ABDURRAHMAN BİN AVF R.A. عَبْدُ
الرحمن بْن
عوف:
Abdurrahman (r.a.)’ın Humeydi’deki Hadisleri
Eshâb-ı Kirâmın
büyüklerinden ve Cennetle müjdelenen on kişiden biri. Adı, Abdurrahman bin Avf
bin Abd-i Avf bin Hars bin
Zühre bin Kusey’dir. Soyu, yedinci dedesi Kilâb bin Mürre’de Resûlullah
efendimiz
ile birleşmektedir. Künyesi
Ebû Muhammed’dir. İslâmiyetten önce adı Abd-i Amr, bir rivayette de
Abdülka’be veya Abdülhâris
olup, İslâma geldiğinde Peygamber efendimiz tarafından ismi değiştirilip
“Abdurrahman” olmuştur.
Babası Avf, Cahiliye devrinde Gamisâ adındaki yerde Fâkih bin Mugîre ve
Affan bin Ebi’l-Âs ile
beraber Cüzeyme kabilesi tarafından katl edilmiştir. Annesi Şifâ binti Avf’dır.
Hz.
Ebû Bekir, Osman, Talha ve
Zübeyir (r. anhüm) hazretlerinin anneleri ile birlikte müslüman olmuştu.
Kardeşlerinden Esved ve
Abdullah da müslüman olmakla şereflenmişlerdir. Birçok defa evlenmiştir. Yedisi
kız, yirmibiri erkek olmak
üzere yirmisekiz çocuğu olmuştur. Erkek çocuklarından bazılarının isimleri,
Muhammed, İbrahim, Hameyd,
Zeyd, Ebû Seleme, Mus’ab, Süheyl, Osman, Ömer, Misver’dir. Bunlardan
İbrahim, Muhammed, Hameyd
ve Zeyd’in annesi Ümmü Gülsüm’dür. Ebû Seleme’nin annesi ise
Tümadır’dır. Oğlu İbrâhîm,
Resûlullah efendimizle görüşmek şerefine kavuşmuştur.
Hicretten 44 sene önce (m.
580) yılında doğdu ve Hicretten 31 sene sonra (M. 653) Medine’de vefât
etti. Hz. Ebû Bekir’in
teşviki ile, O’nun tavsiyesine uyarak en önce îmân edenlerin beşincisidir.
Mekke’de
iken ticâret yapardı. Hz.
Abdurrahman İslâmiyeti kabul edince diğer müslümanlar gibi eziyyet ve
işkencelere maruz kaldı.
Böylece vatanını terk ile hicrete mecbur oIdu. Habeşistana hicret eden
müslümanlarla beraber bu
memlekete gitti. Çok geçmeden Peygamber efendimizin Medine-i
münevvereye hicretinden
sonra Medine’ye gelerek Resûlullaha katıldı.
Hz. Abdurrahman bütün
harplerde bulundu. Bedir’de kahramanlıkları çok oldu. Hz. Abdurrahman
bin Avf, Bedir harbinde
şahit olduğu bir hadîseyi şöyle anlatıyor: “Bedir’de harp saflarında durup sağıma
soluma baktığım zaman
Ensâr’dan iki genç delikanlı gözüme ilişti. Bunlardan en kuvvetli ve vurucu
olanı
ile bulunmak istedim. Bu
iki gençten biri beni gözü ile süzdü sonra bana dönerek: “Ey amca! Ebû Cehil’i
tanır mısın?” diye sordu.
Ben de: “Evet tanırım” dedim ve “Ey kardeşimin oğlu, Ebû Cehil’i ne
yapacaksın?”
diye sordum. O da “Bana
haber verildiğine göre, Ebû Cehil Resûlullah’a sövermiş. Allah’a yemin
ederim ki onu bir görürsem,
öldürünceye veya kendim ölünceye kadar asla ondan ayrılmayacağım.”
dedi. Bir gencin heyecan
halinde söylediği kat’i bu söze doğrusu hayret ettim.”
Bu iki gençten diğeri de
beni gözden geçirerek diğerinin söylediği gibi söyledi. Bu sırada gözlerim
hiç bir tarafa takılmadan
ben de Ebû Cehil’i görmüştüm. O, Kureyş” askeri içinde hiç durmadan ileri geri
dönüp duruyordu. Ben:
“Gençler, öteye beriye telaşla giden şu şahıs, bana o sorup tanımak istediğiniz
Ebû Cehil’dir” dedim. Onlar
da hemen kılıçlarına sarıldılar ve Ebû Cehil’i öldürünceye kadar kılıç
darbesine
tuttular. Sonra dönüp
Resûlullah’ın huzuruna geldiler. Ve hâdiseyi arz ettiler. Resûlullah (s.a.v.):
“Ebû Cehil’i hanginiz
öldürdü?” diye suâl etti. Bunlardan biri “Ben öldürdüm” dedi. Resûlullah
(s.a.v.)
“Kılıçlarınızı sildiniz
mi?” deyince. Onlar da: “Hayır silmedik” diye cevap verdiler. Bunun üzerine
Resûlullah efendimiz,
kılıçlarına ne kadar kan bulaştığını ve ne derece derinlikte battığını anlamak
için
gençlerin kılıçlarını
tetkik edip, gözden geçirdi. İltifat ve tebrik ederek: “İkiniz öldürmüşsünüz”
buyurdu.
Abdurrahman bin Avf (r.a.)
Uhud’da iki müşrik öldürdü ve yirmibir yerinden yaralandı. Ayağından
aldığı bir yaradan hafif
topal kaldı. Ayrıca 12 tane dişi kırıldı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) onu
Medine’de
Hz. Saîd bin Rebîi ile
kardeş yapmıştı. Hz. Saîd o kadar iyi kalbli, cömert bir zât idi ki, bütün mal
ve servetini Hz.
Abdurrahman ile paylaşmak istemişti. Fakat Hz. Abdurrahman bunu istememiş ve
teşekkür
ederek, “Azîz kardeşim,
Allah sana ve çoluk çocuğuna bereket ihsan etsin, malını çoğaltsın! Sen
bana çarşının yolunu göster
ben orada biraz alış veriş ile meşgul olup ihtiyaçlarımı karşılarım.” demişti.
Peygamberimiz Hz.
Abdurrahman’ın böyle söylediğini duyunca, O’na hayır duâ etti. Kaynuka
çarşısında
ticâret yaparak kısa
zamanda çok zengin olmuştu. Buyurdu ki: “Taşa uzansam, o taşın altında ya
altına
veya gümüşe rastladığımı
görürüm.”
Hz. Abdurrahman bin Avf,
Resûlullahın sağlığında Allah yolunda çok mal harcadı. Üç kere malının
yarısını verdi, birinci
defa 4000 dirhem, ikincide 40 000 dirhem ve üçüncüde de 40 000 altın sadaka
olarak
Allah yolunda dağıttı. Uhud
savaşı esirlerinden 30 tanesini azad ettirdi ve her birine 1000 altın dağıttı.
Tebük seferi için 500 at ve
500 yüklü deve verdi. Birgün buğday, un ve çeşitli zahire yüklü yediyüz
devesi ile Medine’ye girdiğinde
Hz. Âişe (r.anha), Resûlullah efendimizin, “Abdurrahman bin Avf,
Cennete diz üstü girer.”
buyurduğunu bildirince, develerin hepsini yükleriyle birlikte Allah yolunda
dağıtacağını
söz verip onu şahit
tutmuştur. Bedir harbinde bulunup da sağ kalanların her birine, kendi malından
400 dirhem (
Tebük harbinden dönüşte
Peygamber efendimiz bir yere gitmişlerdi. O sıra Eshâb-ı kirâm,
namazı geçiyor diye Abdurrahman
bin Avf’ı imamete geçirdiler. Peygamber efendimiz döndüğü zaman
ikinci rekâtte ona uydular
ve namazın sonunda “Bir peygamber sâlih bir kimenin arkasında namaz
kılmadıkça ruhu kabz olmaz”
buyurarak Abdurrahman bin Avf’ın kıymetini ifâde ettiler.
Hz. Abdurrahman,
Dûmet-ül-Cendel’e giden orduya Resûlullah’ın emriyle kumandanlık yaptı: Birinci
Halife Hz. Ebû Bekir
devrinde Hz. Abdarrahman, O’nun en samimi müşavirlerinden idi. Hz. Ebû
Bekir O’na son derece
hürmet eder ve her işte onunla istişare ederdi (danışırdı). Hz. Ömer’in
halîfeliği
zamanında bir ticâret
kervanı gelip, gece Medine’nin dışında kondu. Yorgunluktan hemen uyudular.
Halife
Ömer, şehri dolaşırken
bunları gördü. Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) evine gelip, “Bu gece bir kervan
gelmiş. Hepsi kâfirdir.
Fakat bize sığınmışlar. Eşyaları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların,
yolcuların,
bunları soymasından
korkuyorum. Gel, bunları koruyalım” dedi. Sabaha kadar bekleyip sabah namazında
mescide gittiler.
İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine
bekçilik
eden şahsın halife Ömer
olduğunu öğrendi. Gelip arkadaşlarına anlattı. Roma ve İran ordularını perişan
eden, binlerce şehir almış
olan, adaleti ile meşhûr, yüce halifenin, bu merhamet ve şefkatini görerek
İslâmiyetin hak din
olduğunu anladılar. Hepsi seve seve müslüman oldu. Hz. Ömer vefât ederken
halifeliğe
aday olarak gösterdiği 6
kişiden biri de Abdurrahman bin Avf’dır. Fakat O, kendi hakkından feragat
ederek hakem oldu. Hz.
Osman halife seçildi ve önce kendisi bîat etti.
Hz. Abdurrahman, Hz. Osman
devrinde son derece sakin bir hayat yaşadı. 31 (m. 651) senesinde
75 yaşında iken vefât etti.
İri yapılı, beyaz tenli, yakışıklı bir zat idi. 65 hadîs-i şerîf rivâyet
etmiştir. Kendisinden,
Abdullah İbn-i Abbâs, İbn-i
Ömer, Cabir bin Abdullah Enes bin Mâlik, Cübeyr bin Mut’im ve
oğulları İbrâhîm, Hamid ve
Ebû Seleme, kızkardeşinin oğlu Abdullah bin Âmir, Mâlik bin Evs ve birçok
âlim hadîs-i şerîf
rivâyetinde bulunmuşlardır. Resûlullah (s.a.v.) onun hakkında “Göktekiler ve
yerdekiler
katında, sen eminsin”
buyurdu. Resûlullah’dan bizzat rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları
şunlardır:
“Dikkat edin, Cennet için
hazırlanan yok mudur? Kâ’be’nin Rabbine yemin olsun ki, Cennet’te
tehlike diye birşey yoktur.
Cennet parlayan bir nur, etrafa yayılan bir kokudur. Binaları
kuvvetlidir. Irmakları
devamlı akar, bol ve kemâle ermiş meyva yeridir. Orada Huriler vardır. Cennette
üzüntü ve keder yoktur.
Nimetleri devamlıdır.” Eshâb-ı kirâm: “Biz ona hazırlanmışız” dediler.
Bunun üzerine Resûl-i
Ekrem: “İnşaallah deyiniz” buyurdu ve cihadı anlattı.
“Bir yerde veba
hastalığının çıktığını duyduğunuz vakit oraya gitmeyiniz. Bulunduğunuz
yerde veba görüldüğü vakit
kaçarcasına oradan uzaklaşmayınız.”
“Bir kadın beş vakit namazını
kılar, Ramazan orucunu tutar, namusunu korur, zevcine itâat
ederse dilediği kapıdan
Cennete girer.”
“Serveti çoğaltanlar helâk
oldu. Ancak Allah’ın fakîr kullarına verip, bu servet ile hayırlı amel
işleyenler müstesna. Ne
yazık ki, bu gibiler azdır.”
Eshâb-ı kirâm’ın
büyüklerinden Abdurrahman bin Avf’a (r.a.): “Bu büyük serveti nasıl kazandın?”
dediler. Buyurdu ki: “Çok
az kâra da râzı oldum. Hiç bir müşteriyi boş çevirmedim. Hatta birgün bin
deveyi
sermayesine satmıştım.
Yalnız dizlerindeki ipler kâr kalmıştı. Bir ip bir dirhem gümüş değerinde idi.
O gün develerin yem
parasını ben vermiştim. Kazancım ise bin dirhem olmuştu.”
Hz. Abdurrahman yüksek
ahlâk, fazîlet ve kemâl sahibi, çok iyi ve çok temiz seciyeli bir insandı.
Onun kalbi, Allah korkusu ile
Resûl-i Ekrem’e muhabbetle, doğruluk ve iffetle, rahmet ve şefkatle dolu
idi. Âlicenaptı (cömertti),
Allah yolunda malını dağıtmaktan zevk alırdı. Hz. Abdurrahman’ın kalbinde
Allah korkusu o kadar yer
etmişti ki, kendisi hiç bir vakit dünyâsını dinine tercih etmemiş, hayatta
servet
ve mal sahibi olmaya
ehemmiyet vermemiş, tam müslüman olarak yaşamayı her şeyin üstünde tutmuştu.
Nitekim aşağıdaki vak’a Hz.
Abdurrahman bin Avf’ın takvasını (haramlardan kaçışını) çok iyi göstermektedir.
Birgün Hz. Abdurrahman bin
Avf’a bir yerde yemek ikrâm olunmuştu. Kendisi oruçlu idi. Tam iftar
edeceği zaman, Hz.
Abdurrahman bir hatırasını anlatmağa başladı: “Uhud günü, benden çok hayırlı
olan Mus’ab bin Umeyr şehîd
düştü. Onu bir kumaş parçasına kefenledik. Başını örttüğümüz zaman
ayakları çıplak kalıyor,
ayaklarını örtersek başı açık kalıyordu. Sonra o gün Hz. Hamza da şehîd oldu. O
da benden hayırlı idi.
Sonra dünyâ bize açıldı. Türlü türlü nimetlere kavuştuk. Korkarım, bizim hayır
ve
hasenat devrimiz geçmiş
olsun” demiş ve ağlamaya başlamıştı. Hz. Abdurrahman, o kadar müteessir
olmuştu ki, önündeki
iftarını unutmuştu.
Halife Ömer (r.a.) Şam’a
gidiyordu. Samda tâ’ûn (yani veba hastalığı) olduğu işitildi. Yanında
bulunanların
bazısı, Şam’a girmiyelim,
dedi. Bir kısmı da, “Allahü teâlâ’nın kaderinden kaçmıyalım” dedi.
Halife de, “Allahü teâlânın
kaderinden, yine O’nun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı
ile, bir çıplak kayalığı
olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdiri ile göndermiş olur”
buyurdu. Sonra Abdurrahman
bin Avf’ı (r.a.) çağırıp sen ne dersin? buyurunca Resûlullah (s.a.v.) den
işittim: “Vebâ olan yere
girmeyiniz ve veba olan bir yerden başka bir yere gitmeyiniz, oradan
kaçmayınız” buyurmuştu,
dedi. Halife de: “Elhamdülillah, benim sözüm hadîs-i şerîfe uygun oldu” deyip
Şam’a girmediler. Veba
bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam olanlar çıkın-
ca, hastalara bakacak kimse
kalmaz, helâk olurlar, Vebalı yerde kirli hava, (yani mikroplu hava, veba
basilleri), herkesin içine
yerleşince, kaçanlar hastalıktan kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere
götürmüş,
bulaştırmış olurlar.
Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki; “Veba hastalığı bulunan yerden kaçmak,
muharebede kâfir
karşısından kaçmak gibi, büyük günahtır.” Muhyiddin-i A’rabî: “Belâlardan,
tehlikeden
gücünüz yettiği kadar
sakınınız. Çünkü takat getirilemeyen, dayanılamayan şeylerden uzaklaşmak
Peygamberlerin âdetidir”
buyurmaktadır.
Hz. Abdurrahman bin Avf,
Resûl-i Ekrem’in en yakın Eshâbındandı. O’nun Resûl-i Ekrem’e muhabbeti,
hizmeti, O’nun yolunda
fedâkârlığı bitip tükenmezdi. Uhud muharebesinde Resûlullahı müdafaa
için kendisini nasıl fedâya
hazır olduğu, aldığı yaralardan anlaşılmaktadır. Hz. Abdurrahman kendisi
naklediyor:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
yola çıktılar, kendilerini takib ettim. Hurmalık bir yere girdiler ve yere
kapanarak secdeye vardılar.
Bu secdeleri o kadar uzadı ki, kendi kendime, Aman Yâ Rabbî! dedim. Acaba
Resûl-i Ekrem’e bir hal mi
oldu? diyerek büyük bir korku ile ilerledim. Kendisine yaklaştım ve yanına
oturdum. Resûl-i Ekrem
başlarını kaldırdılar. “Sen kimsin” buyurdular. “Ben Abdurrahman’ım”
dedim. “Bir şey mi oldu?”
buyurdular. Hayır, yâ Resûlallah secdeye kapandınız ve secdeniz o kadar uzadı
ki size bir hal olmasından
endişe ettim. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Cibrîl-i Emin geldi,
şunu müjdeledi: “Yâ
Muhammed! Kim ki, sana, salât ve selâm getirirse Cenâb-ı Hakkın mağfiret
ve selâmına nâil olur”
dedi. Ben de bu müjdeye karşı secde-yi şükrana kapandım.
Hz. Abdurrahman bin Avf,
Resûlullahın âhirete teşriflerinden sonra O’nunla geçirdiği günleri
hatırlayarak
daima ağlar. O’nun
sohbetinden mahrum olduktan sonra kendisi için dünyânın hiçbir kıymeti
kalmadığını söylerdi.
Hz. Âişe’nin (r.anha)
bildirdiğine göre, Resûlullah hanımlarına: “Benden sonraki haliniz beni
düşündürüyor.
Benden sonra ne olursunuz,
insanlar size nasıl davranırlar. Sizin geçiminizi üslenecek
olanlar sabırda kâmil olan
ve sıddîklığı huy edinenlerdir.” buyurdu. Hz. Aişe der ki, “Resûlullah
sabır ediciler ve sıddîklar”
sözünden, sadaka verenler ve iyilik edenleri kastetmiştir. Çünkü sözün akışı,
hanımlarının geçimi ile
ilgili idi. Sonra Hz. Âişe Ebû Seleme bin Abdurrahman’a, (Abdurrahman bin
Avf’ın oğlu olup, Tâbiînin
büyüklerinden olan Ebû Seleme’ye) teşekkür ve kadirşinaslık olarak: “Allahü
teâlâ babanı Cennetteki
Selsebil pınarlarından içirsin” diye duâ etti. Çünkü Abdurrahman bin Avf (r.a.)
mü’minlerin annesi olan
Resûlullahın hanımlarına çok iyilik ve ikrâmda bulunurdu. Bir bağını kırkbin
altına
satıp, hepsini onlara
hediye etmişti.
Hz. Ömer: “Abdurrahman
müslümanların büyüklerinden biridir” buyurdu. Hz. Ali ise Resûlullahdan
duydum. Abdurrahman bin
Avf’a: “Göktekiler ve yerdekiler katında sen emînsin” buyurdu.
Hz. Abdurrahman son derece
kerîm idi, cömertti. O’nun serveti arttıkça, cömertliği de o nisbette
artmaya devam ediyordu.
Berâe sûresi nazil olup Eshâb-ı kirâm sadaka ve hayrata teşvik olundukları
zaman, Hz. Abdurrahman
malının yarısı olan 4 bin dirhemi hemen dağıtmış ve binlerce altınını hayır
işlerine vakfeylemişti.
Hz. Abdurrahman, servetiyle
birçok köleleri azad ettirmiş, bunlar için binlerce dinar sarf etmişti. Hz.
Abdurrahman servet sahibi
olmasının ona ahirette bir noksanlık vermemesini düşünüyordu. Onun için
bir gün, Hz. Ümmü Seleme’ye
şu sözleri söylemişti: “Malın çokluğu helake sebep olur. Bundan endişe
ediyorum” Hz. Ebû Seleme
ise ona şu cevabı vermişti: “Fakat Allah yolunda sarf olunan mal böyle
değildir.”
Nevfel bin İyas el-Hüzeli
anlatır: Abdurrahman bin Avf bizimle oturuyordu. Ne hoş sohbet bir zât idi.
Birgün bizi evine götürdü.
Bize bir tepsi getirdi. İçinde ekmek ve et vardı. Ağladı. Ey Ebû Muhammed,
seni ağlatan nedir? dedik.
Dedi ki: “Resûlullah vefât etti, fakat kendisi ve ehli arpa ekmeğinden bir defa
olsun doyunca yemedi. Biz
sonumuzun hayırlı olup olmıyacağını bilmiyoruz.”
Resûlullah efendimiz:
“Abdurrahman bin Avf, Cennete emekliye emekliye girer” buyurdu. Bunu
duyduktan sonra hep
korkardı. Resûlullahın huzuruna vardı ve: “Allaha karz-ı hasen (borç) ver! Bu
sayede ayakların çözülür”
emrini aldı. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Resûlullaha şöyle dedi: “İbni
Avf’e söyle, misafir
ağırlasın. Fakîrleri doyursun! Kendisinden birşey isteyen muhtaçları boş
çevirmesin!
Bunları yaparsa içinde
bulunduğu durumuna (yani zenginliğinin hakkını vermeğe) keffaret olur.”
Dûmet-ül-cendel’e giden
orduya, Resûlullah’ın emriyle kumandanlık yaptı. Hicretin altıncı yılında
Şaban ayında
gönderilmiştir. Dûmet-ül-cendel, Tebük şehrinin yakınında olup büyük bir
panayır ve ticâret
merkezi idi. Abdullah bin
Ömer der ki; “Resûlullah efendimiz Abdurrahman bin Avf’ı (r.a) yanına çağırıp
ona: “Hazırlan! Ben, seni
bugün veya yarın sabah inşaallah, askerî birliğin başında göndereceğim”
buyurdu. Sabah namazını
mescidde kıldıktan sonra Peygamberimiz, geceleyin Dûmet-ül-
Cendele hareket etmesini ve
oranın halkını İslâmiyyete davet eylemesini Abdurrahman bin Avf’a emretti
ve buyurdu ki: “Cenâb-ı Hak
sana Dûmen’in fethini nasîb ederse, ileri gelenlerinden birinin kızı ile
evlen!” Bu ordu yediyüz
kişi idi. Bunlar seher vakti, Medine dışında, Cürüfteki karargahlarında
toplandılar.
Peygamberimiz, Addurrahman
bin Avf’ın geri kaldığını görünce: “Arkadaşlarından niçin geri kaldın?”
diye sordu. Abdurrahman bin
Avf: “Yâ Resûlallah, en son görüşmemin, konuşmamın sizinle olmasını
istedim. Yolculuk elbisem
üzerimdedir” dedi.
Hz. Abdurrahman bin Avf,
başına siyah, pamuklu kalın bezden gelişi güzel bir bez sarmıştı. Peygamberimiz
onu önüne oturtturup,
sarığını eliyle çözüp tekrar sardı. Sarığın ucunu onun omuzunun ortasından
sarkıttı. Ve “Ey İbni Avf!
İşte sarığını böyle sar!” buyurdu. Daha sonra Resûlullah efendimiz
eline bir sancak vererek ve
“Ey İbni Avf! Hepiniz Allah yolunda harp ediniz. Allah’a karşı küfür edenlerle
çarpışınız!” buyurarak onu
uğurladı.
Abdurrahman bin Avf
Medine’den hareket edip, Dûmet-ül-Cendel’e gelince üç gün kaldı. Halkı
İslâmiyete davet etti.
Onlar “Biz kılıçtan başka bir şey vermeyiz” dediler. İslâmiyeti kabul etmekten
kaçındılar.
Daha sonra Asbağ bin Amr
el-Kelbî, müslüman oldu. Kendisi Hıristiyan olup Dümet-ül-Cendel
halkının kralı idi. Asbağ
müslüman olduktan sonra kavminden çok kimseler de müslüman oldular.
Abdurrahman bin Avf, durumu
Peygamber efendimize mektûb yazarak bildirdi. Bu yazıyı Râfi bin
Mükeys’le Medine’ye
gönderdi. Peygamberimiz mektuba verdiği cevapta Asbağ’ın kızı Tümâdır’la
evlenmesini
yazdı. Bunun üzerine
Abdurrahman bin Avf, Tümadır’la evlendi. Daha sonra birliğinin başında,
yeni zevcesi Tümadır’la
Mekke’ye döndü. Tümadır, Abdurrahman bin Avf’ın oğlu Ebû Seleme’nin annesidir.
Ebû Seleme, büyük fıkıh
âlimlerindendir.
Kaynaklar:
-----------------------
1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d,
cild-3, sh-87
2) Herkese Lâzım Olan İmân
sh-98
3) Üsûd-ül-gâbe, cild-3,
sh-313
4) El-Îsâbe, cild-2, sh-416
5) El-İstiâb, cild-2,
sh-393
6) Metâli-ün-nücüm, cild-1,
sh-239
7) Kâmûs-ul-a’lâm, cild-4,
sh-3072
3) Müsned-i Ahmed bin
Hanbel, cild-1, sh-190
10) Buhârî Fedâil-üs-sahabe
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i
Ebediyye sh-978