HADİS ANA SAYFASI – MEZHEBLER ANA SAYFASI
MALİKİ MEZHEBİ :
Malik b. Enes b. Malik b.
Ebi Amir el Asbahî'ye nisbet edilen fıkhî ekolün adı. Büyük fıkıh ekollerinden biri
olan Malikî mezhebinin imamı İmam Malik, Hicrî 93 yılında Medine'den doğmuştur.
İmam Malik, ilimle uğraşan bir aileye mensup olduğu için tahsil hayatına küçük
yaşta başlamış ve Medine'nin seçkin âlimlerinden hadis ve fıkıh dersleri alarak
kısa zamanda ilmî olgunluğa erişmiş, yeterliliğine kanaat getirince de Mescid-i
Nebî'de ders okutmaya başlamıştı.
İmam Malik'in fıkıhta
hocası Rabi'atu'r-Rey'dır. Bununla birlikte, onun fıkıhta derinleşmesinde ve
hadis ilminde söz sahibi bir seviyeye yükselmesinde Medine'nin seçkin
âlimlerinden Abdurrahman ibn Hürmüz, Şihab ez-Zuhrî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa'id
el-Ensârî ve Hz. Ömer'in azadlısı Nafi'in büyük katkıları olmuştur. O Nafi'den
Hz. Ömer (r.a) ve oğlu Abdullah'ın fıkhını ve fetvalarını iyice öğrenmişti.
O, hayatı boyunca
Medine'den başka bir yere gitmemiştir. İlimde ihtiyacı olduğu her şeyin, sahih
bir şekilde Medine'de bulunduğuna inanıyor, manevî havasını teneffüs ettiği
Peygamber şehrinden uzaklaşmak istemiyordu. Tahsilini Medine'de yapması ve
hayatı boyunca oradan ayrılmamış olmasının, onun fıkhının oluşmasındaki
tesirleri büyük olmuştur.
İmam Malik'in zamanı,
âlimlerin odaklaştığı bir kısım şehirlerde, daha önce Ashab'ın ve Tabiinin
buralara taşıdığı ilimler çerçevesinde, ekolleşmelerin başladığı bir dönemdir.
Basra fıkıh ile birlikte, akaidle alâkalı meselelerin tartışıldığı, kelâmı
görüşlerden doğan fırkalaşmaların görüldüğü, vaizlerin ve az da olsa fakihlerin
bulunduğu bir şehirdi. Burada kendi şartlarına has bir fıkıh ekolü oluşmakta
idi. Kufe ise, İbn Mes'ud'un rivayetlerine dayanan Irak fıkhının merkezini
oluşturuyordu. Bu fıkıh ekolünün, İmamı Malik'in de kendisiyle görüşüp bilgi
alış verişinde bulunduğu Ebu Hanife'dir. Burada fıkıh, sadece vuku bulmuş
olaylara verilen fetvalar üzerine bina edilmiyordu. Meydana gelmiş hadiseler
yanında, vuku bulması muhtemel meseleler çerçevesinde bir takdirî ve farazî
fıkıh oluşmuştu.
Irak fıkhının en belirgin
özelliği ise, reye çokça başvurulmasıdır. Kıyas ve istihsan, orada en çok
kullanılan temel fıkhi öğelerdendir. Şam bölgesinde ise sahabe kavilleri ve
Tabi'in fetvalarına dayanan fıkıh hakim olup, reye pek başvurulmazdı. Şam
ekolünün temsilcisi ise Evzâi'dir.
İmam Malik'in imamı olduğu
Medine ise, hadisin beşiği, Sünnetin amelî rivayetinin yapıldığı ve herkesin
Sünnete sıkıca yapıştığı bir yerdi. Ayrıca, Hz. Ömer (r.a), Zeyd b. Sabit
(r.a), Hz. Aişe ve İbn Ömer'in fıkhî görüşleri ve onları takip edenler,
Medine'de bulunmaktaydı. Medine'nin Yedi Fukahası diye şöhret bulan Tabi'inden,
Sa'id b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Harise b. Zübeyr, Ebu
Bekir b. Ubeyd, Süleyman b. Yesar ve Ubeydullah b. Abdullah Ashabın fıkhını
nakleden Medine'nin seçkin âlimleriydi. İmam Malik bu âlimlerin fıkıh
usullerini kavramış, fıkhî görüşlerini iyice özümlemişti. Medine; hadis, sünnet
ve reyin hepsinin bir arada bulunduğu, her taraftan ilim arayanların doluştuğu
ve yüksek bir ilmî hareketliliğin yaşandığı bir yerdi.
İmam Malik'in kendine has
fıkhî ekolün oluşmasına tesir eden unsurlar şöyle sıralanabilir:
a) İbn Hürmüz'den edindiği
çeşitli fırkalar ve düşüncelerine dair aktüel bilgiler ve farklı fıkhî ve fıkıh
dışındaki mezhebler ve bunların ayrılık sebebleri hakkındaki derin bilgi.
b) Ashab'ın, özellikle Hz.
Ömer'in oğlu Abdullah ve Hz. Aişe (r.a)'nın fetvaları ve Tabii'nin
büyüklerinden İbn Müseyyeb ve diğerlerinin, rivayet yoluyla öğrendiği
fetvaları.
c) İlk hocası
Rabi'atu'r-Rey diye şöhret bulan Rabia b. Ebu Abdurrahman'dan aldığı rey fıkhı.
Ancak Rabianın reyi Iraklıların reyinden farklı olup, muhtelif naslar esas
alınarak halkın problemlerinin çözülmesi demek olan mesalih-i mürsele esasına
dayanmaktaydı.
d) Çok mevsuk gördüğü
ravilerden aldığı hadisler. O, hadis ilminin dinin kendisi olduğunu kabul eder
ve hadis talep edenlere, hadisleri kimlerden aldıklarına dikkat etmelerini
tenbihlerdi.
Malikî fıkhı; İmam Malik'in
Mescid-i Nebi'de ders vermeye başlamasından sonra, derslerine devam eden
öğrencilerinin onun fıkıh usulüne göre şekillenmesiyle yavaş yavaş oluşma
aşamasına girdi.
İmam Malik, kendi usulüne dair
bir eser yazmadığı gibi, bu konuda açık bir şeyde söylemiş değildir. Zaten,
diğer imamlarda olduğu gibi o da herhangi bir ekol oluşturma endişesiyle
hareket etmiş değildi. Öğrendiği ilimleri, çevresinde toplanan öğrencilerine
aktarırken ve problemlerin çözümü için fetva soranlara fetva verirken, dinin
kendisine yüklemiş olduğu sorumluluğu yerine getirme endişesinden başka bir
duygu ile hareket etmiş değildir. Onun talebeleri memleketlerine döndüklerinde,
halkın meselelerini İmam Malik'in fetvalarına göre çözüyorlardı. Onun
fetvalarının yetersiz olduğu konularda ortaya çıkan yeni meseleleri onun
usulüne uygun olarak, hallediyorlardı. İşte onun talebeleri, mezheplerinde
ihtiyaç duydukları usulü, Malik'in ana hatlarıyla işaret ettiği doğrultularda
ortaya koymuşlardır. İmam'ın Muvatta'da takip ettiği yöntem, onun fıkıhtaki
usulünun temel prensiplerini açıklar niteliktedir. O fıkhî bir mesele ile
alâkalı olarak önce hadisi alır, peşinden Medineliler'in o konudaki
uygulamalarına değinir, arkasından da Tabi'in ve diğer ulemanın görüşlerini
zikreder.
Anlaşılacağı gibi, diğer
fakihlerden ayrı olarak, onun fıkıh anlayışında Medineliler'in amelinin özel
bir yeri vardır. Ona göre Medinelilerin amelî, sünnetin amelî olarak rivayet
edilmesidir. Zira onlar, hayatlarını, aralarında yaşamış olan Hz. Peygamber
(s.a.s)'in gösterdiği doğrultuda şekillendirmişlerdir.
İmam Malik'in fıkıh usulü
ve hukuk ekolünde reye az başvurulmuş olmasına rağmen, diğer mezheplerde rey
için delil durumunda olan Kıyas, İstihsan, Mesalih-i mürsele vb. Fer'i deliller
çokça kullanılmıştır.
Malikî mezhebinin dayandığı
deliller şunlardır:
1- Kitap: Bütün mezheplerde
olduğu gibi, uyulması icab eden ana kaynak, dinin her şeyini içine alan
Kur'an-ı Kerim'dir. Sünnet ise, Kitabın tefsiri mahiyetinde olup, onu
açıklamaktadır. Bundan dolayıdır ki İmam Malik Kur'an tefsirinin sünnetle
olduğunu kabul eder, İsrailiyyat türü haberlerin ona sokulmasına şiddetle karşı
çıkardı.
O, Cumhur'un icma ettiği
gibi, Kur'an-ı Kerim'in lâfız ve manadan ibaret olduğu inancındadır. İmam
Malik, her şeyde olduğu gibi, bu konuda da hiç bir zaman tartışmaya girmemiştir
(Muhammed Ebu Zehra, İmam Malik, Ankara 1984, 200).
2- Sünnet: İmam Malik,
fıkıhta imam olduğu gibi hadiste de imamdır. Onun hadisi fıkha nasıl hâkim
kıldığı Muvattada açıkça görülmektedir.
Bütün imamlar, meseleleri
çözümlerken hadisi ikinci sırada delil almakla beraber, ondan hüküm çıkarmada
kullandıkları usuller birbirinden farklı olmuştur.
İmam Malik, Ebu Hanife gibi
Kur'an'ın zahirini Sünnetten önde tutar. Ancak Sünnet, ayrıca başka delillerle
takviye edilirse o zaman Kur'an'ın bu umumunu tahsis, mutlakını da takyid eder.
Bir kadını halası veya teyzesi ile birlikte nikahlamanın yasak oluşu böyledir.
Kur'an'da nikahı yasak olanlar arasında zikredilmediği halde, Sünnette bunun
yasaklığı üzerinde icma' vardır. Dolayısıyla İcma, Sünneti desteklediği için,
ayetin umumunu tahsis etmektedir.
Malik'e göre Sünnet; icma',
Medineliler'in amelî veya kıyasla desteklenmediği takdirde, zahiri üzere olduğu
gibi kalır.
Meselâ: "Sizden
birinizin kabını köpek yalarsa, onu, birinde toprakla olmak üzere, yedi defa
yıkasın" hadisi: Av için yetiştirdiğiniz köpeklerin avladıkları
yenir" ayetine aykırı olduğu için, köpeklerin necis olmadığına hükmetmiş
ve haberi vahidi terketmiştir. Mütevatir sünnet ise mutlak hüküm ifade
etmektedir.
Ayrıca, ravileri mevsuk ve
güvenilir mürsel hadisleri de delil olarak kullanmış, onlara göre fetvalar
vermiştir. Tek şahid ve yemin ile birlikte hüküm verme hadisini Muvatta'da
mürsel olarak vermekte ve onu delil olarak almaktadır (Muvatta, III, 180). Onun
Muvatta'ında üç yüze yakın mürsel hadis bulunmaktadır. Böylece o çağının seçkin
fakihlerinden Hasan el-Basrî, Süfyan b. Uyeyne ve Ebu Hanife'nin yürüdüğü
yoldan yürümektedir. İmam Malik'in hadis fıkhını takib ettiği ve re'yi
kullanmadığı iddiaları doğru değildir. Hatta ibn Kuteybe onu, rey fakihi olarak
kabul etmektedir (Ebu Zehra, a.g.e., 291). O, bazan rey ve kıyasla hüküm
vererek, haber-i vâhid'i terkederdi. Ancak onun haber-i vâhidi veya reyi tercih
ederken belirli sağlam temel kıstaslardan hareket etmekte olduğu görülmektedir
(bk. M. Ebu Zehra, a.g.e., 291-300).
3- Sahabe kavilleri: İmam
Malik, hadisin yanında sahabe sözlerine ve fetvalarına da çok önem vermekteydi.
O, bunları sünnetin bir parçası sayar. Onun görüşüne göre sünnet, Ashabın kabul
ettikleri şeylerdir. Bundan dolayıdır ki o, Abdullah ibn Ömer'in fetvalarını
öğrenebilmek için Nafi'in peşini hiç bir zaman bırakmamıştır.
Muvatta'daki sahabe görüş
ve fetvalarının çokluğu, onun delil olarak buna verdiği önemi gösterir. Sahabe
fetvalarını Sünnetten sayması ve onlarla sürekli ihticac etmesi, onun sünnet
imamı sayılmasına sebep olmuştur. Ashabın görüşlerini delil kabul etme ve
onların yolundan ayrılmama hususunda diğer mezheb imamları da aynı titizliği
göstermiş olmakla beraber, Malik onlara, fıkhında diğerlerinden daha çok
istinat etmiştir.
Sahabe fetvasını alırken de
bir usule göre hareket etmekteydi; Sahabe fetvası sünnet hükmünde olmakla
birlikte, eğer ictihada dayanıyor ve o konudaki merfu bir hadisle çelişiyorsa,
merfu hadis tercih edilmektedir.
İmam Malik, Ebu Hanife ve
Şafiînin aksine tabiinden itimad ettiklerinin görüş ve fetvalarına çok önem
verirdi. Bunun sebebi, onların fıkıhtaki mevkilerini, meseleler hakkında görüş bildirirken
ve fetva verirken Kur'an ve sünnet'e uygun hareket ettiklerini bilmesidir. Ömer
b. Abdülaziz, Sa'id b. Müseyyeb, Zuhrî ve Nafi'ye çok değer verirdi.
4- İcma: Malikî mezhebi,
diğerlerine nazaran icma'ı daha çok kullanmıştır. Ancak onun icma olarak kabul
ettiği, sadece Medine ulemasının icma'ıdır. Muvatta'da icma konusunda
kullandığı ifadelerden bu anlaşılmaktadır. İmam Malik, Medine dışındakilerin
fıkıh konusunda Medinelilere tabi olduğu görüşündedir. Zaten İmam Şafiî'de;
"Medineliler aralarında ihtilâfa düşmedikçe diğer memleketler halkı Medine
ehline muhalif olmaz" sözü ile bunu desteklemektedir.
5- Medineliler'in amelî:
İmam Malik'in fıkhında Medineliler'in amelinin özel bir yeri vardır. Zira o,
Medineliler'in yaşayış tarzını Sünnetin, bir tür pratik rivayeti kabul eder.
Aslında o, bu konuda hocası Rabî'a'yı takip etmektedir. Malik'in de kullandığı;
"Bin kişinin bin
kişiden rivayeti, bir kişinin bir kişiden olan rivayetine, uyulmak bakımından
daha hayırlıdır" sözü, Rabî'a'ya aittir (M. Ebu Zehra a.g.e., 325). Bundan
dolayı İmam Malik, Medineliler'in amelini fetvalarına dayanarak yapar, haber-i
vahid, Medineliler'in ameliyle çelişirse, Medineliler'in amelini tercih ederdi.
Medine ehlinin amelî üç
kısımda değerlendirilir:
a) Bir konuda icma etmeleri
ve o konuda başkalarının onlara muhalefet etmemiş olması.
b) Medineliler'in icma
ettikleri bir meselede, başkalarının onlara muhalefet etmesi.
c) Bir meselede bizzat
Medineliler'in ihtilâfa düşmesi.
Birinci çeşide giren
meselelerde bütün mezhepler aynı görüştedirler. Malikîler ikinci ve üçüncü türe
giren konularda diğerlerinden ayrılmaktadırlar.
6- Kıyas: Bütün fakihlerin
istisnalar hariç, ortaklaşa kullandıkları, fıkhın temel dayanaklarından biri
Kıyastır. Ashab'da Kıyası fıkhın kaynaklarından kabul etmişlerdir (bk. Kıyas
mad).
İmam Malik, Kur'an'da
bildirilen ve hadislerde ortaya konmuş olan hükümlere kıyas yapardı. Bu,
Muvatta'da açık bir şekilde müşahade edilebilir. O, her babın başında o konuda
hüküm bildirdiğini kabul ettiği hadisleri verir, peşinden de fer'î meseleleri
sıralayarak; kıyas yoluyla benzer olayları birbirine ilhak eder. İmam Malik,
Medine ehlinin icmaını Sünnetten saydığı için, bunu da kıyasında temel
almıştır. Sahabe fetvaları kendi usulü çerçevesinde hüküm niteliği taşıyorsa,
bunlara da kıyas yapardı. Onun kıyas kaynakları şöylece sıralanabilir: Kitap,
Sünnet, Medine ehlinin icmaı ve sahabe fetvaları.
Malikîler, Mesalih-i
mürsele'yi müstakil bir dayanak almış olmaları yanında, kıyasta da her zaman
maslahatı gözetmişlerdir.
7- İstihsan: İstihsan,
İslâm hukukunun aslî delillerinden biri olmayıp, fıkıh usulünde fer'î bir delil
olarak kullanılır. Meseleleri, ortaya çıkan zaruretleri, toplumun menfaatına
bertaraf etmede fakihin genel prensipleri terkedip, özel bir delile dayanarak
hüküm vermesi İstihsan olarak adlandırılır. İmam Malik'in Muvatta'da rivayet
ettiğini bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Zarar verme ve zararla
karşılıkta bulunma yoktur" (Muvatta, II, 122).
İmam Malik, İmam Şafiî'nin
itirazlarına rağmen (Ebu Zehra, a.g.e., 349) İstihsanı zarurî görmektedir. O,
istihsanı alırken şerîatın özünden hareket etmektedir. İnsanları zararlı olan
şeylerden korumak ve onların maslahatına uygun olanı almak, dinin temelinde
yatan bir gerçektir. Bir şeyde zararlardan arınmış olarak kesin iyilik varsa,
bunun uygulanması mutlak anlamda arzulanan bir şeydir. Aksi bir durum sözkonusu
ise, derhal giderilmesi gerekir.
8- İstishab: Sabit olan bir
hükmün, değiştiğine delil bulununcaya kadar, olumlu veya olumsuz haliyle devam etmesini
kabul etmektir. İmam Malik, İstishab'ı bir delil olarak almıştır. Zira o,
zann-ı galib'e göre mevcut olan durumun, onu değiştiren bir şey olmadıkça
bulunduğu şekliyle bâki kalmasının esas olduğunu kabul etmektedir. Eğer böyle
olmazsa, hakların kaybolması kaçınılmazdır. Kayıp bir kimsenin durumu hakkında
bir bilgi yoksa, bu delile göre o, yaşıyor kabul edilir. Hâkim öldüğüne karar
verinceye kadar bu böyle devam eder. Ortadan kaybolup ölümüne hükmedilinceye
kadar, onun hakkındaki muameleler hayatta imiş gibi yürütülür.
İstishab, isbat edici bir
delil olmayıp koruyucu bir delildir. Yani başkasının aleyhinde olan bir şeyi
isbat etmez. Mevcud olan hakları korur. İstishab delili diğer fukaha tarafından
da kullanılmıştır.
9- Mesâlih-i Mürsele:
İnsanların iyiliği için fayda bulunanı almak zararlı veya zararı faydasından
çok olanı terketmektir. Bu prensip İmâm Malik'in en çok kullandığı
prensiplerden biridir.
Malikîler'in müstakil bir
delil olarak aldıkları Mesâlih-i Mürsele'ye keyfi olduğu ileri sürülerek
birtakım itirazlar yapılmıştır. Ancak, bunu ilk ortaya koyan İmam Malik
olmamıştır. O, Ashab'da bu konuda görmüş olduğu örneklere istinat etmiş olup
diğer üç mezhepte de Mesalih-i Mürsele delil olarak kullanılmıştır. İmam
Malik'in en çok kullandığı delillerden biri, Mesalih-i Mürseledir. O, Hakkında
müsbet veya menfi bir nas bulunmayan hususlarda maslahata uygun olanı almayı
şeriat'ın rükünlerinden biri saymıştır. Din, her şeyiyle insanların yararına
olanı ihtiva ettiğine göre, maslahatın dışına çıkan hiç bir şeyin şeriat'le
ilgisi sözkonusu olamaz (İbn Kayyım el-Cevziyye, İ'lamu'l Muvakkıın, Mısır
t.y., III, 1).
İmam Malik, Maslahatı delil
olarak alırken şu noktalara dikkat etmiştir:
Maslahat olarak gözettiği
şey ile şeriatın maksadları arasında bir uygunluk olmalı ve dinin ortaya
koyduğu prensiplerden birisiyle asla çelişmemelidir. Çözüm makul olup, akıl
sahiplerince yanlış bulunmamalı.
10- Sedd-i Zerîa: Sebebi
yok etmek, vasıtayı ortadan kaldırmak anlamında bir terkiptir. Harama sebeb
olan şey haramdır; helâle vesile olan şey de helâldir. Sedd-i Zeriâ'da esas,
fiilin doğuracağı neticenin gözetilmesidir. Eğer fiilden bir fayda elde
edilecekse, o sağlanan fayda nisbetinde mübahtır. Fakat fiil, bir zarar ve
kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olacaksa, kötülüğün ölçüsünce haram olur. Yani
ameller, sonuçları göz önüne alınarak ya serbest bırakılır ya da yasaklanır. Bu
prensibin temelleri Kur'an-ı Kerim'de açıkca müşahade edilmektedir. Bir
müslüman, kâfirlerin tapındıkları şeylere küfretse, bunun neticesinde sevap
bile umabilir. Ancak bu, müşriklerin de kızarak Allah Teâlâ'ya küfretmelerine
sebeb olabileceği için yasaklanmıştır: Allah'tan başkasına dua edenlere
sövmeyin, onlar da bilmeyerek düşmanlık göstererek Allah'a söverler"
(el-En'am, 6/108). İşte bu, Sedd-i Zerîa'dır. Bunun Sünnette de örnekleri
bulunmaktadır. Faize götürmeye sebeb olacağından alacaklıların borçludan hediye
alması yasaklanmıştır. Yine Ashabın ilk fakihleri, ölüm döşeğindeki kimsenin
boşadığı kadını mirasa dahil ettiler. Bunun sebebi, hastanın karısını mirastan
mahrum bırakmak için bu yola başvurmuş olabileceğidir. Boşama böyle bir
haksızlığa vesile yapılmasın diye böyle hareket etmişlerdir.
11- Örf ve Âdet: Bir
toplumda yerleşmiş olan hareket ve yaşam tarzı örf olarak adlandırılır.
Toplumun ve fertlerin aynı şekilde tekrarlanan amellerine de âdet
denilmektedir. Örf ve âdet ayrı kavramlar olmakla birlikte genellikle aynı
anlamda, müteradif olarak kullanılırlar.
Hanefiler'de olduğu gibi,
Malikîler'de de örfün usulde saygın bir yeri vardır. Malikî mezhebinin eksenini
oluşturan kaide, maslahatlardır. Örfe göre amel etmek, maslahatın türlerinden
birisi olduğu için İmam Malik bunu ihmal etmemiştir.
Malikîler örfe muhalif
kıyası terkederler. Onlara göre örf, ammı tahsis, mutlak'ı takyid eder.
Örf ve âdetin delil olarak
alınması fakihler arasında tartışmalı bir konudur. Bir nass'ın herhangi bir
şekilde işaret ettiği örf, bütün fakihler tarafından mesned kabul edilmiştir.
Aynı şekilde nass'ın yasaklayıp haram kıldığı örf de, icma'en muteber değildir.
Onu, naslar doğrultusunda değiştirmek icap eder. Bir de nass'da bildirilmeyen
ve dolaylı da olsa işaret edilmeyen örf vardır ki, Hanefîler'le Malikler bunu
fıkıhta müstakil bir asıl kabul ederler. Şafiîler ise bunu tartışmışlardır.
Örfler değiştikçe kelimeler
ve kavramlara yüklenen anlamlarda değişir. Bu sebepten, değişik bölge veya
zamanlarda yaşayan toplumlarda, aynı kelimelerin ifade ettikleri anlamlar
birbirinden farklılıklar gösterebilmektedir. Dolayısıyla bu kelime ve
kavramların manalarını anlayıp ona göre hüküm verilebilmesinde örfün önemi
kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Hükümler, örflerin değişmesiyle değişen
anlamlara ve kelimelerin değişik sanat dallarında değişik istilahî
kullanımlarına göre verildiğinde, gerçekler üzerine bina edilmiş sayılırlar.
İmam Malik, toplumun
iyiliği ve selâmetini muhafaza etmek için şeriat'a ters bir tarafı bulunmayan
geleneklere karşı çıkmamayı bir görev saymıştır. İnsanlardan bu gelenekleri
gereksiz yere değiştirmelerini istemek, o toplumda birliği bozar, örf ve âdetlere
göre yorumlanan kavramlar birbirine karışır, akitlerin yürütülmesi imkânsız
hale gelir. Ancak örf ve âdet İslâm'ın ruhuyla çelişiyorsa; dinin insanlara
değil, onların dine uymaları asıl olduğu için, örf, mutlak anlamda toplum
hayatından silinip atılır.
Maliki Mezhebinin
Gelişmesi: İmam Malik'in derslerinde ve fetva vermede takip ettiği yol, Maliki
Mezhebinin ihtiyaçlar üzerine bina edilmesini sağlamıştı. O, meseleleri
tartışmaz, öğrencileriyle de kesinlikle münakaşa etmezdi. Dinin hiç bir
konusunda tartışmaya girmemek onun değişmez temel vasfı olmuştur. İmam Malik,
olayları tartışma kapısını açmamakla, onlar üzerinde değişik yorum ve
içtihadların doğmasını engellemiş ve bu ekolün furu'unun Hanefî mezhebine
nazaran çok yavaş gelişmesine sebeb olmuştu. Onun sağlığında hiç bir talebesi
ona muhalefet etmemiştir. Genellikle Kuzey Afrika ve Endülüslü olan
öğrencileri, ondan öğrendikleri ilimle ülkelerine döner ve öğrendiklerini
tartışmadan diğer insanlara öğretir ve fetva verirlerdi. Ancak Malikî fıkhının usulü
ve dayandıkları delillerin çeşitliliği, İmam Malik'ten sonra bu ekolün
furu'unun hızlı bir şekilde gelişmesini sağlamıştır.
Muvatta, bizzat İmam Malik
tarafından yazılmış olmakla birlikte, ondaki fıkhî meseleler çok değildir. Onun
fıkhı, derslerine devam eden çok sayıda öğrencisinin aldıkları notların
kitaplaşmasıyla tedvin edilmiştir. Talebelerinin yazdığı bu notlardan Malikî
mezhebinin temel kaynak kitapları olan Müdevvene, Utbiye, Vadiha ve Mevvaziye
ortaya çıkmıştır. Malikî fıkhının, daha sonraki asırlarda ortaya çıkan ve
Malikîler'ce gördükleri itibardan dolayı sık sık yeni baskıları yapılan iki
kitap daha vardır ki, bunlardan biri el-Müdevvene'yi özetleyip el kitabı haline
getiren, Abdullah b. Ebi Zeyd el-Kayravani'nin (öl. 386?) er-Risale'si, diğeri
de, Halil b. İshak (öl. 767)'nin el-Muhtasar'ıdır.
Ancak el-Müdevvene, Malikî
fıkhının en muteber temel kaynağı kabul edilmektedir. Zira doğru ve mevsuk
olarak rivayet edilmiştir. El-Müdevvene'de, Malikten rivayet olunan fetva ve kaviller,
takipçilerinin onun usulüne göre yaptıkları içtihadlar, diğer bazı
talebelerinin görüşleri ve fıkha dair hadisler ve Ashab dahil sonraki âlimlerin
görüşleri bir araya getirilmiştir.
Malikî Mezhebinin Mısır'a
oradan da Kuzey Afrika yoluyla, Endülüs'e kadar uzanmasını ve buralara yerleşip
hakim mezhep konumuna gelmesini sağlayan, mezhebin şöhret bulmuş ve bizzat İmam
Malik tarafından yetiştirilmiş ilk seçkin âlimlerinin bir grubu Mısır'dan ve
bir grubu da Kuzey Afrika ve Endülüs'tendir.
İmam Malik'in Mısırlı yedi
öğrencisi:
1- Ebu Abdillâh,
Abdurrahman b. el-Kâsım (Ö.191/807). İmam Malik'ten yirmi yıl süreyle fıkıh
tahsil etmiş ve mutlak müctehidlik derecesine ulaşmıştır. Mısır fakihi Leys b.
Sa'd'den de fıkıh ilmi almıştır. el-Müdevvene'yi gözden geçirip tashih eden
odur. Malikîler'in en değerli fıkıh eserlerinden olan el-Müdevvene, Sahnun (Ö.
240/854) tarafından fıkıh ile ilgili yazılan eserlerin tertip ve tasnif
metoduna göre düzenlenmiştir.
2- Ebu Muhammed, Abdullah
b. Vehb b. Müslim (Ö.197/812). İmam Malik'in yanında yirmi yıl kaldı. Malikî
fıkhını Mısır'da yaydı. Bu mezhebin tedvininde büyük etkisi oldu. İmam Malik
O'na; "Mısır fakihine; Ebu Muhammed el-Müfti'ye!" diye hitap ederek
mektup yazardı. Leys b. Sa'd'dan fıkıh öğrendi. Güvenilir (sika) bir muhaddis
idi. "Divanü'l-ilm" diye adlandırılırdı.
3- Eşheb b. Abdilaziz
el-Kaysî (Ö. 204/819). İmam Malik ve Leys b. Sa'd'dan fıkıh öğrendi.
Abdurrahman b. el-Kasım'dan sonra Mısır'da fıkıh riyaseti ona geçmiştir. Malikî
fıkhını rivayet ettiği Müdevvenetü Eşheb" adı verilen bir kitabı vardır.
Bu, Sahnun'un kitabından ayrıdır. İmam Şafiînin; "Mısır, Eşheb gibisini
yetiştirmemiştir" dediği nakledilir.
4- Ebu Muhammed, Abdullah
b. Abdilhakem (Ö. 214/829). Eşheb'ten sonra Malikîlerin riyaseti ona geçmiştir.
5- Asbağ b. Ferec (Ö.
225/840). İbn Kasım, İbn Vehb ve Eşhebten fıkıh öğrendi, Malik'in mezheb ve
görüşlerini en iyi bilenlerdendi.
6- Muhammed b. Abdillah b.
Abdilhakem (Ö. 268/881). Fıkıh ilmini babasından, çağdaşı Malikî fakihlerinden
ve İmam Şafiî'den aldı. Mısır'da fıkıh konularında başvurulan sembol kişi
haline geldi. Hatta Mağrib ve Endülüs'ten öğrencilerin ilim almak için
koştukları bir kişi idi.
7- Muhammed b. İbrahim
el-İskenderî b. Ziyad (Ö. 269/882). İbn Mevâz olarak bilinir "el-Mevvâziye"
diye ünlü bir kitabı vardır. Malikî fıkhına ait en değerli, meseleleri en
sağlam ve en basit biçimde kapsayan geniş bir kitaptır.
İmam Malik'in Mağribli ünlü
yedi öğrencisi:
1- Ebu Hasan Ali b. Ziyad
et-Tunusî (Ö.183/799). Fıkhı İmam Malik ve Leys b. Sa'd'dan aldı. Afrika'nın
fakîhi idi.
2- Ebu Abdillah Ziyad b.
Abdurrahman el-Kurtubî (Ö. 193/809). "Şabtun" lakabıyla bilinir.
Muvatta'ı, Malik'ten dinlemiş ve onu Endülüs'e ilk sokan kişi olmuştur.
3- İsa b. Dinar el-Kurtubî
el-Endelusî (Ö. 212/827). Endülüs fakihlerindendir.
4- Esed b. el-Fürât b.
Sinan et-Tunusî (Ö. 213/828). Nisaburlu olan bu zat, İmam Malik'ten Muvattaa
okudu. Daha sonra Malikî mezhebinden olduğu halde Irak'a gittikten sonra Hanefî
mezhebine girmiştir. Hanefî fıkhını Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'den almıştır.
5- Sahnun b. Abdisselâm b.
Saîd (Ö. 240/854). Önce Tunus'un Kayravan şehrinde tahsiline başladı. Daha
sonra Medine ve Mısır'a giderek ilmini ilerletti. Afrika'nın kuzeyi ile Endülüs'te
Malikî mezhebinin yayılmasında büyük hizmetleri olmuştur. Keskin buluşları
olması sebebiyle kendisine "Sahnun" lakabı verilmiştir. Malikî
fıkhının temel kitaplarından olan "el-Müdevvene"nin hazırlanmasında
bu zatın büyük emeği geçmiştir.
6- Yahya b. Yahya b. Kesir
el-Leysî (ö. 234/848). Kurtuba'lı olup, Malikî mezhebini Endülüs'te okutmuş ve
tanıtmıştır.
7- Abdülmelik b. Habib b.
Süleyman es-Selemî (Ö. 238/852). Yahyâ b. Yahyâ'dan sonra Malikî fıkhının
riaseti ona geçmiştir.
Malikî Mezhebinin yayıldığı
yerler: Malikî Mezhebi, başlangıçta Hicaz'da yaygındı. Ancak sonraları çeşitli
sebeblerden dolayı bu bölgedeki müntesipleri azalmıştır.
İmam Malik'in görüşleri,
henüz hayatta iken, yukarıda kendilerinden bahsedilen öğrencileri tarafından
Mısır'a taşınmıştı. Mısırlı öğrencilerin memleketlerine döndüklerinde, Malikî
fıkhına göre yetiştirdikleri öğrencileri vasıtasıyla mezheb, Mısır'da yayılarak
yerleşmeye başladı. Ancak daha sonra, Şafiî mezhebi buradaki üstünlüğü ele
geçirmişti. Bundan sonra, Mısır'da her iki mezheble de amel edilmeye devam
edilmiş, yargı işlerinde Hanefî Mezhebi de müracaat edilen bir merci olarak
varlığını göstermişti. Ancak daha sonra Fatımîler Mısır'a hâkim oldukları
zaman, kaza ve fetva işlerinde Şia ön plana çıkmıştı. Fatımîler,
Câmi'u'l-Ezher'i kurarak burayı, Şia Mezhebinin ilmî merkezi haline getirmişler
ve Ehl-i Sünnet mezhepleri silinmeye çalışılmıştır.
Selahaddin Eyyubî
tarafından Fatımî hâkimiyetine son verilince, Ehl-i Sünnet ihya edilmiş, Şafiî
meıhebi tekrar birinci seviyeye çıkmıştı. Bununla birlikte, Malikî fıkhının
okutulduğu medreseler sayesinde Malikîlik de güç kazannııştır. Memluklular
devrinde kaza işlerinde dört mezheb esas alınmıştır. Mısır baş kadısı
Şafiîlerden, ikinci kadı da Malikîler'den atanırdı.1920'lerde Mısır'da şahıslar
hukuku Malikî mezhebi esas alınarak yeniden gözden geçirilmiştir.
Bu mezhebin hakim olduğu
diğeı bir bölge de Mağrib ülkesidir. İmam Malik'in öğrencileri tarafından
buraya getirilen Malikî fıkhı, âlimlere danışmadan karar almayan, ciddi ve
fukuhaya saygılı yöneticilerin uygulamalarıyla halk arasında yaygınlık
kazanmıştır.
Malikî Mezhebi, Endülüs'te
de en çok müntesibi bulunan mezhebdir. Endülüs'te önceleri Evzâi mezhebi
üstündü. Fakat, Hicrî 200'lerden sonra Malikî mezhebi, bu bölgeye hâkim olmaya
başladı. Mlikîliği Endülüs'e ilk getiren kimse, İmam Malik'in seçkin
öğrencilerinden biri olan, Ziyad b. Abdurrahman olmuştur. Endülüs Emevi
devletinin Abbasilerle olan kötü ilişkileri onların Malikî mezhebini
devletlerine hâkim kılmasına sebeb olmuştur.
Malikî mezhebi, Sicilya,
Fas, Sudan'da yayılmış; Bağdat, Basra hatta Nişabur'a kadar uzanmıştır.
Malikî mezhebinin Mısır,
Kuzey Afrika ve Endülüs'te yayılıp da, diğer bölgelerde etkinlik
gösterememesinin sebebi olarak; Endülüs'ten Medine'ye kadar olan bölgede,
Medine'nin kuzey ve doğu tarafındaki memleketlerde olduğu gibi, ilmî merkezler
ve etrafında ders halkalarının oluştuğu müctehid imamların olmayışı, ayrıca
Batı'dan gelen öğrencilerin fıkhî ekolleşmelerin geliştiği doğu taraflarına
yönelmelerinin zorluğu gösterilmektedir. İmam Malik'e gelen talebeler onun gibi
bir üstada kavuştuktan sonra ilmin kaynağı Medine'nin dışına çıkıp doğuya
yönelmeye, ihtiyaç da duymuyorlardı. Kuzey ve doğuya doğru Malikîliğin az
gelişmesinin sebebinin yolları üzerinde bulunan Şam ve Irak bölgesinde ilmî
hareketliliğin had safhaya ulaşmış bulunması sebebiyle buralara ilim tahsili
için uğrayan öğrencilerin burada bulduklar ile ilmî doygunluğa ulaşmaları
olduğu şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır (bk. Ebu Zehra, a.g.e., 407 vd).
Ömer TELLİOĞLU