ABDULLAH BİN AMR R.A. :
Eshâb-ı kirâmın
büyüklerinden Amr bin Âs’ın (r.a.) oğlu. Babasından önce îmân etmekle
şereflendi. Adı, Abdullah bin Amr bin Âs bin Vâil bin Hâşim bin Sa’îd bin Sehm bin
Amr bin Hâris bin Ka’b bin Lüey el Kureyşî’dir.
Müslüman olmadan önce adı,
Âs idi. Peygamberimiz Abdullah olarak değiştirdi. Künyesi, Ebû Muhammed veya
Ebû Abdurrahman’dır. Annesi, Râita binti Münebbih bin Haccâc bin Âmir bin
Huzeyfe bin Sa’d bin Zehm’dir. Hanımı Peygamberimizin amcası oğlu, Abdullah bin
Abbâs’ın (r.a.) kızı Umre (r.anha) idi. Ondan oğlu Muhammed dünyâya geldi.
Abdullah, babası Amr bin
Âs’dan 12 yaş küçüktü. Yaklaşık 100 yaşında iken 65 (m. 684) yılında Şam’da
vefât etmiştir. Vefât târihi ve yeri hakkında değişik rivâyetler bulunup,
Mekke, Tâif, Filistin ve Mısır’da da denilmiştir.
Eshâb-ı kirâm arasında
büyük âlim, ibâdet ve zühdü çok olan bir zâtdı. Kur’ân-ı kerîm’in tamâmını
ezberleyen hâfızlardandı. Resûlullah (s.a.v.) efendimizden çok hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir.
Ömrünün tamâmını ibâdet
yapmakla geçirmişti. Gece sabahlara kadar namaz kılar, gündüzleri de oruç
tutardı. Kur’ân-ı kerîmi çok okurdu. Hatta o kadar ki, geceleri lâmbayı
söndürür, daima ağlardı. Ağlamaktan gözleri hastalanmış, ömrünün sonuna doğru
görmez olmuştu. Annesi, Abdullah bin Amr için göz ilâcı ve sürme yapar, ona
verirdi.
Abdullah bin Amr (r.a.),
Bedir ve Uhud harbinden başka bütün harplerde Hz. Peygamberimizin yanında
bulunmuştur. İlk iki harbe, yaşının küçük olması sebebiyle katılamadı.
Peygamberimiz S.A.V. zamanında birçok gazalara ve seriyyelere süvari olarak
katıldı. Son derece cömert olduğundan eline geçen herşeyi, hemen dağıtır ve
herkesi memnun ederdi. Katıldığı harpler hakkında, açıklayıcı geniş bilgi
bulunmamakla beraber, birçok hadîs-i şerîfte, onun harbe katılacak askerleri
ta’lim ile harbe hazırlamak gibi mühim vazifeleri ifâ ettiği anlaşılmaktadır.
Bunlardan birisi hakkında, Amr bin Hâris ez-Zebidî şöyle bildiriyor:
“Abdullah bin Amr ile karşılaştığımda
Ona şöyle sordum: “Ey Ebû Muhammed! Biz öyle bir yerdeyiz ki, burada nakit para
olarak hiçbir şey yoktur. Bütün malımız, davarlarımızdan ibarettir. Bunları
birbirleriyle değiştirerek alış-veriş ediyoruz. Bir ineği bir müddet için, bir
koyun karşılığında alıyoruz. Yahut bir deveyi, birkaç inek karşılığında
veriyoruz. Deve karşılığında da, at ve kısrak alıyoruz. Fakat bunların hepsi
müddetle mukayyettir, bağlıdır. Bunlarda dinî bir mahzur var mıdır?” Hz.
Abdullah bin Amr, bana şu cevabı
verdi: “İyi ki, bana
sordun. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) efendimiz, yanımda bulunan develere askerleri
bindirerek bir tarafa i’zam etmemi (yollamamı-göndermemi) emir buyurmuştu.
Develerin askerlere kâfi gelmeyeceğini gördüm. Peygamberimize müracaat ederek,
bazı askerlerin bineksiz, yaya kaldıklarını söyledim, Resûlullah (s.a.v.) bana
şöyle buyurdu: “Zekât olarak gelen erkek develer karşılığında, dişi develer
satın al ve askerlere binek temin et!” Ben de bir erkek deve karşılığında üç
dişi deve satın alarak
askerlerin gideceği yere
gitmelerini temin ettim.”
Buna benzer birçok harplere
iştirak edip, idare mevkiinde vazife aldığı anlaşılmaktadır. Resûlullah
efendimizin vefâtından
sonra Hz. Abdullah bin Amr’ın katıldığı en mühim muharebelerden biri Yermük
harbidir. Şam fatihi olan
babası Amr bin Âs (r.a.), bu muharebede ordu kumandanı idi. 240 000 kişilik
Bizans ordusuna karşı,
46.000 kişilik bir İslâm ordusu kısa zamanda zafer kazanmıştı. Abdullah bin Amr
(r.a.) bu muharebeye
iştirak ederek, büyük kahramanlıklar göstermiştir. Babası ile birlikte,
istemediği
halde Sıffîn harbinde de
bulunmuştur.
Hz. Abdullah bin Amr bin
Âs, bizzat Peygamber efendimizin mübârek ağızlarından işiterek çok ilim
almıştır. Peygamberimizden
birçok ilimleri öğrenmeye aşırı derecede meraklı idi. O’ndan işittiği her şeyi
yazmak için izin istemiş ve
aldığı müsâade üzerine pekçok hadîs-i şerîf yazmıştır. Eshâb-ı kirâmdan en
çok hadîs-i şerîf rivâyet
eden Ebû Hüreyre(r.a.), Onun ilminin çokluğunu itiraf buyurarak: “Resûlullah’ın
(s.a.v.) hadîs-i şerîflerini,
benden çok ezberleyen ve rivâyet eden olmamıştır. Fakat Abdullah bin Amr,
benden daha çok
ezberlemiştir. Çünkü o, yazıyordu. Ben yazmamıştım” dedi. Abdullah bin Amr’ın
(r.a.),
Resûlullah’tan her
işittiğini yazdığını gören Eshâb-ı kirâmın ileri gelenleri, O’na: “Sen
Resûlullah’tan her
şeyi yazıyorsun. Halbuki
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bazan gazab, kızgınlık halinde, bazan da sevinçlilik
halinde
bulunup söz söylemektedir.”
dediler. Bunun üzerine Hz. Abdullah, işittiklerini yazı ile kaydetmek
hususunda tereddütte kalmış
ve meseleyi Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) arz etmişti. Resûlullah efendimiz, Onu
dinledikten sonra,
buyurdular ki: “Yazmaya devam et! Çünkü, Allahü teâlâya yemin ederim ki,
ağzımdan
hak (yani doğru, gerçek)
olandan başka bir şey çıkmamıştır.”
Resûlullah’tan işittiği
bütün hadîs-i şerîfleri, “Sahife-i Sâdıka” adı verilen bir mecmuada (kitapta)
toplamıştır. Bu eserinde,
bizzat Resûlullah’dan işiterek aldığı hadîs-i şerîfler mevcuttur. Kendisine bir
suâl sorulduğunda, yazdığı
bu mecmuayı çıkararak bakıp cevap verirdi. Hadîs-i şerîf râvîlerinden (rivâyet
edenler) Ebû Kubeyl, bu
hususta şu rivâyeti nakletmektedir. Abdullah bin Amr bin Âs’ın (r.a.) yanında
bulunuyorduk. Kendisine,
Kostantiniyye (İstanbul) ve Roma şehirlerinden hangisinin daha evvel feth
edileceği soruldu. Hz.
Abdullah suâli dinledikten sonra bir sandık getirtmiş ve şu cevabı vermişti:
“Bir
gün Resûlullah’ın (s.a.v.)
etrafında oturmuş, hadîs-i şerîf yazıyorduk. Derken Resûl-i Ekrem’e şöyle
soruldu:
Kostantiniyye veya Roma
şehirlerinden hangisi daha evvel feth edilecek? Resûlullah (s.a.v.) buyurdu
ki: “En önce Herakliyus’ün
şehri olan Kostantiniyye (İstanbul) feth olunacaktır.”
Hz. Abdullah bin Amr’ın
ilminden en çok istifade eden muhitten biri de, Basra’dır. Orada, herkesten
evvel, şehre vali, olarak
tayin edilenler O’nun derslerine koşuyorlardı. Bütün müslümanlar, O’nun
naklettiği ilimlerden
istifade etmiştir.
Hz. Abdullah bin Amr bin
Âs, bizzat Resûlullah (s.a.v.)’den işiterek hadîs-i şerîf rivâyet ettiği gibi,
bundan başka Hz. Ömer’den,
Abdurrahman bin Avf’dan, Muâz bin Cebel’den, Ebû’d-Derdâ’dan, Surâka
bin Mâlik bin Ca’şem’den
(r.anhüm) ve daha bir çok Eshâb-ı kirâmdan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Kendisinden
de, Enes bin Mâlik, Ebû
Umâme, Sehl İbn-i Hanîf, Abdullah bin Hâris bin Nevfel, Mesrûk bin
Ecdâ, Sa’îd bin Müseyyeb,
Cübeyr bin Nüfeyr, Sâbit bin İyâd el-Ahnef, Hayseme bin Abdurrahman el-
Ca’fi, Humeyd bin
Abdurrahman bin Avf, Zir bin Hubeyş, Sâlim bin Ebî’l Ca’d, Ebü’l Abbâs es-Saib
bin
Funûh, oğlu Muhammed bin
Abdullah bin Amr bin Âs, Tavûs Keysân, Âmir bin Şerâhil Şa’bî, Abdullah
bin Rebâh el-Ensârî, İbni
Ebî Müleyka, Urve bin Zübeyr, Ebû Abdurrahman el-Hablî, Abdurrahman bin
Cübeyr, Ata bin Yesâr,
İkrime, Amr bin Üveys es-Sekafî, Mücâhîd bin Cebr, Ebü’l Hayr Mürsed bin Abdullah
el-Yezenî, Ebû Kebeşe
es-Selûli, Yakûb İbn-i Âsım bin Urve bin Mes’ûd es-Sekafî, Ebû Zur’a bin
Amr bin Cerîr, Ebû Seleme
bin Abdurrahman, Ebû’z-Zübeyr el-Mekkî, Amr bin Dînâr ve daha bir çok
âlim hadîs-i şerîf
rivâyetinde bulunmuştur.
Abdullah bin Amr’ın (r.a.)
rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin bazıları şunlardır:
“İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur.
Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek
fitne çıkarırlar. İnsanları
doğru yoldan saptırırlar.”
“Dünyada adaleti
gözetenler, kıyâmette, böyle davranmalarının mükafatı olarak inciden
minber üzerinde otururlar.”
“İnsanlara merhamet edene,
Allahü teâlâ merhamet eder.”
“Cebrâil bana komşu
haklarından o kadar çok bahsetti ki, komşunun komşuya mirasçı olacağını
zannettim.”
“Kalbinde kibrin zerresi
bulunan, Cennete giremez.”
Resûlullah’a “amellerin en
efdali hangisidir” diye soruldu. Buyurdu ki: “Fakîrlere yemek yedirmek,
tanıdığına ve tanımadığına
selâm vermektir.”
“Namazı şartlarına uygun
olarak kılanlara, o namaz kıyâmet günü delil ve kurtuluş olur.
O’na devam etmeyenler
kıyâmet günü perişan olurlar.”
“Cemâatle namaz kılmak için
yola çıkan kimsenin, attığı her adımda bir günahı silinir ve
amel defterine bir sevab
yazılır.”
“Allaha ve âhiret gününe
îmân eden, misafirine ikrâm etsin. Allaha ve âhiret gününe inanan,
komşusuna hürmet etsin.
Allaha ve âhiret gününe îmân eden, hayrı söylesin, yahut sussun, “
“Cehennemden uzaklaşıp,
Cennet’e girmek isteyen son nefeste kelime-i şehâdet söylesin
ve kendisine yapılmasını
arzu ettiği şeyleri başkasına yapsın.”
“Sadakanın en fazîletlisi,
iki dargın kimsenin arasını bulmaktır.”
“Dört sıfata sahip olduktan
sonra dünyâdan başka bir şey kazanamadığına ehemmiyet
verme! Bunlar, emaneti
muhafaza etmek, sözün doğrusunu söylemek, güzel huylu olmak, afif
olmak.”
“Yiyiniz, içiniz, sadaka
veriniz, israfsız ve tekebbürsüz (kibirsiz) giyininiz. Cenâb-ı Hak
ni’metlerinin kul üzerinde
görülmesini ister.”
“Bize karşı silah taşıyan
bizden değildir.”
“Küçüğümüze acımayan,
büyüğümüze hürmet etmeyen bizden değildir.”
“Sizin kıyâmet günü bana en
yakınınızın, en sevgili olanınızın kim olduğunu haber vereyim
mi? En iyi
huylularınızdır.”
Birisi Resûl-i Ekrem’e
geldi ve “Sana bi’at için geldim. Geride ana ve babamı ağlar bıraktım.” Resûl-
i Ekrem ona “Geri dön,
onları ağlattığın gibi güldür.” buyurmuş ve bi’atını kabul etmemişti.
Birisi Resûl-i Ekrem’e
gelip, cihad için müsâade istemişti. Resûl-i Ekrem sordu: “Senin ebeveynin
(annen, baban) hayatta mı?”
Gelen adam: “Evet” dedi. Resûl-i Ekrem emretti: “Dön ve onlara bak.”
“Kul hakkından başka
şehîdin bütün günahları affolur.”
“Müslüman, insanların
elinden ve dilinden emin oldukları kimsedir.”
“Mü’min, mü’minlerin
canları ve malları hususunda emin oldukları kimsedir.”
Abdullah bin Amr bin Âs
(r.a.) çok ibâdet yapardı. Bütün hayatını ibâdet etmeye vakfetmişti. Zühd
ve takvası çoktu. Hatta bu
hâli sebebiyle, evlendiği zaman, günlerce hanımının yanına varmadı. Babası
Hz. Amr bin Âs, bu durumu
Resûlullah’a arz ederek, evlilikten de nasîbini almasını istemişti. O kadar
ibâdet yapma arzusu vardı
ki, hayatta bulundukça her gün oruç tutmak ve her gece namaz kılmak üzere
Allah’a yemin ederek
nezirde (adakta) bulundu. Onun bu halini Resûlullah (s.a.v.) efendimize haber
verdiklerinde,
Ona: “Ey Abdullah! Her gün
oruç tuttuğun bütün gece namaz kıldığın bana haber verilmedi
mi sanırsın!” buyurdu. O
da: “Evet yâ Resûlallah! Öyledir” dedi. Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.v.): “Böyle yapma!
Bazı günlerde oruç tut, bazı günlerde iftar et, oruç tutma! Gecenin bir
kısmında uyu, bir kısmında
da namaz kıl. Çünkü şu bedeninin senin üzerinde hakkı vardır; gözünün
de bir hakkı vardır,
hanımının bir hakkı vardır, komşunun da bir hakkı vardır. Binâenaleyh,
bu hakların hepsini yerine
getirerek, her ayda üç gün oruç tutmak sana kâfidir. Her yapılan iyiliğe
ve her hayır ve ibadete
karşılık olarak on misli sevab ve mükâfat verileceğine göre, her ayın üç
gün orucu, bütün sene orucu
demektir.” buyurdu. Hz. Abdullah da: “Yâ Resûlallah! Ben bundan daha
fazla ibâdet etmek için
kendimde kuvvet buluyorum” dedi. Resûlullah, “Öyle ise Dâvûd aleyhisselâmın
orucu gibi oruç tut, fazla
tutma!” buyurdu. O da: “Dâvûd peygamberin orucu ne kadardır?” diye sordu.
Resûlullah efendimiz
cevabında buyurdu ki: “En makbul oruç, kardeşim Dâvûd aleyhisselâmın oru-
cudur. Bir gün yer, bir gün
tutardı.” Bu konuda birkaç rivâyet bildirilmektedir. Allahü teâlâya yemin
vererek adak verdiği için
ömrünün sonuna kadar böyle ibâdet yapmıştır.
Abdullah bin Amr (r.a.)
ihtiyarlayıp da, eskisi gibi ibâdet yapmaya vücudunda kudret kalmayınca
“Keşke, Resûlullah’ın
bahşettiği müsaadeyi, kabul etmiş olsaydım” demiştir. Resûlullah (s.a.v.)
efendimiz,
evlilik hayatında hanımına
karşı vazifelerini eksiksiz yerine getirmesini emretti. Hz. Abdullah da,
yaşadığı müddetçe, Resûl-i
Ekrem’in emrine uygun hareket etmiştir.
Hz. Abdullah bin Amr bin
Âs’ın hikmetli sözleri çoktur. Buyurdular ki:
“Çarşıya erken girip, son
çıkanlardan olma! Zira bu vakitler, şeytanın çoğalıp yayıldığı zamanlardır.
Aksi halde şeytanın
oyuncağı olursun!”
“Çok ağlayın! Ağlayamazsanız,
ağlamaklı bir halde bulunun. Eğer hakikati bilseydiniz, sesiniz kesilinceye
kadar ağlar ve beliniz
kırılıncaya kadar namaz kılardınız.”
Kendisine, “Ölünce
mü’minlerin ruhları nerededir?” diye sorulduğunda buyurdu ki; “Arşın
gölgesinde,
beyaz kuşların kursağında
asılıdır. Kâfirlerin ruhları da yedi kat yerin dibindedir.”
“Bir kadının varlıklı
zamanında kocasının yüzüne gülmesi, fakat yokluğu zamanında ona hıyânette
bulunması, Cehennemlik
olduğunun alâmetidir.”
“Aklınızın ermediği şeyleri
terk ediniz.”
“Faydasız söz
söylemeyiniz.”
“Müzevvirlik (ara
bozuculuk) ve iki dostun arasını açmak, Allahü teâlânın gazabına sebep olur.
Eğer siz benim bildiğime
vakıf olsaydınız, çok ağlardınız.”
Birgün kendisine, “Şerrin
en fenası ve hayrın en iyisi hangisidir?” dediler. Buyurdu ki: “Hayrın en iyisi
doğru söz, kötülüğü
düşünmeyen kalb ve itâat eden hanımdır. Şerlerin de en fenası yalan söz, fena
kalb ve itâat etmiyen
hanımdır.”
Kendisi şöyle bildiriyor:
“Bir gün Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.): “Yâ Resûlallah! Müslümanın hangisi
hayırlıdır?”
diye sordum. Buyurdular ki:
“Fakîrleri doyuran, tanıyıp tanımadığı her müslümana iltifat
eden.”
Hz. Abdullah bin Amr,
Resûlullah’ın (s.a.v.) mübârek ağızlarından işiterek topladığı hadîs-i şerîf
mecmuasına, son derece
titizlik gösterirdi. İmâm-ı Mücâhid diyor ki: “Abdullah bin Amr’ın elinde
bulunan
kitaplarından herhangi
birine bakmak istesek, mâni olmazdı. Fakat bu hadîs-i şerîf mecmualarından
birini okumak istediğimiz
zaman, Ona son derece itina gösterir ve bize: “Ben, bunu bizzat Resûl-i Ekrem’in
mübârek ağzından işiterek
topladım. Onu bütün dünyâya değişmem” derdi.
Abdullah bin Amr bin Âs’ın
(r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin sayısı 700 civarındadır. Bunlardan
17 tanesi, Sahih-i Buhârî ve
Sahih-i Müslim’de müşterek olarak nakledilmektedir. Ayrıca İmâm-ı Buhârî
bunlardan 8 tanesini,
İmâm-ı Müslim de 20 tanesini ayrı ayrı nakletmektedirler. İmâm-ı Ahmed bin
Hanbel, “Müsned”inde,
O’ndan çok hadîs-i şerîf rivâyet etmektedir.
Kendisinden ilim öğrenmek
için çok uzak yerlerden gelirlerdi. Ders halkaları son derece genişti.
Hadîs-i şerîf tahsili için,
uzak ve yakın yerlerden gelenler, derslerine devam ederler ve O’ndan
ayrılmazlardı. O’nun
etrafında kurulan ilim meclisinde, ilimde ve fazîlette yüksek kimseler
toplanıyordu.
Hz. Abdullah’ın talebeleri,
kendisini son derece severlerdi. O’nun etrafında oturup ders dinlerken
kimsenin kendilerini
rahatsız etmelerini istemezlerdi. Bir gün birisi gelip Abdullah bin Amr’ı
(r.a.) görmek
ve O’nun yanına gitmek için
safları yararak yürümeye başlamıştı. Hz. Abdullah’ın talebeleri, onu durdurmaya
teşebbüs ettiklerinde,
onlara: “Bırakınız, gelsin!” buyurdu. O şahıs gelip, Resûlullah’tan duyup
ezberlediği bir meseleyi
söylemesini istedi. O’na, Resûlullah efendimizin şöyle buyurduğunu bildirdi:
“Müslüman, elinden ve
dilinden kimsenin zarar görmediği kimsedir. Muhâcir de, Allahü teâlânın
yasak ettiği herşeyi terk
eden kimsedir.”
KAYNAKLAR:
1) Üsûd-ül-gâbe cild-3,
sh-233, 234
2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-5,
sh-337, 338
3) Tabakât-ül-Kübrâ cild-2,
sh-374, cild-4, sh-261, cild-5, sh-64, 482, cild-7, sh 494
4) Sîret-i İbn-i Hişâm
cild-4, sh-139
5) Tezkiret-ül-huffâz
cild-1, sh-41
6) El-A’lâm cild-4, sh-111
7) Tabakât-ı İbn-i Sa’d
cild-4, sh-261
8) El-Îsâbe cild-2, sh-361
9) Müsned-i Ahmed bin
Hanbel cild-2, sh-158
10) Sahîh-i Buhârî
Kitâb-ul-ilm sh-39