Ana sayfa

 

ABDULLAH BİN SELAM R.A.

 

Eshâb-ı kirâmdan. Ensârın büyüklerinden. Hicretten sonra müslüman oldu. Müslüman oluşu ibretlidir.

Cennetlik olduğu hadîs-i şerîfte bildirildi. 43 (m. 663)’de Medine’de vefât etti. Hz. Yusuf (a.s.) soyundan

ve Medine’deki Yahudi Benî Kaynuka kabilesinden idi. Cahiliyyet devrinde Husayn olan ismini

Müslüman olunca Resûlullah (s.a.v.) “Abdullah” olarak değiştirdi, Nesebi Abdullah bin Selâm bin Hâris

Ebû Yûsuf el-İsrâilî el-Ensârî’dir. Tevrat ve İncil’i iyi bilen Hz. Abdullah bin Selâm îmân etmeden önce

Yahudi âlimlerindendi.

Kendisi müslüman oluşunu şöyle anlatır: “Ben Tevrat’ı ve tefsîrini babamdan okumuş, öğrenmiştim.

Bir gün âhir zamanda gelecek olan Peygamberin sıfatları, alâmetleri ve yapacağı işleri bana anlattı

ve “Eğer o, Hârûn evlâdından gelecek olursa ona tabi olurum, yoksa tabi olmam!” dedi ve Resûlullah’ın

(s.a.v.) Medine’ye gelişinden önce öldü.

Resûlullah’ın (s.a.v.) Mekke’de nübüvvetini ilân ettiğini işittiğim vakit onun sıfatlarını ismini ve geleceği

vakti biliyordum. Bu sebeple O’nu gözleyip duruyordum. Resûlullah’ın Medine yakınında Kubâ

denilen yerdeki Amr bin Avfoğullarının evinde misafir olduğunu birinden öğreninceye kadar bu hâlimi

yahudilerden saklayıp sustum.

Bir gün ben kendi hurma ağacımın üzerinde uğraşıp, yaş hurma toplarken, Nâdiroğullarından birisinin

“Bugün, Arapların adamı geldi” diye bağırdığını duydum. Beni bir titreme tuttu. Hemen “Allahü

Ekber” diyerek tekbir getirdim: O anda halam Hâlide binti Hâris, hurma ağacının altında oturuyordu.

Kendisi çok yaşlı bir kadındı. Tekbirimi işitince: “Allah seni umduğuna kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın?

Vallahi sen Mûsâ bin İmrân’ın geleceğini işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin!” diyerek bana

çıkıştı. Ona dedim ki “Ey hala! O, vallahi Mûsâ bin İmrân’ın kardeşidir ve O’nun gibi bir peygamberdir.

Onun dinindedir ve onun gönderildiği tevhid ile gönderilmiştir” dedim. Bunun üzerine bana: “Ey kardeşimin

oğlu! Yoksa o kıyâmete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?” dedi. “Evet” dedim,

“Öyleyse haklısın” dedi.

Resûlullah (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiği zaman halk etrafına toplandı. “Resûlullah geldi” denilince

O’nu görmek için hemen halkın arasına karıştım. O’nu görür görmez: “O’nun yüzü yalancı bir yüz olamaz!”

dedim. Resûlullah toplanan insanlara İslâmiyeti anlatıyor, nasîhatler veriyordu. Burada

Resûlullah’tan işittiğim ilk hadîs-i şerîf şudur.

“Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız (yakın akrabaları ziyâret

ediniz), insanlar uykuda iken namaz kılınız. Böylece Cennet’e selâmetle girersiniz.”

Diğer bir rivâyette Fahr-i âlem (s.a.v.), Hz. Abdullah’ı nübüvvet nuru ile tanıyıp: “Sen Medine âlimi

İbni Selâm değil misin?” buyurdu. O da: “Evet” deyince, Peygamberimiz: “Yaklaş” buyurarak, şu suâli

sordu: “Ey Abdullah, Allah için söyle! Tevrat’ta benim Vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?” Abdullah

dedi ki: “Allah’ın sıfatları nelerdir söyler misiniz?” Bu suale karşılık Resûlullah (a.s.) biraz bekledi ve

Cebrâil (a.s.) İhlâs sûresini indirdi: “De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O’nun dengi (ve benzeri) değildir.”

Abdullah bin Selâm bu âyet-i kerîmeleri işitince Peygamberimize hemen: “Evet yâ Resûlallah! Doğru

söylüyorsun, şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Sen O’nun kulu ve Resûlüsün” diye kelime-

i şehâdet getirerek müslüman oldu.

Hz. Abdullah bin Selâm sözüne devam ederek, “Resûlullah ismimi sordu. Ben “Husayn bin Selâm”

dedim. “Hayır, Abdullah bin Selâm” buyurdu. Ben de “Evet, Abdullah bin Selâm, seni hak ile gönderen

Zâta yemin ederim ki, bugünden sonra başka bir ismimin olmasını istemem” dedim. Bundan sonra devam

ederek

“Yâ Resûlallah! Yahudiler, insanı hayrete düşürecek kadar yalan söyleyen, asılsız isnad ve iftiralar

eden, zâlim bir millettir. Eğer sen benim seciye ve her hâlimi onlardan sorup öğrenmeden önce, onlar

benim müslüman olduğumu duyup öğrenirlerse, muhakkak sizin yanınızda bana, akla gelmeyen iftirada

bulunur! Siz önce beni onlardan sorunuz!” dedim ve evin bir tarafına saklandım. Onun peşinden bir grup

Yahudi ileri gelenleri içeri girdi. Bu esnada Resûlullah (s.a.v.) Yahudilere “Aranızdaki Husayn bin Selâm

nasıl bir adamdır?” diye sordu. Yahudiler de “O bizim en yüksek âlimimiz ve en büyük âlimimizin

de oğludur! İbni Selâm bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın da oğludur!” dediler. Bunun üzerine

Resûlullah (s.a.v.) Yahudilere:

“Eğer o müslüman olduysa siz buna ne dersiniz?” diye sordu; Yahudiler. Allah onu böyle bir

şeyden korusun! diye karşılık verdiler.

O sırada Hz. Abdullah bin Selâm saklandığı yerden çıkıp:

“Ey Yahudi topluluğu Allah’tan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Allah’a yemin ederim siz de bilirsiniz

ki O, elinizdeki Tevrat’ta isminin ve sıfatlarının yazılı olduğunu gördüğünüz Allah’ın Resûlü budur.

Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed (s.a.v.) O’nun

kulu ve resûlüdür.” diyerek onu tasdîk etti. Bunun üzerine Yahudiler. “O bizim en kötümüzdür ve en kötümüzün

de oğludur! diyerek çeşitli kusurlar ve iftiralarda bulunarak, Hz. Abdullah bin Selâm’ı kötülediler.

Hz. Abdullah bin Selâm: “Zâten korktuğum bu idi. Yâ Resûlallah! Ben onların zâlim, yalancı, kötülük

yapan, iftiracı bir millet olduğunu size haber vermemiş miydim? işte dediğim ortaya çıktı!” dedi.

Resûlullah Yahudilere “Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzumsuzdur.” buyurdu. Hz. Ab-

dullah hemen evine döndü. Ailesini ve akrabalarını İslâmiyet’e davet etti. Halası da dahil hepsi

müslüman oldular.

O’nun îmân etmesi Yahudileri çok kızdırdı. Bunun için kendisini sıkıştırmaya başladılar. Hatta Yahudi

âlimlerden bazıları: “Araplar’dan peygamber çıkmaz, senin adamın hükümdardır” diyerek, Abdullah

bin Selâm’ı İslâmiyet’ten vazgeçirmeye kalkıştılarsa da muvaffak olamadılar.

Kendisi ile birlikte Sa’lebe bin Sa’ye, Üseyd bin Sa’ye, Esed bin Ubeyd ve bazı Yahudiler samimi

olarak müslüman oldular. Fakat bazı Yahudi âlimleri: Muhammed’e yalnız bizim şerlilerimiz inandı. Eğer,

onlar hayırlılarımızdan olsalardı, atalarının dinini bırakmazlardı.” dediler. Bunun üzerine inen âyet-i kerîmelerde

şöyle buyuruldu:

“Onların (Ehl-i kitabın) hepsi bir değildir. Ehl-i kitabın içinde bir cemaat vardır ki, onlar gece

vakitlerinde secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okurlar.” (Al-i İmrân-113)

“Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar,

hayır işlerinde de birbirleriyle yarış yaparlar. İşte onlar sâlihlerdendirler.” (Âl-i İmrân: 114)

Abdullah bin Selâm’ın (r.a.)imân ettiğine ve fazîletine Kur’ân-ı kerîmin iki âyet-i kerîmesinin

şehâdet ettiğini müfessirler ifade etmektedirler. Her iki âyet-i kerîmede de Allahü teâlâ onu müşriklere

karşı şahit göstermektedir. Hz. Abdullah bin Selâm’a indiği bildirilen âyet-i kerîme şudur: “Resûlullah’ı

inkâr edenlere de ki! (siz halinizi) Düşündünüz mü? Eğer Kur’ân Allah tarafından gönderilmiş

olup da siz küfrettiyseniz (inanmayıp inkâr ettiyseniz) ve İsrâiloğullarından bir şahit, Kur’ân-ı kerîmi

benzerine (Tevrat’a) göre (bu da Allah kelâmıdır diye) şehâdet edip inandı da siz kibirlenmek

istediyseniz (bu bir zulüm değil midir? Allah ise zâlimler topluluğuna asla hidâyet etmez.”

Tefsîr âlimlerine göre “İsrâiloğullarından bir şahit âyetinde Abdullah bin Selâm’ın kastedildiği rivâyet

edilmektedir. Çünkü O kendi milletine: “Hz. Musa’ya inen Tevrat’ı Allah kelâmı olarak kabul edip de

Hz. Muhammedi (s.a.v.) ve ona inen Kur’ân-ı kerîmi inkâr etmek zulümdür?” diyerek müslüman olmuştur.

Müslüman olunca, Kur’ân-ı kerîme dört elle sarıldı ve Peygamber efendimizi, gölgesi gibi takip etmeye

başladı. Öyle oldu ki, Peygamber efendimiz onun hakkında: “Cennetlik bir adama bakmak kimin

hoşuna giderse, Abdullah bin Selâm’a baksın.” buyurdu.

Hadîs-i şerîf kitaplarından Buhârî ve Müslim’de bildirildiğine göre de Peygamberimiz Hz. Abdullah

bin Selâm’ın Cennete gireceğini müjdelemiştir. Ancak Aşere-i mübeşşere (Cennetle müjdelenen on kişi)

arasında sayılmamıştır. Bu durumu bize Aşere-i mübesşere’den olan Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.) haber

vermiştir. Abdullah bin Selâm (r.a.) anlattı: Hz. Peygamber (a.s.) zamanında bir rüya görmüştüm ve

Resûlullah’a arz etmiştim. Dedim ki: “Ey Allah’ın Resûlü rüyamda kendimi sanki bir bahçede gördüm. O

bahçenin bir tarafında demirden bir direk vardı. Bu direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında

da tutacak bir kulp, bir çember vardı. Bana “Haydi bu direğe çık” denildi. Ben de “Gücüm yetmez!” dedim.

Bunun üzerine yanıma bir hizmetçi gelerek sırtımdaki elbisemi çıkardı. Bunun üzerine direğin tâ

tepesine kadar çıktım. Kulpu tuttum. Bana “Halkayı iyi tut, bırakma!” diye tenbih edildi. Böylece direğin

kulpu elimde olarak uyandım. Resûlullah’a (s.a.v.) rüyayı anlattım, dinledikten sonra buyurdular ki:

“Gördüğün bahçe İslâm dinidir. Direk de İslâm dininin direği (tevhid)’dir. O kulp da çok sağlam

olan (imân)’dır. Sen ölünceye kadar İslâm dîni üzerine yaşayacaksın (Cennetlik olacaksın!)”

Yine başka bir rivâyette Muhammed bin Ka’b diyor ki; “Resûl-i ekrem bir defa: “Şu kapıdan ilk girecek

olan, Cennet ehlinden (Cennetliklerden) biridir” buyurdu. Biraz sonra Abdullah bin Selâm içeri girdi.

Eshâb-ı kirâm Resûlullah’ın bu müjdeli haberini kendisine bildirdiler ve hangi ameli ile bu dereceye

kavuştuğunu sordular. Hz. Abdullah, “Ben zayıf bir kimseyim. Benim en kuvvetli ümidim, kalb selâmeti,

yani kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terk etmemdir. Bundan başka (beni kurtaracağından

ümitli olduğum) bir amelim (işim) yoktur” dedi.

Hz. Abdullah bin Selâm (r.a.) Peygamberimizden 25 adet hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bunlardan

arş ve akıl hakkındaki uzun hadîs-i şerîfin son kısmı şöyledir:

.”.... Melekler dediler ki:

“Yâ Rabbi, Arştan büyük bir şey yarattın mı?” Allahü teâlâ:

“Evet, aklı yarattım, buyurdu” Melekler:

“Yâ Rabbi! O ne kadar büyüktür?” diye sordular. Allahü teâlâ: “Kumların sayısını bilir misiniz?”

Melekler de:

“Hayır Ya Rabbi bilemeyiz dediler. Allahü teâlâ:

 “İşte aklın da büyüklüğünü bilemezsiniz. Ben aklı kum taneleri gibi sınıflara ayırdım. Kimine

bir tane, kimine iki tane, kimine üç-dört tane, bazısına bir farak, bazısına bir vesk (bunlar eskiden

kullanılan ölçülerdir) bazılarına da daha fazla verilmiştir buyurdu.”

Hz. Abdullah (r.a.) hakikaten, ahlâk ve ilim ile kendini süsleyen Cennetlik insanlardan idi. 18 (m.

639)’da Suriye taraflarında ortaya çıkan veba hastalığına yakalanan Eshâb-ı kirâmdan Muaz bin Cebel

(r.a.) vefât edeceği sıralarda, başucunda ağlayan bir talebesine “Niye ağlıyorsun?” diye sormuştu. Karşılığında:

“Ben dünyâ için ağlamıyorum, ilmi senden öğrenmekteydim, bunu kaybedeceğime üzülüyorum!”

cevabını verince, Muaz bin Cebel (r.a.): “İlim benim vefâtımla kaybolmaz. Benden sonra ilmi şu dört kişiden

öğren: Abdullah bin Mes’ûd’dan, Abdullah bin Selâm’dan, çünkü Resûlullah (s.a.v.) onun hakkında

“O, Cennetlik olan on kişinin onuncusudur” buyurdu. Hz. Ömer’den (r.a.) ve Selmân-ı Fârisî’den (Başka

bir rivâyete göre Ebüd-Derda’dan öğren” buyurdu. Hazret-i Muaz’ bin Cebel’in böyle söylemesinin sebebi;

Hz. Abdullah bin Selâm’ın (r.a.) Resûlullah (a.s.) hayattayken, kendisinin yanından ayrılmayıp sık sık

sorular sorarak ilimde derinleşmesidir.

Bir defasında Yahudiler Tevrat’taki recm âyetini Resûlullah’tan (s.a.v.) saklamaya çalıştılar. Fakat

Abdullah bin Selâm (r.a.) bu âyeti bizzat Resûlullah’a bildirerek onların yalanlarını ortaya çıkardı.

Abdullah bin Ömer (r.a.) buyuruyor ki: Medine’de bir takım Yahudi topluluğu Resûlullah’a (s.a.v.)

gelerek, içlerinden bir erkek ile bir kadının zina ettiğini anlattılar ve “Bunlara hangi hükmü ve cezayı verirsiniz?”

dediler. Resûlullah (s.a.v.) de “Siz recm cezası hakkında Tevrat’ta ne yazılmış olduğunu görüyorsunuz”

diye sordu. Onlar “Biz zina edenleri herkese teşhir ederiz ve bunlar bir değnek ile de

döğülürler.” dediler. Abdullah bin Selâm Yahudilere “Siz yalan söylüyorsunuz! Tevrat’ta recm âyeti vardır”

dedi. Bunun üzerine Tevrat’ı getirip açtılar. Yahudilerden birisi elini recm âyetinin üzerine koyarak

bundan önceki ve sonraki âyetleri okumaya başladı. Abdullah bin Selâm ona: “Elini kaldır.” dedi. O da

elini kaldırınca recm âyeti göründü. O zaman Yahudiler: “Ey Muhammed! Abdullah bin Selâm doğru

söyledi, Tevrat’ta hakikaten recm âyeti vardır” dediler. Bunun üzerine Resûlullah da bunların (zina yapanların)

recm edilmeleri (taşlanarak öldürülmeleri) hükmünü verdi.

Bir gün Hz. Abdullah (r.a.), Ka’b’a şöyle bir soru sordu: Âlimler ilmi öğrenip zihinlerine yerleştirdikten

sonra onu oradan söküp atan nedir? Hz. Ka’b: “Tama’ hırs ve ihtiyaç peşinden koşmaktır” dedi. Bir

kimse de Fudayl’e “Ka’bın bu sözünü bana izah eder misin?” deyince Fudayl Tama’ insanın bir şeyi araması

ve mukaddes değerlerini bu uğurda fedâ etmesi demektir. Hırs ise nefisinin her şeyi istemesi,

senin de onun istediklerini yerine getirmendir. Bunun için de ona buna (kötü insanlara v.s...) ihtiyacın

olur. İhtiyacını yerine getirenler de seni burnundan yakalamış olurlar (Yani seni emirleri altına alırlar),

istedikleri yerlere sürüklerler, sen de onlara boyun eğersin. Onlar hasta oldukları zaman, dünyâ sevgisinden

dolayı onların ziyâretlerine gider, tesadüf ettiğin zaman kendilerine selâm verirsin. Bu verdiğin

selamı, yaptığın ziyâreti Allah rızâsı için yapmazsın. Eğer bu kimselere ihtiyaç göstermezsen senin için

çok daha hayırlı olurdu.” Sonra Fudayl sözüne devam ederek “Bu benim sana anlattığım, filan ve falandan

yüz hadîs-i şerîf rivâyet etmekten senin için daha hayırlıdır.” dedi.

O, nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmek için çalışırdı. Kendisi

zengin olduğu halde bazen Medine çarşısında sırtında bir yük odunla dolaştığı görülürdü. Yine bir gün,

onu bu halde görenler kendisine: “Çocukların ve hizmetçilerin var, onlar senin bu kadar işini

göremiyorlar mı?” diye sorduklarında Hz. Abdullah “Evet var ve bu işimi yaparlar, fakat ben kendimi tecrübe

etmek istedim. Acaba bu işi yapmak nefsime ağır gelecek mi? diye düşündüm. Eğer bende kibir

varsa ondan kurtulmak istiyorum. Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Kalbinde hardal tanesi kadar

kibir (büyüklenme) bulunan kimse Cennete giremeyecektir” cevabını verdi. Nitekim başka bir hadîs-i

şerîfte de: “Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır” buyurmuştur.

Hz. Abdullah Peygamber efendimizin (s.a.v.) Veda Haccında bulunmuş, Hz. Ebû Bekir devrinde

mürtedlerle yapılan savaşlara katılmıştır. Hz. Ömer devrinde ise onun yanından ayrılmamıştır.

Hz. Osman zamanında Medine’de kalmış, onun müşavere heyeti (danışma kurulu) arasına girmişti.

Hz. Osman, kendisine isyan edenler evini kuşattıkları zaman, Hz. Abdullah’a haber göndererek, durumu

bildirdi: “Bu halde benim ne yapmamı tavsiye edersin, senin fikrin nedir?” diye sordu. O da Hz.

Osman’ın yanına gidip selâm verdi. Hz. Osman” o gece gördüğü rüyayı anlattı: “Kardeşim, bu gece rüyamda

şu pencereden Resûl-i Ekrem’i gördüm bana: “Yâ Osman, seni sardılar, öyle mi?” diye sordu.

Ben de: “Evet, öyle Yâ Resûlallah” dedim. Resûl-i Ekrem: “Seni susuz bıraktılar öyle mi?” diye sordu.

Ben de evet öyle dedim. Bunun üzerine bana bir bardak su verdi ve içtim. Hatta soğukluğunu göğsümde

duyarcasına suya kandım. Sonra bana: “İstersen seni onlara galip getirelim, istersen iftarı bizim yanımızda

yap (yani istersen şehîd olarak yanıma gel) buyurdu. Ben de iftarı Resûlullah’ın yanında yapmayı

tercih ettim” dedi. Hz. Abdullah, Hz. Osman’a “Sakin ol, sakin ol! Bu, senin haklı olduğunu gösterir, isbat

eder!” cevabını verdi. Sonra Hz. Osman: “Niçin geldin ey Abdullah bin Selâm?” diye sordu. O da: “Bura-

da şehit oluncaya kadar veya Allahü teâlâ seni kurtarıncaya kadar durmak için geldim. Bana kalırsa

bunlar seni mutlaka şehîd edecekler. Eğer şehîd ederlerse, bu senin için hayırlı, onlar için fena olur”

dedi.

Hazret-i Osman, ona “Benim senden istediğim, dışarı, onların karşısına çıktığın zaman Allahü

teâlâ’dan senin sebebinle onları iyiliğe sevk edip, kötülüklerine mani olmasıdır” buyurdu.

Bundan sonra Hz. Abdullah (r.a.), Mısırlı âsilere karşı onları ikna edici bir konuşma yaptı. Konuşmasının

sonunda şunları söyledi: “Târihte, öldürülen her peygamber için yetmişbin asker, savaşçı öldürülmüştür.

Öldürülen her halife için de otuzbeşbin savaşçı öldürülmüştür. Onun için bu ihtiyarı (Hz. Osman

(r.a.) öldürmekte acele etmeyiniz. Allah’a yemin ederim ki, onu kim öldürürse kıyâmet günü Allahü

teâlâ, kendisini eli kesik ve felçli olarak huzuruna çıkarır. Şunu iyi bilin ki, çocukların babalarında hakları

olduğu gibi, bu ihtiyarın da sizde hakkı vardır” dedi. Bu söz üzerine âsiler ayağa kalkarak “Yalan

söylüyorsun, Yahudi” diye iki defa bağırdılar, kendisini dinlemediler.

Hz. Osman rüyasında Resûlullah’ı gördüğü gün şehîd oldu. Hz. Abdullah bin Selâm, onun

şehâdeti esnasında yanında bulunanlara: “Hz. Osman son olarak o esnada ne dedi?” diye sordu. Onlar

da: “Hz. Osman: “Allahım, ümmet-i Muhammed’in (a.s.) fitnesini kaldır ve kendilerini birleştir” diye üç

kere duâ etti.” dediler. Hz. Abdullah bin Selâm (r.a.) da: “Eğer Hz. Osman böyle duâ etmeseydi,

müslümanlar kıyâmete kadar bir araya gelemezlerdi” buyurdu.

 

KAYNAKLAR:

 

1) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-451, cild-3, sh-108, cild-6, sh-25

2) Sahîh-i Buhârî cild-4, sh-102

3) Sîret-i İbn-i Hişâm cild-2, sh-517

4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh-252

5) Üsüd-ül-gâbe cild-3, sh-176

6) İnsân-ül-uyûn cild-2, sh-146

7) İrşâd-us-sârî cild-6, sh-162

8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-976

9) El-Îsâbe cild-2, sh-320

10) El-İstiâb cild-2, sh-382