SULTAN 5. MEHMED REŞAD HAN :
Babası: Sultan Abdûlmecid Han
Annesi: Gülcemâl Kadın
Doğum Tarihi: 1844
Vefat Tarihi: 1918
Saltanat Müd.: 1909-1918
Türbesi: İstanbul Eyup'dedir.
Sultan 5. Mehmed Reşâd; Osmanlı devletinin 35. padişahı olup,
Sultan 26. Osmanlı halifesidir. Sultan Abdülmecid'in, Gülcemâl Kadmefendisinden
2/Kasım /1844'de İstanbul'da dünya'ya geldi. Vefatı ise 3/Temmuz/1918'de yine
İstanbul'da vukuubuldu. Eyübsultanda, Halic'in sularıyla öpüşen sahildeki
türbesine gömüldü. Mevlevî tarikatına intisabı olup, zarif bir insandı. Pek
kızdığı zaman sin harfini kefe vurduğu yaygın rivayettendir. Şeyhi Abdülhaim
Çelebi Efendi tarafından kılıç kuşandırıldı, Osmanlı tahtına çıktığında. Pek
olgun yaş olan 65'in içindeydi, Kılıç kuşatan Mevlevî Şeyhi Abdül-halim Çelebi
(1863-1925) dergâhların kapatılması gerçekleştiğinde, 4/EylüI/1925'de
Tepebaşında bu hareketi intihar etmek suretiyle protesto etti. Bu yaşlarda
insanlar elde ettikleri tecrübeler ışığında fevrî olmazlar olaylara serin
kanlı ve dikkatli bakmayı elde ettiği ve buna göre kararlar verebileceği bir
ömür dönemidir, bahse konu yaşlılık, bu Şeyh Efendinin hadisesi, ayrı bir
araştırma konusu yapılmalı, intihar gibi ahireti berbat edebilecek elîm bir
harekete başvurmak kolay gerçekleşecek işlerden değildir.
Sultan Reşad; Orta boylu mavi gözlü, beyazlamış sakallan ve dolgun
yanaklarıyla ton ton bir görünüşe sahipti der merhum pederim. Biz o zaman
talebeydik, Cuma selamlığına bizleri götürdüklerinden sık sık Sultan Reşad'ı
görürdük, derdi. Sultan Abdülhamid'i de beş-altı defa gördüğünü hep düşünceli
bir profil verdiğini, hafif öne mail halde yürürdü demekteydi. Ancak; Sultan
Reşad'in çok merhametli bir insan olup, fakir fukaraya, eytam erâmile yâni dul
ve yetimlere yardım etmeyi, en büyük görevi addederdi. Lütfi Simavi Bey, çok
zeki olduğunu ve bu zekâsını saklama tedbirliliğini de bilirdi demekte.
Hatıratında Lütfi Simav'ı Bey, şöyle bir vak'a anlatır: Sultan Reşad bir Bursa
seyahati esnasında gece oradaki ikametgâhda sabahladıktan sonra kendisini
yanına çağırır. Bir tepsi üzerinde para keseleri, keselerin yanında bulunan
listede de hangi kese hangi paşaya diye hazırlanmış liste vardır. Lütfi Simâvî
Bey; Efendimiz, bunlar ne olacak diye sorduğunda bunları sahiplerine odalarına
gidip, hem hayırlı sabahlar dileyecek hem de ikram edeceksiniz dediğinde, Simâvî
Bey; aman Efendimiz, bu zevatla birlikte İstanbul'dan birlikte yola çıktık.
Aynı vasıtalarla buraya kadar geldik, aynı çatı altında uykumuzu uyuduk, sabah
olunca da bu hediyeler niye? Bursa'nın fakir fukarasına, acezelerine hediye ve
ikramda bulunsanız daha iyi değilmi? Diye fikri beyan da bulunduğunda: Sultan
Reşad, zekâsının büyük eserini şöyle sergiler:
-Hay Allah senden razı olsun; iyi ki hatırlattın. Hemen şu
keseleri de onların merkez-i İdarelerine ulaştırın, refakati-mizdeki zevat
hakkında sorduğuna gelince ben bunlara böyle vesilelerle ara sıra ikramda
bulunmazsam, onlar bana padişahlık yaptırmaz! Cevabını verir. Bu cümlede saklı
olan hakikat aziz ve muhterem okurlar, her ne kadar iktidar yalnız sürdürülürse
de, o iktidarın görünmez ortakları vardır ki, bu harem-i hümayundan tutunda,
güç sahibi herkesin muhabbetini üzerinde toplamazsaniz muktedir olamazsınız.
Bu bakımdan Sultan Reşad pek talihsizdir. Yeri geldiğinde bu talihsizliğini
hatırlatırız.
Şimdi; Sultan 2.Abdülhamid Hân gibi bir şaşaalı padişahın yerine
geçmek onun mazide bıraktıklarının, yaptıklarının ağırlığı altında ezildiği bir
vakı'adır. Sultan Hamid, her şeyi hazırlar ve uygular bu sırada da aksaklık
olmaması için İşe vazülyed ederdi Sultan Reşad ise sadece bir tasdik makamı
hâlinde taht-i Osmanî'de oturmaktaydı. Biz Abdülhamid Hân'ın peşinden bir genel
değerlendirme ile sahifemizi süslemek istiyoruz. Bu de ğerlendirmenin 1913'de
yâni 1.Cihan savaşından önce, fakat Balkan harbinin içinde neşredilmiş ve o
dönem idadilerinde yâni lise seviyesindeki mekteblerde târih derslerinde
okutulan kitabın yazan Afi Sabri Bey'in olduğunu söylerken, bu zâtın
değerlendirmelerine itirazımız olursa onu da hemen altına ilâve ederiz. Yazının
başlığını biz bir ara başlık hâline getirdik.
5. Faslın Tekmilesi
Osmanlı devletinin gerek askerî gerekse mülkî teşkilâtının ne
kadar esaslı bir şekilde tesis olunduğunu, ancak, 1000/1591'den sonra da bu
kuruluşun nasıl bozulmaya yüz tuttuğunu târih akışı içinde görmüş bulunuyoruz.
Vaktiyle maddiyat ve maneviyat itibarıyla dereke dereke bizim
idaremizde bulunan garib kavimler yeni bir çağın açılışıyla ki bu İstanbul'un
Osmanlılar tarafından fethi, engizisyon mezaliminin tahammül olunamayacak
seviyelere yükselmesi ki, hemen şunu söyleyelim, İstanbul'un müslümanların
eline geçmesi bu şehirden İtalya'ya giden pek çok ilim ve bilim adamı avrupada
kurdukları mektepler, meydana getirdikleri ekollerle bat insanını uyandırmışlar
ve batı aydınlanması Şarka en yakın olan İstanbul'dan gidenler tarafından
gerçekleştirilmiştir.
Öte yandan engizisyonun avrupadaki varlığı nasıl bir şey sık sık tekrarlanırsa
bir karşı refleks doğurur bu misâle uygun olarak Avrupada tatbik olunan bu
klişe ve papaslann insanları yakmaları, hrıstiyan dini mensupları
dışındakilere yaptıkları işkenceler ahalide bir aksülamel husule getirmiş ve
silahlarına sarılan ahali üzerlerinde tatbik edilen zulümleri kaldırmaya ve
tatbikçilerini de haylice cezalandırdı. Taassubun yok edildiği yerde elbette
gelişmenin ve cemiyetin terakki edeceği tabii neticedendir.. Protestanlığın
çıkması ahalinin üzerinde bir intibah meydana getirdi. Bu intibah sonunda da
1600'lü yıllardan sonra da bizi fersah fersah gelip, geçtiler.
Hele hele ordularımızın uzun zamandan beri savaş alanlarında ve
hudutlarımız da asar-ı celadetlerini gösterememeleri, ikide birde ihtilâl
çıkararak emniyet ve güveni ve de huzuru selb eylemesi yâni askıya alması,
ülke içinde karışıklıkların günden güne artması, iktisadiyatımızın yavaş yavaş
ecnebilerin ellerine geçmeye yüz tutması, bazı düşünce sahiplerinin bir takım
ıslahat'hareketlerini yapmamız gerektiğini hatırlatmaları kendilerini tehlikeye
atmalarına sebep olmuş bu düşünceler iyi bir şekilde telakki edilmemişti 1.
Mahmud ve 3. Ahmed zamanında biraz tatbik şansı bulmuşsa da, gerek hariciyeye
ait işler, gerekse de, taassup sahipleri değişikliklerin menfaatlerine
vereceği zararları önlemek hususunda aldığı tedbirlerle her şeyi akim
bıraktırmaya muvaffak olmuşlardır.
3. Selim bütün yeniliklere açık bir padişah olması hasebiyle
tahta çıktığında hemen, işa .girişerek.lâzım- gelen İslahata başlamıştı. Avrupalılar
tarzında askerî kışlalar, istihkâmlar mekteblerin inşaasını temin etmişti.
Nizam-ı Cedid adlı talimli asker ihdas etmişti. Bütün bunlar yapıhrken, hemen
önümüze Mısır meselesi çıkmış, peşinden Mora olayı husule gelmiş, Rusya ve
Avusturya saldırganlıkları biribirini tâkib etmiş, bitmek tükenmez avrupa
entrikaları yüzünden az miktarda yenilikler tatbike konabilmiştir. Bilindiği
gibi, bu günde, milletimiz ayağa kalkmak için yaptığı her hamlede, yine
menfaatçilerin teşki- lat kuvvetlerinin bu hamlelerimizi önlediklerinin şahidi
oluyoruz. Bir milli görüş ortaya çıktı ve ağır sanayi hamlesi dedi, milli harb
sanayii kurulmasını taleb etti ve projeleri ortaya koydu. Her köye, atölye, her
şehire fabrika, yer altı ve yer üstü zenginliklerimizle alakalı bölgelere o
mevzuda sanayii ve pazarlama tesisleri kurma plânlan teklif edilerek, muasır
medeniyet seviyesinin üstüne çıkabilmenin, istihdam, üretim, pazarlama ve
kendi istikbâlini kendi imkânlarıyla temin etme devrini başlatmak isteyenler,
ambalajcı makarnacı ve gazozcu montajcılarla ile ithalatçılar birleştiler,
önce milleti sağ-sol diye ikiye bölüp yıllarca birbirleriyle döğüştürdüler.
Daha sonra da bir darbe ile ülkenin geri kalmasını sağladılar. Görüldüğü gibi,
1913'de 1790 sonralarına atfu nazar eden Ali Sabri bey merhum, bizim bu gün
yaşadıklarımızın daha değişik fakat gaye aynı aziz milletimizi dünya
klasmanında alt seviyelerde bulundurmayı sağlamak olduğuna işaret ediyor.
Sonunda 1241/1826 senesinde 2. Mahmud hazretlerinin himmetiyle
<târife gelmeyecek kadar bozulmuş olan> yeniçeri ocağı ilga edilerek
yerine de Nizâm-ı Cedit askeri ikame olunduğu gibi bir çok yeniliklerin
tatbikine de imkân bulunabildi. 1249/1835'de memurların tanzimi yapılırken,
1250/1836'da da Divân-ı Hümayun yerini vükelalik meclisine yâni bu günkü
tâbirler bakanlar kuruluna bırakmıştır. Sultan Abdülmecid'in tahta geçip de
icraata başlaması, Gülha-ne hattının okunmasının akabinde devletin görüntüsü
av-rupalı bir devlet portresine büründü. İşleri tanzim içinde Şûr'a ile hemen
peşinden de bir meclis-i vâla-yı ahkâm-ı adliye kurulmuş daha sonra da yâni.
1270/J853 de Meclis-i Al-Î-İ Tanzimat daha sonra adliye nezaretine ve
1284/1867'de
Sûr'a-y Devlete dönüşmüştür. Bu kurulan sistemin müesseseleri,
devletin bir çok kanun ve nizam ile yeniden yapılanmasını sağlarken, sadaret
kethüdahğı makamı, ümûr-u Mülkiye Nezareti adını almış ki günümüzde buna
İçişleri bakanlığı denmektedir.
Orduya gelince; 1241/1826'da kaldırılmış bulunan yeniçeri ocağına
eş değerde Asâkir-i Mansure-i Muhammedİye unvanı verilmiş daha sonra da, Hassa
ve Mansure ismiyle iki kısma ayrılmıştır. 1249/1835'de Redif teşkilâtı tanzim
olunmuş, 1259/1845'de Osmanlı askerlik sistemi Rumeli, Anadolu, Arabistan,
orduyu hümayunları kurulurken, merkezde ise Hassa ordusu tesis ediliyordu. 1250/1836'da Mekteb-i Harbiye açılmış,
1253/1837'de kurulan Dar'ül Askerî Şûr'a, askerî işlerin bütününün görüldüğü
yer olurken, 1264/ 1847'de de askere alınma
usûlü kur'a sistemine ulaştırılmıştır. Daha sonra ordularımızla ilgili sayı
yedi rakamına iblağ edilmiştir. (Daha sonra r,1326/m.l910'da Golç Paşa'nın teklifiyle
bu usûl kaldırılmış, dört büyük müfettişliğe dönüştürülmüştür. 14 kolordu ile
bir kaç adette müstakil fırka meydana getirilmiş, tabur, alay ve fırka
teşkilatları nın da değiştirilmesine gidilmiştir.) İşte yeni tanzim sonunda
1270/1854 Kırım savaşında güç ve kuvvetini bütün avrupalılara kabul ettirmiştir.
Ruslara maddi ve manevî alanda üstünlüğünü isbat etmişlerdir. Bunun arkasından
bahriye üzerinde operasyonlar yapılmış ve Abdülaziz Hân zamanında
denizcilerimiz, dünyanın 2. büyük donanmasına sahip olarak denizlerde dolaşma
şansı bulmuşlardır.
Ne var ki, kırk sene sonunda donanma mefluç hâle gelmiş, ancak
2.Meşrutiyetten sonra yeniden tanzime başlanmıştır. r.l255/m.l839'dan sonra
maarif, maliye gibi işlerde hayli başarılar elde edilmiştir. 1241/1826'dan beri
mâliye işlerinde bazı tashihatlar yapılmışsa da, 1253/1837'de eski usûl tamamen terk
edilerek simdik mâliye usûlüne
(1910'lar) geçilmiştir. Tam ayarda para basımı yapıldı. Tan-zimat-i Hayriye'den
sonra İstanbul'da mekteb-i tıbbıye-i as-keriyye, bir dar'ülfünûn açıldığı, 1273/1857'de kurulan maarif nezareti ülkenin
bir çok yerine rüşdiye, yâni orta mektebi kurmaya girişmişlerdir. 1275/1859'da mekteb-i sultanî, 1294/1878'de
mekteb-i mülkiye, 1297/1881mekteb-i hukuk,
1300/1884'de dehendese-i mülkiyenin açılması tahakkuk ettirlmiştir.
Ayrıca bir hayli matbaa açılmasına girişilmiş ve de bir hayliside başarılı
olmuş yaptıkları basımlarla, ilim ve fen'de ahalinin aydınlanmasına yardım
etmiştir. Sultan Abdülmecid'in döneminde yapılan yollar ve köprüleri Abdülaziz
dönemindeki buna ilâve olunan teşebbüslerin arasında demiryolu ayrı bir yer
tutarken, 2.Abdülhamid hân devrinde de geliştirilen demiryolları ve de fabrika
kurmaya eğilmeleri pek makbuldür.
Özetlersek; Osmanlı devleti, Sultan Mahmud-u sâni döneminden
Abdülmecid hân ve Sultan Abdülaziz ve de Sultan 2. Abdülhamid devirleriyle
terâkkiye, ileri hamleyede büyük zaman ve para ayırmışlardır, bunda da haylice
yol almışlardır. Bunun sayesinde de 1272/1856'da Avrupa'da Pâris'de yapılan
milletler arası kongrede Osmanlı devletinin avrupa dü-vel-i âliye-i ailesine
yâni avrupanın büyük devletleri arasında bulunduğu yeniden tasdik ve kabul
olundu. 2.Abdülhamid Hân'ın tahta çıkışının hemen ardından ilânını yaptığı
idarey-i meşrutiyet ve kaanunî esasî, avrupanın devletimizin şan ve ikbalini
tasdike faydalı oldu. (Bu günde avrupa topluluğuna girmek için yapılanlar bir
türlü avrupalılarca makbul bulunmuyor!) Ne çâre ki, kaanun-î esasinin
ilânından hemen sonra çıkan Rus savaşı devletin bir çok arazi ve insanını
kayberek bu savaştan çıkmasına sebep oldu.
Ülkenin mâli durumu son derece sarsıldı. Sultan Hamid, afim alan
hafiyelerle ülkede, düşünce ve ileri gidişe engel 6 anialar ihdas etti.
1324/1908'e kadar sürdürdüğü bu sistemle ne tehlikeli durumlar ne fecî
vak'alar geçirdiği sizlerin de malumu olduğundan bunlara girmeye lüzum
görmüyo-um. Bundan sonraki terakkimizin meşrutiyetin neslinden bekliyorum.
Demektedir. Böylece de bir çok ittihat ve terakki çetesinin taraftarı sözde
yazarlar gibi hareket etmeyip, 2.Abdülhamid hakkında şahsiyatçılık yapmayıp
kendisine hakarete yeltenmeyen nâdir tarihçi ve yazarlardandır. Ali Sabri Bey.
Sultan 5 .Mehmed Reşad'ın Dönemi
Sultan Abdülhamid'i 31/Mart/1909 vak'ası bahane edilerek tahtdan
indirtmeyi başaran Osmanlı ve İslâm düşmanları İttihatçıların eline düşünce
tereddi yâni gerileme, izmihlal nazariyede hemen hemen tamamlanmıştı. Şimdi
yapılacak iş bunu fiiliyata dökmekti. Zâten meşrutiyette olsun, 31 /mart
Vak'asını teskin ve tenkilde olsun, Makedonya'nın azılı ve gayri müslim
çetecileriyle kol kola İstanbul'a giren İttihatçı komitacılar yapacakları nı
adetâ haber veriyorlardı. Bulgar komitacısı Sandanski ile Taşkışla'da müsiüman
askere kurşun sıkan söz de, müsiüman komitacı arasında ne fark gözetilebilir?
Bunların yardımına dâima koşmuş bulunan Rumeli eski müfettiş-i umûmisi Hüseyin
Hilmi Paşa 31/ Mart hâdisesi yüzünden Sultan 2.Abdülhamİd!in sinesine iltica
etmiş ve sadareti terk etmişti. Sultan Reşad'i tahta oturduğu esnada Ahmed
Tevfik Paşa makamı sadaretde bu lunmakla birlikte, İttihatçılar kendi
aralarında yaptıkları söz mübarezesin-de meşrutiyeti ilân edeli nerdeyse senesi
yaklaştı, hâla biz ittihatçılardan kurulu bir kabineyi iş başına getiremedik
düşüncesine çene yoruyorlardı. Tevfik Paşa ise son derece tarafsız ve batı
âleminde hatır ve sözü geçer bir zat olduğundan onunla çalışmak istemeyen
ittihatçı ekibin yine Hüseyin Hilmi Paşayı Tevfik Paşa'ya tercih ettikleri
görüldü. Suitan Reşad'ın tahta cülusundan üç gün sonra Tevfik Paşa selef oldu,
Hüseyin Hilmi Paşa halef oldu. Bu kabineye Talat Bey'dahilİye nâzın olarak
girdi. Bir deyimle ittihatçıların bu nazırın kabineye girmesiyle tamamının
kabineye girdiğini bir saysak yanlış bir söylemiş olmayız. Nitekim; Talat Bey,
kabine toplantılarında olsun, cemiyetin merkezinde alınan kararlan hükümet
katında alınmış karar gibi uygulama becerisini gösteriyor ve sadrıazamı
bunaltıyordu.
Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir hesabı bunun böyle olacağı
belliydi çünkü H.Hilmi Paşa, kabinesine Sultan Hamid'in eski sadnazarnlanndan
Avlonyalı Ferid Paşayı almıştı ki, ittihatçılar bu zatı zorla istifaya
şevkettiler. Talat Bey'i kabineye o zatın yerine dâhil ettiler. Hilmi Paşa,
İttihatçılara yakın davranışlar sergilese de onların emrinde olacak bir
tabiatda da değil idi. Nitekim; Talat Bey'in tavırları sad-nazamın istifasını
hızlandırdı.
Hüseyin Hilmi Paşanın yerine Roma B.elçimiz İbrahim Hakkı Paşa
getirildi. Şimdi biz Sultan 2. Abdülhamid Hân'ın şifre kâtibi olan Mehmed
Selahaddin Bey merhumun "Bildiklerim" adıyla neşrettiği hatıratından
aşağıdaki başlıkla yazılı bölümü alıntılayalım ve böylece de, mühim bir
fonksiyon icra eden görevinde eski şifre kâtibi neler söylüyor ve târihin arka
plânı nelere gebe görelim:
5. Mehmed Reşad Ve Cülusu
Sultan 5. Mehmed Reşad unvanı ile Osmanlı tahtına çıkan ve aynı
zamanda halifeyi rûyi zemin olan zat, çok merhametli melek gibi bir insandı. Ancak
bazı şahıslar salı günü tahta çıkışını sairğununüri uğursuzluğu gibi bir
saçmalığa yorarak kötü tahminlerde bolundular. Maalesef gerçekleşenler o kadar
üzücü oldu ki neredeyse bu bâtıl görüşe iştirak, konuşulur oldu. Salı gününün
uğursuzluğunu muharrir-i aci-zide kabul ettiğimden arkadaşlarıma salı günü
uğursuzluğunun Sultan Reşad'ın peşini bırakmayacağını ifade etmiştim der
Mehmed Selahaddin Bey.
Sultan Abdülhamid'in vehminden otuzüç yıl çekdikleri elem ve
azabı unutturacak bir çok azabı vicdaniye karşısında, aslı ve nesilleri
bilinmeyen bir çok ittihatçı zorbaya maalesef kötü bir âlet olarak esir
düşmüştü. Bu cahil, rezil kurucu ve reislerin tasallutundan ne kendisini ne de
milleti kurtarabilmişdir.
5.Mehmed Reşad hân'ın devri saltanatı maalesef Osmanlı İslâm
devletinin en hazin ve en acı hadiselerin yaşandığı devir olarak anmak vede bu
devrin talihsizlikle adlandırılmasını önlemek kimsenin haddi değil. Çünkü,
essahdan öyledir. Bu mağdur ve mazlum bedbaht padişah Sultan Reşad hleri, kısa
zaman içinde müdhiş vakalara ve fecî hâdiselere bazen şahid bazende âlet olma
şanssızlığıyla karşı karşıya gelmiştir. Bu hâllere katlanmasında en büyük
dayanak, iyi bir inanan olmasıdır. Nitekim; ameliyata yatarken yaptığı dua:
"Ya-rabbî! benim vücûdum, bu milletin faydasına ise hayırlısıyla
iyileşeyim. Hayırsızsa bu masadan sağ kalkmayım" şeklinde olduğu bir çok
kişiden duyduğumuz ifadedendir. Nitekim vefatı vukubulduğunda vatan ve milletin
içine yuvar landığı duruma en çok üzülenlerin başında olduğu çok kişi tarafından
teslim edilir.
Sultan Hamid'in Selânike gönderilmesinin peşinden hareket
ordusunun ittihatçıları, tam bir kör sadakatle bağlılığı neticesinde
saklandıkları deliklerden fırlayan me'şum cemiyetin azaları vede sabık
kabinenin üyeleri, yeniden hükümeti kurmak sevdasına düştüler. Meşrutiyetin ilk
padişah ve halifesi ilân ettikleri Sultan Reşad'ı derhal meşrutiyet
anlayışının aksi istikametinde yönlendirmeye gayrete girdiler. Tevfik Paşanın,
Sultan Reşad'in huzuruna çıkıp, kabine üyeleriyle birlikte istifasını sunması
ve yeni padişahın Tevfik Paşa'yı görevinde ipka etmesi ittihadçıları bir hayli
kızdıran olaylardan vur Nihayet dayanamayan Sultan Reşad'ın: "Ben
meşruriyet kanunlarına uygun hareket ediyorum. Sizler buna uy-avacaktınizda o
zaman bizim bilâderin ne günâhı vardı da ahlû eylediniz" demiş olduğu pek
yaygındır. Ne varki, komitacılar güruhu padişaha tebelleş oldular fazla bir
zaman cmeden Hüseyin Hilmi Paşayı yeniden sadarete getirecek olan kararın
birinci merhalesi olan Ahmed Tevfik Paşanın ve kabinesinin azlini emreden
iradei seniyyeyi elde ettiler. Böylece ikinci merhalede H.Hilmi Paşa kabinesi
kurulduğunda Mülabei Sıbyan yâni çoluk çocuk kabinesi denebilecek hükümet
kuruldu." Diyor Mehmed Selahaddin Bey
Câni'ler Kabinesi!
Hüseyin Hilmi Paşanın bu ikinci sadareti yukarıda konulan ara
başlıkta yâd olunsa yeridir. Çünkü; bu kabineye mümkün mertebe ittihadçılann
dolduruldukları göz önüne alınır ve tatbikata bakıldığında görülecek olan
manzara böyle isimlendi-rilmesinde isabetlidir. Bu kabine evvelâ Yıldız sarayı
yağmasını gerçekleştirenleri temize çıkardı. Daha da sonra yine Yıldız Sarayı
baskını sırasında meydana gelen olayların nihayetinde mazlumların hakkını
ortada bıraktı. Yine bir çok kişinin nahak yere katline ve idamına seyirci
kaldı. Sultan Abdülha-mid'i, bankalardaki nakit para ve senetlerini,
bağışlamaya icbar eden muameleye en azından göz yumması, bir gasp hükümeti
olduğunu ortaya kqyar. Nihayet sokaklarda hertür-lü cinayetin, ittihatçılar
tarafından işlenmişlerine müsaadekar tutumları, verilen nâmı almaya hak
kazandırmıştır.
Caniler Kabinesi adını verdiğimiz İttihad ve Terakki cemiyetinin
babıâlî şubei merkeziyesi. Şeref Efendi sokağındaki ittihatçıların genel
merkezi heyeti idare reisleriyle birleşerek, Yıldız Sarayı hümayunundan
aldıkları mücevherat ve diğer kıymete haiz malları, târihin yazmaktan yüzünün
kızaracağı bir suretde, sarayı hümayunda bulunan hizmetkâr ve kalfalardan,
cebren ve işkence yaparak gasp ettikleri elmas gibi pek değerli eşyayı güya
pederlerinden mirasmış gibi aralarında paylaştıktan sonra, ahalinin gözünü
boyamak kasdıyla bir kaç parça mücevheri Avrupaya gönderip bunların değeri olan
üçyüzküsûr binlirayı bulan küçük bir miktarı, Donanma Cemiyetine yardıma
verdiklerini ve bir mikdar mücevher ve de parayı haziney-i hümayuna ve
müzehaneye verdiklerini utanmadan ilân etme yoluna gittiler.
Mehmed Selahaddin Bey, bu günkü Libya'nın o dönemdeki adı olan
Trablusgarb ile alakalı çok mühim bir ifşaatta bulunuyor: Aşağıya alıyoruz:
Trablgsgarb İçin Bir İfşaat!
H.Hilmi Paşa kabinesi böyle yağmalar yapmak ve cinayetleri,
soygunları örtme ile meşgulken, koruyucuları makamında bulunan, Almanya
imparatoru 2.WilheIm ile hükümetin, velinimetleri olan tttihad ve Terakki
cemiyeti merkezinden gelen emirlerin üzerine Trablusgarb pazarlığı için Roma
elçimiz olan ibrahim Hakkı Paşa'ya yardım etmek ve resmî sıfat taşıdığından,
giremeyecekleri yerlere girib çıkmak ve göremeyeceği adamları görüp konuşmak
için itimat olunur, kâr yapmayı bilen bezirganların büyüklerinden lâzım
geldiğinden bu gibi vaziyetlerden anlayan ve iki tarafın itimadını kazanmış
tüccarlar gönderilmiş ve bilhassa Karaso Efendi(!)nin bu hususdaki gayret ve
vatanperverânesi(î) ile işyoluna girmiş olduğuna ve makam-ı sadarete
getirilmesi bu meseleyi sona erdirebilmesi İçin, Hakkı Paşanın sadareti
kararlaştırılmıştı. Buna bağlı olarak da, H.Hilmi Paşa'nın kabinesinin
devrile-bilmesini temin için parlamenter hayatın gereklerinden biri olan bir
soru ve arkasından tâleb olunan itimad oyunu, hükümetin kazanamadığı sonucunu
getirince iş bitti. H.Hilmi Paşa kabinesi yuvarlandı gitdi. Bu ifşaat tâbiiki
büyük bir ithamdır. Ancak daha sonra İtalyanların gönderdiği ilân-ı harp
ültimatomunu geç açması gibi gariplikler, ateşin olmadığı yerde duman
çıkmayacağı hususunu çağırıştınyor!
İbrahim Hakkı Paşa'nın Me'şüm Sadareti
Sadrazamlık sırası Roma sabık sefiri fehametlû İbrahim Hakkı Paşa
hz.lerine getirtildi. İstanbul'a geldiğinde Sirkeci tren istasyonunda
ittihadçılann ileri gelenlerince karşılandı. Büyük bir muhabbet ve sevgi seli
görülüyordu bu istikbâl töreninde! Bu karşılama es nasında,döneminin
"adl-ü ihsan" olacağını söylemekten kendini alamayan Hakkı Paşa
ertesi gün, geleneksel sadaret alayında da sevgi seliyle karşılandı. Oturacağı
sadaret san dalyesine doğru adımlarını atarken bu sandalyede, adl-ü ihsanı bol
bir zâtın oturacağı mahal olmaktan kendini bahtiyar addeden ahali, bir yalanın
mahkûmu olacağını ne bile-bilebilirdü Adl-ü ihsan politikacısı paşamızda,
Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde bulunan bazı zevat-ı muhteremi görevlerinde
bırakma yoluna giderken, eski kabineden bazılarını da onlardan daha
muhterem(l) şahıslarla değiştirmiş böylece, bir kabine vücûda getire rek
Trablusgarb ve Bingazi'yi İtalyanlara ihsan edebilmek için hazırlıklara
başladı.
Sevgili okuyucularım; okumakta olduğunuz yukarıdaki arabaşhkla
birlikde verilmiş satırlar üstü örtülü bir vak'aya, attığı neşterle ortaya
çıkacak ufunetin, hangi hakikata varacağının hesabını yapmışmıdır? Sorusu
aklımıza geliyor. Yinede bir müddei olmakdan sarfı nazar edip etmemeği düşünmekten
kendimi alamıyorum.
İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal merhumda pek kıymetli eseri olan
"Son Sadrazamlar" da sadeleştirmeye çalıştığımız satırların sahibi
Selahaddin beyefendiyi, aşağıdaki beyanı münasebetiyle eserine aldıktan sonra
demektedir ki, bu iddialarınızı ispatta vazife size düşmektedir, cevabıyla
geçiştirmektedir. Biz ise, bizim gibi bir yabancı dil dahi bilemeyen sözde
araştırmacıların beceremeyecekleri işlerden, olduğundan, bir akademisyenin bu
iddiadan yola çıkmak suretiyle mevzuun derinliğine tahkikiyle, ortaya çıkarması
târih ve millete karşı yapılması gereken aslî ve ilmî bir vazifedir, dedikten
sonra hatıratın muharriri, Sultan Abdülhamid döneminin telgrafhane şifre
kitabeti hulefasından, Selahaddin bey'in ifadesini noktasına virgülüne
dokunmadan alıntılıyorum: "Adl-ü ihsan kabinesi, bu vecihle teşekkül
ederek işe başlamış isede Hakkı Paşa hazretlerinin dersadet'e vürûdunda
Sirkeci istasyonunda binlerce halk tarafından icra edilen merasim-i
istikbâli'yede irâd eylediği nutkunda bahsetdiği <adl ü ihsan>dan
memleketimiz müstefid olamamış ve paşayı müşarileyhin, adi ve ihsanını,
geldiği şimendöfer alarak Roma'ya kadar geri götürmüş olmalı ki bu ihsanlarına
İtalyanlar nail olmuşdur."
Memleketimizin hissesine bu kabinenin kuruluşunun ilk gününden,
sükûtu anına kadar geçen vakit, Babıâli yangını, Havran İsyanı, Yemen İsyanı,
İstanbul'da kolera salgını, Ma-lisör isyanı, Vezneciler büyük yangını, Girid
meselesi, İtalyanların bize savaş ilânları vede Trablusgarb ve Bingazi'nin,
elden çıkması gibi, milletimizin çok üzülmesine sebeb olacakları, düşürdü.
Hakkı Paşa'nın memlekete ayak bastığı andan itibaren harici ve iç dün-yamızda,
hiçbir sükunet emâsi qörülmemiş memâlik-i Osmaniyyeyi bir uğursuzluğun bulutu
kaplamıştır. Ne şekilde sadarete geldiğini yukarıda ar-calıştığımız Hakkı Paşa,
kabinesinde Harbiye Mazın olup pâtih ünvanına(!) layık olan İttihad ve Terakki
ordusu kumandanı, besalet(yiğit!)i unvan, Mahmud Şevket Paşa'ya evvelemirde
Trablusgarb kıta'sının tahliyesini tavsiye eylediğinden, bu kumandan da
erkân-ı harbiye-İ umûmiye dâi resi (bu dâire inkılab sonrasında ittihad ve
terakki reis ve azası elinde kalmış ve adı geçen dâirenin memurları
ordularımızın bu hâle gelmesine ve ittihadçıların arzularına hizmetle ve
yardımlarına şitap <(koşmuş> etmişlerdir.) Derhal Trablusgarb ve
Bingazi'nin tahliyesi için lâzım gelen tedbirlerin icrasına çalışmışlardır.
Trablus İle Alakalı Tedbirler Ve Sonu
İşler şöyle bir seyir takip etmiştir: Trablusun tahliye
edil-mesini kabullenmeyip, itiraza geçecek muhtemel kişilerin, bulundukları
yerlerden alınmaları icâb ederdi ki bunların başında Trablusgarb Vali ve
Kumandanı gelmekteydi ki bunların Dersaadet'e çağrılıp azilleri yapılmış ve
yerlerine de kimse tâyin olunmadığından mühim olan bu iki mevkii boş bırakmışlardı.
Yemen'de çıkan karışıklıklar sebeb gösterilerek, Trablusgarb ve Bingazi'deki
birlikler o tarafa sevk olundular. Böylece çok geniş olan Trablusgarb ve
Bingazi toprak mesahası iki-üç bin civarındaki askerimizin kontrolüne
bırakıldı ki yapılacak hatalardan değildir. Üstüne tüyü de şöyle diktiler:
savaşın kaçınılmaz icabatından olan top, tüfenk vede cephane birer bahane ile
geriye aldırıldı. En önemli yanlışlarından biri de, Sultan Hamid-i sânı
döneminde, onbeş-yirmibin kişiye varan silahlı kuvvet bulundurmaya önem
verilirken üstüne üstlük, bu kuvvetlere yardımcı olmak üzere tanzim olunmuş
Kuloğlu ocaklarını da dağıtmak garabetini gösterdiler.
Trablusgarp kuvvetlerimiz arasında yer alan 37. ve 38. Süvari
alaylarından birini de aldılar. Geride bıraktıkları süvari alayının asker
sayısı zikre değer bir rakam olmakdan çıkarılmıştı. Kuloğlu yerel asker
topluluğunun silahlandırılmasının kuruluşu esnasında gönderilen kırk-elli bini
aşan martini ve şnayder tüfenklerini de yeni sisteme uydurmak için,
Derâii-ye'ye getirttiler ve yerine de silâh göndermediler! Trablusgarb'ın ve
diğer yerlerindeki tamire muhtaç olan istihkâmlarını onarmak ve toplarını da
tamamlamak İçin dahi gayret göstermeyip bilhassa ihmal ettiler!
İnkılabın herhen başlarında Trablusgarb ahalisinin gerçekleşmesini
arzu ve.taleb ettikleri asker alma muamelesini bile yapmadılan Bunu yapmamakla
15-20bin kişilik askeri kaybetmiş oldular. Velhasıl; nizami kuvvetlerden ve
her çeşit savunma mekanizmasından tecrid edilmiş, bu geniş topraklar, düşmanın
(İtalyanların) tasallut ve hücumuna mâruz bir hâle getirilmiş bulunduğundan,
İtalyanların iştah dolu ihtirasına râm olmağa mah kûm edildi. Sadrıazam İbrahim
Hakkı Paşa ve kabinesi; Osmanlı devletinin Afrika kıtasında mâlik olduğu
yegâne topraklar olan Trablusgarbla, Bingazİ'yi, bu davranışlarla her türlü
savunma imkânından aciz; askersiz, topsuz, tüfenksiz, vâlisiz, kumandansız,
zahiresiz ve parasız bırakarak daha önceden şartlan kararlaştırılmış hususları
yerine getirerek, üzerine düşeni yerine getirmiştir.
Bittabi bundan haberdar olan italya hükümeti, ordusu nu ve
donanmasını hazırlamış hâttâ hiçbir şey yokmuş gibi Babıâli 'ye mültefit ve
dosta ne görüntüler vermekteydi. Basın dünyamızda bazı kalemler, yazılarında
Trablusgarb'ın savunmasında gördükleri ihmali, düşmanın iştiham kabartır anlayışını
ileri sürmüş hükümetin bu zafiyeti ortadan kaldırması, makaleler vasıtasıyla
tavsiyeler olunmuşsa da babıâlî tarafından malum olan bu harekâtdan dolayı, bir
tedbire müracaat olunmamıştır.
Hakkı Paşa ve kabinesi; serinkanlılıkla, cereyan eden vaziyeti
seyrediyor gazetelerin yazdıklarına ise hiç ehemmiyet vermiyorlardı. Hakkı Paşa
kabinesi; rehavet ve sersemliğinde devamda olsun, hazırlıklarını tamamlamış
bulunan ve askerini gemilere bindiren, donanmasını da Akdeniz'de dolaştırmaya
başlatan İtalya devleti, İstanbul'daki büyükelçilerine aniden 23/eylül/1911
tarihiyle babıâlî'ye verdirdiği bir yazılı teskerede: "Şu sırada
Trablusgarb'da İtalyanlar aleyhinde tahrikat mevcud" olduğu iddiasını öne
sürerek: "Oraya mühimmat ve asker dolu vapurların sevkı, galeyanı
taassuba mu-cîb olacağı ve bu da, oradaki İtalyan tebaasını tehlikeye düşüreceğinden,
böyle şeylerden sarf-ı nazar edilmesini" anlatarak işe başladığını imâ
ediyor. Bundan altı gün sonra da, verdiği ültimatomla "Trablusgarb'ın
Türkiye tarafından se-nelerdenberİ imâr edilemediğinden ve İtalya'nın oraya
nüfuz ve hululüne karşı çıkıldığından" bahisle "İtalya hükümetince
medeniyetin vazifeli kılıp ümranseverliği ifa etmek üzere bahse konu
toprakların, derhal Osmanlı askerlerinin tahliyesi ve yirmidört saat zarfında
kat'i cevap verilmesi lüzumu" bildirilmesi üzerine, görünüş de babıâlî de
bir telâş sergilenerek Hakkı Paşa; o gece meclis-i vükelâyı gece yarılarına
kadar saray-ı hümayunda toplatmış: "gayet mülayimâne ve zillet
içinde" daha doğrusu "her istediğinize amadeyiz, söyleyin pazarlığa
girişelim" tarzında bir nota hazırlayarak vermişlerse de, bu notanın tebliğ
müddeti olan yirmidört saat son bulmadan birkaç saat evvel İtalyan elçiliğince
verilen 29/eylül/1911 tarihli nota ile İtalya hükümeti devlet-i âliyei
Osmaniye, ilân-ı harp eyledi.
Ne Zelil Emir!
İtalyanların, Trablusgarb'm tahliyesiyle kendisine teslimini 24
saat içerisinde cevap verilmesi lüzumuna dâir verdiği notaya karşılık
babıâlî'den, Trablusgarb'a çekilen telgrafnâme ile: "Şayed; İtalyanlar
tecavüz ederse, düşmana bir bahane verilmemiş olmak üzere mukabele edilmiyerek
şehrin muvakkaten tahliyesi" emrolunmuştu.
Garibdir ki; o sırada Hakkı Paşa ve kabinesinin bu husus-da
gösterdiği rahat davranış ve yavaşlık, memlekete ihanet ve hiyanetten değildir.
Belki daha önce Roma'da bulunan ve İtalya'nın politik durumlarına vukufu olan
sadrazamın, namlı diplomatlardan bulunduğu için bu mühim meseleyi de "poker
oyunu masasında" gayet muslihane ve mülayimâne, bir çâre-i hâl ve
tesvîye'ye bağlayacaklardır. İtalya'nın Trablus-garb ve Bingazi'ye çıkardığı askerini,
geldiği gibi geri döndürmeğe muvaffak olur. Bu bakımdan telâşa düşecek husus
yokdur. şeklindeki boş sözlerle meşgul olan, cemiyet-i ittiha-diyenin ve Hakkı
Paşa'nın bendegân ve meddahları olduğu bile maalesef görülmüşdü.
Kabine ve ittihad ve Terakki cemiyeti bu meseleyi benzerleri gibi
geçiştirmek istemişse de, günden güne artan heyecan ve galeyanın önünün kolay
kolay alınamayacağı his-solununca, şarlatanhklarıyla gözleri boyamağa kıyam
etmiş olan cemiyeti ittihadiye: "İtalyanlar ebedi düşmanımızdır"
başlıklı yazıları gazetelerine koydurarak, kahraman ve fedailerini birer birer
Trablusgarb topraklarına göndermeğe başlamıştı.
Böylece kasalarını doldurmak çâresini aramışlardı. Buna bağlı
olarak, millete karşı koruyucu ve sadakat dolu hislerini teşhir ederek gerek
cemiyetlerinin gerekse kendilerinin hislen ne kadar birbirine bağlı olduğunu
göstereceklerdi ve un devamını sağlamak Hakkı Paşayı feda etmekten geçiyordu
Bunun çâresini de tatildeki meclisi bir ay önce açarak kabineyi düşürerek
buldular. Artık galeyan ve heyecanlara bir son vermek ve efkâr-ı umumiye nin
kendileri aleyhine dönmemesi için de, heyecanların teskinine çalışmağa,
cemiyet karar verdi.
Meclis-i mebusanı, zamanından bir ay evvel açmanın sebebi aşağıda
kendisini gösterecekdir. Meclisin bir ay evvel açılması esnasında İttihad ve
Terakki fırkası Hakkı Paşa kabinesi hakkında aleyhde bulunan bir sürü
mebusları da olduğunu sergiledi ve kabineyi sükûta getiren reylerde, İttihadçı
ların da bir hayli oyu bulunuyordu. Böylece de meclisde kopan gürültüler
arasında Hakkı Paşa kabinesi yuvarlanırken adi ü ihsanıda sükûta erdi.
Yuvarlanıp giden; Hakkı Paşa kabinesinin yerini alacak hükümet ve onu teşkil
edecek sadrazamın milletçe tanınan, siyasi işlere vukufu olan zâtın vasıflarından
millet çe ümidvar olunacak ve de bir müddet daha oyalanmak suretiyle, zaman
kazanılması düşünüldüğünden, "Bukalemun" gibi renkden renge giren
cebanet ve melaneti, sahtekârlı ğı ve şeytaneti sayesinde görünmeyen, Sultan 2.
Abdülhamid hân'ın döneminde de sekiz defa sadarete gelmiş bulunan eski
sadrazamlardan, Said Paşa hz.lerine verilmesi kararlaştırılmıştı. Bu teklifi
güler yüzle karşılayan Said Paşa dokuzuncu sadaretine oturmuştur.
Makam-ı sadarete yerleşen Said Paşa, Trablusgarb mebuslarının
vermiş olduğu takrirde, İtalyanların ele geçirdiği Trabiusgarb ve Bingazi'nin
kaybında ihmalleri ve ihanetleri görülen vükelanın, mahkemeye sevkı tâleb
edilirken yeni sadrazam bu kabinenin bir çok ismini, hâttâ takrirde adı geçen
bazı zevatı dahi kabinesine yerleştirmişti bile!
Said Paşa kurmuş olduğu böyle bir kabineyle mebusanın huzurunda
arz-i endam ettiğin de itimat oyunun redde döneceği alametleride görüldü.
Çeşitli oturumlar yapıldı. Bu oturumlar hayli heyecanlı geçdi. Nihayet Said
Paşa meclis-den hafi yâni gizli celse talebini ileri sürdü. Gizli celse kabul
görüp açılınca, Said Paşa burada kabinenin büyücek bölümü kısa zaman zarfında
değiştirilecekdir, izahatıyla aleyhinde gösterilen cereyana ve heyecana son
vermeye muvaffak oldu. Said Paşa ve onunla çalışan şeriki, malum cemiyet, bu
meselede dahi rol yapmakdan geri kalmayıp, yalnız- kabine azasının değişmesi
vaadi yla kabineye itimat edilemeyeceğini bildiklerinden her meselede olduğu
gibi bunda da muhalifleri Kâmil Paşa dahi beraber olduğu halde, yeni bir fırka
yapıyorlar ve bu Trablusgarb meselesini ileri sürerek ülkede ta-rafdarlarının
sayısını arttırıyorlar.
Eğer siz; bu kabineye itimad etmez ve kabine kurulamaz-sa memleket
de bir isyan çıkması kötü olur. Bunun önünü almak ve hükümeti muhalifler elinde
görmemek için bu kabineye itimat ediniz tarzında bir takım çamur sıçratarak mebusları
Said Paşa kabinesine oy vermeğe ikna ettiler. Ne var-ki; benim istiklâliyetim
var diye böbürlenen Said Paşa, çoğunluk partisi denilen, İttihad ve Terakki
partisinin karşısında, kendi kendine bana kimse müdehale edemez! derken bu
partinin ve âzalarının istediğini yerine getirdikten başka Talat'larla,
Cavid'lerle, Mahmud Şevketlerin elinde kötü bir âlet olmakdan gayri hiç bir
istiklâliyet gösterememişti.
Padişah Sultan Reşad müdhiş bir sabır içinde ülke üzerinde
olanları seyrediyor. Enver Bey'in yarbaylıktan bir hamlede Paşalık rütbesine
ermesini memnun oldum, mahzuz oî-dum sözleriyle geçiştiriyor. Ülkede
kendisinden habersiz hiç kimsenin albay rütbesinden üst bir rütbeyi
veremeyeceğini bildiği halde, Enver Paşa'ya Dâmad, seni kim Paşalığa irtika
ettirdi? Bu rütbeyi benden başka kimse veremez bu nasıl oldu? Şeklinde bile
bir soru tefhim edememesi işin rengini belli ediyordu. Adı belli olmayan bir
şâir Sultan Reşad'in acziyeti-ni su şiiriyle ortaya koyduğunu görüyoruz:
"haberim yokdu olup bitmiş olan,işlerden
Mesneviler okuyordum, oturup ezberden
Bir de bakdım ki haber geldi bizim Enver'den
Savlet etmişdi Çanakkalay'a bahr-û berden
Ehl-i İslâm'ın ikî hasm-ı kavîsî birden"
Otuz İki Ay Nasıl Geçti
27/Nisan/1909'da Osmanlı tahtına oturan Sultan Reşad, tam bir
tonton olup, ilerleyen yaşının gereği vak'aları geriden ve dur bakalî ne olacak
anlayışıyla takip etmekteydi. Dönemin de, şu olaylar biribirini takip etti:
Arnavutluk, Havran ve Yemende kıyam olmuş buna iç isyanlar denmiştir. Onlarla
uğraşılırken, yukarıda tarz ve şekline uzun uzun temasa imkan bulduğumuz,
Trablusgarb ve Bingazi hadisesi tevali- eyledi. Bunların akabinde de Balkan
savaşlarının zuhuru görüldü. Osmanlı'yı bitirme noktasına gelen cihan harbi
sökün ettiğinde de, Sultan Reşad tahtında oturuyordu. Bu arada da
19/Ocak/1911'de, Sultan Aziz'in yaptırdığı Çırağan sarayı, Ahmed Rıza Bey'in
arsızlığımla bir emrivaki ile me busan meclisi olarak tahsis olunmuş yukarıda
belirtilen târihde yandı. Bu şimdiki Çırağan oteli dediğimiz yerde idi ve de
BJK (Beşiktaş Jimnastik Klübü) büyük bir kısmını, Şeref Stadı olarak kırk
seneden fazla kullanmıştır. Çırağan'ın yanmasından evvel 4/Ocak/191 l'de de
büyük bâbıâlî yangını dahiliye nezaretini, şura-yı devleti sadaret dâirelerini
kül edip geçti. Sultan Abdülhamid Hân döneminde devlet adamlarının ve ahalinin
verdiği jurnaller, herkesin foyası meydana çıkıyor diyen Enver Paşanın emriyle
teşkil edilen Yıldız evrakı tasnif komisyonundan alınıp yakılması
gerçekleştirildi.
Arnavutluğun bir bölümünde ırkçı ve müstakil bir Arnavutluk
devleti kurmak isteyenlerin çıkardıkları huzursuzluk isyana dönüştü.
Silahlarını isteyen hükümete silah teslim edilemez diyenlerde bu başkaldırıya
iştirak ettiler. Mahmud Şevket Paşa bu işi ted'ibe memur edildiğinde emrine
verilen kuvvetin sekseniki taburdan meydana geldiği görüldü Koso-va, İşkodra ve
Yanya pek sıkıntılı ve huzursuz bir zaman dilimi geçirdi. 5/Haziran/ 1911'de
Sultan Reşad'da islamların halifesi sıfatını da üzerinde taşıdığını belirten
bir Rumeli seyahatiyle kıyama son vermeye muvaffak oldu. Meşhed'de
toplananlarla birlik de kıldığı bir Cuma Namazı ortalığı sütliman olmaya
yetiverdi. Bilindiği gibi Meşhed, Hüdavendigâr 1. Murad'ın şehid edildiği ve
içorganlarının defnolunduğu yerdir. Arnavutlar, isyan bayrağı açanlar onlar
değilmiş gibi padişahı görmek için birbirlerini çiğniyorlardı.
Böyle hilafete bağlı Arnavut kavminin küstürülmesi, Balkanlardaki
tabii müttefikimizi kaybetme mânasına gelirdi ki, Sultan Reşad; Mahmud Şevket
Paşa'nın 82 taburla temin edemediği asayişi bîr namaz ile halletmişti.
Padişahın bu seyahati üç hafta sürmüş, 26 haziranda İstanbul'a avdet edilmişti.
Selânik'e de uğrayan Sultan Reşad'ın mahlû Hakanı yâni Sultan Abdülhamid Hânı
ziyaret ettiğini bilemiyoruz, fakat kuvvetle muhtemeldirki yanına hatırını
istifsar için birilerini göndermiştir.
Osmanlı-İtalya Harbi
Avrupa devletlerinin sömürgeci olanları arasına en geç iştirak
eden iki hükümetten biri Almanlar'sada, diğeri de İtalya olduğu târihen
sabittir. Trablusgarb, 1 milyon 100 bin ki-lometro kare araziye sahipti. Nüfus
ise; 900 bin kişiyi teşkil eden Arablardı. Bingazi ise, 700 bin kilometrekare
olup, nüfus sayısı 330 bin civarındaydı. Bu Trablusgarb şehrinden bin
kilometro mesafede olan Murzuk'da Senusî tarikatının bütün müslüman Afrika'da
sözleri ahali indinde pek makbul sayılırdı. Trablusgarb valiliği yapmakta olan
Müşir İbrahim Paşa aynı zamanda askerinde kumandanı idi. Ne varki; Abdülhamid
Hân'ın dönemi idarecilerini tasfiyeye başlayan, ittihatçılar, bu paşayı
azletmişler ve yerine de bir tâyin yapmamışlar, burası hem kumandansız hem de
vâlisiz kalmıştı.
Târih; 23/Eylül/191 l'de, sadrıazam İbrahim Hakkı Pasa,
ülkemizdeki Jandarma kuvvetlerini yeniden tanzim için vazifeli Robilan Paşanın
davetinde bulunmaktaydı. Bu davet esnasında briç oynamakta bulunan sadrıazama
bir zarf getirilir. Paşa; briçe devam eder. Madam Robilan; sadrıazamı ikaz eder
ve bunun üzerine sadrıazam zarfı açtığından bir nota olduğunu görür. Notaya
verilen ifadede 24 saat içinde cevap verilmesidir. Fakat sadrıazam zarfı
açtığında zaman dolmuştu. Bu bakımdan nota'ya cevap verilmediğinden İtalya
29/Ey-lül/1911 'de bize harp ilân etmiştir. İbrahim Hakkı Paşa'nın; başıma
gelen bu hâl meşrutiyetten önce olsaydı, hiç bir güç, kellemi omuzlarımdan
düşürülmeyi önleye- mezdi dediği rivayeti pek kuvvetlidir. Böylece Sultan
Reşad döneminin ittihatçıların bizim sadrıazamımız diyecebilecekleri İbrahim
Hakkı Paşa kabinesi bu vak'a münasebetiyle yuvarlanıp gitmeye başladı ve bunun
yerine tecrübesi, başarılarından çok çok fazla bir eski sadrıazam yâni Sultan
Hamid dönemi sadnazamı üzerinde ittifak edildi.
Mehmed Said Paşa'nın Sadareti
İhtiyar ve uzun yıllar siyasi hayatta bulunan Said Paşa bu
dokuzuncu sadaretine yukarıda izah ettiğimiz zorluklarla başladı. İtimat oyu
için şimdiki tabirle hükümet programını okumak üzere meclis-i mebusan önüne
geldi. Bilahire lâzım gelen itimadı taleb etti. Programında özetle şunları
ifade etmekteydi:
Heyet-i vükelâya düşen zor vazifelerden hepiniz haberdarsınız.
Vatana bağlılık esas bulunduğundan hükümet olmaktan kaçınmamak lâzım geldiği
bilinmektedir. Heyeti mebusâna İtimad buyrulmasi istendi ve mebusan bu talebe
evet diyerek güven oyu vermiş oldu.
Mebusan meclisinin bu güven oyu vermesinde esas se-beb, gerek Said
Paşanın gerekse ittihatçıların, amansız, muhalifi olan Kıbrıslı Mehmed Kâmil
Paşanın eline devlet gemisi geçmesin olduğunu, erbabı bilmekteydi. Kabine
meclisden alman güven oyu ile asliyyet kazanınca babıâlî de sadrazamın
odasının, sadaret kaleminin ışıkları sabahın erken saatlerine kadar yanmaya
başlamıştı.
Yaşlı başvekilde; herkes uykudayken mesâiye de-vam etmekteydi de;
kimileri buna, dostlar alış verişte görsün, demekteydi. Halbuki bu geç
vakitlere kadar süren mesai cemiyetin reislerinin müşavere adı altında arzu ve
isteklerini tartışa tartışa tecrübeli bilinen sadrazama yutturma ve fiiliyata
koymaya ikna seansları dense, isabetli ifadelerdendir.
İtalyanların Trablüsgarb Ve Bingazi'yi İlhakı
Kabine daha ongunluk olmamışken; İtalya hükümeti Trab-lusaarb ve
Bingazi'nin kesin olarak ve tamamen İtalya kraliyet topraklan sayıldığını
23/ekim/1327/1911 tarihli kraliyet emirnâmesiyle bildirmişti. Bu beyanname
karşısında İtalya'nın bahse konu yerleri kendi eline almasına da kızan hükümet
açıkça müdafaa ve muhafaza edemediği topraklar üzerinde İtalyanlara burayı,
güya yâr etmemek gayesiyle mücadele meydanına atılarak bir gizli gerilla
savaşını başlattı. Bir çok kişiyi bu kapalı savaşda kullandı. Bu arada da milletin
hazinesini, milyonlarca altununu istedikleri gibi sarfedi-yorlardı. Yine binler
ce bölge evlâdı ve Osmanlı yiğidini bu masrafları rahatça yapabilmek için,
şehadet şerbeti içmelerine sebeb olmaktaydılar.
Bize Trablus'un lüzumu yoktur, diyen haşarata bizde; şimdi sual
ederiz: "Acaba ne için bu kadar evlâd-i vatanın kanını ve milletin
milyonlarca lirasını harcadılar?
İtilaf Ve Hürriyet Fırkası'nın Kuruluşu
İttihad ve Terakki cemiyeti reislerinin Trabiusgarb meselesinde
ve daha sonra beliren diğer hususlarda çevirmiş oldukları fesat dolablarından
haberdar olan muhalif mebuslardan ve bizatihi ittihadcılann kurucu ve reislerinden
olan bazıları vicdan ve namuslarının kabul etmediği böyle bir çirkinliği, daha
sonra çıkması muhtemel pek kötü vak'alann önüne bir engel, bir set olarak
dikilmek lâzım geldiği idraki içinde birleştiler ve yine eski İttihatçılardan
Miralay Sadık beyefendi başkanlığında "İtilâf ve Hürriyet Fırkası"nı
kurdular. Böylece de; cemiyet kelimesi denince artık sadece ittihad ve terakki
cemiyetinin gelmeyeceği, İtilafçıların cemiyeti denilebileceği vasat da
sağlanmış oldu.
Bu itilaf kelimenin lügat mânasını verelim: Anlaşmak. Görüşmek,
uyuşmak. Muvafakat. Cem olmak, birikmektir. Bir de lâtin hurufatında farkına
pek dikkatli yazıldığında mânasının başka olduğu fark edilmesi muhtemel
İ'tilaf kelimesi vardır, ki bu kelimenin mânası ise: yem yeme olup, Osmanlıca
harfler ile yazılışı; elif, ayın, te, lâmelif ve fe harfleriyledir. Cemiyetler
önceleri birinci mânaya uygun olarak faaliyet serdederler sonuna doğruda ikinci
mânaya doğru kürek çekmeye başlarlar. İtİlâfçılar'in çok geçmeden İkinci
mânaya gelen kelime yazılışına, uygun hâle geldiklerini de hatırlatalım ve
İttihatçıları bu memleketin kötü kaderinde yalnız bırakmadılar diyerek bu
şerhî koymakdan kendimizi men edemedik. Tabii ki; böyle bir fırka teşekkülü
Ittihadçıların İştahını kaçırıp rahatını bozdu. Yeni fırka, birleştirici
unsurları daha bir harekete geçirme düşüncesini ortaya koy duğunda muhalefetin
yol gösterici vasfından bir numune göstermiş olması da iyi karşılanarak
iktidara alternatif oldu. Bilhassa bunların, mebuslar meclisinde yer almış
"Ahali" ve "Mutedil Hürrİyet-perveran" fırkalanyla,
Arnavud, Rum, Bulgar mebuslarını da bir araya toparlaması, yetmiş kişiye
yaklaşan bir muhalefet oluşturmayı başarmasına sebeb oldu.
Tabii ki böyle muhalif bir rüzgâr estirmeğe muvvafak olan fırkaya,
ülkenin bir çok yerinden tebrikler yağarken, her yerde şubeler açılma ve
bunları yapmayı üzerine alacak heyetlerin selahiyet talebleri sel gibi akmaya
başladı. Bunun diğer bir mânası her halde İttihad-ü Terakki cemiyetinin
icraattaki bölücülüğü idi.! îttihadçılar, böyle bir güce sahip ve her an bu
gücün ülke çapında inkişaf ettiğini haber aldıklarından, ortalığı kana
boyayarak, cinayetlerle, tehdit ve ihtilaflar ile kaldıramayacağını bilecek
kadar da akıllı idiler. Bu akıllarını ise, sadrıazam Mehmed Said Paşanın başında
olduğu; hükümeti meclisin kapanması istikametinde iknaa muvaffak olmakda
kullandılar. Böylece iktidar partisi ve hükümetin, mebusani kapatma talebini
beraberce yürütmeğe çalıştıkları görüldü. Kabine bu mebusanı kapama yoluna
gitmede bir sebeb bulmak İcâb ettiğini düşündü ve de bulmakda gecikmedi.
Karesî mebusu Abdülaziz Mecdi (Tolun) efendinin başkanlığında
kendini gösteren "Hizb-i CedîcT'in yâni Yeni fırkanın on maddesinden biri
olan: "meclisi fesh hakkının padişaha verilmesi ve tevâzün-u kuvvaiye
riayet(den klik kuvvetine) riayet olunması" meselesini meydana koydu.
İttihadçjlann, hükümetin getirdiği bu çâreye, gönülden sarıldığı görüldü.
Böylece 35. maddenin tadili talebiyle ve işin aciliyeti ileri sürülerek,
mebusana icab eden layihayı verdiler ve encümene havale ettirdiler.
Bu encümenin reisi Menteşe mebusu ve Hakkı Paşa kabinesinin
dahiliye nâzın olan Halil (Menteş) bey idi. Mazbata yazanda evvelce serbest bir
anayasaya tarafdarânı olan Bağ-dad mebusu Babanzâde İsmail Hakkı bey idi. Said
Paşa kabinesi; bu maddenin değiştirilmesiyle padişahın hukukunun
genişletilmesini, böylece hükümet ile mebusan arasında kuvvet dengesinin temini
için taieb etmişdi. Bunu üzülerek ifade edelim ki hiç bir hakkı hükümranisini
ifa edemeyen Sultan Reşad'ın hakkını, iade bakımından değilde, maddeyi
istedikleri zaman lehlerine kullanmak için işlerine geldiğinde, padişaha
meclisi kapattırmak imkânı vermek için teşebbüs ediyorlar ve ellerine aldıkları
aletle kötü emellere hizmet edeceklerdi.
Bahse konu 35. maddenin birden bire meydan da gündem belirlemesi
ve de meclisin kapanmasını hatıra getirebildiğinden, İtilaf ve Hürriyet
fırkasıyla, muhalif mebusları düşünmeye mecbur kıldı. Encümenden mebusan
meclisine gelinceye kadar geçecek zamanıda doldurmak ve muhalifleri oyalamak
için ittihadçılar görüşmeler yapma teklifinde bulundular. Bağımsız mebusların
arabulucuğuyla her iki fırka yâni itti-hadçılar ve itilafçılar müzakereye
girişdiler. Muhaliflerin taleb anlaşmak istedikleri maddelerden öncelikli
olanları şunlardı; Kabinenin ekseriyet ve muhalif fırka mensublarından kurulması
(bugün kü koalisyon anlayışı), yahud tarafsız şahıslarca teşkili, örfi
idarenin kaldırılması, memurların partilere dâhil olmamaları, 35.madde
değişikliğinin tehir olunması, Kâmil Paşanın sadarete getirilmesi gibi
hususlardır.
Bu müzakerelerin dediğimiz gibi vakit kazanmak ve oyalama için
düzenleyen İttihadçılar tabiiki anlaşmaya yanaşmayacaklardı ve işler
sürüncemeye kalmıştı. Bir de İtilafçıların Kâmil Paşayı ileri sürmeleri başka
başka hesaplara yarar hâle gelmişdi. Bu arada da, 35.madde encümenden meclise
gelmişti. Meclisin görüşme alanına inen 35. madde sayesinde İttihatçılar
anlaşmayı samimi olarak hiçbir zaman arzu etmedikleri itilafçıların yüzüne
karşı isteklerinin meclisin feshi olduğunu söylemiş olmaları görüldü. Hâl
böylece İttihatçıların muhalifi mebusların, meclisin madde ile alakalı görüşme
oturumlarına katılmama kararı alıp tatbik etmelerine kadar gitti.
Bu tatbikat meclisde İnsidad-ı müzakere yâni müzakerelerin
tıkanmasını sağladı. Değil kanun değişikliği için lâzım olan üç de bir
ekseriyet, ekseriyet-i adiye dahi meydana gelmediğinden kabine ile mebuslar
arasında ihtilaf çıkmıştır. Çünkü hükümet meclisi çalıştıran güçdür ve bahse
konu teklif de hükümet tasarısı olarak meclîs müzakereleri safhasına indiğinden
arkasında itimat oyu olan hükümet arzusunu yerine getirebilmeliydi! Fakat bu
kuvvetde görülmüyordu. Yoksa İttihatçılarda meclisi bir başka şekilde mi
kapatmak istemekteydiler!?
Bu sırada meclisi mebusanda muhalif ve muvafık mebuslar öyle
şiddetli ihtilaflara düşmüşlerdi ki artık birbirlerini hakaretlerle tahrik
etmektelerdi. ülkenin Trablusgarb gibi önemli bir yöresinin kaybı ve nice elem
verici gaileleri varken hariç ve dâhilde dağdağalı işlerin tepemizden duman çıkardığı
bir dönemde ellerinden hükümeti bırakmayarak, kötü idareleri sebebiyle daha
büyük tehlikelere doğru ülkeyi sürükleme ve büyük meseleler çıkarmak, mebusanı
fesh etmeye kalkışmak, kanunları canlarının istediği gibi tatbik etmeye
kalkışmaları asla doğru olamazdı.
Zâten şahsî menfaatlerinden başka bir arzu ve düşünce taşımayan
İttihad ü Terakki cemiyeti reis ve mensuplarından başka ne beklenebilirdi?
Meclisin ilk dördüncü devresinin toplanışının sonuna bir kaç ay kalmışdı.
Muhalifleri ile güzelce anlaşarak öyle nâzik bir zamanda kavga çıkarmakdan
kaçınmak, hükümeti daha güçlü ve muktedir ellere terk etmek iyi niyet
taşıyanlar indinde de övülmeğe değer olduğu halde, millet ve memleketi
sevdiğini ilândan geri kalmıyan İttihad ü Terakki cemiyeti neden bunları
düşünerek ülkenin selâmetini gözetmedi?
Herneyse; Said Paşa hz.leri Anayasanın değiştirilmiş 35. maddesine
göre <ihtilaf> sayılamayan kanunda yazılı müzakere ve tevâlii ihtilaf yok
idi insidad-ı müzakereyi ihtilaf addedib istifasını verdi. Şimdi başka bir
bakanlar kurulu teşkil olunup meclise gelmesi devam etmek de olan bu üzücü
ahvalin sonunun temini hususunda herkes de bir ümîd uyanmıştı. Anayasanın 35.
Maddesinin; "yeni gelen bakanlar kurulunun, eski bakanlar kurulunun fikir
ve talebinde, ısrar ederse ve meclis-i mebusan bunu kabul etmezse o vaziyette
meclis-i mebusanın ayan meclisinin uygun görmesiyle padişah tarafından
fesh" olunacağı gösterildiğine göre Said Paşa kabinesinin yerine gelecek
heyet-i vükelâ, eski hükümet olması düşünülemezdi aksi halde Anayasanın icâb
ettirdiği, heyet-i vükelâyı değiştirmenin ne faidesi kalırdı.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız kanun gayet net olarak
meydandayken, ne olursa olsun, meclis-i mebusani.kapatmayı kafalarına
yerleştirmiş İttihad ü Terakki cemiyeti, istifa etmiş bulunan Said Paşayı yine
kabinenin kuruluşuna vaziyet etmesini sağladılar.
Said Paşanın Onuncu Sadareti
Paşanın bu son sadaretinden çabuk düşmemek ve bir zamanlar
kendisinin bir vergi borcundan dolayı ittihadçılann hakaret hedefi olduğunu
hatırlayıpda bunlara bir oyun oynamak, düşerse de ittİhadçıları da beraber
düşürmek azminde olduğuna şüphe edilemeyen Said Paşa hz.leri, yeni bakanlar
kuruluyla meclisde program okumak ve güven oyu istemek usûlünü, belki
muhalifler galebe çalarda ben ihtiyarın genç kabinesini düşürürlerse,
oynayacağım oyun yarım kalır düşüncesiyle sarf-ı nazar etti.
Otuzbeşinci madde diye meclise gitdi. Meclisde de bahse konu
müzâkereye konmuş idi. Allah için söyleyelim.Vicdanen itiraf edelim.
"Takvim-i Vekayıi" adlı resmî gazetenin sa- . tırlarında meclisi
mebusan müzakeresini okuyalım: "Muhalif mebusların millet kürsüsünde
meclisin şu zamanda feshinin münasebet olamayacağına, 35. Madde mucibince
meclisin feshi teşebbüsü, kanuna ve kavaid-i meşrutiyete tevfik
edilmediğine" dâir yapılan ifadeleri ve beyanatları pek kuv-Vetli
delillere dayanmaktaydı.
Anayasa Madde: 35
Görüldüğü gibi bir hayli zamandır yazımızda 35. madde diye bir ibare
değişikliği ne kadar zaman ve yer almaktadır. Demek, ki günümüzde de, iktidar
ve muhalefet anlayışları pek ayrı istikametlerde yol aldığı takdirde zaman
hangi seneyi kapsarsa kapsasın netice aynı güzergâhda seyretmektedir. İşte
1911, işte misal olarak 2000 yılında da anayasa anlaşmazlıkları!
Neyse; biz günümüzü bırakıp, maziye avdet edelim. Evet 35.
maddenin müzakereleride günlerce sürdükten sonra neticede Said Paşa
kabinesinin maddenin değişikliği hakkında verdikleri teklif, 125 rey'e karşı
105 rey ile ret olunduğundan ve üç de iki çoğunluk temin edilemediğinden madde
aynen kaldı. İttihatçılar meclisin bu red kararı üzerine, ayan meclisine
verdirdikleri mebusanın fesih kararı ile maksatlarını temin ettiler. 5/ocak/
1912 tarihli hattı hümayun ile meclisi Sultan Reşad'a dağıttırdılar. Böylece
milletin görüşünün bir şahadetnamesi olan kanun-î esâsîyi çiğneyerek, her çeşit
tedbire başvurup mecbur kaldıkları halde bu affedilemez hatalarını kapatmak ve
mazur görülmelerini temin için kime rastlasalar; "eğer meclis fesh
olmasaydı hükümet muhaliflere geçecekdi. Halbuki karşımızda, kavî ve muntazam,
ahvâli itimat verir bir muhalif fırka yok. O sebeble hükümeti şu nâzik dönemde
muhaliflere bırakmamak için bu davranışı zarureten yaptık" demektelerdi.
Muhalifler dedikleri ise, kendilerinin cemiyetlerini birlikte
kurdukları, eski azaları ve arkadaşlarından başkaları değildi. Bunlar
memleketin hâl ve istikbâlini fena görüp, ayrılmış
OSMANLI TARİHİ münevver
kimselerdi. Bunlarla uyuşub bir ikisini kabineye alarak anlaşma yapsalardı. O
zaman fesih gibi müthiş bir hâle sebebiyet verilmemiş olurdu. Kanundan
ayrılamaz ve kanunu, şahsî menfaatlerini temin için, ayaklar altına alamazlardı.
Said Paşa bunlarla kanundan şikayetçi hatalara düştü. Ayan
meclisini de gizli müzakereden sonra feshetme talebini kabule sevk etti ki, bu
yönü hakiykaten tetkike değer. Said Paşa kabinesi; 35. madde müzakeresine
böylece son vererek, mebusan meclisini dağıttıktan sonra çoluk çocuk eline
kalan memleket idaresini birçok vak'a bekler olmuştu.
Belâlar Yağmur Gibi Yağıyor
Said Paşa ve kabinesi 35. madde ile aylarca uğraşırken devletin
bir başka işleri için için tutuşmakta,ara sıra kısa alevler ile kendini
hatirlatmaktaysa da, 35. madde kabineyi, meclisi ve sadrazamın bütün hayatını
teşkil etmekteydi. İşte günlerden bir gün bu belâların âteşi sönmez bir alev
hâlinde değil amma, içinden çıkılmaz bir belâ yumağı gibi kendini gösteriverdi.
Bunların en başında Mehmed Emin Âlî Paşa gibi bir zâta dahi
uykular uyutmayan Girid meselesi yeniden başgösterdi, Malisör isyanı, bir başka
üzücü mesele ve haberdi, Yemen vak'ası, ben de burdayim deyiverdi. İran ile
didişirken, Trab-lusgarb harbi ile uğraşırken, İttihatçıların sebeb oldukları
hi-zibçilik, fırka meseleleri, yeni seçim işleri arasında bunalmış kalmıştı.
Alman imparatoru 2. Wilhelm dostumuzun(!) himmet ve
hamiyyetperveraneleri(!) eserlerinden olan Trablusgarb savaşları yetmezmiş
gibi birde, Makedonya da Malisörler meselesinin üstüne, Bulgar komitelerini
teşvikle şimendifer l'tren) ollarında, karakol ve kışlalar civarında bombalar
patladı- Bu defa da Bulgar komitelerinin (İttihatçı beylerin meşrutiyetin ilk
günlerindeki kardeşleri) cinayete dönük davranışlarını dini mâbedlere de
ulaştırdılar. Bombalardan biri, İştip'de camiî şerif altına kondu. Patladığında
birçok müslü-man şehid oldu ve bir hayli de yaralanmaya şahid olundu.
Bu vaziyetden galeyana gelen Arnavutların, hristiyanlar-dan beş
kişiyi öldürmelerine ikiyüz kişi kadarımda yaralamalarına sebeb olundu.
Malisör ve Bulgar komitelerinin meselelerinin üstüne gelen, Arnavut harpleri
meselesiyle zâten karışmış olan Rumeli, Hakkı Paşa kabinesinin fahiş hatası
neticesi olarak Arnavutlardan silah toplamak, güya ıslahat yapmak vesilesiyle
Arnavudları tehdid ve muhalif mebuslarını göz önüne alan İttihat ve Terakki
cemiyeti, Amavudluk'da örfi idare ilân ederek binlerce masumu, idam, hapis,
işkencelerle katletmek, sürgün, hakaret gibi ve bilhassa ellerinden
silahlarını alma hakareti, bu kavmin çok, ama çok gücüne gitdi. Bütün bu yapılanlar
Arnavut ahalinin İttihat cemiyetinden intikam alması sevdasına düşmesine sebeb
oldu. Hükümet Malisörler ve Bulgar çeteciler karşısın da aciz kalıyordu.
Arnavutların; hükümetin bu acizliğini görüp, istifadeye
kalkmamasını takdir kolay değildir! Malisörlere verilen müsaadeyi ve
bulgarlara karşı gösterilen aczi gören ve bilen, Arnavutları kıyama hazırlamış
ve balkan ittifakiyiede yavaş yavaş uyanmağa başlamışdır.
Balkan İttifakı
Ittihad ve Terakki cemiyetinin emriyle Arnavutların Mahmut Şevket
Paşa tarafından silahları toplatılarak, kuvvetli bir savunma gücünün ortadan
kalkması ve İtalyanların Trablus-garb'a hücumu sebebiyle, Akdeniz yolunan
kuvvet göndermemize kapalı olması ve bir kuvve-i mühimme-i askerî-ye'nin
Anadolu sahilini İtalyanların hücumundan muhafaza ile meşgul bulunması gibi
sebeblerden istifâde eden Bulgar ve Sırp hükümetleri Ma kedonya'yı aralarında
bölüşmek üzere Said Paşa kabinesi, iktidar mevkiinde bulunduğu zaman ittifak
imzalamış ve Yunan'ı da bu ittifaka davet eylemişlerdir.
Fakat; Yunan başvekili mösyö Venizelos, Bulgar ve Sırp
hükümetlerinin itimada şayan olmadığına binaen, devlet-i âliye-i Osmaniye ile
ittifak etmeyi Yunanistan menfaatine uygun bulduğun dan Atina'dakİ
maslahatgüzarımız aracılığıyla Bulgar ve Sırp hükümetleri arasında akd-i
ittifak olunduğunu babıâlî'ye haber ederek ortak menfaat gereğince bu
ittifakın yapılması icâb ettiğini hatırlatıp, gerekirse bunu konuşmak için
İstanbul'a gelebileceğini bil dirmiştir. Ancak; boykotlanyla Yunanlılar
aleyhine husumet ilân eden İttihatçıların bu yaklaşımı iyi karşılamayacağını
düşünen Said Paşa böyle bir müracaata cevap bile vermek lüzumunu duymamıştır.
Böylece ufukda görülen Rumeli yağmasından hissedar olmaktan mahrum kalırım,
korkusu taşıyan Yunan hükümeti, bölüşümden istifâde etmek için şâyan-ı itimad
bulmadığı Sırp ve Bulgarlar ile ittifaka girmeyi de ihmal etmedi.
Aslında birbirlerinden emîn- olmayan bu devletler, daha . sonra
birbirlerine girdiler. Fakat; Said Paşa müdebbir, muktedir bir başvekil
olsaydı, balkan ittifakının gerçekleşmesini
Önlemek için Yunanlılarla ilgili maslahatgüzarın teklifini,
kuv-vejen fiile çıkarması gerekirdi. İcabında vücudunu ittihatçıların
anlayışsızlığına kurban edecek cesaret ve fedakârlığı göstermeliydi! Ama
nerdee! Eğer bu antlaşma yapılabilseydi, Edirne'yi Bulgarlar ele
geçiremezlerdi. Nitekim aralarında kapıştıklarında biz; Edirne'yi tereyağdan
kıl çeker gibi istirdat ediverdik.
Arnavutluk Meselesi
İşte böyle başlayan balkan ittifakı, Rumeli vilâyetlerinin
gelecekde karşılaşacağı durum vahamet arzettiğinden, bundan korkan Arnavutlar,
ittihatçılar başta olduğu takdirde topraklarının ecnebi devletlerin eline
düşeceği tahmininde bulundular. Bu anlayışlarını hükümete anlatmak ve bazı müsaadelere
kavuşmak ve topraklarını pek kötü sıkıntılara düşmekten kurtarmak için
toplanma haklarını kullanmağa başladılar. Bu toplanma eylemleri, Osmanlı
hükümetinden istedikleri müsaade talebine hızvermişti. Ne varki ittihatçılar
bu tarz talebleri bir isyan teşebbüsü olarak addetiğinden ve Rumeli halkına
güveni olmayan ittihatçılar, Kandiyeli ferik İsmail Fazıl Paşa idaresinde
asker sevk etmeyi münasib gördüler. Böyle az bir ku\vetle Rumelide askerî
harekât yapmağa görevlendirilen Paşa'yı hâlihazır mevcuddaki Rumeli ordusunun
ilâve edilmesini sağladı, İsmail Paşa kuvvetini böylece ikiye katladı.
Emrindeki kuvveti bir hayli ziyadeleştiren İsmail Paşa harekâta
başladığında, asakir-i şahane; necib bir kavim olan Arnavutlara taleblerindeki
haklılık münasebetiyle, silah kullanmamayı tercih ettiler. Böylece
ittihatçılar askere sözünü geçirememiş oldu. İttihatçıların emrindeki kabine;
askeri bu iş de kullanama yacaklarını anlayınca, telâşla ve korkuyla
irkildiler. Plânladıkları cinayetleri yapmaya iştirak etmeyen asker üstelik
Arnavutların haklı tâleblerinden dolayı onlardan yana tavır koyduğunda ortaya
çıkan durum başka bir mahiyet gösteriyordu. Asker ne yapacak? Düşüncesi
ağızlarını bıçak açmayacak dereceye getirmişti.
Kandiyeli İsmail Fâzıl Paşa; Harbiye nazırlığı koltuğunda oturan
Mahmud Şevket Paşa ya gönderdiği bir telgrafda: komutasındaki seksen tabur
askerin bütünü Arnavutların tarafına iltihak etmelerinden dolayı bu harekât-i
askeriyeyi gerçekleştirmek imkânı kalmamıştır. Bu işi başka bir hususla
düzenlemek lüzumunu hatırlatıyordu. Mahmud Şevket Paşa; bu telgrafı alır almaz,
evvelki gibi olmayıp bu defaki hatasının cezasının kendisi İçin pahalıya mâl
olacağından epeyi korktu. Hemen bu telgrafı yanına alarak babı âlî'ye gidip,
sadnazam Said Paşa ile görüşüp telgrafı okudu. Bunun üzerine toplanan bakanlar
kurulu vak'ayı enine boyuna inceledikten sonra söz Mahmud Şevket Paşaya
verildiğinde, Paşa: askerî güç ile bir şey yapılamayacağını söyledikten sonra
istifasının kabulünü isteyip, toplantıyı terk etti gitti. İstifa edip oradan
firar eden zat, Sefânik'den başlayıp, istifa ettiği anâ kadar süren komutanlık
neşesinden adetâ sarhoş olan vede bu çocuklar hükümeti ve cemiyetinden bir
türlü ayrıfamayan paşa, işlerin bu noktaya geleceğini idrak etseydi, bu küçük
beylerin arzularına baş eğmekden azade kalır böyle ağır bir yük altına
girmezdi. Böylece de meclisin önünde istifa edip firar etme durumuna düşmezdi.
Diktatörlüğe kalkışan Mahmud Şevket Paşa,onu bunu idam veya
sürgüne yollamak, tevkif ettirmek, işkencelere göz yummak yerine bu selahiyeti,
gücünü küçük beylere kullansa idi, hiç şüphe olunmasın ki, ne memleket bu hâle
gelir ne de onlar padişaha ve halka oyunlar yapabilirlerdi.
Bunun böyle olması gayrikabil değildi. Çünkü; subayların çoğuda
Mahmud Şevket Paşa ile aynı düşünce ve anlayışa sahipti. Askerlerini milletin
kanını dökmek ve ortalığı yağmaya bırakacağına, bu haşaratı temizlemede
kullanabilirdi. Eğer böyle vatanperverâne bir hizmete kalkışsaydı Mahmud Şevket
Paşa, Osmanlı târihinin pek büyük kişileri arasında mümtaz bir yerin sahibi
olurdu.
Ayrıca ülkeyi bölünme ve çökmek gibi felâketlerden muhafaza etmiş
olurdu. Görme nimetinden neredeyse mahrum denilecek kadar geleceği göremeyen,
aciz ve fikir bakımından kısır olan Mahmud Şevket Paşa,yukarıda söylediğimiz
hâle teşebbüs edip gerekeni yapmayı hatırına bile getiremediğinden, memleket
harabeye dönerek, bir felâket girdabına düşmüştür. Mahmud Şevket Paşa'nın
istifası, Said Paşa kabinesinde büyük bir zafiyet doğmasına sebeb olmuştur. Ne
yapacağını şaşıran tecrübeli sadnazam, kabineye alabileceği bir harbiye nâzın
bulamama durumu ile başabaş kalmıştır. Dolayısıyla harbiye nazırlığı tâyini
gerçekleşememiştir.
Beri tarafdan Arnavutlukdan İttihatçıların birinci inkılab
esnasında yaptıkları ve öğrettikleri üzere yağmış bulunan telgraflar ve bir
başka tarafta çeşitli meselelerle yüklü siyasî durumlar üzerinde çaresiz kalan
kabine üyeleri de kaçmaya hazırlanırlarken, meclisi teşkil eden mebuslar
arasında kabineye itimatsızlık görülmeye başlandı.
Bu durumu hisseden ve'harbiye nazırının istifasından sonra
sekiz-ongün geçince bir harbiye nâzın tâyin etmeyen, Said Paşa bir beyanname
hazırlıyarak mebusan meclisi huzurunda birden bire kabinesiyle göründü.
Beyannamesini okurken; dâhili asayiş lâzım gelen merkez de isede dış dünyada
büyük devletlerle aramızda geçen işlerin siyasî bölümü yolun da gitmemekte
hususuna dokunmadan geçemedi.
Aynı hitabetin bir yerinde ise; balkan devletleriyle, bizim
hükümetin takip ettikleri görüşlerin sayesinde dostane hava devam ettiğini,
endişeye sebeb olacak husus bulunmadı ğmı söylemeye de önem verdi. Bu
konuşmasını bitirdiğindede güven oyu istedi. Meclis toplantısına katılmış
bulunan ve kanmaya hazır bulunan mebuslar derhal kabineye itimat reylerini
veriverler. Hemen ertesi günü babıâlî de yapılan toplantı çok uzun saatler
devam etti ve burada alman karar üzerine, aynen harbiye nâzın Mahmud Şevket
Paşa' nın yaptığı gibi istifalarını verip bir köşeye firarda İttifak ettiler
ve derhal savuştular.
Talat'ların, Cavid'lerin, Mahmud Şevket'lerin ve emsalinin tek tek
firarlarından sonra ortada kalan Said Paşa'ya saraya istifasını gönderip, evine
gitmekten başka yapacak bir şey kalmadı. Said Paşa hz.leri yukarıda anlatıldığı
gibi vergi borcundan dolayı uğradığı hakarete mukabele olarak İttihad ve
Terakki cemiyetine karşı istediği oyunu tamamen oynaya-mamişsa da, bir miktar
zaman için de olsa iktidardan düşürmeğe muvaffak ola-bilmiştir.
Said Paşa'yı, yakından tanıyanlar kabul edip, teslim ederler ki
Paşa, gayet inatçı ve kindar ve de intikam almakdan hoşlanır bir karaktere
sahip olduğundan şahsı ile alakalı iş olduğundan intikamını almaktan kendini
rnenedememiştir. Zâten sadareti de kabul etmesi gördüğü hakaretin acısın! çıkarmaya
ve bir de yine bana muhtaciyetleri oldular diyebilmek içindi. Said Paşa
yaradılış itibarıyla zeki bir kimse olup, makam iktidarını istediği gibi
kullanan bir şahsiyetti. Zekâsını ve bunu kullanma gücünü de, şahsî işlerinden
ziyâde memleket işlerinde sarf etmek yolunu tutsaydı, ülkemiz bundan çok çok
kârlı çıkardı. Said Paşa doğrusunu söyleyelim ülkemizin son zamanlarda
yetiştirdiği siyaset insanları arasında nâdir kıymetteki eşhasdandir.
Bütün bunlara rağmen Said Paşa son derece korkak, sebatkâr
olmayan, merhameti pek kıt kimselerden idi. Herşeyi kendi almak ister bunu
kimse ile paylaşmak istemez bir anlayışa sahipti. Teşebbüs ettiği işler
üzerinde basiret üzere hareketle beraber, başarısızlık hâlinde kabahati kendinden
hemen atabilecek tedbirleri almakda pek mahirdi. Bu sebeb den başlamış olduğu
işlerin çoğu bu davranış içinde olmasından pek netice vermezdi.
Said Paşa kırk yaşını aştıktan sonra fransizcaya bir iki sene
içindede vukufiyeti elde etmiştir. Böylece başkasının on-beş senede zor
toplayacağı mânevi bir sermayeye sahip olduğu görülmüştür. Avrupa siyaset usûlü
medenisinin zorluklarına vakıf olmayı başardı. Maarif sever bir insan ola-ak
tanınmıştır. 2.Sultan Abdülhamid hân devrinde maarif sahasında ortaya koyduğu
çalışmalar takdire şayan hizmetlerdendir. Ayrıca aile bağlılığına pek önem
vermesi bazı hatalara düşmesine sebeb olmuştur. Velhasıl Said Paşa'nın
hayırları kötülüklerini karşılar. Diyenler yalan söylememiş olur.
Sadaret Tevcihine Yapılan Tesirler
istifa ederek makamı sadareti boşaltan ve kabinesini yıkarak bu
işi beceren Said Paşa'nın yerine, Arnavutların da ta-lebleri üzerine Kâmil Paşa
hz.lerinin başkanlığında kurulacak bir kabine teşkili beklenirken, geçmiş
kabineden firar yoluyla giden zevatın arkadaşlarından olan, padişahın sarayının
başkâtibi Halid Ziya (üşaklıgil) bey, yine padişahın serkurenası (bu günkü
tâbirle protokol genel müdürü) Lütfi (Simâvî) bey ve saray görevli İerinden
Tevfik beyefendiler, bahse konu ittihatçı cemiyetin verdikleri emirler
ışığında, sadaretin, Kâmil Paşa'ya verilmemesi hususunda, kesif faaliyete
girişdiler. Arnavutları avutabilmek ve Kâmil Paşa hz.lerinin sadrazamlığını
önlemek gayesiyle kabine kurma hususunda arzularım duyuran ittihatçılar, Kâmil
Paşa'nında içinde bulunduğu ve Gazi Ahmed Muhtar Paşa hz.lerinin riyasetinde
olmak üzere kabine teşkil teklifleri ve yine, Arnavutların farmason olduğu
iddiasıyla kabinede görmek istemediklerini belirttikleri şeyhülislâm Musa
Kâzım Efendinin yerine Sultan Hamid'e aralıksız onsekiz yıl şeyhül islâmlık
yapan Muhammed Cema-leddin Efendi hz.lerinin tâyini taleb ve ısrar etmeleri
münasebetiyle Gazi Ahmed Muhtar Paşanın başkanlığındaki kabine teşekkül
ettirilmiş ve buna Büyük Kabine adı verilmiştir.
Gazi Ahmet Muhtar Paşanın Sadareti
Sadrazamlığa nasbi yapılan fahametlû, devletlû Gazi Ahmed Muhtar
Paşa, Şura-yı Devlet riyasetini kabul eden esbak ibahetlü, devletli Kıbrıslı
Mehmed Kâmil Paşa hz.leriyle birlikte diğer vükelâyı seçip tamamlamış ve
iradei seniyyeye tasdike arz etmiş ve arzuy-u şahane tasdik babında
vukubul-duğundan işe girişmişti. Hükümet işlerinin son derece tavsayıp çeşitli
vak'a ve dağdağa içinde bulunulduğu için yeni meseleler çıkarmamak için
Arnavutların taleb etmiş oldukları altı maddelik arzuyu, dikkat nazara alarak
bu kalabalık ve sadık topluluğu karşısına almama yolunu seçti.
Ayrıca bu taleblerin hiç biri Osmanlı devleti aleyhine hiç bir
husus taşımıyordu. Zaten uygun olanı da Arnavutların bu altı maddelik talebin
4'ünü yazmak suretiyle de okurlarımızı bildirmektir.
1- Meclis-i Mebusan'ın fesh edilmesi
2- Yeni seçimlerin kanuna uygun olarak serbest şekilde yapılması
3- Hükümet emriyle daha önce ellerinden alınmış silahların iadesi
4- Kâmil Paşa hz.lerinin sadarete getirilmesi ve benzeri hususlardan
ibarettir.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa; meclisi mebusanın fesih işine hemen
teşebbüs etti. Arkasından Arnavutlara; vermiş olduğu bu teminata istinaden,
hemen bir nasihat heyetini göndermeği plânladı. Büyük müşirlerden İbrahim Paşa
riyasetinde bir nasihat heyetini hem Arnavutlara hem de, bunlara iltihak etmiş
askerlerimize gönderdi. Öte yandan bitmez tükenmez sıkıntıları hâlle ve yeni
vücud bulan hadiseler ile meşgul olan hükümet, çeşitli çârelere başvurmağa
uğraşırken, hem hükümetken istifa verip kaçan İttihatçı kurucu ve reislerinin,
yine kabineyi kendi istikametlerine çevirmek yolunda, her çeşit çalışmaya
girdiği gözlemlendi. Hedefleri yeniden hükümet olmaktı. İttihatçılar; heyet-i
ayanın uygun gördüklerini verdikleri oyla belli ettikleri mebusanın feshine
karar vermelerini ve bu kararın padişah tarafından tasdik edilip okunması
lâzım geldiği gün mebusların düşüncelerinde bir anarşi temini için meclise
gitrnekden men etme yolunda gayret sarfettiler.
Memleketin ihtilâf ile sarsılmasına yarayacak hareketlere
girişmekten kendilerini alamadılar. Bunlardan; îttihad ü Terakki cemiyetinin
kurucularından vede ileri gelenlerinden Selanik mebuslarından, iktisat» ilmi
âllemesinden ve bahse konu cemiyetin baştâcı sayılan avdeti (Dönme) Cavid bey
kürsüye çikdı ve kabinenin bu hareketini meşrutiyet darbesi olarak
isimlendirdiği görüldü. Ayrıca; nice hezeyanlar savurdu durdu. Bütün bu
konuşmaların amacı ahaliyi sokağa döküp yeni bir mesele çıkarmağa dönüktü.
Cavid'in gerek anayasaya aykırı, gerekse padişahın irâde-i seniyyesine mugayir
olan davranışı ne çâre hiçbir ceza almadan kendisine kâr olarak kaldı. Meclis
de böyle bir hâlin meydana gelmesi esnasında, cemiyetin fedâileriyle diğer
serseri takımı tarafından meclis içinde, veya dışarıya taşacak bir olayı
çıkarmaya cesaret etmelerini, bunların müteşebbislerini başda Cavid bey olduğu
halde meclisde bulunan polis kuvveti, yetmezse Harbiye Neza retinden sevk
olunacak asker sayesinde* bunların tevkifi için gereken emri vermekte Gazi
Ahmed Muhtar Paşa tereddüde düştü ve kararlılığı gölgelendi.
Eğer memleketin selâmete ermek zaviyesinden olaya bakılmış olsa
idi, bunların, bu serserilerin başda Cavid bey olmak üzere hakkettikleri
muameleye tâbi tutulmaları yerine getirilseydi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi
ülkenin bütün işlerini tam manasıyla hâl yoluna koyabilirdi. Ne varki;
sadrı-azam paşanın yukarıda temas ettiğimiz tereddüt dolu ve yapılması
gerekeni yapmakta acz içinde kalması hükümetin otoritesini sıfırladı. Böylece
de; milletin kurtulma imkânı bulduğu sırada, serseriler haşaratlıklarına
devama fırsat buldular.
Gazi Paşanın Yanlışı Neydi?
Güzel vasıfların bir çoğunun kendisinde toplanan kumandanlar
arasında da apayrı bir yeri olan Katircıoğlu Gazi Ahmed Muhtar Paşa bu önemli
fırsatı idrak etmişmi? Etmemiş-miydi? Bu hususda göstermiş bulunduğu aczi, iki
hâle yorumlayarak cevap vermek durumundayız.
Birincisi: İttihad ve Terakki ve Hürriyet ve İtilâf fırkalarının
ikisini birden idare etmek. İkincisi: İçde ve dış da hükümetin maruz kaldığı
pek önemli meseleler esnasında yeni bir vak'a husule gelmesine sebebiyet
vermemektir.
Peşin peşin söyleyelim ki bu iki hususu biz, hata içinde hata
olarak görüyoruz. Bu iki hususu muhakeme ettiğimizde bu tesbitlere dâir şu
görüşe sahibi olduğumuzu duyurmak isteriz. Gazi Ahmed Muhtar Paşa hz.leri ne
ittihatçı ne de itilaf-çıdır. Zâten fırkalara istinad etmek suretiyle makamı
sadarete de gelmiş değildir. Çünkü Arnavutluk ahalisinin, kendisini bitaraf
bilmiş olmasından dolayı teklif etmiş olması, bu arzuyu umûmî münasebetiyle,
sadarete gelme olayının neticelenmiş olduğu görülür. Mademki bir fırkaya
istinad etmeden kabine kurulmuştur o halde meclisde arkasında rey kuvveti yok
demekdir. Mebusan da, her iki partiyi de, kırmama yolunu seçerek, icâbmdada
birinden diğerine dayanarak mevkıilerini muhafaza etmek böyle sıkıntısı pek çok
ve büyük olan bir dönemin işlerinden olmadığından bu sadareti kabul etmekde bu
muhterem zât için düşünüle cek hâllerden olmadığı ortadadır. Bu bakımdan bahse konu Cavid bey ve
hempalarını o gün tevkif edip, hapse attırıp, devlet ve memleketi bugün ve
gelecekteki felâketlerden kurtarmak, en büyük hizmetlerinin yanında bir başka
şekilde parlayacak hizmet olarak tarihdeki yerini alacaktı.
İttihadçıların varlıklarından dolayı çıktığı görülen bütün acı
vakaların, felâketlerin ortadan kalkması bunların izalesi ile gerçekleşecekdi.
Ondan sonra bu kabineyi meclis de, programını plânladığı şekilde
tatbike koyar ülke içi meseleler ortadan kalkacağı içinde hükümet dış
meselelerdeki pürüzleri hâlletme çârelerini daha rahat ortamda arayabilirdi.
Meşrutiyetin ilânından sonra önemli mesele olarak kendini gösteren vak'aları
hiç şüphe edilmesin ki, iç ve dış olaylarda dahil olmak üzere bizatihi İttihat
ve terakki cemiyetinin kasden ve bir maksada dayalı olarak ihdas ettiği
hatırdan çıkarılmasın.
Almanya İmparatoruna Hulus Mu?
Yukarıda cesaretle ileri sürdüğümüz husususatın gerçekleştirilmesinde
ittihatçılar, veliî nimetleri olan Almanya imparatoru ile gizli cemiyetin
-değerli okurlarımız. Ancak bir hususu belirtmeyi okuma esnasında tereddüde
mahal bırakmamak için şart olarak şunu gördük. Bazı yazarlar bu tesbiti gizli
cemiyet tesbitini, masonlar olarak net bir şekilde ortaya koyma yoluna gitmemiş
ki, sebebi tamamen kendilerine ait hususattandır. Bu bakımdan gizli cemiyet
ibaresini değerli okurlarımız masonlar şekliyle değerlendirirlerse umarım hata
etmiş olmazlar.- Şark dünyamız hakkında ki kararlarını bir zorluğa maruz
kalmadan tatbike koymada yardımcı olun emirini aldıkları için yerine
getirmektedirler. Bunu temin etmek için de, ülkemizin birçok yerinde nice
vak'alar, yangınlar, viraneler icâd ettiler. Bunları yaparken ahaliyi kendi
derdinin dermanını arar hâle getirdiklerinden, devletin içinde çeşitli yollarla
te'sir sahibi olan imkânlarıyla arzu ettikleri ve kendilerine emrolunanlan
yerine getirecek kararları almakta maalesef başarılı oldular ve memleketi de bu
günkü vartaya getirdiler.
Kabine; İttihatçıların sebebiyet verdiği balkan hükümetlerinin
birlikte hücumuna, Avrupa büyük devletlerinin, Berlin antlaşması gereğince,
Rumeli topraklarında, ıslahatın yapılmasını ileri süren ultimatomuyla karşı
karşıya kaldı. Avrupanın büyük devletleri Rumeli topraklarındaki İslahatı taleb
et- tikleri sırada, Almanya ve Avusturya devletleri, bunların, Jön Türklerin
koruyucuları olduğunu da hatırdan çıkarmamak lâzım olduğu bilinmeli, ki bu iki
devlet de balkan ittifakını yaptıranların arasında yer aldığı gibi, silah ve
ihtiyaç bakımından bunlara çok yardım etmişti. İtalya ve Ruslar bu yardımları
müsama ha ile karşıladılar. Sonunda Almanya ve Avusturya Osmanlı üzerine
saldırın emrini balkanların sonradan çıkma devletlerine saldılar.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa Rumeli İslahatına cidden Önem vererek bu
meselenin, savaş sebebi olma kozunu ortadan kaldırmak için uygun bir siyaset
arayışına girişdi. Böylece harbin önünü almağa büyük gayretler sarfetti. Ancak
bu anlayış daha ne kadar sürebilirdi ki? Karadağlılar Osmanlı hu-dudlarını
çiğnemeğe başlamış, balkan ittifakının diğer ülkeleri, Yunan, Bulgar ve
Sırbistan ise küçük rahatsızlıklar verme dönemini açmıştı. Oteyandan İttihat ve
Terakki cemiyetinin sözde vatanperver ve muhterem zevatı, iktidarın iplerini
ele geçirmek için yeni hesaplar yapmış bir sonuca ulaşmışlar ve tatbike
koyulmuşlardı.
Darülfünun yâni üniversite talebelerini başlarında bazı mebuslar
olduğu halde ellerinde çeşitli flamalar, sloganlar yazılı yaftalar (pankartlar)
olduğu halde sokaklarda dolaştırıp tezahürat yaptırmaya ve bundan doğacak
karışıklık sayesinde umduklarını bulmanın hayali içinde babıâlî'ye geldiler.
Harp isteriz diye bağıran topluluk, hemen arkasından tekbirler getiriyor ve
yine harp isteriz avazeleriyle ortalığı velveleye veriyorlardı. Sadrazamı
görmek bahanesiyle bu serseriler kapı ve camlan kırma hareketlerini, göstermeye
başladı. Bu vaziyeti tesbit eden heyet-i vükelâ, yâni bakanlar kurulu araların
da bir ittifak hasıl olduğundan, tedbir almaya karar verdi.
Gazi Sadrazamın İkna Çalışması
Tedbir olarak düşünülen, babıâlî de bulunan zabıta ve askeri
kıtaya ilâveten yeterli sayıda kuvveti babıâlî de çıkması muhtemel vakalara
karşı, hazır tutmak icabında gereken müdehaleyi temin etmekdi. Bu sırada
babıâlî önünden toplanmış vede bir çok şeyin kendisinden beklenmesi olağan
bulunan kalabalık gürültü ve patırdıyı durmadan ziyadeleşti-rirken, savaş
alanlarının bu korkusuz kumandanı, toplanan kalabalığa teskin etmek ile kendini
mânevi bakımdan borçlu addetmiş olacakki yanına aynı zamanda da oğlu olan,
Mahmud Muhtar Paşa'yı alarak binek taşının önüne geldi ve kalabalığa hitaba
başladı.
Özetlersek, Paşa: devletçe lâzım gelen hassasiyetin gösterildiğini,
olayların inkişâfını adım adım takip etmekte olduklarını bildirdi. Nevar ki bu
sözler topluluğu teskine yarayacağına bazı içten içe homurdanmalar ve bunun
arkasından yükselmeğe başlayan protesto mahiyetindeki sloganlar hareketlenmeğe
yol açmıştı, ki Harbiye nezaretinden hükümetçe taleb olunan askeri birlik
başlarında tabur komutanları binbaşı Hüsnü bey olduğu halde babıâlî ile ahali
görüntüsü verilmeye çalışan serseri güruhunun arasında girdi ve mevzî aldı.
İşin profesyonelleri gelen askeri kıtayı tekbirlerle karşılayıp da:
"Kardeşler! Elhamdülillah biz de müslümanız. Hükümet Rumeli'yi satıyor.
Onun için geldik. Biz Rumeli'yi vermeyeceğiz." diye askeri kendilerine
celbe gayret sarfettilersede, Hüsnü binbaşı, vatansever ve askerî disipline
bağlı bir şahsiyet olduğundan yapılan tahriklere kapılmadı. Böylece bu
serseriler tantanasının bir cinayete doğru gidişini durdurmaya muvaffak
oldular.
Balkan Savaşında Nümayişçiler Arasındaki Mebuslar Ve Reisler!
Bu kıyama katılan mebuslar arasında daha sonra sadrazam bile
olacak Talat, Hayrı (daha sonra şeyhülislâm), Ömer Naci, Edirne ve İzmir
mebusları Faik, Abdullah vesair mebuslar yer almıştı. Bir çok kaymakam,
binbaşı, yüzbaşı ve teğmen rütbesinde askeri kişiler, hep birlikde Tanin,
Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Hakikat gazeteleri yazı işleri vazifesinde
çalışanlara siz de, üniversite talebesinden misiniz? diyorsanız bunlar haya
etmezlermi?
Neticede bir tarafdan bunların bu terbiyesizce davranı$!arı ve
rezaletleri iç de sürerken, dış cephemizde Balkan devletlerinin yapmaya başladığı
tecavüzî davranışlarına çâre aramaya bakan kabine, Karadağ'ın saldırısı ve
hududu aşması karşısında evlâd-ı vatanı silah altına almaya başlayıp peyderpey
Rumeli'ye şevke başladı.
Kabine Rumeli toprakları üzerindeki İslahat hareketlerini yapmaya
gayret sarfında iken balkan devletlerinin plân ve program dahilindeki her çeşit
saldırısına uğramayada başladı. Hâl böyle bir noktaya vâsıl olduğunda Gazi
Ahmed Muhtar Paşa ve kabinesi mukabeleye karar vererek düşman üzerine askeri
gönderdi.
Osmanlı askerinin bilinen şecaat ve zaferlere susamışlığı-da göz
önüne alındığında balkan savaşının başarıyla tamamlanması gayet tabii bir
olaydı. Ne çâreki vatanımızı bir kaç kuruşluk menfaati için ve bu şahsi
istifadesi karşılığında itti-had ü Terakki cemiyetinin müfsid gayesine hizmet
ede-ceği-ne dâir karanlık odalarda yemin eden ve orduy-u hümayunda bir hayli
bulunan erkân ve komutandan doğrusu bu kadar devlet ve memlekete hiyanet ve
ihanet edecekleri ve savaşın Osmanlı devleti aleyhinde sona ereceği ümid ve zan
edilemezdi.
Kemâli teessüf ve teessürle söyleyelimki; orduyu hümayundaki
ittihatçı subaylar, savaşın başlangıcından tutunda, sonuna kadar vatanımızın
bir çok yerinin düşman eline geçmesine hizmet ve gayret ettiler. İşte o
subaylar ittihatçılar tarafından ordu içinde propaganda yapmak ve Osmanlı askerini
savaşdan soğutup, Rumeliyi düşman eline bırakmağa muvaffak olmak için ulema ve
süleha-i islâmiyye kıyafetinde ittihatçıların gönderdiği bir takım hezele ve
Selanik'in dönme yahudileri askerlerin arasına girerek, hükümet memleketi
satdi! Niçin savaş ediyorsunuz? Sözleriyle askeri firara teşvik ettiler.
Maalesef bir çok subayda bu sözlerin tesirinde kalarak askerin firarını teşvike
iştirak ettiler.
Hâttâ dahiliye eski nâzın, cemiyet-i muhtereme(!)nin birinci
âmiri mutlakı vede diğer mensup olduğu cemiyet-i ha~ fi'yenin (yâni masonların)
ülkemizdeki üstad-ı âzami olan Talat bey, gönüllü sıfatıyla rütbesiz asker
olarak orduya katılmıştı. Böyle yapmasının yegâne sebebi de ordudaki subay ve
komutanların İttihadı terakki gayesinden ayrılmamalarını temin ve de tam
tersine, ittihadçılara düşman olan subaylara kendi varlığını hissettirme
suretiyle, sindirmeyi temin etmekti. Talat (paşa)'nın yaptığı gibi Enver'ler,
Cemaller, Fethi'ler ve bunların arkadaşları, harb münasebetiyle siyasi bir harekette
bulunmayı çıkarlarına mugayir gören kimseler namus-u askeriyyeleri üzerine söz
verip bu sözlerini yeminle te'yid ederek Başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı
Nâzım Paşa'yı kandırıp orduya iltihak ettiler. Bunlarda Talat gibi aynı his ve
fikre tâbi idiler. Bir tarafdan bunların iğfal ve teşvikleri, bir ta-rafdan da,
hoca kıyafetindeki yahudilerin hâince anlayışları üzünden ordumuz bozulmağa
başladı. Gazi Ahmed Muhtar Pasa bu vaziyet ile içice bir müddet daha sadarete devam
etmekle birlikte rahatsızlanmaya başlanan vücudu göreve devam etmesine
müsaade etmemeğe başladı.
Bu durumu düşünen Paşa çekilmeyi gereken iş olarak tes-frit etti
ve sağlık sebeblerini ileri sürerek istifa etti. Böylece Arnavutların üzerinde
önemle durup ittifak ettikleri Kıbrıslı Kâmil Paşa kabinesi kurulmasının vakti
saati gelmiş oldu. Bu Gazi Paşa'nın kabinesinin, bir adının büyük kabine adını
almasının sebebini izah etmekte ihmal gösteremeyiz, o devrin bir tarafının
karanlıkta kalmasına yol açar düşüncesiyle; fakir-i pür taksir elinizdeki esere
bâzı bilgi kırıntılarını vermek icâb ettiğinin şuuru içinde cesaret etmiştir.
Efendim bu kabinede Avlonyalı Ferid Paşa; Dahiliye, Kıbrıslı
Kâmil Paşa; Şurayi Devlet, Hüseyin Hilmi Paşa da, vazife aldığından büyük
kabine dendiği gibi, sadnazamin oğlu Gazi Mahmud Muhtar Paşa da Bahriye nâzın
koltuğunu doldurduğundan kinaye, Baba/Oğul Kabinesi dendiği de vaki-dir.
Ayrıca bu kabineyi bu kadar şöhretli kimseler ile kurmuş olmasından dolayı,
Gazi Ahmed Muhtar Paşa'ya yöneltilen bu şöhret dolu kabi neyle nasıl iş
göreceksiniz? Dendiğinde kuvvetli rivayettendir ki merak etmeyin ben
haklarından gelirim dediği ileri sürülür.
Ali Fethi Okyar bey, "üç Devirde Bir Adam" adlı
hatıratında Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın sadarete getirilmesi ayan reisliğinden
ayrılmasını gerektirmiş ve Said Paşa boşalan ayan riyasetine getirildiğinde
seçim bölgesi olan Edirne'ye gitmek üzere olan Talat bey'e sordum diyor:
"Nedir bu? Senelerdir dama taşı gibi eskiler makamları paylaşıyorlar
gör-müyormusunuz? dediğimde, Talat bey'in cevabı ise; 'kabahat bizim. Hem
iktidarda sayılıyor, meclis de ekseriyete sahib bulunuyoruz, hem de kaderimizi
bu mazi yadigârlarına emanet ediyoruz. Bir İbrahim Hakkı Paşa bulduk. O da nasıl
geldi gitti biliyorsun' dedi diyor, Ali Fethi bey" Fethi bey büyük bir
açık yüreklilikle şunu itiraf etmekte: "Bu cevap, felsefe ve kadrosunu
hazırlamadan iktidara gelmiş olmanın belki mazereti, fakat elbette şifâsı değil
idi." demekteydi.
Bizim burada yaşadığımız günler içinde başvekillik yapmış siyasi
parti liderleri ve bağımsız zevatın bu makamı boşalttıktan sonra her hangi bir
kabinede vazife alma hususundaki yavaştan alışları daha 1912'lerde kırılmış,
kabinede sadrazamla beraber üç eski sadrazam daha vazife almakla günümüze,
bunun mümkün olduğunu seksensekiz sene önce göstermişler. Bu da siyasi
hayatımızın ve parlamenter sistem bizim için asla 1946 ile başlatılmamalıdır
diye düşüncemi belirtirken, Balkan Harbi hakkında şu bilgileri vermeye çalışayım:
Balkan devletleri arasında ittifaklar meydana geldiğini ve ittihad-ı anasır
politikasının tatbiki, bu devletler arasındaki ihtilafları buz dolabına
kaldırdıklarını beraberce osmanlı üzerine saldırıya karar verdiklerini
belirtmiştik.
Bunu sağlayan 3/7/19 10'da ısdar olunan Klişeler ve mektepler
kanunu olduğunu da bu arada hatırlatalım. Osmanlı ordusunda siyasetin askerin
içine girmesi bu sırada o derece ziyadeleşrnişti ki, bu sebeble farklı siyasi
fırkalara eğilimli subaylar biribirlerinin hayatına kasdedecek halet-İ ruhiyeye
gelmişlerdi.
Cevdet Bey ve Oğullan adlı mühim bir belgesel romanda Türkçü bir
mülazımın, Arnavut binbaşıya selâm vermediğini başka bir mülazım arkadaşına
anlattığını okumak kabildir. Yâni bu mahzurlu husus o kadar yayılmışki
romanlarda geçecek kadar mühim bir sosyolojik vak'a hâline gelmiştir. Hatta;
bir başka misâl verelim ki o yıllarda daha binbaşı rütbesinde olan M.Kemâl
Paşa, orduya siyaset girmesin şeklinde bir uyanda bulunduğu üst makamlar
tarafından idam talebiyle mahkemeye verildiği Behiç Bey adlı bir mektep arkadaşına
yazdığı mektupda yer alır. İşte siyasi fırka hasebiyle o hâle gelmiş olan bu
ordunun durumundan habersiz Avrupa devletleri, Osmanlı/ Balkan devletleri
arasında çıkacak sa-vaşdaki sınır değişikliklerini kabul etmeyeceklerini
aralarında yaptıkları müşavere esnasında kararlaştırmışlar ve taraflara tebliğ
etmişlerdi. Bunlar Osmanlı ordusunun bir kaç gün içinde düşmanlarını
parçalayacak güce sahip görüyorlardı. Hatalar birbirini takip ediyor, Osmanlı
genel kurmayı, balkanların bu ittifak edişini sükûnetli günlerin başlangıcı
kabul edip, 120 tabur askerin terhis edilmesi vuku buldu.
Babıâli ise Sırbistan'ın Avrupa ülkelerinden almış bulunduğu
hayli sayıdaki ağır topların, Selanik limanına çıkarılmasını ve demiryolu ile
Belgrad'a şevkine izin vermesi pek büyük bir ihtiyatsızlık idi. Avusturya ile
Macaristan bu topların ileir-de kendilerine ölüm kusabileceğini hesaplayıp,
topraklarından geçirmemeleri ortadayken, bizimkilerin buna izin vermeleri
nasıl geniş bir gizli teşkilâtın örtülü eylemi olduğunu tedai ettiriyor.
Hemen ilâve edelimki Bay Oztuna, Ermeni Gabriel Nora-dongyan o
sıralarda hari- ciye nezaretine bakmakda ve 120 tabur askerin terhisine,
Rusların verdiği balkanlarda savaş olmaz teminatına istinademsebeb olduğunu hatırlatır
ki doğru bir düşüncedir, Öztuna bey'in bu fikri. Bizim darülfünun talebesi
harp harp! Diye nümayiş yaparken, 8/ Ekİm/1912'de Karadağ bize savaş ilân
ederken, 12 gün içinde karşımızda Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan'ı da
görü-verdik. 5 kolordudan müteşekkil Şark Ordusu'na Kölemen Abdullah Paşa 1 .ferik yâni orgeneral rütbesiyle komuta
etmekteydi. Edirne mevkii müstahkemindeki bağımsız kuvvetler de, Şükrü
Paşa'nın ernrindeydi. Yunanlılara karşı kuvvetler Selânik'de bir kolordu ile
Yanya'daki Esat ve Vehip Paşa komutasındaki birlikler bulunuyordu.
Karadağlılara karşı da hazırlanan kuvvetlerimiz îşkodra Kalesinde
toparlanmıştı. Sırbistan kuvvetlerine karşı Makedonya savunması daha sonraları
sadrıazam olacak olan Ali Rıza Paşa'ya tevcih edilmişti. Meşhur sadnazamlardan
Âlî Paşa damadı olan Nâzım Paşa bu savaşalann adetâ başkumandanı olmakla
beraber askeri yeteneği bu işi başarmaya müsaid değildi. Nitekim, İttihatçı ve
Hâlaskâran diye farklı anlayışa sahip zabitler biri-birlerinin yardımına değil,
diğerinin rezil olmasına gayret sarfında idiler.
Nâzım Paşa ilk iş olarak birliklerimizi Bulgarların üzerine hücuma
geçirtti. Fakat taarruza geçen biz olmakla beraber, hezimetde bizde görülmeye
başlandı. Bulgarlar üç gün içinde Edirne ile Kırklareli arasında bulunan
Süloğiu ile Pmarhisar savaşlarını lehlerine inkişaf ettirirken 5 gün sonraki
Lüleburgaz savaşımda kazanınca, bizim birlikleri şaşkın ve münhezim bir halde
tüfeğini dahi atarak kaçtığını görüyoruz, böylece Kırklareli'nin Bulgarların
eline düşmesi gibi Çatalca üzerine engelsiz bir Bulgar ileri harekâtı başladı.
Dört gün süren 15/Kasım ile 19/Kasim arasındaki Çatalca
istihkâmlarına yapılmaya başlanan Bulgar hücumu bu istihkâmlar karşısında
kırılmaya mahkûm oldu. Böylece, 34 yıl sonra Çatalca istihkâmlarımız yine yüz
akımız oldu ve bana kalırsa Çatalca İstanbul'un batı kapısı muhafızı olarak
anılsa sezadır. Öte yandan Sırbistan kuvvetleri, Ekim eymın- 20.günü bizim
batı ordumuzu Kosova sahrasında yenerken, 1389'da Hûda vendigâr'ın zaferinin
intikamını almış gibi se-vinmektelerdi. Halbuki 2.Murad'da 1448'de 2.Kosova zaferiyle bunları bir daha
zelil etmişken, bir kırık dökük galibiyetle bunun acısını çıkardık sanmak
gâvur mantığından başka bir sey değildi. Daha öbür cihettende Serfiçe'yi ele
geçirmiş bulunan Yunanlılar 2/Ekim'in ertesinde şimal yâni kuzey taraflarında
harekete görüldü. Manastır, Üsküb, İştip, Vistriça, Bulgar, Sırbiya ve Yunan
birlikleri bir hafta içinde bu yerleşim alanlarına bir kara belâ gibi
çöktüler. 6/Kasım/1912'de Preveze'yi alan Yunan veliahdı komutasındaki
Kostantin, sanki 1897'nin intikamını alıyorduki pek gaddarane emirler ısdar
ediyordu.
Selanik üzerine yürürken, burayı müdafaa ile vazifelendirilmiş jandarma
Paşası Tahsin Paşa emrindeki güçlü birliklere rağmen, Osmanlı'nın avrupaya
açılan penceresi addedilen Selanik şehrini tek mermi atmadan bütün silah,
teçhizat ve askeriyle beraber teslim etmek cebânetini sergiledi. Yako-va, Leş,
Debre, Draç limanı ve Ohrİ Kasım ayı sonuna kadar bütün kuzey Arnavutluk düşman
eline geçti. Müdafaaya gayret gösteren üç kale vardı bunlar, Edirne kalesi,
Yanya Kalesi ve de İşkodra Kaleleri idi. Çatalca önlerinde Bulgarların tevkif
edildiğini yukarıda belirtmiştik. Bu arada İngiliz hariciye vekili Sir Edwar
Grey yönetiminde konfe- rans toplanmış sulh müzakerelerine girişildiğinde
takvimler 16/Ara-lık/1912'yi gösteriyordu. Ege adalarının tamamının Yunanlılara
geçişi bu savaşda vukubulmuştur. Bunlar, Bozcaada, Limni, Nikarya, Midilli ve
Sa^ız adaları idi. Kasım ayı bitmeden yenişmeye muvaffak olamayan Osmanlı ile
Yunan donanmasının bu hâli, adaların Yunan eline geçmesiyle aslında neticeyi
belirtiyor gibi geliyor bana.
Yılmaz Öztuna Bey, Londra konfe- ransını şöyle kritik ediyor
değerli çalışmasında: "Londra konferansı, iki tarafın sulh şartlan
arasında hiçbir yakınlık olmaması dolaysıyla
6/ocak/1913'de dağıldı. 3/
Şubat da Bulgar mütarekesi bitti. Çatalca ve Edirne muharebeleri yeniden
başladı. Türkler, konferansta Türkiye'ye tâbi, bir Hristiyan Makedonya
Prensliğiyle, Müslüman Arnavutluğun prenslerinden başka bir tavize
yanaşmamışlardı. Arnavutluk Prensi Osmanlı şehzadelerinden biri olacaktı. Girid
hâriç Ege Adaları ve Trakya'nın tamamı Türkiye'de kalacaktı. Bu günkünden daha
geniş bir Arnavutluk tasavvur ediliyordu. Türk tekliflerinin esası buydu. Bu
tekliflerde gerçeğe dayanmıyordu. Ancak büyük devletlerin savaşın başında hiç
bir toprak değişikliğini tanımayacakları maddesine istinad ediyordu.
Fakat, savaşın cereyanı hiç umulmryan bir şekil ve suret-de
Türklerin aleyhine dönünce büyük devletler balkanli'Ian himaye etmek kaydıyla
ileri sürdükleri bu statükoyu bir daha ağızlarına bile almadılar.
Meşrutiyetçiler; ittihatçı olsun muhalifleri olsun, avrupa tarafından aldatila
aldatila pişecekler fakat kıvamlarını bulmıya vakit kalmadan da imparatorluk
dağılacaktır." Demektedir.
Edirne Bulgar muhasarası altında yapılan yanlış bir mütareke
yüzünden açlıktan kıvranıyor, şehirde otlar, ağaç kabukları hâttâ fareler bile
yenmiş idi. Şehrin gıda yardımı alamaması işleri berbat ediyordu, yoksa
istihkâmlar dayanıklı silah stoku ise hayli yeterliydi. Bu ağır şartlara 5 ay
5 gün mukavemet eden Şükrü Paşa komutasındaki muhasirin sonunda 26/Mart/1913'de
teslim oldu.
Bulgar Kralı Ferdinand, bu dirayetli paşa'ya kılıcını iade etmek
suretiyle askeri şahsiyetine hürmetini ifa ettiydi, istanbul muhafızı olan
meşhur Cemâl Paşa, Şükrü Paşa istanbul'a avdet ettiğinde onu mahfuzen ahaliye
göstermeyip, hükümet aleyhinde bir gösteri olacak endişesiyle gece yarısı evine
götürdü. Bu Şükrü Paşanın asker arasında rütbesiz asker elbisesiyle bulunan
Talat Bey'i tehdit ettiğinin bu harekette roiü olduğuda hesaba alınmalıdır.
Şükrü Paşa, seni divan-ı harbe veririm diye Talat Bey'i asker arasında
bozgunculuk yapmakla itham etmişti.
Edirne'nin Bulgarin eline geçişi sonrasında o dünya harikası
Selimiye Camii, ne hakaretlere mâruz kalmış, merhum pederim Edirne sanayii
mektebinin genç bir stajyer öğretmeni olarak, Bulgarların okula girmesinde süngüsüyle
yaralanmış, okul müdürü Ressam Hasan Rıza bey'i kollarından bağlamışlarken,
bu hassas, hassas olduğu kadar da güçlü kuvvetli zat, ipleri kopararak, her
vurduğu Osmanlı tokadının birinde bir Bulgar'ı öldürmeye muvvafak olmuş, yere
dört tane Bulgar kopilini sermiş ancak Bulgarların insafsız süngüleme-leri
altında şehadet şerbetini içtiğini pederim anlattığı zaman o da ağlar
dinleyenlerde ağlardı. Balkan kökenli olup da bu zulümlerle hatırası olmayan
hiç bir muhacir aile yoktur. Valide tarafımda Yanya'da Yunan taarruzlarına
şecaatle mukavemet eden ahali içinde yer almış, sahibi oldukları meşhur
"Kaçka Çiftliği" içindeki kurdukları tertibatla kahraman asker Esat
(Bülkat) Paşa ile kardeşi Vehip (Kaçi) Paşanın kuvvetlerini haftalarca börekler
ile beslemeye çalışmışlardır. Bir kolorduya hergün börek yetiştirmek esaslı
organizasyona tâbi olduğu bir vakıadır. Yanya'nin düşmesinden, validemin babası
Hâttatzâde Nuri Efendi, Cuma ezanını minareye tevcih edilen ve Yanya
Rumlarının attıkları mermilerin verdiği sıkıntıyla çıkamayan müezzinlerin
yerine minareye çıkıp, güzel sesiyle ezan okumuş ancak mermilerin başının bir
karış üzerinden, sağından, solundan geçmesinden mütevellid ezandan sonra
komaya girmiş ve 40. günü ecel şerbetini içmiştir. Dua ederim ki, Hâttatzâde
Nuri Efendi şehidier zümresine iltihak etmiş olsun. Böylece 1. Balkan savaşı bu
acı kayıplarla kapanmıştı.
Kâmil Paşanın 4. Sadareti
Gazi Paşa'dan boşalan makamı sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşaya
4.defa tevdi olunurken, makam-ı meşihatda da yâni şeyhülislâmlık, Muhammed
Cemaleddin Efendi'nin üzerinde devamı iradesi çıktı. Kâmil Paşa kabinesini
kurarken savaş halindeki bir ordunun başkumandan vekilliği görevini deruhde
eden vede Harbiye Nazın sıfatını taşıyan zâtı değiştirmeyi, makul ve uygun
görmediğinden kabinede ipka etme tercihini kullandı. Tabiiki harp sırasında
kurulmuş bir kabinenin selefi kabinelere bakılırsa şartlan pek ağır bir vaziyette
idi. Çünkü bu kabine, harbi devam ettirme ile zaferi elde etmek için
çalışırken, ordunun içinde bozguncu ve münafık ittihatçı hâinlerden
birliklerimizin temizlenmesini gerçekleştirmesi gibi ağır ve zor bir vazifeyle
karşı karşıya idi.
Cenabı Hakk'a istinad ederek vazifeleri yapmaya koşturan Sadrıazam
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa gerek askerî cenanda gerekse mülkî tarafda bazı
değişiklikler yapma yoluna gitti. İttihatçıların mensubu ve dümen suyunda giden
vali ve yüksek memurları değiştirmeyi gerçekleştirdi. Mülkî sahada direkt
olarak yaptığı değişikliklere benzer değişiklikler için cihet-i askeriyede
yapılması gerekenler Harbiye Nazırına yazılı emirler hâlinde gönderildi.
Ne çâre ki bu hususda sadrıazamın istediklerini yapacak bir gayret
görülemedi. Askerin içine savaşın başladığı ilk andan itibaren girmiş bulunan
serseriler ve hezeleler, askerimizin kuvve-i mâneviyesini ve mefkuresini
söndürmüş bulunduğu için ricatla karışık firarlar başlamıştı. Yapılmakda olan
telkinler ricat ve firar eden şarkla, garb yâni doğu ordusu ile batı ordusu
askerlerinin böyle kaçışları yetmezmiş gibi yollarda ve her geçtikleri
mahallerde, ittihatçı haydutlar tarafından bu askerlere: "Kâmil Paşa,
memleketi satdı. Top ve tü-fenklerinizi bırakın düşman geliyor" diyerek
son derece hâ-ina ne vede iğrenç telkinlerde bulunuyorlardı. İşte bu hâin ve aynı
zamanda canilerin teşvik leri yüzünden binlerce top, yüzbinlerce tüfenk yollara
atılmıştı. Milletin dişinden ve tırnağından arttırmış olduğu paralarla satın
alınma yoluyla tedarik edilen toplar, tüfenkler, cephaneler, gülleler hep
bırakılmış veya atılmıştır. Zâten ordumuz silah noksanlığı çekmekteyken
eldekilerin böyle bir tarzda kayıb olması ne acıdır.
Batı cephesi ordumuzun, topçu obüs taburundan biri, Ko-manova'ya
gönderilmiş ve oraya vardığından haberdar olan kolordu erkânı harbiyesi
reislerinden Faik bey, ki bu erkânı harbiye kaymakamı Faik bey, ittihatçıların
baştacı saydıklarından olup, Üsküdar mutasarrıflığında, bulunduğu zaman
donanmaya yapılan yardımları ihtilası, yâni zimmete geçirmesi ve hanımlara
verdiği konferanslarla meşhurdur. Düşmanın; Komanova'ya girmekde olduğundan bu
tabura hemen Üsküp'e dönmesi emrini verdi. Bu emir üzerine taburda Clsküb'e
gitdi. üsküp'de düşmana karşı bir mermi atmadan onsekiz aded son sistem yeni
büyük çaplı topunu Üsküp istasyonun da bırakarak firar eylediler, üsküp
civarında bunlardan başka yollarda terk edilmiş dörtyüze yakın topu Sırplılar
ganimet olarak elde ettiler.
Gerek şark gerekse garb ordularımızda bu ve buna benzer binlerce
yapılmış günahlar mevcuddur. Bunların hakkında bilgi vermek ciltlerce kitap
yazmayı icâb ettirir. Yaşanan durumu idrak eden, gözleriyle gören şark ve garb
ordularımızın kumandanları, ittihatçıların ilimlerinin(!) himmetinden istifadeye
karar aldılar. Askerin firarının önününün alınamayacağını, böylece de savaşın
kazanılması gibi bir ihtimalin mev-cud olmadığını, cemiyetin siyaset adına ne
yapıp yapıp savaşa son verilmesini temine çalışmasını harbiye nezaretine
telgraflar çekerek bildirmek mecburiyetinde kaldılar.
Ordularımızın bu esnada dahi ricat hâlindeki firarları devam ede gelmekteydi.
Bu firarların en büyük zararı, Edirne, İşkodra, Yanya Kalelerinin dışarıdan
savunulması ihtimâli kalmadığından düşman askerinin muhasara ve saldırısına
açık hâle geldiği görüldü. Nâzım Paşa bu vaziyet karşısında şark ve garb
orduları komutanlarının kendisine gönderdikleri telgrafa karşı çıkacak veya
ilâve edilecek bir şey olmadığını anladığından, o da, savaşın
nihayetlendirilmesi hususunda ittihatçıların siyaset ustalığına(!) muhtaç hâle
düşmüştü.
İstanbul'un yakın mahallerinde bulunan kolordu kuman-danlanyla,
vazifede bulunan veya mâzul olan müşirlerle, askerî kumandanlarla babıâlî de
bir toplantı yapılması kararı alan Nâzım Paşa toplantı gerçekleştiğinde
karşısında yüzyirmi kişiden ziyade bir mümtaz gurup gördü.
Müşirler arasında; Deli Fuad Paşa, İbrahim Paşa, Abdullah Paşa,
İzzet Paşa gibi zevat-ı askeriyyenın ileri gelenleri yanında Mahmud Şevket
Paşa da vardı. Ayrıca erkânı harbiyei umumiye dâiresi müdürü, harbiye nazırlığı
dâiresi reisleri, kumandan Paşalar ve erkânı harp heyetleri de hazır bulunuyordu.
Bu olağanüstü; meclis toplantısına muvaffak olunduğunda bakanlar kurulununda
iştirak ettiği görüldü. Ordunun bu hâle gelmesindeki sebebler Mahmud Şevket
Paşadan sual olundu.
Topçu Mirlivalarından Ferid Paşanın Suali
Topçu mirlivalarından olup, kudret ve dirayet sahibi, bütün
akranları arasında mümtaz bir yeri olan, Selanik vâii vekilliği dönemindeki
hengâmede ittihat ve terakki cemiyetine mensup kumandan ve subayların
bulundukları yerin selâmetini temin için oradan vücudlarınin kaldırılması
talebine dâir harbiye nâzın Nâzım Paşa hz.lerine çekmiş bulunduğu telgrafda,
vatansever hislerinin gereği olarak Ferid Paşa hz.leri; coşkun bir hamiyyet ile
"Paşa hz.leri sizden her ne sual ediyorsak, hepsine bilmiyorum diyorsunuz.
Halbuki bu yüksek meclisin suallerine cevap verecek olan ancak sizsiniz. Zira
üç buçuk, dört senedir ordu sizin ellerinizde idi. Niçin bilmiyorsunuz?
Ordumuzu maateessüf gördüğünüz şu hâle getiren kumandan ve harbiye nâzın siz
değilmisiniz?
Düşman Çatalca'ya kadar geldi dayandı. İstanbul'umuzu müdafaya
mahsus olan milyonlarca liralar sarfedilerek meydana getirilen Çatalca ve
Hadımköyü istikametindeki toplan çıkartan, istihkâmları yıktıran payitahtı
bugün müdafaasız bırakan, devletin bu günkü hâl-i felâketine aracılık eden hep
sensin" beyanını ettikten ve cevap beklediğini belirttikten sonra, diğer
paşalar da, Ferid Paşanın bu zehir zenberek sorusunu tekrarlarcasına Mahmud
Şevket Paşaya sert davrandıklarından ve davranışdan ürken Mahmud Şevket Paşa
yine bir firar etme yoluna sapıp, kaçıverdi.
Ferid Paşa'nın, bu sorusunun ardından bir müddet, daha doğru bir
deyimle Kâmil Paşa kabinesinin düşmesinden sonra Diyanbekir'e sürülmesini
gerektirdiğini hatırlatalım. Saatlerce süren ve hararetli konuşmalara sebeb
olan toplantının kararı, savaşın devam edemeyeceğini, bu sebebden kabinenin
siyasi yolla bir çâre bulması karan alınmıştır.
Garp ordumuz dahi Selanik'in (hürriyetsever beylerimizin, hürriyet
kâbesi! Daha doğrusu Osmanlı devletinin felâket se-beblerini hazırlıyan yâni,
ittihad ü terakki cemiyetini doğurmakla tanınmış şehir) İttihad ve Terakki
subay ve ordusu eliyle Yunan'a teslim edilmesinden dolayı insanlarının yarısı
esir düşmüş diğer yansı da, Üsküp'lerden, İşkodra'lardan, Manastırlardan,
Yanya'Iardan ricat ederek Adriyatik sahiline Avlonya ve Ayasaranda'lara kadar
inmiş ve harb edecek vaziyetten çıkmıştı. Selâtin-i âzam-ı Osmaniyenin ve
ecdad-ı milletin kanı bahasına senelerce uğraşarak elde edilen, yüzlerce sene
Osmanlı idaresinde bulunan Rumeli vilayetleri bir iki ay içinde ittihatçıların
sözde vatanperverâne(!)si yüzünden böylece düşman eline geçti, gitti. Bir
taraftan ordularımızın ricat ve bozgunu ve bir tarafdan da Çatalca hatt-ı
müda-fasında tanzim olunmuş topların ancak bir kaç gün atılabilecek gülleleri
kaldığı, binaenaleyh Osmanlı başşehirinin büyük tehlike karşısında olduğu
Harbiye Nâzın Nâzım Paşa tarafından meclis-i vükelâda, yâni bakanlar kurulunda
beyan olunması üzerine vaktiyle Erzurum tarafına gönderilmek üzere Trabzon'a
yollandığı haber verilen güllelerin hemen getirtilmesi ve Krupp fabrikası
mamullerinden olan bahse konu toplar için yeterli sayıda gülle satın alınması,
çabucak gönderilmesi hususunda Almanya'da bulunan askerî vazifelimizin
uyarılması ve bunlar yetişinceye kadar bir mütareke yapılmasıyla düşmanın
meşgul edilmesi şart görülmüştür.
O sırada iki tarafın ordularında da hükmünü sürdüren müthiş kolera
salgını sebebiyle Bulgarların da mütarekeye eğilim taşımaları başkomutanları
general Savofa duyurulmuş, onun da evet demesiyle harbiye Nâzın Nâzım Paşa ile
Ziraat Nâzın Mustafa Reşid Paşa hz.leri mütareke müzakeresine memur edildiler.
Çatalcada mütareke imzalandı. İttihad ve Terakki cemiyeti hâinanesi; Osmanlı
askerlerini firara teşvik ettirmeseydi, meşrutiyetin ilk günlerinden savaşın
çıkacağı âna kadar sandalye kavgasıyla vakit geçirmeyip de, imzaladığı
borçları yerine sarfetseydi, ordularımız bu hâle gelmez, cephane ve güllesiz
kalmazdı.
Maazallah düşman mütareke teklifimize evet demeseydi, kaçışlar ve
salgın hastalık ile perişan olan ordu, İstanbul'u düşmanlara çiğnetecek vede bu
hâl devletin şan ve şerefini ebediyyen lekelemiş olacakdı. İşte; ittihad ve
terakki cemiyetinin hâince telkinleri ve tavsiyeleri sonunda bu duruma gelen
ve bitaraf ve namlı kumandan ve subaylarını şehid veren sonunda ittihadçi
subayların elinde kalan ve bu ittihatçı cemiyetin yahudi ve dinsizleri, hoca
kıyafetine giren propagandacıların açık ve net yalanlarına inanan bu ordu'dan
artık beklenecek bir şey olmadığını anlayan sadrıazam Kâmil Paşa hz.leri, sulh
yoluna adım arama çalışmalarına başladı.
Kâmil Paşa bir tarafdan sulh temini için çeşitli faaliyetlere
girişirken; bu durumu kendi hesaplarına uygun bulmayan İttihatçıların yapmaya
başladıkları her türlü hazırlıkla kabineyi düşürmeyi ve idareyi ellerine almak
teşebbüsünde bulunacakları haberini aldı. Yoğun işlerinin üstüne, bu
tertipleri önleme faaliyetini de eklemek mecburiyetinde kaldı.
Halbuki o sırada ittihatçıların cüretkâr ve cani reisleri, hürriyet
ve itilâf partisinin kim oldukları pek bilinen ittihadçı azasından olup,
Harbiye ve Adliye Nezareti ile Dahiliye nazırlıklarına tâyin olunmamalarından
dolayı Kâmil Paşa'ya muğber olarak kabineyi devirmek azminde olduklarını,
haber alıp, eski dostları olan bu gibi adamların ağzına bir parmak bal sürerek
bu işin birlikte gerçekleştirilmesine çalışmak için anlaşmaya muvaffak
olmuşlardır. Bunlar hükümeti ele geçirmek çâresiyie uğraşırken, Kâmil Paşa
hz.leri de, balkan savaşının avrupa devletlerine, harb-i umumîye dönüşebilir
şekliyle takdim etmeye çalışıyor ve bir konferans toplamaya uğraşıyordu.
M.Kâmil Paşa'nın umumiyetle, İngilizler ile arası iyi olduğundan, nitekim
İngiliz hariciye nâzın Edvard Göre nin başkanlığında bir nevî konferans
toplatma da başarı sağladı. Londra'da yapılan konferansa murahhas olarak
Ziraat nâzın Mustafa Reşid Paşa gönderildi.
Avrupanin büyük devletleri Karadeniz sahilindeki Midye
noktasından, Dedeağac'ın Kalei Sultaniye yâni, Çanakkale yönündeki Enez
noktasına bir hat çekerek dışında kalan tarafın Edirne vilayetide dâhil olmak
üzere Anadolu sahilindeki cezire yâni adalarının bir mikdarının kendilerine
verilmesini babıâlîye kesin bir tarzla teklif ettiler. Sadrıazam bunlara karşı
icâb eden tedbirleri almakla meşgul bulunuyordu.
Sulhun temini için babıâlî'ye verilen nota ile bu notaya cevap
olarak kaleme alınan müsvedde notaya dâir biraz bilgi verelim. Çünkü; bu nota
hakkında İttihatçılar tarafından yayılmaya çalışılan çirkefin hakikat
olmadığını ortaya koyarak ret edelim. Avrupanın büyük devletlerinin, müşterek
notası Edirne istihkâmlarının çökmeğe mahkûm olduğunu görmüş bulunduklarından,
devlet-i âliyenin daha fazla zarar görmemesini arzu ettiklerinden Edirne
şehrinin balkan ittifakı devletlerine terkini ittifakla, adaların tesbit
edilecek kadarımda kendilerine terkini pek ciddi surette isteyip, bunu
yapmamızı tavsiye ediyorlardı.
Bu vaziyet karşısında bakanlar kurulunda uzun uzadıya müzakerelere
baş vuruldu sonucunda, sulha tarafdar olmaktan başka çâre kalmadığı görüldü.
Devletin menfaatlerini gözetmek şartıyla sulhun yapılması için cevabî bir
notanın kaleme alınmasında ittifak hasıl oldu.
Edirne İçin Sarayda Toplantı Ve Bir İhanet!
Me varki; Edirne şehrimizin devletin mazisinde ve geleceğindeki
önemli yanı, buranın düşman eline terkinin getireceği sıkıntılar bir yana, bu
şehrin Osmanlı devletinin ikinci payitahtı olması, târihi eser ve selâtin
camilerin muhteşemliği buranın verilmesine milleti ikna etmenin güçlüğünü göz
önüne alan Kâmil Paşa, devletin büyük memurları, eski vezirler, komutanlar,
bakanlar kurulu vede ayan meclisinin iştirak edeceği ve padişah huzurunda
yapılmasını sağlayacak bir toplantı tertip eyledi. Yalnız Mahmud Şevket Paşa bu
toplantıyı mesul bir heyet yerine konacak diye telakki etmiş olduğundan
katliama yacağını makamı sadarete yazılı ifadeyle bildirmişti.
Padişah, veliahd Yusuf İzzeddin Efendi ve Abdülmecid Efendi
katıldığı gibi son padişah Vahideddin şehzade sıfatıyla yan odada bulundular ve
mesele hakkında verilen izahatı dinlediler. Bu toplantıda başımıza gelen savaş
felâketi ile ordunun ahvali hakkında icâb eden malumat anlatılmıştır. Bu
anlatılanlardan sonra hazirun, sulh yoluna gidilmesini isabetli bulmuştur.
Edirne savunmamızı fevkalade bir cesaretle ve bilgi dahilinde
gerçekleştiren Şükrü Paşa hz.leri tarafından, Harbiye Nazırlığı şifresiyle
çekilen bir telgrafnâmenin, kabineyi sulha sevketmeğe mecbur kılmak için en
güzide ittihatçılardan bir zat tarafından tahrif edilmesi gibi bir cinayet
yapıldığı görülmüştür. Edirne müdafii Şükrü Paşa tarafından, bu telgrafın
tahrif hareketi te'yid olunmuştur. Bahse konu telgrafda erzakın azlığından
dolayı kalenin ancak kânun-û sâni yâni ocak ayı sonlarına kadar
dayanabileceğinin yazılı olması ve bu müddetin de yaklaşması, kabineyi müşkil
bir mevkii de bırakmıştır.
Çünkü, Edirne istihkâmlarında yapılan savunma, telgrafda yazılan
son gün tahminini, bir kaç ay daha geçerek yapılabilmiştir. Bu da yukarıdaki
mühim ihanet iddiasını doğrular mahiyette görülmelidir. İste bu hainliği yapan
kimseyi veya kimseleri bulup ortaya çıkarmak va tanseverlerin boynuna borçdur.
Bu tahrifden maksadlan Kâmil Paşa kabinesine böylece ağır şartlara bağlanmış
bir sulhu İmzalattırmak daha sonra da, kabine ve Kâmil Paşanın aleyhine
girişecekleri yıpratıcı propaganda ile mîlleti hükümete karşı bir isyana sevk
etmek kabineyi devirmek ve rahatça çalıp çırpacak ortamı temin edip, bunuda
kendi hükümetçileri ile yapmak arzusundan olduğu idi. Ne hazin!
Eğer Edirne kumandanının çekmiş olduğu telgraf tahrif edilmemiş
olsaydı, Londra'dan gelen sulh şartları hemen kabul edilmeyecek, Edirne
savunmasının tükeneceği en son ana kadar teklifleri değiştirtmeye
çalışılacaktı. Bir hayli uzayan savunma bu şansı hükümete getirmesi pek tabii
idi. Zâten ingiltere hariciye nazırı Edvard Gore'nin daha önce den Edirne'nin
bitaraf bir şehir addedilmesi, gümrük gibi işlerden muaf tutularak
statü-Iendirilmesi teklifi de vardı. Buna karşılık olarak Kâmil Paşa mülkiyeti
hukuk-u şahane de kalmak şartıyla bu hususa evet diyebileceğini belirten cevabıda
yollamıştı. Yukarıda denildiği gibi, avrupa devletleri tarafından verilen kafi
nota üzerine bakanlar kurulunda yapılan müzakereler esnasında Allah'ın takdiri
böyleymiş ki balkan devletlerinin kazandıkları galibiyet, büyük devletlerin
işe müde-hale ederek Londra'da yaptırabildikleri konferans da alınan
son kararlarına göre; Rumeli'nin bizim tarafımızdan
kurtarıl-rnasına imkân kalmadığından ancak Edirne vilâyetinin çoğunluk
nüfusunun islâm olması, ayrıca daha önceleri devlete payitaht olma dönemi yaşamış
olması, islâmi bir çok eserin bulunması yüzünden Bulgarlara terketmek, hakk'a
ve adalete en ufak uygunluğu olmadığı için Kont Edvard Gore'nin hatırlatmasına
istinaden Edirne'nin idare şekli büyük devletlerle ittifak edip
kararlaştırılarak, müslüman bir prensin taht-ı idaresinde olmak üzere, İsviçre
gibi, müstakil bir hükümet-i bitaraf hâline konulması, Adaların ise, Asya
kıtasına bağlılığından dolayı ve Anadolu sahillerine yakınlığı yüzünden Yunanlılara
terk edilmesi kaçakçılığın ve Anadolu sahilinde oturmakda olan Rumların
tahrikleriyle dâima ordaki bölgede kavga çıkması eksilmeyeceğinden, burasının
düveli muazza-manın nazarı dikkat ve himayesine verilmesi Adaların idaresinin
bu devletlerin adil reylerine verilmesi hakkında cevabi bir nota tanzim
edilmesine karar verilmiştir. Bu notaya aşağıdaki madde ilâve olunmuş idi.
Müttefik balkan devletlerine verilecek araziyi Osmanİyenin
hududunun düvel-i muazzama tarafından tâyini. Düvei-İ muazzama tarafından vaad
olunan yardımların maddi olsun mânevi olsun, verilmesine gayret
gösterilmelidir. Meydana gelecek zayiatın tavizin den hayırlı müsaadelerin
yerine getirilmesiyle Osmanlı devletinin iktisadla ilgili muamelelerine bütün
devletler için geçerli olan*isulü yapmasında serbest bırakılması. Bu yolda
kaleme alınan fransızca nota müsveddesinin tercümesi 23/ocak/1913-l/kânun-u
sâni/1327 senesinin Perşembe gününe rastlar.
Babıâlî de toplanan bakanlar kurulunda okunup tetkik olunmaktayken
zikrettiğimiz Ittihad ve Terakki cemiyeti bey-leriyle, Hürriyet ve İtilaf
fırkasının görünüşde muhalifi, haddi- zatında da ittihatçılar gibi olan beyleri
kabineyi düşürmek için ve bakanlıkları aralarında bölüşmek için vede şahsî istifadeleri
için, devlet ve ülkeyi mahvu perişan eylemeği cumartesi günü beraberce ifaya
karar vermişlerse de, muhalif sıfatı taşıyan itilafçı kardeşlerine
bakanlıklardan bazısını kaptırmaları bile işine gelmiyen ittihatçılar, karar
verdikleri günü beklemeye lüzum görmiyerek perşembe günü eli bayraklarla dolu
hempalarıyla beraber Babıâli'ye hücum etmişlerdi.
İşte bununla da eski, yeni arkadaşları olan itilafın şöhrete haris
beylerini aldatarak orta lıkda bırakmışlardır. Bu minval üzere ittihatçılar bir
ihtilâl kıvılcımı gibi hâinane bir su rette vahşice babıâlî'ye hücum ettiler.
Toplantı hâlindeki bakanlar kurulunda bulunanlarda dahil öldürmeğe teşebbüs
ettiler.
Bâb-I Âlî Baskını
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşanın en hâcil olduğu vaka iki tanedir.
Bunun ilkini; Yüzbaşı Çerkeş Hasan Bey'in, Serasker Hüseyin Avni Paşanın konağını
basıp, onu öldürdüğü gece, odalardan birine sığındığında, kapıya yüklenen Hasan
Bey'e söylediği beyan olunan, "Hasan bey oğlum sen her ne kadar beni
seversen de şimdi kapıyı açmamın doğru olmadığını sanıyorum. Çünkü bir hayli
sinirlisin istemeden bize de zarar verebilirsin" sözleriyle kendilerini
kurtarmaya çalışma anındaki yakarışıdır ki, ancak insan böyle muhataralı bir
duruma düştüğünde bizim mütalaamızı yapabilirini? Kendi adıma ben böyle bir
teminatı vermeye pek cesaret göremiyorum.
Biz, mevki ve makam sahiplerinin gücüne olan itimadımız onların
korkmaz, şaşırmaz, hâşa yanilmaz gibi yanlış düşüncelere kapılmamız gibi
hâlimiz oiuyorki galiba bunu biraz düşünüp, herkesin cesur olabildiği gibi
çekindiği hususlar, korktuğu anlar olabilmelidir, hâttâ korktuğunu ifade etmeyi
bir cesaret olarak nitelendirmek kabildir. Çünkü; mahcubiyetini
göze alması bir erdem diye düşünüyorum. Neyse Kâmil Paşa'nın bu hâcil hâli
tartışmaya açık gibi geliyor bana gelelim ikincisine:
İkincisi ise; İttihad-ı Terakki cemiyetinin Babıâli'ye yaptığı
cüretkâr ve kanlı geçen baskındır. Kâmil Paşa bu baskın esnasında makam-ı
sadarette Balkan bozgununu memleketin hafif atlatmasını temin gayretlerini
gösterirken yaşamıştı.
Bu vakayı özetle anlatmadan evvel, Pınar Yayınlarından neşrolan ve
tarafımızdan sadeleştirilerek okurlarımıza sunulmuş Mevlânzade Rifat Bey'in
"Türkiye Inkilâbinın İç Yüzü" adlı eserinin 61. sahifesinde
Babıâli'yi tasvir eden satırlanyla sayfamızı süsleyelim: "Babıâli baskını
elem doludur. Cinayetlerle sonuçlanmış bir haydutluktur. Alemdar Mustafa
Paşanın cephaneleliği ateşliyerek berhava ettiği gündenberi Babıâli içinde kan
dökülmemişti. Cinayet işlenmemişti. Osmanlı devletinin en temiz, en yüksek
resmi makamı hüviyetine girmişti. Büyük devletler; Osmanlı hükümetinin
toplantı sarayından ziyade Babıâli'ye önem vermiş, kararlarını geçerii
saymıştır. Babıâli demek hükümetin merkezi demekti. Babıâli'nin içinde bulunan
devlet adamları ve memurları devletin en muktedir ve nâzik insanları idî.
Babıâli terbiyesi, âdeta nezâket ve ince terbiyenin ulaştığı en yüksek burç
idi. İttihad-ı Terakki; bu yüksek makamın bile nezahatini ihlâl edip içinde
sadrazamlık dâiresinde cinayet işlemekten çekinmemişti."
Babıâli Baskını Tasviri
Mevlânzâde Rıfat bey, adı geçen kitabında Bâbıâli baskınını şöyle
tasvir ediyor: ".Babıâli baskını adı ile târihimize geçen facia Nâzım
Paşa ve yaverlerinin katli, devletin (Osmanlı devletinin) büyük devletler
gözündeki haysiyetini azaltmış İttihat ve Teraki cemiyetiyle hükümetinin bir
haydut çetesi olduğunu göstermişti. Bâbıâli baskını İttihad ü Terâkkinin ileri
gelenleri tarafından önceden düşünülüp, hazırlanmış yerine getirilmesi için
uygun bir fırsat beklenmişti. İttihatçıların muhaliflerinin bazıları evvelden
haber almış, dahiliye nâzın Re-şid Bey'i ve Harbiye nâzın Nâzım Paşa'yı ikaz
etmiş, buna karşı tedbir almalarını tavsiye etmişlerse de, muhaliflerin İleri
gelenlerindeyse ittihatçıların böyle büyük bir cinayete teşebbüs
edemeyecekleri kanaati gâlib geldiğinden, gelen haberlere ehemmiyet
verilmemiş, karşı tedbir alınmamıştı.
Kaza gelince böyle olur. Tedbir durur, akıl ve basiret kör olur.
Levh-i ezelde yazılan hüküm neyse o, başa gelir. Fertlerde olsun,cemaatlerde
olsun bazen öyle güzel anlar olur, bazen de böyle felâketler görülür ki; oluş
sebebi anlaşılamaz. Bilinmez bir âlemden gelen bir sır olarak kalıp, ne
yapalım kader, talihimiz böyleymiş denir, geçilir! Hâttâ ediplerimizin
aşağıdaki mısraları bu inancı takviye etmiştir.
"Talihi yâr olanın yâr sarar yarasını
Talihi yâr olmayanın felek.....anasını •
Bibaht olanın bağına bir katresi düşmez
Baran yerine dürrü güher yağsa semâdan"
Halk arasında: "Talihi iyi olan denize düşse kulağı ile uskumru
tutar" Yine: "Kişinin işi tersine dönünce devenin üstünde yılan sokar"
darb-ı meselleride bu anlayışı kuvvetlendirip yayılmasına sebeb olmuştur."
Diyen Mevlânzâde şöyle devam etmektedir: "..İklim itibarıyla İstanbul,
Ocak ayında soğuk olur. Kar, yağmur eksik olmaz.23/Ocak/19 13 târihinde meydana
gelen Bâbıâli baskını baharı andırır, lâtif ve güneşli bir güne rastla-mıştı.
Gökyüzü berrak, bulutsuz, güneş parlak toprak rutubeti ve yağışı emmiş, halkı
neşelen-dirmişti. Geliş ve gidişe zahmet verecek yağmurdan, çamurdan eser
görülmüyordu. Dikkatle yürümeyi gerektiren buz tutma olayı dahi yoktu. Herkes
de, leventler gibi yürüyüş, bir rahatlık görülüyordu. İttihatçılar bu müsaid
havadan hayli istifade etmişlerdi. Almakta oldukları tertibatı kolayca tanzim
ediyorlardı.
23/Ocak'ın bu baharı andırır günün de saat bir buçuğa doğru, doru
bir arab atına binmiş, yanına iki süvari zabiti almış olduğu halde erkân-i
harp kaymakamlarından Cemâl (paşa) bey, bâbıâli'nin arka yollarını dolaşıyor
alınan tertibatı teftiş ve tanzim ediyordu. Kapahfınndan Şûray-i devletle bâbıâli
arasındaki yolu takip, Salkımsöğüt'ten, Ebu's Suud Efendi Caddesini geçerek,
Meserret oteli önünden bâbıâli caddesini aşıp, (şimdiki, Ankara caddesi) Yeni
Postane arkası yoldan, (şimdiki Aşir efendi caddesi) polis müdürlüğü kapısına
çıkıp İran sefarethanesi yanından bâbıâli'nin giriş kapısı önüne (şimdiki
valilik girişi) gelmişti. Geçtiği bu yollarda bazı şahıslara rastlıyor ve
bunlara öze! talimatlar veriyordu. Bâbıâli'nin önünde o zamanlar bir kahvehane
vardı-ki; adına "Mazuliyn kahvesi" denirdi. Cemâl ve arkadaşları işte
bu kahvenin önünde atlarına mola vermişlerdi. Tam bu anda Talât, elleri
paltonun cebinde olduğu halde orada görülmüştü. Cemâl İle aralarında konuşma
yerine bazı işaretler teati edilmişti. Cemâl böylece yapılacak işin emrini
Talât'tan almıştı. Cemâl o anda ceketinin yan cebine ince bir kaytanla bağlı
olan ufak bir düdük çıkarıp ağzına götürerek, üç defa öttürmüştü.
Düdükten çıkan ses üzerine, mazuliyn kahvesinden öo-kuz-on kadar
softa kıyafetli adam çıkıp, ellerinde bulunan birer sırığa takılı, âyet-i
kerime yazılı kırmızı ve yeşil iki bayrağı açarak, gür bir sesle tehlil ve
tekbir getirerek bâbıâli'nin binek taşına gelip merdiveni işgal etmişlerdi.
Müteakiben arka sokaklardan beşer-onar kişilik kafileler gelip bunlara
katı-lıverdi. Talât bile eline iki bomba almış olduğu halde cümle kapısının
önüne gelip bir nöbetçi gibi durmuştu. Aynı silahla silahlanmış olan Kara Kemâl
ile bir kaç arkadaşı gelip, Talât'ın emrine girmişti. Bu tertibat alındıktan
sonra Cemâl, yine Talât'ın bir işareti üzerine atını tırısa kaldırıp, İran
sefareti karşısında bulunan muhafızlık dâiresine gelip, attan inmiş ve doğru
yukarı çıkarak İstanbul muhafızı sağır Memduh Pa-şa'yı maiyeti yardımıyla
nezaret altına alarak muhafızlık makamına oturmuş, muhafızlık vazifelerini hiç
bir hadise meydana gelmeden yapmaya başlamıştı. Aynı tarz ve usûlle aynı saat
ve dakikada Azmi bey dâhi polis müdürlüğüne el koymuştu. Polis müdür Cafer
İlhami bey'i göz altına al-dırmiştı. İstanbul'da bulunan bütün gazetelerin
kapısına birer jandarma konup, giriş-çıkış yasaklanmıştı. Babıâli ile padiah
sarayı -ve Harbiye nezâreti ve diğer
makamlar arasında haberleşmeye yarayan telgraf ve telefon hatları da
kestirilmişti."
Son Darbe '
Mevlânzâde'yi özetlersek, bu arada iki otomobil bâbıâli'nin binek
taşına yanaşmıştı. Yeri gelmişken bu binek taşının- ne olduğunu söylemek icâb
eder: Efendim; o dönemlerde en iyi ulaşım vasıtası atlar ve faytonlardır. İşte
bir çok evin Önünde bile üstüne kolaylıkla çıkılan kimi merdivenli taşlar
bulunurdu. Ata binmek, faytonun basamağına daha kolay çıkabilmek için özel
yapılmış bölüme ve taşa, binek taşı denilmiştir. Hatta eski sadnazamlardan ve
ediblerden Ahmed Vefik Pa-şa'ya: "O, binek taşı büyüklüğünde bir elmastır.
Ne traşlan-maya gelir nede, binek taşı olur" denmiştir. Neyse: Gelen
otomobillerin birincisinin içinden çıkan Enver (Paşa) bey, Nuri bey ve Halil
beyleri, o softa kıyafetli adamlar askerce selâmlamışlardı. Nuri bey; Enver
bey'in kardeşi, Halil bey ise Enver bey'den yaşça küçük olmakla beraber onun
amcası idi. Demek ki ne kadar komitacı olunursa olunsun yine de kan bağlılığını
tercih etmek bu olayda kendini gösteriyor. İkinci otomobilden ise; Yüzbaşı
Mustafa Necib ile daha küçük rütbeli 4 subay daha çıkmış ve Enver bey'in
komutasında sadrıazam dâiresine yürüdüler. Sadaret dâiresinden çok az bir
müddet sonra, on-onbeş el silah sesleri duyulur. Talât, saatine bakıp not
defterine bir şeyler yazar. Her halde bu, silahların patladığı ânı tesbit
içindir.
Üzerinde Durulacak Soru!
Sadaret makamı; salonundaki gürültülere bakarak odasından çıkan;
Harbiye nâzın Nâzım Paşa; karşılaştığı Enver'i görünce: "Enver bu rezalet
nedir? Bana; askerce verdiğin söz burnuydu? Demekkİ daha önce Harbiye nazırı
iie Enver bey konuşmuş ve bir şeylerde mutabık kalınmış ki, verilen bir söz
hatırlatılıyor Nâzım Paşa tarafından. Fakat, Nâzım Paşanın bu sorusuna cevap,
Enver beyden değil, Yüzbaşı Mustafa Necib'den gelmişti: "Paşam; mukaddes
cemiyetimize karşı senin ihanetin tahakkuk ettiğinden idamına karar verilmiştir.
İnfaz vazifesi bize düştü. Sana askerce ihtar ediyorum. Bir vasiyetin varsa ya
söyle ya yaz!" Nâzım Paşa rütbece kendisinden çok dûn olan Mustafa
Necib'in sözlerine karşı silahı ile cevap vermek istediyse de, erken davranan
Mustafa Necib, Paşa'yı tek kurşunla vurup, öldürdü. Yalnız bu konu da,
rivayetler muhtelif olup, paşayı vuranın Yakup Cemil olduğu söylenir ve tek
kurşunla adam öldürme ustalığının ona mahsus olduğunu söylerler. Öte yandan
Nâzım Paşanın yaveri ise Mustafa Necibi vurmuş, o da Öl müştü. Böylece; diri
bir katil hesap vereceğine, katli; ölmüş birine yüklemek daha evlâ görünmüş
olabilir! Mustafa Necib'i vuran yaver ise Kıbrıslı Mustafa Paşanın oğlu süvari
yüzbaşı Tevfik beydir. Karşılıklı silâh endahtından sonra Enver bey; orada
bulunan herkese silahı olanlar derhal bize teslim etsin dediğinde kimsenin
sesi soluğu çıkmamış, nihayet iş yine şeyhülislâm Ce-maleddin efendiye
düşmüştü. İşte cevabı: "Evlâdım Enver; bizim gibi adamlarda silahın ne işi
olabilir? Silah ancak sizin gibi kahramanlara yaraşır. Rica ederim bir emriniz
mi var? Enver bey ise; muvafakata dâir imza ettiğiniz cevabi notayı veriniz!
Kâmil Paşanın İstifası
Enver bey; Noradongyan efendinin ağzından böyle bir mu-vafakatnâme
olmadığını öğrenince şu âna kadar güzel giden talihin duvara tosladığını
hissetti. Darbe yapmışlar sebebi de, vatanı satanlara engel olmak ve
gösterecekleri muvafakat vesikasıyla hareketlerini meşruiyete bağlayacaklardı.
Fakat ne böyle bir kâğıt parçası nede iktidarda olanların böyle sakim bir
niyetleri vardı.
Enver bey; sadrazama: "Allah taksiratını affetsin. Haydi
çabuk istifanı yaz. Dedi. Kâmil Paşa elleri titreye titreye istifasını yazdı,
imzaladı. Enver bey; padişaha hitaben yazılmış bir yazıyı fütur getirmeden okudu.
Beğenmiş olacak ki, cebine koyup çıkarken, gözüne polis müfettişi Samuel
(İzisel) ilişti. Cumhuriyet döneminin polis teşkilâtının yeniden tanziminde bu
kişinin rolü pek çok olmuştur. Enver bey; adı geçene, burada bulunanla- nn
dışarı çıkmasına ve her hangi bir kâğıd parçasının dahi imhasına müsaade
etmeyeceksin emrini verdi.
Samuel ise; "Emir efendimizindir! Eliyle Kâmil Paşayı gösterip,
bu ihtiyara dahi aynı muamelemi? Sorusunu yöneltti. Yenisi tâyin olunana kadar
sadrazam sayılması gereken zâta bu reva mıdır? Belki de ondan olacak Enver bey
mezkûr soruyu cevaplamadan yürüyüp gitti. Hâttâ belki de Yahudi'nin gizli
hakaretini anlamıştı.
Bir Başka Yönüyle Babıali Baskını
Başlarında büyük reisleri Talat, baş kaatil Enver, eşi bulunmaz
hatibleri Ömer Naci ol duğu halde ve diğer fedai canilerle birlikte babıâlîye
saldıran rezil kaatiller, her zaman olduğu gibi tekbir sesleriyle büyük salona
girip, Sadnazam Pa-şa'nında bulunduğu yere saldırıya geçtiklerinde orada bulunan
sadaret yaverlerinden Yüzbaşı Nafiz ve Harbiye Nâzın yaveri Tevfik beylerle,
bazı sivil polisler bunların gerçekleştireceği kanlı olaylara engel olmak
istediklerinden, silah çekenler Yaver Tevfik bey'le bir sivil polisi şehid
ettiler. Yaver Nafiz bey silah kullanmaya mecbur olmuştur. Nafiz bey'in silahından
çıkan mermilerden biri Enver'in yanındaki canilerden biri olan, Mustafa
Necib'e isabet etmiş ve ölümüne kâfi gelmiştir. İttihatçı katillerin diğer bir
bölümü Nafiz bey'in üzerine silahlarını doğrultmuşlar ve yaralamışlardır.
Bunlardan bir kaç tanesi yaralı Nafiz bey'in yanına çökmüş, ellerindeki
kamalarla yaralıyı delik deşik ederek şehid etmişler dir. Böylece gerek Tevfik
bey gerekse Nafiz bey vazifelerini gayet merdane ve vazife şuuru içinde ifa
etmişler ve şehadet şerbetini içerlerken adlarını ilelebed yâd edecek târih
sayfalarına yazdırmışlardır. Şehadeti münasebetiyle hanımını ve iki küçük
yavrusunu necîb milletimize tevdi ederek vazifesi uğrunda feci bir surette
şehid olmuş olan Nafiz bey otuz-kırk milyon arasında güç yetişir kıymetdar bir
kimse idi. Cenâb-ı Hakk bu şehid evlâd-ı vatanı, garik-i rahmet eyleye
O sırada Sadrazam Kâmil Paşa bazı padişah irade-i seniy-yesi
tebliği için babıâlî ye gelmiş bulunan Ali Fuad (Türkgel-di) beyefendi ile
sadarete aid odalardan birinde olduklarından, bakanlar kurulunun toplandığı
salonda bulunmuyorlardı. Dışarıda kopan gürültü bakanlar kurulu toplantısında
bulunan başkumandan vekili ve Harbiye Nâzın Nâzım Paşa hz.lerinin kulağına
gittiğinden dışarıya çıkmış, bu hâlin önlenmesini temin için, gereken vasıtaya
sahip olmaksızın bazı gazetelerin verdiği resimde görüleceği gibi küçük salonda
Enver tarafından atılan rovelver kurşunuyla şehiden vefat etmiştir. Rahme
tullahialeyh rahmeten vâsiaten
Harbiye Nâzın Nâzım Paşanın şehid edilmesinden sonra bir takım
subaylarla sivil kıyafetli bazı kimseler, sadaret dâiresine gelerek, Sadnazam
Kâmil Paşa hz.lerinin bulundukları odaya girip, içlerinden biri, Sadnazam
Paşanın anlattıklarına göre; cesur biri yanlarına gelerek dışarıda heyecan çok
fazla olduğundan hemen istifalarını yazmalarını isteme cesaret ve
küstahlığında bulunmuştur. Bunların bu kalkışmaları; efal-i cinaiye'den
maksadları ahzısar değil sırf hükümet idaresini ele almak olduğunu anlayan
Kâmil Paşa istifanamesinin yazılmasında tevakkuf ve tereddüd göstermiş
olsalardı, belki sadaretin çöküşünü yerine getirmek için kendilerine de bir
suikasd edecekleri mülahazasını göz önüne alarak "Cihet-i askeriyeden vâki
olan teklif istifaya mecbur olduğundan sadaret hizmetinden afvına müsadei
seniyyenin şayan buyrulmasını" natik, huzur-u şahaneye yazmış oldukları istifanameyi
vermişlerdir. Enver Paşa istifanameyi aldıktan sonra babıâlî de bulunan
şeyhülislâm Cemaledin efendi hz.lerinin binmesine mahsus otomobile rakiben
(binerek) doğruca mabeyni hümayuna azimet ve avdet eylemiştir." Bundan bir
saat sonra babıâlî ye gelen serkurena hz. şehri-yâriden Hurşid beyefendi,
padişahın vak'adan dolayı büyük keder duyduğunu beyanla, vaziyetin düzeleceğine
kadar ba-bıâlî'nin hükümetsiz bırakılmamasını ferman buyurduğunu tebliğ
etmiştir. Vaziyet bir neticeye ulaşana kadar, Kâmil Paşa makamında durmaktan
çekinmemiştir. Bu sırada Kâmil Paşa'nın bulunduğu odaya girip çıkanların
arasında Talat ve Enver Paşalar dahi bulunmaktaydı.
Ömer Naci Bey'in Ayıbı!
İttihatçıların reislerinden ve en önde gelen hatiplerinden bulunan
Ömer Naci'yi» Kâmil Paşa'nın yanına yaklaşarak: "Efendim İnşaallah! Siz bu
makamda devlete daha çok hizmet edersiniz! Biz size muhtacız! Cümlemiz emriniz
altında bulunuyoruz!" sözlerini dillendirerek adetâ teselli gösterisi
yapıyordu. Bu sözler karşılığında Kâmil Paşa da: "Bana lüzumu yok. Ben
devletin taliini tecrübe etdim bu kâfidir!" ce-vabıyla mukabele ederek
başından def etmeyi bilmiştir. Çok geçmeden Enver Paşa da, Sadnazam Kâmil
Paşa'nın yanına gelerek, kendisinin tâlimde olduğunu dönüşü sırasında olayı
duyduğunu ifade etmekten utanmıyarak yaptığı cinayetin getireceği mesuliyetten
yakayı kurtarmaya bakmıştır. Ancak bu yatanın çuvala sığacak mızraklardan
olmadığı her-kesin teslim ettiği bir hakikattir.
Bunların saatlerce devam eden bu hâlinden sonra diğer odalarda
bulunan zâti sâm-ii meşihatpenahî ile diğer vükelâi meham, Kâmil Paşanın yanına
gelmişlerdir. Bir kaç saat sonra sadaret makamına tâyin ettirmeye muvaffak oldukları
Mahmud Şevket Paşa hz.leıi, yeni Şeyhülislâmla babıâlîye geldiğinden ihtilâlci
beylerin kapı önündeki arkadaşlarına işittirmek için her zamankinin aksine
olarak merdiven başında hatt-i hümayunu okuttuktan sonra arz odasına gelerek
mevcud kaatillerin tebriklerini kabul ile tertibat-i lâzımiyeye başlamıştır.
Odanın bir tanesinde Kâmil Paşa ve bazı kabine arkadaşları ile oturmakta iken
diğer bir oda da yeni sadrazam da yanında bulunanlarla gecenin İlerleyen
saatine kadar bulunmuşlardır.
Mahmud Şevket Paşa gecenin yansından sonra bir aralık başka bir
oda da Kâmil Paşa ile ayrıca görüşmüş ve hâli hazır durumdan bahsetmişti.
Mahmud Şevket Paşa: "Biz buraya kendi isteğimizle gelmedik! Bizi
getirdiler" demesi üzerine Kâmil Paşa da: "Evet! Bizi dahi Öyle
getirmişlerdi. Gelişiniz bize benzedi. Dikkat edinizki gidişiniz
benzemesin!!" demiştir.
Bu siyaset pirî Kâmil Paşa hz.leri o gece alafranga saat üçden
sonra evine avdet etmeye muvaffak olabilmiştir. Ancak bu yaşlı zat, o gün ve
gecenin ağırlığı altında bir hayli üşümüş yatağa serilmek mecburiyetinde
kalmıştır. Kendisini konağında ziyaret etmek isteyen düveli muazzama ülkelerinin
elçilerini, rahatsızlığın verdiği engel yüzünden kabul edememiştir. Onbeş gün
kadar süren bu rahatsızlık neticesinde Kâmil Paşa'ya doktorlar mutlak olarak
istirahat ve tebdil hava tavsiyesinde bulunduklarından Paşa da Mısır'a
istirahat etmek üzere gitmişlerdir. İttihatçılar; Kâmil Paşa hz.lerinin bundan
evvelki kabi nesini gayri meşru bir şekilde düşürerek
devleti ve memleketi felâkete ve parçalanmaya doğru ilk adımı
atmışken bu defa gayet feciî ve kan dökerek düşürmeleri devletimiz ve
milletimiz için artık kurtuluş çâresinin, selâmete çıkmanın mümkünü kalmadığı
istikametini sergilemişti. Vicdan ve hamiyyet sahibi kimseleri derin
düşüncelere salmıştır. Bu cemiyetin memleket meseleleri ile bir alakası
olmayıp, cemiyetin, reislerinin ve şahsî menfaatlerinin dışında bir şey
düşünmediklerinden bunlardan ümidli olmak abes ile meşguliyettir. Yaşı kemâl
hududlarını aşmış bulunan Kâmil Paşanın ekmek ve ikramlanyla nimetlendiği
milletine ve ahalisine son bir hizmet daha yapabilmek için devletin yaşadığı
an ve gelecek günler için uğraması muhtemel felâketlerin önüne kuvvetli bir
engel koyabilmek için giriştiği, büyük teşebbüs, ani bir davranışla düşürüldüğü
hâl yüzün den akim kalmış, dolaysıyla bu sadaretindede arzusu dâiresinde harekete
muvaffak olamamıştır.
Eskiden beri mütegallibe ve eşkıya elinden kendini kurtaramayan devlet
ve millet, mukadderatını yine benzerlerine vermiş bulunduğundan ülkemiz bu
günkü hâle gelmiştir. Kâmil Paşa hz.leride hiç şüphe yok ki bu eşkiya ve
haydutların son dört-beş sene içinde memleketde oynadığı oyunlara artık bir
son vermek azminde bulunduklarını şu kısa süren sadaretlerinde ortaya koyup
isbat buyurmuşlardır. Mateessüf esbab-ı mania perdesiyle bu defada da bu
cemiyet eşkıyasından memleketi temizlenmeye muvaffak olamamıştır. Çünkü Kâmil
Paşa gelecek de düşerecekleri çukuru çokdan görmüş ve bu cemiyetin izalesi
için her ne yapmak lazımsa yapıp devlet ve memleketi kurtarmakdan geri ve
durmadıkları gibi kendilerine müsaid ve yardımcı olan, kabinesi erkânının
fikrinide bu yöne imâle etmeye başlamıştı. Kâmil Paşanın bu son kabinesinde
vazife alan zevat, ülkemizin yüksek derecede takdire değer kişilerden
müteşekkil olmasına rağmen başarıyı maalesef yakalayamamışlardır. Bu kabinede
vazife alanlar hiç bir fırkaya mensub değillersede, ülke başdan başa
ittihatçıların hizmetine amade idiler.
Memurların çoğu cemiyetin karanlık odası muhafızından bulundukları
cihetle verilen emirlerin harfi harfine yerine getirmek kabil olamadığından
Kâmil Paşa matlûblarının husulünde endişe buyuruyorlardı. Nitekim endişeler
hakikat oldu. Nazırlardan bazıları muhalif sıfatında etraflarını saran ittihatçıların
teşviklerine kanmış, bazısı da İnkılabın ilk dö'nem-lerinden beri ittihatçılar
tarafından devlet memurlarının ve milletin kulaklarına yerleştirilen
propagandalardan birisi oian (Kanuni hareket edelim. Bizde onlar gibi bir
yanlışlıklara düşmiyelim) sözleriyle hareket etmek arzusunu izhar buyurarak
hata etmişlerdi. Vükelânın yâni bakanların, bu hatasına harbiye nâzın Nâzım
Paşa hz.terinin, temiz ve saf olan kalb-leri orduya, Talat'lar, Enver'ler.
Cemal'Ier, Fethiler ve emsallerinin girişlerini önleyemediğinden tabiatıyla
hükümet idaresi itihadçılar elinde kalmıştı.
Tabii neticenin vahameti o zaman görülmüştü. İşlere, Sad-rıazam
Paşa ve şeyhülislâm Efendi hz.leri yalnız kalmışlar ne çâre bulurlarsa, bulsunlar
bilinen kişiler ortaya çıkıp, başarıyı engellemişlerdir. Kanuna uygun hareket
edelim arzusunu ileri sürenler arasında değerli zevata aflarına sığınarak
sormak isteriz ki şimdiye kadar memleketde ittihatçıların asdıkları ve
sürdükleri, aldıkları, yapdikları her işde kanunu kendilerine âlet ettiklerini
görmüyorlarmiydı? Bu gün ittihatçı zorbalarına da sorulsa cevaplan yaptıkları
her fiilin kanun dâiresinde olduğunu ispata kalkışırlar. Zâten şimdiye kadar
dünyada yapılan fenalıkların hepsi ellerinde bir âlet olan kanun ile yapılmıştır.
Bu böyle olduktan sonra artık kanuni hareket edelim demeğe hacet
yok zâten verilen emirler gayri meşru ve gayri kanuni değil idi. Biraz da
yukarıda dediğimiz gibi milletin istikbali devleti nazarı teemmüle alan Kâmil
Paşa hz.[erinin, devlet-i Osmaniye için ne derece lüzumlu olduğunu, bu dostluğun
devletimiz ve memleketimize mahz-ı hayat olduğuna pek çana bildiklerinden
ötedenberi İngiltere siyaseti aliye ve politikasını tasvib ve takip ederler
daima mesnedi sadarete, geldikleri zaman bahse konu politikayı tercih ediyordu.
Bir bakıma devlet-i âliyye-İ Osmaniye asırlardan beri İngiltere devlet-i
muazzamasının sayesinde bir çok olayda mülkiyettinin tamamiyyetini muhafazaya
muvaffak olmuştur.
Buna itirazı olanlar târih bilgisinde epeyi eksiklik taşıyanlardır.
Yoksa târihe âşinâ olan, târihi vakaları tetkik edenler bilirlerki, her ne
zaman devlet-i âliyye-i Osmaniye, Avusturya ve Almanya devletlerinin
entrikalarıyla felâket ve musibete mâruz kalmış ve Rusya hükümetinin taarruz
ve tasallutuna uğrayarak en büyük tehlike ve zorluğa düştüğünde ingilizlerin
kapısı çalınmış ve yardımları ile, düşülen felâketten vede kötülüklerden
kurtulabilinmiştir.
Devletin son zamanlarda yetiştirdiği en büyük siyasi şahsiyetlerden
olan Reşid Paşalar, Âlî Paşalar ve Fuad Paşalar ülkeyi kurtardığı
felaketlerden bir çoğunda İngilterenin yoğun yardımlarını yanlarına almanın
faydası kesindir. Aşağıya alacağımız ifşaat târih kitabı Sayfalarında belki de
ilk defa yer alacak bir pasajdır. Mehmed Selahaddin Bey Bildiklerim adlı
eserinde şunları söylüyor:
Osmanlı-İngiltere Mutasavver İttifakı
Selefi olan sadrazamların yukarıda sayılanlarının güttükleri
İngiliz politikasına yakınlıklarını devletin menfaati açısından sürdürmek
ananesini devam ettirmeyi idrak eden Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa, ülkenin içine
düşmüş olduğu ve daha nereye kadar yuvarlanacağı meçhul halden, halas olması,
buhranlarla dolu bu ağır dönemi atlatabilmek için kadîm İngiliz dostluğu
politikasını harekâta geçirerek bir ittifakı gerçekleştirme yoluna gidivermeyi
düşünmüş vakit geçirmeden başvurmuşdu.
Bu işin gizli yürütüldüğünü de, hemen burda kaydettikten sonra
Tevfik Paşa, Londra b.elçimiz olarak tecrübeli sadrazam gibi kendileri de eski
sadrazamlardan bulunmanın verdiği tecrübe içinde geleneksel Osmanlı-İngiliz
dostluğunu tam bir ittifakla pekiştirip, yardımı elde etme yolunda gizli gizli
adımlar atmaktaydılar.
Kâmil Paşa, İngiltere hariciye nâzırıyla ittifak şartlarını konuşup
tesbit için Ahmed Tevfik Paşaya vazife verdiği gibi, oğlu bahriye nâzın Said
Paşayı defaatle Londra'ya qön-aemnıştir. Bu çalışmalar neticesinde o dönemde
İngiliz hariciye nâzın kont Eduvard Göre cenaplarıyla yine Kraliçenin dış
siyasetinin büyüklerinden olan Sir Nikolson ile bizim Ahmed evfık ve Said
Paşalar arasındaki müzakereler sonunda bir antlaşma metninde uzlaşılmış ve
tecavüz ve savunma ant-'aşması prensiplerinde tamamen mutabık kalınmış idi.
İşte u antlaşma taslağı elinde olduğu halde İstanbul'a gelerek abineye bu
antlaşma hakkında bilgi vermek için hazırlanırken, sadnazamdan gelen teklif
üzerine hariciye nazırlığını uhdesine alma teklifini de kabul etmiş ve
Londra'dan yola çıkmıştı. Ne varki Tevfik Paşa daha yoldayken babıâli baskını
vukubulmuş böylece her şey karmakarışık olmuştu. Bu hareketin gerçekleşmesiyle
ittihatçılar bâbıâli'de İşledikleri cinayetlere bu antlaşmayı kuvveden fiile
çıkarma hususundaki faydah çalışmaları öldürdüklerinden, görünen cinayetlerine,
görülmez ve büyük bir cinayet daha eklemiş oldular.
Eğer bu hareket vukubulmamış olsa idi yâni babıâli baskını
yapılmamış ve Kâmil Paşa bir müddet daha makam-ı sadarette kalabilmiş olsaydı,
antlaşmada gerçekleşecek ve bu günkü pek fecî hâle düşmeyecektik. Bu şerir
haydutların, şahsi menfaatleri uğrunda yapmış oldukları cinayetleri saymayıp
sırf iki defa darbe vurdukları Kâmil Paşa kabinesine karşı işledikleri cinayet,
milletin menfaatine yapılmış olduğundan namus kelimesini sık sık ağızlarına
almayı kendilerine pelesenk edenler, bu kelimenin muhafızı olduklarını isbat
için birer birer intihar edip yok olasıca vücudlarını itlaf etmelidirler.
Osmanlı devleti, yâni biricik devletimizin, bu antlaşmadan ne derece menfaat
temin edeceğini izaha hacet yoktur. İşte siyaset adamlarımızın piridense yeri
olan, Kâmil Paşa- bütün rahatını gözardı etmiş gece gündüz ülkemizin istikbalini
temine çalışmışdı. uzağı görmek hassasına bir hayli sahip olan Paşa hz.leri,
devletimizin ve memleketimizin bu günkü felâkete uğrayacağını nice seneler
evvel görmüşdü.
Sultan Reşad'a Kâmil Paşanın Layihası
Yedi sene evvel Mısır'da tebdil havada bulunduğu esnada Sultan 5.
Mehmed Reşad hz. lerine aşağıya aynen aldığımız layihasını sadakat ve
vatanseverliğinin icabı olarak takdim buyurmuşlardır.
Cenâb-ı Rabbi Mennan; veli-inimet biimtinan efendimiz hz.lerinin
ömrü ve ikbal, şevket-i ve iclâl-i şahanelerini müz-dad buyursun. Şu içinde
bulunduğumuz üzücü hâlin te'siri tahtında olanların cidden muzdarib ve kan
ağlamaması ka-bilmidir? Yine içinde bulunduğumuz gerek siyasiyeti, gerekse
mülki idareyi bilmeyen İttihat ve Terakki cemiye tinin tahakkümüne ve
te'sirine girmiş hükümetin talebesi olduğu kötü görüşlerin, getirdiği sakatlık
ve zorlukların tahlili ve ted-kiki yapıldıkça devletimizin bölünmeğe maruz bir
hâle geldiği görülür. Hilâfet-i seniyyenin tehlikede olduğunu hemen hissetmek
kabil din zamanında diğer devletler
yalnız kendi kuvvetlerine istinad ile hukuk ve menfaatlerini temin edemeyeceklerini
idrak ederek, menfatlerinde ortaklığa müsaid ve taraftar olan diğer devletlerle
ittifak yaparlardı. Bu suretle devletler arası dengelerini bulur ve
mevkıilerini kuvvetlendirirlerdi. İşte buradan baktığımızda devlet-i âliyyenin
bunda muvaffak olamaması, yalnız kalması, diğer devletlerin ve milletlerin
ihtiras ve taarruzlarına uğrama vadisinde kalmasına sebeb olmuştur.
Dünya'nin Şark tarafında, ticari menfaati ve iktisadi ilişkileri
olan devletlerin içinde siyasi anlayışlarına en ziyade iti-rnat edebileceğimiz
devlet ya İngiltere yada Fransa'dır. Geçmiş devirde İngilterenin yardımcımız
olması hususunda, on-rm yardımına nail olmamız bahsinde onlarla ittifak yapabilmenin
icâb ettiğini, Hakan-ı sabıka (2.Abdülhamid) kabul ettirmeye çalıştığımı,
neşrolmuş âcizane hatıratımda görebileceğiniz gibi, babıâlî'deki kayıdlarda
mevcuddur. Ne çareki; Sultan Hamid hz.leri, Rusya mağlubiyetinin te'siri ve
bunun korkusu altında nefsin selâmette olmasını, Rusya'nın ittifakında arama
yolundaydı. Ruslar ise çeşitli vasıtalara baş vurarak, padişah hz.lerinin
dostluğunu kendilerine çekebilmek için mesai ve gayret sarfederlerken de,
onların (Rusya) tek rakibi olan İngiltereyi, pad şahın gözünde büyük düşmandır,
şeklinde göstermeye bakıyordu.
Sultan Abdülhamid han'a verdiğim maruzatla; fikrindeki sebatı değiştirmek
kabil olmamıştı. Bu sebebden Osmanlı devleti devletler arası dengelerde yalnız
kaldı ve bazı devletlerin ihtiraslarına maruz kalacak alanda kaldı. Rusya ve
Avusturya politikası arasında, Rumeli toprakları elden gitmek derecesine
gelmişken Allah (c.c)'ün inâyetiyle, inkılab-ı mesud (meşrutiyet ilânı)'un
gerçekleşmesiyle kanunu esasinin ilânı üzerine üç vilâyetimiz Rusya ve
Avusturyanın zararlı teşebbüsünden kurtulduysa da, fakat genel düşüncelerinde
yeralan Bulgaristan'ın istiklâlini ilân edebilmesi ve Bosna-Hersek'in
Avusturya'ya gittiği görülmüştür.
Erbabının bildiği gibi, kurulmuş bulunan meşrutiyet hükümetinin
aldığı karar ve takip ettikleri salim tutum, dahilde ve hariç de her tarafa
emniyet ve güven vermesiyle devlet idaresi nizam içinde yürümeğe başlamıştır.
Derhal ülkemizin tabii servetini ortaklık alanlarına koymakla, İmara ve
ilerlemeye hizmet ile, yardım maksadıyla avrupanın bütün sermayedarlarının
kasalarını açmış olduklarını gören ittihat ve terakki cemiyetinin
menfaatperestleri işbu servet kapısının açılmasını davet eden mevcud hükümetin
emniyete haiz olmamasından bahisle tabii bir şey olduğu bakımından kendileri
dahi idarey-i hükümeti ele almış olsalardı hem kendileri hemde
memleketin istifade edeceği zannıyla uygun bir vesile bularak
infisali acizânemi (hükümetimi düşürmek) vukua getirmişlerdi. Kendi
mensublarından meydana gelmiş bir hükümet kurarak idareyi ele almışlardı.
İdareyi ellerine kimlerin geçirdiğini gören sermayedarlar derhal
geri çekilip, yatırımdan vazgeçmeleri nafıa ve diğer teşebbüslerin durmasına
varmıştır. Bunun da arkasından gelen büyük olaylarda dökülen kanların izahına
her halde gerek yoktur. Elhasıl Jöntürk adıyla kurulması sağlanmış cemiyetin
hükümeti, meşrutiyet kaidesi içinde hüküm sürmediğinden mecburen Örfi idare
yâni sıkı yönetim ilân etmiştir.
Böylece müstebid bir idarenin gerek merkezde gerekse di ğer
vilâyetlerde işlerden anlayan memurlar açığa alınıp, yerlerine cemiyete mensup
kişiler istihdam olunmuşlardır. İşleri yapmak demek cemiyetin emirlerini yerine
getirme şeklinde anlayan bu adamlar yaptıkları görevlerde ahaliyi adetâ delirttiler.
Arnavutluk, Arabistan ve Yemen de meydana gelen isyanlarda ve bunlara bağlı
ihtilallerde gerek asakir-i şahaneden gerekse de ahaliden boş yere akan kanlar
sel olup gitmiştir.
Bundan çıkan neticede cemiyet hakkın da umumi bir nefret dalgası
davet etmekden başka bir şey olmamıştır. Daha sonraları cemiyet tarafından
dünyaya meydan okurcasına gösterilen tavır ve davranışlar, dost devletlere
üzüntü vermiş ve bu hâle karşı da komşu devletlere lâzım gelen tedbirlere
girişmemiştir. Bu sırada İtalya devleti sefaretinin birinci notasında yazılı
olduğu üzere, devlet-i âliyyeye değil, cemiyetin aleyhinde olarak ilân-i harb
ile Trablusgarb ve Bingazi'yi zapt ve istilaya kıyam etmiştir. Andtaşmalara
fırsat tanımak için yapılan bu taarruza karşı, İngiltere, Fransa, ve Rusya
devletlerinin tarafsız kalmaları çok manidardır. Eğer bu ders-i ibret
de yeterlilik görmezsek, başka tecavüzlere şahid olmaya
ha-zsrlanılmahdır. Bu hâlin sonu Allah.korusun üzerimizde yapılacak
paylaşımdır. Şu anda Girid ile Rumeli topraklan paylaşıma maruz kalmak
üzeredir. Bu hususdaki hissiyatı âcizâne-min dayandığı malumatı yazılı olarak
takdim edemem.
Cemiyetin adamları vaziyetin hakiykatine vukuflan olsa hem
devletin hemde kendi nefislerinin selâmeti için, devlet işlerine, hükümetin
tedbirlerinden el çekip, hayır işleriyle meşgul olmaları icâb eder. Aksi
takdirde Sultan Abdülhamid hân zamanında, istibdadı ortadan kaldırmak için
meydana gelen vaka-i hayriyye misâli orduyu hümayunun iştirakiyle yakında
olması tabii olan ihtilâl, şimdiki istibdadı dahi mahvedeceği şüphesizdir.
Avrupa efkâr-ı umumiyesi İtalya'nın haksız tecavüzünden dolayı aleyhindeyse de,
hükümetlerin alacağı kararı değiştirmeğe yeterli gelmez.
Almanya; kendi müttefikleri olan İtalya ve Avusturyanın menfaatine
yardımcı olmaktan ayrılamaz. İngiltere devletinin, içinde bulunduğu tarafsız
halden çıkıp, devlet-i âliyyenin hukukunu muhafaza edebilmesi sebebini bizim
küçük görmememiz lâzımdır. İngiltere ile antlaşma yolunu bulmak için şu sırada
buralarda iyi bir zemin hazırlanmışsa da bunu tamamlayıcı yola girmek
hususunda ortada engel olarak görülen ha fi cemiyetin kaldırılmasıyla, meşru
bir hükümet tesisine yardımcı olunmasına bağlıdır.
Örfi İdarenin kaldırılmasıyla meclis-i mebusanın, hükümet heyetine
tarafdar veya karşı fikirli fırkaların, gerek kanun konmasında gerekse
hükümetin icraatını murakabede hiç bir tarafın te'siri altında kalmıyarak,
maddelerin müzakeresinde ve rey kullanmada serbest ve hür olmalarından
îba'rettir. İngilizler ile aramızda yapılacak anlaşmayı Fransa ve Rusyanın
uygun karşılayacağını şartlar pek açık göstermektedir. Eğer miyetin ileri gelen
ustaları bu izahata kani olmazlarsa, Kendileriyle bir araya gelinip fikir
teatisinde bulunmak mümkündür. Görelim: İlk yapılacak iş, memleket dahilinde
ahalinin cemiyet aleyhindeki belirmiş olan genel nefretin yok edilmesi
kabilmidir?
İkinci iş ise: Cemiyetten şikâyetçi olan devlet ve milletlerin iyi
niyetlerini cemiyetin lehine çevirmek mümkün müdür? Eğer bu cevab müsbet
olacaksa cemiyetin düşündüğü çâreler nedir? Osmanlı devletini parçalamanın
başlangıcı olarak İtalyanların bize açdığı savaşın önünü almak ve kan dökülmesini
men ederek Trablusgarb ve Bingazi'yi uğramış olduğu istiladan kur tarrnak için
hangi kuvvete istinad olunmaktadır? Hangi şıkla olursa olsun, bu elden çıkan
vilayetlerin kurtarılması ümidi zayıftır. Buralarda elden giderse Girid Meselesi
zâten milletler arası meselelerden sayılması yüzünden bu dahî aleyhimizde
nihayetleneceğin den balkan devletlerinin hırsını tahrik edeceğinden, açılacak
bir çok sıkıntı dolu hadiselere yalnız orduyu hümayun ile nasıl mukabele
edile-bilinecektir? Böyle pek zor durumları uzun müddet uğraşarak atlatabilmek,
milyonlarca liraların sarfına ihtiyaç gösterdiğin den nereden bulup, hangi
şartlar ile borçlanma yapabileceğiz? Allah korusun bu kötü gidiş buralara
kadar varır ve Rumeli toprakları elden giderse, zira cemiyet (ittihatçılar)
tarafından Mısır'da Hizb el Vatanî 'yi tahrik etmesinden dolayı Mısır Hidivlik
idaresi de rnünfail ve İngiltere de aynı halden şikâyete başlamıştır. Böyle bir
bölücülük ve parçalanma hâlinde Mısırlılarda, Devlet-i âliyenin Mısır'ı
himayeye ve koruncağa iktidarı kalmadığı itikadıyla, Hidiv'in, saltanatı seniy
yelerinize olan sadakatma rağmen, Bulgaristan gibi Mısır'ın istiklâlini ilân ve
İngilterenin Mısır ve Sudan da olan hukuk ve menfaatini temin için aralarında
antlaşma imzalamaya kalkışacak oldukları takdirde bunları cemiyet nasıl engelleyebilecek?
Bu vaziyet karşısında Yemen'in devletimizle olan irtibatını kaldırması şüphesiz
gerçekleşeceğinden, Hicaz ile Hilâfet-i seniyyenin hal ve mevkii ne şekil
alacak? Rusya şimdiden Boğazlar meselesini ortaya koymuş Anadolu topraklarında
bizimle ne türlü oynayacak? Bütün bu saydıklarımızı düşünmek ve bunlar
üzerinde yürütülecek mütalaanın ehemmiyeti büyüktür. Cemiyet bu maruzatın ileri
sürdükleri hakkında, genel tasvibi sağlayacak cevablan her ne ise ifade
etmelidirler. Çünkü bunda esas maksadımız kan dökülmesine sebeb olacak ahvalin
ortadan kaldırılması olup, vaha metin hazırlamakda olduğu ihtilâlin ilk
saldırısına cemiyetin ileri gelenleride hedef olacaklardır. Tarafdarlarının
dahi; tâkibden geri kalmayacakları, gidişattan anlaşılır hâle gelmiş bulunmaktadır.
Vatanın ve cemiyetin öyle feci bir ahvale gidişden korunması için, İttihatçı
cemiyetin hükümeti, icraatının mesuliyetini kendi üzerinde taşıyarak helak
olmaya maruz kalmaktan ise hükümet işlerine cahilane müdehalarden feragat etneleri
ve bunu cümleye ilân etmelidirler. Bundan böyle de hükümetin himâyesi altında
hayır işleriyle meşgul olmaları cemiyet üyesi olmaları bakımından matluptur.
Meclisi mebusan azasından ve cemiyet mensuplarından ve karşı fikirlerden
meydana gelmiş bir komisyonda barış müzakereleri ve buradan çıkan karar, huzuru
âlî-1 cenâb-ı şehriyârilerine arz olunmalıdır. Emaretlerimizde görünene
bakarsak, parçalanmaya maruz olan vatanın selâ metiyle beraber, hilâfeti
seniyyelerinin dahi olacaklardan korunması en önemli işlerden olduğundan bunun
tahtı temine alınması hususuna irâde ve ferman buyrulması
babında.7/kânunevvel/1327-191 1 Sadr-ı esbak Kulları Kâmil Senelerce önce
yazılan şu ariza gelecekte vatanın uğraya-caâı felâketi herkese duyurduğu halde
bunu göz önüne almayıp, tedkike tenezzül edilmediği gibi ittihatçılar
tarafından bir takım iftiralarla birlikte Kâmil Paşa hz.leri aleyhinde hücuma
geçildi. Paşanın bu uyarıları, Tânin Gazetesinde "Mezardan Bir Ses"
başlığı altında aynen yayınlanmış, Paşanın siyasetinin kokmuş, kendisinin
siyaset meydanından kalkmış ve ölmüş olduğunu utanmadan ilân etmişlerdi.
İttihatçıların, cinayet yüklü hareketlerinden dolayı, Kâmil Paşa meşrutiyetteki
ilk sadaretinde, kabineye bîr çok faydalı icraata dönük maddeleri tatbika
koymağa vakit bulamadığı gibi bu defaki sadaretinde de yine aynı sebeblerden
İngiltere ittifakı ve İslaha muhtaç işlere teşebbüsü akim kalmıştır. Devlet ve
milletimizin talii kaderindenmidir ki, biz de yetişen, siyasette kıymetli
zevatın şimdiye kadar her neye teşebbüs ettilerse de, mutlaka karşılarına bir
engel veya bir rakip çıkmak ta ve o zat, yapmayı plânladığı mühim işleri
gerçekleştirme şansı bulamadan, mevkiini terke mecbur kalır.
Bu cümleden olarak; Büyük Reşid Paşa, Âlî ve Fuad Paşalarında
devletin ıslahat ve tanzimi hakkındaki gayret ve çalışmalarını tam manasıyla
tatbike koyamadıkları târihde görülmektedir. Kâmil Paşa; Sultan 2.Abdülhamid
zamanındaki iki sadaretindeki dönemde dahi devletteki iyileştirmelere dönük
düşüncelerinin, bîr çok maddesini tatbik mevkiine koyamamıştır. Bilhassa
Anadolu, Rumeli vilayetleri ve ermeni meselesinin düzeltil-mesi, hükümetin
idarî ve mâlî işlerinin tanzim ve ıslahı ve bunlara benzer diğer hususat
yapılması şartken hep tehire ve rededilmeye mâruz kalmıştır. Hatta ikinci
sadaretlerinde Kâmil Paşa; Anadolu ve Rumeli ıslaha-hyla, Ermeni meselesinin
hâiline vede meclisi mebusanın açılmasıyla, devlet ve milletimizin refah ve
saadetine hizmet edecek hükümet icraatına dâir, yazılı düzenleme yaparak,
Sultan Abdülhamid'e, arz ve takdim eylemiştir. Ne varki geniş izahlı lâyiha,
menfuren ve menkuben (nefretle gözden düşme) sadaretten azl olunmuştur. Ayrıca
-derhal İstanbul'u terk etmek üzere binip tâyin olunduğu Halep Valiliğine gitmesi
için hazırlanan vapura gitmesi irâdesi çıkarılmıştı. Devlethanesi padişahın
yaver, yüksek memurları ve hafiyeler tarafından kontrol ve gözetlemeye
alınmıştı.
Hâtıratın'da yazılı olduğu gibi Kâmil Paşa, tâyin buyurul-dukları
Halep vilayetine gitmekten vazgeçip, tekaüdiüğünü taleb eden bir maruzatı
padişahın katına göndermesi üzerine gözetleme hususu terk edilip, baskılara
başlanmış, Paşanın hanesine gidip gelmek isteyenler, sefirler de dahil olarak
zorluklara maruz kalmışlardır. Böyle durumlarla karşılaşan ve İstanbul'da
kalamayacağını anlayan Kâmil Paşa, pek sevdiği İzmir'e giderek orada ikamet
etmeyi seçti. Bu durumu padişaha arz etmeleri saray tarafından sıkıntıyı
giderici hava olarak görülmüş ve Kâmil Paşaya Aydın valiliği uhdesine
verilmistir.
Arkasından; İzmir Krovözörüne binerek gitmesi emri iradesi
gönderilmiştir. Kâmil Paşa bu emri telakki etmiş ve on-bir sene valilik
vazifesi üzerinde kalmak üzere İzmir'e gitmiştir. Mâruz kaldığı bu sert tutum
ve üzücü tatbikatlara rağmen memlekete, millete karşı sevgisinde en ufak bir
tereddüt ve azalma olmamıştır. Kâmil Paşa İzmir'deki, bu vazifesinde vilayetle
ilgili ıslah ve yenilikleri tatbike koyarken, Sultan Hamid hz.lerine, yine de
projeler ve lâyihalar göndermekteki geri durmamıştır. İzmir'de bulunduğu bu on
bir senelik zaman diliminde, Kâmil Paşa, ıslahat talebleriyle dolu layihalar
göndermesi üzerine üç-dört defa sadarete davet olunmuşsa da, derhal
İstanbul'da Almanların büyük elçisi Baron Mareşal cenaplarının, kendi
imparatorunun emriyle, çemis olduğu fesad dolu tuzaklar, Kâmil Paşa'nın
sadarete gelmesini önlemiştir.
Kâmil Paşa İngiliz Sefaretine Sığınıyor!
Onbir sene İzmir valiliğinde bulunduktan sonra yine Almanya
imparator ve sefiri ile o sıralarda sadaret makamında bulunan, Avlonyalı Ferid
Paşa hz.leri, rakibi saydığı Kâmil Paşa'yı bu vilâyetten azletmeye muvaffak
oldukları gibi iki defa sürgün demek olan Rodos'da ikamet etmesi hususunda
irade-i seniyye elde edebilmişdi. Bunun üzerine İzmir' den muhafızların
gözetiminde Rodos'a gidebilmesi için, İzmir fırkası kumandanı Ferik Tevfik
Paşa ile eşkıya takipçisi Mirliva Kara Said Paşa'nın vazifelendirilmelerini
öğrendiğinde, Kâmil Paşa İngilterenin İzmir Konsolosluğuna giderek, konsolos;
Mister Hanri Alfred Kombrbac cenaplarına da bir hafta kadar misafir olduğundan,
Osmanlı ve İngiliz devletleri hâriciye nezaretleri arasında cereyan eden
haberleşmeler neticesinde, Kâmil Paşa hz.leri, her türlü saldırıdan masun ve
azade kalmak ve muhterem aile efradı hak-kında da, aynı muameleyi görmek üzere
İstanbul da, ikametlerine karar verildiğinden Dersaadete avdet etmiş ve padişah
tarafından hazırlatılmış Nişantaş'ındaki konakda ikamet etmeye başlamışdir.
Kâmil Paşa meşrutiyet inkılabının başlangıcına kadar bir seneye
yakın burada ailece*ikamet etmişlerdir. Kıbrıslı Meh-med Kâmil Paşa, tanzimatın
üç rüknü de denilen Mustafa Reşid, Alî ve Fuad Paşalar gibi milletimizin büyük
siyasi dehâlarından olmasına rağmen, kıymetini takdir edilmesinde bir hayli geç
kalındığı inkâr götürmez. Kâmil Paşa hz.leri yukarıdan beri nakle çalıştığımız
düşünce ve teşebbüslerin sa-nıbı olarak, ülkemize çok güzel, faydalı işler
sağlayacak antlaşma'ar yapmayı sonuçlandırmak üzereyken kabinesinin böyle
gaddarane cinayetler sergilenerek sükût ettirilmesi üzerine, bir müddet için
Mısır'a gitmişti.
Bilahire Dersaadet'e dönmüş ancak, İttihat ve Terakki cemiyeti
ülkenin üzerinde tesis etmiş olduğu diktatörce idare altında, bu usta siyaset
adamına öyle bir saldırdı ki, Paşa İstanbul'da ancak üç-dört gün kalabildi.
Yeniden Mısır'a gitdi. Orada bir miktar kaldıktan sonra dünya'ya geldiği yer
olan Kıbrıs'a gidip, uzletgâhına çekilmiştir. Kâmil Paşa sevdiği vatanımıza
daha fazla hizmet verememiş olmanın ızdırabları, ilerleyen yaşının vücudu
üzerinde çoğalan tahribatianyla, günden güne artan rahatsızlıkları akabinde,
bir sekte-i kalbin son darbesini yiyerek dünya dağdağasını tamamlamış ve beka
âlemine intikal etmiştir. Kıbrıs'ın Lefkoşe şehrinde bulunan Arab Hasan Camii
Şerifinin haziresinde defnolunmuştur.
Merhum Mehmed Kâmil Paşa'nın Said Paşa İle olan münasebetlerinde
hep ihtilafa düştükleri gözlenmiştir. Bu siyasi tercih usûlünün neticesidir ve
insanın tabiatıyla meydana gelen hususlardır. Aşağıya buna aid malumattan
ziyade Kâmil Paşa'nın, Said Paşa tarafından yapılan ve hatıratında yer alan
hususa dâir bir kısım cevabını göreceksiniz.
Aydın Valiliği esnasında, İngiliz konsolosluğuna dehalet eden
Kâmil Paşa'nın, yerine gönderilen vekâlete memur zât, padişahın gönderdiği
şifreli talimatı çözebilme hususunda düştüğü müşkülden, çareyi ilticaya giden
Kâmil Paşanın yanında götürdüğü şifre anahtanyla çözmek şansını bulmuştu.
Gelen talimata eklediği son derece saygılı ifadelerle yazıp gönderdiği pusula,
Kâmil Paşanın eline ulaşmıştı.
Kâmil Paşa yerine gelen zâtın bu davranışından pek memnun kalmıştı.
Daha sonraları da bu zata her zaman müşfik davranmıştır. Çünkü insana kolay
zamanlarda yardımcı olmak her kişi işi idi, amma zor zamanda muavenet er kişi
işidir der atalarımız. Kâmil Paşa bu kadirbilirliği unutmadı. Kıbrıslı Mehmed
Kâmil Paşa; günümüzün meselesi gibi sayılmakta olan Midhat Paşa ve
arkadaşlarının cinayet mahkemesi davası ve sonuçlan elan bir kesin hükme
kavuşturula-bilmiş değildir efkâr-ı umûmiye nezdinde. Bu bakımdan Said Paşa'nın
hatıratında kendisine yapılan dokundurmalara cevap verme yoluna gittiği gibi,
bunda da çok hassas davranmayı ihmal etmemiştir. Kâmil Paşa diyorki:
"..Hatıratın 31. sahifesinde başlayıp, 32, sahlfenin bir kısmını işgal
eden: <mütercim Rüşdü Paşa mazul ise de hayat da idi, Midhat Paşa Suriye,
Hamdı Paşa Aydın, Sadık Paşa Cezayir ve Bahr-i sefid, Ahmed Vefik Paşa
Hüdavendigar (Bursa) vâliliklerin-de, Edhem Paşa Viyana sefaretin de, Mahmud
Nedim Paşa dahiliye nezaretinde, Arifi Paşa Şura-yı Devlet riyasetinde ve
Safvet Paşa da dâireler müfettişliğinde bulunuyorlardı. Tu-nus'lu Hayredin Paşa
mazulsa da habire huzur-u hümayuna layihalar göndermekteydi. Bu on zât,
sadaretten infisal etmiş kimselerdi. Bunlardan bazıları, imtiyazlarını,
bazıları da, rahatlarını, kimileri de haysiyeti izafiye ve fâidei zâtiyel erini
sadarete dönmelerinde aradıkları ve benim bu memuriyetimden nahoşnud olduğumu
bilmedikleri bilakis ona haris olduğuma ve varlığımın, kendi ikballerine mâni
bulunduğunu düşündüklerinden yaptığım icraata itiraz etmeden duramazlardı.
Tervici iltimaslar ve kolaylık- lar, şahsi menfaatlere kendimi kapalı
tuttuğumdan, saray'm içinden de dışından da bir takım kimseler aleyhimde
idiler.
Mehmed Kâmil Paşa; Said Paşa'nın bu ifadesine şunları söylemekten
kendini alamamıştır; "Bu makaleden bir hüküm çıkarmaya kalkışan bazı
kimselerin (görülüyor ki Said Paşa, bu günde müntakil, sözü dinlenir,
diğerlerinin içinden istisna biridir derler. Devlet adamının yetişmesi milletin
isteğidir. Geçmişteki büyüklerimiz, belki bütün havas ve avamı kendilerine
rakip ve hilafgir addedecek kadar vehime mağlup imişler. Şu halde Said Paşa
hz.lerinin on rakibinin ehemmi olan Midhat Paşa'yı hiç değilse hayat-i
siyasiyeden bütün bütün uzaklaşdırmak için mahkeme-i mâlumeden azıcık istifade
eylemiş olmasını hâttâ Midhat Paşa'nm hasm-ı canı olup, hatıratın 7.
sahifesinin şehadetiyle Said Paşa hz.lerinin-de dostu olmaması lâzım gelen
Mahmud Nedim Paşanın dahiliye nezaretine getirilmesine rıza gösterilmesinin bu
mak-sadla alakadar sayılmasına mahal varmıdir? Midhat Paşa'nm pek dedikodulu
irtihah Said Paşa'nm sadaretine tesadüf ve hatıratında evinin ve aile içi
dedikodu lar tafsilatla anlatılırken, Midhat Paşa hakkında 154.
sahifede<301 senesi receb ayının 14. Günü(l 1/Mayıs/1884) mabeyn
başkitabetinden hususi bir tezkere alındı. Mealinde Midhat Paşanın irtihali
(ölüm) şayi olduğundan tahkikat yapılması lüzumu beyan ediliyordu. Midhat
Paşa'nm 25/nisan/1300/1883 tarihinde vefat ettiğine dâir Hicaz vilâyetinden
dahiliye nezaretine gelen telgraf dahiliye nezaretinden batezkere gönderildiğinden
arzolundu> Fıkrası ile iktifa olunması tuhaf değilmidir? Demeğe kadar ileri
vardıkları duyulmuşsa da bu gibi şâyiatı bir tarafa bırakıp, sırf tarihe hizmet
için Said Paşa hz.lerinin ortaya koyduklari muammayı lütfen kendileri hâl ile
cennetme-kân Sultan Abdülaziz hân'ın vefatı hakkında o vakit ki vukuf ve
itikadlarının açıklanması münasib olacağı düşüncesini tekrar ederim."
Mısır Meselesi
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'mn Mısır ile olan bağlantısını qöz önüne
aldığımızda, Osmanlı-Mısır münasebetlerinde paşanın davranışı Osmanlılık
açısından nasıl bir fikir hasıl eder? Bu sorunun cevabını aramak için Mısır
meselesi levhası altında belirttiği satırlara bir atfu nazar eyleyelim:
"..1298/1881 senesi Şevval başlarında çıktığı bahs olunan mezkûr mesele
benim hatıratımda beyan kılındığı gibi Tevfik Paşanin hidiviige nasbından önce
pederi İsmail Paşanın vazifesi esnasında kötü idaresi ve israfları neticesi
olarak, İngiltere ve Fransa devletlerinin Mısırın mâli işlerine müdahaleye
tasaddileri kendini göstermeye başladı. Osmanlı devletinin bağlısı olan ve
ekseriya üak'alann icâbatına göre karar alması yerine muhalif tedbirlere
gitmesi, bunda devam ve ısrar eden Hıdiv, git gide, durumun vahametini
arttırmaya bağlamıştı.
Said Paşa hz.lerinin türlü şekillere tahvil ederek kayıt ue tezkâr
ederek hikaye ettiği Mısıriye'yi müzakere için İngiltere devleti tarafından
fevkalede sefaretle İstanbul'a gönderilen, Dermond Volf'un hâmil bulunduğu nâme
ile nutkunun tercümeleri sırasında <evkaf nazırı Kamil paşa mülakat için yanıma
geldi. Mütercim Davud efendi evrakı bana verirken gör-düydü. Mütercimin
ifadesinden, neye dâir olduğu malum olduğundan mütalaasını arzu etti.
Vükelâdan gizli bir şey olmadığından kendisine verildi. Kâğıdlar akşam arza
verildi. > fıkrasını koymakla ne demek istediklerini anlamak zorsa da, memur
nezaretin işlerinden dolayı müzakereler İçin Said "aşa'nın yanına gitmiş
olmamın şüpheden uzak olmam ge-teken bir sırada, mütercim tarafından takdimin
de içindeki-bah.se mahal olmayan evrakın okunmasını arzu etmek gibi bir
teklifsizlik göstermekleğime hâl ve terbiyemin müsaid olmayacağı beni az çok
tanıyanlarca takdir ve teslim olunur itikadındayım.
Sald Paşa; Londra'da sefaret-i fevkaladesi için memuriyet-i
âcizanem arz ve istizan eylediğini hatıratının bir köşesine yazmakla beraber,
bir kaç sahife sonra Sir Der-mond Volf ile müzakere için murahhas seçimi
bahsinde o vakit hariciye, nâzın rahmetli Asım Paşa lisanından <Kâmil
paşanın diplomasi malumatında vukuf-u behri-yesi sebk etmedi. Onun tâyini
takdirinde işçe güçlük görülür> cümlesini sarfettir-mişlerdir ki, mânası
oldukça net bir teveccüh olduğu görülür, diyerek geçelim sözüyle
noktalıyor." Kâmil Paşa'nın cevaplarından sonra yeni sadrıazamın
safahatına geçelim.
Mahmut Şevket Paşanın Sadareti
Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşanın kabinesinin Enver, Cemâl ve Talat
öncülüğü ile babıâlî baskını diye anılan kanlı vak'a-da sükût ettirilmesinden
sonra, makam-ı sadarete fahametlü ve devletlü Mahmud Şevket Paşa hz.leri
getirtildi! Yeni sadrı-azam kabinesini ertesi gün kurdu. Kâmil Paşa kabinesinin
düşürülüş tarzına hiç atf-u nazar etmeyen ve Küçük Said Paşa adıyla anılan,
eski Sadnazamlardan Mehmed Said Paşanın rakibi addettiği Kâmil Paşanın
düşürülmesinin sevincinden etekleri zil çala çala, Mahmud Paşayı tebrik etmek
için babıâlî'ye koşmaktan kendini alamamıştı. Ne hazîn! Takvimler 23/Ocak/
1913 yılını gösteriyordu.
Yeni sadrazam M. Şevket Paşa belkide bu desteğin teşekkürü olarak
Said Paşaya, Şura-yı Devlet riyasetini üstlenmesini rica ettiğinde, Küçük Said
Paşa'da maalmemnuniyye kabul ederek gerçekten, küçük olduğunu ispat etmiştir!
Yeni sadrıazam ve kabinesi üyeleri, eski kabine vekilleri tarafın- Han, ittifak
etmiş devletlerin notasına, Edirne'nin müttefiklere terk edilmesi isteğine de
evet diyerek sulh yoluna gidelim itikadında oldukları halde, bakanlar
kurulunun evrakında nota-henüz cevap verilmediği ve notanın içerdiklerine
bakarak sulh yoluna girmekten başka devlet-i Osmaniye için selâmet yolu kalmadığını
anlamış olmalıydılar ki, Edirne şehrini Meriç nehrinden, ikiye bölerek
istihkâmlarr dahi bulunan bir kısmını Bulgarlara terk ettiler. Diğer bölümü
de, Osmanlı devletin de kalması tâvizleriyle, içinde kapitülasyonların
lağvıyla beraber ecnebi postahanelerini kaldırmak gibi bazı şartlar ile sulh
yapmaya eğilim göstereceklerini devletlere yolladıkları cevaplara koydular.
Bunların vermiş olduğu cevaba, Bulgar hükümeti, ihtilâlci bir heyet olarak
gördüğü kişilerle sulh müzakeresine oturmaya tenezzül etmeyeceğini
kararlaştırdığı gibi yeniden savaşa başlanması hususunda bulgar ordusu
başkumandanı general Savofe emir vererek muharebeye başlamıştır. Bulgarlarca
başlatılan bu ikinci muharebeye or-du-yu hümayun mukabele etmeye mecbur
kalmıştır.
Balkan Savaşının İkincisi
Takvimler 29/Haziran/1913'de, M.Şevket Paşa suikastının, 18.
gününde olduğumuzu gösterirken 2.Balkan harbinin çıktığı görüldü. Ne çâreki
savaş başlamış, ancak bundan bir fayda görülmemiştir. Binlerce Osmanlı askeri
şehid olmuştur. Enver Paşa'nın mecnûnâne hareketleriyle, Bolayır ve Şarköy
bölgesinde bir çok vatan evlâdı denize döktürülmüş-tür. Eski kabine tarafından,
Edirne, İşkodra ve Yanya kalelerinde ki, toplar ve silahlar ile vesairenin,
devlete teslimi talebi, kaldıktan başka adı geçen kalelerde muhasara altında
ki Askerlerimizin binlercesi şehid ve telef olup gitmiştir.
Kalelerimiz, topuyla, tüfeğiyle, askerimizle düşman eline
düşürülmüştür. Salgın hastalıkların savaş yüzünden yaygınlaşmasının getirdiği
telefat da başkadır. Bu arada da, Asar-ı Tevfik zırhlısı ile bir kaç gemimizin
battığı görüldü. Bu savaşın bir kaç milyon Osmanlı lirası masrafı açdığına
ilaveten Edirne, İşkodra, Yanya kalelerinde bulunup, düşman eline kalan
milyonlarca liraya varan silah ve de cephane masrafını da ilâve etmemiz lâzım
gelir. Kâmil Paşa kabinesince ve o kabine vükelasınca hazırlanmış ve Osmanlı
devletinin şân ve şerefine uygun olduğuna hiç şüphe bırakmayan şekilde bir
sulhun imzalanması çalışmalarındaki kabineyi devirerek hükümeti ele alan bu cani
ihtilâlciler sonunda tabiatıyla başarı elde edemeyerek evvelce verdikleri nota
ile terk etmeye hazırlandıkları Edirne'nin yarısı yerine, tamamını vermek suretiyle,
Enez ve Midye hatt-ı hududunu kabul eylemişlerdir.
Kâmil Paşa kabinesini ihanet ve hiyanet ile suçlayan bu yeni
dipiomatlar(!) kendi yapmış oldukları sulh antlaşmasıyla ihanet ve hiyaneti
kendileri işlemiş oldular. Bunu sadece osmanlı milleti değil beşeriyet âlemi de
bu alçaklığı seyretmiş bulunmaktadır. Bu adamların yapmış oldukları davranış
ve çıkardıkları mühim meseleler büyük masraflara yol açmakta, bundan dolayıda
memlekette fakirlik, yokluk alıp yürümüş idi. Çalışan memurlar ve istihdam
edilenlerin çok büyük bir kısmının, eytam ve eramil denilen yetim ve dulların
maaşları ödenemiyordu. Bunun getireceği sıkıntıyı kaldırmak için, borç
aranmasına girişilirken, devlet mallarını değerinden pek düşük fiyatlarla
satmaktan korkmadılar. Yine borç temini için, hiç bir kanuna uymayan, kaideye
bağlı olmayan imtiyazlarda verdiler. İç ve dış dünyada emniyet olunur
imajımızı ortadan kaldırdıklarından borç da bulamamaktaydı. Beri yandanda
memleketimizde yaşayan çeşitli millet ve dinlere mensup insan topluluklarına,
başlarının çâresine bakmaları için arayışa girmelerine sebeb oldular. Çeşitli kavimlere
mensup bu insanlar çeşitli çeşitli düşüncelere daldılar. Yeni sadrıazam
dolayısıyla kabinesi, ordu kumandanlarından en değerli ve namuslulardan
olanları, Kâmil Paşa döneminde tâyin edilmiş bulunan memurları kâh
değiştiriyor, kâh azlederek hâttâ bazılarını da İstanbul'dan sürgüne gönderme
icrai faaliyetindeydiler. Bu sıralarda da bir takım yolsuzluklar yapılmaya
başlandı.
Bulgar-Sırp Karşıkarşıya
Bütün bunlar biz de olup, biterken balkan ittifakı devletlerinden
Sırp ve Bulgarlar arasında Makedonya ve Alban-ya(Arnavutluk)'nın taksimi
meselesinden zuhur eden anlaşmazlık, bu iki devletçik'in birbiriyle
kapışmasına vardı. Bu kapışmadan balkan devletleri ittifakının, diğer bir rüknü
olan Yunanlılar fırsatı ganimet bilerek Kavala ve Drama ile bazı şehirlerle,
kasabaları zapt etti, Romanya'da bunların gerisinde kalmıyarak Dobruca'yı zapt
eyledi. Bu biribirine düşen balkan devletlerinin ortaya koyduğu zaaf, devlet-i
âli'yenin bu durumdan istifade ederek kaptırmış olduğu şehir ve toprakların
geri alabilmesi mümkün yerleri geri alma mesaisine başlaması tabii olduğundan
ordu-yu hümayun derhal -Edirne üzerine yürüyüşe geçerek düşmandan temizledi.
Yeniden Osmanlı vilâyeti olarak hayata c^önmüş oldu. Yaşanan bu hâl hangi hükümet
başda olursa olsun tabii takdire değersede o kadar abartılacak bir husus
olmadığı da görülmektedir. Ne varki İttihatçılar, bu normal harekâtı öyle bir
şarlatanca kullanmaya başladılar ki, bunun la ahalinin gözünü boyamağci
kalktılar. Peşinden de bundan nice postlar ürettiler. Halbuki; balkan harbinin
çıkmasından kısa bir müddet evvel Trablusgarb Bingazi ve oniki adaları
İtalyanlara kaptıran bu cemiyet, balkan savaşında da İşkodra, Selanik, Kosova,
Manastır, Yanya vilayetleriyle "Girid bizim canımız feda olsun
kanımız" nağmeli nakaratlarla yüzbinlerce ahaliyi kandırıp, sokak sokak
dolaştırdığını unutmuş olmalı ki, Girid vilayetini de müttefik devletlerin
istilâsına terk eyledi.
Ancak Edirne'yi aldık demeleri zulümlerinin ve hükümetlerinin
devamına yaradı. Tuhaftır ki bu ittihatçılar inkılab meydanına atıldıkları
günden beri bu aziz vatan'ın mühim bir bölümünü düşmana terk edip vermiş olduğu
halde, genei zihniyeti kendine râm etme maharet-i harikuladesine aldan-mayan
hiç bir millet evlâdı yok gibidir. İttihatçıların bu şarlatanlık ve propoganda
başarısı, hok kabazın gürültücü ve şarlatanlığına benzemesi, hususunu kimse
aklına getiremedi. Bununla beraber gerek ittihat ve terakkinin gerekse yayımlayanın
fikirlerini yaymaya çalı- şan Tanin (merhum yazar: Tanin, kelimesinin manasını
vermiş, sinek vızıltısı veya kaz avazesi olduğunu belirtmiş.M.H) paçavrasından
çıkan gürültü ve yaygaralara kapılacak ve Tanin'in milli şâiri, ismi kimseye
benzemez Gökalp beyin, bu gazetenin 26/temmuz/ I330-8/ağustos/1914 tarihli 2021
nomerolu nüshasında: ..
"Düşmanın ülkesi viran olacak !
Türkiye büyüyüp Turan olacak !"
Tarzında başdanbaşa hezeyan benzeri "kızıl destan"nına
aldanacak artık memleketimizde safdil bir ferd düşünülemez. İşte bu yaygaracı
şarlatanlar on seneyi aşkın zamandan beri ülkemiz turan olacak ve devlet
büyüyecek ve evc-i âlâya çıkacak gibi safsata dolu hezeyanlarla ahaliyi iğfal
ederek, devlet-: âliyye-i Osmaniye'yi bu günkü hâl-i felâket ve izmihlale
düşürmüşlerdir. Memleketin yarısını vermek ve Edirneyi almak fütûhatına(î)
mazhar olan Mahmud Şevket Paşa kabinesinin fethetme neş'esiyle vatanımızda
etmediği mezâ-lirn kalmamış olduğundan bunalmış olan hamiyyetperver ve
vatanperveran, M.Şevket Paşa ile kabinesi üyelerinden bazılarının, ittihat
cemiyetinin kaatiller komitesi azalarının varlıklarından devlet ve memleketi
kurtarmak ve merhum Nâzım paşa'nın intikamını almak için gizli bir cemiyet
meydana getirdikleri işitilmişdi. İşitilenlere göre bu cemiyete hamiyyet
erbabı ve vicdan sahibinden çok kişi katılmıştı. Özel tertible karar aldıkları
vücudlan ortadan kaldırılması gerekenleri becermeye teşebbüs etmişlerse de,
her işde olduğu gibi bunda da acele veya yanlışlık yüzünden bir takım hatalara
düşülmüş ve kendilerini erbab-ı hamiyyet ve vicdan göstererek cemiyete dâhil
olan ittihad ve terakkinin gizli fedailerinin çevirdikleri tezvir ve yalan
dolabı, bu maksadın tamamen yapılmasına engel olmuştur. İttihatçıların
bazılarını ortadan kaldırmak için kurulmuş bu cemiyete giren ittihatçılar bir
taraf-dan gizli cemiyetin sırlarını, İttihat ve Terakki reisleriyle, o sırada
İstanbul Muhafızı olan Suriye Kasabı Cemâl Paşaya ihbar eylemek, öte taraftan
da bahse konu cemiyetle beraber hareket etmek gibi ihanet ve alçaklığı
sergilemekten kaçınmamışlardır.
Bir kısım genç vatanseverin, idamına vede binlerce ahalinin
İstanbul'dan sürgün edilmelerine sebebiyet vermişlerdir. Gizli cemiyetin
verdiği karar icâbı, bir gün içinde Mahmud Şevket Paşa ve diğerlerinir\
öldürülmesi tasarlanmışken yalnız M.Şevket Paşanın öldürülmesine tahsisi
yapılan fedailer vazifelerini ifa etmişlerdir. Diğerlerinin bir tarafa savuşup
gitmesi, bazılarının da hükümet tarafından ya kalanmış olması işin tamamının
gerçekleşmesi önlenmiştir diye hayli konuşuldu.
Mahmud Şevket Paşanın öldürülmesine vazifelendirilen kişi,
M.Şevket Paşanın otomobilinde ve yanında sadaret yaveri bahriye yüzbaşılarından
İbrahim ve Harbiye Nezareti yaverlerinden süvari yüzbaşısı Eşref beyler
bulunduğu halde Beya-zıd taraflarında karşı laştıklarından, Topal Tevfik ile
arkadaşları tarafından, ateşlenen tabancanın kurşunları sadrıazam Mahmud
Şevket Paşa hz.Ieri ve yaveri İbrahim bey maktul düşmüşler ve failleri de
firara muvaffak olmuşlardır. Mahmud Şevket Paşanın hayatının böyle bir sonuçla
tamamlanması tabii ki müteessif bir hadise olmakla beraber, M.Şevket Paşa
inkılab hareketlerinin başındanberi İttihat ve Terakki cemiyeti çetesinin kan
dökücü, insafsız icraatlarında onların arzu ve emellerine uygun davranışların
sahibi olduğundan, bir bakıma bu akıbeti kendisi hazırlamıştır dense pek
yanlış olmaz.
(Rahimellahu aleyh rahmeten vasiaten) Kurşunlardan birine hedef
olan yaver İbrahim bey, vazifesi esnasında ve uğrunda şehid olmuş vatansever
bir genç idi. Yaradılış itibarıyla nâzik, halim selim bir kimseydi. Kader, nâzik
vazifesi sırasında şehadeti, istikbâlde memleket için bir çok hizmeti
yapabilecek değerde bulunmasından dolayı mühim bii kayıp sayılıp cidden
teessüre mucibtir.
(Mevlâ ğarik-i rahmet eylesin)
Maktullerin naaşları emsali az görülmüş bir alay ile kaldın larak
Şişli'de Hür"riyet-i Ebediye Tepesinde İttihatçılar tarafından
yaptırılmış kabirlerine defnolundular. Mahmud Şevket Paşanın 1
l/Haziran/1913'de ölümüyle sonuçlanan bu'vakada ittihatçıların memnuniyetini
mucib olmuş, Paşanm ebediyen kaybından sonra kendilerince büyük tanıdıkları ve
çekinecekleri kimse kalmadığından hükümet sahnesinde memleketi kan dökücü ve
delicesine bir anlayışla makbul olmayacak şekilde idareye başlamışlardır. Bir
suikast neticesinde öldürülmüş bulunan Mahmud Şevket Paşa'dan boşalan makamı
sadarete ittihat ve Terakki cemiyetine para ve bedence hizmet etmiş olan ve
bunların bir ara umumi kâtipliğini yapmış Mısırlı ileri gelen zevattan Arnavut
asıllı Hâlim Paşa merhumun oğullarından olan Prens Said Halim Paşa hz.lerini
tâyin ettirdiler.
Prens Said Halim Paşanın Sadareti
Makam-ı sadarete getirilmiş bulunan fahametlü devletlü Prens Said
Halim Paşa, cemiyet tarafından nazırlıkları tensib olunanlardan teşekkül eden; kabinesiyle
vazifeye başlamıştı. Yaptıkları ilk iş M.Şevket Paşayı öldürten gizli cemiyetin
mensubini yakalatıp hapse atmak olmuştur. Yalnız bununla kalmayan sadnazam
Paşa, bu gizli cemiyetden hiç bir suretle haberdar olmayan hâttâ bahse konu
cemiyetin varlığından ve nâmından haberi olmayan, yalnızca İttihatçılara
muhalif olan; bir takım hamiyetli vatanperver kim selen yakalatıp hapse
attırmışti. Yakalananlar çeşitli eziyetlere işkencelere mâruz kalıp daha sonra
Sinob Kalesiyle Anadolu'nun bazı şehirlerine sürgün edilmişlerdir. Bunlar
arasında Amasya mebusu Mirliva İsmail Hakkı Paşa hz.Ieri gibi milletin medarı
iftiharı olan kişiler bile vardı. Sürgüne giden ve hapsolunan kişilerin sayısı
beşbin kişiye yaklaşmaktaydı. Bu açılmış olan dehşet devrini muhalefete müthiş
bir darbe vurma olarak kabullenmişlerdi. Bu cemiyetin azalarından diye bir çok
kişiyi, olayın failleri ile birlikte örfi idare mahkemesine vermişlerdi. Bu
mahkemeye verilen kişiler arasında vatanperverlerden sayılan hz. şehriyâri
atufetlü Damad Salih Paşa, erkân-ı harbîye miralaylarından Fuad ve Kemâl
beyefendiler ile birlikte bir çok vatansever memur ve subay bulunuyordu. İttihatçıların
müthiş tesirinde kaldığı görülen bu, Divân-ı Harbi Örfi benzerleri gibi
sorgusuz sualsiz veya baştan savma bîr tahkikatla bir çoğunu idama ve müebbed
hapse mahkum etti. İdam cezası alanların infazı Bayezid Meydanında asılmak
suretiyle gerçekleştirildi. Diğer cezalılar Âkkâ ve Sinob kalesine
gönderilirken bazıları da vilâyetle rin hapishanelerine gönderildi.
Bayezid Meydanında asılmak suretiyle hayatına son verilenlerden
Damad Salih Paşa ve Miralay Fuad bey, Polis müdürlüğü siyasi kısım müdürü
Muhib bey, Yüzbaşı Çerkeş Kâzım bey, bahriye yüzbaşılarından Şevki bey,
Kastamonu fırka kumandanı Ferik Rıza Paşanın oğlu mülazım Mehmed Ali bey,
Çerkeş Hakkı bey ve kardeşi Çerkeş Ziya bey, Topal Tevfik ile isimlerini
hatırlayamadığım daha sekiz-on kadar ülkemizin gelecekte varlıklarından
istifade edebileceği kıy-rroetli gençlerimiz vardı. İdama mahkum olupda kaçmağa
muvaffak olmuşların bazılarının adlan şunlardır. Piyade kaymakamı Çerkeş Zeki
bey, Nazmi Paşazade Abdurrahman bey, Hikmet ve Nazmi beylerdir. Asılarak şehid
edilen ve örfi idare mahkemesi tarafından idama mahkum olunan hanedanın
damadlarından Salih Paşa'nın, esasında ne bu cezayı alacak bir taksiratı ne de
asılmasını gerektiren bir faaliyeti bulunmaktaydı. Mahkemeden çıkan bu karara
mümanaat etme yoluna giden iz. padişahın tasdik etmesini beklemeden infazı
gerçekleştiren bu hs/dutlar çetesi, padişahı tehdid ederek hükmü tasdike muv.
ffak olmuşlardı. Bu rivayet pek kuvvetli olarak ağızdan ağız anılmaktadır. Eski
sadrıazam-lan- mızdan Tunuslu Hayrecdin Paşa'nın oğlu olan Damad Salih Paşanın
varlığı, milletimiz açısından, İttihatçıların tamamından daha mühim bir kıymet
idi. Ahali bu infazdan dolayı rok üzgün olup, adeta yüreğinde tamir edilmez bir
yara açıl-
Şehid edilen Damad Salih Paşa'nın bu akibetinde eli olan İttihat
ve Terakki cemiyet ve hükümeti tarafından yapılan bu hâince hareket ve
cinayetten dolayı fevkalade müteessir bulunan, merhum Paşanın hanımı Münire
Sultan hz.lerine haddimiz olmasada taziyet arzederim ki, Sultan hanım
hz.lerinin bu hususda dahli olan herkese yaptığı beduayı buraya aakle-delim.
"bu canileri, bunların reislerini, cemiyet ve hükümetini en yakın zamanda
adalet-i üâhiyye ile mahkûm ve cezaya uğradıklarını kadir-i mutlak hz. lerinden
tazarru ve niyaz eylerim" rneâlindeydi. Prens Said Halim Paşa kabinesi bu
ve bu gibi bir ;ok cinayet irtikâb ve icraasından sonra, devlet ve vatanımız
için ahirette dâhi "nutuiamayacak ve dünya târihinde lanetlere uğrayacağı
büyük bir cinayeti daha işlemişdir ki hem kendilerini hem de devlet ve
memleketi mahv-u perişan etmiştir.
Bir cinayet de; 1914 senesinin temmuz ayının 27. günü başlayan
avrupa harbine Almanya, Avusturya ve Bulgarya devletleri ile ortaklaşıp,
İştirak etmesidir. Yukarıda adı geçen devletlerin karşısında olan devletlerin
adları da şöyleydi: İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya yâni Avrupanın dört
büyük devleti ile beraber, Amerika Cemahiresi müttefikası yâni ABD.leri,
Japonya devleti i\e Belçika, Romanya, Sırp, Karadağ, Yunan, Portekiz
devletleri, Çin, Siyam devletleri, Küba, Panama, Bolivya, Guetamala San Maren,
Honduras, Nikaragua, Brezilya, San Salvador devletleridir.
Bir tarafda dört, diğer tarafda yirmidört eğer toplarsak
yir-mısekiz devlet eder. Bunların biribirlerine karşı münasebetleriir
Kesip ilânı harpde bulunmalarının meydana getirdiği bu avrupa
savaşı insanlık târihinin daha emsalini görmediği bir sa-vaşdir. Böylece, görülmemiş bir harbin çıkmasının
yegâne sebebi Almanya ve Avusturya'dır. Bu savaşın çıkışı hakkında bir miktar
malumat verelim ki okurlarımız aydınlansın: "1870-1871 senelerinde Almanya
ve Fransa arasında meydana gelen savaş Almanların lehine neticelenmiş ve
Almanya imparatorluğunun hayat bulmasına sebeb olmuşdu. Bu sa-vaşın Almanya
devletine verdiği galibiyet neş'esi milyarlarca liraya varan harp tazminatı
almaları, bunların hayli şımarmasına yol açmıştı. Bu-hal kabına sığmaz hâle
geldiklerini göstermektedir. Böylece te'siri ve gösterişi genişlemiş olan
Almanya imparatorluğu o târihden beri Avrupa harbî umûmîsinin çıktığı 1914
yılına kadar ara l'ksız kırkdört yıl ordu ve -donanmasının tanzimine ve
ıslahına büyük gayret sarfetmiştir Almanya imparatorluğu bu himmet ve gayreti
ordu ve donanmasına gösterdi ğinden dolayı dünyanın her tarafında uyandırdığı
te'siıie, siyasi ve politik kuvvetini güçlendirmiştir Ordu ve donanmasının
mükemmel bir halde olması, nüfusunun aitmış-yetmiş milyondan bulması, her sene
bir milyon nüfus artışı kaydetmesi, Almanları büyüyen ve güçlenen bir büyük
devlet hâline getirdi.
Almanya'nın Gücüne Bir Bakış
Son sistem silahlar ile donanmışsınız. On rrilyon kişilik bir ordu
ve yüzlerce harp geminiz var. Bunlara sahip olan Almanya devleti için, büyümek
ve genişlemek ve de şöhretini arttırmak gereken hâlin icabatındandu: Ülkesini
diğer devletlerin rekabet ve taarruzlarından koruyabilmek için kendisine
yakın olan devletlerden ortak aramak siyasi bakımdan şarttı. Bunu da komşusu
olan, Avusturya-Macaristan ve İtalya ile yapmak istedi ve yaptı da. Böylece
Avrupa üzerin bir ittifakı müselles yâni üçlü ittifak gerçekleşmiş oldu. Avrupa
devletleri karşılarında yapılmış olduğunu gördükleri "rlü ittifaka bigâne
kalacak değillerdi ya! Bunun üzerine herkes kendine yakın bir ortak arama
yoluna gittiler. İngiltere ve Fransa bu arada biribirleriyle antlaşma
imzalamayı becerdiler Avrupa devletleri bir tarafda üçlü ittifak yâni itifak-ı
müselles, diğer tarafda da itilaf-ı müsenna yâni ikili itilafla kendilerini
muhafazaya kâfi gelmediğinden dışarıda kalan Rusya ile de antlaşma yolu
aranmaya başlandı. Bu yolu bulup, itilafını üçe yükselten İngiltere Fransa
vede Rusya üçgeni itilaf gücü oluştururken karşısında da üçlü ittifak yer
almıştı. Almanya'nın, az zamanda attığı adımlar sayesinde böyle inkişaf
etmesi ve büyümesi, servet ve tesiri büyük bazı cemi yet-lerin, Almanya
içlerindeki şubelerini çoğa vardırmış, âdeta merkez hâline getirmişlerdi. Bu
cemiyetler tâleblerinin yerine gelmesi için Almanları âlet olarak
seçtiklerinden bu ülkeyi hile ve fesadın merkezi hâline getirdiler. Bir
tarafdan Almanların hırs ve şöhret peşinde olmaları diğer tarafdan bu cemiyetlerin
ifsadatı ve kışkırtma sı savaşa girişilmesi neticesini verdi." Almanların
büyük ortağı olan Avusturya-Macaristan hükümetinde dahi rollerini beceren bu
cemiyetler yavaş yavaş İtalya'ya da te'sir etmişler ve orada da fesada
başlamışlardır. Zâten yirmi-otuz sene evvel hâkan-ı mahlû Abdülha-mid
hz.lerinin İngilitere, Fransa ve Rusya'ya karşı tereddüdlü davranması
neticesinde yalnız kalan devleti âliyye, kendisini müstemleke hâline koyma
niyeti taşıyan Almanya'nın devlet siyaset politikasının tâkibçisi oldu.
Almanlar elde ettikleri mıtıyazlar sayesinde demiryolu inşaatını ve bazı imâr işlerini
yapmaya başladılar.
taraftanda demiryolları inşaatı yürümekteyken, ci-e« askeriyede
yeni düzenlemeler ve tensikatlar yaptırırken,kendi ülkesinden mareşaller ve
askerî erkânıharpler, müşavir komutanlar göndererek tesiri altına çekmeye
gayret gösteriyordu. Ancak Abdülhamid Hân döneminde Osmanlı siyasetini
etkileyecek bir tesir sahası kuramamıştı. Amma İttihatçılar sormayın! Böylece;
kendine pek yaklaştırdığı Osmanlı devletini tamamen müttefiki yapabilmek için
Almanlar, bu ittifaka devleti âlîyye'yi sokmanın çâresini bir inkılab yaptırıp,
bundan istifadeyi sağlamak için icâb eden her şeyi yaptılar. Böylece de
inkılab oldu.
Meşrutiyetin ihyasından sonra 2. Abdülhamid'in en büyük korkusu
Almanlar ile ittifak etmekdi. Ne varki; Abdülhamid'i devirip, ülke idaresini
ele alan zevat ki Avrupalılar bunlara " Jöntürk" demekteydi işte
bunlar, İttihatçı cemiyeti teşkil ediyorlardı. Almanlar; Osmanlı devletini
ittifakına dahil ettikten sonra genişleme anlayışının husul bulması için Bağdad
demiryolu inşaatını hayli hızlandırmıştır. Bağdad yolunun tamamlanmasının,
Hindistan yolunun tehdid edilmesi mânasına geleceğini takdir eden Almanya
Osmanlı ordusunu Anadolu tarafında toplu ve güçlü olarak bulunmasını temine çalışmış,
böylece de ordumuzu kendi menfaati istikametinde kullanmağa çalışmıştır. O
sıralarda vefat eden ittihatçı cemiyetin ileri gelenlerinden Maarif eski nâzın
Emrullah Efendinin İrtihalini yazarken, Emrullah efendinin gayet vatanperver olduğunu
duyurabilmek kasdıyla güya kıymetli maarifçi, son nefesine kadar İngiltere'nin
ge-milerimizi vermemesinden dolayı pek müteesir olmuş bulunduğundan
"zırhlılarımız, gemilerimiz, donanmamız ve millet" diye diye ah-û
vâh içinde terk-i hayat ettiğini kaleme almışlardır." Cemiyetin bu tavrı
ve davranışını bilmeyenler, Emrullah efendiyi tanımayanlar bu yalanlara,
inanırlar ve aldanırlar. Zira Emrullah Efendi merhum, yaşının ilerlemesinden
mi? Yoksa filozofâne düşüninden mi? Bazen evinin kapısını bulamayıp, komşusunun
kapısını çalarak içeriye girdiği ve bazen de vapur yolculu-" jnda yanında
oturan zâtın ceplerini kendicebi zannı ile elini okup, mendillerini kullandığı
ve yenecek bir şey bulursa onu da yediğini İstanbul gazetelerinin yazdığı
hatınmizdadır. Böyle evinin kapısını bulamayan, yanındaki şahsın ceplerini
kendi cebi zanneyleyen bir kirnse de kuvve-i müfekkireden eser kalmadığı
meydanda iken, bunun devlet ve memleketi ve de donanmayı düşünmeğe muktedir
olup olamayacağının tahmin ve takdirini ilim erbabına ve okurların takdirine
bırakırım.
Devletimiz harbe iştirakden önce İngiltere ve Fransa ile
müttefikleri sefirleri vasıtasıyla babıâlî nezdinde devletlerinden aldıkları
emir gereğince harbe iştirak etmememiz için bazı teşebüsat da ve taahhütlerde
bulundularsa da bu gayretleri boşa gitti. İttihat ve Terakki cemiyeti ve Prens
Said Halim Paşa kabinesi tabiatıyla bu teklifleri kabul edemezdi. Çünkü;
yukarıda izah ettiğimiz cemiyet ile Almanya arasındaki hafi yâni gizli maddeli
antlaşmalar te'sirini sürdürdüğünden diğer sefirlerin gayretlerini tabiiki,
pek kaale alamazdı. Şahsî menfaatlerini, devlet ve milletin menfaatine tercih
eden ittihat cemiyetinin ileri gelenlerinin indinde devletin perişanlığının,
çöküşünün hiç bir değer ve ehemmiyeti yoktur. Bunun böyle olduğunu tekrara
lüzum yoktur. Yalnız devlet, devletin menfaati, memleketin selâmetine yaraması
kesin İngiltere hükümeti tarafından yapılan tekliflere dâir bu devletin 1914
senesinde yayımlamış olduğu "Beyaz Kitab" dan ahn-m'Ş iki mühim
vesika-î târihiyeyi dercederek sayfamızı süs-leyelim:
Beyaz Kitabdan Vesika-1
İngiltere hariciye nazın Kont Edvard Göre hz.leri tarafından
dersaadette İngiltere sefiri Sir Levis Malet cenaplarına gönderilen
18/ağustos/1914 tarihli telgrafnamenin suretidir.
Osmanlı sefiri Tevfik Paşa, Türkiye hakkındaki niyetimiz-, den
mütelâşi (telaşa düşmek) olduğunu söyledi. Bu bab da bizden havf (korkma)
eylememesini ona anlattım. Esnay-ı harb de hakikaten Türkiye bitaraflığını
muhafaza eder (Go-ben) ve (Breslav) Alman gemilerini azl ve def eylemek suretiyle
veya temamiyle birer Osmanlı gemisi hâline ifrağ ve ingiliz sefain-i
ticariyesine seyri seferlerinde icraası mutad olan suhuleti ibraz eylerse
şark-ı karibe (yakın şarka) taalluk edecek şerait-i sulhiye meyanında onunda
temamiyet-i mülkiyesi te'min olunacaktır.
Vesîka-2
Kont Eduuardo -Göre hz.leri tarafından Dersaadet İngiltere sefiri
cenaplarına gelen 23/ağustos/1914 tarihli telgrafnamenin suretidir.
Eğer hükümet-i Osmaniye( Goben) ve (Breslav) zırhlılarında
bulunan Alman zabıtan ve gemicilerini derhal vatanlarına iade eder ve sefain-i
ticariyenin bilâ müzayaka Kala-i Sultaniyeden geçmelerine müsaade eyleyeceğine
dâir tahriren söz verir ve harb esnasında bitaraflığın şeraitini tama-miyle
muhafaza eylerse ahvali hazıraya mülayim bir idarei adliyenin hitâmı vaazında
"İtilâf-ı müselles" devletleri irritiya-zat-ı ecnebiyenin lağvına
muvafakat ederler.
Buna zamime olmak üzere dahi mezkûr devletler Türkiye'nin
istiklâline ve tamamiyet-i mülkiyesine ihtiram eyleye-i tahriren taahhüd ve
harbin hitamında vaz edilecek it-i sulhiyeden hiç birisinin mezkur istiklâl ve
te-taltk enlemeyeceğini derude eylerler.
İnailiz devletinin; şu iki resmi vesikasından başka yazılı veya
sözlü olarak, İstanbul sefiri aracılığıyla vermiş olduğu teminatla, Osmanlı
devletinin içine girmekle hiç bir fayda nörmeyeceği umumî harbe iştirak
etmemesi ve bitaraf kaldı-qı takdirde, ingilizler ve müttefikleri tarafından
korunup, hukuk ve siyasetlerinde hürriyetlerine saygı gösterileceği hem beyaz
kitabda hem de Fransa ve İngiltere'de yayımlanan gazete ile resmi vesikalardan
anlaşılabilir. Prens Said Halim Paşa kabinesi, İngiliz devletinin yukarıda
söylediğimiz teklifin! kabulle, bitaraflığını ilân ederek, harbe katılmak
cinayet-i fe-ciini işlemeseydi, hiç şüphe edilemezki Osmanlı devleti bu harb
esnasında Avrupanın muhtaç olduğu hububat ve diğer ihtiyaçlarını temin etseydi,
milyonlarca liranm Osmanlı ülkesine girmesine ve devletin ecnebilere verdiği
imtiyazlardan kurtulmasına, hududun muhafaza olunması gibi imkânlar kazanarak
güçlü, zengin bir devlet olarak yaşaması mümkün olurdu. İngiliz ve Fransız
devletleri ile dost geçirmemiz gele-cekde devletimizi ihya ederdi. Lâkin
yukarıda da hatırlattığımız gibi bu hareketi ne bu kabine, ne İttihadı Terakki
cemiyeti yapardı. Zâten beş-altı senedenberi bu harb-i umûmi ye hazırlanan
İttihatçı hükümetler, yegâne koruyucuları olan Alman imparatoru Wilhelm'in
Bağdad demiryollarının tamam-'anmasını beklediğini ve hattın ikmâlinden sonra,
harp edeceğini ve bizim de,o harbe iştirak eyleyeceğimizi o zamandan beri
söylüyorlardı. Devletimizin bu harbe iştirak ve-Va iştirak etmemek konusuna
gelince; buna dâir, bir iki söz söylemek isterim: Bazı kimseler Osmanlı devleti
bu harbe iştirak etmeseydi, Rusların eskiden beri tasarladıkları istilaya
uğramaktan kurtulamazlardı. Demekteler. Bir bölüm ahalide, savaşa girmekte
zaruret vardır diyerek bir hayli sebeb ileri sürerler. Amma bunların her biri
boş lafdir. Zira Alman tarafında harbe iştirak İttihatçıların varlığının
devamı için esas şeraittendi. Çünkü bu kararlar pek evvelden alınmıştı. İttihat
ve Terakki cemiyetinin temsilcisi durumuna getirilmiş olan hükümet savaşa
girmenin meydana koyacağı zarar ve fâide-yi düşünecek tercih durumunda
olmadığından, Alman aleyhtarı bir tutuma girmekten çoktan uzaklaşmıştı.
Müslümanların koruyucusu olduğunu beyanetmek ten kaçınmayan Alman imparatoru
Wilhelm, İttihatçıların veliîniğmeti olduğundan ittihatçılarında bu
efendilerine kulluğa devamdaki sadakatleri, Almanya'yı bırakamayacaklarının
göstergesiydi. Bunun içinde ne tarafsız kalabilirler ne de İngiltere ve
müttefiklerine katılabilirler İdi. Bunlardan birini yapabileceklerini iddia
etmek, meydan da olan güneşin yokluğunu inkâr gibiydi. İttihad ü terakkinin bu
meİ'ûn ileri gelenleri, ülke idaresini ele aldıkları ilk gündenberi devletin
mahvolması başlamış İdi. Devleti İslah edebilirsek biz edebiliriz. İslah
edemezsek bizim elimizde mahvolsun diyerek işe elattıklan, bunların her
ahvalini bilenlerce malumdur. Bunların ülke ve insaniyet diye düşüncelerinde
hassalar bulunmayıb, kendi menfaat ve hırslarını tatmin etme ile her çeşit
zulümu yaparak hükümet etmek fikriyatında olduklarından kaygusuzca emellerini
sürdürdüler. Eğer zerre kadar devlet ve memlekete hürmet ve muhabbetleri olmuş
olsaydı, on seneden beri kasten arttırıp şiddeti mezalim mertebesine
çıkartmağa, rüşvetle karışık alakalar kurmaktan çekinirlerdi. Bu sebebler göz
önüne alındığında milletimizin iyi bir şeyler ummasıda abestir. İşte Prens
Said Halim Paşa kabinesinin millete açdığı yara! İyi qibi değildir. Çünkü
devletimiz için yapılacak en ha-.
savaşa sokmamak ve de tan bir tarafsızlığı devam et bilmekti. Halbuki böyle büyük bir savaşa
hangi tarafdan I rsa olsun katılmak
mühim bir suç olup, adetâ cinayettir.
Osmanlı devletinin 212. sadrazamı olan Prens Mehrned Said Halim
Paşa, İl/ramazan/ 1280-20/şubat/1863 yılında Kavalalı Mehmed Ali Paşazadelerden
Prens Halim Paşa'nın oq!u olarak Kahire'de dünya'ya gelmiştir. Baba tarafından
arab olmadığı Kavalalızâ delerden olması münasebetiyle pek açıktır. Kendi
durumu itibarıyla özel muallimlerden özel dersler alarak pek güzel
yetiştirildi. Arabçanın yanında Farsça, İngilizce ve Fransızca öğrendi.
Akabinde İsviçre'ye gönderilmiş ve orda beş sene süren üniversite tahsilini
ikmal etmiştir. Dönüşü ise doğruca payitaht-i âlî Osman olan İstanbul'a gelmekle
neticelendi. 1305/1888'de 25 yaşındayken, Sultan 2. Abdülhamid han tarafından
mirmirân rüt besiyle taltif olunurken, ikinci rütbeden mecidî nişanı ile
taltif olundu. Aradan sekiz gün geçtikten sonra şurâ~yı devlet âzalığına tâyin
olundu. 1306/1889 da 2. ve 1309/1892de
de 1. rütbe Osmanî, 1317/1899'da murassa
Mecidî nişanı ve hemen 1318/1900'da Rumeli beylerbeyliği payesi tevcih olundu.
Çok münevver ve ecnebi lisanlara hayli vukufiyeti olduğu gibi
avrupada tahsil yapmanın sağladığı dost çevresi dünya neşriyatına alaka
göstermesi ve de sosyal mevkii müna se-etiyle faal olmasından dolayı tezvirat
ve iftiralar hafiyelerce uzenlenmiş, bunların sonunda Prens kendisine uygulanan
takıp ve izahlardan sıkılmış idi. Önce Mısır'a giden Prens Sa-nalim oradan da
avrupaya geçti. Meşrutiyetin elde edil-esıne Çalışanlara gerek para bakımından
gerekse fikriyat yardımcı oldu. Demek ki; hafiyelerin zararlı evraklar ve
neşriyatlar ile bir talkım silahların bulunduğuna dâir bulguları sıfıra sıfır
hallerden değilmiş. Çünkü; bu işlere iddia edilen mertebede değilse de, hiç
bulaşmayan kimse izaç olundum diye kalkıp, avrupaya gidip mevkii ve rütbesi münasebetiyle
jön Türklerle birlikte bulunması makul değil. Beylerbeyi unvanını hâiz bir
prensin ve de yaşı henüz otuzye-. di civarındayken Önünde açılmış hizmet
mevkilerini çiğneyip geçmez. Demek ki o taraklarda bezi varmış ki
Abdülha-mid'in hafiyeleri kendisini tesbit etmişler. Ancak firarını andıran
gidişi ele geçmeyi önlemiş! Ne varki jön Türkler ve İttihatçılar Said Halim'in
yaptığı muaveneti unutmamış olacak-larki, dünya'nın en önemli makamlarından
biri olan Osmanlı sadrıazamlığını takdimle doğrusu kadirbilir davranış gösterdiler
mi diye düşünmek kabildir. Nitekim yeni dönem olarak anılan 2. Meşrutiyetin
ilânı Prensi, Mısır üzerinden İstanbul'a getirmeye yetti.
Hüseyin Hilmi Paşanın devlet görevlerindeki tensikat çalışması
esnasında Said Halim'i kadro darlığı yüzünden şurâ-yı devlet bünyesi dışına
bıraktılar. Değerli muktesebatman ülkenin müstefit olması için o sırada
yapılan belediye reislikleri seçiminde Yeniköy Belediyesi başkanlığı görevine
getirildi. 1326/1908'de ayan meclisine tâyin olundu. Okurlarımıza ayan olmanın
ülkede 1960 ile 1980 arasında carî olan senatonun üyesi olmaya benzediğini
hatırlatalım. Ancak ayanları padişahın ve sadrazamın müşterek olarak
belirlediğini hatırlatalım. Yukarıda bahsettiğimiz senato azahğı ahalinin
reyle-riyle belirlenirdi.
Gizli Ve Harici Görev
Trablusgarb savaşları esnasında sadarette bulunan Said Pasa,
görünüşde hava değişimi, hakikatde ise İtalyanlar ile sulh müzakerelerine zenin
hazırlamak hâttâ sulhu yapabilmek için Prens Said Halim bey'i Lozan'a göndermişti.
Ne varki müzakereler hayli uzadı buhâl kullanılan bahaneye mu-aayir hâl
aldığından gizli murahhas Prens Said Halim dönmek mecburiyetinde kaldı. Said
Paşa 1330/şaban-1912/temmuzunda sadaretten çekildiğinden Prens Said Ha-iim'de
daha önce kendi uhdesine ayan azahğı vazifesine inzi-mamen verilmiş adliye
nezaretindeki başkanlığından çekildi. Akabinde İttihad-ı Terakki cemiyetinin
şimdiki genel sekreterlik makamının mua dili olan kâtib-i umumîliğe seçildi.
Mahmud Şevket Paşa kabinesinde 1 5/safer/1 33 1-25/ocak/1913'de
yeniden şura-yı devlet başkanlığına getirildi. Hemen üç güı sonra da hâriciye
nazırlığı kendisine teslim edildi. Fecii bir suikasta maruz kalarak terk-i
hayat eyleyen sadrazamın ye. ine sadaret kaymakamlığı göreviyle birlikte sivil
paşalık olan rütbei vezaret Sultan Mehmed Reşad Hz.leri tarafından tevcihatda
bulunuldu. Sadaret kaimmakanalığına tayini bildiren hattı hümâyûn suretini
aşağıya alıyoruz:
Hattı Hümayunun Sureti Veziri Meali Semirfm Mehmed Said Paşa
Sadnâzam ve harbiye nâzın Mahmud Şevket Paşanın bu kerre vuku'ı
şehadeti nezdimizde teessür ve teessüfü mucib °lrnuş ve sadaret kaymakamlığı
rütbei samiyei vezaretle uhdenize tevcih kılınmış olduğundan vükelayı hazıramız
ile Uıttifak umur ve mesalihi devletin hüsnİ tedvir ve temşiyyetine sarf-ı
mezidi itina olunması hasafet ve hamiyyetiniz-den muntazardır. Cenab-ı Hak,
tevfikatı samedaniyesine mazhar buyursun. Amin.
6/receb/1331-29/mayıs/1329-12/haziran/1913
Mehmed R?şad
Devlet Görevi Aksatılamaz
Hatıratı ile son devir Osmanlı devlet idaresine ve idareciler
zümresinin ahvâline dâir bilgilerle cemiyetimizi -haberdar eden ve rahmetler
dilemenin boynumuza borç olduğu padişah başkâtiblerinden Ali Fuad Türkgeldi
merhum; "Görüp İşittiklerim" adlı mühim eserinde, sadrazamın
öldürülmesinden hemen sonra şeyhülislâm. E'ad Efendi ile Adliye nâzın İbrahim
Bey, huzur-u padişahİye çıkarak olayın meydana geliş tarzının göz önüne
alındığı takdirde makam-ı sadaretin Dİr an dahi boş kalmaması gerektiğini
hatırlatmışlar ve mevcud vekiller heyetinin bu hususa iştirak etmekte olduğunu
gösteren mazbatayı da takdim etmişler, mazbatada yer aldığı gibi
vezaretiuzma'nın Prens Said Halim Paşa'ya tevcihi hususunu arzetmişferdi. Fakat
Sultan Mehmed Reşad han; boşalan makama Viyana'da bulunan Hüseyin Hilmi Paşa'yı
getirmek arzusunu güderken karşısına gelen mazbatadan önce görevi
kaimmakamlıkla geçiştirmek düşüncesini taşıyordu. Mazbata ise padişahın bu
arzusuna aykırı gelmediğinden Said Halim Paşa'yı vekaleten göreve atamıştı.
Padişah; Said Haiim Paşaya içtenlikle Hüseyin Hilmi Paşayı sadarete asaleten tâyin
edeceğini ifade eylemiş ve hâriciye nezaretinide yürütmesini aadaret vekili
zat olan Prens'den rica etmişti. Büyük nezaket gösteren Prens Said Halim Paşa
huzurdan çıkışında gittiği babıâlî'de hattı okuttu. İlk fırsatta da
başmabeynciye
H.Hilmi Paşa ile birlikte çalışmaya taraftar olmadığını ifade
etmiştir. Sultan Reşad, bu bilgiyi kendisine ulaştıran başma-beyncinin
ifadesinden işin değişen rengini sezmeğe başladığından derhal küçük bir gurub
olan, istişare heyetiyle görüşmüş ve 2. mabeyinci Tevfik Bey'e şimdi
babıâfî'ye git, Said Halim Paşayı gör. Yarın makama asaleti verileceğinden saraya
gelmeye davet et. Emrini verdi diyor meâlen"
Hakikaten Said Halim Paşa saraya gelir ve makam-ı sadarete
asaleten tâyini gerçekleşti ve hattı hümayunu tanzim edilip babıâlî'ye
gönderildi, bahse konu hattı hümayunda arz odasirda merasimi mutade ile
müsteşar Adil Bey tarafından okundu.
Hattı Hümayunun Sureti Vziri Meal* Semirim Mehmed Said Paşa
Mesnedi sadaret bu kerre asaleten uhdei revviyyetinize tefviz
kılınmış ve meşihati islâmiyyede dahi Mehmed Es'ad Efendi ipka edilmiş olması
ile heyet-i vükelânın bitteşkil tasdikimize arzını irade eylerim. Nuhbei
amalimiz, milletimizin selamet ve seadetinden ibaret olduğundan Rabimiz Te-alâ
ve tekaddes hazretleri bu maksadı te'min edecek hide-mata cümlemizi müveffak
buyursun âmin bihurmeti seyyidilmürselin.
7/receb/1331-30/mayıs/1329-13/haziran/1913
Mehmed Reşad
Said Halim Paşa kurmuş olduğu kabinesinde hariciye nazırlığımda
uhdesinde bulundurdu. İşte eslafı olan sadrazam Mahmud Şevket Paşanın içinde
İttihatçılarında parmağı olduğu ileri sürülen suikasd bahse konu
İttihatçıların bu cinayeti siyasi rakiplerini ve şahsiyetlerinden kendince
tehlikeli gördüğü zevatı tasfiye etmede kullanma metoduna başvurmuştu.
Bu metod yeni sadrıazamm sıkıntısını arttıran bir yolun başlangıcı
oldu. Çünkü; Said Halim Paşanın ne yetişme tarzı nede siyaseti telekkiyatı bu
metoda uyacak kepazeliğe müsaade etmeyecek kadar yüksek kalitedeydi.
Cinayetlerle doğrudan alakası olanların yanında bir takım mazluminde değişik
cezalar alırken, Tunuslu Hayreddin Paşanın oğlu ve hanedan-ı âlî Osman damadı
mirliva Salih Paşa da idam urganının altına politik yaklaşımlar yüzünden
atılıverdi. Padişah; ailenin damadını ipten alamadı, çünkü başka bir damad
Enver Paşa bu işe karışılmaması gerektiğini ifade ederken yaşlı padişah bu
sözlerden, kendine bile tehditler yöneldiği anlamını çıkardı.
Mahmud Şevket Paşanın katli ile alakalı görülen aşağıdaki isimler
divan-i harbi örfî tarafından yakalanmış olanların yüzlerine karşı cezalan
tefhim ederken ele geçiremediklerini ise gıyaben cezalara duçar ettiler. Prens
Sabahattin Bey'de, methaldar olduğundan firarı tercih edenlerin arasında yer aldı.
İdam edilenler: Tunusluzâde Salih Paşa, polis eski müdürlerinden Muhîb,
Miralay Fuad, Yüzbaşı Kâzım, Bahriyye Teğmenliğinden kovulma Şevki, Teğmen
Mehmed Ali, Çerkeş Ziya ve kardeşi Hakkı, Topal Tevfik, Gelenbevi lisesi Sermu-bassırı
Abdullah Safa, otomobil makinisti Cevat'tı. Bir çok kişi de bu fecii suikasda
karıştıkları iddiasıyla Sinob'a sürülürken kimileri müebbet ve uzun dönemli
kürek cezasına mahkum edilmişlerdi.
Balkan savaşı ile beraber yağma giden avrupa Osmanlı-sındaki
topraklarımızın yanında en büyük üzüntümüzün ikinci başşehirimiz oian
Edirne'nin Bulgar eline düşmüş olmasıydı. Cenab-ı Mevlâ kâfirin birbirleriyle
olan münasebetleri öyle bir buğzu adavet sokmuşki, çok geçmeden biribirlerine
düştüler. Sırplar ile Yunanlılar, Makedonya'ya sahip ol-ak için Bulgarlara
savaş açmayı yeğlediler. Öte yandan Romanya askeri güçleri de işe dahil olunca
Bulgar üzerinde vodunlaşan düşman taarruzları, Osmanlı topraklarında bulunan
askerini çekerek, kendisine saldıranlara karşı koymak mecburiyetini hissetti.
Bu bakımdan Edirne'yi boşaltan Bul-qarlar çekilirken, Londra'da bize zorla
irvızallat inlan sulhnâ-meyi, Said Halim Paşa kabinesi çiğneme cesaretini
göstererek orduya Edirne'nin istirdadını yâni kurtarılmasını emretti. Enver
Paşa ve arkadaşları derhal bu emri uyguladılar. Böyle yapmak suretiyle de
millet gözünde i'tibarları hayli yüceld;. İttihatçıların bu yaptığı ahalinin
gözünde büyüdü ve kurtarılan yeri daha önce kaybetmiş olmanın hesabı sorulmaz
oldu. Ruslar ise Osmanlı kuvvetlerinin bu oldu bittisi üzerinde fazla
durmıyarak sessiz kaldı. 29/eylül/1913 de Bulgar murahhasları İstanbul'a gelip
sulh için müzakere masasına boyunları eğik olarak oturdular. Meriç Nehrinin
hudud olarak muhafazası Edirne ise biz de kalma şartlı belgeye imza atmak mecburiyetinde
kaldılar.
Böyle bir muvaffakiyet milletin ve memleketin ihtiyaçlarının
başında gelmekteydi. Bu başarı milletimizin kuvvei mâ-neviyyesini takviye
ederken, kabine riyasetinde bulunan Prens Mehmed Said Halim Paşa'ya murassa bir
imtiyaz nişanı Sultan Reşad tarafından .göğsüne takıldı. Bu vaka Yunanlılar
ve Sırplar ile sulh gerçekleşmesine yaradı. Bütün bunlar ülkede işlerin iyiye
gideceğine dâir emareler gösterirken cihan harbinin kopmasına sebeb olacak
meşhur hadise vukua geliverdi. Meydi o hadise? Princip adlı Sırp milletinden
bîr 9encın tabancasından çıkan mermilerin sadece Avusturya-Veliahdının ve güzel
karısının hayatına son vermedi, bir kaç taç ve tahtın yeryüzünden çekilmesine
sebeb olan târihi süreci başlattı. Avrupa devletleri biribirlerine girmeye
başladığı anda ufukta cihan harbine giden kavşak görünmüştü.
Ülkenin başında Sultan Abdülhamid elan padişah olarak bulunsaydı,
yapacağı iş belliydi. O; bu savaşı beklemekteydi. Hiç karışmıyacak işin sonunu
devletlerin biribirini yıpratmasını bekleyecekti. Heyhat! Onu İttihatçılar
seneler evvel Selanik şehrine Yahudi Alatini köşküne sürgüne yollamışlardı. Bu
bakımdan ortalığın böyle karıştığı anda acemi politikacılar, ihanet erbabı
bazı zevat dünya efkârı umumiyesine biz kapitilasyonları tanımayacağız bunları
ilga ediyoruz diye çıkma yoluna koyuldular. Böylece gündeme Osmanlı'yı da
getirdiler. Avrupanın gerek büyük devletleri, gerekse daha az güçlü devletleri
arasında genel veya kısıtlı olarak kapitilas-yon sahibi devlet yok gibi idi.
Dolaysıyla herbirinin menfaatine balta vuran böyle aslında faydalı ancak
zamanı erkence yapılmış müracaat devleti gündeme getirdi. İngilizlerin bu
müracaata kadar hatta bundan sonrada Osmanlının bitaraflığını arzu ettiğini
görmek kabildir. 9/eylül/1914 tarihli müracaata en çok itirazı olanın Almanya
ve onun İstanbul elçisi Valgenhaym olması pek enteresandır.
Almanya Tarafında Savaşa Giriş
Ülkemizin bu savaşa çekilme sebeblerinden diğeri de petrol
istimali meselesidir. Şark Meselesinin önemli unsurlarından birini enerji
meselesi teşkil etmektedir. Bu enerjinin en mühimini petrol teşkil etmektedir.
Bunlarda Osmanlı hakimiyetinin var olduğu ancak yaklaşık bir asırdır idarede
zafiyet içinde olduğu topraklarda idi. Balkan savaşının, Trablusgarb
savunmasının yüklediği rnâli sıkıntı'ar ülkemizin boğazını
İyice sıktı. Said Halim Paşa hükümeti mâliyeye para bulmak için
Mehmed Cavid bey'i (Dönme Cavid) bir Avrupa turuna gönderir. Yapılan temasla
Fransızların ümid verdiği görüldü. Ancak bu ümid kapısında müzakereler hayli
uzadı. İşte tam bu sırada nasıl olduysa Goben ve Breslav adlı iki Alman savaş
gemisi kaçmakta olduğu müttefik donanmasının önünden Çanakkale Boğazına duhûl
ederek kurtuldu. Siya-net sever milletimiz bu dehalete sıcak kucağını açtı
açmasına fakat meselede problem olmaya başladı. İngiliz ve Fransız ve dahi
müttefikleri gemilerin kendilerine teslimini istediler. Tabii ki böyle şey
olamazdı. Nitekim olmadıda.. Çâreyi söz konusu gemileri satın aldığımızı ilân
etmek olarak görebildik. Dünya efkârı umumiyesine, alımı ilân ettiğimizde
Fransa, kapısının önünde Osmanlı adına borç para taleb etmekte olan Cavit bey
başkanlığındaki heyete borç veremeyeceklerini tebliğ ettiler. Böylece
heyetimizin eli boş döndüğü görüldü.
Biz; Mevlanzâde Rıfat bey'in "Türk İnkılabının İç Yüzü"
adlı eserini sadeleştirip Pınar yayınlarından neşir hayatına kazandırmıştık. Bu
zatın; tasvir sanatının en güzel örneklerinden sayılsa yeri olan izahını
buraya alıntıhyarak sahifemizi süslemek ve en güçlü izahlardan biri olduğuna
inanarak takdim ediyorum efendim: Evvelâ sadrazam Said Halim Paşanın
ingiltere'nin Osmanlı nezdindeki b.elçisi Sir Malet ile yaptığı görüşmenin
tasvirinden bir bölümü sunalım:
"Sadrazam Said Halim Paşayı Yeniköy'deki yalısında ziyaret
eden Sir Malet'in görüycrumki Büyük Britanya hükümetiyle ve müttefiklerine
karşı düşmanca bir tavır irine girmeye başladınız. Benim şahsi görüşüm şudur
ki; buna çok uzüldüm ingiltere devlet-i fahimanesi, Osmanlı devletini "na
tehlikesinden kurtarmıştı. Yine zannediyorum ki; bu zamanda Osmanlı hükümetinin
menfaati Büyük Britanya'yı gücendirmemektedir." Bu soruya sadrıazamın
cevabının şu bölümü pek önem arzetmektedir: ".emin olunuz ki hükümetimiz
Büyük Britanya Hükümeti fahimesinin dostudur. Daima da dost kalmak emelindedir.
Ancak bugün müttefikleriniz arasında bulunan Rusya'ya karşı ihtiyatlı olmak
için bazı tedbirler almaya mecburuz. Osmanlı Hükümeti -resmî bir dille
arzediyorum- barışseverlikten ayrılmak istememektedir."
Sir Malet; sözü Ç.kale boğazından içeri dalıp sığınan ve Osmanlı
devletinin para verip satın aldığını beyan etmek mecburiyetinde kaldığı
gemilere getirir ve: "..Almanya'nın İstanbul limanına gönderdiği iki harp
gemisi hakkında yapmış olduğumuz resmî taleb ve ricamızın henüz yerine getirilmemiş
olmasını hayretler içinde karşılıyorum." Dediğinde sadrıazam Said Halim
Paşa: "Bunda da bir yanlış değerlendirme var! Burada Almanların harp
gemileri yoktur. Osmanlı Hükümetinin, Almanya'dan satın almış olduğu gemiler
vardır."
ülkemizin içinde bulunduğu zor durum, Prens sadrazama; ne yapalım
peşin olarak parasını ödediğimiz diretnotlan vermediğinizden Almanlardan bu
iki gemiyi almak mecburiyetinde kaldık gibi bir kinayeye başvuramadığımızı
düşünmenizi hatırlatırım sevgili okurlarım. Sir Malet cevabı: "(Tebessümle)
Hâttâ bedelini peşin verdiği gemiler!
..Değil mi? Son Altes, İngiltere Devleti ve ortakları bu yoldaki
manevralara iltifat etmezler.." Diplomaside bu şekil de ifade olunan
beyanların düz yazıdaki mânası, siz de'para nerde daha Fransa maliyesi
kasasının önünde dün avuç açmıştınız. Alman'lara bu iki c,emi için parayı
nereden buldunuz. Bize yutturamazsınız demek oluyordu.
Sir Malet'in sadrıazam Said Halim Paşa'ya: "...İhtiyatlı bulununuz.
Almanların bu iki teknesine güvenmeyiniz." Sadra-zam'ın cevabı ise:
".Size namusumla temin ederimki, ben bu makamda bulundukça Devlet-i Âliye
tarafsızlıkdan ayrılmayacaktır."
Enver- Walkenhaim Dansı
Görüldüğü gibi sadrıazam Said Halim Paşa doğru yolu silahlı,
muntazır ve tarafsız kalmakda görmekte hele İngiltere ile arayı hiç açmama
siyasetini tercih etmektedir. Bu politikanın gerileme döneminden beri takip
olunan yola uygunluğu ileri sürütürse hatalı bir iddia olmaz. Mevlanzâde Rıfat
bey, bahse konu "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı eserinde 20 sahifede
şunları söylüyor, biz de özetleyelim: "Maliye nazırı Cavid; hazinenin
paraya olan acil ihtiyacını ileri sürerek, Alman elçisinin arzularını iyi
karşılamak, Almanya hesabına hemen harbe girmek için, ittifak senedinin
çabukluk sağlamaya büyük gayret sarfetti. Dâhiliye nazırı Talat, Harbiye
nazırı Enver dahi buna tarafdar oldular. Bahriye nazın Cemâl, düşüncelerin
alacağı renge bakarak fikrini ortaya koymamıştı..." Sadrıazamın yukarıda
söylediğimiz durumu devam etmekte,silahlı fakat tarafsız kalma düşüncesini
taşıyordu.
Cemâl Paşa, Cavit ile beraber Fransa'dan eli boş dönmenin
bozgunluğu içinde Enver'in Alman elçi ile konuşmaya teşvik ve tahrik
etmekteydi. Sonunda Wankenhayim ile Enver Paşa mülakatı tensib olundu.
Wankenhayim hayli uzun ve ikna edici bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın bazı
yerlerinde tehdit, bazı yerlerinde şantaj ve de sahtekârane ifadeler yyer
tikini gösteriyordu. Biz burada bir iki cümleye işaret edec^P: "Son
ekselans, Balkan Harbinden mağlup olarak çıkmış ve harp vasıtalarınız tükenmiş,
kuvvetsiz ve parasız kaldığınız halde sizi biz ittifakımıza almak istiyoruz.
Karadeniz'de bulunan Rus filosunu bir anda yok etmeye kadir son sistem iki
tane harp gemimizi, İngiliz ve Fransızların donanması arasından geçirerek
emrinize, en usta denizcilerimizle birlikte teslim ediyoruz. İhtiyacınız
ölçüsün de para ve harp levazımı vereceğimiz gibi...(.) Anlamıyorum son
ekselans! daha ne istiyor ve ne bekliyorsunuz?(..) Binaenaleyh tereddüt
halindeki arkadaşları aydınlatma Iısınız,ikna etmelisiniz" Demekteydi.
Pınar yayınları arasında neşrolunmuş ve tarafımızdan hazırlanmış
bulunan Mevlanzâde Rıfat bey'in "Türk İnkılabının İç Yüzü" adlı
eserde sivil-asker arasındaki zıtlaşmaya örnek gösterilebilecek şu tasviri
dikkatle ve ibretle okumanızı salık veririm. Mesele şu; Osmanlı mâliyesinin
tesviye etmesi gereken acil olarak iki milyon altına ihtiyacı vardır. Yukarıda
Almanya Sefiri ile Enver Paşa arasındaki mülakattan savaşa girme karşılığında
para vaadini nakletmiştik. Bu antlaşmayı ittifakı temin eden senetlerin teati
merasimi sonrasında para verilmesi icab ederken. Kestirme yoldan gitmeyi seven
askerler Cavid bey'in yarın lâzım dediği parayı Walkenha-ım'den hemen
alabilmek için Osmanlı Ordusunda müşavir olan Liyman Von Sanders Paşa'dan
tavassut etmesini Bahriye Nâzın Cemal Paşa telefonda rica eder.
Yapılacak iş tavassutun neticesini beklemekti. Beklediler.. Yarım
saat sonra Liyman Paşadan menfi cevap gelmiş ve antlaşmanın teati merasimi
yapılmadan ödemenin kabil olmadığını elçi mutavassıt Liyman Paşaya ifade
etmiş. İşte Sa-İd Halim Paşa burada:
- Ben size söylemedim rni? (Demek ki daha evvel antlaşma teatisi
yapılmadan para alınamayacağını, usûlün bu ol-hatırlatmış olmalı.) Enver Paşa:
(yapmacık bir asabiyetle)
Böyle şeymi olur? Söz demek, imza demektir. Merasim apıla dursun.
Madem yarın Cavid'in paraya ihtiyacı vardır. Şimdi verilmelidir!. Said Halim
Paşa:
- Enver Paşa, sizi bugün
çok sinirli görmekteyim. Enver: Ben sinir filan bilmem mademki bu paraya ihtiyaç
var,
antlaşmanın kabulüne de karar verilmiştir, şu halde istediğimiz
parayı sefir hemen vermelidir! Said Halim Paşa:
-Herşey usûle bağlıdır. Hükümet işlerinde usûle riayet şarttır.
Elçi bu parayı vermek istese bile şimdi veremez. Enver Paşa:
- Paşa; bize hükümetçilik
dersimi vereceksin? Biz inkılapçılar bu kadar ince merasimden hoşlanmayız.
Mademki para lâzımdır. Hemen verilmelidir. Durunuz bir de ben telefon edeyim.
Said Halim Paşa:
- Kime? Enver Paşa:
- Allah Allah! Kime olacak?
Sefir Walkenhaime.. Said Halim Paşa:
-Rica ederim çok ayıp olur! Hassaten şimdi Liyman Paşa telefon
etti. Red cevabı aldı. Şahsi şerefinizi düşününüz!.. Enver Paşa:
Rica ederim Paşa, düşünerek konuşunuz, artık çok oluyorsunuz! *
Biz kafaları akıl dünbeleği olanlardan hoşlanmayız!. Diyerek
yerinden kalkıp telefon ahizesini eline almıştı. Enver Pa-
-Allo Allo! Alman elçisinin telefon numarasını veriniz.
-Kimsiniz?
- OO! Zât-ı âlileri mi asaletmeab, ben dostunuz Harbiye
Nâzın Enver
Enver Paşa; Alman büyükelçisi ile yaptığı telefon konuşmasında
ertesi gün "Doyçe Orient Bank"dan onmilyon alınabileceğinin
müjdesini verdi. Sevgili okurlarımız görüldüğü gibi, Harbiye Nazın sadrazama
dümbelek mi demedi, çok oluyorsun mu demedi, kötü gecenin sabahından umulurmu
hayr, böyle mahalle kahvesi kılıklı hükümetin icraatında bulunurmu hayır!
Tuzak Kuruluyor
Enver Paşa; Mevlânzâde'nin yazdığına göre İttihad ve Terakkinin ruhu
olan Talat bey'i tebrik eder. Çünkü Almanlarla bir müddet evvel mutabakata
vardıkları ittifak hususunu Meclisi mebusanda görüşmek mecburiyetinde
kalsalardı, iş hem bozulur hemde maksad-ı hakiki dışarısızardı. Talat bey'in
mebusanı bir müddet daha kapalı tutma tedbiri verdiği sonuç bakımından bu
tebriki yerinde bulmamak kabil değildi. Millet ve memleket mi dediniz? Aman
efendim İt'in hülyalarının yanında bir değerimi olur?
Yine Mevlanzâde burada şu ifadeyle üzerinde teemmül etmemiz
gereken bir hususu aklımıza düşürüyor. Demekte ki: "Said Halim Paşa;
oynanan bu komedyanın bir tertib eseri olduğunu bilmediğinden hayretler içine
düşmüştü. Bir taraftan İngiliz elçisi Sir Malet'e tarafsız kalacaklarına dâir
verdiği namus sözünü tutamamaktan çok müteessirdi. Bir de uğradığı hakarete
rağmen bir türlü istifa yolunu tutamamiş-
" Bu ifadeden anlaşılan kabinede bir tesanüd ve işbirliği
oldıqu gibi) sadnazamda olduğu zannedilen nihai karar Ener Talat ve Cemâl triomvirasında temerküz etmiş,
sadrızam ise, kabineye tam manasıyla hakim olup olmadığının idrakinde olmadan
tarafsızlık bahsinde İngiltere elçisine hem de namus sözü vermek gibi bir
ihtiyatsızlık yapıyordu. Enver bey; Alman b.elçisinin kendisine prestij
kazandıran jestine teşekkür etmek üzere ziyarete gitmiş ve b.elçiden kendisini
pohpohlıyan şu sözler karşısında adetâ mest olmuştu: ".Zahmet
buyurmuşsunuz. Zât-ı devletlerine karşı emniyet ve itimadımız tabiidir.
Haşmetli İmparatorumuzun emniyet ve itimadını kazanmış olan General Enver'e
İstanbul sefiri iti-matda tereddüd edermi? İttifak meselesini matlubumuz Uz-re
hâl ederek, dostunuzu meslekdaşları arasında mahcup olmaktan kurtarmış
bulunmanızdan dolayı asıl teşekkür vazifesi bana düşer. Teşekkür ederim
General Hazretleri!" Enver Paşa:
- Cidden çok nâzik, çok
lütufkârsınız. Walkenhaim:
- Zannederim gemilerle
deniz manevrasına başlayacaksınız! Enver Paşa:
- Evet, Bahriye Nâzın yarın
yapılacağını söyledi. Walken-haim:
- Bu manevraları
Marmara'dan Karadeniz'e taşıyacağınızı duydum öyle mi? Oh ne güzel
düşünmüşsünüz! Her halde hükümetinizin emrine verilen Alman bahriyesinin
cesaret, taharet ve kudretlerini görmüş, gemilerin savaş kıymetlerini anlamış
olacaksınız. Enver Paşa:
(Hayretle) Asaletmeab, Karadeniz'de manevra yapılaca-9'ndan
haberdar değilim. Zannedersem ki böyle bir hareket erhal fj^a'nin muhalefetine
uğrar, bir mesele çıkmasına ebeb.elçi: - (Şeytani bir gülüşle) Son ekselans,
bundan sonra Rusya'nın hâttâ İngiltere ve Fransa'nın muhalefetinin ne kıymeti
olabilir. Almanya ile Osmanlı Devleti arasında ittifak yapılmıştır, bu günden
itibaren dost ve düşmanları müşterektir. Almanya, Rusya ile harp halinde
olduğundan Osmanlı hükümeti dahi Rusya ile harp halinde demektir. Bunun için
Osmanlı filosu, Marmara'daki manevraları nı gazete ile ilân etmiş
bulunduğundan, bu manevraları tamamladıktan sonra (gülerek) yeni satın aldığı
Alman gemilerinin savaş kudretlerini ordusuna dahil ettiği kumanda heyeti
ve_mürettebatının iktidar ve ustalıklarını denemek için Karadeniz'e taşırırsa
buna kimin ne diyeceği olabilir?. Enver:
- Arzunuzu tam
kavrayamadım. Walkenhaim:
Mesele basittir!. Osmanlı filosu, Marmara havzasındaki manevrayı
kâfi görmemiş Karadeniz'de de manevraya devam etmiş olur. Yolda Rus filosuna
rastgelinir ve filonun taarruzuna uğramış olunur. Osmanlı filosu tarafsızlığı
bozmamak için savunma vaziyeti alarak, Odesa istihkâmlarından üzerine ateş
açılmış, iki ateş arasında kalmış olur. Osmanlı filosu da kendisini savunmak
gayretiyle Odesa istihkâmlarını tah-rib ve iskat, Rus filosunu da kısmen
batırmak, kısmende firara mecbur bırakarak İstanbul'a dönmüş olur. Osmanlı
hükümeti de bu beklemediği hadise üzerine Rusya'ya haklı olarak protesto
çeker. Enver Paşa:
- (Hayretle) Ne güze!
plân!.. Harp ilânı için başka sebeb aramaya hacet kalmaz!.. Walkenhaim:
- Bu vaka olmayacak
hadiselerden değildir!
Görüyorsunuz sevgili okuyucular, Alman b.elçisi, müthiş
kurmayımıza savaş nasıl çıkartılır öğretisinde bulunuyor. Bizimki de
müteşekkir!
Si
Evet; Amiral Şoson komutasındaki Alman gemiler topları-Karadenizde
Odesa üzerinde toplarını endaht ettirdiklerin-, seren direğinde Osmanlı Sancağı vardı amma
mürettebat
de kaptan Osmanlı'nın başını kendi ülkeleri Almanya için yakmaktan
çekinmemişlerdi.
Bu haberler İstanbul'a ulaştığında ahali, İttihat ve Terakkinin
propagandası ile Rusların Yavuz ve Midilli'ye saldırdıklarını bu gemilerin ve
mürettebatın Ruslara lâyık oldukları cevabı vermek suretiyle Odesa
istihkâmlarını yerle bir ettiğini Rus donanmasının hayli gemisini de
Karadeniz'in dibine yollamıştır haberleri ustalıkla yayması, Boğazdan giriş
yapan gemilerimizin İstanbul halkı tarafından Yaşasın Yavuz! Yaşasın Midilli!
Kahrolsun Ruslar! Nidalarıyla karşılanırken, ülkenin mahvoluşunun startını
vermiş oluyorlardı.
Birinci Cihan Harbi
Alman genel kurmayı,yapmış olduğu plânlarla savaş üzerindeki
tasavvuru, Fransa üzerine Bellçika üzerinden yürüyecek tanzim ettiği muhasara
sonunda 45. günde burasının işni bitirip,
15 gün içinde Rusya üzerine yürümekte. Bu arada Ruslar, Alman
endişesinden dolayı ülkelerinde seferberlik ilân etmişler buna karşılık
garaibden olan bir husus gerçekleşmiş, Almanya, Çar'lık hükümetine gönderdiği
bir nota'da bu seferberlik ilânını durdurmasının gerektiğini ihtar etmiştir.
Hangi ülke korku duyduğu hareketi gerçekleştirecek olan bir organizasyon
devletine peki diyebilir?
Tabii Çar'ın hükümeti de bu acaip nota'yı ret etti. Alman-lar ise
2/Ağustos/1914'de Lüksenburg'a girmişlerdi. /Ağustos/ Belçika'nın hesabı
görülen gün oluyordu. Bun-orduları ikiye taksim olunmuş ve 18/Ağus-
derken. serlman orduları ikiy ordusunu avrupanın batısına tahsis
ederken, sekiz ordusunun istikametini Ruslar üzerine göre tertipledi. Gücünün,
2.147.000 kişiyle meydana geldiği ve 83 tümeni çıkardığını görüyoruz.
Fransızlar ise; Alman ordularının sol cenahını kuşatmayı ve bu
arada AIsas-Loren'i almayı plânına dâhil etmiş, tamamı 2.150.000 kişiden
müteşekkil 5 adet Fransız ordusu 68'tümen hâlinde savaşa hazırlanırken,
İngilizlerin General French komutasında 134.000 kişilik as-keri birlikleri
Mabeug civarında yerleşerek Fransızlara muavenet ediyorlardı. Fransızların
başkumandanı general Joffre Almanlar üzerine taarruzundan ümitvardi. Ancak
Alman ilerleyişini durdurmak kabil olmadığından Joffre Paris'e çekilip kâfi
gelmiyen beş ordusunun yanına 6.bir ordunun tanzimine geçmişti.
Marne Savaşı
6. Orduyu teşkil etmeye muvaffak olan Joffre,Grand Morin ırmağı
yakınlarına sokulmuş Alman ordusunun üzerine ki bu Almanların 1.ordusu idi
üstlerine atıldı. Bu savaşın dünya savaşının küçük görülen fakat büyük bir
dönemeci olduğu bütün askerî mütehassıslarca itiraf etmektedirler.
Fransızların bu saldırılarından Almanların içine girdiği durumu tetkikle
görevlendirilen Yarbay Hentz, sadece hücuma mâruz kalan 1.orduyu değil, orada
yakın yerde saf tutmuş 2. Alman ordusunu birlikte çekilme emriyle geri aldı.
Böylece; pek meydan savaşı değilde, bir çekilme harekâtını pek de gevşek
şekilde takibe alan Fransızların böbürlenmeye olan eğilimleri bu tarz bir
takibi, meydan muharebesi kazanmış kerevetine çıkarmaları ayrı bir bahisdir ve
burada Yarbay Hentz'in verdiği emirin isabeti mütehassısların tartışması icâb
eder diye düşünüyorum.
Cihan savaşlarında Yahudi gizli teşkilatlarının saklı plânia-min
böyle kördüğümlü olaylarda işin yönünü değiştirdiği pek çok görülmüştür.
Almanların bu çekilme hareketleri 9/14 eylül günleri arasında
vukubulurken, Ölse ırmağı ile Verdun arasında bir hattı kurmaya muvaffak olan
Almanlar karşısında, Fransıziar'da takibi bırakmakla birlikte, onlarda tâyin
ettikleri hat ile 1914 senesi sonuna kadar Almanları Manş Denizine ulaşmaya engel
teşkil ettiler:
İşin Osmanlı Devletini alakadar eden tarafı bu sırada Mar-ne
savaşında kendini gösteriyordu. Marne mağlubiyeti Alman efsanesini yıkmıştı.
Deniz devletleriyle dâima müttefik olması gereken devletimiz, Almanya ile
müttefik olma ve ondan yana savaşa katılması hîçde yapılmaması gereken bir
icraat olarak kendini gösterir, fakat kaderin önü alınamıyor. Osmanlı devleti
bu savaşa girdiğini ortaya koyunca, İngilizler de Mısır ile Sudan vede Kibri sı
ülkesine ilhak ederek, bizim buradaki hâkimiyetimizin sona erdiğini ilân etti.
Daha sonrada, Lozan'da biz bu yerlerle alakamız kalmadığını kabul ve imza
eyledik.
Bu mevzuda, Mehmed Selahaddin Bey; "Bildiklerim" adlı
kitabında bu işten bakın nasıl feryat ediyor: "Yine harbin ilk döneminde
en mühim ve büyüklerinden olan dolaysiyla eyâ-let-i mümtaze denilen Mısır
kıtasıyla, Anadolu ve Süveyş Kanalının kilidi sayılacak kadar mühim olan
Kıbrıs Adası dahi bu yol kesici şakilerin kurbanı olarak İngilizlerce ilhak
ediidi. Akdeniz'deki adalarımız, Trablusgarp ve Bingazinin, yine bunların
döneminde elimizden çıkışı kaale alınırsa bu denizdeki hâkimiyetimiz değil,
varlığımız dahi nisyana gömüldü. e {^İnatçı haydut çetesinin dünya
haritasındaki yerlerimizin sebeb olan bu savaşa girişleri olmuştur, dendi-
ğinde bir cevap gelememesi icâb eder! Bununla da bu belâları
görmüş nesiller, on yılda memleketi yok edenleri bir daha iktidar mevkiine
getirmemelidirler." Demektedir.
İsmet İnönü'nün Tahlili
Târih; milletlerin hafızasıdır. Bazı hafızalarda bulunan bilgiler,
o milletin târihinde yer alamazsa, o yönüyle milletin hafızasının bir bölümü,
bütün teşekkülatıyla var olduğunu iddia edemez. Tarihçi Oztuna Bey'in kıymetli
eseri "Büyük Türkiye Târihi"nin 7. cildinde 288. Sahifede yer alan
ve o zatında Türk Târih Kurumunun (TTK) yayınlarından olan Belleten adlı
sürekli derginin 149. sayısından ve 2. ile 10. Sayfalan arasında yer alan ve
Ocak/1974'de neşredilmiş nüshadan alınmış bu önemli bulduğumuz tahlili meâlen
sayfalarımıza alıyoruz: "İsmet Paşa; bu savaşa girmemizin hiç bir mecburiyeti
gerektirmediğini söylemekle savaşa girilişten 60 sene sonra onun gibi iyi bir
kurmayın, o savaşda bizatihi çarpışmış olması ve Yıldırım Ordularının muntazam
çekilişinin gerçek sahibini dikkatle okumak gerekir diye düşünüyorum. İsmet
Paşa ezcümle şunları dile getiri yor: 1.Cihan harbine biz ittihat ve terakki
hükümeti zamanında girmiştik. Bizim savaşa girdiğimiz zaman Almanlar için savaş
kaybolmuş kabul edilmeliydi. Moltke'den sonra Almanların büyük erkân-ı
harplerinden Scihlifen de en büyüklerdendir. Savaşın plânlarını o zat
yapmıştır. Plânlarında demiştirki; bu savaş olacaktır. Kazanmak için vaktiyle
hazırlık yapmak ve onlardan önce harekâta geçmeliyiz." Dediğini
hatırlatan İsmet Paşa şöyle devam etmektedir: "Alman askeri literatüründe
bir tâbir vardır. Erkânı harb reisleri, kumandanlar daima bir siyasi fikir
teklif edecekleri zaman o mukaddemeyi (giriş) yaparlar. Biz askeriz, devletin
siyasette ne karar vereceğini
bilmeyiz. Selahiyetimizde yoktur. Fakat, eğer bir harbe girmek
ihtimali varsa siyasi müzakerenin neticesi bir harbi doğuracaksa o harpte
muzaffer olmak için bir takım hesaplara riayet etmemiz lâzımdır. Vaktiyle şu
kadar zamanda bize haber vereceksiniz harbe giriyoruz diye..v.s Schlieffen'e
at-folunan sözün bir maddesi şu: eğer savaş olacaksa biz harpte taarruz
edeceğiz. Kuvvetimizin çoğunu büyük kısmını garb'a karşı, Fransızlara karşı
toplayacağız. Rusya'ya * karşı mümkün olduğu kadar az kuvvet bırakacağız.
Hareket edebilirler, toprak kaybedebiliriz, fakat 1.mesele, batıda büyük bir
üstünlükle harbi bir an evvel kazanmak lâzımdır. Belçika'ya girmekten bahseder.
Oradan gidecekler, istihkâmları çevirecekler. Büyük tahkimat var Fransa
sınırında onları çevirerek Fransa'ya hücum edecekler, bunu söyledikten sonra
adam şunu da söyler plânında: Bir an evve! Fransa'nın işini bitirmek lâzımdır
garb'de. Büyük kuvvet ile Fransa'ya taarruz ederiz ve Fransa'yı amana
düşüremezsek harp.dışı edip sulh talebine icbar edemezsek, durmağa mecbur
olursak derhal sulh yapmak lâzımdır, şartlar ağır olabilir. Fakat harp ne kadar
uzarsa ağır diye tahmin olunan şartlar daha ağırlaşır. Harbin uzamasında hiç
bir fayda yoktur. Bu plâna göre Almanlar, Fransa'ya taarruz etmişlerdir ve
Fransa Almanları durdurmaya muvaffak olmuştur.
Söküp atamadılar, Verdun'da vs.'de dayandılar. Harp uzar
sürüklenir bir mahiyet aldı. Niçin böyle oldu? Hesabını çok iyi yapmışlar kendi
aralarında. Meselâ bütün kuvvetler Fransa'ya doğru yürüsün deniyor. Rus
cephesi ihmal olunacak. Harp çıktığı zaman Rus cephesini ihmal etmek ve bir Rus
istilasını geri almak, İmparatorun ve Alman hükümetinin tahammül edeceği bir
şey değildi. Oradan plân sulandırıldı. Hem Rusya'ya mukavemet edelim hem
ötekini tahrib edelim
Neyse Alman meselesini tahlil edecek değiliz. Rusya'ya karşı
mukavemet tam tedafüi bir vaziyet alacakken Rus cephesinde muzaffer oldular,
Fransız cephesini kaybettiler. Harb altı ayda bitecek derken 1918'e kadar dört
sene sürdü ve haikaten şartlar ağır oldu. Şimdi Türkiye'ye geliyorum. Almanya
ile bir avrupa harbi olacak, Rus tehlikesi bizim için büyük tehlikedir. Onun
için Almanya ile beraber bulunan İttihat ve Terakkinin, hükümeti zamanında da,
2.Abdülhamid zamanında da Almanya ile özel bir münasebet vardı. Demekki 1914'de seferberlik ilân etmiştik. Fakat
harbe girmemiştik. Harbe girişimiz, bilirsinîzki, Yavuz (Go-ben) zırhlısının
Karadenize çıkıp Rus şehirlerini bombardıman etmesiyle emrivaki olarak
başımıza gelmiştir Onun B^ edebiyatta söylenmesi âdet olmuştur. Biz 1.cihan
harbe o harbi kaybolunduğu göründükten sonra girmişizdir. İttihat ve
Terakki'nin ağır mesuliyeti bilhassa bu noktadandır. Şimdi bunun neticesi;
avrupada ve memleketde her cephede muharebe ettik biz. Ondan evvel İtalya ile
muharebe ettik. Bilhassa Balkan harbini geçirdik.
Balkan harbi bir felâket olarak geçti. Balkan harbinde imparatorluk
ordusu tamamiylen bir çöküntü gösterdi." İsmet Paşa şu sözlerle devam
ediyor: "Şimdi Enver Paşa pek genç yaşda harbiye nâzın oldu. Başlıca iki
derdi vardı o zamanki ordunun. Birincisi yetişme İtibarıyla zayıftı bu
sebeb-ten dolayı, ikincisi siyasete karışmıştı. Ordu yapmıştı ihtilâli. Genç
rütbede, herhangi bir rütbede siyaset yaptıktan sonra o siyasetin ordu
subayının hayatı ve ideali üzerinde başka bir te'siri vardır. Kendi mesleğinde
temayüz etmek, iyilik yapmak, ufuklarını açmak için aranan şartlar başkadır.
Siyasetde bilhassa akıl vermek ve devirmek tecrübesini yapan subaylar için
birinci derecede söz sahibi olmak usûlü başkadır. Siyasi meslek çok daha kolay
gelir ve bir defa
onunla zehirlendikten sonra o ordunun ordu vazifesini harp
vazifesini yapması güçleşir. Yalnız siyaset kısmında memleket cihan harbine
kaybolmuş bir halde girmiştir. Alman imparatoru gene siyaset adamlarının
telâkkisine göre, çok kuvvetli taarruz edeceğim, içte çok kuvvet topladım, daha
kuvvetim var, Rusya'nın hakkından aynı zamanda gelebilirim diye düşünmüştür ve
bu tarzda hayalle hata etmişlerdir. Bu sıralarda ben (İsmet Paşa), seferberlik
ilân edilmişti ki tedavi için Yemen'den gelmiştim. Avrupa da idim. Dolaşıyordum,
seferberlik ilânını duydum, hemen İstanbul'a geldim. Fakat harbe girilmemişti.
Harb yoktu ve benim İlk kanaatim, harb, cihan harbidir. Bizde ne suretle, ne
vakit, nasıl başlar, bilmeyiz. Fakat bir an evvel orduyu teşkil edip, tâlim
terbiyesini yapmak lâzımdır.Hiç bir zaman ben kendim harbe gireceğimize ihtimal
vermemiştim. Bu vaziyetten sonra İstanbul'da bulunan Atatürk, ordu müfettişi
olarak tekrar Anadolu'ya gönderildi. İstanbul hükümeti niçin göndermişti
Atatürk'ü. şöyle izah olunabilir bu: İstanbul'da iyi niyet sahibi eski
vezirler, bun lann içinde düşman vasıtası olması şöyle dursun, olmasının
tasavvur edilmesi bile mümkün olmayacak temiz insanlar vardı. Fakat kendilerine
itimatları yoktu ve yapılacak bir şey de göremezler. Atatürk ile diğer gün
görmüş iyi niyetli devlet adamları arasındaki fark şudur: Onlar, bunun çâresi
nedir, bunun çâresi uslu oturmaktır ne derlerse razı olmaktır. Vaziyeti daha
ağırlaştırmayalım. Geçen harbten sonra ağır ithamlar altına girmişizdir. Bu
ithamların yakışıksız, esassız olduğunu isbat etmeğe çalışalım, iyi niyetle
çalışalım diye düşünürler. Atatürk'ün görüşüne göre vaziyeti objektif olarak
mütâlâa edelim. Hissiyat meselesi değildir bu. Kendimi ne kadar beğendirmeğe
çalışsam benim memleketimi parçalayıp İstismar etmek fırsatını bulmuş olan
siyaset adamlarına insaf vere-
OSMANLI TARİHÎ mem ben. O bir şeyden anlar, imkân var ise istismar
edecektir. Hükümdarın bu siyaset cereyanlarında başlıca taraf olması ve uysal
davranmak; kendimizi beğendirmek suretiyle bir şey koparabileceğimizi, bir şey
kurtarabileceğimizi zannetmesi, felâketin başlıca sebebi olmuştur. Atatürk'de
ümid müphem olarak var. Bu işin sonu nereye varacak? Bu işin sonunun nereye
varacağını sonra düşünürüz. Cumhuriyet v.s bunların hiç biri mevzûî bahis
değil. Evvelâ bir mukavemet imkânı bulalım. Bu şekilde 3.Ordu müfettişi olarak
Erzurum'a kadar gitti..." Diyen İnönü sözü kurtuluş savaşına getirmek
suretiyle, l.cihan harbine girişimizin kaybedildiği kesin bir savaşa
girdiğimizi açıkça söylememekteyse de, İttihatçıların yanlış yaptığını ifadeden
de kaçınmamaktadır.
1.Cihan Savaşında Ermenilerin Manciplecileri
Dünya'da topraksız kalmış kavimlerin arasında ikiden biri olan
Ermeniler; Çarlık Rusyasının târih sahnesinden yok olması sonrasında, Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Bolşeviklik propogandasından mütehalli olarak,
bir peyk devlet kurma şansını yakalamışlardır. Ancak bu yeni devletin toprak
mesahası 29 bin kilometrekare olmak hasebiyle, Bolşevik ülkelerin en küçüğü
olarak teşekkül etmiş oldu. İkiden diğer bir ise; Yahudiler olup, onlarda 1948
de devlet oldu.
Ermenileri; sırasıyla Çar Deli Petro'dan beri kendi amallerine
kullanan emperyalist devletlerin, ki başında Rusya, İngiltere ve Fransa
gelmiştir. Sonunda bu emperyalist devletler kendilerine aid menfaatleri
devşirdilermi manipüle ettikleri Ermenileri satıverdiklerini bilmek için derin
bir tarih bilgisine ihtiyaç yoktur. Bu ifademizin doğruluğunu bizatihi Ermeni
diasporası, yâni Erivan'ın başkent olduğu Ermenistan dışında yaşayan çokça
kalabalık ve dışarı da Ermenistan'ın ekonomik şartlarının pek fevkıinde hayat
süren ve bu minik devletçiklerine yardımlarıyla, dünya siyaset arenasında
şöhretin merdivenlerini tırmandırıp, hayallerinde yaşattıkları Büyük Ermenistan
hülyasını kuvveden fiile çıkarabilmek için nice sakîm yollar aramakta olduklarını
gösteriyor.
Bunlar Türkiye'ye Düşmandır!
Yukarıdaki başlığa ilâveten Ermenilerin, İslama düşmanlığını
belirtmek gerekir. Zâten Türk dendiğinde, bütün hristi-yan âlemi müslümanhğı
aklına getirir. Çünkü; Müslümanlık ve Türklük,et ve tırnak gibidir biribirinden
ayrılamaz. Dolayısıyla düşmanlikdada bu hususda hem Türk'ü hem de müslü-manı
hedef alır ve almıştır. Ermeniler'in aziz milletimize taarruzlarını, bu
taarruzların meydana getirdiği kanlı ve fecî olayları,-zaten hakkımızda peşin
hüküm sahibi ehl-i salibe duyuramadığımızı kimse iddia edemez. Çünkü; garb
dünyası, şark dünyasını seyyahları, şarkiyatçıları ve oryantalistleri vasıtasıyla
olayları kemâliyle bildikleri halde, inançları ve ülkelerinin menfaatleri
istikametinde ahalisine nakl ve tasvir eylemişlerdir. Dolayısıyla avrupa
efkârı umumiyesi, hâttâ Amerika kıtasında yaşayanlar gerçeğe muttali
olamamışlardır.
Nizamettin Nazif Tepedelenlioğfu meşhur "Komitacılar"
adlı mufassal eserinde, Topal Tevfik Bey'e ki, Mahmut Şevket Paşanın katlinde
fiili müeesir rol oynayan bir kimsedir ve mezkûr hadiseden dolayı idam
sehpasında bu adam dünyadan ayrılırken şunları söyledi, söyledikleri de çıktı
der. Topai Tevfik; İttihatçılara memleketi batırıyorsunuz! Diye bağırmıştı.
Evet.. Memleketi hatırdılar. Bir de; hepinizin sonu benimkine benzeyecek! Diye
avaz avaz haykırmıştı.. Diye nâkilde bulunur.
İttihatçılar; koskoca Osmanlı devletinin hükümeti olduğunu
unuttular veya ne olduklarını bilemediler ve eğer Ruslar ile savaş çıktığı
takdirde, Ermenilerin tarafsız kalmasını temin için Taşnaksutyun komitesi ile
antlaşma imzaladılar. Bu haydut çetesi, çeteden de bir farkı olmayan
İttihatçılardan aldığı destur ile 1914 senesinde, temmuz ayında Erzurum'da
yaptıkları 8. kongresinde katılanlara kabul ve tasdik ettirmişlerdi. Ama
Taşnak-sutyun komitesi mensubu Ermeniler Rus kuvvetlerine bilfiil öncülük
ediverdiler. Ermeni cibilliyetine uzak olmayan kalleş ve döneklik
sergilendiğini gören İttihatçılar, haliyle yapılan antlaşmayı tanımaz oldular.
Yukarıda Topal Tevfik bey'e ait sözler, bir bir çıktı diyor
N.Nazif Tepedelenlioğlu; Talât Paşa (eski sadrıazam), M.Said Halim Paşa (eski
sadrıazam), Cemâl Paşa, üçler komite sinden Dr.Bahaddin Şâkir, Polis müdürü
Azmi bey, hâin ve kalleş Ermeni komitacılarının yaptıkları silahlı
saldırılarda hayatlarını kaybettiler. Ermeniler; Talât Paşa'yı şehid eden So~
ğomon Tayleryan'in cinayet davasında sözde Büyük Ermenistan davası gütmeğe
çalıştılar. Militanlarını kurtarmaya muvaffak oldularsa da, davalarını
Berlin'deki mahkemenin uyanıklığı sayesinde ispata muvaffak olamadıkları gibi,
dünya efkârı umumiyyesi huzurunda sahte belegelerle tarihi tahrif etmeye
çalışırlarken cürm-ü meşhut oldular.
Mıgırdıç Yanıkyan adlı seksen yaşındaki vahşi katilin başlattığı
intikam savaşı ile nice değerli elçi ve diplomatımızın ve aile efradının
hayatına kıydılar. Maalesef dünya bunları görmezlikten geldi. Biz bu günü
ortaya koyduğumuzda, onlar her ülkenin yapmasının isabet olduğu tehciri bir
suç yapmışız gibi önümüze koymaktan haya etmediler.
Ünderholm Ne Diyor?
Elektronik postama sayın M.Arif Demirer adlı bir beyefendi, benim
çok yararlandığım ve sizleri de müstefid kılarsam faydalı olacağına inandığım ve
aşağıda hülasa etmeye çalışacağım malumatı lütfetmişler. Târihi bir vak'a
olduğundan eserimize alıyoruz.
Arif Bey soruyor; "3/ağustos/1914-27/mayis/1915 târihinde
doğu ve güneydoğu da cereyen eden, vak'aları inceleyen İsveçli tarihçi, Jonas
Linderholmu okudunuzmu?"
Nerde! Adını yeni duydum. Linderholm; 27 sahifelik bir makale
yazmış. Bu zat Doğuanadolu ve Azerbaycan'da 1.dünya savaşı esnasında Asûrîler
ve Süryani ler" mevzuunda. Linderholm; İsveçli ve bir lisede târih
öğretmenliği yapmaktaymış. Diyormuş ki: "olaylardan bu tarafa geçen yıl
sayısı çoğaldıkça, ölü sayısında hayli ilâveler yapılmaktadır. Aşağıdaki
olayları dengeli olarak vermek amacıyla yazmış bulunuyorum. Meselâ: bir süryani
protestan olan Süleyman Bostani, 1912'de kısa bir süre Osmanlı devletinin
hariciye vekilliğini yapıyor. 1914'de kabineye Ticaret Bakanı olarak giriyor.
Bu kabinenin sadnazamı daha sonra ermeniler tarafından Roma'da şehid edilecek
olan M.Said Halim Paşadır. Bu Süleyman Bustani ancak" 12/kasım/1914 de
jöntürkle-rin savaşa girme kararı alması üzerine bu kararı protesto için
bakanlıktan çekilir.
Linderholm Stokholme 40 km. mesafede bulunan Soder-tal de
yetmişsekizbin nüfusu olan bir şehir ve bu şehirde yabancı sayısı otuzbindir.
Bunun onbeşbini Süryani olup Midyad kökenlidirler. Linderholm başka bir
malumatı şu sözlerle bize aksettiriyor: "Rus birlikleri ve Ruslar
tarafından eğitime tâbi tutulan ermeni gönüllü güçleri, 1914 sonbaharında
(Diruzhına) Albak ilçesine girdi. Rusların büyük saldırısı Erzurum vilâyetinin
kuzeyinde gerçekleşti. Enver Paşa târihler 27/aralık/ 1914'ü gösterirken
Sankamış'daki Rus mevzîlerine hücuma geçti. Mağlub oldu." ve yine şunları
söylemek-te Lindelholm adlı tarih öğretmeni: "24/ nisan/1915 de
İstanbul'da hükümet 2354 Ermeni ileri gelenini tevkif etdi. Taşnaklar ve diğer
Ermeniler fiilen Rus ordusuna yardım etmeye başlayınca, hükümet Taşnaklarla
yapmış olduğu antlaşmayı bozmaktan başka çâresi yoktu."
Yukarıda nakleylediğimiz ittihatçılar ile taşnaksutyun arasındaki
antlaşmayı ve ademi muvaffakiyeti de böylece doğruluyor Lindelholm'un beyan
ettikleri! Devam edelim Lindel-holm'e;
"25/mayıs/1915 de hükümet; Erzurum, Van ve Bitlis'de-ki
Ermenileri, Haleb, Şehrizur ve Musul'a sevketmeye karar verdi. Çünkü; batı'dan
doğu'ya asker gönderemeyen devlet buraları Rus, ermeni ve onlarla beraber isyan
eden Süryanilere bırakmıştı." Lindelholm, şunları söyleyerek batı adına
namuslu olmayı hatırlatıyor:
"ittihatçıların elindeki hükümet, doğu bölgesindeki askerin
azlığı ve otorite boşluğu karşısında İstanbul'daki erme-nilere dokunmamakla
birlikte, isyan bölgesi ve Osmanlı hu-dudları civarında yaşayanlara tehcir,yâni
ülkenin başka bir bölgesinde iskân kararı alıyor ve de bu bölgelere nâkile başvuruyor.
Ancak bu hâl sürgün olarak telakki edilmemelidir." Demekte Lindelholm. Ve
yine devam etmekte: "2/ocak/ile 24/mayıs/1915 tarihleri arasında dörtbin
kadar Asurî'nin, misyoner merkezlerinde çeşitli hastalıklardan öldükleri hesaplanıyor.
Bu rakkama Rusya'ya kaçarken yolda ölen bin kişiyi daha eklemek mümkün"
Jonas Lindelholm tetkik ettiği başka bir kaynağa bizi götürüyor:
"The Macmillan Dictionary'de yer alan bilgiye göre ermeni olmayan
yüzyirmibin sivil 1914 yılı kasım ve aralık ayında Ermeni çeteler tarafından
Öldürüldü." (Başka bir deyimle tehcir kararından önce ermeni çeteler
yüzyirmibin Türk ve Kürdü öldürmüş oluyorlar. Böylece hükümetin tehcir kararını
alması bu hadise münasebetiyle, her devletin yapması gereken tedbire tevessül
olarak telakki olunmalı.m.h)
1.Cihan Harbi Hakkında Malumat
Bu savaşın dünya'da çok büyük siyasi değişiklikler getirmesinin
görüldüğü gibi, her alanda, araştırma ve geliştirmeler dünyanın bir çok keşif
ve kolaylıklara çok çabuk ulaşmasını sağla di dersek hiçde yalan söylemiş
olmayız. Fakat av-rupa ve asya topraklarında meydana gelen fikri değişim,
müslümanlar arasında ırkî yaklaşımlar ve hilafet otoritesinin sarsılması, savaş
esnasında İttihatçıların, Sultan Reşad'a yaptıkları baskı üzerine cihad-ı
mukaddes ilânını yayımlamasını ve ümmetin bu cihad ilânı ve fetvasına lakayt
kalması bu yüce müesseseninde yıpranmasını sağladı ki manen büyük bir
kayıptır. 1.Cihan savaşındaki görülen savaş aletleri modernizasyonu,daha sonra
husule gelecek savaşın müthiş-ligini işaret etmesine rağmen insanlar bundan
mütenebbih olmamış, 1.savaştan sonra ikinciyide çıkarmışlar ve bunun müsebbi
olanlar en çok şikâyetçi bulunanlar arasında yer almışlardır. İnsan kayıpları
l.harble mukayese edilemeyecek kadar yüksek olduğu gibi, maddi ve
kültürelkayıplar bilhassa insan haysi yeti haylice zedelenmiştir. Birinci
Cihan Harbi, neticesi itibarıyla, Almanya-Avusturya imparatorluklarını, Rus
Çarlığını ve nihayet Âl-Î Osman devletini târih sahnesinden aşağıya yuvar lama
vazifesini görmüştür. İslâm âlemi devlet-i şahanenin sükût bulmasıyla imamesi
kopuk teşbih daneleri gibi dağılmış ve hilafetin ipi, ittihatçıların fonksiyonunu
ifa edemeyeceğini bile bile ısdar eyledikleri cihad fetvasını, yaralamak
suretiyle çekilmiştir. Osmanlı münevverleri ve yeni rejimin entelleri hilafet
Türke yük olmuştu gibi yaveler yumurtlamaktan imtina etmemişlerdir.
Milletimiz halk arasında ifade edilen biz yedi cephede dö-ğüştük
sözleri doğrudur. Hakikatte 1916'dan sonra hudutlarımız dışında üç, ülkemiz
toprakları üzerinde dört cephede çarpıştık.
Fakat; Çanakkale savaşları dünya harp târihinin kaydettiği en
müthiş bir savunma harbidir.
Bunu dost da, düşman da yerinde ifadelerle kabul ve beyan
etmektedirler. İçlerinde siyonizmin temsilcisi olarak, sembolik bir kıta ile
katılan yahudilerin bile yer aldığı düşman İngiliz sömürgelerinden getirilmiş
müslüman askerler ile de takviye edilmişti.
Cephede saldırdığı, düşmanının Delail-i Hayrat okuduğunu duyan
düşman ordusunun müslüman askerleri kahrolmaktaydılar. Bulut içinde atlarıyla
birlikte bilinmezlere gark olan düşman ordusunun Norfolk taburu adı verdikleri
askerlerden hiç bir iz kalmaması, sahib-i hakikat Allah (c.c)'ün Osmanlı İslâm
ordusuna bir yardımı olarak telakki edilmesi hiç de yanlış olmaz.
Osmanlı'nın 34. Padişahı 2. Abdülhamid Hân'ın kurmuş olduğu
mekteplerden mezun olmuş bütün zabitlerimiz, Çanakkale savaşlarında vazifeler
almışlar ve büyük başarılara imza atmışlardır. Düşman bu savaşların sonunda
münhezim olarak boğazdan çekilip gitmiştir. Bu muhteşem olayı en ince
teferruatına kadar, iki eser terennüm etmektedir ki, bunun ilkini Çanakkale
savaşları esnasında Avrupa'da olmasına rağmen, savaşın içindeymişcesine
"Çanakkale Şehidlerine" diye kaleme alıp, ünlü "Safahaf'ında
neşreden Mehmed Akif Bey'dir ki ikincisi de, "Çanakkale Mahşeri"
adını verdiği ve onbeş yıl göznûru döküp, milyonlarca belge ve yazıyı okuyup,
savaş alanını, avucunun içinden daha iyi tanımayı başarmış ikinci bir Mehmed,
Dr.Mehmed Niyazi Özdemir Beyefendinin değerli eserinden okumanızı salık vermeyi
bir hiz-rnet'i diniye ve vataniye olarak telakki ediyorum.
Osmanlı ordusunun savaştığı cephelerin Kafkas Cephesi, Irak
Cephesi, Sina/Filistin Cephesi Bunlardan kafkas cephesi, plânlanan vaziyete
göre, ortaklarının yükünü hafifletmek için, yâni Almanya, Avustırya, Bulgarya
ve İtalya'nın sıkıntılarını azaltmak için Romanya ve Bulgaristan üzerinden
veya-hutda Karadenizden çıkarma yaparak, Kafkasya'da Çar ordusuna, Süveyş
kanalında da majestelerinin İngiltere ordusuna taarruz etmesiydi. Ayrıca
İstanbul boğazı da buna dahil idi. 900 bin kişilik 4 adet Osmanlı ordusunun 1.
Ve 2. Orduları boğazlar bölgesinde, 3.Ordu Kafkas cephesinde, 4.Ordu Filistin
ve Suriye'de, ayrıca da İran ve Afganistanı sürüklemek suretiyle de,
Hindistan'a akın yapmak için Basra'da Irak bölge komutanlığı kurulu vermişti.
3.Osmanlı ordusunun Sarıkamış/Erzurum istikametinde 3.ordumuzun
190 bin kişilik mevcuduyla 6/9kasım günleri 1914'de Köprüköy savaşı vukubuldu.
Peşinden Sarıkamış'da 22/Aralık/1914'de Ruslara taarruz ederken başlarında
Enver Paşa bulunuyordu. 112 bin kişilik bu ordu bilhassa soğuktan mütevellid
donma yüzünden 60 bin kayıbla perişan oldu. Bu askerin kısm-ı azamı kıyafeti
milliyeleriyle bu iklimde kullanılan Arabistan askeri olması bu hava
şartlarının insanı olmadığından bu kullanımı daha sonra ırkçı görüşlere sahip
olanlar bir kasıt olmak üzere vasıflandirmışlardır ve bilhassa şarkiyatçılar
Arablar üzerinde bu vak'ayı Osmanlı aleyhine yorumlama yolunu seçmişlerdir.
Osmanlı düşmanlığını körüklemişlerdir. İleride, 4.Ordu Kumandanı Bahriye eski
nâzın Cemâl Paşa'nın Suriye'deki görevleri esnasında bu ırkî yaklaşımın
doğrulanmasına uygun davranışlarla şöhret bulduğu unutulmamalıdır.
İrak Cephesinde 1914'de Basra körfesi petrol sahasını eie geçirmek
isteyen İngilizlerle karışık Hint tümeni üç aşamalı bir hareketle 15/Ekim'de
Bahreyn, 23/Ekim'de Fav'a asker çıkaran istilacı güçler, 23/Kasım'da Basra'yı
kendilerine ram ettiler. Yerli Arapların %90'ının teşkil ettiği 38.tümen
neferlerinin çoğu firarı tercih ettiğinden ciddi bir karşı koyma gösteremedik.
Böylece İngilizler Ahvaz'ı ele geçirdiler.
Sina/Filistin cephesi veya Kanal harekâtı da dediğimiz bu cephe
için önce Osmanlı genel ka rargâhında, Almanya'nın İstanbul b.elçisi Baron
Valkenhaim, Alman amirali Suşon'un-da katıldığı toplantıda Mısır üzerine bir
hareket uygun bulundu. Bunun maksadı milletler arası bir şirketin idare ettiği
Süveyş Kanalına sahip olmaktı. Bizim 4.Ordu bu işe tahsis olundu. Harekâtın
târihi 1914/Ağustosunda karar altına alındı. Karara göre harekât, Kanalı tam
ortasından geçmek olacak ve en uygun zaman dilimi Aralık ile Ocak ayı olduğundan
ittifak hasıl oldu. Bütün hazırlıkları 20 bin mevcud için yapıldı. Su dahil
bütün ihtiyaçlar gözönüne alınmıştı. Suriye'nin savunmasına ise 45 bin kişilik
bir kuvvet ayrılmıştı. 14/15/Ocak/1915'de yürüyüşe başlandı. Yarbay
rütbesinde-ki Ali Fuad (Cebesoy) bu yürüyüş harekâtını idare ediyordu. As
kuvvetler altı gece yürümek suretiyle kanalın elli kilometre doğusundaki
Harba'ya geldiler. 27/Ocak'da ise Mümtaz Bey ve emrindeki birliklerimiz
Kantara'ya geldiler ve İngliz-lerle savaş başladı. İngilizlerin uçakları bu
arada devreye girdi ve bombardımana başladığı gibi müessir oluyordu.
Arab askerlerinin bir kısmı firara başvurdular. Bu sırada 4.Ordu
kumandanı Cemâl Paşa'da bölgeye gelmiş harbi yakından takibe başlamıştı.
3/Şubat/1915'e gelindiğinde Cemâl Paşa çekilrie emrini verdi başlayış saatini
karanlık basınca diye tâyin eyledi. Çekiliş o kadar sessiz yapılmıştık!,
İnglizler, 4/şubat sabahı karşısında Osmanlı askerini göremeyince şaşkınlıktan
gözlerine inanamadılar. 2.Kafkas cephe cephe harekâtı ise Tifüs hastalığının
Erzurum'da zuhuru ve orduyu sarması hâttâ Hafız İsmail Hakkı Paşa'nın dahi bu
salgın sonunda ölümü vukuubuldu.
Bu arada da Nisan ayında Ermenilerin sabotaj ve silahsız ahaliye
saldırıları başladı. Bu yaygın Ermeni davranışları, bir tehciri gerektirdi ve
bunların Suriye ve Kuzey Irak'a yerleşmelerine gayret edildi. Ruslar Van ve
Malazgirt üzerinden yürürlerken, Ermeniler bu birlikler içinde bir kasap gibi
yer alıyorlar, yaptıkları soykırım ve gösterdikleri vahşet müttefiki oldukları
Moskof'u bile çileden çıkardı. 22/Temmuz/1915'de başlayan Osmanlı kuvvetlerinin
mukabil taarruzu bunlara büyük kayıplar verdirdiğinde Karaköse'nin Kuzeyine
sürüldüler. Van ve Malazgirt bu arada istirdat olundu yâni kurtarıldı.
Irak cephesinde 12/nisan/1915'de Süleyman Askerî Bey ki bu zat,
teşkilât-ı mahsusanın önemi büyük kimselerinden-di. Basra'yı istirdat için
yerli asker ve aşiretlerin verdiği muharipleri toparlayıp Şuaybiye'de
İngilizlerle dövüştü, iyi bir eğitimden geçmemiş derleme birlik dağılı verdi.
Bunun üzerine Kut'ülamare'ye çekilindi. Burayı da ele geçiren General
Tovsehend oradan Bağdat'ı almak iştahıyla sıcak dönemi geçirdikten sonra Eylül
nihayetinde Dicle vadisi civarında Selmanpak'a ve Fırat vadisinde de
Nasırîye'ye sokuldu. Burada yeniden tanzim edilen 45.Osmanlı tümeni,
Seîmanpak'a yetişti pek kanlı bir savaştan sonra 26/Kasım/1915?de İngilizler
çekilmek zorunda kaldı. 8/Aralık/1915'de General Tovhesend Osmanlı
birliklerinin muhasarasına maruz kaldı. Buradaki kuşatma beş ay gibi uzun bir
zaman sürdü ve Tovshend 23/Nisan/1916'da 13 bin savaşçısı ve kendi dahil beş
generalle birlikte teslim oldular.
İngilizlere yardım için görevlendirilen Rus birlikleri ki süvari
tümeniydi bunlar, İran'ın içinden geçip, Bağdat'ın kuzeydoğusundan Hanikin
mevkiine geldiği öğrenildi. Buraya sevk olunan 13.Kolordumuz, önüne kattığı
Rusları İran'ın Hame-dan bölgesine kadar püskürttü. Daha sonra Kazvin'de
İngilizleri iyice ezme plânları yapılırken, gücünü 95 bin kişiye yükselten
İngilizler tabiiki 17 bin mevcudlu Osmanlı birlikleriyle ezilemezdi. Nitekim
Felahiye bırakıldı peşinden de 11/Mart/l917'de bahse konu İngiliz birlikleri
Bağdat'ı işgal ettiler.
Sina/Filistin cephesinde 2.Kanal harekâtı hazırlıkları başlamışken,
Mekke Şerifi Hüseyin isyan etmişti. Bu adamı Ab-dülhamid dâima dersaadetde
tutmuş bölgesine göndermez ve de hiç itimat etmezdi. Avlonyalı Ferİd Paşa,
2.Abdülha-mid'den Şerif Hüseyin'e hiç iltifat edil- mediğinİ dile getirdiğinde
padişah yeteri kadar alakalandığını söyliyerek mevzu-yu kesmişti İttihatçılar
ise baştacı yapıp onu Hicaz'a göndermişlerdi.
Hüseyin'in bu isyanlarını teskinle 4.ordunun bazı birlikleri
vazifelendirilmişti. Hicaz Krallığını ilân eden Hüseyin tabiiki bunu
İngilizlerin himayesine güvendiğinden yapmaktaydı. Bu arada Seyid İdris'de
Asir'de ayaklandı, Yemen ise İmâm Yahya'ya bağh kaldı. Bu arada da 7.kolordu
lojistik bakımdan destek görememekte, Anavatan'dan uzak ve yardım göremez
durumda kalmıştı. Buna rağmen 7,kol-ordu bütün zor şartlara rağmen Medine-i
Münevvereyi, Asİr'in Kuzey bölümünü ve Yemen'i savaşın sonuna kadar
kontrolunda bulundurmaya muvaffak oldu. Teslim ancak 23/Ocak/1919'da yapılan
Mondros mütarekesi sonunda oldu. Hemen belirte-limki, 1917/Şubat ayında Hicaz
seferi komutanlığına M.Kemâl Paşa'nın atanmak üzere geldiğini görüyoruz. Paşa,
vaziyete bakıp, buranın savunulmaya değil, boşlatılmaya ihtiyacı olduğunu
ileri sürdüğü görüldü. Enver Paşa tarafından da kabul edilen bu fikir, mânevi
bakımdan uygun olmadığından tatbik edilmedi. Fahreddin Paşa'nın İki Cihan
Serverinin huzurunda, "Seni bırakamam Ya Resulellah" feryadı buna yeterde
artar bile. Ancak Mustafa Kemâl Paşa'da bu göreve tâyin olunmadı
1.Dünya savaşının sonunda 1908'de ilân edilen meşrutiyetten sonra
Osmanlı devleti büyük bir çalkantıya girdi. Sultan Hamid'i tahtdan
uzaklaştırdıkları, 27/Nisan/1909'dan sonra bu çalkantılar bir felâkete dönüştü.
İki balkan harbi eski payitaht Edirne'nin düşman eline geçişi, yapılan Bulgar
mezalimi, sonunda cihan harbi geldi çattı.
Enver Paşa'nın uyguladığı ordu içi tensikat ve tekaüdliğe dâir
icraatlar yapmak suretiyle gençleşmiş bir zabıtan kadrosu kurdu bununla
girilen cihan savaşı, Ruslar ve Yunanlılar hâriç elli yıldır savaşmamış
dolaysıyla yıpranmamış avrupa devletleriyle yapılmaktaydı. Bizim 12 bin
kilometre uzunluğu olan hudut boyumuzda, Rus, İngiliz, İtalyan, Bulgar ve Yunanlıların
doğrudan doğruya, diğer düşman devletlerin de dolaylı saldırılarına hedef olmaktaydık.
Bu çok geniş alanın haylice fazla bölümü ne tren nede modern yollara mâlik olmayıp,
bîr çok yerinde nakliye deve ve eşeklerle yapılı yordu. İklim ise hayli
değişik, ülkenin bir tarafında sıcaklar hüküm sürerken, diğer tarafında asker
melbusat yetersizliğinden ve havanın soğukluğundan donarak şehadet şerbetini
içiyordu.
Azınlık ve ırkî ayrılıkları 19.asırdan sonra daha te'sirli olarak
yaşamak mecburiyetinde kalan Osmanlılar, bağımsızlık arzularını yeşerten bu tuzağa
düşmüşler* Kürtlerde dâhil bağımsızlık derdine düşmüşler bunda başarının
Osmanlı ordularının mağlubiyetine bağlı olduğunu temenniye kadar gidenler
olmuştu. Hâttâ İngilizlerin, desteği ile Molla Mahmud Barzenci, Süleymaniye'de
bir Kürt devleti husule getirmişti. Arnavutlar'da bunlardan geri kalmamıştı.
Ermeniler ve Rum Pontus devleti çalışmaları yapılmakta idi. Osmanlı ordusu yedi
düvele sekiz cephede verdiği mücadeleyle dünya savaş târihinde bir ilke imza
atmıştır. Bunlar Kafkasya, İran, Irak, Sina, Suriye. Çanakkale ve aynı günlerde
Galiçya ve Romanya'da olmasıdır.
Şimdi "bu savaş İle alakalı olarak aşağıdaki bilgi ve dokümanları
tetkikinize sunuyoruz. Bu beyanın Sultan Hamid'İn şifre kâtibi olan Mehmed
Selahaddin Bey'in mütalasi olduğunu da zikretmiş olalım.
Almanlar Galip Gelselerdi
Almanya ile ortak olarak girdiğimiz savaşda maazallah bunlar galip
gelseydi, ülke bunların esiri durumuna düşüp, hududlarımıza bir zarar
gelmeyecek olsa bile vatanın evladından bir haylisinin kaybolduğu gerçekleşecekti.
Ayrıca da milyonlarca lira borca gireceğimiz kesindi. Bizim görüşümüz ise,
İngiltere devletinden bizim istiklâl~i tâmmemizi ve mülkümüzün bütünlüğünü
temin edecek vesikayı istihsal edip, savaşda bitaraf kalmayı tercihdi. Ancak
çok mecbur kalındığında ise İngiltere ve müttefikleri yanında harbe iştirak
etmek doğru olurdu. Bu düşünceye kasten hiç yanaşmayan ittihatçılar bu yüzden
de asla yakalarını bu fecî me'suliyetten sıyıramazlar. Turan sevdasının ham mey
vesiyle milleti iğfal eden bu caniler bölüğü, "Dimyata pirince giderken
evdeki bulgurdan olduk" darb-ı meseli gereği vatanımızın kısm-ıâ-zamını
kayıp ettirmişlerdir.
Böylece de muazzam ve muhteşem Osmanlı Devletinin parça parça
olmasına sebebiyet vermişlerdir.
Biz; ülkemizde çok konuşulan Arab ihaneti üzerine, yukarıda
geçmiş bölümlerde temas etmişizdir. Şimdi, Cemâl Paşanın bu hususdaki
davranışlarını ortaya koymaya çalışan ve bunu efkâr-ı umümiyeye tamim eden
Şerif Hüseyin'in bu tamimini hâvi beyannamede yukarıda adı geçen zâtın
"Bildiklerim" adlı eserinden Osmanlicadan sadeleştirilerek ve
lâ-tinize edilerek alınmıştır.
Hicaz Meselesi - Şerif Hüseyin
Mekke-i Mükerreme Şerifi devletlü, siyadetlü Şerif Hüseyin Paşa
hz.Ieri ittihatçı reis erinin bilinen zulümlerinden bizar olan Hicaz ahalisini
kurtarmak için kıyam edip, bütün İslâm âlemine hitaben aşağıda tercümesini
vereceğimiz iki arabça kıta ile Hicaz'ın istiklâlini ilân edip kendini Hicaz
Meliki unvanı altında tanıttıktan sonra bu ittihat ve terakki cemiyeti yüzünden
devlet-i Osmaniye'den ayrılmıştır.
"Mekke-i Mükererrie Emirî devletlü siyadetlü Şerif Hüseyin
Paşa hazretleri Tarafından Neşrolunan Arabca birinci beyannamenin suret-i
tercümesidir"
Bismillahirrahmanirrahim
İhvanı müslimiyne umumî beyannamemizdir: ''Rabbena iftah beynena
oe beyn kavmina bilhak ve ente hayr elfâtl-hin"
Târihe vakıf olanlarca malumdur ki; istâm camiasının tev-hid ve
takuiyesi maksadıyla islami emir ve hükümlerden olarak deolet-i âliye-i Osmaniyeye
ilk önce tâbi olmayı kabul edenler Mekke-i Müfcerreme emirleridir.
Selatini alî Osman padişahlarının (Kitabullah) ve (sürtnet-i
Resulellahı) icra ue tenfiz ahkâmı hususundaki temes-sükleri ve bu hususda
ifna-i vücud etmeleri (kendilerini helak edercesine gayretleri) dolayısıyla
geçmişdeki emirler tabi olmağa devam ettiler. Hâttâ 1327/1909 senesinde bizzat
arablaraan teşkil olunmuş bir kuvvetle arab üzerine hareket ederek devlet-l
âliyenin şeref ve haysiyetini muhafaza için ibahenin muhasara etmesinden
kurtarmaya çalıştım.
Ertesi sene aynı maksadla oğullarımın birisinin kumandası altında
olarak o hareketi yapan* ve herkesçe bilinen ue görülen yüce yoldan ayrılmadım.
İttihad ve terakki cemiyetinin zuhuru ile umûmu devlete el koyması ve kötü
idaresi sebebiyle içde ve dış da, karışıklıkların çıkışına yine herkesin
bildiği gibi birçok savaşa sebeb olduğundan devletin büyüklük ve şerefini
haleldar etmiş hele şu son savaşa lüzum yokken girmesi de devleti toprağa
görmekten başka bir şey olmayıp, izaha dahi lüzum yoktur. Bu yapılanların ne
gibi de-nî bir maksadla yapıldığını izaha, hisslyat-ı hâsenemiz mâni olduğu
gibi umumî ehl-i islâmın, islâm devleti hakkında fütur getirip yeis ve kedere
düşmüş olduğunu görmek isteme-diğimizdendir.
Bekaİ memalik de kalan müslüman ahali ve garyi müs-limlerin bir
kısmını asmak su etiyle idam diğer kısmını vatanlarından nefyedip, Osmanlı ile
alakalı rabıtayı kaldırıp herkesi canından ve malından mahrum bırakmışlardır.
Arazi-i mukaddese ahalisinin bu son savaş sebebiyle; içinde
bulundukları sıkıntı o dereceyi bulmuştur ki; mutavasıtı hâl (orta halli) olan
bir insan evinin kapı ve pencerelerini bütün eşyasını sattıktan sonra taam
tahtalarını (yemek sofralarını) dahi satmağa mecbur olmuşlardır.
İttihatçılar bu kadarını da yeterli görmiyerek saltanat-ı se-niyei
Osmaniye ile bütün müslümanlar arasında rabıta sebebinin yegânesi olan
"Kitabullah" ve "Sünnet-i Seniyye"yİ ihlâle tasaddi
(teşebbüs) edip İstanbul'da sadnazam ve şeyhülislâm ve ulema ve vezirler ile
ayan gözleri önünde intişar eden "İctihad Gazete"si Siyer-i
Nebevî'yeyi şen'î tâbirlerle tahkirden çekinmediği gibi itirazlara
uğramadığından cüret alarak Nusüs-u Kur'ânî yeyi kaldırmaktan çekinmemiş
"el-zikr misi haz Ula nasibiyn" âyeti kerimesini istihfaf (alay) ederek
tesavi-i mirası (mirasda eşitliği) terviç eylemiştir.
Bunlara zamlmeten islâmın beş rüknünden büyük bir rüknünü yıkmaya
kalkışmışlardır ki: güya Rus ordusu karşısında harb eden askere benzetilmek
üzere Mekkei Mükerre-me de ve Medine-i Münevvere de ve Şam da bulunan islâm
askerinin Ramazanda oruç tutmamaları lüzumunu delillerle bu babdaki
"femenkâne minküm mariyzan ev âla sefer" âyet-l celilei sahhasını
tahrifden ve buna benzer bir çok esa-sat-ı islâmiyeyi yıkmak ve münkeratı
seçmekden çekinmemişlerdir.
Şevketli Sultan-ı muazzam hz.lerinin bütün hukukunu gasb ile
mabeyni hümayunlarına (sarayına) bir başkâtip ve bir başmabeynci seçmekden
menettikleri gibi ammei müslimiynin işlerine bakmak hakkından mahrumiyetle
hiafetten ıskat etmişlerdir ki bütün müslümanlar bu şen'i yelten uzakdırlar.
Bu seran, gayri meşru işler karşısında hüsn-ü teuilleriyle
cahillikleri tahmin olunamaz. Âlemî islâm İçine tefrika ue ihtilaf tohumları
eklemek maksadıyla yapılıyordu.
Osmanlı devletinin işlerinin idaresi Enver Paşa, Cemâl Paşa ve
Talat bey (Paşa)'in ellerine geçtiği sırrı meydana çıktığında her şey artık
onların tasvibine bağlı olduğu görülmüştür. İstediklerini yaparlar,
dilediklerini işlerlerdi.
Buna en basit delil, Mekke şer'ı mahkemesi kadı'sına gelen bir
emir de, kadı huzurunda şehadetleri isimleri hakimde yazılmayan
tezklyenâmelerin kabul edilmemesini istemekte-dirki: Sure-i Bakarada apaçık
"tezkiyei beyn el müslimiyn" keen lemyekün sayılmıştır.
Bunlar bir tarafa arabların fazıl ve islâm büyüklerinden:
"Emir Ömer el Cezain, Emir Arif el Şihabi, Şefik bin el Müeyyed, Şükrü bin
el Aslı, Abdülvahhab ve Tevfik bin el Bisat, Abdülhamid el Zöhravî, Abdülgâni
el Arüsî" gibi zevatı bir anda asarak idam etmeleri en katı kalbe sahip
olein kimselerce bite yapılması zor görülen bu işi yapmada bir nev'i özür
bulsak bile her türlü cinayetden ari ve beri olan umum aile efradının kadın ve
erkeğinden en küçük çocuklarına varıncaya kadar; vatanlarından, sürgüne
gönderilmek sureüyle musibetleri üstüne daha büyük bir musibet ilâve olunmasına
ne mâna verilir?
Aile reislerinin her ne ile olursa olsun idam edilmeleri cezası
tahribine kâfiyken ikinci defa cezalandırılmalarında mâna bulunmadığı pek
aşikârdır "ve lâ tezirue ezret ve zer ahra" âyeti celîtesi kafi bir
delildir. Hadi bu ikinci cinayetide bir mazeret-i siyasiyeye atfedelim.
Reislerini kaybeden ailelerin mal ve mülkünden yapılan müsadereye ne demek
icâb eder? Bu efâl ve harekâtta tahammül etsek bile meşhur rnü-cahid "Emîr
Abdülkadir elCezairî"nin kabrine yapılan hakaret ve pislemeler ne mâna
bulunabilir?
İttihatçıların ef'al ve harekâtından bazılarını zikrederek İnsanlık
dünyası ve bütün ehl-i imân bu hususdaki hükmü versinler Bunların islâmiyet hakkındaki
itikadının ne mertebede olduğunu anlamak için de Mekke ehlinin istiklâl talebimle
ayaklandığı sırada askerlerinin Kale-i Ecyad'dan, müs-lümanlann kıblesi ve
kâbe-i muvahhidin olan Beytullaha attıkları toplardan çıkan İki mermiden
birisini Hacerülesved'in bir buçuk arşın (90 cm) üstüne diğeriyse üç buçuk
arşın (ikibuçuk metre) uzağına tesadüf ettirmişlerdir. SetreA şerife (Kabe
örtüsü) ateş aldığından bütün halk, Kâbe-i Muazza-manın kapısını açarak ve
üstüne çıkarak yangını söndürmeğe mecbur olmuşlardır.
Bununla iktifa etmeyip devamlı Makam-ı İbrahim ue Mes-cid-i Şerifi
hedeflemekten çekinmemişler ve günde üç-dört kişinin katline sebeb
olduklarından günlerce bütün halk mescide yanaşamamıştardır. Mescid ve Kâbenin
hürmet ue tazimine mukabil, istihfaf ve izdirae (hakir görme) ile mukabele
eden bu makule adamların neye müstahak olduklarını Şark ve Garb müslümanlarmın
hükmüne bırakırız.
Evet! Bu izdim (hakaret) ue istihfaf (alay etmenin) hükmünü islâm
âlemine bırakıyoruz. Lâkin d'ın-i is lamın ve komitemizin kiyâni (merkez)'ni
ittihatçıların eğlencesi olarak bırakamayız. Cenab-ı Hakk kuvvetimize intibah
ue yakaza (uyanıklık) ihsan buyurup, kendi mesaisiyle istiklalini temin edip,
musallat olan ittihad-ı memurin e kuuvasından memleketi tathir (temizleme)
ettikten sonra hiç bir kuuoei hâriciyenin te'sirine istinad etmiyerek,
istiklâl-i tamme ue mutlak Ue müstakil olmuşlardır.
İttihad ue terakki mütegallibelerinin çevri ile feryadlar içinde
kalan memalikden ayrılarak nusrat-t din-i islâmı ue ilâe kelimetullah hedefi
dahilinde ileri doğru harekete başlamıştır. Şeri'at-i islâmiyeye mülayim ve
muvafık hertürtü fen ve ilmi almaya medeniyet yolunda ilerlemeye azmücezm eylemiştir.
Ümmid ue rica ederizki bütün âlemi islâm kardeşlerimiz edayı vâcib
için vâki olan şu hareketimizi teeyyüd-ü uhuvvetle takviyyet buyurarak bize
müşariket ederler ue vâcib gördüğümüz bu hâlin edasına yardım ederler.
Ellerimizi Cenab-ı Rabbel âlâya kaldırarak teufik ve hlda-yetiyle
bütün islâmlar için hayırlı olmamızı "Rasul mâlik el-üehhab"
hürmetine istirham ederiz, (oe hüoe hasbina oe ni-am elnasîr) Emir ve Şerif
Mekkei Mükereme
Hüseyin bin Ali fi:25/şaban/1334-(28/haziran/1916)
Şerif Hüseyin'in 2. Beyannamesi BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM fane
tevleüa eşhedva ba na muslemun"
Birinci beyannamemizde izah edilen sebeblere binaen kıyam eden
Hicazlıların amal ve efkârımızda bazdarca tered-düd hasıl etmesi ihtimalini def
içinefazıtı ilmî ue bilhassa müslümana karşı bu ikinci beyannameyi dahi neşre
ve ilâna lüzum görerek daha vazıh daha sarih daha karib elahd me-vad ve delail
iradıyla maksadımızı tamamen teşrih ediyoruz.
Şöyleki ehl-i İslâmm bilcümle akıllısı ve gerek Osmanlı te-basmm
ashabı basireti ve gerek umumi aktar-ı âlemin er-bab-ı fetaneti devlet-i
Osmaniyenin; harb-i umumi düvele dâhil olduğuna esbabı âtiyeden dolayı razı
değillerdir.
Birincisi" dâhili sebeblerdir. O da devlet-i Osmaniyenin
Trablusgarb ve Balkan savaşlarından pek yakında çıktıklarından askeri kuvvet
ve mâli hasarın çok olması, merkezi istinadı olan millet bir hayli
zayıflamıştır. Esasen Osmanlı milletinin ferdleri askerlikden memleketlerine
döndükte ehli ayal için çalışmağa başlar başlamaz alelacele tekrar hizmet-i
askeriyeye istenilmesi bu millet için daimi bir felâket ola gelmiştir.
Bilhassa harb-i umumî hazıra, diğer harblere kıyas edilemez korkunç bir şey
olduğundan zayıf bir millet üzerine tahmil edilen masarif böyle korkunç bir
harbe millet-i Osma-niyeyi sevketmek akıl kârı değil idi. İşte devlet-İ
Osmaniyenin bu harbe girişine akıllı müslümanlann razı olmamalarının bir mühim
sebebi bu idi.
İkinci sebeb hârici olup, ittihatçı hükümetin savaşan iki saf
halindeki devletlerden seçmiş olduğu tarafa aitdir. Devlet-i Osmaniye bir
devlet-i islâmiye olup dünya haritasında işgal ettiği yer, geniş ve sahilleri
çok olduğu için eskidenberi "Ai-Î Osman selâtin-i azam"m meslekleri
icâbı tabasının büyük kısmı müslüm-an ve denizlerde hâkim olan devletlere meyi!
etmesi siyasetine daha uygundu.
Hükümet-i ittihadiye ise bu eski siyaseti terk ile ahalisine
nisbetle memleketi dar olan ve bu yüzden hayal ve taamı geniş olan tarafla
beraber harbe girince basiret sahibi müslü-maniar beklemekde olan kötü neticeyi
görerek ittihatçıların bu hareketini uğursuz gördüler.
Hatta harp hakkındaki fikrim telgrafla sorulunca, tarafımdan ber
veçhi meşruh muktezası yapılmıştırki cevaben çekiten telgrafda devlete karşı
taşıdığım hulusu niyet ve sadaka-tıma ve nâmus-u islâmın korunması fikrime bir
delildir
İşte bizim vaktiyle dediğimiz gibi korktuklarımız zuhura
başlamıştır. Bugün devleti âliyei Osmaniyenin Avrupadaki surları takriben
İstanbul surlarıdır.
Rus ordularının talii Sivas oe Musul vilâyetlerinde ahali-i
Osmaniyeyi çiğnemeye başlamıştır.
İngilizler dahi; Bağdat ve Basra vilayetlerinin bir kısmını işgal ettiği
gibi Badiyet elAriş'de binlerce Osmanlı esirini önünde sürüp götürüyor. Şüphe
yoktur ki; bu ahvali düşünmek, devam etmekde olan harbin neticesini kestirmeye
çalışanlar zihinlerini yormaksızın şu neticeye vâsıl olurlarki bizim için iki
şıkdan birisini seçmekliğimiz zaruridir.
Ya harita-i âlemden silinip mahvolmak yahud bu mahvo-luşdan
kurtulmak çâresini bulmak. Bu babda teemmül ve lâzım gelen cevabı verme
hususunu bütün âleme terk ederiz ve deriz ki mehalik (tehlike) memâliki
(ülkeyi) kuşatmadan önce yaptığımız kıyam uygun ve kıyamımızın meşru ve uâ-cib
olduğu her yönden iddia olunabilir."
Şerif Hüseyin'in bu iki beyannamesinde var olan bazı hakikatler
onun ihanetini ortadan kaldırmaz,zâten son nefesini verdiği Kıbns'da Ölüm
döşeğindeyken bu ihanetini muterif olduğu yâni itiraf edip, Mevlâ'mıza iltica
ettiği hatıratlarda da yer almaktadır.
Şimdi de, Şerif Hüseyin'in beyannamelerinin hemen altına aşağıdaki
bir redif binbaşısının kaleme alıp, risale hâlinde yayımlandığı, "Beka-ı
Osmaniye" adlı düşünce mahsulü risalesini, Osmanlıca'dan lâtinize edip,
tetkikinize arz ediyoruz hemence de şunu ilâve edelimki, Beka-ı Osmaniye
terkibinin mânasının Osmanlı devletinin devamı, yâni yaşamasına çâre arama
fikir jimnastiği olarak bakmanızı hatırlatırım. Şerif Hüseyin, yanlış işe
ihanetle mukabele ederken, bir redif zabitimiz nasıl geleceği sağlam zemine
oturtma yollarını araştırıyor, dikkatle okuyalım.
Beka-İ Osmanjyye Mütalaası
Binbaşı Mehmed Şefik Efendinin risâlesindeAnadolu kıtasının
(topraklarının) Bahr-i Siyah (Karadeniz) cihetinden, Rusya'nın Bahr-i Siyah
donanması tefevvukunu (üstünlüğünü) muhafaza etdikçe vaziyet-i elîmesi
aşikârdır. Şimal-i şark (kuzey doğu) istikamet-i berriyesinden (karayolu) dahi
Rusya'nın pây-i taarruzuna (saldırgan adımlarına) karşı müstesna bir haileye
(engele) hâiz değildir. Anadolu ve Suriye kıtalarının bahr-i sefid (Akdeniz)
sahili dahi hasmın fâik-i kuv-vay-ı bahriyyesi ianesiyle (düşmanın kuvvetli
deniz kuvveti yardımıyla) harekât-ı taarruziyyesine (saldın hamlesine) mü-said
bir haldedir. Velhasıl vaziyet-i coğrafiyei Osmaniyye, müstesna bir vaziyet-i
müfide-i sevku'lceyşiyyeyi hâiz (Osmanlı devletinin buradaki durumu pek ayrı
ve faydası çok bir idareye sahip) olmadığından, Osmanlı devletinin bu noktai
nazardan tabii bir istinatgahı yâni dayanağı dahi yok demektir.
Hele dimağ-ı devlet ve memleket olan payitaht (İstanbul) gerçi
Avrupay-i Osmani ve Asya-i Osmaniye'nin ve İki büyük denizin mahalli
telafiyesinde (arasında) bulunmak münasebetiyle ehemmiyet-i siyasiyye ve
askeriyyesi ve fevaid-i lâtahsası (faydalı olmayan toprağı) gayri münkirsede
(inkâr edilemezsede) berren ve bahren (kara ve deniz) kavi (kuvvetli) bir
hasmın taarruz-u ciddiyesine mukavemet etse bile rnevkıen hâl-i muhasarada
kalmağa salih (uygun) bir zemin ve zamandadır. Öyle bir harp zamanında dimağ-ı
devlet demek olan payitaht, vatanın akasam-ı sâiresine İcra-yı hükm ve nüfuz
edemeyecek, beden-i vatan sekte-i dimağa uğramış bir malûl vücuda
benzeyecekdir.
Hele esliha (silahlar) ve cephane fabrika ve depolarının şu şekl-i
vaziyete mâlik olan İstanbul'da bulunuşu öyle bir zaman için ne derece bâis-i
felâket olacağı müstağnı-i beyandır. Bir hükümet (devlet) dâima ahval-i
fevkalâdeyi nazar-ı dikkate almalıdır. Mürur (geçen) zaman ile ahval-i akvam
(kavimlerin durumu) ve memalik-i tebeddulat-ı siyasiyye (ülkede ki siyasi
değişiklik) ve iktisadiyye'ye uğradıkça, dü-vel-i mütemeddinenin (medeni
devletlerin) tedabir-i siyasiyye ve harbiyesi dahi tahavvüle (değişime)
uğramak mecburiyetindedir.
Hiç olmazsa Karadeniz ciheti, taht-ı emniyet-i bahriyyede
bulunmadıkça netice olarak maalesef denilir ki; Muhtasaran beyan olunduğu
üzere, hükümet-i Osmaniye yâni Osmanlı devleti ne millet ve ne de vaziyet-i
coğrafiye itibarıyla emîn bir istinadgâha mâlik değildir.
Osmanlı Devleti Avrupa Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi
Varlığını Sağlayabilirmi.
Memâlik-i Osmaniyye son asırda avrupa büyük devletlerinin rekabet
sahası ve tecavüz hedefi olmuştur. Bu yüzden Osmanlı devleti adı büyük devlet
diye geçenler arasında bir denge kurmak suretiyle hukukunu ve varlığını
sürdürebilmesi zor ve hâlen uzak sayılır. Avrupanın büyük devletlerinin
zamanımızda antlaşma ve ittifaklara bağlılığı, denilebilir ki şark'daki. niyeti
siyasi ve iktisadi menfaat rekabetine dayalı vede matuftur. Şu yaşanan hâl ile
nasıl mümkün olur ki şark'da rekabet ve hırslarla dolu ecnebi siyasete henüz
bağlı olmaktan kurtulamamış bizim gibi bir devlet, bir memleket-i heyet-i
mütte-fika ve mutelife-i düveliyeden yâni bunlardan birisine dayanarak ve
iltihak etmek istidadını yapabilecek olsun.
İngilizlerin; Mısır'da ve Arab Yarımadasında şark, garp ve cenup
yâni doğusunda, batısında ve güneyinde takip etdiği istilacı siyaseti, Fransızların
Cezayir, Tunus hâttâ Trablusgarb ve Suriye'deki mevkıilere dâir siyasi
niyetleri, İtalyanların ise; Osmanlı'nın Afrika sahillerinde olan gözü
Trablusgarb ile garbdaki Arnavutluk civarındaki istilaya dönük siyasi faaliyetleri
buna inzimamen Rusyanın, Osmanlı devleti hakkındaki değişmez ve kadîm
düşüncesi olan imha plânları ile olan hülyaları, saydığımız avrupanın dört iri
ülkesinin, Osmanlı vatanını bölüşmeğe dönük ihtirasları yakın zamanda bunlara
yaklaşmak değil hasım olarak saymak durumuna getirmiştir.
Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince
Bu iki devletin yaptığı beyanlar avrupanın büyük devletlerine
karşı olan vaziyet-i siyasiyye ve iktisadiyyeleri bu iki devleti Osmanlı
Devletine yakınlaşmaya itmiştir. Ezcümle; bu iki devlet Almanya ve Avusturya,
gerek şimdi, gerekse istikbalde karşısındaki devletler olarak gördüklerini,
Osmanlı devleti de aynen karşısında gördüğünden bunların yakınlaşmaları uygun
olup, siyasi sahada kuvvet kudretlerini isbat-ı vücud etmeleri, Avus- turya ve
Almanya'ninda siyasi menfaatlerine uygun geleceği tabiidir.
Ancak bunlarla yapılması tasavvur olunan antlaşma tabii
görülüyorsa da, Osmanlı devletinin muhtaç olduğu kuvvet ve kudret-i
askeriyyesini ve idarei dahiiiyei intizamiyesini düzeltememesi ve avruparun
dört büyük devletinin bunu önlemesi, öte tarafdan ecnebi devletlerin siyasi
arzularının ihtiraslısına maruz kalması, Almanya ve Avusturya devletlerine
ittifak teklifi yapılmasına hükümetin müsaid bir zemin zaman içinde olmadığını
getiriyor.
Eğer özetlersek deniliyor ki; Osmanlı Devletinin bu gibi ittifaka
tâlib olması demek, Almanya ve Avusturya'nın himayesini istemek mânasına
gelir. Bunun böyle anlaşılacağı tabii ve muhakkak bulunduğundan, şu hâl
ihtiraslarıyla düşmanımız olan devletlerin hakkımızda şiddetlerini
çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu bakımdan hükümet böyle bir işe teşebbüs
etmeyeceği gibi Almanya ve Avusturya'nın dahi velev büyük bir menfaat
mukabilinde olsun büyük devletlerin üstünlüğüne karşı açıkça hâmilik yâni
koruyucu şekli ne varacağı bu gibi ittifakı kabul etmez. Zira bizim için,
kendilerini tehlikeye sokmaktan başka bir netice veremez. Görülen vaziyete
göre Osmanlı devleti devletlerin ittifakına dahil olmak suretiyle de hukuk ve
hayat-ı siyasiyesini muhafazaya imkân göre miyor.
Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı?
Aşağıdaki beyanlarımızda sebeblerini arzettiğimiz ve tevessül
etmemiz gereken tedbirleri söyleyelim:
1) Cezire't ül Arabın yâni
Arabyarımadasmin Osmanlı Devletine dolayısıyla müslüman kavimlerin selâmeti ne
dayanak olacak sağlam bir şekle taşınması
2) Hanedan-ı Âlî Osman'ın
erkeklerinin şerefli ve saadâtın muteber hanımlanyla evlenerek sülâlei Cenabı
Nebevî'ye akrabalık tesisi yapılması.
3) İstanbul Osmanlı başşehri olarak kalmakla beraber, hilafet
payitahtı nâmıyla savaşın idaresi ve islâmî siyasetin noktai nazarından lâzım
gelen vasıfları hâiz bir mevkiin ikinci bir başkent olarak seçilmesi. Bu
maddelerin izahını aşağıya alalım:
Esbâb-I Mücıbeler
1) Arapyarım Adası Osmanlı devleti için istinadgâh olarak
seçilebilecek bir unsur olmakla beraber coğrafi vaziyeti dahi müstesna bir
vaziyeti pek makbul bir İdareye hâizdir. Yanmada on ilâ onbeş milyon aynı
ırkdan müslüman insana sahibdir. Bu millet zekî, cengâver ve cevval ve de
müstaid bir milletdir. Bu nüfus askerlik menbaı olarak kuvvetli bir as-keriyye
teşkil eder. Kötülük getirmesi muhtemel başka bir kavim ile karışık
değildirler. Yanmada insanını fâidesiz ve belki Osmanlı devletine ve milleti
islâmiye'ye bugün muzır bir unsur hâlinde tutan sebeb evvelâ idrâk seviyeleri
ikinci olarak sosyal durumlarıdır. Bu taraflarının ıslahı hâlinde o necib
millet hakikaten islâm âleminin medar-ı istinadı olacak bir hâl-i heybet-i
kıymete vasıl olur.
Arap Yarımadasının coğrafi mevkii târihi bakımdan da müsbet olup
kara yolu, taarruz hareketi yapılmasına uygun olmayan bir çöl ile çevrili
olduğu gibi cihet-i sâireside denize ve sahillere uzaklığı, su ve havası
ecnebilerin tasallutuna müsaid değildir. Târih bize isbat ederki, Yarımadayı
hiçbir cihangir devlet istilâ edememiştir ve ayak atanlar ise Ceziret ül
Arab'da barınamamışİardır. Yine târih isbat eder ki Arablar şerefi islâmla
irşad olunduktan sonra Arab Yarımadasının Roma ve İran gibi iki muazzam
cihangir devleti perişan ederek, Çin hududundan, Fransa hududuna kadar
cihangir bir devlet kurmuşlardır. Her zaman için bu yaradılışdan beri
taşıdikları istidatı ispat etmişlerdir. Bilenlerce takdir edileceği üzere
müstesna bir harb vasfına sahip olduğu gibi kırk sene-denberi pek mühim bir
vaziyet hâkimiyeyi de kazanmıştır. Arab yarımadası Süveyş Kanalının açılışından
beri avrupanın müstemleke ve iktisadi yolu olduğu aşikâr bulunan Süveyş, Kızıl
Deniz, Babulmendep deniz yoluna uzaklığına hâkim bir vaziyet-i mühimme-i mümtâzade
bulunmaktadır. İşte bu yarımadanın Osmanlı devletine istinadgâh olarak
seçiimesine uygun ve matlub hâle getirilmesi yolundaki arzunun ve temininin
hikmeti budur. Böyle görünüşte kuvvetli bir kuruluş sağlanırsa yalnız devlet-i
Osmaniye'nin değil bütün islâm dünyasının hayat ve selâmet-i müstakbelesi
teminat altına alınabilir.
Yukarıdaki satırlarda beyan olunan Esbâb-i Mucibe ara başlığıyla
1. sebebi yazmıştık.
2.ye gelince; Sâadat ailesinin hanımlarıyla izdivaç yapılmasından
maksat: Osmanlı hânedan'ının, kudsî bir hanedan olan Nebîzişan Efendimizin
hanedanıyla akrabalık tesis ederek, istikbalde Halife olacak Osmanlı
padişahları, anne tarafından bu süîâlei tâhire-i Nebevî'yeye, baba tarafından
da hânedan-ı Osmaniye'ye intisaplarını temine dönüktür Bundan da maksat, Arap
Yarımadasının insanları olan Arap kardeşlerimiz arasında hilâfet-i Arâbiye
gibi gerek kendileri için gerek bütün âlem-i İslâm için pek büyük bir felâketi
ve izmihlali intaç edecek bir mesele-i mühlikenin (tehlikeli meselelerin) zuhuruna
meydan vermemek ve millet-i İslâmiy-ye'nin pek mühim birer rüknü, pek mühim bir
muhteremi muazzam-ı biraderi olan Arap ile Türk'ün birleşmeyi kuvvetlendirmek,
uhuvveti (kardeşliği) ve bu suretle bütün âlem-î İslâm'ın yaşadığı zillet
ve'hâli hazırdaki esaretten kurtulmayı temin içindir. 3.ye gelince; İstanbul'
dan başka ikinci bir payitahtın kurulmasından maksat budurki: Yukarıda Osmanlı
ülkesinin vaziyet-i coğrafyası hakkında beyan ve izah olunduğu üzere Dersaadet,
Avrupa kavimlerinin deniz ve kara yoluyla üzerinde kuvvet toplayabileceğini
gördüğümüz ve Osmanlı hududunda son zamanlarda meydana gelen değişiklikler
savaş noktai nazarından başşehir olarak seçilmesine uygun bir mevkii sayılamaz.
Bununla beraber üzerinde taşıdığı vasıflarıyla rnülkiyevi
meziyetleri, bazı ehemmiyyetli siyasi düşüncelerden dolayı da başşehir olarak
kullanmaktan vazgeçilemez. İstanbul; gerek kara gerekse deniz gücü bakımından
üstün olan bir düşmanın dâima tehdidine maruzdur. İstanbul; düşman bir devletin
ordu ve donanması için hemen hedef alınması ve buna müsait bir mevkidedir.
İslâm siyaseti açısından da İstanbul, gerek hilâfet merkezi gerekse Saltanat
merkezi olmaya uygun bir yer değildir. Savaşın olacağı göz önüne alınırsa, İstanbul'un
devletin beyni olarak bulundurulması bu devletin faaliyetine mahsus 2. bir
payitah tın tesisi (münasip bir zamanda) lâzımdır.
Kurulacak bu 2. başşehrin yeri en önce her bir ihtimâle karşı
savaş tehlikesine maruz kalmayacak bir bölge içinde bulunmalı. 2.olarakda,
dayanılacak yerin seçilmesi düşünülen ve temenni edilen, Ceziret'ül Arap'ın
siyasî ve idâri rabıtasının Makam-ı Hilâfet-i üzmâya takviye teminine yâni İslâm
siyaseti bakımı dan uygun, tesir-i kuvvetli korumalı bir yerde bulunmalı.
Vakti Kaybetmeye Gelmez
Aleyhimizdeki umumi Siyasete Bir Bakış: Avrupa devletlerinin
Osmanlı Devletine gerek fikri gerekse tecavüz edici olmasının küçük meseleleri
sarf-ı nazar edersek esas itibarıyla üç sebebe dayandığını görürüz.
a) Bir İslâm Devleti
olmamız ve Makam-ı Hilâfet-i temsi! etmemizdir.
b) Osmanlı akıllılığının
imrenilecek derecede meziyetlere fevkalâde sahip olması
c) Osmanlı Devletinin zayıf
düşmesi İtiraf etmek icâp eder ki yukarıda söylediğimiz üç sebep bizde mevcut
oldukça ve buna bir çâre bulamadıkça tehlikeden kurtulamayız.
Bu çâreyi batı' da aramak yâni Osmanlı' nın siyasi hayatının
devamını temin etmek için Avrupalılardan muavenet yâni yardım beklemek,
onlardan insaf ve merhamet beklemek, tıpkı mütecavizler arasında bir ümid
aramak gibi yalnız kalmış bir duhteri dâlfirib'e yâni bir genç kıza, her biri
teca-vüzkârane el uzatmak isteyen ihtiras sahiplerinden, daha doğrusu güler
yüzlü düşmanlardan birini bırakıp diğerinden istimdâd etmeğe benzer.
Vakit kaybetmeye gelmez. Şu hâli pürmelâlimiz bile bizim için bir
fırsatdır. Bu fırsatı kaçırmayalım. Arkamızda metruk ve metrukiyetinden âdeta
bize mazır kalmış, yâni ekşi kalmış fakat mühim bir dayanağımız olabilecek güç
var. Bunu ha-yatımızı kurtaracak bir şekle sokmaya gayret edelim. Yoksa bu
firsatda elden giderse pişman olmak fayda vermez. Nâmusu milliyesi olan, bunu
nazar-1 dikkate almalıdır. Netice-ten deriz ki; Arap Yarımadası dayanağımız
olacak şekil de kazanılmalıdır.
Ceziretülarab Dayanak Olarak Nasıl Kazanılır?
Yukarıda sorduğumuz soruyu cevaplamak şu tedbirleri ileri sürmekle
kabildir.
a) Siyaset-i İslâmiye
propogandasının yapılması ve bunu temin içinde ilmi ve siyasi işlerle uğraşacak
bir cemiyet teşkil edilmelidir.
b) Arap yarımadasında
yaşamakta olan insanların sosyai ve içtimai durumları göz önüne alınmak
suretiyle onları rahatlatıcı, memnun edici bir idarenin temini
c) Hilâfet ve başşehir
meselesinin yukarıda anlattığımız gibi düzenlenmesinin gereğine tevessü!
edilmesi.
Bu üç maddeden ibaret siyasi tedbirler ve idarî çâreler için
herhalde izahata lüzum yoktur. Bunların kapsadığı mâna erbabınca apaçık
anlaşılır.
Ittıhad-I İslam Hakkında Düşüncelerin Mütalaası
İslâm hilâfet makamının sahibi olmak demek, İslâm milletini
koruma vazifesiyle mükellef olmak demektir. Aslında insanların mühim bir
kısmını teşkil eden müslüman kavimleri esaretden kurtarmak, beşerî hukukdan
nimetlendirmek medeniyet ve insaniyet açısından şerefli ve pek büyük bir
hiz-metdir. Osmanlı devletinde meşrutiyetin ilânından sonra bir fikir
yükselmesi oldu. Bu da ittihad-ı İslâm fikridir. Bunu tak-dis ve uygun bulmamak
bir hissizlik, bir mevcudiyetsizliktir. Kahramanlık düşmanlara galip
gelmekledir.
Madem ki biz Osmanlılar; îsfâmı koruyanlar nâmına sahibiz bunun
icâb ettirdiği vazifeyi zor da olsa yerine getirmeyi namus borcu bilmeliyiz.
Ancak bununda yolu vardır. Yolunca yordamınca hareket edemezsek, müslüman
milletleri hâttâ kendimizi daha fazla sıkıntılara, zararlara duçar ederiz. Malumdur
ki;mahkûm bir milletin hukuk-u hâki miyetini kurtarabilmek için:
a) O milletin hukukuna
sahip çıkması hususunda uyandı-rılması lâzımdır.
b) İhtilâl âletlerinin
tedarik edilmesi lâzımdır. (Kansız ihtilâl olmaz. İhtilâlsiz hâkimiyet
alınmaz.)
c) Dayanılacak görünen
bir kuvvete sahib olmak lâzımdır.
Rusya, Çin, İran topraklarında yerleşmiş olan Türkler'de bir
uyanmaklık alametini hamdolsun göstermeğe başaldılar. Bunun çoğalıp yayılmasına
şimdiden çalışma ve gayret göstermeliyiz. Söz konusu kavimlerin kurtulması
için dayanacakları kuvvet ve devlet Osmanlı Devletinden başkası olamaz.
Osmanlı devletinin bu vazifeyi yapabilmesi yukarıdan beri saymaya çalıştığımız
düşünce ve fikirleri Arap yarımadası insanlarını kazanmakla olabilir.
Özetlersek; gerek Osmanlı Devletinin siyasi hayatta var
olabilmesi, gerekse İttihad-ı İslâm fikrinin nazariyeden, tatbikata
geçebilmesi için Arapları istifade edilecek bir hâle getirelim. Yoksa
istikbalimiz karanlıktır. Ey muhterem okuyucu; feryadım ve istirhamım şudur ki,
hissene düşen dini ve milli vazifeyi ifaeyleki, kendini ve ahfadını yâni
gelecek nesilleri ve de kardeşlerini esaretden kurtarasın. Bu feryadı
mühim-semezsen ahfadın se ni mahkûm ve târih-i âlemde seni, bednam edecektir.
Binbaşı Mehmed Şefik
Ezine Redif Tabürü Kumandanı
Muhterem okurlarım; bu risale 1 .dünya harbinden önce yazılıp
yayınlanmış olması gereken bir düşünce mahsulüdür. Din ve vatan ve de millet
kavramlarını pek güzel hallihamur etmiş, adı geçen kumandanın ve o kumandanın
böyle bir risaleyi fütursuzca yazıp yayımlamasının önemi ayrıca hürri-yet-i
fikr ve cesaret-i medeniyye açısından da gıpta olunacak bir hususdur. Böylece
kenarda köşede kalmış bir Osmanlıca risaleyi lâtinize edip meraklısının
bilgisine Osmanlı Târihi içinde sunmanın bahtiyarlığı içindeyim.
Şu nakle çalıştığımız iki beyanname bize hatırlatmaktadır-ki;
şeriatı mutahharai islâmiyeden güzel adetlerden olan ve arabların aynı zamanda
ananatından olanlara dahi asla bir bağılık ve saygı göstermeyen ittihatçı
mütegallibenin bilinen davranışları yüzünden Şerif Hüseyin kıyam ederek
istiklâlini ilân etmiştir.
Yine harbin ilk döneminde en mühim ve büyüklerinden olan
dolaysıyla eyâlet-i mümtaze denilen Mısır kıtasıyla, Anadolu ve Süveyş
Kanalının kilidi sayılacak kadarmühim olan Kıbrıs Adası dahi bu yol kesici
şakilerin kurbanı olarak İngilizlerce ilhak edildi. Akdenizdeki adalarımız,
Trablusgarp ve Bingazinin yine bunların döneminde eiimizden çıkışı kaaie
alınırsa bu denizdeki hâkimiyetimiz değil, varlığımız dahi nis-yana gömüldü. Ve
İttihatçı haydut çetesinin dünya haritasındaki yerlerimizin yok olmasına sebeb
olan bu savaşa girişleri olmuştur, dendiğinde bir cevap gelememesi icâb eder!
Bu-
OSMANLI TARİHİ nurûada bu belâları görmüş nesiller on yılda
memleketi yok edenleri bir daha iktidar mevkiine getirmemelidirler.Osmanlı
devletinin savaşa girmesinin müsebbiblerinden Prens Said Halim Paşa kabinesi,
bu savaşın neticesini harb ilânının hemen akabinde fark etmeye başladı. Uzun
zaman süren münakaşa ve karşılıklı itirazın sonunda Said Halim Paşa münferid
olmak üzere sulh kapısını araştırmaya teşebbüs etti. Fakat ittihatçıların o
bilinen takımı buna da yanaşmadılar. Kapıların değil açılmak, çalmamayacağının
dahi ihsası üzerine Prens sadrazam istifa etmek yoluna başvurdu. Fakat bu
istifa pek geç ve güç geldiğinden ülkeye bir fayda temin etmedi.
Prens hz.lerinin aflanna mağruren; bu hususda birkaç söz beyan
etmek isterim
Vazifelerinde hürriyet içinde hareket edemeyeceklerini pek âla
bildikleri halde, niçin sadareti kabul buyurdular? Kendileri Mısır'ın en büyük
prenslerinden Halim merhumun mahdumları ve elan, Mısır'da mevcud prenslerin
büyüklerinden oldukları halde neden bu aslı ve nesilleri gayri malum ittihatçı
haydutlarla mesai yapmaya tenezzül buyurdular? Yoksa tabiyyet ve ubudiyyet-i
kadimeleri; bağlısı oldukları devlet-î âliye-i Osmaniyeye hizmet etmek mi
istediler?
Bize kalırsa; hiç şüphe yokki eskiden beri var olan bağlılıkları
dolayısıyla Osmanlı devletine hizmet arzusu bu ağır yükün altına girmelerine
sebeb olmuştur. Mamafih Said Halim Paşa, durum ve zamanı göz önünde
bulundurmamış ol-maliki ittihatçılarla beraber oldukça ve makamı sadarete onların
desteği İle çıktıkça serbest hareket edebileceği düşüncesine saplanmış
olabilir ki esas yanlışı buradadır. Hatta îttihatçılann elinde bir oyuncak
olabileceğini dahi hesaplamamıştır.
İstidrat: "Yazar merhum Mehmed Selatıaddin Bey, her ne-kadar
savaşa girilme haberini ertesi sabah alan sadrıazam, durumuna düşürülmüş olan Said
Halim Paşa'ya saygılı davranıyorsada, Enver Paşa ile bir mükalemesinde,bahse
konu paşanın, Mısır'ın İngilizlerin elinde olduğundan, dolayısıyla oradaki
arazilerinizin endişesini taşımaktasınız yollu iğneli İfadesiyle karşılaşmış
olmasına rağmen görevinden çekilme gayreti göstermişse de, çekilmeğe muvaffak
olamadığını her halde hatırlayama- mış biz, daha önce yapmış olduğumuz
Meulânzâde Rıfat bey'in Türk İnkılabının İç Yüzü adlı eserindeki
sadeleştirmemizde metnin içinde bulmuştuk. Bu esere, pek nâdir bir hitap olan
Enver bey'in bu tür nezaketsiz ve mesnedsiz beyanını ayıplıyor ve buraya
dercetmeyide böylece lüzumlu gördük. M.H"
Evet; Prens Said Halim Paşa bunlardan daha önceleri ayrılmış
olsalar idi, değerli şahsiyetleri, Osmanlı devletinin talihsizliğinin ifadesi
olan bu karanlık sayfalarda yer almayacaklar, kıymetli fikirleri daha bir
saygı ile mütalaa olunacaktı. İttihatçılar başta kaldıkları on sene içinde
getirmiş oldukları sadnazamlara verdikleri emirler dışında bir icraat
yaptırmamışlar kendilerinden olmasına rağmen göz açtırma-mışlardi. Neredeki
onlarla olmayan Said Halim Paşa'ya bu hususda icraat serbestisi vermiş
olabilirlerdi? İşte bunları Said Halim Paşa hz.İerinin sadrıazam olmadan
görmesi icab ederdi. Said Halim Paşa, altes unvanlı, bir hayli zengin ve son
derece münevver bir zât iken, bu tulumbacı takımının benzeri ittihatçılarla
münasebetleri hiç bir mânâya sığmamaktadır. Anlaşıldığına göre Said Halim Paşa
münferid sulh yapma araması münasebetiyle, Paşa ve de ittihatçılar arasındaki
anlaşmazlık sadrıazamın çekilmiş bulunmasından sonra makam-i sadaret tamamen
cemiyetin eline kalmıştır. Said Halim Paşa'nın münferid sulh yapma şansını
arama gayretleri yüzünden, sadaret ile kabine ve dolayısıyla ittihatçılar
kumpanyasının arasında zuhur eden ihtilaf diğer zevat tarafından duyulmuş
bulunduğundan yine gelecek sadnazam cemiyetin haricinde bir kişi olduğu
takdirde,o sadnazamda ülkenin içinde bulunduğu ahvali idrak ile, münferid
sulhun arayıcısı olur ve böyle bir hâl ise, İttihatçı güruhunun koruyucusu
olan Almanya İmparatoru Wilhelm'in üzülmesine sebeb teşkil edeceğinden, bu
gücenikliğin vukuu bulmaması için cemiyetin öz deyişi olan, Talat Bey sadareti
bizzat uhdesine almaya karar verdi.
Talat Paşanın Sadareti
Talat Bey; makamı sadarete geldiğinde teşrifatta karışıktılar
çıkmasını önlemek babından olmak üzere Paşalık unvanı da padişah tarafından
ihsan buyrularak artık Talat Paşa olarak anılmaya hak kazandı. İttihatçı
ekâbirlerin arasından kurduğu bir kabineyle işe girişti. Bunların oluşu
esnasında ben Mısır'da bulunuyordum. Bir arkadaşla birlikte oturmaktaydık-ki,
Talat Paşa'nın sadarete tâyin olduğunu haber veren telgraf geldi. Yanı
basımdaki arkadaşım pek açık bir şekilde ben âcize hitaben aşağıdaki beyiti
terennüm eyledi demekte "Bildiklerim" adlı eserin yazarı, Sultan
Hamid'in eski şifre kâtibi.
Beyit
"Sen yakışmaz dersin amma kel başa şimşir tarak Sadrazam oldu
Talat cilve-i takdire bak"
Ertesi günü yine o arkadaşımla beraber olduğumuz sırada Talat Paşa
kabinesini teşkil eden erkânın isimlerinin yazılı olduğu telgrafı okuduğumuzda
Enver Paşamnda Harbiye nâzın olduğunu anladıktan sonra da yukarı ki beyt'in
sonunu söyledi:
"Talat olmuş sadrı azam alta almış Enveri İttihadın sayesinde
mülkün alt üst her yeri" Hakiykaten şu zâtın dediği gibi Talat Paşa
kabinesi büyük bir sür'atle memleketi alt üst etmiştir. Talat Paşa ve arkadaşları
ülkenin büyük siyasiyetçilerinden(!) ve Almanya'nın sadakatli bendegânindan
olduklarından göstermiş ve gösterecekleri hizmet bakımından daha önceki
kabinelerin her birinden üstündüler.
Talat Paşa kabinesine ne nâm verilmek lâzım gelir? Çünkü
kabinesine bilfiil katiller ve canileri alarak icraata dahil eylemişti.
Kendileri canilerin reislerinden saydıklarından böyle kişilerle dolu kabineye
hükümet kabinesi demeye insanın dili varmıyor. Bunun için haydutlar çetesi başı
sayılan Talat Paşa, muhtelit canilerin birleşmesiyle teşekkül eden bir kabine
kurmuş olduğundan "Katiller ve Caniler kabine-i muhtelite-si"
denilebilir. Bu kabine savaşın ortalarında gelmiş ve az zamanda pek büyük
işler(l) görmüştür. İdam edilemeyen ve kurşuna dizilemeyen ne kadar vatanperver
ile muhalifleri varsa, hepsini temizlemiş akla ve fikre gelemeyecek derecede
zulümler ve cinayetler eylemişdir. İslâm ve gayri müslim bir çok mazlum seyyar
bir aşiret hâline konulmuş, Trabzon-dan, Kastamonu'dan, Sivas'dan çıkarılanlar
Osmanlı ülkesinin en uzak mahallerine Halep, Havran ve Kerkük çölleri gibi
yerlere yaya olarak sevk ve hicret ettirilmiş ve yollarda aç-lıkdan ve
susuzlukdan yolculuğun verdiği zahmetlerden dolayı yüzbinlerce kadın ve erkek
ve çoluk çocuk terk-i hayat etmiş ve bir takım mazlumda bu cani kabinenin
emriyle yollarda kati ve telef olunmuştur.
Rivayetlere bakılırsa öldürülen ve itlaf edilenler arasında islâm
büyüklerinden, zengin hristiyanlardan ve vazifeli ruha-niyeden binlerce zatda
böyle gaddarane katlolunmuştur. Ahalisini ve tebasmı bu şekilde kati ve ifna
eden bu hükümetin cinayetler irtikâp etmesi selâmet-i memleket ve millet için
olmayıp, çeşitli unsurların arasına ektiği aykırılık tohumlarını ve muhalefeti
arttırmak ve şiddetlendirmek suretiylede milletin gelecekte ulaşacağı rahatını
askıya aldırıp, hicretden istifade ederek mazlum ve mağdurların nakit, eşya ve
emlâkini çete ferdleri İle fedai canilerine gasb ve yağma ettirip, cemiyetin
kasasını doldurmak ve farmason ve Siyonist cemaatlerinin emir ve fasid
arzularını ve de Almanya imparatoru Wilhelmin hâinane 'radelerini hakkıyla
yerine getirmişlerdir. Bu caniler bununla da kalmayıp ülkemizi bir hercümerc
içinde bıraktıktan sonra islâm âlemine de taarruz ve tecavüzde bulunmuşlardır.
Bir tarafdan Almanya imparatorunun; fikirlerine soktuğu Turan ham
hayali için cemiyet reislerinden, hâtİblerinden ve fedailerinden yüzlercesini
İran'a, Buhara'ya Afganistan'a, Türkistana diğer islâmi beldelere göndermiş
buralarda yerleşmiş islâmlar ile hristiyanları biribinleri aleyhine düşürerek
oralarda, isyanlar ve kıyamlar çıkarmışlar ve Afrika topraklarındaki müslüman
ahaliyi islamlık maskesi altında kendilerini göstererek bunları da yakın
civardaki hükümetler aleyhine kıyam ettirmişlerdir. Talat Paşa'nın idaresinde
bulunan İttihat ve terakki ve farmason vesair cemiyet-i hafiye mensup ve
ittihatçı hükümetin adamlarının olması mümkün olmadığını pek iyi bildiklerine
şüphe edilemeyen bu gibi hayaller ile uğraşmaları ve devletin milyonlarca
liralarını sarfettirmeleri neden neşet ediyordu?
Yukarıda denildiği gibi şu dönemde yapılması, siyaseten kabil
olmayan Turan devletinin Almanya İmparatoru Wil-helm'in ve ittihatçıların
hatırı için meydana gelmesi mü m künmü idi? Bunun gayri mümkün olduğunu bizden
pekâla daha iyi bilen Talat Paşa kabinesi ve ittihad ü terakki cemiyeti neden
bu ham hayal ile biçâre milleti iğfal etti? Biz de bu suallerin tetkıyk ve
tahkiykini erbabı zekâ ve irfan ile vaka-nüvislere havale eder ve İhsan Adlî
beyefendinin Turan hakkında ittihada karşı söyledikleri aşağıdaki dörtlüğü
alıntılayarak iktifa eyleriz.
Kıta
"Bir milleti vadi'i harabiye sürerken Altun dağa yükselmeli
derdik sırr-ı vebalim! Dört yıl vatanın hâkini kanlarla yoğurdun Turan ne ki?
Havran ne ki ey seyf-i mezâlim!
Afrika çöllerinde ve sahile hayli uzak mesafede bulunan meşayih-i
kirâm-ı arabdan Şeyh Ahmed el Sunûsî hz.lerini din ve imândan uzak olarak
gönderdikleri herkesçe bilinen avaneleriyle ittifaklarına davet ve islâm
dünyasına hizmete çağırdılar. Hiç şüphe yok ki Sunûsİ hz.leri, bu sahtekâr
dinsiz ve hayasız eşkıyanın büründüğü kisveye aldan mışlar ve müsiümanlann
hâlifesi olan ve padişahı islâmiyan adına hareket etmekten çe kinmeyen bu
hezelenin iğfâlatına kapılmıştır.
Nasıl olur ki, Ahmed el Sunûsî hz.leri, şeriat ve din ölçüleri
dahilinde halifei müslimin olan padişahımız efendimize kalben bağlı
bulunduklarından, bu davet ve kıyama ret cevabi verebilirlerdi. Ancak
bulundukları durum bu şekilde bir ret yolunu seçmeğe mâni olmuş olacağından
islâm âlemi adına kıyama mecbur oldular. Bilindiği gibi kıyama koyuldular ve
başlatıldılar. Malum olan ittihatçı zevat pekâla bilirlerdiki bu hareket ve
kıyam, devlet ve memleketimiz için bir semere ve fâide sağiamayıp, yalnız islâm
ahali ve arabiardan binlerce insanın şehid olmasını sebeb olacak bu da Almanya
politikasına uygun olacaktı. Nitekim de öyle oldu. Bunların iğfal ettiği Şeyh
Sunûsİ hz.leri bağlılarından bulunan aşiretlerden nice insanlar şehadet
şerbetini içerlerken devlet ve millete yarayacak bir sonuç ortaya çıkmadı. Bu
kabine, Şeyh Sunûsİ yi geçmiş olanlardan çok daha fazla aldatarak, Almanya
İmparatoruna bir cemile olmak üzere şehzade Osman Fuad Efendiyi yanında bir
takım subay ve sivil şahıslarla beraber Mısır üzerinden Şeyh Sunûsî hz.ferinin
yanına göndermekten de geri durmadı. İtalyanlara karşı, bu Şeyh Efendiyi
harekete geçiren İttihatçılar,aynca Afrika'nın ortasında Sudan topraklarının
hemen bitişi ğinde bulunan bir buçuk, iki milyon nüfusa sahip ve müstakil bir
islam devleti olan Darfur Sultanlığında da, Şeyh Sunûsî hz.lerine oynadıkları
oyunu sergileyerek Darfur Sultanı Ali Dinarı' yi kandırıp onu da İngilizlere
karşı kıyam ettirdiler.
Darfur Sultanı Ali Dinar; bu ittihatçı çetesinin iğfali sonunda
İngilizlere karşı harekete geçti. İngilizler Mısır üzerinden Dinar'ın üzerine
sevkettikleri üstün kuvvetle onu hem mağlup ettiler hem de Dinar, şehadet
şerbetini içdi, ülkesi ise, İngilizlerin eline geçdi. Afrika'nın ortasında
sulh ve sükunet içinde yaşayan bu islâm devleti yegane müslüman devletti, uymuş
oldukları ittihatçı çetenin tavsiyeleri, bunların dünya haritaâından
silinmelerinin sebebi hakikisi oldu.
Sultan Hamid Ve Reşad'ın Vefatları
Biz bu çalışmayı yaparken, mümkün mertebe o dönemi yaşayan
insanların, hatırat ve eşe, dosta nakledipde sonradan su yüzüne çıkmış ve
ehl-i dilin tasdiklediği bilgilere daha çok ehemmiyet verdik. Bu bakımdan;
Lütfi Simâvî Bey, ki Osmanlı hâriciye nezaretinde çeyrek asır vazife görüp,
çeşitli makamlarda hizmet vermiş, uzun yıllar Şehbenderlik etmiş bir kimse
olarak, saray adabına avrupa ülkelerinin aşinası olarak uygun bir mabeyn-ci
olarak da eski hariciye nazırlarından ve sadrıazamlardan Ahmed Tevfik Paşa
tarafından yapılan vâki teklifi üzerine Sultan Reşad'in başmabeyncisi olmuştur.
Bu zâtın Osmanlıca Sultan Reşad'ın Sarayında
Gördüklerim" adlı hatırat türü eserinden bu vefatları ve bazı
safahatı aktarmaya çalışalım. Diyorki; Lütfi Simâvî: "Fıtraten zeki olan
Sultan Mehmed Reşad han mükemmel bir tahsil görmemişti. Arapçayı bir hayli
okumuş ve Mevlevi târikinde yol almakta olduğundan Fars'çaya pek önem vermişti.
Bu esnada çok güzel bir şekilde konuştuğu da görülmüştür. Târih'lede meşgul
olup, Osmanlı târihini ve bilhassa ecdadının menkıbelerini iyi bilirdi, üç
sene üç ay devam eden Başmabeynciliğim esnasında padişahın şiirle meşgul olduğunu
görmedim. Bu, Çanakkale'ye dâir hünkârın yazdığı ileri sürülen manzumeyi her
kim inşad etmişse bana göre padişaha hizmet etmemiştir. Osmanlı padişahları
vak'a yapar, vakanüvisler târihlerini yazarlardı. İstanbul'a gelen ecnebi
hükümdarların büyük askerlerinin ilk ziyaret ettikleri Çanakkale, ki
kahramanâne müdafası harbi umûmîde yegâne medarı iftiharımızdır. Hünkârı oraya
hiç götürmeden, Türk askerinin o mareke-i azamette ibraz ettiği hamaset
hakkında kendisine şiir isnat etmek doğru bir hareket değildir." Böylece
bir iddia ortaya atmış oluyor, başmabeynci Lütfi Simâvî Bey biz de, bu iddia
ile sayfamızda bir değerlendirme yerine tarihçilere ve araştırmacılara bu
mevzuyu haber veriyoruz.
Lütfi Simâvî Bey Başmabeyncilik günlerini anlatırken,hatıratının
88.sahifesinde padişahın fart-ı nezaketi yâni Sultan Reşad'ın yüksek nezaketi
hakkında bir ifadedir bu. Diyorki: ".Terbiye-i mücesseme itlakına seza
olan Sultan Mehmed Hân'ın fart-ı nezâketi vardı. O derecedeydi ki, vükelâ ve bazı
zatlar ile mükalemesinde, arz ederim, istirham ederim gibi hükümdar istimali
yâni kullanılması caiz olmayan tâbiratı kullanırdı buna dâir mingayri haddin
haddim olmayarak maruzatta bulunarak nezaket-i hümayunun suistinal
eidlebil-mesi ihtimalinden bahsettim. Birgün padişah bir zatın fik-
SÜLTAN 5. MEHMEU dan-ı terbiyesinden terbiyesinin asığından
şikâyet ettiğinden, ifadei şahanelerine itirazen arz ediyordum bu hâle
Efendimiz sebebiyet verdiniz bazı adamlarımızın iltifat ve nezaketi
şahanelerini takdir edemeyeceklerini defaatle ar-zetmiştim dedim. (Bizim de burda aklımıza bir vak'a geldi
yeri gelmişken ilâve edelim. Efendim, Zülüflü İsmail Paşa Hazretleri, Sultan
Abdülmecid'in cariyelerinden doğmuş bir paşadır. Ancak hangi sebebe istinadense
Saray'dan dışarı çıkarılmış ve her halde iddet müddetine de riayet olunmamış
olmalı ki, câriye yeni izdivaç yaptığı zata hâmile olarak gitmiştir. Bu
anlaşılır anlaşılmaz, hanedan bu meseleyle meşgul olmuş fakat hanedan mensubu
olarak tesbit etmemiştir. Onun yetişmesi ile alakalı olarak bütün yapılması
gerekenler yerine getirilmiş. Paşalık makamına yükseltilmiştir. İşte bu zât ile
bir gün mükaleme esnasında Sultan Reşad, Zülüflü İsmail Paşa'ya buyur ederken,
"Birader şöyle otur!" demek nezaketini sergilemiştir. Tabii asil bir
zât olan paşa da bunu hiç bir zaman istismar etmemiş, Hanedan-ı Osmaniya'nın en
ufak bir leke şüphesinden mutazarrır olmaması için kaderine rıza göstermiştir..
Bu vesileyle biz de bu vak'ayı kayda geçirmiş olduk.) Bunları ifade ettikten
sonra Lütfi Simâvî Bey'in ifadelerine avdet edelim: "Sultan Reşad'in
nezâketinin daha çocukluğunda bir mümeyyiz vasıf olduğu çocukluğunda, pederleri
Sultan Abdülmecid ile İzmir'e giderken padişahı rahatsız etmemek için kendis
çağırılıncaya kadar, sıcaktan fevkalâde muzdarip olduğu kamarasından
çıkmadığını hikâye buyurdu. Tenezzühlerden avdet ederken evlerimize yaklaştığımız
sırada başkâtip ile aciz'in arabasına dâima bir yaver gönderip, ihtiyar-ı
zahmet edip, saray'a kadar gitmekten ise doğruca hanelerimize avdet
etmekliğimizi emrederdi.. Biz de arz-ı teşekkürle maiyet-i hümayununda gitmek
şerefinden mahrum edilmemekliğimizi istirham ederdik.
Arkadaşlardan bazıları halsiz ve rahatsız olduğu zaman bilvasıta
defaatle hatır sormaya Önem verirdi. Şüphesiz emri hümayunları üzerine
mühadim-i şahane iki defa beray-ı iya det için evime geldiler. Taam ederkende
latif ve iltifat-ı mahsus olarak, meyvesinden veyahut tatlısından acize göndermeyi
unutmazdı. Hünkâr dâima redingot giyer, birisini kabul edeceği zaman
düğmelerini iliklerdi. Padişahı hiç bir vakit ceketle göremedim.
Hâttâ; seyahatlerde de redingot giydiğinden, biz de aynı elbiseyi
tercih ederdik. Fikrimce burası biraz mübalağalı ve hususuyla gayriamaliydi.
Padişahlığı esnasında, şuy'u bulduğu gibi işret etmezdi. Kendisine pek
muhabbe-ti olan büyük biraderi 5. Mehmed Murad'm veliahtlığı, zamanında
nezdine gittik çe padişaha zorla konyak içirdiğini hikâye ederdi." Sultan
Reşad'ın çok kuvvetli hafızası olduğunu da haber veriyor Lütfi Simâvî Bey:
"Hatıratının 89.sahifesinde; Hünkâr şeyhuhiyetine ve duçar olduğu mesane
illetine rağmen birçok seyahatler yaptığı gibi, Cuma namazını da muhtelif
camilerde edâ ederdi. Saray'da kaldığı gün-ler vakti müsaid oldukça kışlık
bahçesine giderek her cinsini iyi bildiği ve pek de sevdiği güvercinlerle
eğlenirdi. İdama mahkum olanların tasdikini başka kalemle yazardı. Padişahın
hafıza kuvveti pek mükemmel idi. Mükaleme esansında vu-kuat-ı mâziyeyi en küçük
teferruatıyla nakl eylerdi. Bir gün mefruşat idaresi depolarında ve paslar
içinde bulunup temizlenen gayet güzel bir altun kafesi takdim ettikten sonra
biraz muayeneden edip bu kafesi ammi-i mükerremleri Sultan Ab dülaziz
zamanında, huzuru hümayuna kabul edilirken içinde, iki nâdir kuş olduğu halde
somaki odanın içinde süferanın ve bazı ecnebilerin suret-i mahsusada kabul edildikleri
daire koridorunda gördüğünü beyan etti.
Hazinei hassaca icra ettiğimiz tahkikattan ifadat-ı şahanenin mahzı
hakikat olduğu tebeyyün etti. Bu kafes işi, indelzât kırkbeş senelik vak'a
idi." Lütfi Simâvî Bey, hatıratının 91. sahifesin de, padişahn çekindiği
şeyler başlığıyla şunları yazdığını görüyoruz. "Hünkâr özel dâiresine
kalorifer yapılmasına muarız idî. Gözlerine zarar vereceği korkusuyla bunu
istememekteydi. Ayrıca elektrik ışığından da çekinirdi gazeteleri ve kİtabları
gözlüksüz okurdu. Odasında yalnız olduğu zamanlarda yarı karanlık denecek
derecede hafif bir ışıkla iktifa ederdi. Güneşdende muzdarip oldığundan
bahçede güneşli havalarda şemsiyeyi başına tutardı." Lütfi Simâvî Bey,
hatıratının 91. sahifesinde, Trablusgarb'm zayiinden kim me'sûl, başlığıyla bir
not düşmüş, buna bir göz atalım:
"Teveccüh ve itimad-ı hümayun eseri olmak üzere maruzatımı dâima
nazarı itibare alır ve suret-i hususiyede kabul edeceği sefirlere ne yolda
idare-i lisan edeceğini tenezzülen sorardı. Birinci defa huzurlarına kabul
ettikleri zevat ile hin-i mülakatta, emirleri mucibince dâima hazır
bulunurdum. Sadaret mazulları, beray-ı arzı tebrik bayramın 2.günü (yâni bayram
tebriki için) mabeyni hümayuna gelmeyi adet etmişllerdİ. İtalya muharebesi
esnasında bayramın 2.günü sabahleyin nezd-ı şahaneye giderek o gün arz-i vücud
edeceklerini tahmin etti-ğim H.Hilmi ve Hakkı Paşa'lar hakında evamiri şahanelerini
istifsar ettim. Huzur-u hümayunda bulunan Veli-ahd Vahidedin Efendi
Trablusgarbın zayiine sebebiyet veren Hakkı Paşa'yı şevketmeab efendimizin
tabiiki kabul buyur-muyacaklarını ifade etmesi üzerine, ben de, cevaben Hakkı
Paşa bigünah olup, zaafımızın başımıza bu felâketi getirdiğini, fikri
kasıranemce bu iki sadaret mazulunun aynı muamele görmeleri iktiza edeceğini
arzettim. Padişah; maruzatımı kemali sükunetle istima buyurduktan sonra,
paşalar gelince haber veriniz. İkisini beraber kabul edeceğim deyip, bu acize
hak verdi." Lütfi Simâvî Bey'in hatıratının 118. Sa-hîfesinde:
"Abdülhamid'i Sân-i'nin İrtihali" başlığıyla şunları okuyoruz:
"10/Şubat/1334 Hakan'ı mahlû, ecel-imevuduy-la vefat ettiğinden makam-ı
saltanat ve hilafeti ihraz etmiş bir hükümdar hakkında, ifâsı lâzım gelen
merasim-i ihtira-miye ile büyük pederi Sultan Mahmud Hân-i sâni'nin türbesine
defnolundu. Kendisi; tehalik ve tehdid ile yerini aldığı, devr-i inkılab adlı
eserinde hikaye ettiğim eserimde, biraderi Sultan Murad'ın cenazesine karşı
büyük hürmetsizlik göstermiş ve bu hareketi infial-i umumiye mûcib
olmuştur." Demektedir. Hemencede, Abdülhamid Hân'un arkasından da,
müstebitlikleri diye bir bölüm açmış böylece Simâvîlerin, Abdülhamid Hân'a
karşı büyük ve farklı bir bakışları ve bu bakışların menfi olduğunu bu
ifadelerden anlamak kabildir. Başmabeynci Lütfi Simâvî Bey Sultan 5.Mehmed
Reşad'ın İr-tihalini, hatıratının 132. sahifesinde şöyle naklediyor:
"1334/Temmuz/1918'de beray-i tedavi gören Bavye-ra'da vâki
Steklin kasabasında bulunuyordum, letafetli havası, menba suları vede
hamamları ile şöhret bulan bu güzel mahal, Karlsbat ve Mahlabat kaplıcalarını
pek andırır. İkamet ettiğim Viktorya Otelinin direktörü 3/Temmuz günü orada
neşrolunan bir gazeteyi vererek, padişahınızın vefat ettiğine dair bir
telgrafname var, manzurunuz oldumu dedi. Bir cümleden ibaret olan telgrafnameyi
kemâli teessürle okudum. Son ziyaretimde zat-ı şahaneyi biraz yorgun buldumsa
da, çehresinde katiyyen ağır hastalık alameti yoktu. Harbi Umûmî gibi buhranlı
bir zamanda hemen hergün bin çeşit havadis yayıldığından bunu da o zümreye
dâhil ettim. Ertesi sab^h Berlin gazeteleri bu kara haberi te'yid ettiler.
Hatta gazetelerde 4/Temmuzda icra olunan cenaze merasiminde, Mehmed Sadis adı
altında tahta kuud eden, yeni padişah Vahideddin'inde isbat-ı vücud ettiğini
bildiriyordu. Sultan 5.Mehmed Reşad'ın vefatından te'sirat-ı samimiye-mi,
halifenin insanlık kaidelerine muvafık olan bu cenazede isbat-ı vücud edişi,
bizlerin üzüntüsünü tâdil etti. Bir padişahın; selefinin cenazesinde
bulunmaması kadar, çirkin bir hâl tasavvur edemem. Avrupa hükümdarları arasında
pek nâdir olan bu hâl biz de vukuat-ı âdiyedendir."
Görüyorsunuz sevgili okurlarım; Lütfi Simâvî Bey, bu hu-susda ince
ince Vahideddin'e hislerini belli ederken, aslında Sultan Abdülhamid'e çatmadan
edemiyor. Muhterem okurlarım; Lütfi Simâvi Bey; hatıratının 135. sahifesinde,
orduya ve donanmayı hümayuna demek suretiyle bir beyanname yayınladığını
bildiriyor, şöyleki: "Emir'ül mü'minin olan hakan ve başkumandanımız,
kardeşim Sultan Mehmed-i Hâmis'in hepimizi ağlatan ziyaiyle, emir ve
kumandanızı ele alıyorum. Senelerden beri bin müşkülat içinde Osmanlı ve İslam
târihine hanedanım için şanlı sahifelere ilâve eden siz arslanlar yurdunun
kahraman yavrularına memnuniyet-i şahanemi beyan eder, ve bu uğurda Hakk'ın
rahmetine kavuşarak, er meydanlarında can vermiş olan şüheday-ı kemâl-i
hürmetle anarım. Din ve vatanımızın selâmeti için şimdiye dek pek kanlı bir
suretde kahraman müttefiklerimizle omuz omuza devam ettiğimiz muvaffakiyet dolu
harb seneleri her halde azalmakdadır. Fakat; henüz bitmemiştir. İşte bu güne
kadar olduğu gibi Cenab-ı Hakkın, haklı dâvamızda dâima bizimle beraber
olacağında zerrece şüphe etmiyerek, aynı savlet-i Haydârane ile düşmanla
savaşmada devam ediniz. Her yerde kemâli şehametle taşıdığınız sancağım size
dâima zafer ve muvaffakiyet yolu göstersin, inayet-i Bari ve imdadı
ru-haniyet-i peygamberi siz kahraman askerlerimin muin ve zahiri olsun.
Mehmed Vahiddedin Sultan 2.Abdülhamid Hân'da, Sultan 5. Mehmed
Reşad'da bu cihan savaşının feci badiresinin nihayetini görmeden dünyadan el
ve eteklerini çektiler. Bu çok ağır yükü, kendini bu makama hazırlamadığını, çünkü
sıranın kendisine gelmeyeceğini bir sohbetinde ifade eden en küçük kardeşleri
Mehmed Vahideddin'e bırakmış oldular. Sultan Reşad Eyüb Sul-tan'da Halic'in
sahilindeki ebedi istiratgâhı olan türbeye defnedildi. O semtin o yüce sahabi
Halid bin Zeyd'in ruhaniye-tiyle, huzurda oluşu merhum padişahın tercih
etmesinde mutlaka hissemenddir.
Sultan Reşad'ın Hanımları Ve Çocukları
Osmanlı tahtına 5. Mehmed unvanıyla oturan Sultan 5. Mehmed Reşad,
2/Kasim/1844' de eski Çırağan sarayında Gülcemâl Hanımdan dünyaya gelmiştir.
4/temmuz/1918'de Kadir gecesinde ikindi namazı vaktinde vefatı vukubulmuş-tur.
9 sene, 2 ay, 7 gün süren dönemi, Osmanlı padişahlarının hiç bu kadar pasif
olduğu görülmemiş olarak geçmişti.
Ömrünü beş izdivaçla geçirmiştir. İlk kadınefendisi Gen-ce'de 1855'de doğmuş bulunan Kâmres
başkadmefendidir. 1872'de Ortaköy'deki sarayda izdivaç eylemişlerdir. Bu hanımın
Sultan Reşad'dan sonra 2 sene, 9 ay, 27 gün yaşadığını biliyoruz.
30/Nisan/1921'de Kâmres hanımın vefatı vuku-bulduğunda, istanbul'umuz düşman
çizmeleri altında yaralı bir ceylân gibi inlemekteydi. Kocasının Eyüb
Sultan'daki türbesine defnolunmuştur. Bu izdivacın meyveleri olarak, İki tâ-ne
erkek evladları dünyaya gelmiştir. Vefatında 65 yaşını, bir ay geçmişti.
Sultan Reşad'ın 2. kadınefendisi ise, Kars şehrinde tevel-lüd eden
Dürr-i Adn, yâni cennet incisi mânasına gelen adıy]a bilinen hanımıdır.
Padişahın kendisinden önce dâr-i bekaya intikal eylemiştir. Vâlidebağı
köşkünde 1909/Ekim/17'de vefat: vukubulmuştur. Vefatında 49 yaşından 6 ay
kalmıştı. İzdivacı esnasında 16 yaşındaydı. Şehzade Necmeddin Efendinin
annesidir. Fâtih'te Gülüştü kadınefendi türbesindedir.
Sultan Reşad'ın 3.kadınefendisi Adapazan'nda 15/Ekim/I869'da doğan
Mihrengiz kadmefendi'dir. 12/Ara-Iık/1938'de 69 yaşında olduğu halde
İskenderiyye'de hane-dan-ı Osmaniyenin umumiyetle yerleştiği yer olan Attarin
Camii caddesindeki mevkıye yerleşti. Vefatında burada bulunan Ömer Paşa
türbesine defnolundu. Öztuna Bey, bu hanımı çocuksuz gösterirken, Çağatay CJluçay
Bey, Hilmi Efendi adlı şehzadenin annesi olarak gösterir.
Nazperver kadınefendi padişahın 4.hanımefendidir. 1870'de
istanbul'da dünya'ya gelmiş 1930'da vefat etmiştir. Pek cemiyetkâr bir insan
olup, 1.cihan harbinde İstihlâk-i milli cemiyetini kurmuş olduğu gibi
hastanelere büyük yardımlarda bulunmuştur ve Türk tiyatrosuna hâmilik
etmiştir. Doğduğu gün Ölen kızının adı Refia sultanhanım idi. Hayatının son
iki senesini İstanbul Vâniköy'de yaşadı.
Padişah 5. Mehmed Reşad'ın son evliliği de Dilfirib kadınefendi
ile olmuş 1890'da doğan hanımefendi, 1953'de 63 yaşında olduğu halde yaşadığı
Erenköy'de kanser hastalığının sonunda vefat etmiştir. Daha sonra 1925'de
baytar olan bir subay ile izdivaç yapdı ve bu evliliğinden bir oğlu olmuştur.
Sultan Reşad'ın kız çocuklarına gelince Refi'a Sultanha-nım'dan
başka kızı olmamış olduğu görülüyor. Çağatay Uîu-çay bu kız'dan söz etmemekte,
Öztuna Bey bu hanimsul-tan'dan bahsetmekle beraber 1888'de doğduğu gün vefat etti
demektedir.
Sultan Reşad'ın erkek çocukları ise, üç tane olup, 1873'Ortaköy
Sarayında doğan Mehmed Ziyaeddin Efendi, 1938'de Mısır'da İskenderiye'de Ebu
Kır caddesindeki ikametgâhında öldü. Hanedan'ın 1924'de yurd dışına çıkarılması
üzerine ecnebi bir gemi ile İs tanbul'a turist olarak gelmiş ancak vapurun
güvertesinden doğduğu şehri seyredebil-miştir. Her ne kadar transit turist
olarak karaya çıkmışsada, zabıta derdest edip, gemiye geriye götürmüştür.
Ziyaüddin Efendi pek mükemmel bir kanun virtiözü olduğunu Öztuna Bey
kaydederken, Tanburi Cemil Bey'in plâklarına kanun ic-rasiyla iştirak
ettiğinide ilâve eder Öztuna Bey. Mehmed Ziyaeddin Efendi, beş izdivaç yapmış
ve hayli çocuk ve torunları olmuştur.
Sultan Reşad'ın 3.oğlu tâbir-i diğerle enküçük oğlu ise,
2/Mart/1886'da Ortaköy sarayın da dünya'ya gelen Ömer Hilmi Efendidir.
2/Kasım/1935'de İskenderiye'de vefat etmiş olup, Ömer Tosun Paşa türbesine
defnolunmuşsa da, buraları Cemâl Abdülnasır dönemi içinde istimlak edilmiştir.
5.Mehmed Reşad Hân'ın 2. ve ortanca oğlu Mahmud Nec-meddin Efendidir.
23/Haziran/1878'de Kuruçeşme Sarayında doğmuştur. Müzisyen olup, 35 yaşı
içindeyken kalp rahatsızlığından vefat eyledi. Çocuğu olmamıştır.
Sultan Reşad'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları
Sultan Reşad, Osmanlı tahtına kuud ettiğinde sadaret makamında
Ahmed Tevfik Paşa bulunuyordu. Bu sadaret Tevfik Paşa'nın ilk sadaretiydi.
Bundan sonra daha üç defa sadarete geldi ve pek hazindir, sonuncusu,
Osmanlı'nın son sadareti olmuş ve devlet-i âli ye târihin anılan arasına
intikal etmiştir. Tevfik Paşa Hüseyin Hilmi Paşa'ya devretti 5/ 5/1909'da.
Bu vazifede Hüseyin Hilmi Paşa 8 ay, 8 gün kalabilmiş
12/Ocak/I910'da yerini İbrahim Hakkı Paşa'ya devrederken, 1 sene, 8 ay, 19 gün
grevde kaldı. Bu arada da, Trab-lusgarp elden çıktı. 30/Eylül/191 l'de Küçük
Mehmed Said Paşa sadarete getirildi ve bu görevi 31/Ocak/191 l'e kadar 3 ay, 1
gün sürdürebüdi. Ancak aynı sadrıazam mührü 6 ay, 22 gün daha nezdinde tutarak,
böylece son sadareti, 22/tem-muz/1912'ye kadar sürerek dokuz defa gelmiş olduğu
sadrı-azamlığını noktalamış oldu. Said Paşa'dan sonra Büyük Kabine denen hükümet Gazi Ahmed Muhtar
Paşa riyasetinde teşekkül etti. Paşa dört tane eski sadrıazamin bulunduğu kabineyle
ancak 3 ay, 8 gün sürdürebüdi bu
hükümeti. 29/Ekim/1912'de makam-ı sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'ya tevcih
olundu ve bu sadaretin, 2 ay, 25 gün sonra müthiş bir baskınla tamamlandığında
23/Ocak/1913 Kâmil Paşa'nın son ve 4.sadaretini tamamlamış oluyordu ve sadaret
Harbiye eski nâzın Mahmud Şevket Paşa'ya tevcih olunmuştu. 4 ay, 19 gün sonra
bir suikasd sonucu Mahmud Şevket Paşa pek cüretkârane şekilde katledildi.
Sadaretde, 1 l/Haziran/1913'de Prens Mehmed Said Halim Paşa'ya tevcih olundu.
Said Halim Paşa bu makamda 3 sene, 7 ay, 23 gün sonra sadareti bıraktığında
Osmanlı devleti işin sonuna yaklaşıyordu.
Mehmed Talat Paşa 4/2/1917'de göreve geldi. 14/Ekim/1918'e kadar
sadareti muhafaza etti. Ancak padişah 4/Temmuz/1918'de vefat ettiğinden Sultan
Reşad'ın son, Sultan Vahideddin ilk sadnazamı olmuştu. Böylece 9 sene, 2 ay, 9,
gün süren dönemi dokuz kişi ile geçirmiştir. Şeyhülislâmlarının sıralamasına
gelince o hususda şöyle bir cetvel çıkmakta: Sultan Mehmed Reşad Hz.leri,
Osmanlı tahtına oturduğunda makam-ı meşihatde Osmanlı'nın 160.şeyhülisiânm
olarak, Dağıstanlı Mehmed Ziyaeddin görev başındaydı. Bu zât Sultan Abdülhamid
hakkındaki doğruluğu vâki olmayan fetvayı vermiş olduğunu da belirtmeden
geçemiyoruz. Bu şeyhülislâm fetvasından dokuz gün sonra makamdan iskat olunmuştur
ve yerine, 8 ay, 8 gün kalacağı meşihate, Pirizâde Mehmed Sâhib Efendi
getirildiğinde 5/5/1909'ken, ayrılışı, 12/Ocak/1910'da vukubulmuştu. Ondan
boşalan makama Çelebizâde Hüsni Efendi vazifede 6 ay, 1 gün kalmış ayrılışında
takvim 12/7/1910'u göstermekteydi. Musa Kâzım Efendi bu göreve geldi ve 1 sene,
5 ay, 20 gün kaldı onun yerine 31/12/191 l'de Abdurrahman Nesib Efendi getirildi.
6 ay, 22 gün sonra; 22/7/1912'de, Mehmed Cemaled-din Efendi getirildi. 6 ay, 3
gün sürdü m eşi ha ti. 24/1/1913'de 166.şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi şeyhülislâm
oldu. 16/Mart/1914' de 1 sene, 1 ay, 23 gün süren görevden sonra yerine Ürgüblü
Mustafa Hayri Efendi makama geldi ve 2 sene, 1 ay, 23 gün sürünce
8/Mayıs/1916'da ayrılıp, yerine Tortumlu Musa Kâzım Efendi ile devam edildi.
14/Ekim/1918'de ayrılırken, 2 sene, 5 ay, 7 gün süren bir hizmet verdi. İşte
merhum padişah Sultan Reşad, bu meşihat esnasında hayatının sonu gelmiş böylece
de, son Şeyhülislâmı Musa Kâzım Efendi olmuştur. Neticeten söyleyebilirizki
Sultan Reşad on yıla yakın döneminde sekiz zat ile bu meşi-hati yürütmüş oldu.
Bu padişahımızın dönemini anlatmaya çalıştığımız satırları, dünya
durdukça anılacak olan, Çanakkale kahramanlarına, şehidlerine ve gazilerine
büyük islâm milletine hediye etmiş oldukları zafere minnetlerimizi bildirmek
suretiyle tamamlamayı vazife bildik.