AMİR BİN FUHEYRE R.A.
Mekke-i Mükerreme’den,
Medine-i Münevvere’ye hicret edenlerden, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk’ın
azadlı kölesi, meleklerin
defn ettiği bir sahâbî. Hicretin 4. yılında (m. 626) Bi’r-i Maûne faciasında
şehîd
oldu. Benî Teym bin Mürre
kabilesinin kölelerinden olarak tanınırdı. Esasen Ezd kabilesinden idi. İslâm’a
girişi İslâmın başlangıç
günlerine rastlar. O sıralarda Âmir bin Fuheyre hazretleri, Tufeyl bin
Abdullah’ın
çobanıydı. Nice yıllar her
şeylerini kaybedip, insanlıklarını unutmuş kimselere hizmet etti. Ama bütün
hizmetlerinin karşılığı
sadece karın tokluğuydu. Belki karınlar toktu, fakat ruhlar açtı. Günler böyle
ızdıraplar içinde geçip
gitti. Nihayet beklenen, İslâm güneşi doğdu ve etrafa yavaş yavaş ışıklarını
saçmaya
başladı. İslâmla müşerref
olanlar, Onun mânevi lezzetini tattılar. Tadını alan bir daha O’nu bırakamadı.
İnsan, kalbe giren bu ilâhi
aşktan ayrılabilir miydi? Bu ilâhi aşka tutulanlardan biri de Âmir bin
Fuheyre hazretleriydi.
Fakat köleydi ve sözde efendisi vardı. Kalbinde duyup, vücudunun bütün
zerrelerinde
hissettiği îmân lezzetini
açıklayamazdı. Zira efendisi buna müsaade etmiyordu. Âmir, bu vücut
mutlaka bir gün toprak
olacak, nefsin elinde bir oyuncak olan bu beden mutlak çürüyecek. Öyleyse bu
dünyâda bu kadarcık
işkenceye dayanıversin diye düşündü. Bu düşünce zinciri akıp gitti. Artık Âmir
bin
Fuheyre hazretleri yüce
dînin emirlerini yerine getirmeğe başladı. Kınayanın kınamasından; kızanın
kızmasından çekinmedi. Bu
yüzden çeşitli işkencelere mâruz kaldı. Bilâhare Hz. Ebû Bekir, onu satın
alarak âzâd etti.
Bu sırada müşrikler iyice
azıttılar. Müslümanlara her türlü işkenceyi, eza ve cefayı yapmaktan geri
durmadılar. Allahü teâlânın
Resûlü (s.a.v.) ve en yakını Hz. Ebû Bekir ile Mekke-i Mükerreme’den Medine-
i Münevvere’ye hicret
edeceklerdi. Nihayet ilâhi izin geldi ve iki sadık dost yola çıktılar. Sevr
mağarası
önüne geldiklerinde Mekke
çalkalanmakta, her taraf aranmaktaydı. Resûlullaha (s.a.v.) yardımcı olanın
canı tehlikedeydi. Bütün
bunlara mukabil Âmir bin Fuheyre hazretleri sütlü davarları uygun vakitlerde
mağaranın önüne getirdi.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir’in yiyecek ve içeceğini temin
etti. Böylece onlarla
beraber hicret etme şerefine de kavuştu. Resûlullah (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye
hicret eden müslümanları
birbirine kardeş yaptığında Âmir bin Fuheyre’yi (r.a.) de Ensâr’dan Hâris bin
Ens ile kardeş yaptı.
Hicretten sonra, Medine-i
Münevvere’de bir araya gelen müslümanlar gittikçe artıp, kuvvetlenmekteydi.
Bu vaziyet müşrikleri iyice
endişelendirdi. Nihayet müslümanlarla müşrikler arasında Bedir ve
Uhud gibi, müslümanlar için
hayatı ehemmiyet arz eden savaşlar oldu. Âmir bin Fuheyre hazretleri bu
savaşların her ikisine
katılmak se’âdetine kavuştu. Her iki savaşta da müslümanlar az olmasına rağmen,
kendilerinden kat kat fazla
düşmanı mağlub ettiler. Bununla beraber müşrikler boş durmadılar. Hicretin
dördüncü senesiydi. Necd
Şeyhi Ebû Bera, Medine’ye gelip, Resûlullaha (s.a.v.) müracaat etti. Kabilesine
dînî bilgileri öğretmesi
için muallimler istedi. Yetmiş kişilik bir mürşid, yetişkin heyet hazırlanıp
gönderildi.
İşte yetmiş kişilik bu
seçkin heyet Bi’r-i Ma’une’de saldırıya uğradı. Ebû Bera’nın kardeşinin oğlu
Âmir’in tertiplediği bu
alçakça hareket neticesinde Umeyye oğlu Amr’ın dışında hepsi kılıçtan
geçirildi.
İslâma hizmet etmek için bu
irfan ordusunun uğradığı akıbet unutulmaz bir acı oldu. Hele bu şehîdler
arasında yer alan Âmir bin
Fuheyre’nin (r.a.) vaziyeti daha bir başkaydı. Şehîd edilişi sırasında vuku
bulan hâdiseyi müşriklerin
kısa akılla anlamaları, kavramaları zordu. Azgın müşriklerin, sırtından
saplamış
oldukları mızrak göğsünü
yarıp çıkmıştı. Kanlar fışkırmaktaydı. Bu kan, alelâde bir insan kanı değil,
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.)
müsaadesiyle İslâmı ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmek için yola çıkmış bir sahâbînin
mübârek kanıydı. Oradaki
durum izah edilmesi zor durumdu. Bu vahşetin içinde olan Cebbar’a bir şeyler
olmaktaydı. “Acaba başkası
gördü mü?” Yoksa yalnız kendisi mi gördü? Hayret etti. Gördüklerini anlatmaya
kalksa, kime anlatacaktı?
Çünkü onun gibi olanlar da sadece gözleriyle gördüklerine inanırlardı.
Kalbleri imândan nasîbini
almamıştı. Âmir bin Fuheyre (r.a.) hazretleri şehâdet şerbetini içtiği zaman
onun semaya doğru
kaldırıldığını gördüler. Dahası onu melekler defn etti. Bu sırada Cebbar bin
Selma
bin Mâlik durumu daha
farklı seyredip, hâdisenin daha farklı hallerine şâhid oldu. Cebbar, Âmir bin
Fuheyre hazretlerinin
vücuduna mızrağını batırıp çıkarırken, Ondan: “Vallahi kazandım, kurtuldum”
sözünü
işitti. “Ama neyi
kazanmıştı?” diye kendi kendine düşündü. Evet Onun “Kazandım” sözü bir sevinç
çığlığıydı. Nimete kavuşma
neşesi ile söylenmişti. Cebbar, kendi kendine sordu: “Nedir bu sözün mânâsı?”
Ona, “O şehîdlik rütbesine
kavuştu, Cenneti kazandı” diyorlardı. “Bu ne demektir?” diye içinden söylenip
durdu. Sonra cesedler
arasında Âmir bin Fuheyre (r.a.)’ın cesedini aradığı halde bulamadı.
Böyle garip haller olup,
Âmir bin Fuheyre (r.a.) hazretlerinin ruhu da Cennete uçup gitti. “Kurtuldum”
sözünü duyan Cebbar da
derece derece İslâm’a yaklaştı. Müşrik topluluğu içinde tek imâna gelen
de yine Cebbar oldu.
Allahü teâlânın hikmetidir
ki, hâdise neticesinde birisi şehîd olmuştur, diğeri ise hidâyete ermiştir.
Âmir bin Fuheyre (r.a.)
şehîd olduğu sırada 40 yaşındaydı.
Müşriklerin, müslümanlara
yaptığı bu ihânete, Eshâb-ı güzîn’in bu şekilde pusuya düşürülmesine
Resûlullah (s.a.v.) çok
üzüldüler. Onların şehîd olduklarını Medine-i Münevvere’de oldukları halde
haber
verdiler.
KAYNAKLAR:
1) El-İstiâb cild-3, sh-7
2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d
cild-3, sh-230
3) El-Îsâbe cild-2, sh-252
4) Sahîh-i Buhârî,
kitab-ul-megâzî cild-5 sh-53, 44
5) Üsüd-ül-gâbe, cild-3,
sh-91
6) Hilyet-ül-evliyâ cild-1,
sh-109