HADİS ANA SAYFASI – MEZHEBLER ANA SAYFASI
HANEFİ MEZHEBİ :
İmam-ı Âzam lâkabıyla
şöhret bulan Ebu Hanîfe'ye izâfe edilen fıkıh ekolünün adı. Ebu Hanife'nin asıl
adı Numân, babasının adı Sâbit, dedesinin adı ise Zuta'dır. Zuta, Irak ve
İran'ın müslümanların eline geçmesinden sonra müslüman olmuş ve Kufe'ye
yerleşmiştir. O ve oğlu Sâbit Kufe'de Hz. Ali ile görüşmüştür
Ebu Hanîfe H. 80 yılında Kufe'de
doğdu, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak orada yetişti. Irak ve Hicaz Ebu
Hanife'nin yetiştiği dönemde önemli iki ilim merkezi hâlindeydi. Çünkü Hz. Ömer
(ö.23/643) devrinde Fustat (eski Mısır), Kufe ve Basra gibi büyük İslâm
şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu
binlerce müslüman yerleşmişti. Hz. Ömer Kufe'ye fasih Arapça konuşan kabîleleri
yerleştirmiş ve Abdullah b. Mes'ud (ö. 32/652)'a onlara ilim öğretmesi için
göndermiş, "kendisine ihtiyacım olduğu halde Abdullah'ı size göndermeyi
tercih ettim" demiştir (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkin, I, 16, 17, 20).
İbn Mes'ud, Kufe'nin
kuruluşundan Hz. Osman'ın halifeliğinin sonlarına kadar Kufelilere Kur'ân ve
fıkıh öğretmiştir. Bu sayede orası, pekçok kurrâ, fıkıh ve hadis bilginiyle dolmuştur.
Onun talebelerinin dört bin dolaylarında olduğu söylenir. Ayrıca Kufe'de Sa'd
b. Ebî Vakkas (ö. 55/675), Huzeyfe İbnü'l-Yemân (ö. 36/656), Selmân-ı Fârisî
(ö. 36/656), Ammâr b. Yâsir (ö.34/657), Muğîre b. Şu'be (ö. 50/670), Ebu Musa-Eş'ar,
(ö. 44/664) gibi. seçkin sahâbiler de bulunuyordu (en-Neysâburî, Ma'rifetu Ulumi'l-Hadîs,
nşr. es-Seyyid Muazzam, Kahire 1937, s. 191, 192). Bunlar İbn Mes'ud'a yardımcı
oluyorlardı. Hz. Ali Kufe'ye geldiğinde buradaki fakihlerin çokluğuna sevinmiş,
"Allah, İbn Mes'ud'a
rahmet etsin, bu şehri ilimle doldurmuş; İbn Mes'ud'un öğrencileri bu şehrin
kandilleridir" demiştir (el-Kevserî, Fıkhu Ehli'l-Irak ve Hadisühum,
Nasbü'r-Râye mukaddimesi, I, 29, 30).
Mısır'a yerleşen
sahâbilerin üç yüz dolaylarında olmasına karşılık el-İclî, yalnız Kufe'ye
yerleşen sahâbilerin bin beş yüz dolaylarında olduğunu, bunlardan yetmiş
kadarının Bedir savaşına katıldıklarını söyler.
Kufe'de bu alim
sahâbelerden feyiz ve ilim alarak ictihad yapabilecek dereceye ulaşan
tâbiîlerden bazıları da şunlardır: Alkame b Kays (ö. 62/681), el-Esved b. Yezîd
(ö. 75/694), Şurayh b. e1-Hâris (ö. 78/697), Mesruk b. el-Ecda' (ö. 63/683),
Abdurrahmân b. Ebî Leylâ (ö. 148/765), İbrahim en-Nehâî (ö. 96/714),
Âmiru'ş-Şa'bi (ö. 103/721), Said b. Cübeyr (ö. 95/714), Hammâd b. Ebî Süleyman
(ö. 120/738).
İşte Hanefi mezhebînin
kurucusu Ebu Hanîfe (ö.150/767) böyle bir ilim ortamında yetişti. Ebu
Hanife'nin fıkhı, kendisinden on sekiz yıl ders aldığı Hammad b. Ebî Süleyman
vâsıtasıyla, İbrahim en-Nehâî, Alkame ve Esved yoluyla, Abdullah b. Mes'ud, Hz.
Ali ve Hz. Ömer gibi sahâbe bilginlerine dayanır. Hz. Ömer'in Irak ekolüne
etkisi tbn Mes'ud vasıtasıyla olmuştur. Hz. Ali ise kazâ ve fetvâlarıyla
Iraklılara önderlik yapmıştır.
Kufe aynı dönemlerde hadîs
malzemesi bakımından da zengindi. Müctehidlerin kullandığı ibâdet, muâmelât ve
ukubâtla ilgili hüküm hadislerinin sayısı sınırlı olduğu için, bu konularda
Hicaz'ın hadis malzemesi bütün şehirlerin bilginlerince biliniyordu. Çünkü
onlar hacc dolayısıyla sık sık Mekke ve Medîne'yi ziyaret ediyorlardı.
Aralarında kırktan fazla hacc ve umre yapan vardı. Sadece Ebu Hanife elli beş
kere haccetmişti. İmam Buhârî'nin (ö. 256/869) hocalarında Affân b. Müslim
el-Ensârî el-Basrî'nin (ö. 220/835) şu sözü Irak yöresinin hadîs bakımında ne
kadar zengin olduğunu göstermeye yeterlidir: "Kufe'ye gelip dört ay
oturduk. İsteseydik yüz bin hadis yazardık; ancak elli bin hadis yazdık. Biz
yalnız herkesin kabul ettiği hadisleri aldık. Çok hadis yazmamıza Şerîk b.
Abdillâh (ö. 177/793) engel oldu. Kufe'de Arapça'sı bozuk ve hadis rivâyetinde
gevşeklik gösteren kimseye rastlamadık" (el-Kevserî, a.g.e.,I, 35, 36).
Affân hakkında, İbnü'l
Medinî;
"Hadisteki bir harfte
şüphesi olsa o hadisi almazdı"; Ebu Hatîm ise; "imamdır,
sikâdır." demiştir. Böyle titiz bir hadisçi kufe yöresinde dört ayda Ahmed
b. Hanbel'in (ö. 241/855) Müsned'indekinden daha çok hadis toplayabilmiştir.
Ebu Hanife Kufe'de önce
Kur'ân-ı hıfzetti. Sarf, nahiv, şür ve edebiyat öğrendi. Kufe, Basra ve bütün
Irak'ın en önde gelen üstadlarından hadis dinledi ve fıkıh meselelerini
öğrendi. Doğuştan mantık, zekâ, hâfıza gücü ve çalışkanlığı ile ilim sahipleri
arasında temayüz etti. Onun ilme yönelmesinde Âmiru'ş-Şa'bî'nin etkisi
olmuştur. Numân, hacc seyahati sırasında, bizzat sahâbelerden hadis dinlemiş
olan Atâ b. Ebî Rabah (ö. 115/733) ve İbn Ömer'in mevlâsı Nâfi' (ö. 117/735)
gibi tâbiîlerden bazıları ile temas etmiş ve onlardan da hadis dinlemiştir.
Hocası Hammâd'ın vefâtında
Ebu Hanîfe kırk yaşlarında idi. Onun vefâtıyla boşalan kürsüsünde ders vermeye
başladı. Ebu Hanife'nin ders ve fetvâ vermedeki usulü, rivâyet ve anânecilerin
sema' (dinleme) usulünden farklıdır. Onun ders halkasında iki türlü müzâkerenin
oluştuğu anlaşılıyor a) Talebeleri için verdiği düzenli fıkıh dersleri. b)
Dışarıdan ve halk tarafından cevabı istenilen sorular (istiftâ). Hanefi mezhebi
istişâre esasına dayandırılmıştır. Ebu Hanife meseleleri tek tek ortaya atar,
öğrencilerini dinler, kendi görüşünü söyler ve onlarla konuyu bir ay hattâ daha
fazla süreyle münâkaşa ederdi. Meselenin incelenmesinde hazırlığı olan ve
ictihad derecesinde bulunanlar da düşünce ve ictihadlarını söyledikten sonra,
bu mesele hakkında müzâkere bitmiş sayılır ve sıra Ebu Hanife'ye gelirdi. O,
meseleyi yeniden izah ve tasvir ettikten, kendi delillerini ve ictihadını
ortaya koyduktan, gerekli düzeltmeler yapılıp cevaplar verildikten sonra,
alınan karar çoğu defa delillerden tecrit edilerek son derece veciz cümlelerle,
bizat kendisi tarafından imlâ ettirildi. Bu imlâ vecizeleri daha sonra fıkıh
kaideleri hâline gelmiştir (Hatîb, Tarihu Bağdâd XI, 307 vd.; el-Kevserî
a.g.e., I, 36 vd.). Ebu Hanife'nin bu ilim halkalarında İslâm'ın bütün
hükümleri yani ibâdât, muâmelât ve ukubâta âit emir ve yasaklarını yeni baştan
gözden geçirilerek incelenmiştir. Konularına göre tasnîf edilip tedvîn edilen
bu hüküm ve meseleleri Zâhiru'r-Rivâye adıyla kaleme alan Muhammed b. Hasen
eş-Şeybânî'dir. (ö.189/805). eş-Şeybânî daha küçük yaşta iken Ebu Hanîfe'nin
ilim meclislerinde hazır bulunmaya başlamış; eğitimini daha sonra Ebu Yusuf'un
yanında tamamlamıştır. Ebu Hanife, öğrencileri için şöyle demiştir:
"İçlerinizde otuz altı tane yetişkin olanı var, onlardan yirmisekizi
kadılık, altısı müftîlik, ikisi de hem başkadılık ve hem de fetvâ makamına
lâyıktırlar (el-Bezzâzî, Menâkıb, II, 125). Bunlar da Ebu Yusuf ve
Züfer'dir"
Zâhiru'r-Rivâye kitapları
altı tane olup, daha sonraki bilginlere tevâtür yoluyla nakledilmiştir. Bunlar;
" el-Asl (veya el-Mebsut)", "el-Câmiu's-Sağîr", "
el-Câmiu'l-Kebîr" " es-Siyeru's-Sağîr",
"es-siyeru'l-Kebîr" ve "ez-Ziyâdât" adlarını alırlar.
Hanefi mezhebinin temellerini oluşturduğu için bunlara "Mesâil-i usul"de
denilmiştir. Zâhiru'r-Rivaye'de Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in
görüşleri toplanır. Devrin özelliği olarak Ebu Hanife fıkıh meselelerini
talebelerine imlâ ettirmiş olmalıdır. Bu altı kitap metinlerinde kendisine
isnad edelin meselelerin ona âit olduğunda şüphe yoktur. Hattâ meselelerin
ifadesinde vecîz metinlere bile Ebu Hanife'nin sözü ve uslubu olarak
bakılabilir.
Zâhiru'r-Rivâye kitapları
Hâkim eş-Şehîd Ebu Fazl Muhammed el-Mervezî (ö. 334/945) tarafından
kısaltılarak bir araya getirilmiş ve eser el-Kâfr adını almıştır. Kendi
devrinde bu eser Hanefi mezhebinin görüşlerini, meselelerini öğrenmek isteyene
yeterli görülmüştür. el-Kâfı, bir buçuk asır kadar sonra Şemsü'l-Eimme
es-Serahsî (ö. 490/1097) tarafından şerhedilmiş ve el-Mebsut isimli bu eser
otuz cilt hâlinde basılmıştır.
Ebu Hanife'nin kendisine
isnad olunan ve günümüze ulaşan kitapları dah çok akaid ve kelâm konularına
âittir. el-Fıkhu'l-Ekber, Kitâbü'l-Âlim ve'l-Müteallim, Kitâbü'r-Risâle, beş
tane el-Haşiyye kitabı, el-Kasidetü'n-Nu'mâniyye, Ma'rifetü'l-Mezâhib,
Müsnedü'l-İmam Ebî Hanife (Bunların rivâyet, nüsha ve şerhleri için bk., Brockelmann,
Galş Fuad Sezgin, Gas; Halim Sâbit Şibay, " Ebu Hanife ", İA, IV, 26,
27).
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed,
mezhebin teşekkülünde etkili olmuş büyük Hanefi müctehidleridir. Ebu Yusuf,
mal, vergi ve devlet hukukuna dair Kitabü'l-Harâc adlı eserini yazmış, hanefî
meıhebinin devlet ricâli ve kitleler arasında yayılmasına katkıda bulunmuştur.
Abbâsî halifesi Hârun er-Reşîd zamanında "kâdıu'l-kudât (baş kadı)"
olmuş, böylece mezhebin icrâ ve kazâda uygulanması yolunu açmıştır.
es-Serahsî'nin, el-Mebsut'undan
sonra Hanefi fıkhını açıklayan ve geliştiren te'lifler devam etmiştir.
el-Kâsânî'nin (ö. 587/1191) Bedâyiu's-Sanayi' fi Tertîbi'ş-Şerâyî' adlı eseri
son derece sistemli ve değerli bir eserdir. Daha sonraki önemli te'lîf ve
şerhlerden bazıları da şunlardı. el-Merginânî'nin (ö. 593/1197) el-Hidvye adlı
eseri. Bunun başlıca şehrleri İbnü'l-Hümâm'ın (ö. 861/1457) Fethu'l-Kadîr, es
Siğnakı'nin (te'lif: 700/1300) en-Nihâye, el-Bâbertî'nin (ö. 786/1384) el-İnâye
ve el-Kurlânî'nin (ö. VIII/XIV. asır) el-Kifâye adlı eserleridir. en-Nesefi'nin
(ö. 710/1310) Kenzü'd-Dekâik'i sonraki önemli te'liflerden olup, yine aynı
müelif tarafından, el-Nâfı adıyla şerhedilmiştir. Diğer önemli şerhleri;
ez-Zeylaî'nin (ö. 743/1342) Tebyînü'l-Hakâik'i ile İbn Nüceym el-Mısrî'nin (ö.
970/1562) el-Bahru'r-Râik adlı eserlerdir. Osmanlılar döneminde yazılan en
önemli eserler şunlardır: Molla Hürsev'in (ö. 885/1480) ed-Dürer'i ve buna
Vankulî (ö. 1000/1591) ile başkaları tarafından yazılan şerhler, el-Halebî'nin
(ö. 956/1549) el-Mülteka'l-Ebhur'u ile bunun Şeyhzâde (ö.1078/1667) tarafından
te'lif edilen Mecmau'l-Enhur adlı şerhi. Timurtâşî'nin (ö.1004/1595)
Tenvîru'l-Ebsâr'ı ile el-Haskefî'nin (ö. 1088/1677) ed-Dürrü'l-Muhtâr'ına
yazılan şerh ve İbn Âbidîn (ö. 1252/ 1836) tarafından yazılan Reddü'l-Muhtâr
ale'd-Dürri'l-Muhtâr adlı büyük şerh de önemli eserlerdendir. Yine Tanzimat
devrinde Ahmed Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından 1869-1876
yılları arasında hazırlanan 1851 maddelik Mecelle medenî hukuk alanında meydana
getirilmiş önemli bir çalışmadır. Mecelle, şahıs, aile ve miras münâsebetlerine
ve aynî haklara âit birçok önemli konuları fıkıh ve fetvâ kitaplarına
bırakmıştır. Mecelle'nin şerhleri arasında; Ali Haydar Efendi'nin (ö.1355/1936)
Düraru'l-Hukkâm adlı Türkçe şerhi ile Mes'ud Efendi'nin (ö. 1310/1893) Arapça
Mir'ât-ı Mecelle'si zikredilebilir. 1875 M. tarihinde Mısır adliye nâzın
Muhammed Kadri paşa tarafından tedvîn edilen el-Ahkâmü'ş-Şer'iyye ile 1917
tarihli Osmanlı Hukuk Âile Kararnâmesi diğer kanun mecelleleridir.
Hanefi mezhebinin
özelliklerine gelince bizzak Ebu Hanife ictihad ederken takip ettiği usulü şu
şekilde açıklamıştır: "Allah'ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda
bulamazsam Rasulullah'ın mutemed alimlerce mâlum, meşhur sünnetiyle amel
ederim. Onda da bulamazsam ashâb-ı kiramdah dilediğim kimsenin re'yini alırım.
Fakat iş, İbrahim en-Nehaî, eş-Şa'bî, el-Hasenü'l-Basrî ve Atâ'ya gelince, ben
de onlar gibi ictihad ederim" (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; ez-Zehebî,
Menâkıb, s. 20-21). Ebu Hanife fıkhı; "kişinin leh ve aleyhte olanı, yani
iyi ve kötüyü tanımak" diye tanımlar ve meselelerin hükümlerini kitap,
sünnet, icmâ ve kıyas delillerinden birisine bağlar. Herhangi fıkhî bir mesele
önce Kur'ân âyetleri ile karşılaştırılır. Âyetin İbâre, işâre, iktizâ veya
delâletinde bir şey varsa ona bağlı olarak çözülürdü. Kur'ân'da bir çözüm
bulunmazsa, sünnete başvurulur. Ancak Hanefilerin sünnetin Hz. Peygamber'e
dayanmasını tâyin hususunda özel metotları vardır. Bu usule göre, her an'ane
bir sünnet olmayabilir. Mütevâtir ve meşhur hadisler dışında kalan haber-i
vâhid ve mürsel hadisler özel incelemeye tâbi tutulur.
Ebu Hanife haber-i vâhidi
(tek râvînin rivâyet ettiği hadis), râvînin güvenilir (sika), fakih ve adâletli
olması; rivâyet ettiği şeye aykırı bir amelde bulunmaması şartıyla kabul eder.
Meselâ Ebu Hüreyre'nin (ö. 58/677) rivâyet ettiği; "Birinizin kabına köpek
batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere, onu yedi defa yıkasın"
(Buhârî, Vüdu', 33; Müslim, Tahâret, 89, 91, 92, 93) hadîsini Ebu Hanife kabul
etmez. Çünkü Ebu Hüreyre bu hadisle amel etmez ve böyle bir kabı üç kere
yıkamakla yetinirdi. Bu durum hadîsi rivâyet bakımından zayıflatmakta, hattâ,
Ebu Hüreyre'ye isnadını bile şüpheli bir duruma sokmaktadır. Ebu Hanife'nin
âhâd haberleri kabulde esas aldığı prensipleri şöylece özetlemek mümkündür:
a) Ahâd haber, İslâm
hukukunun kaynakları tek tek incelendikten sonra elde edilecek ortak esaslara
göre değerlendirilir. Eğer âhâd haber bu esaslarla çatışırsa, iki delilden daha
kuvvetli olanı alınır; çatışan tek râvili haber terkedilerek sözkonusu esasa
dayanılır ve böyle bir haber "şâz" sayılır.
b) Âhâd haber Kur'ân'ın
genel ifadesine (âmm'e) veya Kur'ân'da bulunan bir lâfza (zâhir anlama) aykırı
düşerse, haber terkedilerek Kitap'la amel edilir. Burada da iki delilden daha
kuvvetli olanı tercih vardır. Çünkü Kur'ân'ın sübutu kat'îdir. Ebu Hanîfe'ye
göre, delâlet bakımından Kur'ân'ın zâhirleri ve genel ifadeleri kesindir.
Haber, Kur'ân'ın âmm ve zâhirine aykırı olmaksızın, onun mücmel'ini beyan
ederse, bu haber kabul edilir. Bu, âhâd haberler Kur'ân'da olmayan bir hükmü
ona ilâve anlâmına gelmez.
c) Âhâd haberin meşhur
sünnetle çatışması hâlinde, kuvvetli olan meşhur sünnet esas alınır.
d) Âhâd haber, kendisi gibi
tek râvili bir haberle çelişirse, râvisi daha bilgili ve fakîh olan tercih
edilir.
d) İki haberden birisinde,
senet veya metin bakımından fazlalık varsa, ihtiyat yönü düşünülerek bıi
fazlalık kabul edilmez.
e) Âhâd haberle,
kaçınılması imkansız olan "umumî belvâ", yanı sık sık vuku bulduğu
için herkesin yapmak zorunda kaldığı hususlarda amel edilmez. Bu gibi
durumlarda haberin mütevâtir veya meşhur olması gerekir.
f) Yine Ebu Hanife âhâd
haberlerin, seleften hiç kimse tarafından tenkid ve ta'n'a uğramaması; râvînin
onu işittiği andan rivâyet ettiği ana kadar ezberinde tutması, haberi kimden
aldığını hatırlamaması halinde, yazısına güvenmemesi; şüpheli hallerde
uygulanmayan had cezalarında değişik rivâyetler bulunursa, ihtiyat yönünün
tercih edilmesi; başka haberlerle desteklenene âhâd haberlerin alınması gibi
prensipler geliştirmiştir (M. Zahid el-Kevserî, a.g.e., I, 27, 28) Aynı
Müellif; Te'nîbü'l-Hatîb,1361 Kahire, s. 152-154).
Mürsel hadisler için de
bazı şartlar öngörülmüştür. Senedi Hz. Peygamber'e ulaşmayan ve senedinde
kopukluk bulunan hadîse mürsel veya munkatı' hadis denir. Şâfiîler mürsel için
birtakım kabul şartları öne sürerken; Ebu Hanîfe ve İmam Mâlik mürsel hadisi
kayıtsız-şartsız kabul eder. Yalnız hadîsi rivâyet eden râvinin sika olmasını
yeterli görürler. Diğer yandan mürsel hadis, kendisinden daha kuvvetli olan bir
delille çatışmamalıdır. İslâm'ın ilk devirlerinde mürsel hadislerle amel
edilmiştir. Hattâ İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/922), "mürsel haberi mutlak
olarak reddetmek hicrî ikinci yüzyılın başında ortaya çıkan bir bid'attır"
demiştir. Buhârî ve Müslim gibi muteber hadisçiler eserlerinde mürsel hadislere
yer vermişler, bunları delil olarak zikretmişlerdir (Buharî, Ezân, 95; Ebu
Zehra, Usulü'l-Fıkh, s. 111).
Ebu Hanife'nın az hadis bildiğini,
hadise gereken önemi vermediğini veya hadislere muhâlefet ettiğini, ya da zayıf
hadisleri aldığını öne sürenler, mezhep imamlarının hadisleri kabul için ileri
sürdükleri şartları tetkik etmeyen kimselerdir. Fitne ve yalanın yaygın olduğu
bir devirde, Hz. Peygamber şöyle buyurdu, diyerek hadis nakleden herkesin
rivâyet ettiği hadîsi kabul edenler, Hanefîlerin hadislere muhâlefet ettiğini
sanırlar. Halbuki onlar, kitap, sünnet ve sahâbilerin hükümleri gibi nass'ların
kaynaklarını araştırmada son derece titizlik göstermişler; nass'a dayanan ve
kabule lâyık görülen, birbirine benzer meseleleri çıkardıkları temel prensibe
dayandırarak bir kaide altında toplamışlardır. Tarafsız âlimlerin incelemesini
göre, Ebu Hanife'nin ictihad şurâsında kendisine yardımcı olan hadis
hâfızlarının bulunduğu ve ictihadlarında bizzat üstadlarından öğrendiği dört
bin kadar hadis kullandığı açığa çıkmıştır. Onun bazı hadisleri reddetmesi,
hadisin sıhhati için ileri sürdüğü şartlara bu hadislerin uymaması yüzündendir.
Ebu Hanife sahih hadîsi reddetmek bir yana, mürsel ve zayıf hadisleri bile
kıyasa tercih etmiştir (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usüli'l-Ahkâm, Nşr. A.M. Şakir
Mısır (t.y.), s. 929; el-Kevserî, Te'nîb, s. 152; Mekkî, Menâkıb, II, 96).
Ebu Hanife ictihadlarında
kıyas ve istihsana çok yer vermiştir. Kıyas; hakkında Kur'ân ve sünnette hüküm
bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla,
hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamak demektir. Aslında daha önce
sahâbe devrinden müctehid imamlar devrine kadar kıyasa başvurulmuştu. Ebu
Hanife'nin yaptığı, kıyası kaideleştirmek, çok kullanmak ve henüz meydana
gelmemiş hâdiselere de uygulamaktan ibarettir (İbnü'l-Kayyim,
İ'lâmü'l-Muvakkıîn, l, 77, 227).
Kıyas uygun düşmeyen yerde
Ebu Hanife istihsan yapardı. Ebu'l-Hasen el-Kerhî (ö. 340/951) İstihsânı şöyle
tarif eder: "Müctehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı, bir
meselede benzerlerin hükmünden başka bir hükme başvurmasıdır" (Ebu Zehra,
a.g.e., s. 262). İmam Mâlik; "İstihsan ilmin onda dokuzudur" derken;
İmam Şafiî, istihsanı şer'i bir delil saymamı ve onu " Bir kimsenin
keyfine göre bir şeyi beğenmesi, hoş ve güzel bulmasıdır"sözleriyle
reddetmiştir. Hattâ o, el-Ümm adlı eserinde, "Kitâbü
İbtâli'l-İstihsân" başlıklı bir bölüm ayırarak, istihsâna hücum etmiştir
(bk. el-Ümm, VII,267-277). İbn Hazm'a göre istihsan; "Nefsin arzuladığı ve
beğendiği şekilde hükmetmektir" (İbn Hazm el-İhkâm, s. 22; İbn Hazm
İbtâlü'l-Kıyâs, s. 5-6)
Ancak hiçbir İslâm
hukukçusu, bu arada Hanefiler istihsânı bu şekilde anlamamışlardır. Aksi
görüşte olanlar yanlış anladıkları için tenkitte bulunmuşlardır. Kıyası kabul
edenler arasında Hanefilerin kastettiği anlamda istihsan yapmayan yoktur.
Şafiilerin istihsânın aleyhinde öne sürdükleri deliller, doğru bulunursa, bu onların
benimsediği kıyası da geçersiz kılar (M. Ebu Zehra, Usulü'l-Fıkh, s. 270 vd.)
el-Kevserî'nin, Ebu Bekir
er-Râzi'den (ö. 370/980) nakline göre, istihsan iki alanda cereyan eder. a)
İctihad ve re'yimize bırakılmış miktarların miktar ve tespitinde re'yimizi
kullanmak. Mehir, nafaka, tazminat bedeli, yasak ava karşılık kesilecek
hayvanın takdirlerinde olduğu gibi. b) Daha kuvvetli bir delilden dolayı kıyası
terketmek. es-Serahsî (ö. 490/ 1097) bunu şöyle açıklar: "Gerçekte
istihsan iki kıyastan ibaret olup, birisi açık (celî) ve etkisi zayıftır. Buna
"kıyas" adı verilir. Ötekisi kapalı (hafî) ve etkisi kuvvetlidir.
Buna da "İstihsân" adı verilir, yani "kıyas-ı müstahsen"
denilir. Bunlarda tercih, tesire göre olup, açıklık ve kapalılık sebebiyle
değildir" (es-Serahsî, el-Mebsut, X, 145; el-Kevserî a.g.e., I, 24-27).
Yukarıdaki kıyasa şu örneği
verebiliriz: Kurt vb. yırtıcı hayvanların etleri haram olduğu gibi, içtikleri
suyun artığı da haramdır. Aynı şekilde yırtıcı kuşların da hem etleri, hem de
artıkları haramdır. Bu zâhir (açık) kıyasın bir sonucudur. İstihsana göre ise,
hafi (gizli) kıyas yoluna gidilerek, başka bir sonuca ulaşılır. Şöyle ki;
yırtıcı hayvanların artıkları salyaları karıştığı için pistir, çünkü salyaları
onların pis olan etlerinden meydana gelmektedir. Yırtıcı kuşlar ise, suyu
gagalarıyla içtikleri için artıkları salyalarıyla temas etmez. Gagaları de
kemik olduğu için artıkta herhangi bir eser bırakmaz. Buna göre, istihsânen
yırtıcı kuşların artığı olan su pislenmez, ancak ihtiyat bakımından böyle bir
suya mekruh denilir.
Bazan şer'i bir delille
çatışan kıyas terkedilerek istihsan yoluna gidilir. Kıyasa göre, unutarak yiyip
içen kimsenin orucu bozulur, fakat bu kimsenin orucunu bozulmayacağına dair Hz.
Peygamber'den rivâyet edilen bir hadis (Buharî, Savm, 26; Müslim, Sıyam,171)
sebebiyle kıyas terkedilmiştir. Yine namazda kahkaha ile gülenin, kıyasa göre
yalnız namazının bozulması gerekirken, hadisle abdestinin de bozulacağı
bildirilmiştir. (Zeylaî, Nasbu'r-Raye, I, 47). İstisnâ' (sanatkâra bir iş
ısmarlama) akdinde, akde konu olan şey, akid sırasında mevcut olmadığı için
kıyasa göre akdin bâtıl olması gerekirken, her devirde bu türlü akitle muâmele
yapılageldiğinden, onun sıhhati üzerinde icmâ' veya örf teşekkül etmiş ve bu
yüzden kıyas terkedilmiştir. Bazan zaruret yüzünden kıyas terkedilerek istihsan
yapılır. Meselâ; kadının bütün vücudu mahremdir. Fakat, hastalık hâlinde
doktorun onun bazı uzuvlarına bakması câiz olur. Burada, "zaruretler haram
olan şeyleri mübah kılar" kaidesi uygulanır. Yukarıdaki örneklerden de
anlaşılacağı gibi, Hanefilerin uyguladığı istihsan ya nass'a, ya kıyasa, ya
icmâ'a yahut da zarurete dayanmaktadır. Bu temele dayanan istihsânı, başka
kavramlar altında da olsa Şâfiîlerin de kabul etmesi gerekir. Şâfiî'nin itirazları
belki, sadece örf sebebiyle istihsan çeşidini içine alabilir. Çünkü örfün hüküm
istinbâtı için bir temel teşkil edip etmemesi bu iki mezhep arasında
ihtilâflıdır (bk. eş-Şâfiî, el-Ümm, VII, 267 vd.; el-Kevserî, a.g.e., I, 23-27;
es-Serahsî, el-Mebsut, X, 145; es-Serahsî, el-Usul, II, 201; Ebu Zehra, Usulü'l-Fıkh,
s. 263-273).
Hanefî mezhebi Irak'ta
doğmuş ve Abbâsîler devrinde ülkenin başlıca fıkıh mezhebi olmuştur. Mezhep
özellikle doğuya doğru yayılarak Horasan ve Mâverâunnehir'de en büyük gelişmesini
göstermiştir. Birçok ünlü Hanefî hukukçu bu ülkelere mensuptur. Mağrib'te
Hanefîler V. yüzyıla kadar Mâlikîlerle beraber bulunuyorlardı. Sicilya'da ise
hâkim durumda idiler. Abbasîlerden sonra Hanefi mezhebinde bir gerileme
görülmüşse de, Osmanlı devletinin kurulmasıyla yeniden gelişme olmuş; Osmanlı
sınırları içinde, halkı başka bir mezhebe bağlı olan yerlere bile, İstanbul'dan
Hanefi mezhebine sâlik hâkimlerin gönderilmesi, mezhebe buralarda resmîlik
kazandırmıştır (Mısır ve Tunus'ta olduğu gibi). Günümüzde Afganistan, Pakistan,
Türkistan, Buhara, Semerkand gibi Orta Asya ülkelerinde hanefîlik hakimdir.
Bugün Türkiye ve Balkan Türkleri", Arnavutluk, Bosna-Hersek, Yunanistan,
Bulgaristan ve Romanya müslümanları genel olarak Halefîdirler. Hicaz, Suriye Yemen'in,
Aden bölgesindeki müslümanların bir kısmı da Hanefidir (Ebu Zehra, Ebu Hanife,
terc. O, Keskioğlu, İst. 1966, s. 473 vd.).
Hamdi DÖNDÜREN