı sarığını

çıkarıp, onlara doğru sallayarak işaret verdi ve seslendi. Onlar da durdular ve gelenlerin Peygamberimiz

(s.a.v.) ve yanındaki sahâbîler olduğunu anladılar ve onlara katıldılar.

Hz. Ebû Dücâne Uhud’da çok kahramanlık gösterdi. Resûlullah (s.a.v.) Uhud gazâsından salimen

dönünce, Ebû Dücâne hazretlerine vermiş olduğu kılıçlarını almıştı. Kılıcın üzerindeki müşrik kanlarını

silmek üzere mübârek kerîmeleri Hz. Fâtıma’ya uzattığı zaman, Hz. Ali de kendi kılıcını uzatarak “Şunu

al, bu gazâda çok iyi işime yaradı” deyince, Peygamberimiz (s.a.v.) “Sen muharebede sadakat gösterdin;

(başarılı oldun) Sehl bin Hâris ve Ebû Dücâne de (r.a.) başarılı olmuşlardır” buyurarak Ebû

Dücâne ve Sehl hazretlerinin yapmış olduğu üstün hizmeti beyan buyurmuşlardır. Hz. Peygamber

(s.a.v.) Uhud gazâsından sonra müslümanlara ihânet eden ve Resûlullaha (s.a.v.) verdikleri sözde durmayan

ve Resûlullahı öldürmeye teşebbüs eden Beni Nâdir yahudilerinin üzerine yürüdü. Yahudiler yenildiler.

Yahudilere hiç bir mal götürmemek şartıyla eman verildi. Resûlullah (s.a.v.) Benî Nâdir

yahudilerinin terk ettiği malların hepsine el koydu. Bu ganimet mallarının hepsini muhacirlere dağıtmak

için istişare etti. Böylece muhacirler, ensârın evlerinde oturmakdan kurtulacaklardı. Ensârdan Sa’d bin

Ubâde ile Sa’d bin Muaz: “Yâ Resûlallah! Sen Benî Nâdir’in mallarını muhacirlere dağıt. Onlar şimdiye

kadar olduğu gibi yine evlerimizde oturmaya devam etsinler” buyurdular. Resûlullah (s.a.v.) ensârdan

Sehl bin Huneyf ile Ebû Dücâne hazretlerine fakîr oldukları için bu ganimetlerden onlara da pay verdi.

Ebû Dücâne hazretleri Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra ortaya çıkan irtidât (dinden

dönme) fitnelerinin ortadan kaldırılmasında da çok büyük hizmet görmüştür. Hicretin onbirinci senesi (m.

632) Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında da Yemâme muharebesinde de fevkalâde kahramanlıklar göstermiştir.

O sırada dinden dönenlerin başında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb, peygamber, olduğunu

ileri sürerek büyük fitne çıkarmıştı. Hz. Hâlid bin Velîd komutasındaki İslâm ordusu bu alçak fitnecinin

üzerine sevk edilmişti. Harp esnasında Hz. Ebû Dücâne düşmana çok şiddetli hücum ediyordu. Harbin

başında İslâm ordusu daha önce gönderilen İkrime ve Şurahbil ordusu gibi geriledi. Hatta Benî Hanîfe

kabilesinin mürtedleri, Hz. Hâlid bin Velîd’in çadırına girip yağma yapmaya başlamışlardı. Bu sırada İslâm

askeri geri dönüp şiddetli bir hücum ile Müseylemet-ül-Kezzâb’ın ordusunu bozdu. Yine bu sırada

Hz. Vahşi, Hz. Hamza’yı şehîd ettiği harbe (küçük mızrak) ile Müseylemet-ül-Kezzâb’ı katletti.

Müseylemet-ül-Kezzâb’ın ordusunu teşkil eden Benî Hanîfe kabilesi yenilince etrafını duvarlarla çevirip

tahkim ettikleri büyük bir bahçeye sığınmışlar ve kapısını kapatmışlardı. Bu bahçeye duvardan ilk atlayarak

giren Ebû Dücâne (r.a.) idi. Aşağı atlarken ayağı kırıldı. Buna rağmen gayretine zerre kadar eksiklik

getirmeyerek, o muhkem bahçenin kapısını bekleyen müşrikleri dağıtıp, İslâm askerine bahçenin kapısını

açtı. Tekrar düşmanın üzerine hücum etti ve şehâdet şerbetini içinceye kadar savaştı ve burada

hicretin onbirinci yılında şehîd oldu. Bu Yemâme cenginde Müseylemet-ül-Kezzâb’ın kırkbin kişilik ordusundan

yirmibini katledilmiş, fakat müslümanlardan da ikibinden ziyade şehîd verilmişti. Bunun

üçyüzaltmışı muhacirden, bir o kadarı da ensârdan ve kalanı da tâbiînden idi. Şehîd olanların içerisinde

yetmişten ziyade hafız vardı.

Ebû Dücâne hazretleri cesaret ve kahramanlığı kadar da fazîlet sahibi olup, hiç kimseye kötülük

düşünmez ve boş ve faidesiz şey (mâlâya’nî) ile meşgul olmazdı.

Zeyd bin Eslemî diyor ki, Ebû Dücâne hazretleri hasta idi ve yüzü nurla parlıyordu. Huzuruna gelenlerden

birisi “Bu yüzünüzün böyle nurlu olmasının sebebi nedir?” diye sordu. Buyurdu ki: Güvenebileceğim

beni kurtaracak iki amelim var. Birisi mâlâya’nî ile meşgul olmazdım, ikincisi hiç bir müslümana

kalbimde en küçük bir kötülük bulundurmazdım ve hiç bir müslümana kötülük düşünmezdim.

Ebû Dücâne hazretlerinden rivâyet edilen pek hadîs-i şerîf olmamasının sebebi Peygamberimizin

(s.a.v.) vefâtından sonra fazla yaşamayışıdır. Onun için tâbiînden kendisinden rivâyette bulunacak fazla

bir kimse ile görüşmemiştir.

İmâm-ı Beyhekî, (Delâil-ün-Nübüvve) kitabında ve İmâm-ı Kurtubî’nin (Tezkire) kitabında bildirdiklerine

göre; Ebû Dücâne (r.a.) buyurdu ki, yatıyordum; değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi

bir ses duydum ve şimşek gibi bir parıltı gördüm. Başımı, kaldırdım. Odanın ortasında, siyah bir şeyin

yükseldiğini gördüm. Elimle yokladım, kirpi derisi gibi idi. Yüzüme kıvılcım gibi birşeyler atmağa başladı.

Hemen Resûlullaha (s.a.v.) gidip anlattım. Buyurdu ki, “Ya Ebâ Dücâne Allahü teâlâ, evine hayır ve

bereket versin.” Kalem ve kâğıt istedi. Hz. Ali’ye bir mektûb yazdırdı. Mektubu alıp, eve götürdüm. Başımın

altına koyup uyudum. Feryad eden bir ses beni uyandırdı. Diyordu ki, Yâ Ebâ Dücâne! (r.a.) Bu

mektûbla beni yaktın. Senin sahibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektubu, bizim karşımızdan

kaldırmakdan başka, bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine gelmiyeceğiz. Bu mektubun

bulunduğu yerlere gelemeyiz. Ona dedim ki, sahibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam.

Cin ağlamasından, feryadından, o gece, bana çok uzun geldi. Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra,

cinnin sözlerini Peygamberimize (s.a.v.) anlattım. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “O mektubu kaldır,

yoksa, mektubun acısını kıyâmete kadar çekerler.” Bir müslüman bu mektubu yanında taşısa veya

evinde bulundursa; bu kimseye, eve ve etrafına cin gelmez ve dadanmış olup, zarar veren cin de gider.

 

KAYNAKLAR:

 

1) Sahîh-i Müslim, cild-2, sh-346

2) El-Îsâbe, cild-7, sh-57

3) Üsüd-ül-gâbe, cild-2, sh-353

4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-5, sh-148, cild-3, sh-556

5) El-İstiâb, cild-2, sh-602

6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-635, 998

7) Metâli’-un-nücûm, cild-1, sh-398