CA’FER BİN EBİ TALİB R.A. جَعْفَرُ
بْنُ أَبِي
طَالِبٍ:
Hz. Peygamberimizin:
“Cafer’i Cennette uçları kana boyanmış iki kanatlı bir halde gördüm”
hadîsiyle müjdelenen kahraman.
Ebû Tâlibin oğludur. Nesebi, Ca’fer bin Ebî Tâlib bin Abdülmuttalib bin
Hâşim bin Abd-i menaf bin
Kusay’dır. Künyesi Ebû Abdullah, Lâkabı Tayyar ve Zülcenâheyn’dir. Hz.
Ali’den on yaş büyük, Hz.
Akîl’den on yaş küçük idi. Habeş’e hicret edip, Hayber günü geri dönmüştür.
Hicretin 8 (m. 629)
yılında, üçbin askerle, Şam civarında (Mû’te) denilen yerde Rumlarla harb
ederken
41 yaşında şehîd oldu. O
gün yetmişden fazla yara almıştı. Resûlullah’a (s.a.v.) çok benziyen yedi
kişiden
biri bu idi.
Peygamber efendimiz, 36
yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir kuraklık
ve açlık hüküm sürüyordu.
Hemen herkes her geçen gün bunun ağırlığını daha çok, daha derinden
hissediyordu.
Peygamber efendimizin
amcası Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek
bir servete sahip değildi.
Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu. Peygamber efendimiz
(s.a.v.), küçük yaşından
beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında
bir yardım yapmak, onun
geçim yükünü hafifletmek istiyordu. Bu sebeple, amcalarının en zengini
olan Hz. Abbâs’a bir gün:
“Ey Amcam biliyorsun ki, kardeşin Ebû Tâlib’in çok çocuğu vardır. İnsanların
uğradığı şu kıtlık ve
açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Tâlib’e gidelim, onun aile yükünü
biraz hafifletelim. Bakıp,
büyütmek üzere oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen
yanına alırsın.
Evlatlarından iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir” diye buyurdu. Hz.
Abbâs:
“Olur” deyince, kalktılar,
Ebû Tâlib’in yanına vardılar. Ona; “Halkın, içinde bulunduğu kıtlık ve darlık
kalkıncaya kadar, senin
çocuklarından bir kısmını yanımıza alıp yükünü hafifletmek istiyoruz.”
buyurdular. Ebû Tâlib,
“Oğullarımdan Akîl’i ve Tâlib’i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz” dedi.
Böylece
Peygamber efendimiz Hz.
Ali’yi, Hz. Abbâs da Hz. Cafer’i yanına aldı.
Birgün Ebû Tâlib, oğlu
Cafer ile şehrin dışında yürürken Hz. Peygamberimizi gördü. Hz. Ali ile beraber
namaz kılıyorlardı. Ebû
Tâlib oğlu Cafer’e, “Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla” dedi.
Cafer gidip, Hz. Ali’nin
yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber efendimiz, Ona duâ etti.
“Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette
onlar ile uçarsın” buyurdu. Allahü teâlâ bu duâyı kabul
etti. Hz. Cafer, Mü’te gazâsında,
şehîd olmakla şereflendi. Allahü teâlâ, ona iki kanat verdi. Firdevs cennetinde
uçmaktadır. Bu sebeple
kendisine Ca’fer-i Tayyar denir.
Kureyş müşriklerinin
Eshâb-ı kirâm’a karşı reva gördükleri zulüm ve işkenceden sonra, Peygamber
efendimiz, bir kısım
eshâbın Habeşistan’a hicret etmelerine müsaade etti. Kafile, Hz. Cafer’in
başkanlığında
hareket etti. Habeşistan’da
karşılaştıkları hâdiseleri Hz. Peygamberimizin muhterem zevceleri,
Hz. Ümmü Seleme şöyle
anlattı: “Habeşistan’a vardığımız zaman, orada; çok iyi bir komşuya tesadüf
ettik. Bu komşu Melik
Necâşî idi. Kendisi bize arzu ettiğimiz işi verdi. Dinimizin emirlerini
istediğimiz gibi
yapabiliyorduk. Allahü
teâlâ’ya serbestçe ibâdet edebiliyor, hiç eziyete uğramıyorduk. Hiçbir kötü söz
duymuyorduk. Mekkeli
müşrikler bu durumdan haberdar olunca toplandı. Habeşistan Melikine iki elçi
göndermeye karar verdi.
Necâşî’ye son derece kıymetli hediyeler hazırladılar. Mekke’nin en nâdir
yetiştirdiği
şeylerden olan (Edm)
toplandı. Necâşî’nin din adamlarına, devlet erkanına hediyeler ayrıldı. Bu
işe Abdullah bin Rebîa ile
Amr bin Âs vazifelendirildi. Bu iki elçiye Necâşî’nin huzurunda neler
söyleyecekleri
öğretildi. Onlara “Hükümdar
ile konuşmadan evvel onun patriklerine ve kumandanlarının her birine,
hediyesini verdikten sonra
Necâşî’nin hediyesini takdim ediniz. Bu işi yaptıkdan sonra oradaki
müslümanların size
teslimini isteyiniz.
Necâşî’nin müslümanlar ile
konuşmasına imkân bırakmayınız” denildi. Elçiler Habeşistan’a geldiler,
devlet erkânına
hediyelerden sonra, her birine: “Bizim içimizde bir takım insanlar türedi.
Bunlar, bizim
dinimizden çıkdıkları gibi
sizin de dininize girmediler. Bunlar, bizim de sizin de bilmediğimiz yeni bir
din uydurdular. Biz bu
gelenleri, kendi yurtlarına götürmek istiyoruz. Hükümdarınızla, onlar hakkında
görüştüğünüz zaman,
gelenlerle görüşülmeden bize teslim edilmelerini temin için çalışınız. Bu
kimselerle
en çok meşgul olabilecek
olanlar, onların, öz ana-babaları ile komşularıdır. Onlar, bunları gayet iyi
bilirler” dediler. Patrikler
bunu kabul ettiler. Bundan sonra, Mekkeli elçiler Necâşî’nin hediyelerini
takdim
ettiler. Melik Necâşî
hediyeleri kabul etmiş, onları davet ederek görüşmüştü. Elçiler, Necâşî’ye
şöyle
söylediler: “Ey Melik!
İçimizden bir takım kimseler sizin memleketinize iltica etmişlerdir. Bu
gelenler,
kendi milletlerinin dinini
terk ettikleri gibi sizin dininize de girmemişlerdir. Kendi kafalarına uygun
uydurma
bir dinleri vardır. Ne biz,
ne de siz, bu dîni tanımazsınız. Bizi, bunların mensûb oldukları milletin eşrâfı
size gönderdiler. Bu eşraf
sizin memleketinize iltica eden adamların babaları ve kendi öz akrabalarıdır,
istekleri, gelenlerin
tekrar iade edilmeleridir. Çünkü onlar, bunların hallerini daha yakından tanır.
Onların
kendi öz dinlerinde hoş görmediklerini
daha iyi bilirler” dediler. Gerek Amr bin Âs ve gerekse Abdullah
bin Rebîa’nın en çok arzu
ettikleri şey, Necâşî’nin bu sözleri dinliyerek, arzularına uygun hareket
etmesiydi. Elçiler, bu
sözleri söyledikten sonra Necâşî’nin patrikleri söz almış, şöyle demişlerdi:
“Bunlar
çok doğru söylediler.
Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgul olabilir, onların neyi beğenip
beğenmediklerini
daha iyi takdir ederler.
Onun için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine
ve milletlerine
götürsünler. Melik Necâşî bu sözlere çok kızdı, “Vallahi hayır! Ben bu adamları
teslim
etmem. Bana iltica eden,
memleketime gelen adamlara hıyânet edemem. Bunlar, beni başkasına tercih
etmiş ve benim civarıma
gelmişlerdir. Onun için, gelen muhacirleri sarayıma davet eder, onlara, bu
adamların
söyledikleri sözlere karşı
ne diyeceklerini dinlerim. Eğer muhacirler, bu adamların dedikleri gibi
iseler, onları teslim eder
ve kendi milletlerine iade ederim, öyle değilseler onları korur, ülkemde
kaldıkça
onlara iyilik ederim” dedi.
Daha önceleri Necâşî Semavî kitapları incelemişti. Muhammed Aleyhisselâmın
gelme zamanının yakın
olduğunu Kavminin ona yalancı deyip inanmayacaklarını ve Mekke’den
çıkaracaklarını
biliyordu.
Necâşî, Mekkeli elçilere:
“İnandıkları kimse kimdir” diye sordu. Onlar da: “Muhammed’dir” dediler.
Necâşî, bu ismi işitince,
O’nun peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi. Gelenlere tekrar sordu. “Onun
dîni ve mezhebi nedir ve
neye davet eder?” Amr, “Onun mezhebi yoktur” dedi. Necâşî: “Mezhebini
ve dinini bilmediğim bir
topluluk ki, gelip bana sığınmışlardır. Ben onları nasıl teslim ederim. Meclis
kuralım.
Onları da getirelim.
Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin de durumları belli olsun. Onların da dinini
bileyim”
dedi. Müslümanları saraya
davet ettiler. Müslümanlar önce kendi aralarında istişare ettiler (görüştüler)
ve Habeş hükümdarının
hoşuna gidecek ve mizaçlarına uygun olacak şekilde neler söyleyelim diye
konuştular. Hz. Cafer:
“Vallahi! Bizim bu husustaki bildiklerimiz, Peygamberimizin bize buyurduğundan
ibarettir, deriz. Netice
neye varırsa razıyız” buyurdu. Hepsi kabul ettiler ve sadece Hz. Cafer’in
konuşması
için ittifak edip,
Necâşî’nin huzuruna geldiler. Melik Necâşî de âlimlerini topladı. Büyük bir
divan
kuruldu. Sonra muhacirleri
getirdiler. Müslümanlar geldiklerinde selâm verdiler ve secde etmediler. Onlar
“Neden secde etmediniz”
diye sorunca, “Biz Allahü teâlâ’dan başkasına secde etmeyiz. Peygamber
efendimiz,
bizi, Allah’tan başkasına
secde etmekten men’ edip “Secde, yalnız Allahü teâlâ’ya mahsustur”
buyurdu,” dediler.
Necâşî, Muhacirlere “Ey
huzuruma getirilmiş olan topluluk bana söyleyiniz. Ülkeme ne için geldiniz?
Haliniz nedir? Tüccar
değilsiniz, bir isteğiniz de yok. Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin
hali nedir? Siz ne diye
memleketiniz halkından bana gelenlerin selâm verdiği gibi selâm vermiyorsu-
vermiyorsunuz?” dedi. Cafer
(r.a.) “Ey Hükümdar! Ben, önce, üç söz söyliyeceğim. Eğer doğru söyler
isem beni tasdîk edin,
yalan söylersem yalanlayın. Herşeyden önce emret ki: Şu adamlardan yalnız biri
konuşsun, diğerleri
sussun!” dedi. Amr bin Âs “Ben konuşayım” dedi. Necâşî “Ey Cafer, önce sen
konuş”
dedi. Cafer (r.a.) “Benim,
üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iade edilecek
köleler miyiz?” dedi.
Necâşî “Ey Amr! Onlar köle midirler?” diye sordu. Amr “Hayır! Onlar köle değil,
hürdürler!” dedi. Hz. Cafer
“Acaba biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere
iade edileceğiz” dedi.
Necâşî Amr’a sordu. “Bunlar, haksız yere birinin kanını mı döktüler!” Amr
“Hayır,
bir damla bile kan
dökmediler” dedi. Hz. Cafer, Necâsî’ye “Başkasının mallarından haksız yere
aldığımız,
üzerimizde ödemekle
mükellef olduğumuz mallar mı vardır?” dedi. Necâşî: “Ey Amr! Eğer,
şuncağızların ödeyecekleri
pekçok altın bile olsa, borçları varsa, onu, ben ödeyeceğim! Söyleyin.” dedi.
Amr “Hayır, bir kırat (bir
para birimi) bile yok!” dedi. Necâşî: “O halde siz bunlardan ne istiyorsunuz?”
diye sorunca, Amr “Onlar
ile biz bir dinde ve bir işte idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammed’e ve
dînine
uydular” dedi. Necâşî, Hz.
Cafer’e “Siz bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin
dîninden ayrıldığınıza, ne
benim dînimde ne de bunların dîninde olmadığınıza göre, sizin edindiğiniz
bu din hakkında bilgi
veriniz?” diye sordu.
Hz. Cafer “Ey hükümdar! Biz
cahil bir millet idik. Putlara tapardık, ölmüş hayvan leşini yer, her türlü
kötülüğü işlerdik.
Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık.
Kuvvetli
olanlarımız zaif
olanlarımızı ezerdi. Allahü teâlâ bize, kendimizden, doğruluğunu, eminliğini,
iffet ve temizliğini,
soyunun düzgünlüğünü
bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik. O
peygamber bizi, Allahü
teâlânın varlığına, birliğine inanmaya, O’na ibâdete, bizim ve atalarımızın
tapınageldiği taşları ve
putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emânete hıyânet etmemeyi,
akrabalık haklarını
gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı
bize emretti. Her türlü
ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu
kadınlara
dil uzatmaktan ve iftira
etmekten bizi yasakladı. Allahü teâlâya eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi,
namaz kılmayı, zekât
vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de kabul ettik ve Ona îmân ettik. Onun
Allah’dan
getirip bütün
söylediklerine tâbi olduk. Allahü teâlâya ibâdet ettik, O’nun bize harâm
kıldığını
harâm, helâl kıldığını
helâl olarak kabul ettik. Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, bize zulüm
ettiler.
Bizi, dinimizden döndürüp,
Allah’a ibâdetten vaz geçirip putlara taptırmak için türlü işkencelere ve
mihnetlere
uğrattılar. Bizi perişan
ettiler. Bizi, yeniden putlara taptırmak için zulm ettiler. Bizi sıkıştırdıkça
sıkıştırdılar. Bizimle, dînimizin
arasına girdiler ve bizi dinimizden ayırmak istediler. Biz de yurdumuzu
yuvamızı bırakarak senin
ülkene sığındık. Seni, başkalarına tercih ettik. Senin himayene, komşuluğuna
can attık. Senin yanında
zulme haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız? dedi. Hz. Cafer konuşmasına
devam etti.
“Selâm verme işine gelince
biz seni Resûlullah’ın selâmı ile selâmladık. Birbirimize de öyle selâm
veririz. Cennettekilerin
selâmlarının da bu şekilde olduğunu Peygamber efendimiz bize haber verdi. Bunun
için biz de seni öyle
selâmladık. Hz. Peygamberimiz insanlara secde edilmiyeceğini buyurduğu için
Allah’tan başkasına secde
etmekten Allah’a sığınırız”, dedi. Necâşî: “Sen, Allah’ın bildirdiklerinden
biraz
biliyor musun?” diye sordu.
Hz. Cafer “evet” deyince, Necâşî “Onu bana oku” dedi. Hz. Cafer de Meryem
sûresinin ilk âyetlerini
okumağa başladı. (Ankebût ve Rum sûrelerinden okuduğu da bildirilmiştir) Necâşî
ağlıyordu. Gözlerinden akan
yaşlar sakalını ıslattı. Rahibler de çok ağladılar. Necâşî ve Rahibler. “Ey
Cafer! Bu tatlı ve güzel
kelâmdan biraz daha oku” dediler. Hz. Cafer, Kehf sûresinden okudu. Necâşî,
kendisini tutamıyarak
“Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur. Hz. Mûsâ ve Îsâ (a.s.) da
onunla
gelmiştir” dedi. Kureyş
elçilerine dönerek “Gidiniz, Vallahi, ben ne onları size teslim eder, ne de
onlara
bir kötülük düşünürüm”
dedi.
Abdullah bin Ebî Rebîa ile
Amr bin Âs, Necâşî’nin huzurundan çıktılar.
Amr, Abdullah’a “yemin
ederim ki, onların bir kabahatini Necâşî’nin yanında ortaya koyup, köklerini
kazıtayım da gör” dedi.
Arkadaşı, Amr’a “Onlar bize muhalefet ediyorlarsa da iyi kötü akrabalığımız
var,
bunu yapma” dedi. Amr
“Onların, Meryem oğlu Îsâ’yı (a.s.) bir kul olarak bildiklerini Necâsî’ye ihbar
edeceğim”
dedi. Ertesi günü,
Necâşî’nin yanına varıp “Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu Îsâ’ya (a.s.) ağır
sözler söylüyorlar. Onlara
adam gönderip Îsâ (a.s.) için ne söylediklerini bir sor.” dedi. Necâşî, Hz. Îsâ
hakkındaki telakkilerini
sormak üzere Muhâcir müslümanlara adam gönderdi. Müslümanlar, tekrar bir
araya toplandılar.
Birbirlerine, “Meryem oğlu Îsâ (a.s.) hakkında sorarlarsa ne cevap vereceğiz”
Hz. Cafer:
“Vallahi Hz. Îsâ hakkında
Allah’ın dediğini Peygamber efendimizin bize getirdiğini söyleriz” dedi.
Necâşî’nin huzuruna
çıkınca, Necâşî “Siz Meryem oğlu Îsâ (a.s.) hakkında ne biliyorsunuz?” diye
sordu. Cafer (r.a.) “Biz
Hz. Îsâ (a.s.) hakkında Peygamber efendimizin bize Allahü teâlâ’dan getirip
tebliğ
eylediğini söyleriz. O’nun
Allah’ın kulu ve Resûlü olduğunu, dünyâdan ve erkeklerden vaz geçerek Allah’a
bağlanmış bir kız olan Hz.
Meryem’e ilkâ eylediği kelimesi’dir. Meryem oğlu Îsâ’nın hâli, şânı bundan
ibarettir. Hz. Adem’i
topraktan yarattığı gibi Îsâ’yı (a.s.) da babasız yaratmıştır, deriz” deyince
Necâşî, elini yere uzatıp, yerden
bir saman çöpü aldı ve “Yemin ederim ki Meryem oğlu Îsâ da sizin söy-
lediğinizden fazla bir şey
değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur.” dedi. Necâşî bunu söylediği
zaman
etrafındaki hükümet erkânı
ve kumandanları aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar.
Necâşî, bunu görünce,
onlara, “Yemin ederim ki, siz ne derseniz deyin, ben bunlar hakkında iyi şeyler
düşünüyorum.” dedi. Sonra
müslüman muhacirlere dönerek “Sizi ve yanından geldiğiniz zât’ı tebrik ederim!
Ben şuna inandım ki “O Allah’ın
Resûlüdür. Zâten biz, onu İncil’de görmüştük. O Resûlü, Meryem
oğlu Îsâ da haber verdi.
Vallahi eğer O, buralarda olsaydı, gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını
yıkardım! Gidiniz! Ülkemin
el değmemiş kısmında, her türlü tecavüzden uzak, emniyet ve huzura kavuşmuş
olarak yaşayınız. Size
kötülük edeni helâk ederim. Bana dağ kadar altın verseler de, sizlerden
birini üzüntüye sokmam
dedi. Necâşî, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeler için:
“Benim
bunlara ihtiyacım yoktur!
Başkalarının gasp ettiği bu mülkümü, Allah bana geri verirken ve halkı bana
boyun eğdirirken, benden
rüşvet almadı!” diyerek hediyelerini kendilerine geri verdi. Kureyş elçileri
de,
Necâşî’nin huzurundan suçlu
suçlu ayrıldılar.
Elçiler gittikten sonra bir
gün, Necâşî eski elbiselerini giyip sarayından çıkdı. Başında taç ve arkasında
padişahlık elbisesi yoktu.
Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle şaşırdı. Sonra Hz. Cafer’i ve
diğer Eshâb-ı kirâmı
çağırdı. Onlar geldiler. Melik’i bu vaziyette görüp sustular. Necâşî, Cafer’e
(r.a.)
“Ben etrafa haberciler
gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü teâlâ, Resûlüne yardım etmiş.
Bedir savaşında
düşmanlarını helâk eylemiş. Kâfirlerden Şeybe, Utbe bin Rebîa, Ebû Cehil,
Ümeyye bin
Halef cümlesi helâk
olmuşlar ve bir çoğu da esir olmuşlar dedi. Hz. Cafer sevincini açıklayıp
şükrettikten
sonra:
“Ey Melik! Böyle eski
elbiseler giymenize sebep nedir?” dedi. Necâşî, “İncilde gördüm ki, Hak teâlâ
kullarına bir nimet verdiği
vakit bu nimeti başkasına haber veren kimsenin tevazu yapması gerekir. Şimdi
Hak teâlâ, Sevgili
Peygamberine zafer ihsan eylemiş, bunu size haber vermek için böyle yaptım”
dedi.
Hz. Ümmü Seleme sözlerine
şöyle devam etti: “Biz böyle sıkıntısız bir halde yaşarken bir kişi çıkarak,
hükümdara rakip olmuş, Habeş
Sultanlığını, Necâşî’nin elinden almak istemişti. Buna son derece
üzülmüştük. Bilmediğimiz,
tanımadığımız birisi başa geçer de bize hürriyet tanımaz diye endişe ediyorduk
Necâşî, Nil nehrini geçerek
bu rakibi ile karşılaştı. (Müslümanlar, içlerinden birinin Nil’i geçip, durumu
araştırmasını istediler.
Müslümanların en genci olan Hz. Zübeyr bir su tulumunu şişirip, göğsüne
dayamış ve yüzerek nehri
geçmişti. Müslümanlar, Necâşî’nin galip olması için duâ ediyorlar, O’nun bütün
Habeşistan’a hâkim olmasını
istiyorlardı. Kısa zamanda Hz. Zübeyr müjde haberini getirdi. Necâşî
muvaffak olmuş, müslümanlar
da onun himayesinde olarak rahat yaşamışlardı.”
Peygamber efendimizin
amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Cafer ve beraberindeki müslümanlar, Habeşistan’dan
Medine’ye geldiler.
Dönüşleri hicretin yedinci yılında (m. 628), Hudeybiye’den sonra ve Peygamber
efendimiz Hayber’de
bulundukları sırada olmuştu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Cafer bin Ebî
Talib ile karşılaşınca, Hz.
Cafer’in alnından öpüp bağrına bastı ve “Ben Hayber’in fethine mi, yoksa
Cafer’in gelişine mi
sevineceğim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine
hem de yurduma hicret
ettiniz” buyurdu.
Hz. Peygamberimiz,
mescidinde, öğle namazından sonra Eshâb-ı kirâm ile birlikte oturdular.
Müslümanlar
Allah yolunda cihada
çıkacaklardı. Peygamber efendimiz: “Zeyd bin Hârise’yi, cihada çıkacak
olan şu insanların başına
kumandan tayin ettim. O şehîd olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib
geçsin. O da şehîd olursa
yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehîd olursa, müslümanlar,
aralarında uygun birini
seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar.” buyurdu. Peygamber efendimiz
(s.a.v.) tarafından
uğurlânıp yola çıkan mücâhidler yollarına devam ettiler. Şam topraklarından
(Maan)
denilen yere varınca biraz
dinlendiler. Mücâhidler ilerlerken (Meşarif) diye anılan köyde düşman
askerlerinin
yaklaşmakta olduğunu
görünce, hemen Mûte’ye çekilip, savaş düzenine girdiler.
Hz. Ebû Hureyre buyuruyor
ki: “Biz, Mûte’de müşrik askerlerinin sayı bakımından, silâh ve at bakımından
bizimle
karşılaştırılamayacak kadar, çok olduklarını gördük. Bunlara karşı kimse
dayanamaz
gibi görünüyordu. Ayrıca
müşrik askerleri, (altın, ipek ve atlas gibi) maddî bakımdan bizden çok
imkânlara
sahipti.” Bildirildiğine
göre, Rum ordusu 100 bin, buna karşı İslâm ordusu sadece üçbin kimse idi.
İki taraf arasında çok
şiddetli bir muharebe başladı. Müslümanların başında bulunan Hz. Zeyd bin
Hârise’nin elinde Peygamber
efendimizin sancağı bulunuyordu. Rum askerlerinin mızrak darbeleri ile,
mübârek vücudu parçalanıp,
kanlar fışkırıncaya kadar, kahramanca saldırıp dövüşmekten geri durmadı
ve şehîd oldu. Bundan sonra
Hz. Cafer hemen sancağı kaptı. Bu sırada, mel’ûn şeytan geldi. Hz. Cafer’i,
Allah yolunda cihaddan
alıkoyabilmek için çeşitli vesveseler vermek istedi ise de Cafer (r.a.) hiç
itibar etmedi. Hemen
zırhını giydi. Elinde sancak olarak atını düşmana doğru sürdü. Düşman askerleri
Hz. Cafer’in heybetinden
korkup, “Bunun hakkından kim gelecek” diye aralarında konuşmaya başladılar,
içlerinden birisi “Ben”
dedi. Hz. Cafer, düşman askerlerinin arasına iyice, dalmıştı. Şehîd olacağını
anladı,
bir eli kesilince sancağı
diğer eline aldı. Biraz sonra o eli de kesilince, sancağı bırakmamak için pazı-
larıyla göğsüne kaldırdı. Nihayet
mızrak ve kılıç darbeleriyle şehîd oldu. Şehîd olduğunda, mübârek vücudunda
yetmişten fazla mızrak,
kılıç ve ok yarası görülmüştü ve hepsi de vücudunun ön kısmında idi.
Rumlarla yapılan bu savaşta
kumandanların şehîd olduklarını, Cebrâil (a.s.), Peygamber efendimize
bildirmiş, Hz.
Peygamberimiz de müslümanlara haber vermişti. Peygamber efendimiz çok
üzülmüşlerdi.
Eshâb-ı kirâm “Yâ
Resûlallah! Sizi üzüntülü görmek bizi daha çok üzüyor” dediklerinde,
üzüntülerinin
sebebinin Eshâbının şehîd
düşmeleri olduğunu bildirmişler, bu üzüntülerinin, şehîdlerin Cennette,
karşılıklı tahtlar üzerinde
oturduklarının kendisine gösterilmesine kadar devam ettiğini beyân etmişlerdi.
Cafer Tayyar’ın (r.a.)
hanımı Hz. Esma binti Umeys anlatıyor: “O gün ekmek yapacağım hamuru
yoğurduktan sonra,
çocuklarımı yıkadım, temizledim, güzel kokular sürdüm. Resûlullah (s.a.v.)
teşrif etti.
Çocukları istedi. Getirdim
onları sevdi, okşadı ve mübârek gözlerinden yaş aktı. “Ey Allah’ın Resûlü!
Niçin ağlıyorsunuz. Yoksa
Cafer (r.a.) ve arkadaşlarından size bir haber mi geldi” diye sordum.
Peygamberimiz
(s.a.v.) “Evet, onlar bu
gün şehîd oldular” buyurdu. Bunu duyunca ağlamaya başladım.
Kadınlar başıma toplandı.
Peygamberimiz (s.a.v.), “Ağzımdan uygun olmayan bir sözün çıkmamasını”
tenbîh edip, evlerine
gittiler. Kerîmesi Hz. Fâtıma’nın yanına vardı. O da ağlıyordu. Peygamberimiz
(s.a.v.), Hz. Cafer’in
(r.a.) ailesi için yemek yapılmasını emretti. Üç gün ev halkına yemek yedirildi
ve bu
sünnet oldu.”
Peygamber efendimizin
üzüntüsü devam ederken, Cebrâil (a.s.) gelerek, Hz. Cafer’in kesilen iki eli
yerine Allahü teâlâ
tarafından yakuttan iki kanat ihsan olunduğunu, o kanatlarla Cennette uçmakta
olduğunu
haber vermesi üzerine
Peygamber efendimiz, Hz. Cafer’in ailesine “Ey! İki kanatlı mes’ûd kimsenin
çocukları” diyerek bu
durumu müjdelemişti. Bunun için, Hz. Cafer, Tayyâr= uçan ismiyle tanınmıştır.
Şehîd olduğu sırada kırkbir
yaşında idi. Sima olarak ve güzel huyları ile Hz. Peygamberimize çok
benzerdi. Eshâb-ı kirâmdan
Hz. Ebû Hureyre diyor ki: Cafer (r.a.), fakîrleri sever, onlarla otururdu.
Onlarla
konuşur ve onları dinlerdi.
Peygamber efendimiz, O’nu (fakîrlerin babası) diye künyelendirmişti.”
KAYNAKLAR:
1) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye sh-992
2) Eshâb-ı Kirâm sh-206
3) Müsned-i İbn-i Hanbel
cild-1, sh-201
4) Sîret-i İbn-i Hişâm
cild-1, sh-356, 362
5) El-Kâmil fi’t-târih
cild-2, sh-37, 38
6) İnsân-ül-uyûn cild-1,
sh-338, 341
7) El-Îsâbe cild-1, sh-237
8) El-İstiâb cild-1, sh-210
9) Târîh-ul-hamîs cild-1,
sh-237, 330
10) İbn-i Haldun Târîh
cild-2, sh-178
11) Sahîh-i Buhârî cild-5,
sh-85