SULTAN 5. MEHMED REŞAD HAN :

 

Babası: Sultan Abdûlmecid Han

Annesi: Gülcemâl Kadın

Doğum Tarihi: 1844

Vefat Tarihi: 1918

Saltanat Müd.: 1909-1918

Türbesi: İstanbul Eyup'dedir.

 

 

 

Sultan 5. Mehmed Reşâd; Osmanlı devletinin 35. padişahı olup, Sultan 26. Osmanlı halifesidir. Sultan Abdülmecid'in, Gülcemâl Kadmefendisinden 2/Kasım /1844'de İstanbul'da dünya'ya geldi. Vefatı ise 3/Temmuz/1918'de yine İstan­bul'da vukuubuldu. Eyübsultanda, Halic'in sularıyla öpüşen sahildeki türbesine gömüldü. Mevlevî tarikatına intisabı olup, zarif bir insandı. Pek kızdığı zaman sin harfini kefe vurduğu yaygın rivayettendir. Şeyhi Abdülhaim Çelebi Efendi tarafın­dan kılıç kuşandırıldı, Osmanlı tahtına çıktığında. Pek olgun yaş olan 65'in içindeydi, Kılıç kuşatan Mevlevî Şeyhi Abdül-halim Çelebi (1863-1925) dergâhların kapatılması gerçek­leştiğinde, 4/EylüI/1925'de Tepebaşında bu hareketi intihar etmek suretiyle protesto etti. Bu yaşlarda insanlar elde ettik­leri tecrübeler ışığında fevrî olmazlar olaylara serin kanlı ve dikkatli bakmayı elde ettiği ve buna göre kararlar verebilece­ği bir ömür dönemidir, bahse konu yaşlılık, bu Şeyh Efendi­nin hadisesi, ayrı bir araştırma konusu yapılmalı, intihar gibi ahireti berbat edebilecek elîm bir harekete başvurmak kolay gerçekleşecek işlerden değildir.

 

Sultan Reşad; Orta boylu mavi gözlü, beyazlamış sakallan ve dolgun yanaklarıyla ton ton bir görünüşe sahipti der mer­hum pederim. Biz o zaman talebeydik, Cuma selamlığına bizleri götürdüklerinden sık sık Sultan Reşad'ı görürdük, der­di. Sultan Abdülhamid'i de beş-altı defa gördüğünü hep dü­şünceli bir profil verdiğini, hafif öne mail halde yürürdü de­mekteydi. Ancak; Sultan Reşad'in çok merhametli bir insan olup, fakir fukaraya, eytam erâmile yâni dul ve yetimlere yardım etmeyi, en büyük görevi addederdi. Lütfi Simavi Bey, çok zeki olduğunu ve bu zekâsını saklama tedbirliliğini de bi­lirdi demekte. Hatıratında Lütfi Simav'ı Bey, şöyle bir vak'a anlatır: Sultan Reşad bir Bursa seyahati esnasında gece ora­daki ikametgâhda sabahladıktan sonra kendisini yanına ça­ğırır. Bir tepsi üzerinde para keseleri, keselerin yanında bulu­nan listede de hangi kese hangi paşaya diye hazırlanmış liste vardır. Lütfi Simâvî Bey; Efendimiz, bunlar ne olacak diye sorduğunda bunları sahiplerine odalarına gidip, hem hayırlı sabahlar dileyecek hem de ikram edeceksiniz dediğinde, Si­mâvî Bey; aman Efendimiz, bu zevatla birlikte İstanbul'dan birlikte yola çıktık. Aynı vasıtalarla buraya kadar geldik, aynı çatı altında uykumuzu uyuduk, sabah olunca da bu hediyeler niye? Bursa'nın fakir fukarasına, acezelerine hediye ve ik­ramda bulunsanız daha iyi değilmi? Diye fikri beyan da bu­lunduğunda: Sultan Reşad, zekâsının büyük eserini şöyle sergiler:

 

-Hay Allah senden razı olsun; iyi ki hatırlattın. Hemen şu keseleri de onların merkez-i İdarelerine ulaştırın, refakati-mizdeki zevat hakkında sorduğuna gelince ben bunlara böyle vesilelerle ara sıra ikramda bulunmazsam, onlar bana padişahlık yaptırmaz! Cevabını verir. Bu cümlede saklı olan hakikat aziz ve muhterem okurlar, her ne kadar iktidar yalnız sürdürülürse de, o iktidarın görünmez ortakları vardır ki, bu harem-i hümayundan tutunda, güç sahibi herkesin muhab­betini üzerinde toplamazsaniz muktedir olamazsınız. Bu ba­kımdan Sultan Reşad pek talihsizdir. Yeri geldiğinde bu talih­sizliğini hatırlatırız.

 

Şimdi; Sultan 2.Abdülhamid Hân gibi bir şaşaalı padişahın yerine geçmek onun mazide bıraktıklarının, yaptıklarının ağırlığı altında ezildiği bir vakı'adır. Sultan Hamid, her şeyi hazırlar ve uygular bu sırada da aksaklık olmaması için İşe vazülyed ederdi Sultan Reşad ise sadece bir tasdik makamı hâlinde taht-i Osmanî'de oturmaktaydı. Biz Abdülhamid Hân'ın peşinden bir genel değerlendirme ile sahifemizi süsle­mek istiyoruz. Bu de ğerlendirmenin 1913'de yâni 1.Cihan savaşından önce, fakat Balkan harbinin içinde neşredilmiş ve o dönem idadilerinde yâni lise seviyesindeki mekteblerde târih derslerinde okutulan kitabın yazan Afi Sabri Bey'in ol­duğunu söylerken, bu zâtın değerlendirmelerine itirazımız olursa onu da hemen altına ilâve ederiz. Yazının başlığını biz bir ara başlık hâline getirdik.

 

 

 

5. Faslın Tekmilesi

 

 

Osmanlı devletinin gerek askerî gerekse mülkî teşkilâtının ne kadar esaslı bir şekilde tesis olunduğunu, ancak, 1000/1591'den sonra da bu kuruluşun nasıl bozulmaya yüz tuttuğunu târih akışı içinde görmüş bulunuyoruz.

 

Vaktiyle maddiyat ve maneviyat itibarıyla dereke dereke bizim idaremizde bulunan garib kavimler yeni bir çağın açılı­şıyla ki bu İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethi, engizisyon mezaliminin tahammül olunamayacak seviyelere yükselmesi ki, hemen şunu söyleyelim, İstanbul'un müslümanların eline geçmesi bu şehirden İtalya'ya giden pek çok ilim ve bilim adamı avrupada kurdukları mektepler, meydana getirdikleri ekollerle bat insanını uyandırmışlar ve batı aydınlanması Şarka en yakın olan İstanbul'dan gidenler tarafından gerçek­leştirilmiştir.

 

Öte yandan engizisyonun avrupadaki varlığı nasıl bir şey sık sık tekrarlanırsa bir karşı refleks doğurur bu misâle uy­gun olarak Avrupada tatbik olunan bu klişe ve papaslann in­sanları yakmaları, hrıstiyan dini mensupları dışındakilere yaptıkları işkenceler ahalide bir aksülamel husule getirmiş ve silahlarına sarılan ahali üzerlerinde tatbik edilen zulümleri kaldırmaya ve tatbikçilerini de haylice cezalandırdı. Taassu­bun yok edildiği yerde elbette gelişmenin ve cemiyetin te­rakki edeceği tabii neticedendir.. Protestanlığın çıkması ahali­nin üzerinde bir intibah meydana getirdi. Bu intibah sonunda da 1600'lü yıllardan sonra da bizi fersah fersah gelip, geçti­ler.

 

Hele hele ordularımızın uzun zamandan beri savaş alanla­rında ve hudutlarımız da asar-ı celadetlerini gösterememeleri, ikide birde ihtilâl çıkararak emniyet ve güveni ve de huzu­ru selb eylemesi yâni askıya alması, ülke içinde karışıklıkla­rın günden güne artması, iktisadiyatımızın yavaş yavaş ec­nebilerin ellerine geçmeye yüz tutması, bazı düşünce sahip­lerinin bir takım ıslahat'hareketlerini yapmamız gerektiğini hatırlatmaları kendilerini tehlikeye atmalarına sebep olmuş bu düşünceler iyi bir şekilde telakki edilmemişti 1. Mahmud ve 3. Ahmed zamanında biraz tatbik şansı bulmuşsa da, ge­rek hariciyeye ait işler, gerekse de, taassup sahipleri değişik­liklerin menfaatlerine vereceği zararları önlemek hususunda aldığı tedbirlerle her şeyi akim bıraktırmaya muvaffak ol­muşlardır.

 

3. Selim bütün yeniliklere açık bir padişah olması hase­biyle tahta çıktığında hemen, işa .girişerek.lâzım- gelen İsla­hata başlamıştı. Avrupalılar tarzında askerî kışlalar, istih­kâmlar mekteblerin inşaasını temin etmişti. Nizam-ı Cedid adlı talimli asker ihdas etmişti. Bütün bunlar yapıhrken, he­men önümüze Mısır meselesi çıkmış, peşinden Mora olayı husule gelmiş, Rusya ve Avusturya saldırganlıkları biribirini tâkib etmiş, bitmek tükenmez avrupa entrikaları yüzünden az miktarda yenilikler tatbike konabilmiştir. Bilindiği gibi, bu günde, milletimiz ayağa kalkmak için yaptığı her hamlede, yine menfaatçilerin teşki- lat kuvvetlerinin bu hamlelerimizi önlediklerinin şahidi oluyoruz. Bir milli görüş ortaya çıktı ve ağır sanayi hamlesi dedi, milli harb sanayii kurulmasını taleb etti ve projeleri ortaya koydu. Her köye, atölye, her şehire fabrika, yer altı ve yer üstü zenginliklerimizle alakalı bölgele­re o mevzuda sanayii ve pazarlama tesisleri kurma plânlan teklif edilerek, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkabil­menin, istihdam, üretim, pazarlama ve kendi istikbâlini ken­di imkânlarıyla temin etme devrini başlatmak isteyenler, am­balajcı makarnacı ve gazozcu montajcılarla ile ithalatçılar birleştiler, önce milleti sağ-sol diye ikiye bölüp yıllarca birbir­leriyle döğüştürdüler. Daha sonra da bir darbe ile ülkenin ge­ri kalmasını sağladılar. Görüldüğü gibi, 1913'de 1790 sonra­larına atfu nazar eden Ali Sabri bey merhum, bizim bu gün yaşadıklarımızın daha değişik fakat gaye aynı aziz milletimizi dünya klasmanında alt seviyelerde bulundurmayı sağlamak olduğuna işaret ediyor.

 

Sonunda 1241/1826 senesinde 2. Mahmud hazretlerinin himmetiyle <târife gelmeyecek kadar bozulmuş olan> yeni­çeri ocağı ilga edilerek yerine de Nizâm-ı Cedit askeri ikame olunduğu gibi bir çok yeniliklerin tatbikine de imkân buluna­bildi. 1249/1835'de memurların tanzimi yapılırken, 1250/1836'da da Divân-ı Hümayun yerini vükelalik meclisi­ne yâni bu günkü tâbirler bakanlar kuruluna bırakmıştır. Sul­tan Abdülmecid'in tahta geçip de icraata başlaması, Gülha-ne hattının okunmasının akabinde devletin görüntüsü av-rupalı bir devlet portresine büründü. İşleri tanzim içinde Şûr'a ile hemen peşinden de bir meclis-i vâla-yı ahkâm-ı ad­liye kurulmuş daha sonra da yâni. 1270/J853 de Meclis-i Al-Î-İ Tanzimat daha sonra adliye nezaretine ve 1284/1867'de

 

Sûr'a-y Devlete dönüşmüştür. Bu kurulan sistemin müesse­seleri, devletin bir çok kanun ve nizam ile yeniden yapılan­masını sağlarken, sadaret kethüdahğı makamı, ümûr-u Mül­kiye Nezareti adını almış ki günümüzde buna İçişleri bakanlı­ğı denmektedir.

 

Orduya gelince; 1241/1826'da kaldırılmış bulunan yeni­çeri ocağına eş değerde Asâkir-i Mansure-i Muhammedİye unvanı verilmiş daha sonra da, Hassa ve Mansure ismiyle iki kısma ayrılmıştır. 1249/1835'de Redif teşkilâtı tanzim olun­muş, 1259/1845'de Osmanlı askerlik sistemi Rumeli, Ana­dolu, Arabistan, orduyu hümayunları kurulurken, merkezde ise Hassa ordusu tesis ediliyordu.  1250/1836'da Mekteb-i Harbiye açılmış, 1253/1837'de kurulan Dar'ül Askerî Şûr'a, askerî işlerin bütününün görüldüğü yer olurken,  1264/ 1847'de de askere alınma usûlü kur'a sistemine ulaştırılmış­tır. Daha sonra ordularımızla ilgili sayı yedi rakamına iblağ edilmiştir. (Daha sonra r,1326/m.l910'da Golç Paşa'nın tek­lifiyle bu usûl kaldırılmış, dört büyük müfettişliğe dönüştürül­müştür. 14 kolordu ile bir kaç adette müstakil fırka meydana getirilmiş, tabur, alay ve fırka teşkilatları nın da değiştirilme­sine gidilmiştir.) İşte yeni tanzim sonunda 1270/1854 Kırım savaşında güç ve kuvvetini bütün avrupalılara kabul ettir­miştir. Ruslara maddi ve manevî alanda üstünlüğünü isbat etmişlerdir. Bunun arkasından bahriye üzerinde operasyonlar yapılmış ve Abdülaziz Hân zamanında denizcilerimiz, dünya­nın 2. büyük donanmasına sahip olarak denizlerde dolaşma şansı bulmuşlardır.

 

Ne var ki, kırk sene sonunda donanma mefluç hâle gel­miş, ancak 2.Meşrutiyetten sonra yeniden tanzime başlan­mıştır. r.l255/m.l839'dan sonra maarif, maliye gibi işlerde hayli başarılar elde edilmiştir. 1241/1826'dan beri mâliye işlerinde bazı tashihatlar yapılmışsa da,   1253/1837'de eski usûl  tamamen terk  edilerek simdik mâliye  usûlüne (1910'lar) geçilmiştir. Tam ayarda para basımı yapıldı. Tan-zimat-i Hayriye'den sonra İstanbul'da mekteb-i tıbbıye-i as-keriyye, bir dar'ülfünûn açıldığı,  1273/1857'de kurulan ma­arif nezareti ülkenin bir çok yerine rüşdiye, yâni orta mektebi kurmaya girişmişlerdir.  1275/1859'da mekteb-i sultanî, 1294/1878'de mekteb-i mülkiye, 1297/1881mekteb-i hu­kuk,  1300/1884'de dehendese-i mülkiyenin açılması ta­hakkuk ettirlmiştir. Ayrıca bir hayli matbaa açılmasına girişil­miş ve de bir hayliside başarılı olmuş yaptıkları basımlarla, ilim ve fen'de ahalinin aydınlanmasına yardım etmiştir. Sul­tan Abdülmecid'in döneminde yapılan yollar ve köprüleri Abdülaziz dönemindeki buna ilâve olunan teşebbüslerin ara­sında demiryolu ayrı bir yer tutarken, 2.Abdülhamid hân devrinde de geliştirilen demiryolları ve de fabrika kurmaya eğilmeleri pek makbuldür.

 

Özetlersek; Osmanlı devleti, Sultan Mahmud-u sâni döne­minden Abdülmecid hân ve Sultan Abdülaziz ve de Sultan 2. Abdülhamid devirleriyle terâkkiye, ileri hamleyede büyük za­man ve para ayırmışlardır, bunda da haylice yol almışlardır. Bunun sayesinde de 1272/1856'da Avrupa'da Pâris'de ya­pılan milletler arası kongrede Osmanlı devletinin avrupa dü-vel-i âliye-i ailesine yâni avrupanın büyük devletleri arasında bulunduğu yeniden tasdik ve kabul olundu. 2.Abdülhamid Hân'ın tahta çıkışının hemen ardından ilânını yaptığı idarey-i meşrutiyet ve kaanunî esasî, avrupanın devletimizin şan ve ikbalini tasdike faydalı oldu. (Bu günde avrupa topluluğuna girmek için yapılanlar bir türlü avrupalılarca makbul bulun­muyor!) Ne çâre ki, kaanun-î esasinin ilânından hemen son­ra çıkan Rus savaşı devletin bir çok arazi ve insanını kayberek bu savaştan çıkmasına sebep oldu.

 

Ülkenin mâli durumu son derece sarsıldı. Sultan Hamid, afim alan hafiyelerle ülkede, düşünce ve ileri gidişe engel 6 anialar ihdas etti. 1324/1908'e kadar sürdürdüğü bu sis­temle ne tehlikeli durumlar ne fecî vak'alar geçirdiği sizlerin de malumu olduğundan bunlara girmeye lüzum görmüyo-um. Bundan sonraki terakkimizin meşrutiyetin neslinden bekliyorum. Demektedir. Böylece de bir çok ittihat ve terak­ki çetesinin taraftarı sözde yazarlar gibi hareket etmeyip, 2.Abdülhamid hakkında şahsiyatçılık yapmayıp kendisine hakarete yeltenmeyen nâdir tarihçi ve yazarlardandır. Ali Sabri Bey.

 

 

 

Sultan 5 .Mehmed Reşad'ın Dönemi

 

 

Sultan Abdülhamid'i 31/Mart/1909 vak'ası bahane edile­rek tahtdan indirtmeyi başaran Osmanlı ve İslâm düşmanları İttihatçıların eline düşünce tereddi yâni gerileme, izmihlal na­zariyede hemen hemen tamamlanmıştı. Şimdi yapılacak iş bunu fiiliyata dökmekti. Zâten meşrutiyette olsun, 31 /mart Vak'asını teskin ve tenkilde olsun, Makedonya'nın azılı ve gayri müslim çetecileriyle kol kola İstanbul'a giren İttihatçı komitacılar yapacakları nı adetâ haber veriyorlardı. Bulgar komitacısı Sandanski ile Taşkışla'da müsiüman askere kur­şun sıkan söz de, müsiüman komitacı arasında ne fark gözetilebilir? Bunların yardımına dâima koşmuş bulunan Rumeli eski müfettiş-i umûmisi Hüseyin Hilmi Paşa 31/ Mart hâdi­sesi yüzünden Sultan 2.Abdülhamİd!in sinesine iltica etmiş ve sadareti terk etmişti. Sultan Reşad'i tahta oturduğu esna­da Ahmed Tevfik Paşa makamı sadaretde bu lunmakla bir­likte, İttihatçılar kendi aralarında yaptıkları söz mübarezesin-de meşrutiyeti ilân edeli nerdeyse senesi yaklaştı, hâla biz it­tihatçılardan kurulu bir kabineyi iş başına getiremedik dü­şüncesine çene yoruyorlardı. Tevfik Paşa ise son derece ta­rafsız ve batı âleminde hatır ve sözü geçer bir zat olduğun­dan onunla çalışmak istemeyen ittihatçı ekibin yine Hüseyin Hilmi Paşayı Tevfik Paşa'ya tercih ettikleri görüldü. Suitan Reşad'ın tahta cülusundan üç gün sonra Tevfik Paşa selef ol­du, Hüseyin Hilmi Paşa halef oldu. Bu kabineye Talat Bey'dahilİye nâzın olarak girdi. Bir deyimle ittihatçıların bu nazırın kabineye girmesiyle tamamının kabineye girdiğini bir saysak yanlış bir söylemiş olmayız. Nitekim; Talat Bey, kabi­ne toplantılarında olsun, cemiyetin merkezinde alınan kararlan hükümet katında alınmış karar gibi uygulama becerisini gösteriyor ve sadrıazamı bunaltıyordu.

 

Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir hesabı bunun böyle olacağı belliydi çünkü H.Hilmi Paşa, kabinesine Sultan Hamid'in eski sadnazarnlanndan Avlonyalı Ferid Paşayı al­mıştı ki, ittihatçılar bu zatı zorla istifaya şevkettiler. Talat Bey'i kabineye o zatın yerine dâhil ettiler. Hilmi Paşa, İttihat­çılara yakın davranışlar sergilese de onların emrinde olacak bir tabiatda da değil idi. Nitekim; Talat Bey'in tavırları sad-nazamın istifasını hızlandırdı.

 

Hüseyin Hilmi Paşanın yerine Roma B.elçimiz İbrahim Hakkı Paşa getirildi. Şimdi biz Sultan 2. Abdülhamid Hân'ın şifre kâtibi olan Mehmed Selahaddin Bey merhumun "Bildik­lerim" adıyla neşrettiği hatıratından aşağıdaki başlıkla yazılı bölümü alıntılayalım ve böylece de, mühim bir fonksiyon ic­ra eden görevinde eski şifre kâtibi neler söylüyor ve târihin arka plânı nelere gebe görelim:

 

 

 

5. Mehmed Reşad Ve Cülusu

 

 

Sultan 5. Mehmed Reşad unvanı ile Osmanlı tahtına çıkan ve aynı zamanda halifeyi rûyi zemin olan zat, çok merha­metli melek gibi bir insandı. Ancak bazı şahıslar salı günü tahta çıkışını sairğununüri uğursuzluğu gibi bir saçmalığa yorarak kötü tahminlerde bolundular. Maalesef gerçekleşen­ler o kadar üzücü oldu ki neredeyse bu bâtıl görüşe iştirak, konuşulur oldu. Salı gününün uğursuzluğunu muharrir-i aci-zide kabul ettiğimden arkadaşlarıma salı günü uğursuzluğu­nun Sultan Reşad'ın peşini bırakmayacağını ifade etmiştim der Mehmed Selahaddin Bey.

 

Sultan Abdülhamid'in vehminden otuzüç yıl çekdikleri el­em ve azabı unutturacak bir çok azabı vicdaniye karşısında, aslı ve nesilleri bilinmeyen bir çok ittihatçı zorbaya maalesef kötü bir âlet olarak esir düşmüştü. Bu cahil, rezil kurucu ve reislerin tasallutundan ne kendisini ne de milleti kurtarabilmişdir.

 

5.Mehmed Reşad hân'ın devri saltanatı maalesef Osmanlı İslâm devletinin en hazin ve en acı hadiselerin yaşandığı de­vir olarak anmak vede bu devrin talihsizlikle adlandırılmasını önlemek kimsenin haddi değil. Çünkü, essahdan öyledir. Bu mağdur ve mazlum bedbaht padişah Sultan Reşad hleri, kı­sa zaman içinde müdhiş vakalara ve fecî hâdiselere bazen şahid bazende âlet olma şanssızlığıyla karşı karşıya gelmiş­tir. Bu hâllere katlanmasında en büyük dayanak, iyi bir ina­nan olmasıdır. Nitekim; ameliyata yatarken yaptığı dua: "Ya-rabbî! benim vücûdum, bu milletin faydasına ise hayırlısıyla iyileşeyim. Hayırsızsa bu masadan sağ kalkmayım" şeklin­de olduğu bir çok kişiden duyduğumuz ifadedendir. Nitekim vefatı vukubulduğunda vatan ve milletin içine yuvar landığı duruma en çok üzülenlerin başında olduğu çok kişi tarafın­dan teslim edilir.

 

Sultan Hamid'in Selânike gönderilmesinin peşinden hare­ket ordusunun ittihatçıları, tam bir kör sadakatle bağlılığı ne­ticesinde saklandıkları deliklerden fırlayan me'şum cemi­yetin azaları vede sabık kabinenin üyeleri, yeniden hükümeti kurmak sevdasına düştüler. Meşrutiyetin ilk padişah ve hali­fesi ilân ettikleri Sultan Reşad'ı derhal meşrutiyet anlayışının aksi istikametinde yönlendirmeye gayrete girdiler. Tevfik Pa­şanın, Sultan Reşad'in huzuruna çıkıp, kabine üyeleriyle bir­likte istifasını sunması ve yeni padişahın Tevfik Paşa'yı göre­vinde ipka etmesi ittihadçıları bir hayli kızdıran olaylardan vur Nihayet dayanamayan Sultan Reşad'ın: "Ben meşruriyet kanunlarına uygun hareket ediyorum. Sizler buna uy-avacaktınizda o zaman bizim bilâderin ne günâhı vardı da ahlû eylediniz" demiş olduğu pek yaygındır. Ne varki, ko­mitacılar güruhu padişaha tebelleş oldular fazla bir zaman cmeden Hüseyin Hilmi Paşayı yeniden sadarete getirecek olan kararın birinci merhalesi olan Ahmed Tevfik Paşanın ve kabinesinin azlini emreden iradei seniyyeyi elde ettiler. Böy­lece ikinci merhalede H.Hilmi Paşa kabinesi kurulduğunda Mülabei Sıbyan yâni çoluk çocuk kabinesi denebilecek hü­kümet kuruldu." Diyor Mehmed Selahaddin Bey

 

 

 

Câni'ler Kabinesi!

 

 

Hüseyin Hilmi Paşanın bu ikinci sadareti yukarıda konulan ara başlıkta yâd olunsa yeridir. Çünkü; bu kabineye mümkün mertebe ittihadçılann dolduruldukları göz önüne alınır ve tat­bikata bakıldığında görülecek olan manzara böyle isimlendi-rilmesinde isabetlidir. Bu kabine evvelâ Yıldız sarayı yağma­sını gerçekleştirenleri temize çıkardı. Daha da sonra yine Yıl­dız Sarayı baskını sırasında meydana gelen olayların nihaye­tinde mazlumların hakkını ortada bıraktı. Yine bir çok kişinin nahak yere katline ve idamına seyirci kaldı. Sultan Abdülha-mid'i, bankalardaki nakit para ve senetlerini, bağışlamaya icbar eden muameleye en azından göz yumması, bir gasp hükümeti olduğunu ortaya kqyar. Nihayet sokaklarda hertür-lü cinayetin, ittihatçılar tarafından işlenmişlerine müsaadekar tutumları, verilen nâmı almaya hak kazandırmıştır.

 

Caniler Kabinesi adını verdiğimiz İttihad ve Terakki cemi­yetinin babıâlî şubei merkeziyesi. Şeref Efendi sokağındaki ittihatçıların genel merkezi heyeti idare reisleriyle birleşerek, Yıldız Sarayı hümayunundan aldıkları mücevherat ve diğer kıymete haiz malları, târihin yazmaktan yüzünün kızaracağı bir suretde, sarayı hümayunda bulunan hizmetkâr ve kalfa­lardan, cebren ve işkence yaparak gasp ettikleri elmas gibi pek değerli eşyayı güya pederlerinden mirasmış gibi ara­larında paylaştıktan sonra, ahalinin gözünü boyamak kasdıyla bir kaç parça mücevheri Avrupaya gönderip bunların değeri olan üçyüzküsûr binlirayı bulan küçük bir miktarı, Do­nanma Cemiyetine yardıma verdiklerini ve bir mikdar mü­cevher ve de parayı haziney-i hümayuna ve müzehaneye verdiklerini utanmadan ilân etme yoluna gittiler.

 

Mehmed Selahaddin Bey, bu günkü Libya'nın o dönemde­ki adı olan Trablusgarb ile alakalı çok mühim bir ifşaatta bu­lunuyor: Aşağıya alıyoruz:

 

 

 

Trablgsgarb İçin Bir İfşaat!

 

 

H.Hilmi Paşa kabinesi böyle yağmalar yapmak ve cinayet­leri, soygunları örtme ile meşgulken, koruyucuları makamın­da bulunan, Almanya imparatoru 2.WilheIm ile hükümetin, velinimetleri olan tttihad ve Terakki cemiyeti merkezinden gelen emirlerin üzerine Trablusgarb pazarlığı için Roma elçi­miz olan ibrahim Hakkı Paşa'ya yardım etmek ve resmî sıfat taşıdığından, giremeyecekleri yerlere girib çıkmak ve göre­meyeceği adamları görüp konuşmak için itimat olunur, kâr yapmayı bilen bezirganların büyüklerinden lâzım geldiğinden bu gibi vaziyetlerden anlayan ve iki tarafın itimadını kazan­mış tüccarlar gönderilmiş ve bilhassa Karaso Efendi(!)nin bu hususdaki gayret ve vatanperverânesi(î) ile işyoluna girmiş olduğuna ve makam-ı sadarete getirilmesi bu meseleyi sona erdirebilmesi İçin, Hakkı Paşanın sadareti kararlaştırılmıştı. Buna bağlı olarak da, H.Hilmi Paşa'nın kabinesinin devrile-bilmesini temin için parlamenter hayatın gereklerinden biri olan bir soru ve arkasından tâleb olunan itimad oyunu, hü­kümetin kazanamadığı sonucunu getirince iş bitti. H.Hilmi Paşa kabinesi yuvarlandı gitdi. Bu ifşaat tâbiiki büyük bir it­hamdır. Ancak daha sonra İtalyanların gönderdiği ilân-ı harp ültimatomunu geç açması gibi gariplikler, ateşin olmadığı yerde duman çıkmayacağı hususunu çağırıştınyor!

 

 

 

İbrahim Hakkı Paşa'nın Me'şüm Sadareti

 

 

Sadrazamlık sırası Roma sabık sefiri fehametlû İbrahim Hakkı Paşa hz.lerine getirtildi. İstanbul'a geldiğinde Sirkeci tren istasyonunda ittihadçılann ileri gelenlerince karşılandı. Büyük bir muhabbet ve sevgi seli görülüyordu bu istikbâl tö­reninde! Bu karşılama es nasında,döneminin "adl-ü ihsan" olacağını söylemekten kendini alamayan Hakkı Paşa ertesi gün, geleneksel sadaret alayında da sevgi seliyle karşılandı. Oturacağı sadaret san dalyesine doğru adımlarını atarken bu sandalyede, adl-ü ihsanı bol bir zâtın oturacağı mahal ol­maktan kendini bahtiyar addeden ahali, bir yalanın mahkû­mu olacağını ne bile-bilebilirdü Adl-ü ihsan politikacısı paşa­mızda, Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde bulunan bazı zevat-ı muhteremi görevlerinde bırakma yoluna giderken, eski kabi­neden bazılarını da onlardan daha muhterem(l) şahıslarla değiştirmiş böylece, bir kabine vücûda getire rek Trablus­garb ve Bingazi'yi İtalyanlara ihsan edebilmek için hazırlıkla­ra başladı.

 

Sevgili okuyucularım; okumakta olduğunuz yukarıdaki arabaşhkla birlikde verilmiş satırlar üstü örtülü bir vak'aya, attığı neşterle ortaya çıkacak ufunetin, hangi hakikata vara­cağının hesabını yapmışmıdır? Sorusu aklımıza geliyor. Yinede bir müddei olmakdan sarfı nazar edip etmemeği düşün­mekten kendimi alamıyorum.

 

İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal merhumda pek kıymetli eseri olan "Son Sadrazamlar" da sadeleştirmeye çalıştığımız satırların sahibi Selahaddin beyefendiyi, aşağıdaki beyanı münasebetiyle eserine aldıktan sonra demektedir ki, bu iddi­alarınızı ispatta vazife size düşmektedir, cevabıyla geçiştir­mektedir. Biz ise, bizim gibi bir yabancı dil dahi bilemeyen sözde araştırmacıların beceremeyecekleri işlerden, olduğun­dan, bir akademisyenin bu iddiadan yola çıkmak suretiyle mevzuun derinliğine tahkikiyle, ortaya çıkarması târih ve millete karşı yapılması gereken aslî ve ilmî bir vazifedir, de­dikten sonra hatıratın muharriri, Sultan Abdülhamid dönemi­nin telgrafhane şifre kitabeti hulefasından, Selahaddin bey'in ifadesini noktasına virgülüne dokunmadan alıntılıyorum: "Adl-ü ihsan kabinesi, bu vecihle teşekkül ederek işe başla­mış isede Hakkı Paşa hazretlerinin dersadet'e vürûdunda Sirkeci istasyonunda binlerce halk tarafından icra edilen merasim-i istikbâli'yede irâd eylediği nutkunda bahsetdiği <adl ü ihsan>dan memleketimiz müstefid olamamış ve pa­şayı müşarileyhin, adi ve ihsanını, geldiği şimendöfer alarak Roma'ya kadar geri götürmüş olmalı ki bu ihsanlarına İtal­yanlar nail olmuşdur."

 

Memleketimizin hissesine bu kabinenin kuruluşunun ilk gününden, sükûtu anına kadar geçen vakit, Babıâli yangını, Havran İsyanı, Yemen İsyanı, İstanbul'da kolera salgını, Ma-lisör isyanı, Vezneciler büyük yangını, Girid meselesi, İtal­yanların bize savaş ilânları vede Trablusgarb ve Bingazi'nin, elden çıkması gibi, milletimizin çok üzülmesine sebeb olacakları, düşürdü. Hakkı Paşa'nın memlekete ayak bastığı andan itibaren harici ve iç dün-yamızda, hiçbir sükunet emâsi qörülmemiş memâlik-i Osmaniyyeyi bir uğursuzluğun bulutu kaplamıştır. Ne şekilde sadarete geldiğini yukarıda ar-calıştığımız Hakkı Paşa, kabinesinde Harbiye Mazın olup pâtih ünvanına(!) layık olan İttihad ve Terakki ordusu ku­mandanı, besalet(yiğit!)i unvan, Mahmud Şevket Paşa'ya ev­velemirde Trablusgarb kıta'sının tahliyesini tavsiye eylediğin­den, bu kumandan da erkân-ı harbiye-İ umûmiye dâi resi (bu dâire inkılab sonrasında ittihad ve terakki reis ve azası elinde kalmış ve adı geçen dâirenin memurları ordularımızın bu hâle gelmesine ve ittihadçıların arzularına hizmetle ve yardımlarına şitap <(koşmuş> etmişlerdir.) Derhal Trablus­garb ve Bingazi'nin tahliyesi için lâzım gelen tedbirlerin icra­sına çalışmışlardır.

 

 

 

Trablus İle Alakalı Tedbirler Ve Sonu

 

 

İşler şöyle bir seyir takip etmiştir: Trablusun tahliye edil-mesini kabullenmeyip, itiraza geçecek muhtemel kişilerin, bulundukları yerlerden alınmaları icâb ederdi ki bunların ba­şında Trablusgarb Vali ve Kumandanı gelmekteydi ki bunla­rın Dersaadet'e çağrılıp azilleri yapılmış ve yerlerine de kim­se tâyin olunmadığından mühim olan bu iki mevkii boş bı­rakmışlardı. Yemen'de çıkan karışıklıklar sebeb gösterilerek, Trablusgarb ve Bingazi'deki birlikler o tarafa sevk olundular. Böylece çok geniş olan Trablusgarb ve Bingazi toprak mesa­hası iki-üç bin civarındaki askerimizin kontrolüne bırakıldı ki yapılacak hatalardan değildir. Üstüne tüyü de şöyle diktiler: savaşın kaçınılmaz icabatından olan top, tüfenk vede cepha­ne birer bahane ile geriye aldırıldı. En önemli yanlışlarından biri de, Sultan Hamid-i sânı döneminde, onbeş-yirmibin kişi­ye varan silahlı kuvvet bulundurmaya önem verilirken üstü­ne üstlük, bu kuvvetlere yardımcı olmak üzere tanzim olun­muş Kuloğlu ocaklarını da dağıtmak garabetini gösterdiler.

 

Trablusgarp kuvvetlerimiz arasında yer alan 37. ve 38. Süvari alaylarından birini de aldılar. Geride bıraktıkları süvari alayının asker sayısı zikre değer bir rakam olmakdan çıkarıl­mıştı. Kuloğlu yerel asker topluluğunun silahlandırılmasının kuruluşu esnasında gönderilen kırk-elli bini aşan martini ve şnayder tüfenklerini de yeni sisteme uydurmak için, Derâii-ye'ye getirttiler ve yerine de silâh göndermediler! Trablusgarb'ın ve diğer yerlerindeki tamire muhtaç olan istihkâmla­rını onarmak ve toplarını da tamamlamak İçin dahi gayret göstermeyip bilhassa ihmal ettiler!

 

İnkılabın herhen başlarında Trablusgarb ahalisinin gerçek­leşmesini arzu ve.taleb ettikleri asker alma muamelesini bile yapmadılan Bunu yapmamakla 15-20bin kişilik askeri kay­betmiş oldular. Velhasıl; nizami kuvvetlerden ve her çeşit sa­vunma mekanizmasından tecrid edilmiş, bu geniş topraklar, düşmanın (İtalyanların) tasallut ve hücumuna mâruz bir hâle getirilmiş bulunduğundan, İtalyanların iştah dolu ihtirasına râm olmağa mah kûm edildi. Sadrıazam İbrahim Hakkı Paşa ve kabinesi; Osmanlı devletinin Afrika kıtasında mâlik oldu­ğu yegâne topraklar olan Trablusgarbla, Bingazİ'yi, bu dav­ranışlarla her türlü savunma imkânından aciz; askersiz, top­suz, tüfenksiz, vâlisiz, kumandansız, zahiresiz ve parasız bı­rakarak daha önceden şartlan kararlaştırılmış hususları yeri­ne getirerek, üzerine düşeni yerine getirmiştir.

 

Bittabi bundan haberdar olan italya hükümeti, ordusu nu ve donanmasını hazırlamış hâttâ hiçbir şey yokmuş gibi Ba­bıâli 'ye mültefit ve dosta ne görüntüler vermekteydi. Basın dünyamızda bazı kalemler, yazılarında Trablusgarb'ın savun­masında gördükleri ihmali, düşmanın iştiham kabartır anla­yışını ileri sürmüş hükümetin bu zafiyeti ortadan kaldırması, makaleler vasıtasıyla tavsiyeler olunmuşsa da babıâlî tarafından malum olan bu harekâtdan dolayı, bir tedbire müra­caat olunmamıştır.

 

Hakkı Paşa ve kabinesi; serinkanlılıkla, cereyan eden vazi­yeti seyrediyor gazetelerin yazdıklarına ise hiç ehemmiyet vermiyorlardı. Hakkı Paşa kabinesi; rehavet ve sersemliğinde devamda olsun, hazırlıklarını tamamlamış bulunan ve askeri­ni gemilere bindiren, donanmasını da Akdeniz'de dolaştırma­ya başlatan İtalya devleti, İstanbul'daki büyükelçilerine ani­den 23/eylül/1911 tarihiyle babıâlî'ye verdirdiği bir yazılı tes­kerede: "Şu sırada Trablusgarb'da İtalyanlar aleyhinde tah­rikat mevcud" olduğu iddiasını öne sürerek: "Oraya mühim­mat ve asker dolu vapurların sevkı, galeyanı taassuba mu-cîb olacağı ve bu da, oradaki İtalyan tebaasını tehlikeye dü­şüreceğinden, böyle şeylerden sarf-ı nazar edilmesini" anla­tarak işe başladığını imâ ediyor. Bundan altı gün sonra da, verdiği ültimatomla "Trablusgarb'ın Türkiye tarafından se-nelerdenberİ imâr edilemediğinden ve İtalya'nın oraya nüfuz ve hululüne karşı çıkıldığından" bahisle "İtalya hükümetince medeniyetin vazifeli kılıp ümranseverliği ifa etmek üzere bahse konu toprakların, derhal Osmanlı askerlerinin tahli­yesi ve yirmidört saat zarfında kat'i cevap verilmesi lüzu­mu" bildirilmesi üzerine, görünüş de babıâlî de bir telâş ser­gilenerek Hakkı Paşa; o gece meclis-i vükelâyı gece yarıları­na kadar saray-ı hümayunda toplatmış: "gayet mülayimâne ve zillet içinde" daha doğrusu "her istediğinize amadeyiz, söyleyin pazarlığa girişelim" tarzında bir nota hazırlayarak vermişlerse de, bu notanın tebliğ müddeti olan yirmidört sa­at son bulmadan birkaç saat evvel İtalyan elçiliğince verilen 29/eylül/1911 tarihli nota ile İtalya hükümeti devlet-i âliyei Osmaniye, ilân-ı harp eyledi.

 

 

 

Ne Zelil Emir!

 

 

İtalyanların, Trablusgarb'm tahliyesiyle kendisine teslimini 24 saat içerisinde cevap verilmesi lüzumuna dâir verdiği no­taya karşılık babıâlî'den, Trablusgarb'a çekilen telgrafnâme ile: "Şayed; İtalyanlar tecavüz ederse, düşmana bir bahane verilmemiş olmak üzere mukabele edilmiyerek şehrin mu­vakkaten tahliyesi" emrolunmuştu.

 

Garibdir ki; o sırada Hakkı Paşa ve kabinesinin bu husus-da gösterdiği rahat davranış ve yavaşlık, memlekete ihanet ve hiyanetten değildir. Belki daha önce Roma'da bulunan ve İtalya'nın politik durumlarına vukufu olan sadrazamın, namlı diplomatlardan bulunduğu için bu mühim meseleyi de "po­ker oyunu masasında" gayet muslihane ve mülayimâne, bir çâre-i hâl ve tesvîye'ye bağlayacaklardır. İtalya'nın Trablus-garb ve Bingazi'ye çıkardığı askerini, geldiği gibi geri dön­dürmeğe muvaffak olur. Bu bakımdan telâşa düşecek husus yokdur. şeklindeki boş sözlerle meşgul olan, cemiyet-i ittiha-diyenin ve Hakkı Paşa'nın bendegân ve meddahları olduğu bile maalesef görülmüşdü.

 

Kabine ve ittihad ve Terakki cemiyeti bu meseleyi benzer­leri gibi geçiştirmek istemişse de, günden güne artan heye­can ve galeyanın önünün kolay kolay alınamayacağı his-solununca, şarlatanhklarıyla gözleri boyamağa kıyam etmiş olan cemiyeti ittihadiye: "İtalyanlar ebedi düşmanımızdır" başlıklı yazıları gazetelerine koydurarak, kahraman ve feda­ilerini birer birer Trablusgarb topraklarına göndermeğe baş­lamıştı.

 

Böylece kasalarını doldurmak çâresini aramışlardı. Buna bağlı olarak, millete karşı koruyucu ve sadakat dolu hislerini teşhir ederek gerek cemiyetlerinin gerekse kendilerinin hislen ne kadar birbirine bağlı olduğunu göstereceklerdi ve un devamını sağlamak Hakkı Paşayı feda etmekten geçiyordu Bunun çâresini de tatildeki meclisi bir ay önce aça­rak kabineyi düşürerek buldular. Artık galeyan ve heyecan­lara bir son vermek ve efkâr-ı umumiye nin kendileri aleyhi­ne dönmemesi için de, heyecanların teskinine çalışmağa, cemiyet karar verdi.

 

Meclis-i mebusanı, zamanından bir ay evvel açmanın se­bebi aşağıda kendisini gösterecekdir. Meclisin bir ay evvel açılması esnasında İttihad ve Terakki fırkası Hakkı Paşa ka­binesi hakkında aleyhde bulunan bir sürü mebusları da oldu­ğunu sergiledi ve kabineyi sükûta getiren reylerde, İttihadçı ların da bir hayli oyu bulunuyordu. Böylece de meclisde ko­pan gürültüler arasında Hakkı Paşa kabinesi yuvarlanırken adi ü ihsanıda sükûta erdi. Yuvarlanıp giden; Hakkı Paşa ka­binesinin yerini alacak hükümet ve onu teşkil edecek sadra­zamın milletçe tanınan, siyasi işlere vukufu olan zâtın vasıf­larından millet çe ümidvar olunacak ve de bir müddet daha oyalanmak suretiyle, zaman kazanılması düşünüldüğünden, "Bukalemun" gibi renkden renge giren cebanet ve melaneti, sahtekârlı ğı ve şeytaneti sayesinde görünmeyen, Sultan 2. Abdülhamid hân'ın döneminde de sekiz defa sadarete gelmiş bulunan eski sadrazamlardan, Said Paşa hz.lerine verilmesi kararlaştırılmıştı. Bu teklifi güler yüzle karşılayan Said Paşa dokuzuncu sadaretine oturmuştur.

 

Makam-ı sadarete yerleşen Said Paşa, Trablusgarb me­buslarının vermiş olduğu takrirde, İtalyanların ele geçirdiği Trabiusgarb ve Bingazi'nin kaybında ihmalleri ve ihanetleri görülen vükelanın, mahkemeye sevkı tâleb edilirken yeni sadrazam bu kabinenin bir çok ismini, hâttâ takrirde adı ge­çen bazı zevatı dahi kabinesine yerleştirmişti bile!

 

Said Paşa kurmuş olduğu böyle bir kabineyle mebusanın huzurunda arz-i endam ettiğin de itimat oyunun redde döne­ceği alametleride görüldü. Çeşitli oturumlar yapıldı. Bu oturumlar hayli heyecanlı geçdi. Nihayet Said Paşa meclis-den hafi yâni gizli celse talebini ileri sürdü. Gizli celse kabul görüp açılınca, Said Paşa burada kabinenin büyücek bölümü kısa zaman zarfında değiştirilecekdir, izahatıyla aleyhinde gösterilen cereyana ve heyecana son vermeye muvaffak ol­du. Said Paşa ve onunla çalışan şeriki, malum cemiyet, bu meselede dahi rol yapmakdan geri kalmayıp, yalnız- kabine azasının değişmesi vaadi yla kabineye itimat edilemeyeceği­ni bildiklerinden her meselede olduğu gibi bunda da muhalif­leri Kâmil Paşa dahi beraber olduğu halde, yeni bir fırka ya­pıyorlar ve bu Trablusgarb meselesini ileri sürerek ülkede ta-rafdarlarının sayısını arttırıyorlar.

 

Eğer siz; bu kabineye itimad etmez ve kabine kurulamaz-sa memleket de bir isyan çıkması kötü olur. Bunun önünü almak ve hükümeti muhalifler elinde görmemek için bu ka­bineye itimat ediniz tarzında bir takım çamur sıçratarak me­busları Said Paşa kabinesine oy vermeğe ikna ettiler. Ne var-ki; benim istiklâliyetim var diye böbürlenen Said Paşa, ço­ğunluk partisi denilen, İttihad ve Terakki partisinin karşısın­da, kendi kendine bana kimse müdehale edemez! derken bu partinin ve âzalarının istediğini yerine getirdikten başka Ta­lat'larla, Cavid'lerle, Mahmud Şevketlerin elinde kötü bir âlet olmakdan gayri hiç bir istiklâliyet gösterememişti.

 

Padişah Sultan Reşad müdhiş bir sabır içinde ülke üzerin­de olanları seyrediyor. Enver Bey'in yarbaylıktan bir hamle­de Paşalık rütbesine ermesini memnun oldum, mahzuz oî-dum sözleriyle geçiştiriyor. Ülkede kendisinden habersiz hiç kimsenin albay rütbesinden üst bir rütbeyi veremeyeceğini bildiği halde, Enver Paşa'ya Dâmad, seni kim Paşalığa irtika ettirdi? Bu rütbeyi benden başka kimse veremez bu nasıl ol­du? Şeklinde bile bir soru tefhim edememesi işin rengini belli ediyordu. Adı belli olmayan bir şâir Sultan Reşad'in acziyeti-ni su şiiriyle ortaya koyduğunu görüyoruz:

 

"haberim yokdu olup bitmiş olan,işlerden

 

Mesneviler okuyordum, oturup ezberden

 

Bir de bakdım ki haber geldi bizim Enver'den

 

Savlet etmişdi Çanakkalay'a bahr-û berden

 

Ehl-i İslâm'ın ikî hasm-ı kavîsî birden"

 

 

 

Otuz İki Ay Nasıl Geçti

 

 

27/Nisan/1909'da Osmanlı tahtına oturan Sultan Reşad, tam bir tonton olup, ilerleyen yaşının gereği vak'aları geriden ve dur bakalî ne olacak anlayışıyla takip etmekteydi. Döne­min de, şu olaylar biribirini takip etti: Arnavutluk, Havran ve Yemende kıyam olmuş buna iç isyanlar denmiştir. Onlarla uğraşılırken, yukarıda tarz ve şekline uzun uzun temasa imk­an bulduğumuz, Trablusgarb ve Bingazi hadisesi tevali- eyle­di. Bunların akabinde de Balkan savaşlarının zuhuru görüldü. Osmanlı'yı bitirme noktasına gelen cihan harbi sökün etti­ğinde de, Sultan Reşad tahtında oturuyordu. Bu arada da 19/Ocak/1911'de, Sultan Aziz'in yaptırdığı Çırağan sarayı, Ahmed Rıza Bey'in arsızlığımla bir emrivaki ile me busan meclisi olarak tahsis olunmuş yukarıda belirtilen târihde yandı. Bu şimdiki Çırağan oteli dediğimiz yerde idi ve de BJK (Beşiktaş Jimnastik Klübü) büyük bir kısmını, Şeref Stadı olarak kırk seneden fazla kullanmıştır. Çırağan'ın yan­masından evvel 4/Ocak/191 l'de de büyük bâbıâlî yangını dahiliye nezaretini, şura-yı devleti sadaret dâirelerini kül edip geçti. Sultan Abdülhamid Hân döneminde devlet adamları­nın ve ahalinin verdiği jurnaller, herkesin foyası meydana çı­kıyor diyen Enver Paşanın emriyle teşkil edilen Yıldız evrakı tasnif komisyonundan alınıp yakılması gerçekleştirildi.

 

Arnavutluğun bir bölümünde ırkçı ve müstakil bir Arna­vutluk devleti kurmak isteyenlerin çıkardıkları huzursuzluk isyana dönüştü. Silahlarını isteyen hükümete silah teslim edilemez diyenlerde bu başkaldırıya iştirak ettiler. Mahmud Şevket Paşa bu işi ted'ibe memur edildiğinde emrine verilen kuvvetin sekseniki taburdan meydana geldiği görüldü Koso-va, İşkodra ve Yanya pek sıkıntılı ve huzursuz bir zaman dili­mi geçirdi. 5/Haziran/ 1911'de Sultan Reşad'da islamların halifesi sıfatını da üzerinde taşıdığını belirten bir Rumeli se­yahatiyle kıyama son vermeye muvaffak oldu. Meşhed'de toplananlarla birlik de kıldığı bir Cuma Namazı ortalığı sütli­man olmaya yetiverdi. Bilindiği gibi Meşhed, Hüdavendigâr 1. Murad'ın şehid edildiği ve içorganlarının defnolunduğu yerdir. Arnavutlar, isyan bayrağı açanlar onlar değilmiş gibi padişahı görmek için birbirlerini çiğniyorlardı.

 

Böyle hilafete bağlı Arnavut kavminin küstürülmesi, Bal­kanlardaki tabii müttefikimizi kaybetme mânasına gelirdi ki, Sultan Reşad; Mahmud Şevket Paşa'nın 82 taburla temin edemediği asayişi bîr namaz ile halletmişti. Padişahın bu se­yahati üç hafta sürmüş, 26 haziranda İstanbul'a avdet edil­mişti. Selânik'e de uğrayan Sultan Reşad'ın mahlû Hakanı yâni Sultan Abdülhamid Hânı ziyaret ettiğini bilemiyoruz, fa­kat kuvvetle muhtemeldirki yanına hatırını istifsar için birile­rini göndermiştir.     

 

             

 

Osmanlı-İtalya Harbi

 

 

Avrupa devletlerinin sömürgeci olanları arasına en geç iş­tirak eden iki hükümetten biri Almanlar'sada, diğeri de İtalya olduğu târihen sabittir. Trablusgarb, 1 milyon 100 bin ki-lometro kare araziye sahipti. Nüfus ise; 900 bin kişiyi teşkil eden Arablardı. Bingazi ise, 700 bin kilometrekare olup, nü­fus sayısı 330 bin civarındaydı. Bu Trablusgarb şehrinden bin kilometro mesafede olan Murzuk'da Senusî tarikatının bütün müslüman Afrika'da sözleri ahali indinde pek makbul sayılırdı. Trablusgarb valiliği yapmakta olan Müşir İbrahim Paşa aynı zamanda askerinde kumandanı idi. Ne varki; Ab­dülhamid Hân'ın dönemi idarecilerini tasfiyeye başlayan, itti­hatçılar, bu paşayı azletmişler ve yerine de bir tâyin yapma­mışlar, burası hem kumandansız hem de vâlisiz kalmıştı.

 

Târih; 23/Eylül/191 l'de, sadrıazam İbrahim Hakkı Pasa, ülkemizdeki Jandarma kuvvetlerini yeniden tanzim için vazi­feli Robilan Paşanın davetinde bulunmaktaydı. Bu davet es­nasında briç oynamakta bulunan sadrıazama bir zarf getirilir. Paşa; briçe devam eder. Madam Robilan; sadrıazamı ikaz ed­er ve bunun üzerine sadrıazam zarfı açtığından bir nota oldu­ğunu görür. Notaya verilen ifadede 24 saat içinde cevap ve­rilmesidir. Fakat sadrıazam zarfı açtığında zaman dolmuştu. Bu bakımdan nota'ya cevap verilmediğinden İtalya 29/Ey-lül/1911 'de bize harp ilân etmiştir. İbrahim Hakkı Paşa'nın; başıma gelen bu hâl meşrutiyetten önce olsaydı, hiç bir güç, kellemi omuzlarımdan düşürülmeyi önleye- mezdi de­diği rivayeti pek kuvvetlidir. Böylece Sultan Reşad dönemi­nin ittihatçıların bizim sadrıazamımız diyecebilecekleri İbra­him Hakkı Paşa kabinesi bu vak'a münasebetiyle yuvarlanıp gitmeye başladı ve bunun yerine tecrübesi, başarılarından çok çok fazla bir eski sadrıazam yâni Sultan Hamid dönemi sadnazamı üzerinde ittifak edildi.

 

 

Mehmed Said Paşa'nın Sadareti

 

 

İhtiyar ve uzun yıllar siyasi hayatta bulunan Said Paşa bu dokuzuncu sadaretine yukarıda izah ettiğimiz zorluklarla başladı. İtimat oyu için şimdiki tabirle hükümet programını okumak üzere meclis-i mebusan önüne geldi. Bilahire lâzım gelen itimadı taleb etti. Programında özetle şunları ifade et­mekteydi:

 

Heyet-i vükelâya düşen zor vazifelerden hepiniz haberdar­sınız. Vatana bağlılık esas bulunduğundan hükümet olmak­tan kaçınmamak lâzım geldiği bilinmektedir. Heyeti mebusâna İtimad buyrulmasi istendi ve mebusan bu talebe evet diyerek güven oyu vermiş oldu.

 

 

Mebusan meclisinin bu güven oyu vermesinde esas se-beb, gerek Said Paşanın gerekse ittihatçıların, amansız, mu­halifi olan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşanın eline devlet gemisi geçmesin olduğunu, erbabı bilmekteydi. Kabine meclisden alman güven oyu ile asliyyet kazanınca babıâlî de sadraza­mın odasının, sadaret kaleminin ışıkları sabahın erken saat­lerine kadar yanmaya başlamıştı.

 

Yaşlı başvekilde; herkes uykudayken mesâiye de-vam et­mekteydi de; kimileri buna, dostlar alış verişte görsün, de­mekteydi. Halbuki bu geç vakitlere kadar süren mesai cemi­yetin reislerinin müşavere adı altında arzu ve isteklerini tartı­şa tartışa tecrübeli bilinen sadrazama yutturma ve fiiliyata koymaya ikna seansları dense, isabetli ifadelerdendir.

 

 

 

İtalyanların Trablüsgarb Ve Bingazi'yi İlhakı

 

 

Kabine daha ongunluk olmamışken; İtalya hükümeti Trab-lusaarb ve Bingazi'nin kesin olarak ve tamamen İtalya krali­yet topraklan sayıldığını 23/ekim/1327/1911 tarihli kraliyet emirnâmesiyle bildirmişti. Bu beyanname karşısında İtal­ya'nın bahse konu yerleri kendi eline almasına da kızan hü­kümet açıkça müdafaa ve muhafaza edemediği topraklar üzerinde İtalyanlara burayı, güya yâr etmemek gayesiyle mücadele meydanına atılarak bir gizli gerilla savaşını başlat­tı. Bir çok kişiyi bu kapalı savaşda kullandı. Bu arada da mil­letin hazinesini, milyonlarca altununu istedikleri gibi sarfedi-yorlardı. Yine binler ce bölge evlâdı ve Osmanlı yiğidini bu masrafları rahatça yapabilmek için, şehadet şerbeti içmeleri­ne sebeb olmaktaydılar.

 

Bize Trablus'un lüzumu yoktur, diyen haşarata bizde; şim­di sual ederiz: "Acaba ne için bu kadar evlâd-i vatanın kanı­nı ve milletin milyonlarca lirasını harcadılar?

 

 

 

İtilaf Ve Hürriyet Fırkası'nın Kuruluşu

 

 

İttihad ve Terakki cemiyeti reislerinin Trabiusgarb mesele­sinde ve daha sonra beliren diğer hususlarda çevirmiş olduk­ları fesat dolablarından haberdar olan muhalif mebuslardan ve bizatihi ittihadcılann kurucu ve reislerinden olan bazıları vicdan ve namuslarının kabul etmediği böyle bir çirkinliği, daha sonra çıkması muhtemel pek kötü vak'alann önüne bir engel, bir set olarak dikilmek lâzım geldiği idraki içinde bir­leştiler ve yine eski İttihatçılardan Miralay Sadık beyefendi başkanlığında "İtilâf ve Hürriyet Fırkası"nı kurdular. Böylece de; cemiyet kelimesi denince artık sadece ittihad ve terakki cemiyetinin gelmeyeceği, İtilafçıların cemiyeti denilebileceği vasat da sağlanmış oldu.

 

Bu itilaf kelimenin lügat mânasını verelim: Anlaşmak. Gö­rüşmek, uyuşmak. Muvafakat. Cem olmak, birikmektir. Bir de lâtin hurufatında farkına pek dikkatli yazıldığında mânası­nın başka olduğu fark edilmesi muhtemel İ'tilaf kelimesi var­dır, ki bu kelimenin mânası ise: yem yeme olup, Osmanlıca harfler ile yazılışı; elif, ayın, te, lâmelif ve fe harfleriyledir. Cemiyetler önceleri birinci mânaya uygun olarak faaliyet serdederler sonuna doğruda ikinci mânaya doğru kürek çek­meye başlarlar. İtİlâfçılar'in çok geçmeden İkinci mânaya ge­len kelime yazılışına, uygun hâle geldiklerini de hatırlatalım ve İttihatçıları bu memleketin kötü kaderinde yalnız bırakma­dılar diyerek bu şerhî koymakdan kendimizi men edemedik. Tabii ki; böyle bir fırka teşekkülü Ittihadçıların İştahını ka­çırıp rahatını bozdu. Yeni fırka, birleştirici unsurları daha bir harekete geçirme düşüncesini ortaya koy duğunda muhale­fetin yol gösterici vasfından bir numune göstermiş olması da iyi karşılanarak iktidara alternatif oldu. Bilhassa bunların, mebuslar meclisinde yer almış "Ahali" ve "Mutedil Hürrİyet-perveran" fırkalanyla, Arnavud, Rum, Bulgar mebuslarını da bir araya toparlaması, yetmiş kişiye yaklaşan bir muhalefet oluşturmayı başarmasına sebeb oldu.

 

Tabii ki böyle muhalif bir rüzgâr estirmeğe muvvafak olan fırkaya, ülkenin bir çok yerinden tebrikler yağarken, her yer­de şubeler açılma ve bunları yapmayı üzerine alacak heyet­lerin selahiyet talebleri sel gibi akmaya başladı. Bunun diğer bir mânası her halde İttihad-ü Terakki cemiyetinin icraattaki bölücülüğü idi.! îttihadçılar, böyle bir güce sahip ve her an bu gücün ülke çapında inkişaf ettiğini haber aldıklarından, ortalığı kana boyayarak, cinayetlerle, tehdit ve ihtilaflar ile kaldı­ramayacağını bilecek kadar da akıllı idiler. Bu akıllarını ise, sadrıazam Mehmed Said Paşanın başında olduğu; hükümeti meclisin kapanması istikametinde iknaa muvaffak olmakda kullandılar. Böylece iktidar partisi ve hükümetin, mebusani kapatma talebini beraberce yürütmeğe çalıştıkları görüldü. Kabine bu mebusanı kapama yoluna gitmede bir sebeb bul­mak İcâb ettiğini düşündü ve de bulmakda gecikmedi.

 

Karesî mebusu Abdülaziz Mecdi (Tolun) efendinin başkan­lığında kendini gösteren "Hizb-i CedîcT'in yâni Yeni fırkanın on maddesinden biri olan: "meclisi fesh hakkının padişaha verilmesi ve tevâzün-u kuvvaiye riayet(den klik kuvvetine) riayet olunması" meselesini meydana koydu. İttihadçjlann, hükümetin getirdiği bu çâreye, gönülden sarıldığı görüldü. Böylece 35. maddenin tadili talebiyle ve işin aciliyeti ileri sü­rülerek, mebusana icab eden layihayı verdiler ve encümene havale ettirdiler.

 

Bu encümenin reisi Menteşe mebusu ve Hakkı Paşa kabi­nesinin dahiliye nâzın olan Halil (Menteş) bey idi. Mazbata yazanda evvelce serbest bir anayasaya tarafdarânı olan Bağ-dad mebusu Babanzâde İsmail Hakkı bey idi. Said Paşa ka­binesi; bu maddenin değiştirilmesiyle padişahın hukukunun genişletilmesini, böylece hükümet ile mebusan arasında kuvvet dengesinin temini için taieb etmişdi. Bunu üzülerek ifade edelim ki hiç bir hakkı hükümranisini ifa edemeyen Sultan Reşad'ın hakkını, iade bakımından değilde, maddeyi istedikleri zaman lehlerine kullanmak için işlerine geldiğinde, padişaha meclisi kapattırmak imkânı vermek için teşebbüs ediyorlar ve ellerine aldıkları aletle kötü emellere hizmet ede­ceklerdi.

 

Bahse konu 35. maddenin birden bire meydan da gündem belirlemesi ve de meclisin kapanmasını hatıra getirebildiğin­den, İtilaf ve Hürriyet fırkasıyla, muhalif mebusları düşünme­ye mecbur kıldı. Encümenden mebusan meclisine gelinceye kadar geçecek zamanıda doldurmak ve muhalifleri oyala­mak için ittihadçılar görüşmeler yapma teklifinde bulundular. Bağımsız mebusların arabulucuğuyla her iki fırka yâni itti-hadçılar ve itilafçılar müzakereye girişdiler. Muhaliflerin taleb anlaşmak istedikleri maddelerden öncelikli olanları şunlardı; Kabinenin ekseriyet ve muhalif fırka mensublarından kurul­ması (bugün kü koalisyon anlayışı), yahud tarafsız şahıslar­ca teşkili, örfi idarenin kaldırılması, memurların partilere dâ­hil olmamaları, 35.madde değişikliğinin tehir olunması, Kâ­mil Paşanın sadarete getirilmesi gibi hususlardır.

 

Bu müzakerelerin dediğimiz gibi vakit kazanmak ve oyala­ma için düzenleyen İttihadçılar tabiiki anlaşmaya yanaşma­yacaklardı ve işler sürüncemeye kalmıştı. Bir de İtilafçıların Kâmil Paşayı ileri sürmeleri başka başka hesaplara yarar hâ­le gelmişdi. Bu arada da, 35.madde encümenden meclise gelmişti. Meclisin görüşme alanına inen 35. madde sayesin­de İttihatçılar anlaşmayı samimi olarak hiçbir zaman arzu et­medikleri itilafçıların yüzüne karşı isteklerinin meclisin feshi olduğunu söylemiş olmaları görüldü. Hâl böylece İttihatçıla­rın muhalifi mebusların, meclisin madde ile alakalı görüşme oturumlarına katılmama kararı alıp tatbik etmelerine kadar gitti.

 

Bu tatbikat meclisde İnsidad-ı müzakere yâni müzakerele­rin tıkanmasını sağladı. Değil kanun değişikliği için lâzım olan üç de bir ekseriyet, ekseriyet-i adiye dahi meydana gelmediğinden kabine ile mebuslar arasında ihtilaf çıkmıştır. Çünkü hükümet meclisi çalıştıran güçdür ve bahse konu teklif de hükümet tasarısı olarak meclîs müzakereleri safhasına indiğinden arkasında itimat oyu olan hükümet arzusunu yeri­ne getirebilmeliydi! Fakat bu kuvvetde görülmüyordu. Yoksa İttihatçılarda meclisi bir başka şekilde mi kapatmak iste­mekteydiler!?

 

Bu sırada meclisi mebusanda muhalif ve muvafık mebus­lar öyle şiddetli ihtilaflara düşmüşlerdi ki artık birbirlerini ha­karetlerle tahrik etmektelerdi. ülkenin Trablusgarb gibi önemli bir yöresinin kaybı ve nice elem verici gaileleri var­ken hariç ve dâhilde dağdağalı işlerin tepemizden duman çı­kardığı bir dönemde ellerinden hükümeti bırakmayarak, kötü idareleri sebebiyle daha büyük tehlikelere doğru ülkeyi sü­rükleme ve büyük meseleler çıkarmak, mebusanı fesh etme­ye kalkışmak, kanunları canlarının istediği gibi tatbik etmeye kalkışmaları asla doğru olamazdı.

 

Zâten şahsî menfaatlerinden başka bir arzu ve düşünce ta­şımayan İttihad ü Terakki cemiyeti reis ve mensuplarından başka ne beklenebilirdi? Meclisin ilk dördüncü devresinin toplanışının sonuna bir kaç ay kalmışdı. Muhalifleri ile güzel­ce anlaşarak öyle nâzik bir zamanda kavga çıkarmakdan kaçınmak, hükümeti daha güçlü ve muktedir ellere terk et­mek iyi niyet taşıyanlar indinde de övülmeğe değer olduğu halde, millet ve memleketi sevdiğini ilândan geri kalmıyan İttihad ü Terakki cemiyeti neden bunları düşünerek ülkenin selâmetini gözetmedi?

 

Herneyse; Said Paşa hz.leri Anayasanın değiştirilmiş 35. maddesine göre <ihtilaf> sayılamayan kanunda yazılı müzakere ve tevâlii ihtilaf yok idi insidad-ı müzakereyi ihti­laf addedib istifasını verdi. Şimdi başka bir bakanlar kurulu teşkil olunup meclise gelmesi devam etmek de olan bu üzü­cü ahvalin sonunun temini hususunda herkes de bir ümîd uyanmıştı. Anayasanın 35. Maddesinin; "yeni gelen bakanlar kurulunun, eski bakanlar kurulunun fikir ve talebinde, ısrar ederse ve meclis-i mebusan bunu kabul etmezse o vaziyet­te meclis-i mebusanın ayan meclisinin uygun görmesiyle padişah tarafından fesh" olunacağı gösterildiğine göre Said Paşa kabinesinin yerine gelecek heyet-i vükelâ, eski hükü­met olması düşünülemezdi aksi halde Anayasanın icâb ettir­diği, heyet-i vükelâyı değiştirmenin ne faidesi kalırdı.

 

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız kanun gayet net olarak meydandayken, ne olursa olsun, meclis-i mebusani.kapat­mayı kafalarına yerleştirmiş İttihad ü Terakki cemiyeti, istifa etmiş bulunan Said Paşayı yine kabinenin kuruluşuna vazi­yet etmesini sağladılar.

 

 

 

 

Said Paşanın Onuncu Sadareti

 

 

Paşanın bu son sadaretinden çabuk düşmemek ve bir za­manlar kendisinin bir vergi borcundan dolayı ittihadçılann hakaret hedefi olduğunu hatırlayıpda bunlara bir oyun oy­namak, düşerse de ittİhadçıları da beraber düşürmek azmin­de olduğuna şüphe edilemeyen Said Paşa hz.leri, yeni ba­kanlar kuruluyla meclisde program okumak ve güven oyu istemek usûlünü, belki muhalifler galebe çalarda ben ihtiya­rın genç kabinesini düşürürlerse, oynayacağım oyun yarım kalır düşüncesiyle sarf-ı nazar etti.

 

Otuzbeşinci madde diye meclise gitdi. Meclisde de bahse konu müzâkereye konmuş idi. Allah için söyleyelim.Vicda­nen itiraf edelim. "Takvim-i Vekayıi" adlı resmî gazetenin sa- . tırlarında meclisi mebusan müzakeresini okuyalım: "Muhalif mebusların millet kürsüsünde meclisin şu zamanda feshinin münasebet olamayacağına, 35. Madde mucibince meclisin feshi teşebbüsü, kanuna ve kavaid-i meşrutiyete tevfik edilmediğine" dâir yapılan ifadeleri ve beyanatları pek kuv-Vetli delillere dayanmaktaydı.

 

 

 

Anayasa Madde: 35

 

 

Görüldüğü gibi bir hayli zamandır yazımızda 35. madde diye bir ibare değişikliği ne kadar zaman ve yer almaktadır. Demek, ki günümüzde de, iktidar ve muhalefet anlayışları pek ayrı istikametlerde yol aldığı takdirde zaman hangi se­neyi kapsarsa kapsasın netice aynı güzergâhda seyretmek­tedir. İşte 1911, işte misal olarak 2000 yılında da anayasa anlaşmazlıkları!

 

Neyse; biz günümüzü bırakıp, maziye avdet edelim. Evet 35. maddenin müzakereleride günlerce sürdükten sonra ne­ticede Said Paşa kabinesinin maddenin değişikliği hakkında verdikleri teklif, 125 rey'e karşı 105 rey ile ret olunduğundan ve üç de iki çoğunluk temin edilemediğinden madde aynen kaldı. İttihatçılar meclisin bu red kararı üzerine, ayan mecli­sine verdirdikleri mebusanın fesih kararı ile maksatlarını te­min ettiler. 5/ocak/ 1912 tarihli hattı hümayun ile meclisi Sultan Reşad'a dağıttırdılar. Böylece milletin görüşünün bir şahadetnamesi olan kanun-î esâsîyi çiğneyerek, her çeşit tedbire başvurup mecbur kaldıkları halde bu affedilemez ha­talarını kapatmak ve mazur görülmelerini temin için kime rastlasalar; "eğer meclis fesh olmasaydı hükümet muhalifle­re geçecekdi. Halbuki karşımızda, kavî ve muntazam, ahvâli itimat verir bir muhalif fırka yok. O sebeble hükümeti şu nâzik dönemde muhaliflere bırakmamak için bu davranışı zarureten yaptık" demektelerdi.

 

Muhalifler dedikleri ise, kendilerinin cemiyetlerini birlikte kurdukları, eski azaları ve arkadaşlarından başkaları değildi. Bunlar memleketin hâl ve istikbâlini fena görüp, ayrılmış

 

 OSMANLI TARİHİ münevver kimselerdi. Bunlarla uyuşub bir ikisini kabineye alarak anlaşma yapsalardı. O zaman fesih gibi müthiş bir hâ­le sebebiyet verilmemiş olurdu. Kanundan ayrılamaz ve ka­nunu, şahsî menfaatlerini temin için, ayaklar altına alamaz­lardı.

 

Said Paşa bunlarla kanundan şikayetçi hatalara düştü. Ayan meclisini de gizli müzakereden sonra feshetme talebini kabule sevk etti ki, bu yönü hakiykaten tetkike değer. Said Paşa kabinesi; 35. madde müzakeresine böylece son vere­rek, mebusan meclisini dağıttıktan sonra çoluk çocuk eline kalan memleket idaresini birçok vak'a bekler olmuştu.

 

 

 

Belâlar Yağmur Gibi Yağıyor

 

 

Said Paşa ve kabinesi 35. madde ile aylarca uğraşırken devletin bir başka işleri için için tutuşmakta,ara sıra kısa alevler ile kendini hatirlatmaktaysa da, 35. madde kabineyi, meclisi ve sadrazamın bütün hayatını teşkil etmekteydi. İşte günlerden bir gün bu belâların âteşi sönmez bir alev hâlinde değil amma, içinden çıkılmaz bir belâ yumağı gibi kendini gösteriverdi.

 

Bunların en başında Mehmed Emin Âlî Paşa gibi bir zâta dahi uykular uyutmayan Girid meselesi yeniden başgösterdi, Malisör isyanı, bir başka üzücü mesele ve haberdi, Yemen vak'ası, ben de burdayim deyiverdi. İran ile didişirken, Trab-lusgarb harbi ile uğraşırken, İttihatçıların sebeb oldukları hi-zibçilik, fırka meseleleri, yeni seçim işleri arasında bunalmış kalmıştı.

 

Alman imparatoru 2. Wilhelm dostumuzun(!) himmet ve hamiyyetperveraneleri(!) eserlerinden olan Trablusgarb sa­vaşları yetmezmiş gibi birde, Makedonya da Malisörler meselesinin üstüne, Bulgar komitelerini teşvikle şimendifer l'tren) ollarında, karakol ve kışlalar civarında bombalar pat­ladı- Bu defa da Bulgar komitelerinin (İttihatçı beylerin meşrutiyetin ilk günlerindeki kardeşleri) cinayete dönük dav­ranışlarını dini mâbedlere de ulaştırdılar. Bombalardan biri, İştip'de camiî şerif altına kondu. Patladığında birçok müslü-man şehid oldu ve bir hayli de yaralanmaya şahid olundu.

 

Bu vaziyetden galeyana gelen Arnavutların, hristiyanlar-dan beş kişiyi öldürmelerine ikiyüz kişi kadarımda yaralama­larına sebeb olundu. Malisör ve Bulgar komitelerinin mesele­lerinin üstüne gelen, Arnavut harpleri meselesiyle zâten ka­rışmış olan Rumeli, Hakkı Paşa kabinesinin fahiş hatası neti­cesi olarak Arnavutlardan silah toplamak, güya ıslahat yap­mak vesilesiyle Arnavudları tehdid ve muhalif mebuslarını göz önüne alan İttihat ve Terakki cemiyeti, Amavudluk'da örfi idare ilân ederek binlerce masumu, idam, hapis, işken­celerle katletmek, sürgün, hakaret gibi ve bilhassa ellerinden silahlarını alma hakareti, bu kavmin çok, ama çok gücüne gitdi. Bütün bu yapılanlar Arnavut ahalinin İttihat cemiyetin­den intikam alması sevdasına düşmesine sebeb oldu. Hükü­met Malisörler ve Bulgar çeteciler karşısın da aciz kalıyordu.

 

Arnavutların; hükümetin bu acizliğini görüp, istifadeye kalkmamasını takdir kolay değildir! Malisörlere verilen mü­saadeyi ve bulgarlara karşı gösterilen aczi gören ve bilen, Arnavutları kıyama hazırlamış ve balkan ittifakiyiede yavaş yavaş uyanmağa başlamışdır.

 

 

 

Balkan İttifakı

 

 

Ittihad ve Terakki cemiyetinin emriyle Arnavutların Mah­mut Şevket Paşa tarafından silahları toplatılarak, kuvvetli bir savunma gücünün ortadan kalkması ve İtalyanların Trablus-garb'a hücumu sebebiyle, Akdeniz yolunan kuvvet gönder­memize kapalı olması ve bir kuvve-i mühimme-i askerî-ye'nin Anadolu sahilini İtalyanların hücumundan muhafaza ile meşgul bulunması gibi sebeblerden istifâde eden Bulgar ve Sırp hükümetleri Ma kedonya'yı aralarında bölüşmek üze­re Said Paşa kabinesi, iktidar mevkiinde bulunduğu zaman ittifak imzalamış ve Yunan'ı da bu ittifaka davet eylemişler­dir.

 

Fakat; Yunan başvekili mösyö Venizelos, Bulgar ve Sırp hükümetlerinin itimada şayan olmadığına binaen, devlet-i âliye-i Osmaniye ile ittifak etmeyi Yunanistan menfaatine uygun bulduğun dan Atina'dakİ maslahatgüzarımız aracılı­ğıyla Bulgar ve Sırp hükümetleri arasında akd-i ittifak olun­duğunu babıâlî'ye haber ederek ortak menfaat gereğince bu ittifakın yapılması icâb ettiğini hatırlatıp, gerekirse bunu ko­nuşmak için İstanbul'a gelebileceğini bil dirmiştir. Ancak; boykotlanyla Yunanlılar aleyhine husumet ilân eden İttihatçı­ların bu yaklaşımı iyi karşılamayacağını düşünen Said Paşa böyle bir müracaata cevap bile vermek lüzumunu duyma­mıştır. Böylece ufukda görülen Rumeli yağmasından hisse­dar olmaktan mahrum kalırım, korkusu taşıyan Yunan hükü­meti, bölüşümden istifâde etmek için şâyan-ı itimad bulma­dığı Sırp ve Bulgarlar ile ittifaka girmeyi de ihmal etmedi.

 

Aslında birbirlerinden emîn- olmayan bu devletler, daha . sonra birbirlerine girdiler. Fakat; Said Paşa müdebbir, mukte­dir bir başvekil olsaydı, balkan ittifakının gerçekleşmesini

 

Önlemek için Yunanlılarla ilgili maslahatgüzarın teklifini, kuv-vejen fiile çıkarması gerekirdi. İcabında vücudunu ittihatçı­ların anlayışsızlığına kurban edecek cesaret ve fedakârlığı göstermeliydi! Ama nerdee! Eğer bu antlaşma yapılabilseydi, Edirne'yi Bulgarlar ele geçiremezlerdi. Nitekim aralarında kapıştıklarında biz; Edirne'yi tereyağdan kıl çeker gibi istir­dat ediverdik.

 

 

 

Arnavutluk Meselesi

 

 

İşte böyle başlayan balkan ittifakı, Rumeli vilâyetlerinin gelecekde karşılaşacağı durum vahamet arzettiğinden, bun­dan korkan Arnavutlar, ittihatçılar başta olduğu takdirde topraklarının ecnebi devletlerin eline düşeceği tahmininde bulundular. Bu anlayışlarını hükümete anlatmak ve bazı mü­saadelere kavuşmak ve topraklarını pek kötü sıkıntılara düş­mekten kurtarmak için toplanma haklarını kullanmağa baş­ladılar. Bu toplanma eylemleri, Osmanlı hükümetinden iste­dikleri müsaade talebine hızvermişti. Ne varki ittihatçılar bu tarz talebleri bir isyan teşebbüsü olarak addetiğinden ve Ru­meli halkına güveni olmayan ittihatçılar, Kandiyeli ferik İs­mail Fazıl Paşa idaresinde asker sevk etmeyi münasib gör­düler. Böyle az bir ku\vetle Rumelide askerî harekât yapma­ğa görevlendirilen Paşa'yı hâlihazır mevcuddaki Rumeli or­dusunun ilâve edilmesini sağladı, İsmail Paşa kuvvetini böy­lece ikiye katladı.

 

Emrindeki kuvveti bir hayli ziyadeleştiren İsmail Paşa ha­rekâta başladığında, asakir-i şahane; necib bir kavim olan Arnavutlara taleblerindeki haklılık münasebetiyle, silah kul­lanmamayı tercih ettiler. Böylece ittihatçılar askere sözünü geçirememiş oldu. İttihatçıların emrindeki kabine; askeri bu iş de kullanama yacaklarını anlayınca, telâşla ve korkuyla irkildiler. Plânladıkları cinayetleri yapmaya iştirak etmeyen asker üstelik Arnavutların haklı tâleblerinden dolayı onlardan yana tavır koyduğunda ortaya çıkan durum başka bir mahi­yet gösteriyordu. Asker ne yapacak? Düşüncesi ağızlarını bı­çak açmayacak dereceye getirmişti.

 

Kandiyeli İsmail Fâzıl Paşa; Harbiye nazırlığı koltuğunda oturan Mahmud Şevket Paşa ya gönderdiği bir telgrafda: ko­mutasındaki seksen tabur askerin bütünü Arnavutların tarafı­na iltihak etmelerinden dolayı bu harekât-i askeriyeyi ger­çekleştirmek imkânı kalmamıştır. Bu işi başka bir hususla düzenlemek lüzumunu hatırlatıyordu. Mahmud Şevket Paşa; bu telgrafı alır almaz, evvelki gibi olmayıp bu defaki hatası­nın cezasının kendisi İçin pahalıya mâl olacağından epeyi korktu. Hemen bu telgrafı yanına alarak babı âlî'ye gidip, sadnazam Said Paşa ile görüşüp telgrafı okudu. Bunun üzeri­ne toplanan bakanlar kurulu vak'ayı enine boyuna inceledik­ten sonra söz Mahmud Şevket Paşaya verildiğinde, Paşa: as­kerî güç ile bir şey yapılamayacağını söyledikten sonra isti­fasının kabulünü isteyip, toplantıyı terk etti gitti. İstifa edip oradan firar eden zat, Sefânik'den başlayıp, istifa ettiği anâ kadar süren komutanlık neşesinden adetâ sarhoş olan vede bu çocuklar hükümeti ve cemiyetinden bir türlü ayrıfamayan paşa, işlerin bu noktaya geleceğini idrak etseydi, bu küçük beylerin arzularına baş eğmekden azade kalır böyle ağır bir yük altına girmezdi. Böylece de meclisin önünde istifa edip firar etme durumuna düşmezdi.

 

Diktatörlüğe kalkışan Mahmud Şevket Paşa,onu bunu idam veya sürgüne yollamak, tevkif ettirmek, işkencelere göz yummak yerine bu selahiyeti, gücünü küçük beylere kullansa idi, hiç şüphe olunmasın ki, ne memleket bu hâle gelir ne de onlar padişaha ve halka oyunlar yapabilirlerdi.

 

Bunun böyle olması gayrikabil değildi. Çünkü; subayların çoğuda Mahmud Şevket Paşa ile aynı düşünce ve anlayışa sahipti. Askerlerini milletin kanını dökmek ve ortalığı yağ­maya bırakacağına, bu haşaratı temizlemede kullanabilirdi. Eğer böyle vatanperverâne bir hizmete kalkışsaydı Mahmud Şevket Paşa, Osmanlı târihinin pek büyük kişileri arasında mümtaz bir yerin sahibi olurdu.

 

Ayrıca ülkeyi bölünme ve çökmek gibi felâketlerden mu­hafaza etmiş olurdu. Görme nimetinden neredeyse mahrum denilecek kadar geleceği göremeyen, aciz ve fikir bakımın­dan kısır olan Mahmud Şevket Paşa,yukarıda söylediğimiz hâle teşebbüs edip gerekeni yapmayı hatırına bile getireme­diğinden, memleket harabeye dönerek, bir felâket girdabına düşmüştür. Mahmud Şevket Paşa'nın istifası, Said Paşa ka­binesinde büyük bir zafiyet doğmasına sebeb olmuştur. Ne yapacağını şaşıran tecrübeli sadnazam, kabineye alabileceği bir harbiye nâzın bulamama durumu ile başabaş kalmıştır. Dolayısıyla harbiye nazırlığı tâyini gerçekleşememiştir.

 

Beri tarafdan Arnavutlukdan İttihatçıların birinci inkılab esnasında yaptıkları ve öğrettikleri üzere yağmış bulunan telgraflar ve bir başka tarafta çeşitli meselelerle yüklü siyasî durumlar üzerinde çaresiz kalan kabine üyeleri de kaçmaya hazırlanırlarken, meclisi teşkil eden mebuslar arasında kabi­neye itimatsızlık görülmeye başlandı.

 

Bu durumu hisseden ve'harbiye nazırının istifasından son­ra sekiz-ongün geçince bir harbiye nâzın tâyin etmeyen, Sa­id Paşa bir beyanname hazırlıyarak mebusan meclisi huzu­runda birden bire kabinesiyle göründü. Beyannamesini okur­ken; dâhili asayiş lâzım gelen merkez de isede dış dünyada büyük devletlerle aramızda geçen işlerin siyasî bölümü yolun da gitmemekte hususuna dokunmadan geçemedi.

 

Aynı hitabetin bir yerinde ise; balkan devletleriyle, bizim hükümetin takip ettikleri görüşlerin sayesinde dostane hava devam ettiğini, endişeye sebeb olacak husus bulunmadı ğmı söylemeye de önem verdi. Bu konuşmasını bitirdiğindede güven oyu istedi. Meclis toplantısına katılmış bulunan ve kanmaya hazır bulunan mebuslar derhal kabineye itimat reylerini veriverler. Hemen ertesi günü babıâlî de yapılan toplantı çok uzun saatler devam etti ve burada alman karar üzerine, aynen harbiye nâzın Mahmud Şevket Paşa' nın yap­tığı gibi istifalarını verip bir köşeye firarda İttifak ettiler ve derhal savuştular.

 

Talat'ların, Cavid'lerin, Mahmud Şevket'lerin ve emsalinin tek tek firarlarından sonra ortada kalan Said Paşa'ya saraya istifasını gönderip, evine gitmekten başka yapacak bir şey kalmadı. Said Paşa hz.leri yukarıda anlatıldığı gibi vergi bor­cundan dolayı uğradığı hakarete mukabele olarak İttihad ve Terakki cemiyetine karşı istediği oyunu tamamen oynaya-mamişsa da, bir miktar zaman için de olsa iktidardan düşür­meğe muvaffak ola-bilmiştir.

 

Said Paşa'yı, yakından tanıyanlar kabul edip, teslim eder­ler ki Paşa, gayet inatçı ve kindar ve de intikam almakdan hoşlanır bir karaktere sahip olduğundan şahsı ile alakalı iş olduğundan intikamını almaktan kendini rnenedememiştir. Zâten sadareti de kabul etmesi gördüğü hakaretin acısın! çı­karmaya ve bir de yine bana muhtaciyetleri oldular diyebil­mek içindi. Said Paşa yaradılış itibarıyla zeki bir kimse olup, makam iktidarını istediği gibi kullanan bir şahsiyetti. Zekâsı­nı ve bunu kullanma gücünü de, şahsî işlerinden ziyâde memleket işlerinde sarf etmek yolunu tutsaydı, ülkemiz bun­dan çok çok kârlı çıkardı. Said Paşa doğrusunu söyleyelim ülkemizin son zamanlarda yetiştirdiği siyaset insanları ara­sında nâdir kıymetteki eşhasdandir.

 

Bütün bunlara rağmen Said Paşa son derece korkak, se­batkâr olmayan, merhameti pek kıt kimselerden idi. Herşeyi kendi almak ister bunu kimse ile paylaşmak istemez bir anlayışa sahipti. Teşebbüs ettiği işler üzerinde basiret üzere hareketle beraber, başarısızlık hâlinde kabahati kendinden hemen atabilecek tedbirleri almakda pek mahirdi. Bu sebeb den başlamış olduğu işlerin çoğu bu davranış içinde olma­sından pek netice vermezdi.

 

Said Paşa kırk yaşını aştıktan sonra fransizcaya bir iki se­ne içindede vukufiyeti elde etmiştir. Böylece başkasının on-beş senede zor toplayacağı mânevi bir sermayeye sahip olduğu görülmüştür. Avrupa siyaset usûlü medenisinin zor­luklarına vakıf olmayı başardı. Maarif sever bir insan ola-ak tanınmıştır. 2.Sultan Abdülhamid hân devrinde maarif saha­sında ortaya koyduğu çalışmalar takdire şayan hizmetler­dendir. Ayrıca aile bağlılığına pek önem vermesi bazı hatala­ra düşmesine sebeb olmuştur. Velhasıl Said Paşa'nın hayırları kötülüklerini karşılar. Diyenler yalan söylememiş olur.

 

Sadaret Tevcihine Yapılan Tesirler

 

 

istifa ederek makamı sadareti boşaltan ve kabinesini yıka­rak bu işi beceren Said Paşa'nın yerine, Arnavutların da ta-lebleri üzerine Kâmil Paşa hz.lerinin başkanlığında kurulacak bir kabine teşkili beklenirken, geçmiş kabineden firar yoluyla giden zevatın arkadaşlarından olan, padişahın sarayının baş­kâtibi Halid Ziya (üşaklıgil) bey, yine padişahın serkurenası (bu günkü tâbirle protokol genel müdürü) Lütfi (Simâvî) bey ve saray görevli İerinden Tevfik beyefendiler, bahse konu itti­hatçı cemiyetin verdikleri emirler ışığında, sadaretin, Kâmil Paşa'ya verilmemesi hususunda, kesif faaliyete girişdiler. Ar­navutları avutabilmek ve Kâmil Paşa hz.lerinin sadrazamlığını önlemek gayesiyle kabine kurma hususunda arzularım duyuran ittihatçılar, Kâmil Paşa'nında içinde bulunduğu ve Gazi Ahmed Muhtar Paşa hz.lerinin riyasetinde olmak üzere kabine teşkil teklifleri ve yine, Arnavutların farmason olduğu iddiasıyla kabinede görmek istemediklerini belirttikleri şey­hülislâm Musa Kâzım Efendinin yerine Sultan Hamid'e ara­lıksız onsekiz yıl şeyhül islâmlık yapan Muhammed Cema-leddin Efendi hz.lerinin tâyini taleb ve ısrar etmeleri münase­betiyle Gazi Ahmed Muhtar Paşanın başkanlığındaki kabine teşekkül ettirilmiş ve buna Büyük Kabine adı verilmiştir.

 

 

 

Gazi Ahmet Muhtar Paşanın Sadareti

 

 

Sadrazamlığa nasbi yapılan fahametlû, devletlû Gazi Ah­med Muhtar Paşa, Şura-yı Devlet riyasetini kabul eden esbak ibahetlü, devletli Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa hz.leriyle bir­likte diğer vükelâyı seçip tamamlamış ve iradei seniyyeye tasdike arz etmiş ve arzuy-u şahane tasdik babında vukubul-duğundan işe girişmişti. Hükümet işlerinin son derece tavsa­yıp çeşitli vak'a ve dağdağa içinde bulunulduğu için yeni meseleler çıkarmamak için Arnavutların taleb etmiş oldukla­rı altı maddelik arzuyu, dikkat nazara alarak bu kalabalık ve sadık topluluğu karşısına almama yolunu seçti.

 

Ayrıca bu taleblerin hiç biri Osmanlı devleti aleyhine hiç bir husus taşımıyordu. Zaten uygun olanı da Arnavutların bu altı maddelik talebin 4'ünü yazmak suretiyle de okurlarımızı bildirmektir.

 

1- Meclis-i Mebusan'ın fesh edilmesi

 

2- Yeni seçimlerin kanuna uygun olarak serbest şekilde ya­pılması

 

3- Hükümet emriyle daha önce ellerinden alınmış silahların iadesi

 

4- Kâmil Paşa hz.lerinin sadarete getirilmesi ve benzeri hu­suslardan ibarettir.

 

Gazi Ahmed Muhtar Paşa; meclisi mebusanın fesih işine hemen teşebbüs etti. Arkasından Arnavutlara; vermiş olduğu bu teminata istinaden, hemen bir nasihat heyetini gönder­meği plânladı. Büyük müşirlerden İbrahim Paşa riyasetinde bir nasihat heyetini hem Arnavutlara hem de, bunlara iltihak etmiş askerlerimize gönderdi. Öte yandan bitmez tükenmez sıkıntıları hâlle ve yeni vücud bulan hadiseler ile meşgul olan hükümet, çeşitli çârelere başvurmağa uğraşırken, hem hü­kümetken istifa verip kaçan İttihatçı kurucu ve reislerinin, yi­ne kabineyi kendi istikametlerine çevirmek yolunda, her çe­şit çalışmaya girdiği gözlemlendi. Hedefleri yeniden hükümet olmaktı. İttihatçılar; heyet-i ayanın uygun gördüklerini ver­dikleri oyla belli ettikleri mebusanın feshine karar vermeleri­ni ve bu kararın padişah tarafından tasdik edilip okunması lâzım geldiği gün mebusların düşüncelerinde bir anarşi temi­ni için meclise gitrnekden men etme yolunda gayret sarfettiler.

 

Memleketin ihtilâf ile sarsılmasına yarayacak hareketlere girişmekten kendilerini alamadılar. Bunlardan; îttihad ü Te­rakki cemiyetinin kurucularından vede ileri gelenlerinden Se­lanik mebuslarından, iktisat» ilmi âllemesinden ve bahse ko­nu cemiyetin baştâcı sayılan avdeti (Dönme) Cavid bey kür­süye çikdı ve kabinenin bu hareketini meşrutiyet darbesi ola­rak isimlendirdiği görüldü. Ayrıca; nice hezeyanlar savurdu durdu. Bütün bu konuşmaların amacı ahaliyi sokağa döküp yeni bir mesele çıkarmağa dönüktü. Cavid'in gerek anaya­saya aykırı, gerekse padişahın irâde-i seniyyesine mugayir olan davranışı ne çâre hiçbir ceza almadan kendisine kâr olarak kaldı. Meclis de böyle bir hâlin meydana gelmesi es­nasında, cemiyetin fedâileriyle diğer serseri takımı tarafından meclis içinde, veya dışarıya taşacak bir olayı çıkarmaya ce­saret etmelerini, bunların müteşebbislerini başda Cavid bey olduğu halde meclisde bulunan polis kuvveti, yetmezse Har­biye Neza retinden sevk olunacak asker sayesinde* bunların tevkifi için gereken emri vermekte Gazi Ahmed Muhtar Paşa tereddüde düştü ve kararlılığı gölgelendi.

 

Eğer memleketin selâmete ermek zaviyesinden olaya ba­kılmış olsa idi, bunların, bu serserilerin başda Cavid bey ol­mak üzere hakkettikleri muameleye tâbi tutulmaları yerine getirilseydi, Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi ülkenin bütün işlerini tam manasıyla hâl yoluna koyabilirdi. Ne varki; sadrı-azam paşanın yukarıda temas ettiğimiz tereddüt dolu ve ya­pılması gerekeni yapmakta acz içinde kalması hükümetin otoritesini sıfırladı. Böylece de; milletin kurtulma imkânı bul­duğu sırada, serseriler haşaratlıklarına devama fırsat buldu­lar.

 

 

 

Gazi Paşanın Yanlışı Neydi?

 

 

Güzel vasıfların bir çoğunun kendisinde toplanan kuman­danlar arasında da apayrı bir yeri olan Katircıoğlu Gazi Ah­med Muhtar Paşa bu önemli fırsatı idrak etmişmi? Etmemiş-miydi? Bu hususda göstermiş bulunduğu aczi, iki hâle yo­rumlayarak cevap vermek durumundayız.

 

Birincisi: İttihad ve Terakki ve Hürriyet ve İtilâf fırkaları­nın ikisini birden idare etmek. İkincisi: İçde ve dış da hükü­metin maruz kaldığı pek önemli meseleler esnasında yeni bir vak'a husule gelmesine sebebiyet vermemektir.

 

Peşin peşin söyleyelim ki bu iki hususu biz, hata içinde hata olarak görüyoruz. Bu iki hususu muhakeme ettiğimizde bu tesbitlere dâir şu görüşe sahibi olduğumuzu duyurmak is­teriz. Gazi Ahmed Muhtar Paşa hz.leri ne ittihatçı ne de itilaf-çıdır. Zâten fırkalara istinad etmek suretiyle makamı sadare­te de gelmiş değildir. Çünkü Arnavutluk ahalisinin, kendisini bitaraf bilmiş olmasından dolayı teklif etmiş olması, bu arzuyu umûmî münasebetiyle, sadarete gelme olayının neti­celenmiş olduğu görülür. Mademki bir fırkaya istinad etme­den kabine kurulmuştur o halde meclisde arkasında rey kuv­veti yok demekdir. Mebusan da, her iki partiyi de, kırmama yolunu seçerek, icâbmdada birinden diğerine dayanarak mevkıilerini muhafaza etmek böyle sıkıntısı pek çok ve bü­yük olan bir dönemin işlerinden olmadığından bu sadareti kabul etmekde bu muhterem zât için düşünüle cek hâllerden olmadığı ortadadır.    Bu bakımdan bahse konu Cavid bey ve hempalarını o gün tevkif edip, hapse attırıp, devlet ve memleketi bugün ve gelecekteki felâketlerden kurtarmak, en büyük hizmetlerinin yanında bir başka şekilde parlayacak hizmet olarak tarihdeki yerini alacaktı.

 

İttihadçıların varlıklarından dolayı çıktığı görülen bütün acı vakaların, felâketlerin ortadan kalkması bunların izalesi ile gerçekleşecekdi.

 

Ondan sonra bu kabineyi meclis de, programını plânladığı şekilde tatbike koyar ülke içi meseleler ortadan kalkacağı içinde hükümet dış meselelerdeki pürüzleri hâlletme çâreleri­ni daha rahat ortamda arayabilirdi. Meşrutiyetin ilânından sonra önemli mesele olarak kendini gösteren vak'aları hiç şüphe edilmesin ki, iç ve dış olaylarda dahil olmak üzere bi­zatihi İttihat ve terakki cemiyetinin kasden ve bir maksada dayalı olarak ihdas ettiği hatırdan çıkarılmasın.

 

 

 

Almanya İmparatoruna Hulus Mu?

 

 

Yukarıda cesaretle ileri sürdüğümüz husususatın gerçek­leştirilmesinde ittihatçılar, veliî nimetleri olan Almanya impa­ratoru ile gizli cemiyetin -değerli okurlarımız. Ancak bir hu­susu belirtmeyi okuma esnasında tereddüde mahal bırak­mamak için şart olarak şunu gördük. Bazı yazarlar bu tesbiti gizli cemiyet tesbitini, masonlar olarak net bir şekilde ortaya koyma yoluna gitmemiş ki, sebebi tamamen kendi­lerine ait hususattandır. Bu bakımdan gizli cemiyet ibaresini değerli okurlarımız masonlar şekliyle değerlendirirlerse umarım hata etmiş olmazlar.- Şark dünyamız hakkında ki kararlarını bir zorluğa maruz kalmadan tatbike koymada yardımcı olun emirini aldıkları için yerine getirmektedirler. Bunu temin etmek için de, ülkemizin birçok yerinde nice vak'alar, yangınlar, viraneler icâd ettiler. Bunları yaparken ahaliyi kendi derdinin dermanını arar hâle getirdiklerinden, devletin içinde çeşitli yollarla te'sir sahibi olan imkânlarıyla arzu ettikleri ve kendilerine emrolunanlan yerine getirecek kararları almakta maalesef başarılı oldular ve memleketi de bu günkü vartaya getirdiler.

 

Kabine; İttihatçıların sebebiyet verdiği balkan hükümetleri­nin birlikte hücumuna, Avrupa büyük devletlerinin, Berlin antlaşması gereğince, Rumeli topraklarında, ıslahatın yapıl­masını ileri süren ultimatomuyla karşı karşıya kaldı. Avrupanın büyük devletleri Rumeli topraklarındaki İslahatı taleb et- tikleri sırada, Almanya ve Avusturya devletleri, bunların, Jön Türklerin koruyucuları olduğunu da hatırdan çıkarmamak lâ­zım olduğu bilinmeli, ki bu iki devlet de balkan ittifakını yap­tıranların arasında yer aldığı gibi, silah ve ihtiyaç bakımından bunlara çok yardım etmişti. İtalya ve Ruslar bu yardımları müsama ha ile karşıladılar. Sonunda Almanya ve Avusturya Osmanlı üzerine saldırın emrini balkanların sonradan çıkma devletlerine saldılar.

 

Gazi Ahmed Muhtar Paşa Rumeli İslahatına cidden Önem vererek bu meselenin, savaş sebebi olma kozunu ortadan kaldırmak için uygun bir siyaset arayışına girişdi. Böylece harbin önünü almağa büyük gayretler sarfetti. Ancak bu an­layış daha ne kadar sürebilirdi ki? Karadağlılar Osmanlı hu-dudlarını çiğnemeğe başlamış, balkan ittifakının diğer ülkele­ri, Yunan, Bulgar ve Sırbistan ise küçük rahatsızlıklar verme dönemini açmıştı. Oteyandan İttihat ve Terakki cemiyetinin sözde vatanperver ve muhterem zevatı, iktidarın iplerini ele geçirmek için yeni hesaplar yapmış bir sonuca ulaşmışlar ve tatbike koyulmuşlardı.

 

Darülfünun yâni üniversite talebelerini başlarında bazı me­buslar olduğu halde ellerinde çeşitli flamalar, sloganlar yazılı yaftalar (pankartlar) olduğu halde sokaklarda dolaştırıp te­zahürat yaptırmaya ve bundan doğacak karışıklık sayesinde umduklarını bulmanın hayali içinde babıâlî'ye geldiler. Harp isteriz diye bağıran topluluk, hemen arkasından tekbirler ge­tiriyor ve yine harp isteriz avazeleriyle ortalığı velveleye veri­yorlardı. Sadrazamı görmek bahanesiyle bu serseriler kapı ve camlan kırma hareketlerini, göstermeye başladı. Bu vazi­yeti tesbit eden heyet-i vükelâ, yâni bakanlar kurulu araların da bir ittifak hasıl olduğundan, tedbir almaya karar verdi.

 

 

 

Gazi Sadrazamın İkna Çalışması

 

 

Tedbir olarak düşünülen, babıâlî de bulunan zabıta ve as­keri kıtaya ilâveten yeterli sayıda kuvveti babıâlî de çıkması muhtemel vakalara karşı, hazır tutmak icabında gereken müdehaleyi temin etmekdi. Bu sırada babıâlî önünden top­lanmış vede bir çok şeyin kendisinden beklenmesi olağan bulunan kalabalık gürültü ve patırdıyı durmadan ziyadeleşti-rirken, savaş alanlarının bu korkusuz kumandanı, toplanan kalabalığa teskin etmek ile kendini mânevi bakımdan borçlu addetmiş olacakki yanına aynı zamanda da oğlu olan, Mahmud Muhtar Paşa'yı alarak binek taşının önüne geldi ve ka­labalığa hitaba başladı.

 

Özetlersek, Paşa: devletçe lâzım gelen hassasiyetin göste­rildiğini, olayların inkişâfını adım adım takip etmekte olduk­larını bildirdi. Nevar ki bu sözler topluluğu teskine yarayaca­ğına bazı içten içe homurdanmalar ve bunun arkasından yükselmeğe başlayan protesto mahiyetindeki sloganlar ha­reketlenmeğe yol açmıştı, ki Harbiye nezaretinden hükümet­çe taleb olunan askeri birlik başlarında tabur komutanları binbaşı Hüsnü bey olduğu halde babıâlî ile ahali görüntüsü verilmeye çalışan serseri güruhunun arasında girdi ve mevzî aldı. İşin profesyonelleri gelen askeri kıtayı tekbirlerle karşı­layıp da: "Kardeşler! Elhamdülillah biz de müslümanız. Hü­kümet Rumeli'yi satıyor. Onun için geldik. Biz Rumeli'yi vermeyeceğiz." diye askeri kendilerine celbe gayret sarfettilersede, Hüsnü binbaşı, vatansever ve askerî disipline bağlı bir şahsiyet olduğundan yapılan tahriklere kapılmadı. Böyle­ce bu serseriler tantanasının bir cinayete doğru gidişini dur­durmaya muvaffak oldular.

 

 

 

Balkan Savaşında Nümayişçiler Arasındaki Mebuslar Ve Reisler!

 

 

Bu kıyama katılan mebuslar arasında daha sonra sadra­zam bile olacak Talat, Hayrı (daha sonra şeyhülislâm), Ömer Naci, Edirne ve İzmir mebusları Faik, Abdullah vesair me­buslar yer almıştı. Bir çok kaymakam, binbaşı, yüzbaşı ve teğmen rütbesinde askeri kişiler, hep birlikde Tanin, Tasvir-i Efkâr, Tercüman-ı Hakikat gazeteleri yazı işleri vazifesinde çalışanlara siz de, üniversite talebesinden misiniz? diyorsanız bunlar haya etmezlermi?

 

Neticede bir tarafdan bunların bu terbiyesizce davranı$!arı ve rezaletleri iç de sürerken, dış cephemizde Balkan devlet­lerinin yapmaya başladığı tecavüzî davranışlarına çâre ara­maya bakan kabine, Karadağ'ın saldırısı ve hududu aşması karşısında evlâd-ı vatanı silah altına almaya başlayıp pey­derpey Rumeli'ye şevke başladı.

 

Kabine Rumeli toprakları üzerindeki İslahat hareketlerini yapmaya gayret sarfında iken balkan devletlerinin plân ve program dahilindeki her çeşit saldırısına uğramayada başla­dı. Hâl böyle bir noktaya vâsıl olduğunda Gazi Ahmed Muh­tar Paşa ve kabinesi mukabeleye karar vererek düşman üze­rine askeri gönderdi.

 

Osmanlı askerinin bilinen şecaat ve zaferlere susamışlığı-da göz önüne alındığında balkan savaşının başarıyla tamam­lanması gayet tabii bir olaydı. Ne çâreki vatanımızı bir kaç kuruşluk menfaati için ve bu şahsi istifadesi karşılığında itti-had ü Terakki cemiyetinin müfsid gayesine hizmet ede-ceği-ne dâir karanlık odalarda yemin eden ve orduy-u hümayun­da bir hayli bulunan erkân ve komutandan doğrusu bu kadar devlet ve memlekete hiyanet ve ihanet edecekleri ve savaşın Osmanlı devleti aleyhinde sona ereceği ümid ve zan edile­mezdi.

 

Kemâli teessüf ve teessürle söyleyelimki; orduyu hüma­yundaki ittihatçı subaylar, savaşın başlangıcından tutunda, sonuna kadar vatanımızın bir çok yerinin düşman eline geçmesine hizmet ve gayret ettiler. İşte o subaylar ittihatçılar tarafından ordu içinde propaganda yapmak ve Osmanlı as­kerini savaşdan soğutup, Rumeliyi düşman eline bırakmağa muvaffak olmak için ulema ve süleha-i islâmiyye kıyafetinde ittihatçıların gönderdiği bir takım hezele ve Selanik'in dönme yahudileri askerlerin arasına girerek, hükümet memleketi satdi! Niçin savaş ediyorsunuz? Sözleriyle askeri firara teşvik ettiler. Maalesef bir çok subayda bu sözlerin tesirinde kalarak askerin firarını teşvike iştirak ettiler.

 

Hâttâ dahiliye eski nâzın, cemiyet-i muhtereme(!)nin bi­rinci âmiri mutlakı vede diğer mensup olduğu cemiyet-i ha~ fi'yenin (yâni masonların) ülkemizdeki üstad-ı âzami olan Talat bey, gönüllü sıfatıyla rütbesiz asker olarak orduya katıl­mıştı. Böyle yapmasının yegâne sebebi de ordudaki subay ve komutanların İttihadı terakki gayesinden ayrılmamalarını temin ve de tam tersine, ittihadçılara düşman olan subaylara kendi varlığını hissettirme suretiyle, sindirmeyi temin etmek­ti. Talat (paşa)'nın yaptığı gibi Enver'ler, Cemaller, Fethi'ler ve bunların arkadaşları, harb münasebetiyle siyasi bir hare­kette bulunmayı çıkarlarına mugayir gören kimseler namus-u askeriyyeleri üzerine söz verip bu sözlerini yeminle te'yid ederek Başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı Nâzım Paşa'yı kandırıp orduya iltihak ettiler. Bunlarda Talat gibi aynı his ve fikre tâbi idiler. Bir tarafdan bunların iğfal ve teşvikleri, bir ta-rafdan da, hoca kıyafetindeki yahudilerin hâince anlayışları üzünden ordumuz bozulmağa başladı. Gazi Ahmed Muhtar Pasa bu vaziyet ile içice bir müddet daha sadarete devam et­mekle birlikte rahatsızlanmaya başlanan vücudu göreve de­vam etmesine müsaade etmemeğe başladı.

 

Bu durumu düşünen Paşa çekilmeyi gereken iş olarak tes-frit etti ve sağlık sebeblerini ileri sürerek istifa etti. Böylece Arnavutların üzerinde önemle durup ittifak ettikleri Kıbrıslı Kâmil Paşa kabinesi kurulmasının vakti saati gelmiş oldu. Bu Gazi Paşa'nın kabinesinin, bir adının büyük kabine adını almasının sebebini izah etmekte ihmal gösteremeyiz, o dev­rin bir tarafının karanlıkta kalmasına yol açar düşüncesiyle; fakir-i pür taksir elinizdeki esere bâzı bilgi kırıntılarını vermek icâb ettiğinin şuuru içinde cesaret etmiştir.

 

Efendim bu kabinede Avlonyalı Ferid Paşa; Dahiliye, Kıb­rıslı Kâmil Paşa; Şurayi Devlet, Hüseyin Hilmi Paşa da, vazi­fe aldığından büyük kabine dendiği gibi, sadnazamin oğlu Gazi Mahmud Muhtar Paşa da Bahriye nâzın koltuğunu dol­durduğundan kinaye, Baba/Oğul Kabinesi dendiği de vaki-dir. Ayrıca bu kabineyi bu kadar şöhretli kimseler ile kurmuş olmasından dolayı, Gazi Ahmed Muhtar Paşa'ya yöneltilen bu şöhret dolu kabi neyle nasıl iş göreceksiniz? Dendiğinde kuvvetli rivayettendir ki merak etmeyin ben haklarından ge­lirim dediği ileri sürülür.

 

Ali Fethi Okyar bey, "üç Devirde Bir Adam" adlı hatıratın­da Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın sadarete getirilmesi ayan reisliğinden ayrılmasını gerektirmiş ve Said Paşa boşalan ayan riyasetine getirildiğinde seçim bölgesi olan Edirne'ye gitmek üzere olan Talat bey'e sordum diyor: "Nedir bu? Se­nelerdir dama taşı gibi eskiler makamları paylaşıyorlar gör-müyormusunuz? dediğimde, Talat bey'in cevabı ise; 'kaba­hat bizim. Hem iktidarda sayılıyor, meclis de ekseriyete sahib bulunuyoruz, hem de kaderimizi bu mazi yadigârlarına emanet ediyoruz. Bir İbrahim Hakkı Paşa bulduk. O da na­sıl geldi gitti biliyorsun' dedi diyor, Ali Fethi bey" Fethi bey büyük bir açık yüreklilikle şunu itiraf etmekte: "Bu cevap, felsefe ve kadrosunu hazırlamadan iktidara gelmiş olmanın belki mazereti, fakat elbette şifâsı değil idi." demekteydi.

 

Bizim burada yaşadığımız günler içinde başvekillik yapmış siyasi parti liderleri ve bağımsız zevatın bu makamı boşalt­tıktan sonra her hangi bir kabinede vazife alma hususundaki yavaştan alışları daha 1912'lerde kırılmış, kabinede sadra­zamla beraber üç eski sadrazam daha vazife almakla günü­müze, bunun mümkün olduğunu seksensekiz sene önce gös­termişler. Bu da siyasi hayatımızın ve parlamenter sistem bi­zim için asla 1946 ile başlatılmamalıdır diye düşüncemi be­lirtirken, Balkan Harbi hakkında şu bilgileri vermeye çalışa­yım: Balkan devletleri arasında ittifaklar meydana geldiğini ve ittihad-ı anasır politikasının tatbiki, bu devletler arasındaki ihtilafları buz dolabına kaldırdıklarını beraberce osmanlı üze­rine saldırıya karar verdiklerini belirtmiştik.

 

Bunu sağlayan 3/7/19 10'da ısdar olunan Klişeler ve mektepler kanunu olduğunu da bu arada hatırlatalım. Osmanlı ordusunda siyasetin askerin içine girmesi bu sırada o derece ziyadeleşrnişti ki, bu sebeble farklı siyasi fırkalara eğilimli subaylar biribirlerinin hayatına kasdedecek halet-İ ruhiyeye gelmişlerdi.

 

Cevdet Bey ve Oğullan adlı mühim bir belgesel romanda Türkçü bir mülazımın, Arnavut binbaşıya selâm vermediğini başka bir mülazım arkadaşına anlattığını okumak kabildir. Yâni bu mahzurlu husus o kadar yayılmışki romanlarda geçecek kadar mühim bir sosyolojik vak'a hâline gelmiştir. Hatta; bir başka misâl verelim ki o yıllarda daha binbaşı rütbesinde olan M.Kemâl Paşa, orduya siyaset girmesin şeklin­de bir uyanda bulunduğu üst makamlar tarafından idam ta­lebiyle mahkemeye verildiği Behiç Bey adlı bir mektep arka­daşına yazdığı mektupda yer alır. İşte siyasi fırka hasebiyle o hâle gelmiş olan bu ordunun durumundan habersiz Avrupa devletleri, Osmanlı/ Balkan devletleri arasında çıkacak sa-vaşdaki sınır değişikliklerini kabul etmeyeceklerini aralarında yaptıkları müşavere esnasında kararlaştırmışlar ve taraflara tebliğ etmişlerdi. Bunlar Osmanlı ordusunun bir kaç gün içinde düşmanlarını parçalayacak güce sahip görüyorlardı. Hatalar birbirini takip ediyor, Osmanlı genel kurmayı, bal­kanların bu ittifak edişini sükûnetli günlerin başlangıcı kabul edip, 120 tabur askerin terhis edilmesi vuku buldu.

 

Babıâli ise Sırbistan'ın Avrupa ülkelerinden almış bulundu­ğu hayli sayıdaki ağır topların, Selanik limanına çıkarılmasını ve demiryolu ile Belgrad'a şevkine izin vermesi pek büyük bir ihtiyatsızlık idi. Avusturya ile Macaristan bu topların ileir-de kendilerine ölüm kusabileceğini hesaplayıp, toprakların­dan geçirmemeleri ortadayken, bizimkilerin buna izin verme­leri nasıl geniş bir gizli teşkilâtın örtülü eylemi olduğunu te­dai ettiriyor.

 

Hemen ilâve edelimki Bay Oztuna, Ermeni Gabriel Nora-dongyan o sıralarda hari- ciye nezaretine bakmakda ve 120 tabur askerin terhisine, Rusların verdiği balkanlarda savaş olmaz teminatına istinademsebeb olduğunu hatırlatır ki doğ­ru bir düşüncedir, Öztuna bey'in bu fikri. Bizim darülfünun talebesi harp harp! Diye nümayiş yaparken, 8/ Ekİm/1912'de Karadağ bize savaş ilân ederken, 12 gün için­de karşımızda Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan'ı da görü-verdik. 5 kolordudan müteşekkil Şark Ordusu'na Kölemen Abdullah Paşa  1 .ferik yâni orgeneral rütbesiyle komuta etmekteydi. Edirne mevkii müstahkemindeki bağımsız kuvvet­ler de, Şükrü Paşa'nın ernrindeydi. Yunanlılara karşı kuvvet­ler Selânik'de bir kolordu ile Yanya'daki Esat ve Vehip Paşa komutasındaki birlikler bulunuyordu. Karadağlılara karşı da hazırlanan kuvvetlerimiz îşkodra Kalesinde toparlanmıştı. Sırbistan kuvvetlerine karşı Makedonya savunması daha sonraları sadrıazam olacak olan Ali Rıza Paşa'ya tevcih edil­mişti. Meşhur sadnazamlardan Âlî Paşa damadı olan Nâzım Paşa bu savaşalann adetâ başkumandanı olmakla beraber askeri yeteneği bu işi başarmaya müsaid değildi. Nitekim, İt­tihatçı ve Hâlaskâran diye farklı anlayışa sahip zabitler biri-birlerinin yardımına değil, diğerinin rezil olmasına gayret sar­fında idiler.

 

Nâzım Paşa ilk iş olarak birliklerimizi Bulgarların üzerine hücuma geçirtti. Fakat taarruza geçen biz olmakla beraber, hezimetde bizde görülmeye başlandı. Bulgarlar üç gün içinde Edirne ile Kırklareli arasında bulunan Süloğiu ile Pmarhisar savaşlarını lehlerine inkişaf ettirirken 5 gün sonraki Lülebur­gaz savaşımda kazanınca, bizim birlikleri şaşkın ve münhe­zim bir halde tüfeğini dahi atarak kaçtığını görüyoruz, böyle­ce Kırklareli'nin Bulgarların eline düşmesi gibi Çatalca üzeri­ne engelsiz bir Bulgar ileri harekâtı başladı.

 

Dört gün süren 15/Kasım ile 19/Kasim arasındaki Çatalca istihkâmlarına yapılmaya başlanan Bulgar hücumu bu istih­kâmlar karşısında kırılmaya mahkûm oldu. Böylece, 34 yıl sonra Çatalca istihkâmlarımız yine yüz akımız oldu ve bana kalırsa Çatalca İstanbul'un batı kapısı muhafızı olarak anılsa sezadır. Öte yandan Sırbistan kuvvetleri, Ekim eymın- 20.gü­nü bizim batı ordumuzu Kosova sahrasında yenerken, 1389'da Hûda vendigâr'ın zaferinin intikamını almış gibi se-vinmektelerdi. Halbuki 2.Murad'da  1448'de 2.Kosova zaferiyle bunları bir daha zelil etmişken, bir kırık dökük galibiyet­le bunun acısını çıkardık sanmak gâvur mantığından başka bir sey değildi. Daha öbür cihettende Serfiçe'yi ele geçirmiş bulunan Yunanlılar 2/Ekim'in ertesinde şimal yâni kuzey ta­raflarında harekete görüldü. Manastır, Üsküb, İştip, Vistriça, Bulgar, Sırbiya ve Yunan birlikleri bir hafta içinde bu yerle­şim alanlarına bir kara belâ gibi çöktüler. 6/Kasım/1912'de Preveze'yi alan Yunan veliahdı komutasındaki Kostantin, sanki 1897'nin intikamını alıyorduki pek gaddarane emirler ısdar ediyordu.

 

Selanik üzerine yürürken, burayı müdafaa ile vazifelendi­rilmiş jandarma Paşası Tahsin Paşa emrindeki güçlü birlik­lere rağmen, Osmanlı'nın avrupaya açılan penceresi addedi­len Selanik şehrini tek mermi atmadan bütün silah, teçhizat ve askeriyle beraber teslim etmek cebânetini sergiledi. Yako-va, Leş, Debre, Draç limanı ve Ohrİ Kasım ayı sonuna kadar bütün kuzey Arnavutluk düşman eline geçti. Müdafaaya gay­ret gösteren üç kale vardı bunlar, Edirne kalesi, Yanya Kalesi ve de İşkodra Kaleleri idi. Çatalca önlerinde Bulgarların tev­kif edildiğini yukarıda belirtmiştik. Bu arada İngiliz hariciye vekili Sir Edwar Grey yönetiminde konfe- rans toplanmış sulh müzakerelerine girişildiğinde takvimler 16/Ara-lık/1912'yi gösteriyordu. Ege adalarının tamamının Yunanlı­lara geçişi bu savaşda vukubulmuştur. Bunlar, Bozcaada, Limni, Nikarya, Midilli ve Sa^ız adaları idi. Kasım ayı bitme­den yenişmeye muvaffak olamayan Osmanlı ile Yunan do­nanmasının bu hâli, adaların Yunan eline geçmesiyle aslında neticeyi belirtiyor gibi geliyor bana.

 

Yılmaz Öztuna Bey, Londra konfe- ransını şöyle kritik edi­yor değerli çalışmasında: "Londra konferansı, iki tarafın sulh şartlan arasında hiçbir yakınlık olmaması dolaysıyla

 

6/ocak/1913'de dağıldı.  3/ Şubat da Bulgar mütarekesi bitti. Çatalca ve Edirne muharebeleri yeniden başladı. Türk­ler, konferansta Türkiye'ye tâbi, bir Hristiyan Makedonya Prensliğiyle, Müslüman Arnavutluğun prenslerinden başka bir tavize yanaşmamışlardı. Arnavutluk Prensi Osmanlı şehzadelerinden biri olacaktı. Girid hâriç Ege Adaları ve Trakya'nın tamamı Türkiye'de kalacaktı. Bu günkünden da­ha geniş bir Arnavutluk tasavvur ediliyordu. Türk teklifleri­nin esası buydu. Bu tekliflerde gerçeğe dayanmıyordu. An­cak büyük devletlerin savaşın başında hiç bir toprak deği­şikliğini tanımayacakları maddesine istinad ediyordu.

 

Fakat, savaşın cereyanı hiç umulmryan bir şekil ve suret-de Türklerin aleyhine dönünce büyük devletler balkanli'Ian himaye etmek kaydıyla ileri sürdükleri bu statükoyu bir da­ha ağızlarına bile almadılar. Meşrutiyetçiler; ittihatçı olsun muhalifleri olsun, avrupa tarafından aldatila aldatila pişe­cekler fakat kıvamlarını bulmıya vakit kalmadan da impara­torluk dağılacaktır." Demektedir.

 

Edirne Bulgar muhasarası altında yapılan yanlış bir müta­reke yüzünden açlıktan kıvranıyor, şehirde otlar, ağaç ka­bukları hâttâ fareler bile yenmiş idi. Şehrin gıda yardımı alamaması işleri berbat ediyordu, yoksa istihkâmlar daya­nıklı silah stoku ise hayli yeterliydi. Bu ağır şartlara 5 ay 5 gün mukavemet eden Şükrü Paşa komutasındaki muhasirin sonunda 26/Mart/1913'de teslim oldu.

 

Bulgar Kralı Ferdinand, bu dirayetli paşa'ya kılıcını iade etmek suretiyle askeri şahsiyetine hürmetini ifa ettiydi, istan­bul muhafızı olan meşhur Cemâl Paşa, Şükrü Paşa istanbul'a avdet ettiğinde onu mahfuzen ahaliye göstermeyip, hükümet aleyhinde bir gösteri olacak endişesiyle gece yarısı evine gö­türdü. Bu Şükrü Paşanın asker arasında rütbesiz asker elbisesiyle bulunan Talat Bey'i tehdit ettiğinin bu harekette roiü olduğuda hesaba alınmalıdır. Şükrü Paşa, seni divan-ı harbe veririm diye Talat Bey'i asker arasında bozgunculuk yap­makla itham etmişti.

 

Edirne'nin Bulgarin eline geçişi sonrasında o dünya hari­kası Selimiye Camii, ne hakaretlere mâruz kalmış, merhum pederim Edirne sanayii mektebinin genç bir stajyer öğretme­ni olarak, Bulgarların okula girmesinde süngüsüyle yaralan­mış, okul müdürü Ressam Hasan Rıza bey'i kollarından bağ­lamışlarken, bu hassas, hassas olduğu kadar da güçlü kuv­vetli zat, ipleri kopararak, her vurduğu Osmanlı tokadının bi­rinde bir Bulgar'ı öldürmeye muvvafak olmuş, yere dört tane Bulgar kopilini sermiş ancak Bulgarların insafsız süngüleme-leri altında şehadet şerbetini içtiğini pederim anlattığı zaman o da ağlar dinleyenlerde ağlardı. Balkan kökenli olup da bu zulümlerle hatırası olmayan hiç bir muhacir aile yoktur. Vali­de tarafımda Yanya'da Yunan taarruzlarına şecaatle muka­vemet eden ahali içinde yer almış, sahibi oldukları meşhur "Kaçka Çiftliği" içindeki kurdukları tertibatla kahraman asker Esat (Bülkat) Paşa ile kardeşi Vehip (Kaçi) Paşanın kuvvetlerini haftalarca börekler ile beslemeye çalışmışlardır. Bir kolorduya hergün börek yetiştirmek esaslı organizasyona tâbi olduğu bir vakıadır. Yanya'nin düşmesinden, validemin babası Hâttatzâde Nuri Efendi, Cuma ezanını minareye tev­cih edilen ve Yanya Rumlarının attıkları mermilerin verdiği sı­kıntıyla çıkamayan müezzinlerin yerine minareye çıkıp, güzel sesiyle ezan okumuş ancak mermilerin başının bir karış üze­rinden, sağından, solundan geçmesinden mütevellid ezandan sonra komaya girmiş ve 40. günü ecel şerbetini içmiştir. Dua ederim ki, Hâttatzâde Nuri Efendi şehidier zümresine iltihak etmiş olsun. Böylece 1. Balkan savaşı bu acı kayıplarla ka­panmıştı.

 

 

 

Kâmil Paşanın 4. Sadareti

 

 

Gazi Paşa'dan boşalan makamı sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşaya 4.defa tevdi olunurken, makam-ı meşihatda da yâni şeyhülislâmlık, Muhammed Cemaleddin Efendi'nin üzerinde devamı iradesi çıktı. Kâmil Paşa kabinesini kurar­ken savaş halindeki bir ordunun başkumandan vekilliği gö­revini deruhde eden vede Harbiye Nazın sıfatını taşıyan zâtı değiştirmeyi, makul ve uygun görmediğinden kabinede ipka etme tercihini kullandı. Tabiiki harp sırasında kurulmuş bir kabinenin selefi kabinelere bakılırsa şartlan pek ağır bir vazi­yette idi. Çünkü bu kabine, harbi devam ettirme ile zaferi el­de etmek için çalışırken, ordunun içinde bozguncu ve müna­fık ittihatçı hâinlerden birliklerimizin temizlenmesini gerçek­leştirmesi gibi ağır ve zor bir vazifeyle karşı karşıya idi.

 

Cenabı Hakk'a istinad ederek vazifeleri yapmaya koşturan Sadrıazam Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa gerek askerî ce­nanda gerekse mülkî tarafda bazı değişiklikler yapma yoluna gitti. İttihatçıların mensubu ve dümen suyunda giden vali ve yüksek memurları değiştirmeyi gerçekleştirdi. Mülkî sahada direkt olarak yaptığı değişikliklere benzer değişiklikler için cihet-i askeriyede yapılması gerekenler Harbiye Nazırına ya­zılı emirler hâlinde gönderildi.

 

Ne çâre ki bu hususda sadrıazamın istediklerini yapacak bir gayret görülemedi. Askerin içine savaşın başladığı ilk an­dan itibaren girmiş bulunan serseriler ve hezeleler, askerimi­zin kuvve-i mâneviyesini ve mefkuresini söndürmüş bulun­duğu için ricatla karışık firarlar başlamıştı. Yapılmakda olan telkinler ricat ve firar eden şarkla, garb yâni doğu ordusu ile batı ordusu askerlerinin böyle kaçışları yetmezmiş gibi yol­larda ve her geçtikleri mahallerde, ittihatçı haydutlar tarafından bu askerlere: "Kâmil Paşa, memleketi satdı. Top ve tü-fenklerinizi bırakın düşman geliyor" diyerek son derece hâ-ina ne vede iğrenç telkinlerde bulunuyorlardı. İşte bu hâin ve aynı zamanda canilerin teşvik leri yüzünden binlerce top, yüzbinlerce tüfenk yollara atılmıştı. Milletin dişinden ve tırna­ğından arttırmış olduğu paralarla satın alınma yoluyla teda­rik edilen toplar, tüfenkler, cephaneler, gülleler hep bırakıl­mış veya atılmıştır. Zâten ordumuz silah noksanlığı çekmek­teyken eldekilerin böyle bir tarzda kayıb olması ne acıdır.

 

Batı cephesi ordumuzun, topçu obüs taburundan biri, Ko-manova'ya gönderilmiş ve oraya vardığından haberdar olan kolordu erkânı harbiyesi reislerinden Faik bey, ki bu erkânı harbiye kaymakamı Faik bey, ittihatçıların baştacı saydıkla­rından olup, Üsküdar mutasarrıflığında, bulunduğu zaman donanmaya yapılan yardımları ihtilası, yâni zimmete geçir­mesi ve hanımlara verdiği konferanslarla meşhurdur. Düş­manın; Komanova'ya girmekde olduğundan bu tabura he­men Üsküp'e dönmesi emrini verdi. Bu emir üzerine taburda Clsküb'e gitdi. üsküp'de düşmana karşı bir mermi atmadan onsekiz aded son sistem yeni büyük çaplı topunu Üsküp is­tasyonun da bırakarak firar eylediler, üsküp civarında bun­lardan başka yollarda terk edilmiş dörtyüze yakın topu Sırp­lılar ganimet olarak elde ettiler.

 

Gerek şark gerekse garb ordularımızda bu ve buna benzer binlerce yapılmış günahlar mevcuddur. Bunların hakkında bilgi vermek ciltlerce kitap yazmayı icâb ettirir. Yaşanan du­rumu idrak eden, gözleriyle gören şark ve garb ordularımızın kumandanları, ittihatçıların ilimlerinin(!) himmetinden istifa­deye karar aldılar. Askerin firarının önününün alınamayaca­ğını, böylece de savaşın kazanılması gibi bir ihtimalin mev-cud olmadığını, cemiyetin siyaset adına ne yapıp yapıp savaşa son verilmesini temine çalışmasını harbiye nezaretine telgraflar çekerek bildirmek mecburiyetinde kaldılar.

 

Ordularımızın bu esnada dahi ricat hâlindeki firarları de­vam ede gelmekteydi. Bu firarların en büyük zararı, Edirne, İşkodra, Yanya Kalelerinin dışarıdan savunulması ihtimâli kalmadığından düşman askerinin muhasara ve saldırısına açık hâle geldiği görüldü. Nâzım Paşa bu vaziyet karşısında şark ve garb orduları komutanlarının kendisine gönderdikleri telgrafa karşı çıkacak veya ilâve edilecek bir şey olmadığını anladığından, o da, savaşın nihayetlendirilmesi hususunda ittihatçıların siyaset ustalığına(!) muhtaç hâle düşmüştü.

 

İstanbul'un yakın mahallerinde bulunan kolordu kuman-danlanyla, vazifede bulunan veya mâzul olan müşirlerle, as­kerî kumandanlarla babıâlî de bir toplantı yapılması kararı alan Nâzım Paşa toplantı gerçekleştiğinde karşısında yüzyirmi kişiden ziyade bir mümtaz gurup gördü.

 

Müşirler arasında; Deli Fuad Paşa, İbrahim Paşa, Abdullah Paşa, İzzet Paşa gibi zevat-ı askeriyyenın ileri gelenleri ya­nında Mahmud Şevket Paşa da vardı. Ayrıca erkânı harbiyei umumiye dâiresi müdürü, harbiye nazırlığı dâiresi reisleri, kumandan Paşalar ve erkânı harp heyetleri de hazır bulunu­yordu. Bu olağanüstü; meclis toplantısına muvaffak olundu­ğunda bakanlar kurulununda iştirak ettiği görüldü. Ordunun bu hâle gelmesindeki sebebler Mahmud Şevket Paşadan sual olundu.

 

 

 

Topçu Mirlivalarından Ferid Paşanın Suali

 

 

Topçu mirlivalarından olup, kudret ve dirayet sahibi, bütün akranları arasında mümtaz bir yeri olan, Selanik vâii vekilliği dönemindeki hengâmede ittihat ve terakki cemiyetine men­sup kumandan ve subayların bulundukları yerin selâmetini temin için oradan vücudlarınin kaldırılması talebine dâir har­biye nâzın Nâzım Paşa hz.lerine çekmiş bulunduğu telgrafda, vatansever hislerinin gereği olarak Ferid Paşa hz.leri; coşkun bir hamiyyet ile "Paşa hz.leri sizden her ne sual ediyorsak, hepsine bilmiyorum diyorsunuz. Halbuki bu yüksek meclisin suallerine cevap verecek olan ancak sizsiniz. Zira üç buçuk, dört senedir ordu sizin ellerinizde idi. Niçin bilmiyorsunuz? Ordumuzu maateessüf gördüğünüz şu hâle getiren kuman­dan ve harbiye nâzın siz değilmisiniz?

 

Düşman Çatalca'ya kadar geldi dayandı. İstanbul'umuzu müdafaya mahsus olan milyonlarca liralar sarfedilerek meydana getirilen Çatalca ve Hadımköyü istikametindeki toplan çıkartan, istihkâmları yıktıran payitahtı bugün mü­dafaasız bırakan, devletin bu günkü hâl-i felâketine aracılık eden hep sensin" beyanını ettikten ve cevap beklediğini be­lirttikten sonra, diğer paşalar da, Ferid Paşanın bu zehir zenberek sorusunu tekrarlarcasına Mahmud Şevket Paşaya sert davrandıklarından ve davranışdan ürken Mahmud Şevket Paşa yine bir firar etme yoluna sapıp, kaçıverdi.

 

Ferid Paşa'nın, bu sorusunun ardından bir müddet, daha doğru bir deyimle Kâmil Paşa kabinesinin düşmesinden son­ra Diyanbekir'e sürülmesini gerektirdiğini hatırlatalım. Saat­lerce süren ve hararetli konuşmalara sebeb olan toplantının kararı, savaşın devam edemeyeceğini, bu sebebden kabine­nin siyasi yolla bir çâre bulması karan alınmıştır.

 

Garp ordumuz dahi Selanik'in (hürriyetsever beylerimizin, hürriyet kâbesi! Daha doğrusu Osmanlı devletinin felâket se-beblerini hazırlıyan yâni, ittihad ü terakki cemiyetini doğur­makla tanınmış şehir) İttihad ve Terakki subay ve ordusu eliyle Yunan'a teslim edilmesinden dolayı insanlarının yarısı esir düşmüş diğer yansı da, Üsküp'lerden, İşkodra'lardan, Manastırlardan, Yanya'Iardan ricat ederek Adriyatik sahiline Avlonya ve Ayasaranda'lara kadar inmiş ve harb edecek va­ziyetten çıkmıştı. Selâtin-i âzam-ı Osmaniyenin ve ecdad-ı milletin kanı bahasına senelerce uğraşarak elde edilen, yüz­lerce sene Osmanlı idaresinde bulunan Rumeli vilayetleri bir iki ay içinde ittihatçıların sözde vatanperverâne(!)si yüzün­den böylece düşman eline geçti, gitti. Bir taraftan ordularımı­zın ricat ve bozgunu ve bir tarafdan da Çatalca hatt-ı müda-fasında tanzim olunmuş topların ancak bir kaç gün atılabile­cek gülleleri kaldığı, binaenaleyh Osmanlı başşehirinin bü­yük tehlike karşısında olduğu Harbiye Nâzın Nâzım Paşa ta­rafından meclis-i vükelâda, yâni bakanlar kurulunda beyan olunması üzerine vaktiyle Erzurum tarafına gönderilmek üzere Trabzon'a yollandığı haber verilen güllelerin hemen ge­tirtilmesi ve Krupp fabrikası mamullerinden olan bahse konu toplar için yeterli sayıda gülle satın alınması, çabucak gön­derilmesi hususunda Almanya'da bulunan askerî vazifelimi­zin uyarılması ve bunlar yetişinceye kadar bir mütareke ya­pılmasıyla düşmanın meşgul edilmesi şart görülmüştür.

 

O sırada iki tarafın ordularında da hükmünü sürdüren müthiş kolera salgını sebebiyle Bulgarların da mütarekeye eğilim taşımaları başkomutanları general Savofa duyurul­muş, onun da evet demesiyle harbiye Nâzın Nâzım Paşa ile Ziraat Nâzın Mustafa Reşid Paşa hz.leri mütareke müzakere­sine memur edildiler. Çatalcada mütareke imzalandı. İttihad ve Terakki cemiyeti hâinanesi; Osmanlı askerlerini firara teş­vik ettirmeseydi, meşrutiyetin ilk günlerinden savaşın çıka­cağı âna kadar sandalye kavgasıyla vakit geçirmeyip de, im­zaladığı borçları yerine sarfetseydi, ordularımız bu hâle gel­mez, cephane ve güllesiz kalmazdı.

 

Maazallah düşman mütareke teklifimize evet demeseydi, kaçışlar ve salgın hastalık ile perişan olan ordu, İstanbul'u düşmanlara çiğnetecek vede bu hâl devletin şan ve şerefini ebediyyen lekelemiş olacakdı. İşte; ittihad ve terakki cemi­yetinin hâince telkinleri ve tavsiyeleri sonunda bu duruma gelen ve bitaraf ve namlı kumandan ve subaylarını şehid ve­ren sonunda ittihadçi subayların elinde kalan ve bu ittihatçı cemiyetin yahudi ve dinsizleri, hoca kıyafetine giren propa­gandacıların açık ve net yalanlarına inanan bu ordu'dan artık beklenecek bir şey olmadığını anlayan sadrıazam Kâmil Pa­şa hz.leri, sulh yoluna adım arama çalışmalarına başladı.

 

Kâmil Paşa bir tarafdan sulh temini için çeşitli faaliyetlere girişirken; bu durumu kendi hesaplarına uygun bulmayan İt­tihatçıların yapmaya başladıkları her türlü hazırlıkla kabineyi düşürmeyi ve idareyi ellerine almak teşebbüsünde buluna­cakları haberini aldı. Yoğun işlerinin üstüne, bu tertipleri ön­leme faaliyetini de eklemek mecburiyetinde kaldı.

 

Halbuki o sırada ittihatçıların cüretkâr ve cani reisleri, hür­riyet ve itilâf partisinin kim oldukları pek bilinen ittihadçı azasından olup, Harbiye ve Adliye Nezareti ile Dahiliye nazır­lıklarına tâyin olunmamalarından dolayı Kâmil Paşa'ya muğ­ber olarak kabineyi devirmek azminde olduklarını, haber alıp, eski dostları olan bu gibi adamların ağzına bir parmak bal sürerek bu işin birlikte gerçekleştirilmesine çalışmak için anlaşmaya muvaffak olmuşlardır. Bunlar hükümeti ele geçir­mek çâresiyie uğraşırken, Kâmil Paşa hz.leri de, balkan sa­vaşının avrupa devletlerine, harb-i umumîye dönüşebilir şek­liyle takdim etmeye çalışıyor ve bir konferans toplamaya uğ­raşıyordu. M.Kâmil Paşa'nın umumiyetle, İngilizler ile arası iyi olduğundan, nitekim İngiliz hariciye nâzın Edvard Göre nin başkanlığında bir nevî konferans toplatma da başarı sağ­ladı. Londra'da yapılan konferansa murahhas olarak Ziraat nâzın Mustafa Reşid Paşa gönderildi.

 

Avrupanin büyük devletleri Karadeniz sahilindeki Midye noktasından, Dedeağac'ın Kalei Sultaniye yâni, Çanakkale yönündeki Enez noktasına bir hat çekerek dışında kalan ta­rafın Edirne vilayetide dâhil olmak üzere Anadolu sahilindeki cezire yâni adalarının bir mikdarının kendilerine verilmesini babıâlîye kesin bir tarzla teklif ettiler. Sadrıazam bunlara kar­şı icâb eden tedbirleri almakla meşgul bulunuyordu.

 

Sulhun temini için babıâlî'ye verilen nota ile bu notaya ce­vap olarak kaleme alınan müsvedde notaya dâir biraz bilgi verelim. Çünkü; bu nota hakkında İttihatçılar tarafından ya­yılmaya çalışılan çirkefin hakikat olmadığını ortaya koyarak ret edelim. Avrupanın büyük devletlerinin, müşterek notası Edirne istihkâmlarının çökmeğe mahkûm olduğunu görmüş bulunduklarından, devlet-i âliyenin daha fazla zarar görme­mesini arzu ettiklerinden Edirne şehrinin balkan ittifakı dev­letlerine terkini ittifakla, adaların tesbit edilecek kadarımda kendilerine terkini pek ciddi surette isteyip, bunu yapmamızı tavsiye ediyorlardı.

 

Bu vaziyet karşısında bakanlar kurulunda uzun uzadıya müzakerelere baş vuruldu sonucunda, sulha tarafdar olmak­tan başka çâre kalmadığı görüldü. Devletin menfaatlerini gö­zetmek şartıyla sulhun yapılması için cevabî bir notanın kaleme alınmasında ittifak hasıl oldu.

 

 

 

Edirne İçin Sarayda Toplantı Ve Bir İhanet!

 

 

Me varki; Edirne şehrimizin devletin mazisinde ve gelece­ğindeki önemli yanı, buranın düşman eline terkinin getirece­ği sıkıntılar bir yana, bu şehrin Osmanlı devletinin ikinci pa­yitahtı olması, târihi eser ve selâtin camilerin muhteşemliği buranın verilmesine milleti ikna etmenin güçlüğünü göz önü­ne alan Kâmil Paşa, devletin büyük memurları, eski vezirler, komutanlar, bakanlar kurulu vede ayan meclisinin iştirak edeceği ve padişah huzurunda yapılmasını sağlayacak bir toplantı tertip eyledi. Yalnız Mahmud Şevket Paşa bu toplan­tıyı mesul bir heyet yerine konacak diye telakki etmiş oldu­ğundan katliama yacağını makamı sadarete yazılı ifadeyle bildirmişti.

 

Padişah, veliahd Yusuf İzzeddin Efendi ve Abdülmecid Efendi katıldığı gibi son padişah Vahideddin şehzade sıfatıyla yan odada bulundular ve mesele hakkında verilen izahatı dinlediler. Bu toplantıda başımıza gelen savaş felâketi ile or­dunun ahvali hakkında icâb eden malumat anlatılmıştır. Bu anlatılanlardan sonra hazirun, sulh yoluna gidilmesini isabetli bulmuştur.

 

Edirne savunmamızı fevkalade bir cesaretle ve bilgi dahi­linde gerçekleştiren Şükrü Paşa hz.leri tarafından, Harbiye Nazırlığı şifresiyle çekilen bir telgrafnâmenin, kabineyi sulha sevketmeğe mecbur kılmak için en güzide ittihatçılardan bir zat tarafından tahrif edilmesi gibi bir cinayet yapıldığı görül­müştür. Edirne müdafii Şükrü Paşa tarafından, bu telgrafın tahrif hareketi te'yid olunmuştur. Bahse konu telgrafda erzakın azlığından dolayı kalenin ancak kânun-û sâni yâni ocak ayı sonlarına kadar dayanabileceğinin yazılı olması ve bu müddetin de yaklaşması, kabineyi müşkil bir mevkii de bı­rakmıştır.

 

Çünkü, Edirne istihkâmlarında yapılan savunma, telgrafda yazılan son gün tahminini, bir kaç ay daha geçerek yapılabil­miştir. Bu da yukarıdaki mühim ihanet iddiasını doğrular mahiyette görülmelidir. İste bu hainliği yapan kimseyi veya kimseleri bulup ortaya çıkarmak va tanseverlerin boynuna borçdur. Bu tahrifden maksadlan Kâmil Paşa kabinesine böylece ağır şartlara bağlanmış bir sulhu İmzalattırmak daha sonra da, kabine ve Kâmil Paşanın aleyhine girişecekleri yıp­ratıcı propaganda ile mîlleti hükümete karşı bir isyana sevk etmek kabineyi devirmek ve rahatça çalıp çırpacak ortamı temin edip, bunuda kendi hükümetçileri ile yapmak arzusun­dan olduğu idi. Ne hazin!

 

Eğer Edirne kumandanının çekmiş olduğu telgraf tahrif edilmemiş olsaydı, Londra'dan gelen sulh şartları hemen ka­bul edilmeyecek, Edirne savunmasının tükeneceği en son ana kadar teklifleri değiştirtmeye çalışılacaktı. Bir hayli uza­yan savunma bu şansı hükümete getirmesi pek tabii idi. Zâ­ten ingiltere hariciye nazırı Edvard Gore'nin daha önce den Edirne'nin bitaraf bir şehir addedilmesi, gümrük gibi işlerden muaf tutularak statü-Iendirilmesi teklifi de vardı. Buna karşı­lık olarak Kâmil Paşa mülkiyeti hukuk-u şahane de kalmak şartıyla bu hususa evet diyebileceğini belirten cevabıda yol­lamıştı. Yukarıda denildiği gibi, avrupa devletleri tarafından verilen kafi nota üzerine bakanlar kurulunda yapılan müza­kereler esnasında Allah'ın takdiri böyleymiş ki balkan dev­letlerinin kazandıkları galibiyet, büyük devletlerin işe müde-hale ederek Londra'da yaptırabildikleri konferans da alınan

 

son kararlarına göre; Rumeli'nin bizim tarafımızdan kurtarıl-rnasına imkân kalmadığından ancak Edirne vilâyetinin ço­ğunluk nüfusunun islâm olması, ayrıca daha önceleri devlete payitaht olma dönemi yaşamış olması, islâmi bir çok eserin bulunması yüzünden Bulgarlara terketmek, hakk'a ve adale­te en ufak uygunluğu olmadığı için Kont Edvard Gore'nin hatırlatmasına istinaden Edirne'nin idare şekli büyük devlet­lerle ittifak edip kararlaştırılarak, müslüman bir prensin taht-ı idaresinde olmak üzere, İsviçre gibi, müstakil bir hükümet-i bitaraf hâline konulması, Adaların ise, Asya kıtasına bağlılı­ğından dolayı ve Anadolu sahillerine yakınlığı yüzünden Yu­nanlılara terk edilmesi kaçakçılığın ve Anadolu sahilinde oturmakda olan Rumların tahrikleriyle dâima ordaki bölgede kavga çıkması eksilmeyeceğinden, burasının düveli muazza-manın nazarı dikkat ve himayesine verilmesi Adaların idare­sinin bu devletlerin adil reylerine verilmesi hakkında cevabi bir nota tanzim edilmesine karar verilmiştir. Bu notaya aşağı­daki madde ilâve olunmuş idi.

 

Müttefik balkan devletlerine verilecek araziyi Osmanİyenin hududunun düvel-i muazzama tarafından tâyini. Düvei-İ mu­azzama tarafından vaad olunan yardımların maddi olsun mâ­nevi olsun, verilmesine gayret gösterilmelidir. Meydana gele­cek zayiatın tavizin den hayırlı müsaadelerin yerine getiril­mesiyle Osmanlı devletinin iktisadla ilgili muamelelerine bü­tün devletler için geçerli olan*isulü yapmasında serbest bıra­kılması. Bu yolda kaleme alınan fransızca nota müsveddesi­nin tercümesi 23/ocak/1913-l/kânun-u sâni/1327 senesinin Perşembe gününe rastlar.

 

Babıâlî de toplanan bakanlar kurulunda okunup tetkik olunmaktayken zikrettiğimiz Ittihad ve Terakki cemiyeti bey-leriyle, Hürriyet ve İtilaf fırkasının görünüşde muhalifi, haddi- zatında da ittihatçılar gibi olan beyleri kabineyi düşürmek için ve bakanlıkları aralarında bölüşmek için vede şahsî isti­fadeleri için, devlet ve ülkeyi mahvu perişan eylemeği cu­martesi günü beraberce ifaya karar vermişlerse de, muhalif sıfatı taşıyan itilafçı kardeşlerine bakanlıklardan bazısını kap­tırmaları bile işine gelmiyen ittihatçılar, karar verdikleri günü beklemeye lüzum görmiyerek perşembe günü eli bayraklarla dolu hempalarıyla beraber Babıâli'ye hücum etmişlerdi.

 

İşte bununla da eski, yeni arkadaşları olan itilafın şöhrete haris beylerini aldatarak orta lıkda bırakmışlardır. Bu minval üzere ittihatçılar bir ihtilâl kıvılcımı gibi hâinane bir su rette vahşice babıâlî'ye hücum ettiler. Toplantı hâlindeki bakanlar kurulunda bulunanlarda dahil öldürmeğe teşebbüs ettiler.

 

 

 

Bâb-I Âlî Baskını

 

 

Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşanın en hâcil olduğu vaka iki tanedir. Bunun ilkini; Yüzbaşı Çerkeş Hasan Bey'in, Serasker Hüseyin Avni Paşanın konağını basıp, onu öldürdüğü gece, odalardan birine sığındığında, kapıya yüklenen Hasan Bey'e söylediği beyan olunan, "Hasan bey oğlum sen her ne kadar beni seversen de şimdi kapıyı açmamın doğru olmadığını sa­nıyorum. Çünkü bir hayli sinirlisin istemeden bize de zarar verebilirsin" sözleriyle kendilerini kurtarmaya çalışma anın­daki yakarışıdır ki, ancak insan böyle muhataralı bir duruma düştüğünde bizim mütalaamızı yapabilirini? Kendi adıma ben böyle bir teminatı vermeye pek cesaret göremiyorum.

 

Biz, mevki ve makam sahiplerinin gücüne olan itimadımız onların korkmaz, şaşırmaz, hâşa yanilmaz gibi yanlış düşün­celere kapılmamız gibi hâlimiz oiuyorki galiba bunu biraz dü­şünüp, herkesin cesur olabildiği gibi çekindiği hususlar, korktuğu anlar olabilmelidir, hâttâ korktuğunu ifade etmeyi

 

bir cesaret olarak nitelendirmek kabildir. Çünkü; mahcubiye­tini göze alması bir erdem diye düşünüyorum. Neyse Kâmil Paşa'nın bu hâcil hâli tartışmaya açık gibi geliyor bana gele­lim ikincisine:

 

İkincisi ise; İttihad-ı Terakki cemiyetinin Babıâli'ye yaptığı cüretkâr ve kanlı geçen baskındır. Kâmil Paşa bu baskın es­nasında makam-ı sadarette Balkan bozgununu memleketin hafif atlatmasını temin gayretlerini gösterirken yaşamıştı.

 

Bu vakayı özetle anlatmadan evvel, Pınar Yayınlarından neşrolan ve tarafımızdan sadeleştirilerek okurlarımıza sunul­muş Mevlânzade Rifat Bey'in "Türkiye Inkilâbinın İç Yüzü" adlı eserinin 61. sahifesinde Babıâli'yi tasvir eden satırlanyla sayfamızı süsleyelim: "Babıâli baskını elem doludur. Cinayet­lerle sonuçlanmış bir haydutluktur. Alemdar Mustafa Paşanın cephaneleliği ateşliyerek berhava ettiği gündenberi Babıâli içinde kan dökülmemişti. Cinayet işlenmemişti. Osmanlı devletinin en temiz, en yüksek resmi makamı hüviyetine gir­mişti. Büyük devletler; Osmanlı hükümetinin toplantı sara­yından ziyade Babıâli'ye önem vermiş, kararlarını geçerii saymıştır. Babıâli demek hükümetin merkezi demekti. Babı­âli'nin içinde bulunan devlet adamları ve memurları devletin en muktedir ve nâzik insanları idî. Babıâli terbiyesi, âdeta nezâket ve ince terbiyenin ulaştığı en yüksek burç idi. İtti­had-ı Terakki; bu yüksek makamın bile nezahatini ihlâl edip içinde sadrazamlık dâiresinde cinayet işlemekten çekinme­mişti."

 

 

 

Babıâli Baskını Tasviri

 

 

Mevlânzâde Rıfat bey, adı geçen kitabında Bâbıâli baskını­nı şöyle tasvir ediyor: ".Babıâli baskını adı ile târihimize ge­çen facia Nâzım Paşa ve yaverlerinin katli, devletin (Osmanlı devletinin) büyük devletler gözündeki haysiyetini azaltmış İt­tihat ve Teraki cemiyetiyle hükümetinin bir haydut çetesi ol­duğunu göstermişti. Bâbıâli baskını İttihad ü Terâkkinin ileri gelenleri tarafından önceden düşünülüp, hazırlanmış yerine getirilmesi için uygun bir fırsat beklenmişti. İttihatçıların mu­haliflerinin bazıları evvelden haber almış, dahiliye nâzın Re-şid Bey'i ve Harbiye nâzın Nâzım Paşa'yı ikaz etmiş, buna karşı tedbir almalarını tavsiye etmişlerse de, muhaliflerin İleri gelenlerindeyse ittihatçıların böyle büyük bir cinayete teşeb­büs edemeyecekleri kanaati gâlib geldiğinden, gelen haber­lere ehemmiyet verilmemiş, karşı tedbir alınmamıştı.

 

Kaza gelince böyle olur. Tedbir durur, akıl ve basiret kör olur. Levh-i ezelde yazılan hüküm neyse o, başa gelir. Fertlerde olsun,cemaatlerde olsun bazen öyle güzel anlar olur, bazen de böyle felâketler görülür ki; oluş sebebi anlaşı­lamaz. Bilinmez bir âlemden gelen bir sır olarak kalıp, ne yapalım kader, talihimiz böyleymiş denir, geçilir! Hâttâ edip­lerimizin aşağıdaki mısraları bu inancı takviye etmiştir.

 

"Talihi yâr olanın yâr sarar yarasını

 

Talihi yâr olmayanın felek.....anasını •

 

Bibaht olanın bağına bir katresi düşmez

 

Baran yerine dürrü güher yağsa semâdan"

 

Halk arasında: "Talihi iyi olan denize düşse kulağı ile us­kumru tutar" Yine: "Kişinin işi tersine dönünce devenin üs­tünde yılan sokar" darb-ı meselleride bu anlayışı kuvvetlendirip yayılmasına sebeb olmuştur." Diyen Mevlânzâde şöyle devam etmektedir: "..İklim itibarıyla İstanbul, Ocak ayında soğuk olur. Kar, yağmur eksik olmaz.23/Ocak/19 13 târihinde meydana gelen Bâbıâli baskını baharı andırır, lâtif ve güneşli bir güne rastla-mıştı. Gökyüzü berrak, bulutsuz, güneş parlak toprak rutubeti ve yağışı emmiş, halkı neşelen-dirmişti. Geliş ve gidişe zahmet verecek yağmurdan, çamur­dan eser görülmüyordu. Dikkatle yürümeyi gerektiren buz tutma olayı dahi yoktu. Herkes de, leventler gibi yürüyüş, bir rahatlık görülüyordu. İttihatçılar bu müsaid havadan hayli is­tifade etmişlerdi. Almakta oldukları tertibatı kolayca tanzim ediyorlardı.

 

23/Ocak'ın bu baharı andırır günün de saat bir buçuğa doğru, doru bir arab atına binmiş, yanına iki süvari zabiti al­mış olduğu halde erkân-i harp kaymakamlarından Cemâl (paşa) bey, bâbıâli'nin arka yollarını dolaşıyor alınan tertibatı teftiş ve tanzim ediyordu. Kapahfınndan Şûray-i devletle bâ­bıâli arasındaki yolu takip, Salkımsöğüt'ten, Ebu's Suud Efendi Caddesini geçerek, Meserret oteli önünden bâbıâli caddesini aşıp, (şimdiki, Ankara caddesi) Yeni Postane arka­sı yoldan, (şimdiki Aşir efendi caddesi) polis müdürlüğü kapısına çıkıp İran sefarethanesi yanından bâbıâli'nin giriş kapısı önüne (şimdiki valilik girişi) gelmişti. Geçtiği bu yol­larda bazı şahıslara rastlıyor ve bunlara öze! talimatlar ve­riyordu. Bâbıâli'nin önünde o zamanlar bir kahvehane vardı-ki; adına "Mazuliyn kahvesi" denirdi. Cemâl ve arkadaşları işte bu kahvenin önünde atlarına mola vermişlerdi. Tam bu anda Talât, elleri paltonun cebinde olduğu halde orada gö­rülmüştü. Cemâl İle aralarında konuşma yerine bazı işaretler teati edilmişti. Cemâl böylece yapılacak işin emrini Talât'tan almıştı. Cemâl o anda ceketinin yan cebine ince bir kaytanla bağlı olan ufak bir düdük çıkarıp ağzına götürerek, üç defa öttürmüştü.

 

Düdükten çıkan ses üzerine, mazuliyn kahvesinden öo-kuz-on kadar softa kıyafetli adam çıkıp, ellerinde bulunan bi­rer sırığa takılı, âyet-i kerime yazılı kırmızı ve yeşil iki bayra­ğı açarak, gür bir sesle tehlil ve tekbir getirerek bâbıâli'nin binek taşına gelip merdiveni işgal etmişlerdi. Müteakiben ar­ka sokaklardan beşer-onar kişilik kafileler gelip bunlara katı-lıverdi. Talât bile eline iki bomba almış olduğu halde cümle kapısının önüne gelip bir nöbetçi gibi durmuştu. Aynı silahla silahlanmış olan Kara Kemâl ile bir kaç arkadaşı gelip, Ta­lât'ın emrine girmişti. Bu tertibat alındıktan sonra Cemâl, yi­ne Talât'ın bir işareti üzerine atını tırısa kaldırıp, İran sefareti karşısında bulunan muhafızlık dâiresine gelip, attan inmiş ve doğru yukarı çıkarak İstanbul muhafızı sağır Memduh Pa-şa'yı maiyeti yardımıyla nezaret altına alarak muhafızlık ma­kamına oturmuş, muhafızlık vazifelerini hiç bir hadise mey­dana gelmeden yapmaya başlamıştı. Aynı tarz ve usûlle aynı saat ve dakikada Azmi bey dâhi polis müdürlüğüne el koy­muştu. Polis müdür Cafer İlhami bey'i göz altına al-dırmiştı. İstanbul'da bulunan bütün gazetelerin kapısına birer jandar­ma konup, giriş-çıkış yasaklanmıştı. Babıâli ile padiah sarayı  -ve Harbiye nezâreti ve diğer makamlar arasında haberleşme­ye yarayan telgraf ve telefon hatları da kestirilmişti."

 

 

 

Son Darbe '

 

 

Mevlânzâde'yi özetlersek, bu arada iki otomobil bâbıâli'nin binek taşına yanaşmıştı. Yeri gelmişken bu binek taşının- ne olduğunu söylemek icâb eder: Efendim; o dönemlerde en iyi ulaşım vasıtası atlar ve faytonlardır. İşte bir çok evin Önünde bile üstüne kolaylıkla çıkılan kimi merdivenli taşlar bulunurdu. Ata binmek, faytonun basamağına daha kolay çıkabil­mek için özel yapılmış bölüme ve taşa, binek taşı denilmiştir. Hatta eski sadnazamlardan ve ediblerden Ahmed Vefik Pa-şa'ya: "O, binek taşı büyüklüğünde bir elmastır. Ne traşlan-maya gelir nede, binek taşı olur" denmiştir. Neyse: Gelen otomobillerin birincisinin içinden çıkan Enver (Paşa) bey, Nuri bey ve Halil beyleri, o softa kıyafetli adamlar askerce selâmlamışlardı. Nuri bey; Enver bey'in kardeşi, Halil bey ise Enver bey'den yaşça küçük olmakla beraber onun amcası idi. Demek ki ne kadar komitacı olunursa olunsun yine de kan bağlılığını tercih etmek bu olayda kendini gösteriyor. İkinci otomobilden ise; Yüzbaşı Mustafa Necib ile daha kü­çük rütbeli 4 subay daha çıkmış ve Enver bey'in komutasın­da sadrıazam dâiresine yürüdüler. Sadaret dâiresinden çok az bir müddet sonra, on-onbeş el silah sesleri duyulur. Talât, saatine bakıp not defterine bir şeyler yazar. Her halde bu, si­lahların patladığı ânı tesbit içindir.

 

 

 

Üzerinde Durulacak Soru!

 

 

Sadaret makamı; salonundaki gürültülere bakarak odasın­dan çıkan; Harbiye nâzın Nâzım Paşa; karşılaştığı Enver'i gö­rünce: "Enver bu rezalet nedir? Bana; askerce verdiğin söz burnuydu? Demekkİ daha önce Harbiye nazırı iie Enver bey konuşmuş ve bir şeylerde mutabık kalınmış ki, verilen bir söz hatırlatılıyor Nâzım Paşa tarafından. Fakat, Nâzım Paşa­nın bu sorusuna cevap, Enver beyden değil, Yüzbaşı Mustafa Necib'den gelmişti: "Paşam; mukaddes cemiyetimize karşı senin ihanetin tahakkuk ettiğinden idamına karar verilmiş­tir. İnfaz vazifesi bize düştü. Sana askerce ihtar ediyorum. Bir vasiyetin varsa ya söyle ya yaz!" Nâzım Paşa rütbece kendisinden çok dûn olan Mustafa Necib'in sözlerine karşı silahı ile cevap vermek istediyse de, erken davranan Mustafa Necib, Paşa'yı tek kurşunla vurup, öldürdü. Yalnız bu konu da, rivayetler muhtelif olup, paşayı vuranın Yakup Cemil ol­duğu söylenir ve tek kurşunla adam öldürme ustalığının ona mahsus olduğunu söylerler. Öte yandan Nâzım Paşanın ya­veri ise Mustafa Necibi vurmuş, o da Öl müştü. Böylece; diri bir katil hesap vereceğine, katli; ölmüş birine yüklemek daha evlâ görünmüş olabilir! Mustafa Necib'i vuran yaver ise Kıb­rıslı Mustafa Paşanın oğlu süvari yüzbaşı Tevfik beydir. Karşı­lıklı silâh endahtından sonra Enver bey; orada bulunan herkese silahı olanlar derhal bize teslim etsin dediğinde kim­senin sesi soluğu çıkmamış, nihayet iş yine şeyhülislâm Ce-maleddin efendiye düşmüştü. İşte cevabı: "Evlâdım Enver; bizim gibi adamlarda silahın ne işi olabilir? Silah ancak sizin gibi kahramanlara yaraşır. Rica ederim bir emriniz mi var? Enver bey ise; muvafakata dâir imza ettiğiniz cevabi notayı veriniz!

 

 

 

Kâmil Paşanın İstifası

 

 

Enver bey; Noradongyan efendinin ağzından böyle bir mu-vafakatnâme olmadığını öğrenince şu âna kadar güzel giden talihin duvara tosladığını hissetti. Darbe yapmışlar sebebi de, vatanı satanlara engel olmak ve gösterecekleri muvafakat vesikasıyla hareketlerini meşruiyete bağlayacaklardı. Fakat ne böyle bir kâğıt parçası nede iktidarda olanların böyle sa­kim bir niyetleri vardı.

 

Enver bey; sadrazama: "Allah taksiratını affetsin. Haydi çabuk istifanı yaz. Dedi. Kâmil Paşa elleri titreye titreye isti­fasını yazdı, imzaladı. Enver bey; padişaha hitaben yazılmış bir yazıyı fütur getirmeden okudu. Beğenmiş olacak ki, cebi­ne koyup çıkarken, gözüne polis müfettişi Samuel (İzisel) ilişti. Cumhuriyet döneminin polis teşkilâtının yeniden tanzi­minde bu kişinin rolü pek çok olmuştur. Enver bey; adı ge­çene, burada bulunanla- nn dışarı çıkmasına ve her hangi bir kâğıd parçasının dahi imhasına müsaade etmeyeceksin em­rini verdi.

 

Samuel ise; "Emir efendimizindir! Eliyle Kâmil Paşayı gös­terip, bu ihtiyara dahi aynı muamelemi? Sorusunu yöneltti. Yenisi tâyin olunana kadar sadrazam sayılması gereken zâta bu reva mıdır? Belki de ondan olacak Enver bey mezkûr so­ruyu cevaplamadan yürüyüp gitti. Hâttâ belki de Yahudi'nin gizli hakaretini anlamıştı.

 

 

 

Bir Başka Yönüyle Babıali Baskını

 

 

Başlarında büyük reisleri Talat, baş kaatil Enver, eşi bu­lunmaz hatibleri Ömer Naci ol duğu halde ve diğer fedai ca­nilerle birlikte babıâlîye saldıran rezil kaatiller, her zaman ol­duğu gibi tekbir sesleriyle büyük salona girip, Sadnazam Pa-şa'nında bulunduğu yere saldırıya geçtiklerinde orada bulu­nan sadaret yaverlerinden Yüzbaşı Nafiz ve Harbiye Nâzın yaveri Tevfik beylerle, bazı sivil polisler bunların gerçekleşti­receği kanlı olaylara engel olmak istediklerinden, silah çe­kenler Yaver Tevfik bey'le bir sivil polisi şehid ettiler. Yaver Nafiz bey silah kullanmaya mecbur olmuştur. Nafiz bey'in si­lahından çıkan mermilerden biri Enver'in yanındaki caniler­den biri olan, Mustafa Necib'e isabet etmiş ve ölümüne kâfi gelmiştir. İttihatçı katillerin diğer bir bölümü Nafiz bey'in üzerine silahlarını doğrultmuşlar ve yaralamışlardır. Bunlar­dan bir kaç tanesi yaralı Nafiz bey'in yanına çökmüş, ellerin­deki kamalarla yaralıyı delik deşik ederek şehid etmişler dir. Böylece gerek Tevfik bey gerekse Nafiz bey vazifelerini ga­yet merdane ve vazife şuuru içinde ifa etmişler ve şehadet şerbetini içerlerken adlarını ilelebed yâd edecek târih sayfa­larına yazdırmışlardır. Şehadeti münasebetiyle hanımını ve iki küçük yavrusunu necîb milletimize tevdi ederek vazifesi uğrunda feci bir surette şehid olmuş olan Nafiz bey otuz-kırk milyon arasında güç yetişir kıymetdar bir kimse idi. Cenâb-ı Hakk bu şehid evlâd-ı vatanı, garik-i rahmet eyleye

 

O sırada Sadrazam Kâmil Paşa bazı padişah irade-i seniy-yesi tebliği için babıâlî ye gelmiş bulunan Ali Fuad (Türkgel-di) beyefendi ile sadarete aid odalardan birinde oldukların­dan, bakanlar kurulunun toplandığı salonda bulunmuyorlar­dı. Dışarıda kopan gürültü bakanlar kurulu toplantısında bu­lunan başkumandan vekili ve Harbiye Nâzın Nâzım Paşa hz.lerinin kulağına gittiğinden dışarıya çıkmış, bu hâlin ön­lenmesini temin için, gereken vasıtaya sahip olmaksızın bazı gazetelerin verdiği resimde görüleceği gibi küçük salonda Enver tarafından atılan rovelver kurşunuyla şehiden vefat et­miştir. Rahme tullahialeyh rahmeten vâsiaten   

 

Harbiye Nâzın Nâzım Paşanın şehid edilmesinden sonra bir takım subaylarla sivil kıyafetli bazı kimseler, sadaret dâ­iresine gelerek, Sadnazam Kâmil Paşa hz.lerinin bulundukla­rı odaya girip, içlerinden biri, Sadnazam Paşanın anlattıkları­na göre; cesur biri yanlarına gelerek dışarıda heyecan çok fazla olduğundan hemen istifalarını yazmalarını isteme cesa­ret ve küstahlığında bulunmuştur. Bunların bu kalkışmaları; efal-i cinaiye'den maksadları ahzısar değil sırf hükümet ida­resini ele almak olduğunu anlayan Kâmil Paşa istifanamesi­nin yazılmasında tevakkuf ve tereddüd göstermiş olsalardı, belki sadaretin çöküşünü yerine getirmek için kendilerine de bir suikasd edecekleri mülahazasını göz önüne alarak "Cihet-i askeriyeden vâki olan teklif istifaya mecbur olduğun­dan sadaret hizmetinden afvına müsadei seniyyenin şayan buyrulmasını" natik, huzur-u şahaneye yazmış oldukları is­tifanameyi vermişlerdir. Enver Paşa istifanameyi aldıktan sonra babıâlî de bulunan şeyhülislâm Cemaledin efendi hz.lerinin binmesine mahsus otomobile rakiben (binerek) doğruca mabeyni hümayuna azimet ve avdet eylemiştir." Bundan bir saat sonra babıâlî ye gelen serkurena hz. şehri-yâriden Hurşid beyefendi, padişahın vak'adan dolayı büyük keder duyduğunu beyanla, vaziyetin düzeleceğine kadar ba-bıâlî'nin hükümetsiz bırakılmamasını ferman buyurduğunu tebliğ etmiştir. Vaziyet bir neticeye ulaşana kadar, Kâmil Pa­şa makamında durmaktan çekinmemiştir. Bu sırada Kâmil Paşa'nın bulunduğu odaya girip çıkanların arasında Talat ve Enver Paşalar dahi bulunmaktaydı.

 

 

 

Ömer Naci Bey'in Ayıbı!

 

 

İttihatçıların reislerinden ve en önde gelen hatiplerinden bulunan Ömer Naci'yi» Kâmil Paşa'nın yanına yaklaşarak: "Efendim İnşaallah! Siz bu makamda devlete daha çok hiz­met edersiniz! Biz size muhtacız! Cümlemiz emriniz altında bulunuyoruz!" sözlerini dillendirerek adetâ teselli gösterisi yapıyordu. Bu sözler karşılığında Kâmil Paşa da: "Bana lü­zumu yok. Ben devletin taliini tecrübe etdim bu kâfidir!" ce-vabıyla mukabele ederek başından def etmeyi bilmiştir. Çok geçmeden Enver Paşa da, Sadnazam Kâmil Paşa'nın yanına gelerek, kendisinin tâlimde olduğunu dönüşü sırasında olayı duyduğunu ifade etmekten utanmıyarak yaptığı cinayetin getireceği mesuliyetten yakayı kurtarmaya bakmıştır. Ancak bu yatanın çuvala sığacak mızraklardan olmadığı her-kesin teslim ettiği bir hakikattir.

 

Bunların saatlerce devam eden bu hâlinden sonra diğer odalarda bulunan zâti sâm-ii meşihatpenahî ile diğer vükelâi meham, Kâmil Paşanın yanına gelmişlerdir. Bir kaç saat sonra sadaret makamına tâyin ettirmeye muvaffak oldukları Mahmud Şevket Paşa hz.leıi, yeni Şeyhülislâmla babıâlîye geldiğinden ihtilâlci beylerin kapı önündeki arkadaşlarına işittirmek için her zamankinin aksine olarak merdiven başın­da hatt-i hümayunu okuttuktan sonra arz odasına gelerek mevcud kaatillerin tebriklerini kabul ile tertibat-i lâzımiyeye başlamıştır. Odanın bir tanesinde Kâmil Paşa ve bazı kabine arkadaşları ile oturmakta iken diğer bir oda da yeni sadra­zam da yanında bulunanlarla gecenin İlerleyen saatine kadar bulunmuşlardır.

 

Mahmud Şevket Paşa gecenin yansından sonra bir aralık başka bir oda da Kâmil Paşa ile ayrıca görüşmüş ve hâli ha­zır durumdan bahsetmişti. Mahmud Şevket Paşa: "Biz bura­ya kendi isteğimizle gelmedik! Bizi getirdiler" demesi üzeri­ne Kâmil Paşa da: "Evet! Bizi dahi Öyle getirmişlerdi. Gelişi­niz bize benzedi. Dikkat edinizki gidişiniz benzemesin!!" de­miştir.

 

Bu siyaset pirî Kâmil Paşa hz.leri o gece alafranga saat üçden sonra evine avdet etmeye muvaffak olabilmiştir. An­cak bu yaşlı zat, o gün ve gecenin ağırlığı altında bir hayli üşümüş yatağa serilmek mecburiyetinde kalmıştır. Kendisini konağında ziyaret etmek isteyen düveli muazzama ülkeleri­nin elçilerini, rahatsızlığın verdiği engel yüzünden kabul ede­memiştir. Onbeş gün kadar süren bu rahatsızlık neticesinde Kâmil Paşa'ya doktorlar mutlak olarak istirahat ve tebdil ha­va tavsiyesinde bulunduklarından Paşa da Mısır'a istirahat etmek üzere gitmişlerdir. İttihatçılar; Kâmil Paşa hz.lerinin bundan evvelki kabi nesini gayri meşru bir şekilde düşürerek

 

devleti ve memleketi felâkete ve parçalanmaya doğru ilk adımı atmışken bu defa gayet feciî ve kan dökerek düşürme­leri devletimiz ve milletimiz için artık kurtuluş çâresinin, se­lâmete çıkmanın mümkünü kalmadığı istikametini sergile­mişti. Vicdan ve hamiyyet sahibi kimseleri derin düşüncelere salmıştır. Bu cemiyetin memleket meseleleri ile bir alakası olmayıp, cemiyetin, reislerinin ve şahsî menfaatlerinin dışın­da bir şey düşünmediklerinden bunlardan ümidli olmak abes ile meşguliyettir. Yaşı kemâl hududlarını aşmış bulunan Kâ­mil Paşanın ekmek ve ikramlanyla nimetlendiği milletine ve ahalisine son bir hizmet daha yapabilmek için devletin yaşa­dığı an ve gelecek günler için uğraması muhtemel felâketle­rin önüne kuvvetli bir engel koyabilmek için giriştiği, büyük teşebbüs, ani bir davranışla düşürüldüğü hâl yüzün den akim kalmış, dolaysıyla bu sadaretindede arzusu dâiresinde hare­kete muvaffak olamamıştır.

 

Eskiden beri mütegallibe ve eşkıya elinden kendini kurta­ramayan devlet ve millet, mukadderatını yine benzerlerine vermiş bulunduğundan ülkemiz bu günkü hâle gelmiştir. Kâ­mil Paşa hz.leride hiç şüphe yok ki bu eşkiya ve haydutların son dört-beş sene içinde memleketde oynadığı oyunlara ar­tık bir son vermek azminde bulunduklarını şu kısa süren sa­daretlerinde ortaya koyup isbat buyurmuşlardır. Mateessüf esbab-ı mania perdesiyle bu defada da bu cemiyet eşkıya­sından memleketi temizlenmeye muvaffak olamamıştır. Çün­kü Kâmil Paşa gelecek de düşerecekleri çukuru çokdan gör­müş ve bu cemiyetin izalesi için her ne yapmak lazımsa ya­pıp devlet ve memleketi kurtarmakdan geri ve durmadıkları gibi kendilerine müsaid ve yardımcı olan, kabinesi erkânının fikrinide bu yöne imâle etmeye başlamıştı. Kâmil Paşanın bu son kabinesinde vazife alan zevat, ülkemizin yüksek derecede takdire değer kişilerden müteşekkil olmasına rağmen ba­şarıyı maalesef yakalayamamışlardır. Bu kabinede vazife alanlar hiç bir fırkaya mensub değillersede, ülke başdan ba­şa ittihatçıların hizmetine amade idiler.

 

Memurların çoğu cemiyetin karanlık odası muhafızından bulundukları cihetle verilen emirlerin harfi harfine yerine ge­tirmek kabil olamadığından Kâmil Paşa matlûblarının husu­lünde endişe buyuruyorlardı. Nitekim endişeler hakikat oldu. Nazırlardan bazıları muhalif sıfatında etraflarını saran ittihat­çıların teşviklerine kanmış, bazısı da İnkılabın ilk dö'nem-lerinden beri ittihatçılar tarafından devlet memurlarının ve milletin kulaklarına yerleştirilen propagandalardan birisi oian (Kanuni hareket edelim. Bizde onlar gibi bir yanlışlıklara düşmiyelim) sözleriyle hareket etmek arzusunu izhar buyu­rarak hata etmişlerdi. Vükelânın yâni bakanların, bu hatasına harbiye nâzın Nâzım Paşa hz.terinin, temiz ve saf olan kalb-leri orduya, Talat'lar, Enver'ler. Cemal'Ier, Fethiler ve emsal­lerinin girişlerini önleyemediğinden tabiatıyla hükümet idare­si itihadçılar elinde kalmıştı.

 

Tabii neticenin vahameti o zaman görülmüştü. İşlere, Sad-rıazam Paşa ve şeyhülislâm Efendi hz.leri yalnız kalmışlar ne çâre bulurlarsa, bulsunlar bilinen kişiler ortaya çıkıp, başarıyı engellemişlerdir. Kanuna uygun hareket edelim arzusunu ile­ri sürenler arasında değerli zevata aflarına sığınarak sormak isteriz ki şimdiye kadar memleketde ittihatçıların asdıkları ve sürdükleri, aldıkları, yapdikları her işde kanunu kendilerine âlet ettiklerini görmüyorlarmiydı? Bu gün ittihatçı zorbalarına da sorulsa cevaplan yaptıkları her fiilin kanun dâiresinde ol­duğunu ispata kalkışırlar. Zâten şimdiye kadar dünyada ya­pılan fenalıkların hepsi ellerinde bir âlet olan kanun ile yapıl­mıştır.

 

Bu böyle olduktan sonra artık kanuni hareket edelim de­meğe hacet yok zâten verilen emirler gayri meşru ve gayri kanuni değil idi. Biraz da yukarıda dediğimiz gibi milletin is­tikbali devleti nazarı teemmüle alan Kâmil Paşa hz.[erinin, devlet-i Osmaniye için ne derece lüzumlu olduğunu, bu dost­luğun devletimiz ve memleketimize mahz-ı hayat olduğuna pek çana bildiklerinden ötedenberi İngiltere siyaseti aliye ve politikasını tasvib ve takip ederler daima mesnedi sadarete, geldikleri zaman bahse konu politikayı tercih ediyordu. Bir bakıma devlet-i âliyye-İ Osmaniye asırlardan beri İngiltere devlet-i muazzamasının sayesinde bir çok olayda mülkiyettinin tamamiyyetini muhafazaya muvaffak olmuştur.

 

Buna itirazı olanlar târih bilgisinde epeyi eksiklik taşıyan­lardır. Yoksa târihe âşinâ olan, târihi vakaları tetkik edenler bilirlerki, her ne zaman devlet-i âliyye-i Osmaniye, Avustur­ya ve Almanya devletlerinin entrikalarıyla felâket ve musibe­te mâruz kalmış ve Rusya hükümetinin taarruz ve tasallutu­na uğrayarak en büyük tehlike ve zorluğa düştüğünde ingi­lizlerin kapısı çalınmış ve yardımları ile, düşülen felâketten vede kötülüklerden kurtulabilinmiştir.

 

Devletin son zamanlarda yetiştirdiği en büyük siyasi şahsi­yetlerden olan Reşid Paşalar, Âlî Paşalar ve Fuad Paşalar ül­keyi kurtardığı felaketlerden bir çoğunda İngilterenin yoğun yardımlarını yanlarına almanın faydası kesindir. Aşağıya ala­cağımız ifşaat târih kitabı Sayfalarında belki de ilk defa yer alacak bir pasajdır. Mehmed Selahaddin Bey Bildiklerim adlı eserinde şunları söylüyor:

 

 

 

Osmanlı-İngiltere Mutasavver İttifakı

 

 

Selefi olan sadrazamların yukarıda sayılanlarının güttükleri İngiliz politikasına yakınlıklarını devletin menfaati açısından sürdürmek ananesini devam ettirmeyi idrak eden Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa, ülkenin içine düşmüş olduğu ve daha nereye kadar yuvarlanacağı meçhul halden, halas olması, buhranlarla dolu bu ağır dönemi atlatabilmek için kadîm İn­giliz dostluğu politikasını harekâta geçirerek bir ittifakı ger­çekleştirme yoluna gidivermeyi düşünmüş vakit geçirmeden başvurmuşdu.

 

Bu işin gizli yürütüldüğünü de, hemen burda kaydettikten sonra Tevfik Paşa, Londra b.elçimiz olarak tecrübeli sadra­zam gibi kendileri de eski sadrazamlardan bulunmanın verdi­ği tecrübe içinde geleneksel Osmanlı-İngiliz dostluğunu tam bir ittifakla pekiştirip, yardımı elde etme yolunda gizli gizli adımlar atmaktaydılar.

 

Kâmil Paşa, İngiltere hariciye nâzırıyla ittifak şartlarını ko­nuşup tesbit için Ahmed Tevfik Paşaya vazife verdiği gibi, oğlu bahriye nâzın Said Paşayı defaatle Londra'ya qön-aemnıştir. Bu çalışmalar neticesinde o dönemde İngiliz harici­ye nâzın kont Eduvard Göre cenaplarıyla yine Kraliçenin dış siyasetinin büyüklerinden olan Sir Nikolson ile bizim Ahmed evfık ve Said Paşalar arasındaki müzakereler sonunda bir antlaşma metninde uzlaşılmış ve tecavüz ve savunma ant-'aşması prensiplerinde tamamen mutabık kalınmış idi. İşte u antlaşma taslağı elinde olduğu halde İstanbul'a gelerek abineye bu antlaşma hakkında bilgi vermek için hazırlanırken, sadnazamdan gelen teklif üzerine hariciye nazırlığını uhdesine alma teklifini de kabul etmiş ve Londra'dan yola çıkmıştı. Ne varki Tevfik Paşa daha yoldayken babıâli baskı­nı vukubulmuş böylece her şey karmakarışık olmuştu. Bu hareketin gerçekleşmesiyle ittihatçılar bâbıâli'de İşledikleri cinayetlere bu antlaşmayı kuvveden fiile çıkarma hususun­daki faydah çalışmaları öldürdüklerinden, görünen cinayetle­rine, görülmez ve büyük bir cinayet daha eklemiş oldular.

 

Eğer bu hareket vukubulmamış olsa idi yâni babıâli baskı­nı yapılmamış ve Kâmil Paşa bir müddet daha makam-ı sa­darette kalabilmiş olsaydı, antlaşmada gerçekleşecek ve bu günkü pek fecî hâle düşmeyecektik. Bu şerir haydutların, şahsi menfaatleri uğrunda yapmış oldukları cinayetleri say­mayıp sırf iki defa darbe vurdukları Kâmil Paşa kabinesine karşı işledikleri cinayet, milletin menfaatine yapılmış oldu­ğundan namus kelimesini sık sık ağızlarına almayı kendileri­ne pelesenk edenler, bu kelimenin muhafızı olduklarını isbat için birer birer intihar edip yok olasıca vücudlarını itlaf etme­lidirler. Osmanlı devleti, yâni biricik devletimizin, bu antlaş­madan ne derece menfaat temin edeceğini izaha hacet yok­tur. İşte siyaset adamlarımızın piridense yeri olan, Kâmil Pa­şa- bütün rahatını gözardı etmiş gece gündüz ülkemizin istik­balini temine çalışmışdı. uzağı görmek hassasına bir hayli sahip olan Paşa hz.leri, devletimizin ve memleketimizin bu günkü felâkete uğrayacağını nice seneler evvel görmüşdü.

 

 

 

Sultan Reşad'a Kâmil Paşanın Layihası

 

 

Yedi sene evvel Mısır'da tebdil havada bulunduğu esnada Sultan 5. Mehmed Reşad hz. lerine aşağıya aynen aldığımız layihasını sadakat ve vatanseverliğinin icabı olarak takdim buyurmuşlardır.

 

Cenâb-ı Rabbi Mennan; veli-inimet biimtinan efendimiz hz.lerinin ömrü ve ikbal, şevket-i ve iclâl-i şahanelerini müz-dad buyursun. Şu içinde bulunduğumuz üzücü hâlin te'siri tahtında olanların cidden muzdarib ve kan ağlamaması ka-bilmidir? Yine içinde bulunduğumuz gerek siyasiyeti, gerek­se mülki idareyi bilmeyen İttihat ve Terakki cemiye tinin ta­hakkümüne ve te'sirine girmiş hükümetin talebesi olduğu kötü görüşlerin, getirdiği sakatlık ve zorlukların tahlili ve ted-kiki yapıldıkça devletimizin bölünmeğe maruz bir hâle geldi­ği görülür. Hilâfet-i seniyyenin tehlikede olduğunu hemen hissetmek kabil din  zamanında diğer devletler yalnız kendi kuvvetlerine istinad ile hukuk ve menfaatlerini temin edeme­yeceklerini idrak ederek, menfatlerinde ortaklığa müsaid ve taraftar olan diğer devletlerle ittifak yaparlardı. Bu suretle devletler arası dengelerini bulur ve mevkıilerini kuvvetlendi­rirlerdi. İşte buradan baktığımızda devlet-i âliyyenin bunda muvaffak olamaması, yalnız kalması, diğer devletlerin ve milletlerin ihtiras ve taarruzlarına uğrama vadisinde kalması­na sebeb olmuştur.             

 

Dünya'nin Şark tarafında, ticari menfaati ve iktisadi ilişki­leri olan devletlerin içinde siyasi anlayışlarına en ziyade iti-rnat edebileceğimiz devlet ya İngiltere yada Fransa'dır. Geç­miş devirde İngilterenin yardımcımız olması hususunda, on-rm yardımına nail olmamız bahsinde onlarla ittifak yapabil­menin icâb ettiğini, Hakan-ı sabıka (2.Abdülhamid) kabul ettirmeye çalıştığımı, neşrolmuş âcizane hatıratımda görebi­leceğiniz gibi, babıâlî'deki kayıdlarda mevcuddur. Ne çareki; Sultan Hamid hz.leri, Rusya mağlubiyetinin te'siri ve bunun korkusu altında nefsin selâmette olmasını, Rusya'nın ittifa­kında arama yolundaydı. Ruslar ise çeşitli vasıtalara baş vu­rarak, padişah hz.lerinin dostluğunu kendilerine çekebilmek için mesai ve gayret sarfederlerken de, onların (Rusya) tek rakibi olan İngiltereyi, pad şahın gözünde büyük düşmandır, şeklinde göstermeye bakıyordu.

 

Sultan Abdülhamid han'a verdiğim maruzatla; fikrindeki sebatı değiştirmek kabil olmamıştı. Bu sebebden Osmanlı devleti devletler arası dengelerde yalnız kaldı ve bazı devlet­lerin ihtiraslarına maruz kalacak alanda kaldı. Rusya ve Avusturya politikası arasında, Rumeli toprakları elden git­mek derecesine gelmişken Allah (c.c)'ün inâyetiyle, inkılab-ı mesud (meşrutiyet ilânı)'un gerçekleşmesiyle kanunu esasi­nin ilânı üzerine üç vilâyetimiz Rusya ve Avusturyanın zararlı teşebbüsünden kurtulduysa da, fakat genel düşüncelerinde yeralan Bulgaristan'ın istiklâlini ilân edebilmesi ve Bosna-Hersek'in Avusturya'ya gittiği görülmüştür.

 

Erbabının bildiği gibi, kurulmuş bulunan meşrutiyet hükü­metinin aldığı karar ve takip ettikleri salim tutum, dahilde ve hariç de her tarafa emniyet ve güven vermesiyle devlet ida­resi nizam içinde yürümeğe başlamıştır. Derhal ülkemizin ta­bii servetini ortaklık alanlarına koymakla, İmara ve ilerleme­ye hizmet ile, yardım maksadıyla avrupanın bütün sermaye­darlarının kasalarını açmış olduklarını gören ittihat ve terakki cemiyetinin menfaatperestleri işbu servet kapısının açılması­nı davet eden mevcud hükümetin emniyete haiz olmamasın­dan bahisle tabii bir şey olduğu bakımından kendileri dahi idarey-i hükümeti ele almış olsalardı hem kendileri hemde

 

memleketin istifade edeceği zannıyla uygun bir vesile bula­rak infisali acizânemi (hükümetimi düşürmek) vukua getir­mişlerdi. Kendi mensublarından meydana gelmiş bir hükü­met kurarak idareyi ele almışlardı.

 

İdareyi ellerine kimlerin geçirdiğini gören sermayedarlar derhal geri çekilip, yatırımdan vazgeçmeleri nafıa ve diğer teşebbüslerin durmasına varmıştır. Bunun da arkasından ge­len büyük olaylarda dökülen kanların izahına her halde ge­rek yoktur. Elhasıl Jöntürk adıyla kurulması sağlanmış cemi­yetin hükümeti, meşrutiyet kaidesi içinde hüküm sürmedi­ğinden mecburen Örfi idare yâni sıkı yönetim ilân etmiştir.

 

Böylece müstebid bir idarenin gerek merkezde gerekse di ğer vilâyetlerde işlerden anlayan memurlar açığa alınıp, yer­lerine cemiyete mensup kişiler istihdam olunmuşlardır. İşleri yapmak demek cemiyetin emirlerini yerine getirme şeklinde anlayan bu adamlar yaptıkları görevlerde ahaliyi adetâ de­lirttiler. Arnavutluk, Arabistan ve Yemen de meydana gelen isyanlarda ve bunlara bağlı ihtilallerde gerek asakir-i şahane­den gerekse de ahaliden boş yere akan kanlar sel olup git­miştir.

 

Bundan çıkan neticede cemiyet hakkın da umumi bir nef­ret dalgası davet etmekden başka bir şey olmamıştır. Daha sonraları cemiyet tarafından dünyaya meydan okurcasına gösterilen tavır ve davranışlar, dost devletlere üzüntü vermiş ve bu hâle karşı da komşu devletlere lâzım gelen tedbirlere girişmemiştir. Bu sırada İtalya devleti sefaretinin birinci nota­sında yazılı olduğu üzere, devlet-i âliyyeye değil, cemiyetin aleyhinde olarak ilân-i harb ile Trablusgarb ve Bingazi'yi zapt ve istilaya kıyam etmiştir. Andtaşmalara fırsat tanımak için yapılan bu taarruza karşı, İngiltere, Fransa, ve Rusya devlet­lerinin tarafsız kalmaları çok manidardır. Eğer bu ders-i ibret

 

de yeterlilik görmezsek, başka tecavüzlere şahid olmaya ha-zsrlanılmahdır. Bu hâlin sonu Allah.korusun üzerimizde yapı­lacak paylaşımdır. Şu anda Girid ile Rumeli topraklan payla­şıma maruz kalmak üzeredir. Bu hususdaki hissiyatı âcizâne-min dayandığı malumatı yazılı olarak takdim edemem.

 

Cemiyetin adamları vaziyetin hakiykatine vukuflan olsa hem devletin hemde kendi nefislerinin selâmeti için, devlet işlerine, hükümetin tedbirlerinden el çekip, hayır işleriyle meşgul olmaları icâb eder. Aksi takdirde Sultan Abdülhamid hân zamanında, istibdadı ortadan kaldırmak için meydana gelen vaka-i hayriyye misâli orduyu hümayunun iştirakiyle yakında olması tabii olan ihtilâl, şimdiki istibdadı dahi mah­vedeceği şüphesizdir. Avrupa efkâr-ı umumiyesi İtalya'nın haksız tecavüzünden dolayı aleyhindeyse de, hükümetlerin alacağı kararı değiştirmeğe yeterli gelmez.

 

Almanya; kendi müttefikleri olan İtalya ve Avusturyanın menfaatine yardımcı olmaktan ayrılamaz. İngiltere devleti­nin, içinde bulunduğu tarafsız halden çıkıp, devlet-i âliyyenin hukukunu muhafaza edebilmesi sebebini bizim küçük gör­mememiz lâzımdır. İngiltere ile antlaşma yolunu bulmak için şu sırada buralarda iyi bir zemin hazırlanmışsa da bunu ta­mamlayıcı yola girmek hususunda ortada engel olarak görü­len ha fi cemiyetin kaldırılmasıyla, meşru bir hükümet tesisi­ne yardımcı olunmasına bağlıdır.

 

Örfi İdarenin kaldırılmasıyla meclis-i mebusanın, hükümet heyetine tarafdar veya karşı fikirli fırkaların, gerek kanun konmasında gerekse hükümetin icraatını murakabede hiç bir tarafın te'siri altında kalmıyarak, maddelerin müzakeresinde ve rey kullanmada serbest ve hür olmalarından îba'rettir. İn­gilizler ile aramızda yapılacak anlaşmayı Fransa ve Rusyanın uygun karşılayacağını şartlar pek açık göstermektedir. Eğer miyetin ileri gelen ustaları bu izahata kani olmazlarsa, Kendileriyle bir araya gelinip fikir teatisinde bulunmak müm­kündür. Görelim: İlk yapılacak iş, memleket dahilinde ahali­nin cemiyet aleyhindeki belirmiş olan genel nefretin yok edilmesi kabilmidir?

 

İkinci iş ise: Cemiyetten şikâyetçi olan devlet ve milletlerin iyi niyetlerini cemiyetin lehine çevirmek mümkün müdür? Eğer bu cevab müsbet olacaksa cemiyetin düşündüğü çâre­ler nedir? Osmanlı devletini parçalamanın başlangıcı olarak İtalyanların bize açdığı savaşın önünü almak ve kan dökül­mesini men ederek Trablusgarb ve Bingazi'yi uğramış oldu­ğu istiladan kur tarrnak için hangi kuvvete istinad olunmak­tadır? Hangi şıkla olursa olsun, bu elden çıkan vilayetlerin kurtarılması ümidi zayıftır. Buralarda elden giderse Girid Me­selesi zâten milletler arası meselelerden sayılması yüzünden bu dahî aleyhimizde nihayetleneceğin den balkan devletleri­nin hırsını tahrik edeceğinden, açılacak bir çok sıkıntı dolu hadiselere yalnız orduyu hümayun ile nasıl mukabele edile-bilinecektir? Böyle pek zor durumları uzun müddet uğraşa­rak atlatabilmek, milyonlarca liraların sarfına ihtiyaç göster­diğin den nereden bulup, hangi şartlar ile borçlanma yapabi­leceğiz? Allah korusun bu kötü gidiş buralara kadar varır ve Rumeli toprakları elden giderse, zira cemiyet (ittihatçılar) tarafından Mısır'da Hizb el Vatanî 'yi tahrik etmesinden dola­yı Mısır Hidivlik idaresi de rnünfail ve İngiltere de aynı halden şikâyete başlamıştır. Böyle bir bölücülük ve parçalanma hâ­linde Mısırlılarda, Devlet-i âliyenin Mısır'ı himayeye ve koru­ncağa iktidarı kalmadığı itikadıyla, Hidiv'in, saltanatı seniy yelerinize olan sadakatma rağmen, Bulgaristan gibi Mısır'ın istiklâlini ilân ve İngilterenin Mısır ve Sudan da olan hukuk ve menfaatini temin için aralarında antlaşma imzalamaya kalkışacak oldukları takdirde bunları cemiyet nasıl engelle­yebilecek? Bu vaziyet karşısında Yemen'in devletimizle olan irtibatını kaldırması şüphesiz gerçekleşeceğinden, Hicaz ile Hilâfet-i seniyyenin hal ve mevkii ne şekil alacak? Rusya şimdiden Boğazlar meselesini ortaya koymuş Anadolu top­raklarında bizimle ne türlü oynayacak? Bütün bu saydıkları­mızı düşünmek ve bunlar üzerinde yürütülecek mütalaanın ehemmiyeti büyüktür. Cemiyet bu maruzatın ileri sürdükleri hakkında, genel tasvibi sağlayacak cevablan her ne ise ifade etmelidirler. Çünkü bunda esas maksadımız kan dökülmesi­ne sebeb olacak ahvalin ortadan kaldırılması olup, vaha me­tin hazırlamakda olduğu ihtilâlin ilk saldırısına cemiyetin ileri gelenleride hedef olacaklardır. Tarafdarlarının dahi; tâkibden geri kalmayacakları, gidişattan anlaşılır hâle gelmiş bulun­maktadır. Vatanın ve cemiyetin öyle feci bir ahvale gidişden korunması için, İttihatçı cemiyetin hükümeti, icraatının me­suliyetini kendi üzerinde taşıyarak helak olmaya maruz kal­maktan ise hükümet işlerine cahilane müdehalarden feragat etneleri ve bunu cümleye ilân etmelidirler. Bundan böyle de hükümetin himâyesi altında hayır işleriyle meşgul olmaları cemiyet üyesi olmaları bakımından matluptur.

 

Meclisi mebusan azasından ve cemiyet mensuplarından ve karşı fikirlerden meydana gelmiş bir komisyonda barış müzakereleri ve buradan çıkan karar, huzuru âlî-1 cenâb-ı şehriyârilerine arz olunmalıdır. Emaretlerimizde görünene bakarsak, parçalanmaya maruz olan vatanın selâ metiyle beraber, hilâfeti seniyyelerinin dahi olacaklardan korunması en önemli işlerden olduğundan bunun tahtı temine alınması hususuna irâde ve ferman buyrulması babında.7/kânunevvel/1327-191 1 Sadr-ı esbak Kulları Kâmil Senelerce önce yazılan şu ariza gelecekte vatanın uğraya-caâı felâketi herkese duyurduğu halde bunu göz önüne al­mayıp, tedkike tenezzül edilmediği gibi ittihatçılar tarafından bir takım iftiralarla birlikte Kâmil Paşa hz.leri aleyhinde hü­cuma geçildi. Paşanın bu uyarıları, Tânin Gazetesinde "Me­zardan Bir Ses" başlığı altında aynen yayınlanmış, Paşanın siyasetinin kokmuş, kendisinin siyaset meydanından kalk­mış ve ölmüş olduğunu utanmadan ilân etmişlerdi. İttihatçı­ların, cinayet yüklü hareketlerinden dolayı, Kâmil Paşa meş­rutiyetteki ilk sadaretinde, kabineye bîr çok faydalı icraata dönük maddeleri tatbika koymağa vakit bulamadığı gibi bu defaki sadaretinde de yine aynı sebeblerden İngiltere ittifakı ve İslaha muhtaç işlere teşebbüsü akim kalmıştır. Devlet ve milletimizin talii kaderindenmidir ki, biz de yetişen, siyasette kıymetli zevatın şimdiye kadar her neye teşebbüs ettilerse de, mutlaka karşılarına bir engel veya bir rakip çıkmak ta ve o zat, yapmayı plânladığı mühim işleri gerçekleştirme şansı bulamadan, mevkiini terke mecbur kalır.

 

Bu cümleden olarak; Büyük Reşid Paşa, Âlî ve Fuad Paşalarında devletin ıslahat ve tanzimi hakkındaki gayret ve ça­lışmalarını tam manasıyla tatbike koyamadıkları târihde görülmektedir. Kâmil Paşa; Sultan 2.Abdülhamid zamanın­daki iki sadaretindeki dönemde dahi devletteki iyileştirmele­re dönük düşüncelerinin, bîr çok maddesini tatbik mevkiine koyamamıştır. Bilhassa Anadolu, Rumeli vilayetleri ve erme­ni meselesinin düzeltil-mesi, hükümetin idarî ve mâlî işlerinin tanzim ve ıslahı ve bunlara benzer diğer hususat yapılması şartken hep tehire ve rededilmeye mâruz kalmıştır. Hatta ikinci sadaretlerinde Kâmil Paşa; Anadolu ve Rumeli ıslaha-hyla, Ermeni meselesinin hâiline vede meclisi mebusanın açılmasıyla, devlet ve milletimizin refah ve saadetine hizmet edecek hükümet icraatına dâir, yazılı düzenleme yaparak, Sultan Abdülhamid'e, arz ve takdim eylemiştir. Ne varki ge­niş izahlı lâyiha, menfuren ve menkuben (nefretle gözden düşme) sadaretten azl olunmuştur. Ayrıca -derhal İstanbul'u terk etmek üzere binip tâyin olunduğu Halep Valiliğine git­mesi için hazırlanan vapura gitmesi irâdesi çıkarılmıştı. Dev­lethanesi padişahın yaver, yüksek memurları ve hafiyeler ta­rafından kontrol ve gözetlemeye alınmıştı.

 

Hâtıratın'da yazılı olduğu gibi Kâmil Paşa, tâyin buyurul-dukları Halep vilayetine gitmekten vazgeçip, tekaüdiüğünü taleb eden bir maruzatı padişahın katına göndermesi üzerine gözetleme hususu terk edilip, baskılara başlanmış, Paşanın hanesine gidip gelmek isteyenler, sefirler de dahil olarak zor­luklara maruz kalmışlardır. Böyle durumlarla karşılaşan ve İstanbul'da kalamayacağını anlayan Kâmil Paşa, pek sevdiği İzmir'e giderek orada ikamet etmeyi seçti. Bu durumu padi­şaha arz etmeleri saray tarafından sıkıntıyı giderici hava ola­rak görülmüş ve Kâmil Paşaya Aydın valiliği uhdesine verilmistir.

 

Arkasından; İzmir Krovözörüne binerek gitmesi emri ira­desi gönderilmiştir. Kâmil Paşa bu emri telakki etmiş ve on-bir sene valilik vazifesi üzerinde kalmak üzere İzmir'e gitmiş­tir. Mâruz kaldığı bu sert tutum ve üzücü tatbikatlara rağmen memlekete, millete karşı sevgisinde en ufak bir tereddüt ve azalma olmamıştır. Kâmil Paşa İzmir'deki, bu vazifesinde vi­layetle ilgili ıslah ve yenilikleri tatbike koyarken, Sultan Hamid hz.lerine, yine de projeler ve lâyihalar göndermekteki ge­ri durmamıştır. İzmir'de bulunduğu bu on bir senelik zaman diliminde, Kâmil Paşa, ıslahat talebleriyle dolu layihalar gön­dermesi üzerine üç-dört defa sadarete davet olunmuşsa da, derhal İstanbul'da Almanların büyük elçisi Baron Mareşal cenaplarının, kendi imparatorunun emriyle, çemis olduğu fesad dolu tuzaklar, Kâmil Paşa'nın sadarete gelmesini önlemiştir.

 

 

 

Kâmil Paşa İngiliz Sefaretine Sığınıyor!

 

 

Onbir sene İzmir valiliğinde bulunduktan sonra yine Al­manya imparator ve sefiri ile o sıralarda sadaret makamında bulunan, Avlonyalı Ferid Paşa hz.leri, rakibi saydığı Kâmil Paşa'yı bu vilâyetten azletmeye muvaffak oldukları gibi iki defa sürgün demek olan Rodos'da ikamet etmesi hususunda irade-i seniyye elde edebilmişdi. Bunun üzerine İzmir' den muhafızların gözetiminde Rodos'a gidebilmesi için, İzmir fır­kası kumandanı Ferik Tevfik Paşa ile eşkıya takipçisi Mirliva Kara Said Paşa'nın vazifelendirilmelerini öğrendiğinde, Kâmil Paşa İngilterenin İzmir Konsolosluğuna giderek, konsolos; Mister Hanri Alfred Kombrbac cenaplarına da bir hafta kadar misafir olduğundan, Osmanlı ve İngiliz devletleri hâriciye ne­zaretleri arasında cereyan eden haberleşmeler neticesinde, Kâmil Paşa hz.leri, her türlü saldırıdan masun ve azade kalmak ve muhterem aile efradı hak-kında da, aynı muameleyi görmek üzere İstanbul da, ikametlerine karar verildiğinden Dersaadete avdet etmiş ve padişah tarafından hazırlatılmış Nişantaş'ındaki konakda ikamet etmeye başlamışdir.

 

Kâmil Paşa meşrutiyet inkılabının başlangıcına kadar bir seneye yakın burada ailece*ikamet etmişlerdir. Kıbrıslı Meh-med Kâmil Paşa, tanzimatın üç rüknü de denilen Mustafa Reşid, Alî ve Fuad Paşalar gibi milletimizin büyük siyasi dehâlarından olmasına rağmen, kıymetini takdir edilmesinde bir hayli geç kalındığı inkâr götürmez. Kâmil Paşa hz.leri yu­karıdan beri nakle çalıştığımız düşünce ve teşebbüslerin sa-nıbı olarak, ülkemize çok güzel, faydalı işler sağlayacak antlaşma'ar yapmayı sonuçlandırmak üzereyken kabinesinin böyle gaddarane cinayetler sergilenerek sükût ettirilmesi üzerine, bir müddet için Mısır'a gitmişti.

 

Bilahire Dersaadet'e dönmüş ancak, İttihat ve Terakki ce­miyeti ülkenin üzerinde tesis etmiş olduğu diktatörce idare altında, bu usta siyaset adamına öyle bir saldırdı ki, Paşa İs­tanbul'da ancak üç-dört gün kalabildi. Yeniden Mısır'a gitdi. Orada bir miktar kaldıktan sonra dünya'ya geldiği yer olan Kıbrıs'a gidip, uzletgâhına çekilmiştir. Kâmil Paşa sevdiği va­tanımıza daha fazla hizmet verememiş olmanın ızdırabları, ilerleyen yaşının vücudu üzerinde çoğalan tahribatianyla, günden güne artan rahatsızlıkları akabinde, bir sekte-i kalbin son darbesini yiyerek dünya dağdağasını tamamlamış ve be­ka âlemine intikal etmiştir. Kıbrıs'ın Lefkoşe şehrinde bulu­nan Arab Hasan Camii Şerifinin haziresinde defnolunmuştur.

 

Merhum Mehmed Kâmil Paşa'nın Said Paşa İle olan mü­nasebetlerinde hep ihtilafa düştükleri gözlenmiştir. Bu siyasi tercih usûlünün neticesidir ve insanın tabiatıyla meydana ge­len hususlardır. Aşağıya buna aid malumattan ziyade Kâmil Paşa'nın, Said Paşa tarafından yapılan ve hatıratında yer alan hususa dâir bir kısım cevabını göreceksiniz.

 

Aydın Valiliği esnasında, İngiliz konsolosluğuna dehalet eden Kâmil Paşa'nın, yerine gönderilen vekâlete memur zât, padişahın gönderdiği şifreli talimatı çözebilme hususunda düştüğü müşkülden, çareyi ilticaya giden Kâmil Paşanın ya­nında götürdüğü şifre anahtanyla çözmek şansını bulmuştu. Gelen talimata eklediği son derece saygılı ifadelerle yazıp gönderdiği pusula, Kâmil Paşanın eline ulaşmıştı.

 

Kâmil Paşa yerine gelen zâtın bu davranışından pek mem­nun kalmıştı. Daha sonraları da bu zata her zaman müşfik davranmıştır. Çünkü insana kolay zamanlarda yardımcı ol­mak her kişi işi idi, amma zor zamanda muavenet er kişi işi­dir der atalarımız. Kâmil Paşa bu kadirbilirliği unutmadı. Kıb­rıslı Mehmed Kâmil Paşa; günümüzün meselesi gibi sayıl­makta olan Midhat Paşa ve arkadaşlarının cinayet mahke­mesi davası ve sonuçlan elan bir kesin hükme kavuşturula-bilmiş değildir efkâr-ı umûmiye nezdinde. Bu bakımdan Said Paşa'nın hatıratında kendisine yapılan dokundurmalara ce­vap verme yoluna gittiği gibi, bunda da çok hassas davran­mayı ihmal etmemiştir. Kâmil Paşa diyorki: "..Hatıratın 31. sahifesinde başlayıp, 32, sahlfenin bir kısmını işgal eden: <mütercim Rüşdü Paşa mazul ise de hayat da idi, Midhat Pa­şa Suriye, Hamdı Paşa Aydın, Sadık Paşa Cezayir ve Bahr-i sefid, Ahmed Vefik Paşa Hüdavendigar (Bursa) vâliliklerin-de, Edhem Paşa Viyana sefaretin de, Mahmud Nedim Paşa dahiliye nezaretinde, Arifi Paşa Şura-yı Devlet riyasetinde ve Safvet Paşa da dâireler müfettişliğinde bulunuyorlardı. Tu-nus'lu Hayredin Paşa mazulsa da habire huzur-u hümayuna layihalar göndermekteydi. Bu on zât, sadaretten infisal etmiş kimselerdi. Bunlardan bazıları, imtiyazlarını, bazıları da, ra­hatlarını, kimileri de haysiyeti izafiye ve fâidei zâtiyel erini sa­darete dönmelerinde aradıkları ve benim bu memuriyetim­den nahoşnud olduğumu bilmedikleri bilakis ona haris oldu­ğuma ve varlığımın, kendi ikballerine mâni bulunduğunu dü­şündüklerinden yaptığım icraata itiraz etmeden duramazlar­dı. Tervici iltimaslar ve kolaylık- lar, şahsi menfaatlere ken­dimi kapalı tuttuğumdan, saray'm içinden de dışından da bir takım kimseler aleyhimde idiler.

 

Mehmed Kâmil Paşa; Said Paşa'nın bu ifadesine şunları söylemekten kendini alamamıştır; "Bu makaleden bir hüküm çıkarmaya kalkışan bazı kimselerin (görülüyor ki Said Paşa, bu günde müntakil, sözü dinlenir, diğerlerinin içinden istisna biridir derler. Devlet adamının yetişmesi milletin isteğidir. Geçmişteki büyüklerimiz, belki bütün havas ve avamı kendi­lerine rakip ve hilafgir addedecek kadar vehime mağlup imişler. Şu halde Said Paşa hz.lerinin on rakibinin ehemmi olan Midhat Paşa'yı hiç değilse hayat-i siyasiyeden bütün bütün uzaklaşdırmak için mahkeme-i mâlumeden azıcık isti­fade eylemiş olmasını hâttâ Midhat Paşa'nm hasm-ı canı olup, hatıratın 7. sahifesinin şehadetiyle Said Paşa hz.lerinin-de dostu olmaması lâzım gelen Mahmud Nedim Paşanın da­hiliye nezaretine getirilmesine rıza gösterilmesinin bu mak-sadla alakadar sayılmasına mahal varmıdir? Midhat Paşa'nm pek dedikodulu irtihah Said Paşa'nm sadaretine tesadüf ve hatıratında evinin ve aile içi dedikodu lar tafsilatla anlatılır­ken, Midhat Paşa hakkında 154. sahifede<301 senesi receb ayının 14. Günü(l 1/Mayıs/1884) mabeyn başkitabetinden hususi bir tezkere alındı. Mealinde Midhat Paşanın irtihali (ölüm) şayi olduğundan tahkikat yapılması lüzumu beyan ediliyordu. Midhat Paşa'nm 25/nisan/1300/1883 tarihinde vefat ettiğine dâir Hicaz vilâyetinden dahiliye nezaretine ge­len telgraf dahiliye nezaretinden batezkere gönderildiğinden arzolundu> Fıkrası ile iktifa olunması tuhaf değilmidir? De­meğe kadar ileri vardıkları duyulmuşsa da bu gibi şâyiatı bir tarafa bırakıp, sırf tarihe hizmet için Said Paşa hz.lerinin orta­ya koyduklari muammayı lütfen kendileri hâl ile cennetme-kân Sultan Abdülaziz hân'ın vefatı hakkında o vakit ki vukuf ve itikadlarının açıklanması münasib olacağı düşüncesini tekrar ederim."

 

Mısır Meselesi

 

 

Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'mn Mısır ile olan bağlantısını qöz önüne aldığımızda, Osmanlı-Mısır münasebetlerinde pa­şanın davranışı Osmanlılık açısından nasıl bir fikir hasıl ed­er? Bu sorunun cevabını aramak için Mısır meselesi levhası altında belirttiği satırlara bir atfu nazar eyleyelim: "..1298/1881 senesi Şevval başlarında çıktığı bahs olunan mezkûr mesele benim hatıratımda beyan kılındığı gibi Tevfik Paşanin hidiviige nasbından önce pederi İsmail Paşanın vazi­fesi esnasında kötü idaresi ve israfları neticesi olarak, İngilte­re ve Fransa devletlerinin Mısırın mâli işlerine müdahaleye tasaddileri kendini göstermeye başladı. Osmanlı devletinin bağlısı olan ve ekseriya üak'alann icâbatına göre karar al­ması yerine muhalif tedbirlere gitmesi, bunda devam ve ısrar eden Hıdiv, git gide, durumun vahametini arttırmaya bağla­mıştı.

 

Said Paşa hz.lerinin türlü şekillere tahvil ederek kayıt ue tezkâr ederek hikaye ettiği Mısıriye'yi müzakere için İngiltere devleti tarafından fevkalede sefaretle İstanbul'a gönderilen, Dermond Volf'un hâmil bulunduğu nâme ile nutkunun ter­cümeleri sırasında <evkaf nazırı Kamil paşa mülakat için ya­nıma geldi. Mütercim Davud efendi evrakı bana verirken gör-düydü. Mütercimin ifadesinden, neye dâir olduğu malum ol­duğundan mütalaasını arzu etti. Vükelâdan gizli bir şey ol­madığından kendisine verildi. Kâğıdlar akşam arza verildi. > fıkrasını koymakla ne demek istediklerini anlamak zorsa da, memur nezaretin işlerinden dolayı müzakereler İçin Said "aşa'nın yanına gitmiş olmamın şüpheden uzak olmam ge-teken bir sırada, mütercim tarafından takdimin de içindeki-bah.se mahal olmayan evrakın okunmasını arzu etmek gibi bir teklifsizlik göstermekleğime hâl ve terbiyemin müsaid olmayacağı beni az çok tanıyanlarca takdir ve teslim olunur itikadındayım.

 

Sald Paşa; Londra'da sefaret-i fevkaladesi için memuriyet-i âcizanem arz ve istizan eylediğini hatıratının bir köşesine yazmakla beraber, bir kaç sahife sonra Sir Der-mond Volf ile müzakere için murahhas seçimi bahsinde o vakit hariciye, nâzın rahmetli Asım Paşa lisanından <Kâmil paşanın diplo­masi malumatında vukuf-u behri-yesi sebk etmedi. Onun tâ­yini takdirinde işçe güçlük görülür> cümlesini sarfettir-mişlerdir ki, mânası oldukça net bir teveccüh olduğu görü­lür, diyerek geçelim sözüyle noktalıyor." Kâmil Paşa'nın ce­vaplarından sonra yeni sadrıazamın safahatına geçelim.

 

 

 

Mahmut Şevket Paşanın Sadareti

 

 

Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşanın kabinesinin Enver, Cemâl ve Talat öncülüğü ile babıâlî baskını diye anılan kanlı vak'a-da sükût ettirilmesinden sonra, makam-ı sadarete fahametlü ve devletlü Mahmud Şevket Paşa hz.leri getirtildi! Yeni sadrı-azam kabinesini ertesi gün kurdu. Kâmil Paşa kabinesinin düşürülüş tarzına hiç atf-u nazar etmeyen ve Küçük Said Pa­şa adıyla anılan, eski Sadnazamlardan Mehmed Said Paşa­nın rakibi addettiği Kâmil Paşanın düşürülmesinin sevincin­den etekleri zil çala çala, Mahmud Paşayı tebrik etmek için babıâlî'ye koşmaktan kendini alamamıştı. Ne hazîn! Takvim­ler 23/Ocak/ 1913 yılını gösteriyordu.

 

Yeni sadrazam M. Şevket Paşa belkide bu desteğin teşek­kürü olarak Said Paşaya, Şura-yı Devlet riyasetini üstlenme­sini rica ettiğinde, Küçük Said Paşa'da maalmemnuniyye kabul ederek gerçekten, küçük olduğunu ispat etmiştir! Yeni sadrıazam ve kabinesi üyeleri, eski kabine vekilleri tarafın- Han, ittifak etmiş devletlerin notasına, Edirne'nin müttefiklere terk edilmesi isteğine de evet diyerek sulh yoluna gidelim iti­kadında oldukları halde, bakanlar kurulunun evrakında nota-henüz cevap verilmediği ve notanın içerdiklerine bakarak sulh yoluna girmekten başka devlet-i Osmaniye için selâmet yolu kalmadığını anlamış olmalıydılar ki, Edirne şehrini Me­riç nehrinden, ikiye bölerek istihkâmlarr dahi bulunan bir kıs­mını Bulgarlara terk ettiler. Diğer bölümü de, Osmanlı devle­tin de kalması tâvizleriyle, içinde kapitülasyonların lağvıyla beraber ecnebi postahanelerini kaldırmak gibi bazı şartlar ile sulh yapmaya eğilim göstereceklerini devletlere yolladıkları cevaplara koydular. Bunların vermiş olduğu cevaba, Bulgar hükümeti, ihtilâlci bir heyet olarak gördüğü kişilerle sulh mü­zakeresine oturmaya tenezzül etmeyeceğini kararlaştırdığı gibi yeniden savaşa başlanması hususunda bulgar ordusu başkumandanı general Savofe emir vererek muharebeye başlamıştır. Bulgarlarca başlatılan bu ikinci muharebeye or-du-yu hümayun mukabele etmeye mecbur kalmıştır.

 

 

 

Balkan Savaşının İkincisi

 

 

Takvimler 29/Haziran/1913'de, M.Şevket Paşa suikastı­nın, 18. gününde olduğumuzu gösterirken 2.Balkan harbinin çıktığı görüldü. Ne çâreki savaş başlamış, ancak bundan bir fayda görülmemiştir. Binlerce Osmanlı askeri şehid olmuş­tur. Enver Paşa'nın mecnûnâne hareketleriyle, Bolayır ve Şarköy bölgesinde bir çok vatan evlâdı denize döktürülmüş-tür. Eski kabine tarafından, Edirne, İşkodra ve Yanya kalele­rinde ki, toplar ve silahlar ile vesairenin, devlete teslimi tale­bi, kaldıktan başka adı geçen kalelerde muhasara altında ki Askerlerimizin binlercesi şehid ve telef olup gitmiştir.

 

Kalelerimiz, topuyla, tüfeğiyle, askerimizle düşman eline düşürülmüştür. Salgın hastalıkların savaş yüzünden yaygın­laşmasının getirdiği telefat da başkadır. Bu arada da, Asar-ı Tevfik zırhlısı ile bir kaç gemimizin battığı görüldü. Bu sava­şın bir kaç milyon Osmanlı lirası masrafı açdığına ilaveten Edirne, İşkodra, Yanya kalelerinde bulunup, düşman eline kalan milyonlarca liraya varan silah ve de cephane masrafını da ilâve etmemiz lâzım gelir. Kâmil Paşa kabinesince ve o kabine vükelasınca hazırlanmış ve Osmanlı devletinin şân ve şerefine uygun olduğuna hiç şüphe bırakmayan şekilde bir sulhun imzalanması çalışmalarındaki kabineyi devirerek hü­kümeti ele alan bu cani ihtilâlciler sonunda tabiatıyla başarı elde edemeyerek evvelce verdikleri nota ile terk etmeye ha­zırlandıkları Edirne'nin yarısı yerine, tamamını vermek sure­tiyle, Enez ve Midye hatt-ı hududunu kabul eylemişlerdir.

 

Kâmil Paşa kabinesini ihanet ve hiyanet ile suçlayan bu yeni dipiomatlar(!) kendi yapmış oldukları sulh antlaşmasıy­la ihanet ve hiyaneti kendileri işlemiş oldular. Bunu sadece osmanlı milleti değil beşeriyet âlemi de bu alçaklığı seyret­miş bulunmaktadır. Bu adamların yapmış oldukları davranış ve çıkardıkları mühim meseleler büyük masraflara yol aç­makta, bundan dolayıda memlekette fakirlik, yokluk alıp yü­rümüş idi. Çalışan memurlar ve istihdam edilenlerin çok bü­yük bir kısmının, eytam ve eramil denilen yetim ve dulların maaşları ödenemiyordu. Bunun getireceği sıkıntıyı kaldır­mak için, borç aranmasına girişilirken, devlet mallarını de­ğerinden pek düşük fiyatlarla satmaktan korkmadılar. Yine borç temini için, hiç bir kanuna uymayan, kaideye bağlı ol­mayan imtiyazlarda verdiler. İç ve dış dünyada emniyet olu­nur imajımızı ortadan kaldırdıklarından borç da bulamamak­taydı. Beri yandanda memleketimizde yaşayan çeşitli millet ve dinlere mensup insan topluluklarına, başlarının çâresine bakmaları için arayışa girmelerine sebeb oldular. Çeşitli ka­vimlere mensup bu insanlar çeşitli çeşitli düşüncelere daldı­lar. Yeni sadrıazam dolayısıyla kabinesi, ordu kumandanla­rından en değerli ve namuslulardan olanları, Kâmil Paşa dö­neminde tâyin edilmiş bulunan memurları kâh değiştiriyor, kâh azlederek hâttâ bazılarını da İstanbul'dan sürgüne gön­derme icrai faaliyetindeydiler. Bu sıralarda da bir takım yol­suzluklar yapılmaya başlandı.

 

 

 

Bulgar-Sırp Karşıkarşıya

 

 

Bütün bunlar biz de olup, biterken balkan ittifakı devletle­rinden Sırp ve Bulgarlar arasında Makedonya ve Alban-ya(Arnavutluk)'nın taksimi meselesinden zuhur eden an­laşmazlık, bu iki devletçik'in birbiriyle kapışmasına vardı. Bu kapışmadan balkan devletleri ittifakının, diğer bir rüknü olan Yunanlılar fırsatı ganimet bilerek Kavala ve Drama ile bazı şehirlerle, kasabaları zapt etti, Romanya'da bunların gerisin­de kalmıyarak Dobruca'yı zapt eyledi. Bu biribirine düşen balkan devletlerinin ortaya koyduğu zaaf, devlet-i âli'yenin bu durumdan istifade ederek kaptırmış olduğu şehir ve top­rakların geri alabilmesi mümkün yerleri geri alma mesaisine başlaması tabii olduğundan ordu-yu hümayun derhal -Edirne üzerine yürüyüşe geçerek düşmandan temizledi. Yeniden Os­manlı vilâyeti olarak hayata c^önmüş oldu. Yaşanan bu hâl hangi hükümet başda olursa olsun tabii takdire değersede o kadar abartılacak bir husus olmadığı da görülmektedir. Ne varki İttihatçılar, bu normal harekâtı öyle bir şarlatanca kul­lanmaya başladılar ki, bunun la ahalinin gözünü boyamağci kalktılar. Peşinden de bundan nice postlar ürettiler. Halbuki; balkan harbinin çıkmasından kısa bir müddet evvel Trablusgarb Bingazi ve oniki adaları İtalyanlara kaptıran bu cemiyet, balkan savaşında da İşkodra, Selanik, Kosova, Manastır, Yanya vilayetleriyle "Girid bizim canımız feda olsun kanımız" nağmeli nakaratlarla yüzbinlerce ahaliyi kandırıp, sokak so­kak dolaştırdığını unutmuş olmalı ki, Girid vilayetini de müt­tefik devletlerin istilâsına terk eyledi.

 

Ancak Edirne'yi aldık demeleri zulümlerinin ve hükümet­lerinin devamına yaradı. Tuhaftır ki bu ittihatçılar inkılab meydanına atıldıkları günden beri bu aziz vatan'ın mühim bir bölümünü düşmana terk edip vermiş olduğu halde, genei zihniyeti kendine râm etme maharet-i harikuladesine aldan-mayan hiç bir millet evlâdı yok gibidir. İttihatçıların bu şarla­tanlık ve propoganda başarısı, hok kabazın gürültücü ve şar­latanlığına benzemesi, hususunu kimse aklına getiremedi. Bununla beraber gerek ittihat ve terakkinin gerekse yayımla­yanın fikirlerini yaymaya çalı- şan Tanin (merhum yazar: Tanin, kelimesinin manasını vermiş, sinek vızıltısı veya kaz avazesi olduğunu belirtmiş.M.H) paçavrasından çıkan gürül­tü ve yaygaralara kapılacak ve Tanin'in milli şâiri, ismi kim­seye benzemez Gökalp beyin, bu gazetenin 26/temmuz/ I330-8/ağustos/1914 tarihli 2021 nomerolu nüshasında:    ..

 

"Düşmanın ülkesi viran olacak !

 

Türkiye büyüyüp Turan olacak !"

 

Tarzında başdanbaşa hezeyan benzeri "kızıl destan"nına aldanacak artık memleketimizde safdil bir ferd düşünülemez. İşte bu yaygaracı şarlatanlar on seneyi aşkın zamandan beri ülkemiz turan olacak ve devlet büyüyecek ve evc-i âlâya çı­kacak gibi safsata dolu hezeyanlarla ahaliyi iğfal ederek, devlet-: âliyye-i Osmaniye'yi bu günkü hâl-i felâket ve iz­mihlale düşürmüşlerdir. Memleketin yarısını vermek ve Edirneyi almak fütûhatına(î) mazhar olan Mahmud Şevket Paşa kabinesinin fethetme neş'esiyle vatanımızda etmediği mezâ-lirn kalmamış olduğundan bunalmış olan hamiyyetperver ve vatanperveran, M.Şevket Paşa ile kabinesi üyelerinden bazı­larının, ittihat cemiyetinin kaatiller komitesi azalarının varlık­larından devlet ve memleketi kurtarmak ve merhum Nâzım paşa'nın intikamını almak için gizli bir cemiyet meydana ge­tirdikleri işitilmişdi. İşitilenlere göre bu cemiyete hamiyyet erbabı ve vicdan sahibinden çok kişi katılmıştı. Özel tertible karar aldıkları vücudlan ortadan kaldırılması gerekenleri be­cermeye teşebbüs etmişlerse de, her işde olduğu gibi bunda da acele veya yanlışlık yüzünden bir takım hatalara düşül­müş ve kendilerini erbab-ı hamiyyet ve vicdan göstererek cemiyete dâhil olan ittihad ve terakkinin gizli fedailerinin çe­virdikleri tezvir ve yalan dolabı, bu maksadın tamamen yapılmasına engel olmuştur. İttihatçıların bazılarını ortadan kal­dırmak için kurulmuş bu cemiyete giren ittihatçılar bir taraf-dan gizli cemiyetin sırlarını, İttihat ve Terakki reisleriyle, o sı­rada İstanbul Muhafızı olan Suriye Kasabı Cemâl Paşaya ih­bar eylemek, öte taraftan da bahse konu cemiyetle beraber hareket etmek gibi ihanet ve alçaklığı sergilemekten kaçın­mamışlardır.

 

Bir kısım genç vatanseverin, idamına vede binlerce ahali­nin İstanbul'dan sürgün edilmelerine sebebiyet vermişlerdir. Gizli cemiyetin verdiği karar icâbı, bir gün içinde Mahmud Şevket Paşa ve diğerlerinir\ öldürülmesi tasarlanmışken yal­nız M.Şevket Paşanın öldürülmesine tahsisi yapılan fedailer vazifelerini ifa etmişlerdir. Diğerlerinin bir tarafa savuşup git­mesi, bazılarının da hükümet tarafından ya kalanmış olması işin tamamının gerçekleşmesi önlenmiştir diye hayli konu­şuldu.

 

Mahmud Şevket Paşanın öldürülmesine vazifelendirilen ki­şi, M.Şevket Paşanın otomobilinde ve yanında sadaret yaveri bahriye yüzbaşılarından İbrahim ve Harbiye Nezareti yaverle­rinden süvari yüzbaşısı Eşref beyler bulunduğu halde Beya-zıd taraflarında karşı laştıklarından, Topal Tevfik ile arkadaş­ları tarafından, ateşlenen tabancanın kurşunları sadrıazam Mahmud Şevket Paşa hz.Ieri ve yaveri İbrahim bey maktul düşmüşler ve failleri de firara muvaffak olmuşlardır. Mahmud Şevket Paşanın hayatının böyle bir sonuçla tamamlanması tabii ki müteessif bir hadise olmakla beraber, M.Şevket Paşa inkılab hareketlerinin başındanberi İttihat ve Terakki cemiyeti çetesinin kan dökücü, insafsız icraatlarında onların arzu ve emellerine uygun davranışların sahibi olduğundan, bir ba­kıma bu akıbeti kendisi hazırlamıştır dense pek yanlış olmaz.

 

(Rahimellahu aleyh rahmeten vasiaten) Kurşunlardan birine hedef olan yaver İbrahim bey, vazifesi esnasında ve uğrunda şehid olmuş vatansever bir genç idi. Yaradılış itibarıyla nâzik, halim selim bir kimseydi. Kader, nâ­zik vazifesi sırasında şehadeti, istikbâlde memleket için bir çok hizmeti yapabilecek değerde bulunmasından dolayı mü­him bii kayıp sayılıp cidden teessüre mucibtir.

 

(Mevlâ ğarik-i rahmet eylesin)

 

Maktullerin naaşları emsali az görülmüş bir alay ile kaldın larak Şişli'de Hür"riyet-i Ebediye Tepesinde İttihatçılar tarafın­dan yaptırılmış kabirlerine defnolundular. Mahmud Şevket Paşanın 1 l/Haziran/1913'de ölümüyle sonuçlanan bu'vaka­da ittihatçıların memnuniyetini mucib olmuş, Paşanm ebedi­yen kaybından sonra kendilerince büyük tanıdıkları ve çekinecekleri kimse kalmadığından hükümet sahnesinde mem­leketi kan dökücü ve delicesine bir anlayışla makbul olma­yacak şekilde idareye başlamışlardır. Bir suikast neticesinde öldürülmüş bulunan Mahmud Şevket Paşa'dan boşalan ma­kamı sadarete ittihat ve Terakki cemiyetine para ve bedence hizmet etmiş olan ve bunların bir ara umumi kâtipliğini yap­mış Mısırlı ileri gelen zevattan Arnavut asıllı Hâlim Paşa mer­humun oğullarından olan Prens Said Halim Paşa hz.lerini tâ­yin ettirdiler.

 

 

 

Prens Said Halim Paşanın Sadareti

 

 

Makam-ı sadarete getirilmiş bulunan fahametlü devletlü Prens Said Halim Paşa, cemiyet tarafından nazırlıkları tensib olunanlardan teşekkül eden; kabinesiyle vazifeye başlamıştı. Yaptıkları ilk iş M.Şevket Paşayı öldürten gizli cemiyetin mensubini yakalatıp hapse atmak olmuştur. Yalnız bununla kalmayan sadnazam Paşa, bu gizli cemiyetden hiç bir suretle haberdar olmayan hâttâ bahse konu cemiyetin varlığından ve nâmından haberi olmayan, yalnızca İttihatçılara muhalif olan; bir takım hamiyetli vatanperver kim selen yakalatıp hapse attırmışti. Yakalananlar çeşitli eziyetlere işkencelere mâruz kalıp daha sonra Sinob Kalesiyle Anadolu'nun bazı şehirlerine sürgün edilmişlerdir. Bunlar arasında Amasya mebusu Mirliva İsmail Hakkı Paşa hz.Ieri gibi milletin medarı iftiharı olan kişiler bile vardı. Sürgüne giden ve hapsolunan kişilerin sayısı beşbin kişiye yaklaşmaktaydı. Bu açılmış olan dehşet devrini muhalefete müthiş bir darbe vurma olarak kabullenmişlerdi. Bu cemiyetin azalarından diye bir çok kişi­yi, olayın failleri ile birlikte örfi idare mahkemesine vermiş­lerdi. Bu mahkemeye verilen kişiler arasında vatanperverler­den sayılan hz. şehriyâri atufetlü Damad Salih Paşa, erkân-ı harbîye miralaylarından Fuad ve Kemâl beyefendiler ile bir­likte bir çok vatansever memur ve subay bulunuyordu. İtti­hatçıların müthiş tesirinde kaldığı görülen bu, Divân-ı Harbi Örfi benzerleri gibi sorgusuz sualsiz veya baştan savma bîr tahkikatla bir çoğunu idama ve müebbed hapse mahkum et­ti. İdam cezası alanların infazı Bayezid Meydanında asılmak suretiyle gerçekleştirildi. Diğer cezalılar Âkkâ ve Sinob kale­sine gönderilirken bazıları da vilâyetle rin hapishanelerine gönderildi.

 

Bayezid Meydanında asılmak suretiyle hayatına son veri­lenlerden Damad Salih Paşa ve Miralay Fuad bey, Polis mü­dürlüğü siyasi kısım müdürü Muhib bey, Yüzbaşı Çerkeş Kâ­zım bey, bahriye yüzbaşılarından Şevki bey, Kastamonu fır­ka kumandanı Ferik Rıza Paşanın oğlu mülazım Mehmed Ali bey, Çerkeş Hakkı bey ve kardeşi Çerkeş Ziya bey, Topal Tevfik ile isimlerini hatırlayamadığım daha sekiz-on kadar ülkemizin gelecekte varlıklarından istifade edebileceği kıy-rroetli gençlerimiz vardı. İdama mahkum olupda kaçmağa muvaffak olmuşların bazılarının adlan şunlardır. Piyade kay­makamı Çerkeş Zeki bey, Nazmi Paşazade Abdurrahman bey, Hikmet ve Nazmi beylerdir. Asılarak şehid edilen ve örfi idare mahkemesi tarafından idama mahkum olunan haneda­nın damadlarından Salih Paşa'nın, esasında ne bu cezayı alacak bir taksiratı ne de asılmasını gerektiren bir faaliyeti bulunmaktaydı. Mahkemeden çıkan bu karara mümanaat et­me yoluna giden iz. padişahın tasdik etmesini beklemeden infazı gerçekleştiren bu hs/dutlar çetesi, padişahı tehdid ederek hükmü tasdike muv. ffak olmuşlardı. Bu rivayet pek kuvvetli olarak ağızdan ağız anılmaktadır. Eski sadrıazam-lan- mızdan Tunuslu Hayrecdin Paşa'nın oğlu olan Damad Salih Paşanın varlığı, milletimiz açısından, İttihatçıların tamamından daha mühim bir kıymet idi. Ahali bu infazdan dolayı rok üzgün olup, adeta yüreğinde tamir edilmez bir yara açıl-

 

Şehid edilen Damad Salih Paşa'nın bu akibetinde eli olan İttihat ve Terakki cemiyet ve hükümeti tarafından yapılan bu hâince hareket ve cinayetten dolayı fevkalade müteessir bu­lunan, merhum Paşanın hanımı Münire Sultan hz.lerine had­dimiz olmasada taziyet arzederim ki, Sultan hanım hz.lerinin bu hususda dahli olan herkese yaptığı beduayı buraya aakle-delim. "bu canileri, bunların reislerini, cemiyet ve hükümeti­ni en yakın zamanda adalet-i üâhiyye ile mahkûm ve cezaya uğradıklarını kadir-i mutlak hz. lerinden tazarru ve niyaz ey­lerim" rneâlindeydi. Prens Said Halim Paşa kabinesi bu ve bu gibi bir ;ok cinayet irtikâb ve icraasından sonra, devlet ve vatanımız için ahirette dâhi "nutuiamayacak ve dünya târi­hinde lanetlere uğrayacağı büyük bir cinayeti daha işlemişdir ki hem kendilerini hem de devlet ve memleketi mahv-u peri­şan etmiştir.

 

Bir cinayet de; 1914 senesinin temmuz ayının 27. günü başlayan avrupa harbine Almanya, Avusturya ve Bulgarya devletleri ile ortaklaşıp, İştirak etmesidir. Yukarıda adı geçen devletlerin karşısında olan devletlerin adları da şöyleydi: İn­giltere, Fransa, Rusya ve İtalya yâni Avrupanın dört büyük devleti ile beraber, Amerika Cemahiresi müttefikası yâni ABD.leri, Japonya devleti i\e Belçika, Romanya, Sırp, Kara­dağ, Yunan, Portekiz devletleri, Çin, Siyam devletleri, Küba, Panama, Bolivya, Guetamala San Maren, Honduras, Nikara­gua, Brezilya, San Salvador devletleridir.

 

Bir tarafda dört, diğer tarafda yirmidört eğer toplarsak yir-mısekiz devlet eder. Bunların biribirlerine karşı münasebetleriir

 

Kesip ilânı harpde bulunmalarının meydana getirdiği bu avrupa savaşı insanlık târihinin daha emsalini görmediği bir sa-vaşdir.  Böylece, görülmemiş bir harbin çıkmasının yegâne sebebi Almanya ve Avusturya'dır. Bu savaşın çıkışı hakkında bir miktar malumat verelim ki okurlarımız aydınlansın: "1870-1871 senelerinde Almanya ve Fransa arasında meyda­na gelen savaş Almanların lehine neticelenmiş ve Almanya imparatorluğunun hayat bulmasına sebeb olmuşdu. Bu sa-vaşın Almanya devletine verdiği galibiyet neş'esi milyarlar­ca liraya varan harp tazminatı almaları, bunların hayli şı­marmasına yol açmıştı. Bu-hal kabına sığmaz hâle geldikle­rini göstermektedir. Böylece te'siri ve gösterişi genişlemiş olan Almanya imparatorluğu o târihden beri Avrupa harbî umûmîsinin çıktığı 1914 yılına kadar ara l'ksız kırkdört yıl ordu ve -donanmasının tanzimine ve ıslahına büyük gayret sarfetmiştir Almanya imparatorluğu bu himmet ve gayreti ordu ve donanmasına gösterdi ğinden dolayı dünyanın her tarafında uyandırdığı te'siıie, siyasi ve politik kuvvetini güç­lendirmiştir Ordu ve donanmasının mükemmel bir halde ol­ması, nüfusunun aitmış-yetmiş milyondan bulması, her sene bir milyon nüfus artışı kaydetmesi, Almanları büyüyen ve güçlenen bir büyük devlet hâline getirdi.

 

 

 

Almanya'nın Gücüne Bir Bakış

 

 

Son sistem silahlar ile donanmışsınız. On rrilyon kişilik bir ordu ve yüzlerce harp geminiz var. Bunlara sahip olan Al­manya devleti için, büyümek ve genişlemek ve de şöhretini arttırmak gereken hâlin icabatındandu: Ülkesini diğer dev­letlerin rekabet ve taarruzlarından koruyabilmek için kendi­sine yakın olan devletlerden ortak aramak siyasi bakımdan şarttı. Bunu da komşusu olan, Avusturya-Macaristan ve İtalya ile yapmak istedi ve yaptı da. Böylece Avrupa üzerin bir ittifakı müselles yâni üçlü ittifak gerçekleşmiş oldu. Avrupa devletleri karşılarında yapılmış olduğunu gördükleri "rlü ittifaka bigâne kalacak değillerdi ya! Bunun üzerine her­kes kendine yakın bir ortak arama yoluna gittiler. İngiltere ve Fransa bu arada biribirleriyle antlaşma imzalamayı becerdi­ler Avrupa devletleri bir tarafda üçlü ittifak yâni itifak-ı mü­selles, diğer tarafda da itilaf-ı müsenna yâni ikili itilafla ken­dilerini muhafazaya kâfi gelmediğinden dışarıda kalan Rusya ile de antlaşma yolu aranmaya başlandı. Bu yolu bulup, itila­fını üçe yükselten İngiltere Fransa vede Rusya üçgeni itilaf gücü oluştururken karşısında da üçlü ittifak yer almıştı. Al­manya'nın, az zamanda attığı adımlar sayesinde böyle inki­şaf etmesi ve büyümesi, servet ve tesiri büyük bazı cemi yet-lerin, Almanya içlerindeki şubelerini çoğa vardırmış, âdeta merkez hâline getirmişlerdi. Bu cemiyetler tâleblerinin yerine gelmesi için Almanları âlet olarak seçtiklerinden bu ülkeyi hile ve fesadın merkezi hâline getirdiler. Bir tarafdan Alman­ların hırs ve şöhret peşinde olmaları diğer tarafdan bu cemi­yetlerin ifsadatı ve kışkırtma sı savaşa girişilmesi neticesini verdi." Almanların büyük ortağı olan Avusturya-Macaristan hükümetinde dahi rollerini beceren bu cemiyetler yavaş ya­vaş İtalya'ya da te'sir etmişler ve orada da fesada başlamış­lardır. Zâten yirmi-otuz sene evvel hâkan-ı mahlû Abdülha-mid hz.lerinin İngilitere, Fransa ve Rusya'ya karşı tereddüdlü davranması neticesinde yalnız kalan devleti âliyye, kendisini müstemleke hâline koyma niyeti taşıyan Almanya'nın devlet siyaset politikasının tâkibçisi oldu. Almanlar elde ettikleri mıtıyazlar sayesinde demiryolu inşaatını ve bazı imâr işlerini yapmaya başladılar.

 

taraftanda demiryolları inşaatı yürümekteyken, ci-e« askeriyede yeni düzenlemeler ve tensikatlar yaptırırken,kendi ülkesinden mareşaller ve askerî erkânıharpler, müşavir komutanlar göndererek tesiri altına çekmeye gayret gösteri­yordu. Ancak Abdülhamid Hân döneminde Osmanlı siyaseti­ni etkileyecek bir tesir sahası kuramamıştı. Amma İttihatçılar sormayın! Böylece; kendine pek yaklaştırdığı Osmanlı devle­tini tamamen müttefiki yapabilmek için Almanlar, bu ittifaka devleti âlîyye'yi sokmanın çâresini bir inkılab yaptırıp, bun­dan istifadeyi sağlamak için icâb eden her şeyi yaptılar. Böylece de inkılab oldu.

 

Meşrutiyetin ihyasından sonra 2. Abdülhamid'in en büyük korkusu Almanlar ile ittifak etmekdi. Ne varki; Abdülhamid'i devirip, ülke idaresini ele alan zevat ki Avrupalılar bunlara " Jöntürk" demekteydi işte bunlar, İttihatçı cemiyeti teşkil edi­yorlardı. Almanlar; Osmanlı devletini ittifakına dahil ettikten sonra genişleme anlayışının husul bulması için Bağdad de­miryolu inşaatını hayli hızlandırmıştır. Bağdad yolunun ta­mamlanmasının, Hindistan yolunun tehdid edilmesi mânası­na geleceğini takdir eden Almanya Osmanlı ordusunu Ana­dolu tarafında toplu ve güçlü olarak bulunmasını temine ça­lışmış, böylece de ordumuzu kendi menfaati istikametinde kullanmağa çalışmıştır. O sıralarda vefat eden ittihatçı cemi­yetin ileri gelenlerinden Maarif eski nâzın Emrullah Efendinin İrtihalini yazarken, Emrullah efendinin gayet vatanperver ol­duğunu duyurabilmek kasdıyla güya kıymetli maarifçi, son nefesine kadar İngiltere'nin ge-milerimizi vermemesinden dolayı pek müteesir olmuş bulunduğundan "zırhlılarımız, ge­milerimiz, donanmamız ve millet" diye diye ah-û vâh içinde terk-i hayat ettiğini kaleme almışlardır." Cemiyetin bu tavrı ve davranışını bilmeyenler, Emrullah efendiyi tanımayanlar bu yalanlara, inanırlar ve aldanırlar. Zira Emrullah Efendi merhum, yaşının ilerlemesinden mi? Yoksa filozofâne düşüninden mi? Bazen evinin kapısını bulamayıp, komşusunun kapısını çalarak içeriye girdiği ve bazen de vapur yolculu-" jnda yanında oturan zâtın ceplerini kendicebi zannı ile elini okup, mendillerini kullandığı ve yenecek bir şey bulursa onu da yediğini İstanbul gazetelerinin yazdığı hatınmizdadır. Böyle evinin kapısını bulamayan, yanındaki şahsın ceplerini kendi cebi zanneyleyen bir kirnse de kuvve-i müfekkireden eser kalmadığı meydanda iken, bunun devlet ve memleketi ve de donanmayı düşünmeğe muktedir olup olamayacağının tahmin ve takdirini ilim erbabına ve okurların takdirine bıra­kırım.

 

Devletimiz harbe iştirakden önce İngiltere ve Fransa ile müttefikleri sefirleri vasıtasıyla babıâlî nezdinde devletlerin­den aldıkları emir gereğince harbe iştirak etmememiz için bazı teşebüsat da ve taahhütlerde bulundularsa da bu gay­retleri boşa gitti. İttihat ve Terakki cemiyeti ve Prens Said Halim Paşa kabinesi tabiatıyla bu teklifleri kabul edemezdi. Çünkü; yukarıda izah ettiğimiz cemiyet ile Almanya arasın­daki hafi yâni gizli maddeli antlaşmalar te'sirini sürdürdü­ğünden diğer sefirlerin gayretlerini tabiiki, pek kaale alamaz­dı. Şahsî menfaatlerini, devlet ve milletin menfaatine tercih eden ittihat cemiyetinin ileri gelenlerinin indinde devletin pe­rişanlığının, çöküşünün hiç bir değer ve ehemmiyeti yoktur. Bunun böyle olduğunu tekrara lüzum yoktur. Yalnız devlet, devletin menfaati, memleketin selâmetine yaraması kesin İn­giltere hükümeti tarafından yapılan tekliflere dâir bu devletin 1914 senesinde yayımlamış olduğu "Beyaz Kitab" dan ahn-m'Ş iki mühim vesika-î târihiyeyi dercederek sayfamızı süs-leyelim:

 

 

 

Beyaz Kitabdan Vesika-1

 

 

İngiltere hariciye nazın Kont Edvard Göre hz.leri tarafın­dan dersaadette İngiltere sefiri Sir Levis Malet cenaplarına gönderilen 18/ağustos/1914 tarihli telgrafnamenin suretidir.

 

Osmanlı sefiri Tevfik Paşa, Türkiye hakkındaki niyetimiz-, den mütelâşi (telaşa düşmek) olduğunu söyledi. Bu bab da bizden havf (korkma) eylememesini ona anlattım. Esnay-ı harb de hakikaten Türkiye bitaraflığını muhafaza eder (Go-ben) ve (Breslav) Alman gemilerini azl ve def eylemek sure­tiyle veya temamiyle birer Osmanlı gemisi hâline ifrağ ve in­giliz sefain-i ticariyesine seyri seferlerinde icraası mutad olan suhuleti ibraz eylerse şark-ı karibe (yakın şarka) taalluk ede­cek şerait-i sulhiye meyanında onunda temamiyet-i mülki­yesi te'min olunacaktır.

 

 

 

Vesîka-2

 

 

Kont Eduuardo -Göre hz.leri tarafından Dersaadet İngiltere sefiri cenaplarına gelen 23/ağustos/1914 tarihli telgrafname­nin suretidir.

 

Eğer hükümet-i Osmaniye( Goben) ve (Breslav) zırhlıla­rında bulunan Alman zabıtan ve gemicilerini derhal vatanla­rına iade eder ve sefain-i ticariyenin bilâ müzayaka Kala-i Sultaniyeden geçmelerine müsaade eyleyeceğine dâir tahri­ren söz verir ve harb esnasında bitaraflığın şeraitini tama-miyle muhafaza eylerse ahvali hazıraya mülayim bir idarei adliyenin hitâmı vaazında "İtilâf-ı müselles" devletleri irritiya-zat-ı ecnebiyenin lağvına muvafakat ederler.

 

Buna zamime olmak üzere dahi mezkûr devletler Türki­ye'nin istiklâline ve tamamiyet-i mülkiyesine ihtiram eyleye-i tahriren taahhüd ve harbin hitamında vaz edilecek it-i sulhiyeden hiç birisinin mezkur istiklâl ve te-taltk enlemeyeceğini derude eylerler.

 

İnailiz devletinin; şu iki resmi vesikasından başka yazılı veya sözlü olarak, İstanbul sefiri aracılığıyla vermiş olduğu teminatla, Osmanlı devletinin içine girmekle hiç bir fayda nörmeyeceği umumî harbe iştirak etmemesi ve bitaraf kaldı-qı takdirde, ingilizler ve müttefikleri tarafından korunup, hu­kuk ve siyasetlerinde hürriyetlerine saygı gösterileceği hem beyaz kitabda hem de Fransa ve İngiltere'de yayımlanan ga­zete ile resmi vesikalardan anlaşılabilir. Prens Said Halim Pa­şa kabinesi, İngiliz devletinin yukarıda söylediğimiz teklifin! kabulle, bitaraflığını ilân ederek, harbe katılmak cinayet-i fe-ciini işlemeseydi, hiç şüphe edilemezki Osmanlı devleti bu harb esnasında Avrupanın muhtaç olduğu hububat ve diğer ihtiyaçlarını temin etseydi, milyonlarca liranm Osmanlı ülke­sine girmesine ve devletin ecnebilere verdiği imtiyazlardan kurtulmasına, hududun muhafaza olunması gibi imkânlar kazanarak güçlü, zengin bir devlet olarak yaşaması mümkün olurdu. İngiliz ve Fransız devletleri ile dost geçirmemiz gele-cekde devletimizi ihya ederdi. Lâkin yukarıda da hatırlattığı­mız gibi bu hareketi ne bu kabine, ne İttihadı Terakki cemi­yeti yapardı. Zâten beş-altı senedenberi bu harb-i umûmi ye hazırlanan İttihatçı hükümetler, yegâne koruyucuları olan Al­man imparatoru Wilhelm'in Bağdad demiryollarının tamam-'anmasını beklediğini ve hattın ikmâlinden sonra, harp edeceğini ve bizim de,o harbe iştirak eyleyeceğimizi o za­mandan beri söylüyorlardı. Devletimizin bu harbe iştirak ve-Va iştirak etmemek konusuna gelince; buna dâir, bir iki söz söylemek isterim: Bazı kimseler Osmanlı devleti bu harbe iştirak etmeseydi, Rusların eskiden beri tasarladıkları istilaya uğramaktan kurtulamazlardı. Demekteler. Bir bölüm ahalide, savaşa girmekte zaruret vardır diyerek bir hayli sebeb ileri sürerler. Amma bunların her biri boş lafdir. Zira Alman tara­fında harbe iştirak İttihatçıların varlığının devamı için esas şeraittendi. Çünkü bu kararlar pek evvelden alınmıştı. İttihat ve Terakki cemiyetinin temsilcisi durumuna getirilmiş olan hükümet savaşa girmenin meydana koyacağı zarar ve fâide-yi düşünecek tercih durumunda olmadığından, Alman aleyh­tarı bir tutuma girmekten çoktan uzaklaşmıştı. Müslümanla­rın koruyucusu olduğunu beyanetmek ten kaçınmayan Al­man imparatoru Wilhelm, İttihatçıların veliîniğmeti olduğun­dan ittihatçılarında bu efendilerine kulluğa devamdaki sada­katleri, Almanya'yı bırakamayacaklarının göstergesiydi. Bu­nun içinde ne tarafsız kalabilirler ne de İngiltere ve müttefik­lerine katılabilirler İdi. Bunlardan birini yapabileceklerini id­dia etmek, meydan da olan güneşin yokluğunu inkâr gibiydi. İttihad ü terakkinin bu meİ'ûn ileri gelenleri, ülke idaresini ele aldıkları ilk gündenberi devletin mahvolması başlamış İdi. Devleti İslah edebilirsek biz edebiliriz. İslah edemezsek bi­zim elimizde mahvolsun diyerek işe elattıklan, bunların her ahvalini bilenlerce malumdur. Bunların ülke ve insaniyet diye düşüncelerinde hassalar bulunmayıb, kendi menfaat ve hırs­larını tatmin etme ile her çeşit zulümu yaparak hükümet et­mek fikriyatında olduklarından kaygusuzca emellerini sür­dürdüler. Eğer zerre kadar devlet ve memlekete hürmet ve muhabbetleri olmuş olsaydı, on seneden beri kasten arttırıp şiddeti mezalim mertebesine çıkartmağa, rüşvetle karışık alakalar kurmaktan çekinirlerdi. Bu sebebler göz önüne alın­dığında milletimizin iyi bir şeyler ummasıda abestir. İşte Prens Said Halim Paşa kabinesinin millete açdığı yara! İyi qibi değildir. Çünkü devletimiz için yapılacak en ha-.   savaşa sokmamak ve de tan bir tarafsızlığı devam et    bilmekti. Halbuki böyle büyük bir savaşa hangi tarafdan I  rsa olsun katılmak mühim bir suç olup, adetâ cinayettir.

 

Osmanlı devletinin 212. sadrazamı olan Prens Mehrned Said Halim Paşa, İl/ramazan/ 1280-20/şubat/1863 yılında Kavalalı Mehmed Ali Paşazadelerden Prens Halim Paşa'nın oq!u olarak Kahire'de dünya'ya gelmiştir. Baba tarafından arab olmadığı Kavalalızâ delerden olması münasebetiyle pek açıktır. Kendi durumu itibarıyla özel muallimlerden özel ders­ler alarak pek güzel yetiştirildi. Arabçanın yanında Farsça, İngilizce ve Fransızca öğrendi. Akabinde İsviçre'ye gönderil­miş ve orda beş sene süren üniversite tahsilini ikmal etmiştir. Dönüşü ise doğruca payitaht-i âlî Osman olan İstanbul'a gel­mekle neticelendi. 1305/1888'de 25 yaşındayken, Sultan 2. Abdülhamid han tarafından mirmirân rüt besiyle taltif olu­nurken, ikinci rütbeden mecidî nişanı ile taltif olundu. Ara­dan sekiz gün geçtikten sonra şurâ~yı devlet âzalığına tâyin olundu.  1306/1889 da 2. ve 1309/1892de de 1. rütbe Osmanî,  1317/1899'da murassa Mecidî nişanı ve hemen 1318/1900'da Rumeli beylerbeyliği payesi tevcih olundu.

 

Çok münevver ve ecnebi lisanlara hayli vukufiyeti olduğu gibi avrupada tahsil yapmanın sağladığı dost çevresi dünya neşriyatına alaka göstermesi ve de sosyal mevkii müna se-etiyle faal olmasından dolayı tezvirat ve iftiralar hafiyelerce uzenlenmiş, bunların sonunda Prens kendisine uygulanan takıp ve izahlardan sıkılmış idi. Önce Mısır'a giden Prens Sa-nalim oradan da avrupaya geçti. Meşrutiyetin elde edil-esıne Çalışanlara gerek para bakımından gerekse fikriyat yardımcı oldu. Demek ki; hafiyelerin zararlı evraklar ve neşriyatlar ile bir talkım silahların bulunduğuna dâir bulguları sıfıra sıfır hallerden değilmiş. Çünkü; bu işlere iddia edilen mertebede değilse de, hiç bulaşmayan kimse izaç olundum diye kalkıp, avrupaya gidip mevkii ve rütbesi mü­nasebetiyle jön Türklerle birlikte bulunması makul değil. Beylerbeyi unvanını hâiz bir prensin ve de yaşı henüz otuzye-. di civarındayken Önünde açılmış hizmet mevkilerini çiğne­yip geçmez. Demek ki o taraklarda bezi varmış ki Abdülha-mid'in hafiyeleri kendisini tesbit etmişler. Ancak firarını andı­ran gidişi ele geçmeyi önlemiş! Ne varki jön Türkler ve İtti­hatçılar Said Halim'in yaptığı muaveneti unutmamış olacak-larki, dünya'nın en önemli makamlarından biri olan Osmanlı sadrıazamlığını takdimle doğrusu kadirbilir davranış göster­diler mi diye düşünmek kabildir. Nitekim yeni dönem olarak anılan 2. Meşrutiyetin ilânı Prensi, Mısır üzerinden İstanbul'a getirmeye yetti.

 

Hüseyin Hilmi Paşanın devlet görevlerindeki tensikat çalış­ması esnasında Said Halim'i kadro darlığı yüzünden şurâ-yı devlet bünyesi dışına bıraktılar. Değerli muktesebatman ül­kenin müstefit olması için o sırada yapılan belediye reislikleri seçiminde Yeniköy Belediyesi başkanlığı görevine getirildi. 1326/1908'de ayan meclisine tâyin olundu. Okurlarımıza ayan olmanın ülkede 1960 ile 1980 arasında carî olan sena­tonun üyesi olmaya benzediğini hatırlatalım. Ancak ayanları padişahın ve sadrazamın müşterek olarak belirlediğini hatır­latalım. Yukarıda bahsettiğimiz senato azahğı ahalinin reyle-riyle belirlenirdi.

 

 

 

Gizli Ve Harici Görev

 

 

Trablusgarb savaşları esnasında sadarette bulunan Said Pasa, görünüşde hava değişimi, hakikatde ise İtalyanlar ile sulh müzakerelerine zenin hazırlamak hâttâ sulhu yapabilmek için Prens Said Halim bey'i Lozan'a göndermişti. Ne varki müzakereler hayli uzadı buhâl kullanılan bahaneye mu-aayir hâl aldığından gizli murahhas Prens Said Halim dön­mek mecburiyetinde kaldı. Said Paşa 1330/şaban-1912/temmuzunda sadaretten çekildiğinden Prens Said Ha-iim'de daha önce kendi uhdesine ayan azahğı vazifesine inzi-mamen verilmiş adliye nezaretindeki başkanlığından çekildi. Akabinde İttihad-ı Terakki cemiyetinin şimdiki genel sekre­terlik makamının mua dili olan kâtib-i umumîliğe seçildi.

 

Mahmud Şevket Paşa kabinesinde 1 5/safer/1 33 1-25/ocak/1913'de yeniden şura-yı devlet başkanlığına getiril­di. Hemen üç güı sonra da hâriciye nazırlığı kendisine teslim edildi. Fecii bir suikasta maruz kalarak terk-i hayat eyleyen sadrazamın ye. ine sadaret kaymakamlığı göreviyle birlikte sivil paşalık olan rütbei vezaret Sultan Mehmed Reşad Hz.leri tarafından tevcihatda bulunuldu. Sadaret kaimmakanalığına tayini bildiren hattı hümâyûn suretini aşağıya alıyoruz:

 

 

 

Hattı Hümayunun Sureti Veziri Meali Semirfm Mehmed Said Paşa

 

 

Sadnâzam ve harbiye nâzın Mahmud Şevket Paşanın bu kerre vuku'ı şehadeti nezdimizde teessür ve teessüfü mucib °lrnuş ve sadaret kaymakamlığı rütbei samiyei vezaretle uhdenize tevcih kılınmış olduğundan vükelayı hazıramız ile Uıttifak umur ve mesalihi devletin hüsnİ tedvir ve temşiyyetine sarf-ı mezidi itina olunması hasafet ve hamiyyetiniz-den muntazardır. Cenab-ı Hak, tevfikatı samedaniyesine mazhar buyursun. Amin.

 

6/receb/1331-29/mayıs/1329-12/haziran/1913

 

Mehmed R?şad

 

 

 

Devlet Görevi Aksatılamaz

 

 

Hatıratı ile son devir Osmanlı devlet idaresine ve idareciler zümresinin ahvâline dâir bilgilerle cemiyetimizi -haberdar eden ve rahmetler dilemenin boynumuza borç olduğu padi­şah başkâtiblerinden Ali Fuad Türkgeldi merhum; "Görüp İşittiklerim" adlı mühim eserinde, sadrazamın öldürülmesin­den hemen sonra şeyhülislâm. E'ad Efendi ile Adliye nâzın İbrahim Bey, huzur-u padişahİye çıkarak olayın meydana ge­liş tarzının göz önüne alındığı takdirde makam-ı sadaretin Dİr an dahi boş kalmaması gerektiğini hatırlatmışlar ve mevcud vekiller heyetinin bu hususa iştirak etmekte olduğunu göste­ren mazbatayı da takdim etmişler, mazbatada yer aldığı gibi vezaretiuzma'nın Prens Said Halim Paşa'ya tevcihi hususunu arzetmişferdi. Fakat Sultan Mehmed Reşad han; boşalan makama Viyana'da bulunan Hüseyin Hilmi Paşa'yı getirmek arzusunu güderken karşısına gelen mazbatadan önce görevi kaimmakamlıkla geçiştirmek düşüncesini taşıyordu. Mazba­ta ise padişahın bu arzusuna aykırı gelmediğinden Said Ha­lim Paşa'yı vekaleten göreve atamıştı. Padişah; Said Haiim Paşaya içtenlikle Hüseyin Hilmi Paşayı sadarete asaleten tâ­yin edeceğini ifade eylemiş ve hâriciye nezaretinide yürüt­mesini aadaret vekili zat olan Prens'den rica etmişti. Büyük nezaket gösteren Prens Said Halim Paşa huzurdan çıkışında gittiği babıâlî'de hattı okuttu. İlk fırsatta da başmabeynciye

 

H.Hilmi Paşa ile birlikte çalışmaya taraftar olmadığını ifade etmiştir. Sultan Reşad, bu bilgiyi kendisine ulaştıran başma-beyncinin ifadesinden işin değişen rengini sezmeğe başladı­ğından derhal küçük bir gurub olan, istişare heyetiyle görüş­müş ve 2. mabeyinci Tevfik Bey'e şimdi babıâfî'ye git, Said Halim Paşayı gör. Yarın makama asaleti verileceğinden sara­ya gelmeye davet et. Emrini verdi diyor meâlen"

 

Hakikaten Said Halim Paşa saraya gelir ve makam-ı sada­rete asaleten tâyini gerçekleşti ve hattı hümayunu tanzim edilip babıâlî'ye gönderildi, bahse konu hattı hümayunda arz odasirda merasimi mutade ile müsteşar Adil Bey tarafından okundu.

 

 

 

Hattı Hümayunun Sureti Vziri Meal* Semirim Mehmed Said Paşa

 

 

Mesnedi sadaret bu kerre asaleten uhdei revviyyetinize tefviz kılınmış ve meşihati islâmiyyede dahi Mehmed Es'ad Efendi ipka edilmiş olması ile heyet-i vükelânın bitteşkil tasdikimize arzını irade eylerim. Nuhbei amalimiz, milletimi­zin selamet ve seadetinden ibaret olduğundan Rabimiz Te-alâ ve tekaddes hazretleri bu maksadı te'min edecek hide-mata cümlemizi müveffak buyursun âmin bihurmeti seyyidilmürselin.

 

7/receb/1331-30/mayıs/1329-13/haziran/1913

 

Mehmed Reşad

 

Said Halim Paşa kurmuş olduğu kabinesinde hariciye na­zırlığımda uhdesinde bulundurdu. İşte eslafı olan sadrazam Mahmud Şevket Paşanın içinde İttihatçılarında parmağı ol­duğu ileri sürülen suikasd bahse konu İttihatçıların bu cina­yeti siyasi rakiplerini ve şahsiyetlerinden kendince tehlikeli gördüğü zevatı tasfiye etmede kullanma metoduna başvur­muştu.

 

Bu metod yeni sadrıazamm sıkıntısını arttıran bir yolun başlangıcı oldu. Çünkü; Said Halim Paşanın ne yetişme tarzı nede siyaseti telekkiyatı bu metoda uyacak kepazeliğe mü­saade etmeyecek kadar yüksek kalitedeydi. Cinayetlerle doğrudan alakası olanların yanında bir takım mazluminde değişik cezalar alırken, Tunuslu Hayreddin Paşanın oğlu ve hanedan-ı âlî Osman damadı mirliva Salih Paşa da idam ur­ganının altına politik yaklaşımlar yüzünden atılıverdi. Padi­şah; ailenin damadını ipten alamadı, çünkü başka bir damad Enver Paşa bu işe karışılmaması gerektiğini ifade ederken yaşlı padişah bu sözlerden, kendine bile tehditler yöneldiği anlamını çıkardı.

 

Mahmud Şevket Paşanın katli ile alakalı görülen aşağıdaki isimler divan-i harbi örfî tarafından yakalanmış olanların yüzlerine karşı cezalan tefhim ederken ele geçiremediklerini ise gıyaben cezalara duçar ettiler. Prens Sabahattin Bey'de, methaldar olduğundan firarı tercih edenlerin arasında yer al­dı. İdam edilenler: Tunusluzâde Salih Paşa, polis eski müdür­lerinden Muhîb, Miralay Fuad, Yüzbaşı Kâzım, Bahriyye Teğ­menliğinden kovulma Şevki, Teğmen Mehmed Ali, Çerkeş Ziya ve kardeşi Hakkı, Topal Tevfik, Gelenbevi lisesi Sermu-bassırı Abdullah Safa, otomobil makinisti Cevat'tı. Bir çok kişi de bu fecii suikasda karıştıkları iddiasıyla Sinob'a sürü­lürken kimileri müebbet ve uzun dönemli kürek cezasına mahkum edilmişlerdi.

 

Balkan savaşı ile beraber yağma giden avrupa Osmanlı-sındaki topraklarımızın yanında en büyük üzüntümüzün ikin­ci başşehirimiz oian Edirne'nin Bulgar eline düşmüş olma­sıydı. Cenab-ı Mevlâ kâfirin birbirleriyle olan münasebetleri öyle bir buğzu adavet sokmuşki, çok geçmeden biribirlerine düştüler. Sırplar ile Yunanlılar, Makedonya'ya sahip ol-ak için Bulgarlara savaş açmayı yeğlediler. Öte yandan Romanya askeri güçleri de işe dahil olunca Bulgar üzerinde vodunlaşan düşman taarruzları, Osmanlı topraklarında bulu­nan askerini çekerek, kendisine saldıranlara karşı koymak mecburiyetini hissetti. Bu bakımdan Edirne'yi boşaltan Bul-qarlar çekilirken, Londra'da bize zorla irvızallat inlan sulhnâ-meyi, Said Halim Paşa kabinesi çiğneme cesaretini göstere­rek orduya Edirne'nin istirdadını yâni kurtarılmasını emretti. Enver Paşa ve arkadaşları derhal bu emri uyguladılar. Böyle yapmak suretiyle de millet gözünde i'tibarları hayli yüceld;. İttihatçıların bu yaptığı ahalinin gözünde büyüdü ve kurtarı­lan yeri daha önce kaybetmiş olmanın hesabı sorulmaz oldu. Ruslar ise Osmanlı kuvvetlerinin bu oldu bittisi üzerinde fazla durmıyarak sessiz kaldı. 29/eylül/1913 de Bulgar murahhas­ları İstanbul'a gelip sulh için müzakere masasına boyunları eğik olarak oturdular. Meriç Nehrinin hudud olarak muhafa­zası Edirne ise biz de kalma şartlı belgeye imza atmak mec­buriyetinde kaldılar.

 

Böyle bir muvaffakiyet milletin ve memleketin ihtiyaçları­nın başında gelmekteydi. Bu başarı milletimizin kuvvei mâ-neviyyesini takviye ederken, kabine riyasetinde bulunan Prens Mehmed Said Halim Paşa'ya murassa bir imtiyaz nişa­nı Sultan Reşad tarafından .göğsüne takıldı. Bu vaka Yunanlı­lar ve Sırplar ile sulh gerçekleşmesine yaradı. Bütün bunlar ülkede işlerin iyiye gideceğine dâir emareler gösterirken ci­han harbinin kopmasına sebeb olacak meşhur hadise vukua geliverdi. Meydi o hadise? Princip adlı Sırp milletinden bîr 9encın tabancasından çıkan mermilerin sadece Avusturya-Veliahdının ve güzel karısının hayatına son vermedi, bir kaç taç ve tahtın yeryüzünden çekilmesine sebeb olan târihi süreci başlattı. Avrupa devletleri biribirlerine gir­meye başladığı anda ufukta cihan harbine giden kavşak gö­rünmüştü.

 

Ülkenin başında Sultan Abdülhamid elan padişah olarak bulunsaydı, yapacağı iş belliydi. O; bu savaşı beklemektey­di. Hiç karışmıyacak işin sonunu devletlerin biribirini yıprat­masını bekleyecekti. Heyhat! Onu İttihatçılar seneler evvel Selanik şehrine Yahudi Alatini köşküne sürgüne yollamışlar­dı. Bu bakımdan ortalığın böyle karıştığı anda acemi politi­kacılar, ihanet erbabı bazı zevat dünya efkârı umumiyesine biz kapitilasyonları tanımayacağız bunları ilga ediyoruz diye çıkma yoluna koyuldular. Böylece gündeme Osmanlı'yı da getirdiler. Avrupanın gerek büyük devletleri, gerekse daha az güçlü devletleri arasında genel veya kısıtlı olarak kapitilas-yon sahibi devlet yok gibi idi. Dolaysıyla herbirinin menfaati­ne balta vuran böyle aslında faydalı ancak zamanı erkence yapılmış müracaat devleti gündeme getirdi. İngilizlerin bu müracaata kadar hatta bundan sonrada Osmanlının bitaraflı­ğını arzu ettiğini görmek kabildir. 9/eylül/1914 tarihli müra­caata en çok itirazı olanın Almanya ve onun İstanbul elçisi Valgenhaym olması pek enteresandır.

 

 

 

Almanya Tarafında Savaşa Giriş

 

 

Ülkemizin bu savaşa çekilme sebeblerinden diğeri de pet­rol istimali meselesidir. Şark Meselesinin önemli unsurların­dan birini enerji meselesi teşkil etmektedir. Bu enerjinin en mühimini petrol teşkil etmektedir. Bunlarda Osmanlı hakimi­yetinin var olduğu ancak yaklaşık bir asırdır idarede zafiyet içinde olduğu topraklarda idi. Balkan savaşının, Trablusgarb savunmasının yüklediği rnâli sıkıntı'ar ülkemizin boğazını

 

İyice sıktı. Said Halim Paşa hükümeti mâliyeye para bul­mak için Mehmed Cavid bey'i (Dönme Cavid) bir Avrupa tu­runa gönderir. Yapılan temasla Fransızların ümid verdiği gö­rüldü. Ancak bu ümid kapısında müzakereler hayli uzadı. İş­te tam bu sırada nasıl olduysa Goben ve Breslav adlı iki Al­man savaş gemisi kaçmakta olduğu müttefik donanmasının önünden Çanakkale Boğazına duhûl ederek kurtuldu. Siya-net sever milletimiz bu dehalete sıcak kucağını açtı açması­na fakat meselede problem olmaya başladı. İngiliz ve Fransız ve dahi müttefikleri gemilerin kendilerine teslimini istediler. Tabii ki böyle şey olamazdı. Nitekim olmadıda.. Çâreyi söz konusu gemileri satın aldığımızı ilân etmek olarak görebildik. Dünya efkârı umumiyesine, alımı ilân ettiğimizde Fransa, kapısının önünde Osmanlı adına borç para taleb etmekte olan Cavit bey başkanlığındaki heyete borç veremeyecekle­rini tebliğ ettiler. Böylece heyetimizin eli boş döndüğü görül­dü.

 

Biz; Mevlanzâde Rıfat bey'in "Türk İnkılabının İç Yüzü" adlı eserini sadeleştirip Pınar yayınlarından neşir hayatına kazandırmıştık. Bu zatın; tasvir sanatının en güzel örneklerin­den sayılsa yeri olan izahını buraya alıntıhyarak sahifemizi süslemek ve en güçlü izahlardan biri olduğuna inanarak tak­dim ediyorum efendim: Evvelâ sadrazam Said Halim Paşa­nın ingiltere'nin Osmanlı nezdindeki b.elçisi Sir Malet ile yaptığı görüşmenin tasvirinden bir bölümü sunalım:

 

"Sadrazam Said Halim Paşayı Yeniköy'deki yalısında zi­yaret eden Sir Malet'in görüycrumki Büyük Britanya hükü­metiyle ve müttefiklerine karşı düşmanca bir tavır irine gir­meye başladınız. Benim şahsi görüşüm şudur ki; buna çok uzüldüm ingiltere devlet-i fahimanesi, Osmanlı devletini "na tehlikesinden kurtarmıştı. Yine zannediyorum ki; bu zamanda Osmanlı hükümetinin menfaati Büyük Britanya'yı gücendirmemektedir." Bu soruya sadrıazamın cevabının şu bölümü pek önem arzetmektedir: ".emin olu­nuz ki hükümetimiz Büyük Britanya Hükümeti fahimesinin dostudur. Daima da dost kalmak emelindedir. Ancak bugün müttefikleriniz arasında bulunan Rusya'ya karşı ihtiyatlı ol­mak için bazı tedbirler almaya mecburuz. Osmanlı Hükü­meti -resmî bir dille arzediyorum- barışseverlikten ayrılmak istememektedir."

 

Sir Malet; sözü Ç.kale boğazından içeri dalıp sığınan ve Osmanlı devletinin para verip satın aldığını beyan etmek mecburiyetinde kaldığı gemilere getirir ve: "..Almanya'nın İstanbul limanına gönderdiği iki harp gemisi hakkında yap­mış olduğumuz resmî taleb ve ricamızın henüz yerine geti­rilmemiş olmasını hayretler içinde karşılıyorum." Dediğinde sadrıazam Said Halim Paşa: "Bunda da bir yanlış değerlen­dirme var! Burada Almanların harp gemileri yoktur. Osman­lı Hükümetinin, Almanya'dan satın almış olduğu gemiler vardır."

 

ülkemizin içinde bulunduğu zor durum, Prens sadrazama; ne yapalım peşin olarak parasını ödediğimiz diretnotlan ver­mediğinizden Almanlardan bu iki gemiyi almak mecburiye­tinde kaldık gibi bir kinayeye başvuramadığımızı düşünmeni­zi hatırlatırım sevgili okurlarım. Sir Malet cevabı: "(Tebes­sümle) Hâttâ bedelini peşin verdiği gemiler!

 

..Değil mi? Son Altes, İngiltere Devleti ve ortakları bu yoldaki manevralara iltifat etmezler.." Diplomaside bu şekil de ifade olunan beyanların düz yazıdaki mânası, siz de'para nerde daha Fransa maliyesi kasasının önünde dün avuç aç­mıştınız. Alman'lara bu iki c,emi için parayı nereden buldu­nuz. Bize yutturamazsınız demek oluyordu.

 

Sir Malet'in sadrıazam Said Halim Paşa'ya: "...İhtiyatlı bu­lununuz. Almanların bu iki teknesine güvenmeyiniz." Sadra-zam'ın cevabı ise: ".Size namusumla temin ederimki, ben bu makamda bulundukça Devlet-i Âliye tarafsızlıkdan ayrılma­yacaktır."

 

 

 

Enver- Walkenhaim Dansı

 

 

Görüldüğü gibi sadrıazam Said Halim Paşa doğru yolu si­lahlı, muntazır ve tarafsız kalmakda görmekte hele İngiltere ile arayı hiç açmama siyasetini tercih etmektedir. Bu politi­kanın gerileme döneminden beri takip olunan yola uygunlu­ğu ileri sürütürse hatalı bir iddia olmaz. Mevlanzâde Rıfat bey, bahse konu "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı eserinde 20 sahifede şunları söylüyor, biz de özetleyelim: "Maliye nazırı Cavid; hazinenin paraya olan acil ihtiyacını ileri sürerek, Al­man elçisinin arzularını iyi karşılamak, Almanya hesabına hemen harbe girmek için, ittifak senedinin çabukluk sağla­maya büyük gayret sarfetti. Dâhiliye nazırı Talat, Harbiye nazırı Enver dahi buna tarafdar oldular. Bahriye nazın Ce­mâl, düşüncelerin alacağı renge bakarak fikrini ortaya koy­mamıştı..." Sadrıazamın yukarıda söylediğimiz durumu de­vam etmekte,silahlı fakat tarafsız kalma düşüncesini taşıyor­du.

 

Cemâl Paşa, Cavit ile beraber Fransa'dan eli boş dönme­nin bozgunluğu içinde Enver'in Alman elçi ile konuşmaya teşvik ve tahrik etmekteydi. Sonunda Wankenhayim ile En­ver Paşa mülakatı tensib olundu. Wankenhayim hayli uzun ve ikna edici bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın bazı yerle­rinde tehdit, bazı yerlerinde şantaj ve de sahtekârane ifadeler yyer tikini gösteriyordu. Biz burada bir iki cümleye işa­ret edec^P: "Son ekselans, Balkan Harbinden mağlup olarak çıkmış ve harp vasıtalarınız tükenmiş, kuvvetsiz ve para­sız kaldığınız halde sizi biz ittifakımıza almak istiyoruz. Kara­deniz'de bulunan Rus filosunu bir anda yok etmeye kadir son sistem iki tane harp gemimizi, İngiliz ve Fransızların donan­ması arasından geçirerek emrinize, en usta denizcilerimizle birlikte teslim ediyoruz. İhtiyacınız ölçüsün de para ve harp levazımı vereceğimiz gibi...(.) Anlamıyorum son ekselans! daha ne istiyor ve ne bekliyorsunuz?(..) Binaenaleyh tered­düt halindeki arkadaşları aydınlatma Iısınız,ikna etmelisiniz" Demekteydi.

 

Pınar yayınları arasında neşrolunmuş ve tarafımızdan ha­zırlanmış bulunan Mevlanzâde Rıfat bey'in "Türk İnkılabının İç Yüzü" adlı eserde sivil-asker arasındaki zıtlaşmaya örnek gösterilebilecek şu tasviri dikkatle ve ibretle okumanızı salık veririm. Mesele şu; Osmanlı mâliyesinin tesviye etmesi gere­ken acil olarak iki milyon altına ihtiyacı vardır. Yukarıda Al­manya Sefiri ile Enver Paşa arasındaki mülakattan savaşa girme karşılığında para vaadini nakletmiştik. Bu antlaşmayı ittifakı temin eden senetlerin teati merasimi sonrasında para verilmesi icab ederken. Kestirme yoldan gitmeyi seven as­kerler Cavid bey'in yarın lâzım dediği parayı Walkenha-ım'den hemen alabilmek için Osmanlı Ordusunda müşavir olan Liyman Von Sanders Paşa'dan tavassut etmesini Bahri­ye Nâzın Cemal Paşa telefonda rica eder.

 

Yapılacak iş tavassutun neticesini beklemekti. Beklediler.. Yarım saat sonra Liyman Paşadan menfi cevap gelmiş ve antlaşmanın teati merasimi yapılmadan ödemenin kabil ol­madığını elçi mutavassıt Liyman Paşaya ifade etmiş. İşte Sa-İd Halim Paşa burada:

 

- Ben size söylemedim rni? (Demek ki daha evvel antlaş­ma teatisi yapılmadan para alınamayacağını, usûlün bu ol-hatırlatmış olmalı.) Enver Paşa: (yapmacık bir asa­biyetle)

 

Böyle şeymi olur? Söz demek, imza demektir. Merasim apıla dursun. Madem yarın Cavid'in paraya ihtiyacı vardır. Şimdi verilmelidir!. Said Halim Paşa:

 

-  Enver Paşa, sizi bugün çok sinirli görmekteyim. Enver: Ben sinir filan bilmem mademki bu paraya ihtiyaç var,

 

antlaşmanın kabulüne de karar verilmiştir, şu halde istediği­miz parayı sefir hemen vermelidir! Said Halim Paşa:

 

-Herşey usûle bağlıdır. Hükümet işlerinde usûle riayet şarttır. Elçi bu parayı vermek istese bile şimdi veremez. En­ver Paşa:

 

-  Paşa; bize hükümetçilik dersimi vereceksin? Biz inkılap­çılar bu kadar ince merasimden hoşlanmayız. Mademki para lâzımdır. Hemen verilmelidir. Durunuz bir de ben telefon ede­yim. Said Halim Paşa:

 

-  Kime? Enver Paşa:

 

-  Allah Allah! Kime olacak? Sefir Walkenhaime.. Said Ha­lim Paşa:

 

-Rica ederim çok ayıp olur! Hassaten şimdi Liyman Paşa telefon etti. Red cevabı aldı. Şahsi şerefinizi düşününüz!.. En­ver Paşa:

 

Rica ederim Paşa, düşünerek konuşunuz, artık çok oluyor­sunuz!                                *

 

Biz kafaları akıl dünbeleği olanlardan hoşlanmayız!. Diye­rek yerinden kalkıp telefon ahizesini eline almıştı. Enver Pa-

 

-Allo Allo! Alman elçisinin telefon numarasını veriniz.

 

-Kimsiniz?

 

- OO! Zât-ı âlileri mi asaletmeab, ben dostunuz Harbiye

 

Nâzın Enver

 

Enver Paşa; Alman büyükelçisi ile yaptığı telefon konuş­masında ertesi gün "Doyçe Orient Bank"dan onmilyon alına­bileceğinin müjdesini verdi. Sevgili okurlarımız görüldüğü gi­bi, Harbiye Nazın sadrazama dümbelek mi demedi, çok olu­yorsun mu demedi, kötü gecenin sabahından umulurmu hayr, böyle mahalle kahvesi kılıklı hükümetin icraatında bulunurmu hayır!

 

 

 

Tuzak Kuruluyor

 

 

Enver Paşa; Mevlânzâde'nin yazdığına göre İttihad ve Te­rakkinin ruhu olan Talat bey'i tebrik eder. Çünkü Almanlarla bir müddet evvel mutabakata vardıkları ittifak hususunu Meclisi mebusanda görüşmek mecburiyetinde kalsalardı, iş hem bozulur hemde maksad-ı hakiki dışarısızardı. Talat bey'in mebusanı bir müddet daha kapalı tutma tedbiri verdi­ği sonuç bakımından bu tebriki yerinde bulmamak kabil de­ğildi. Millet ve memleket mi dediniz? Aman efendim İt'in hül­yalarının yanında bir değerimi olur?

 

Yine Mevlanzâde burada şu ifadeyle üzerinde teemmül et­memiz gereken bir hususu aklımıza düşürüyor. Demekte ki: "Said Halim Paşa; oynanan bu komedyanın bir tertib eseri olduğunu bilmediğinden hayretler içine düşmüştü. Bir taraf­tan İngiliz elçisi Sir Malet'e tarafsız kalacaklarına dâir verdi­ği namus sözünü tutamamaktan çok müteessirdi. Bir de uğradığı hakarete rağmen bir türlü istifa yolunu tutamamiş-

 

" Bu ifadeden anlaşılan kabinede bir tesanüd ve işbirliği oldıqu gibi) sadnazamda olduğu zannedilen nihai karar En­er  Talat ve Cemâl triomvirasında temerküz etmiş, sadrızam ise, kabineye tam manasıyla hakim olup olmadığının idrakinde olmadan tarafsızlık bahsinde İngiltere elçisine hem de namus sözü vermek gibi bir ihtiyatsızlık yapıyordu. Enver bey; Alman b.elçisinin kendisine prestij kazandıran jestine teşekkür etmek üzere ziyarete gitmiş ve b.elçiden kendisini pohpohlıyan şu sözler karşısında adetâ mest olmuştu: ".Zah­met buyurmuşsunuz. Zât-ı devletlerine karşı emniyet ve iti­madımız tabiidir. Haşmetli İmparatorumuzun emniyet ve iti­madını kazanmış olan General Enver'e İstanbul sefiri iti-matda tereddüd edermi? İttifak meselesini matlubumuz Uz-re hâl ederek, dostunuzu meslekdaşları arasında mahcup olmaktan kurtarmış bulunmanızdan dolayı asıl teşekkür va­zifesi bana düşer. Teşekkür ederim General Hazretleri!" En­ver Paşa:

 

-  Cidden çok nâzik, çok lütufkârsınız. Walkenhaim:

 

-  Zannederim gemilerle deniz manevrasına başlayacaksı­nız! Enver Paşa:

 

-  Evet, Bahriye Nâzın yarın yapılacağını söyledi. Walken-haim:

 

-  Bu manevraları Marmara'dan Karadeniz'e taşıyacağınızı duydum öyle mi? Oh ne güzel düşünmüşsünüz! Her halde hükümetinizin emrine verilen Alman bahriyesinin cesaret, taharet ve kudretlerini görmüş, gemilerin savaş kıymetlerini anlamış olacaksınız. Enver Paşa:

 

(Hayretle) Asaletmeab, Karadeniz'de manevra yapılaca-9'ndan haberdar değilim. Zannedersem ki böyle bir hareket erhal fj^a'nin muhalefetine uğrar, bir mesele çıkmasına ebeb.elçi: - (Şeytani bir gülüşle) Son ekselans, bundan sonra Rusya'nın hâttâ İngiltere ve Fransa'nın muhalefeti­nin ne kıymeti olabilir. Almanya ile Osmanlı Devleti arasında ittifak yapılmıştır, bu günden itibaren dost ve düşmanları müşterektir. Almanya, Rusya ile harp halinde olduğundan Osmanlı hükümeti dahi Rusya ile harp halinde demektir. Bu­nun için Osmanlı filosu, Marmara'daki manevraları nı gazete ile ilân etmiş bulunduğundan, bu manevraları tamamladıktan sonra (gülerek) yeni satın aldığı Alman gemilerinin savaş kudretlerini ordusuna dahil ettiği kumanda heyeti ve_müret­tebatının iktidar ve ustalıklarını denemek için Karadeniz'e taşırırsa buna kimin ne diyeceği olabilir?. Enver:

 

-  Arzunuzu tam kavrayamadım. Walkenhaim:

 

Mesele basittir!. Osmanlı filosu, Marmara havzasındaki manevrayı kâfi görmemiş Karadeniz'de de manevraya de­vam etmiş olur. Yolda Rus filosuna rastgelinir ve filonun taar­ruzuna uğramış olunur. Osmanlı filosu tarafsızlığı bozmamak için savunma vaziyeti alarak, Odesa istihkâmlarından üzeri­ne ateş açılmış, iki ateş arasında kalmış olur. Osmanlı filosu da kendisini savunmak gayretiyle Odesa istihkâmlarını tah-rib ve iskat, Rus filosunu da kısmen batırmak, kısmende fira­ra mecbur bırakarak İstanbul'a dönmüş olur. Osmanlı hükü­meti de bu beklemediği hadise üzerine Rusya'ya haklı olarak protesto çeker. Enver Paşa:

 

-  (Hayretle) Ne güze! plân!.. Harp ilânı için başka sebeb aramaya hacet kalmaz!.. Walkenhaim:

 

-  Bu vaka olmayacak hadiselerden değildir!

 

Görüyorsunuz sevgili okuyucular, Alman b.elçisi, müthiş kurmayımıza savaş nasıl çıkartılır öğretisinde bulunuyor. Bi­zimki de müteşekkir!

 

Si

 

Evet; Amiral Şoson komutasındaki Alman gemiler topları-Karadenizde Odesa üzerinde toplarını endaht ettirdiklerin-,   seren direğinde Osmanlı Sancağı vardı amma mürettebat

 

de kaptan Osmanlı'nın başını kendi ülkeleri Almanya için yakmaktan çekinmemişlerdi.

 

Bu haberler İstanbul'a ulaştığında ahali, İttihat ve Terakki­nin propagandası ile Rusların Yavuz ve Midilli'ye saldırdıkları­nı bu gemilerin ve mürettebatın Ruslara lâyık oldukları ceva­bı vermek suretiyle Odesa istihkâmlarını yerle bir ettiğini Rus donanmasının hayli gemisini de Karadeniz'in dibine yolla­mıştır haberleri ustalıkla yayması, Boğazdan giriş yapan ge­milerimizin İstanbul halkı tarafından Yaşasın Yavuz! Yaşasın Midilli! Kahrolsun Ruslar! Nidalarıyla karşılanırken, ülkenin mahvoluşunun startını vermiş oluyorlardı.

 

 

 

Birinci Cihan Harbi

 

 

Alman genel kurmayı,yapmış olduğu plânlarla savaş üze­rindeki tasavvuru, Fransa üzerine Bellçika üzerinden yürüye­cek tanzim ettiği muhasara sonunda 45. günde burasının işni bitirip,  15 gün içinde Rusya üzerine yürümekte. Bu arada Ruslar, Alman endişesinden dolayı ülkelerinde seferberlik ilân etmişler buna karşılık garaibden olan bir husus gerçek­leşmiş, Almanya, Çar'lık hükümetine gönderdiği bir nota'da bu seferberlik ilânını durdurmasının gerektiğini ihtar etmiştir. Hangi ülke korku duyduğu hareketi gerçekleştirecek olan bir organizasyon devletine peki diyebilir?

 

Tabii Çar'ın hükümeti de bu acaip nota'yı ret etti. Alman-lar ise 2/Ağustos/1914'de Lüksenburg'a girmişlerdi. /Ağustos/ Belçika'nın hesabı görülen gün oluyordu. Bun-orduları ikiye taksim olunmuş ve 18/Ağus-

 

derken. serlman orduları ikiy ordusunu avrupanın batısına tahsis ederken, sekiz ordusunun istikametini Ruslar üzerine göre tertipledi. Gü­cünün, 2.147.000 kişiyle meydana geldiği ve 83 tümeni çı­kardığını görüyoruz.

 

Fransızlar ise; Alman ordularının sol cenahını kuşatmayı ve bu arada AIsas-Loren'i almayı plânına dâhil etmiş, tama­mı 2.150.000 kişiden müteşekkil 5 adet Fransız ordusu 68'tümen hâlinde savaşa hazırlanırken, İngilizlerin General French komutasında 134.000 kişilik as-keri birlikleri Mabeug civarında yerleşerek Fransızlara muavenet ediyorlardı. Fran­sızların başkumandanı general Joffre Almanlar üzerine taar­ruzundan ümitvardi. Ancak Alman ilerleyişini durdurmak ka­bil olmadığından Joffre Paris'e çekilip kâfi gelmiyen beş or­dusunun yanına 6.bir ordunun tanzimine geçmişti.

 

 

 

Marne Savaşı

 

 

6. Orduyu teşkil etmeye muvaffak olan Joffre,Grand Morin ırmağı yakınlarına sokulmuş Alman ordusunun üzerine ki bu Almanların 1.ordusu idi üstlerine atıldı. Bu savaşın dünya savaşının küçük görülen fakat büyük bir dönemeci olduğu bütün askerî mütehassıslarca itiraf etmektedirler.

 

Fransızların bu saldırılarından Almanların içine girdiği du­rumu tetkikle görevlendirilen Yarbay Hentz, sadece hücuma mâruz kalan 1.orduyu değil, orada yakın yerde saf tutmuş 2. Alman ordusunu birlikte çekilme emriyle geri aldı. Böylece; pek meydan savaşı değilde, bir çekilme harekâtını pek de gevşek şekilde takibe alan Fransızların böbürlenmeye olan eğilimleri bu tarz bir takibi, meydan muharebesi kazanmış kerevetine çıkarmaları ayrı bir bahisdir ve burada Yarbay Hentz'in verdiği emirin isabeti mütehassısların tartışması icâb eder diye düşünüyorum.

 

Cihan savaşlarında Yahudi gizli teşkilatlarının saklı plânia-min böyle kördüğümlü olaylarda işin yönünü değiştirdiği pek çok görülmüştür.

 

Almanların bu çekilme hareketleri 9/14 eylül günleri ara­sında vukubulurken, Ölse ırmağı ile Verdun arasında bir hattı kurmaya muvaffak olan Almanlar karşısında, Fransıziar'da takibi bırakmakla birlikte, onlarda tâyin ettikleri hat ile 1914 senesi sonuna kadar Almanları Manş Denizine ulaşmaya en­gel teşkil ettiler:

 

İşin Osmanlı Devletini alakadar eden tarafı bu sırada Mar-ne savaşında kendini gösteriyordu. Marne mağlubiyeti Al­man efsanesini yıkmıştı. Deniz devletleriyle dâima müttefik olması gereken devletimiz, Almanya ile müttefik olma ve on­dan yana savaşa katılması hîçde yapılmaması gereken bir icraat olarak kendini gösterir, fakat kaderin önü alınamıyor. Osmanlı devleti bu savaşa girdiğini ortaya koyunca, İngilizler de Mısır ile Sudan vede Kibri sı ülkesine ilhak ederek, bizim buradaki hâkimiyetimizin sona erdiğini ilân etti. Daha sonra­da, Lozan'da biz bu yerlerle alakamız kalmadığını kabul ve imza eyledik.

 

Bu mevzuda, Mehmed Selahaddin Bey; "Bildiklerim" adlı kitabında bu işten bakın nasıl feryat ediyor: "Yine harbin ilk döneminde en mühim ve büyüklerinden olan dolaysiyla eyâ-let-i mümtaze denilen Mısır kıtasıyla, Anadolu ve Süveyş Ka­nalının kilidi sayılacak kadar mühim olan Kıbrıs Adası dahi bu yol kesici şakilerin kurbanı olarak İngilizlerce ilhak ediidi. Akdeniz'deki adalarımız, Trablusgarp ve Bingazinin, yine bunların döneminde elimizden çıkışı kaale alınırsa bu deniz­deki hâkimiyetimiz değil, varlığımız dahi nisyana gömüldü. e {^İnatçı haydut çetesinin dünya haritasındaki yerlerimizin sebeb olan bu savaşa girişleri olmuştur, dendi-

 

ğinde bir cevap gelememesi icâb eder! Bununla da bu belâ­ları görmüş nesiller, on yılda memleketi yok edenleri bir da­ha iktidar mevkiine getirmemelidirler." Demektedir.

 

 

 

İsmet İnönü'nün Tahlili

 

 

Târih; milletlerin hafızasıdır. Bazı hafızalarda bulunan bilgi­ler, o milletin târihinde yer alamazsa, o yönüyle milletin hafı­zasının bir bölümü, bütün teşekkülatıyla var olduğunu iddia edemez. Tarihçi Oztuna Bey'in kıymetli eseri "Büyük Türki­ye Târihi"nin 7. cildinde 288. Sahifede yer alan ve o zatında Türk Târih Kurumunun (TTK) yayınlarından olan Belleten adlı sürekli derginin 149. sayısından ve 2. ile 10. Sayfalan arasında yer alan ve Ocak/1974'de neşredilmiş nüshadan alınmış bu önemli bulduğumuz tahlili meâlen sayfalarımıza alıyoruz: "İsmet Paşa; bu savaşa girmemizin hiç bir mecbu­riyeti gerektirmediğini söylemekle savaşa girilişten 60 sene sonra onun gibi iyi bir kurmayın, o savaşda bizatihi çarpış­mış olması ve Yıldırım Ordularının muntazam çekilişinin gerçek sahibini dikkatle okumak gerekir diye düşünüyorum. İsmet Paşa ezcümle şunları dile getiri yor: 1.Cihan harbine biz ittihat ve terakki hükümeti zamanında girmiştik. Bizim savaşa girdiğimiz zaman Almanlar için savaş kaybolmuş kabul edilmeliydi. Moltke'den sonra Almanların büyük erkân-ı harplerinden Scihlifen de en büyüklerdendir. Savaşın plânlarını o zat yapmıştır. Plânlarında demiştirki; bu savaş olacaktır. Kazanmak için vaktiyle hazırlık yapmak ve onlar­dan önce harekâta geçmeliyiz." Dediğini hatırlatan İsmet Paşa şöyle devam etmektedir: "Alman askeri literatüründe bir tâbir vardır. Erkânı harb reisleri, kumandanlar daima bir siyasi fikir teklif edecekleri zaman o mukaddemeyi (giriş) yaparlar. Biz askeriz, devletin siyasette ne karar vereceğini

 

bilmeyiz. Selahiyetimizde yoktur. Fakat, eğer bir harbe gir­mek ihtimali varsa siyasi müzakerenin neticesi bir harbi do­ğuracaksa o harpte muzaffer olmak için bir takım hesaplara riayet etmemiz lâzımdır. Vaktiyle şu kadar zamanda bize haber vereceksiniz harbe giriyoruz diye..v.s Schlieffen'e at-folunan sözün bir maddesi şu: eğer savaş olacaksa biz harpte taarruz edeceğiz. Kuvvetimizin çoğunu büyük kısmı­nı garb'a karşı, Fransızlara karşı toplayacağız. Rusya'ya * karşı mümkün olduğu kadar az kuvvet bırakacağız. Hareket edebilirler, toprak kaybedebiliriz, fakat 1.mesele, batıda bü­yük bir üstünlükle harbi bir an evvel kazanmak lâzımdır. Belçika'ya girmekten bahseder. Oradan gidecekler, istih­kâmları çevirecekler. Büyük tahkimat var Fransa sınırında onları çevirerek Fransa'ya hücum edecekler, bunu söyledik­ten sonra adam şunu da söyler plânında: Bir an evve! Fransa'nın işini bitirmek lâzımdır garb'de. Büyük kuvvet ile Fransa'ya taarruz ederiz ve Fransa'yı amana düşüremezsek harp.dışı edip sulh talebine icbar edemezsek, durmağa mecbur olursak derhal sulh yapmak lâzımdır, şartlar ağır olabilir. Fakat harp ne kadar uzarsa ağır diye tahmin olunan şartlar daha ağırlaşır. Harbin uzamasında hiç bir fayda yok­tur. Bu plâna göre Almanlar, Fransa'ya taarruz etmişlerdir ve Fransa Almanları durdurmaya muvaffak olmuştur.

 

Söküp atamadılar, Verdun'da vs.'de dayandılar. Harp uzar sürüklenir bir mahiyet aldı. Niçin böyle oldu? Hesabını çok iyi yapmışlar kendi aralarında. Meselâ bütün kuvvetler Fran­sa'ya doğru yürüsün deniyor. Rus cephesi ihmal olunacak. Harp çıktığı zaman Rus cephesini ihmal etmek ve bir Rus istilasını geri almak, İmparatorun ve Alman hükümetinin ta­hammül edeceği bir şey değildi. Oradan plân sulandırıldı. Hem Rusya'ya mukavemet edelim hem ötekini tahrib ede­lim

 

Neyse Alman meselesini tahlil edecek değiliz. Rusya'ya karşı mukavemet tam tedafüi bir vaziyet alacakken Rus cephesinde muzaffer oldular, Fransız cephesini kaybettiler. Harb altı ayda bitecek derken 1918'e kadar dört sene sür­dü ve haikaten şartlar ağır oldu. Şimdi Türkiye'ye geliyo­rum. Almanya ile bir avrupa harbi olacak, Rus tehlikesi bi­zim için büyük tehlikedir. Onun için Almanya ile beraber bu­lunan İttihat ve Terakkinin, hükümeti zamanında da, 2.Abdülhamid zamanında da Almanya ile özel bir münasebet vardı. Demekki  1914'de seferberlik ilân etmiştik. Fakat harbe girmemiştik. Harbe girişimiz, bilirsinîzki, Yavuz (Go-ben) zırhlısının Karadenize çıkıp Rus şehirlerini bombardı­man etmesiyle emrivaki olarak başımıza gelmiştir Onun B^ edebiyatta söylenmesi âdet olmuştur. Biz 1.cihan harbe o harbi kaybolunduğu göründükten sonra girmişizdir. İttihat ve Terakki'nin ağır mesuliyeti bilhassa bu noktadan­dır. Şimdi bunun neticesi; avrupada ve memleketde her cephede muharebe ettik biz. Ondan evvel İtalya ile muhare­be ettik. Bilhassa Balkan harbini geçirdik.

 

Balkan harbi bir felâket olarak geçti. Balkan harbinde im­paratorluk ordusu tamamiylen bir çöküntü gösterdi." İsmet Paşa şu sözlerle devam ediyor: "Şimdi Enver Paşa pek genç yaşda harbiye nâzın oldu. Başlıca iki derdi vardı o za­manki ordunun. Birincisi yetişme İtibarıyla zayıftı bu sebeb-ten dolayı, ikincisi siyasete karışmıştı. Ordu yapmıştı ihtilâ­li. Genç rütbede, herhangi bir rütbede siyaset yaptıktan sonra o siyasetin ordu subayının hayatı ve ideali üzerinde başka bir te'siri vardır. Kendi mesleğinde temayüz etmek, iyilik yapmak, ufuklarını açmak için aranan şartlar başka­dır. Siyasetde bilhassa akıl vermek ve devirmek tecrübesini yapan subaylar için birinci derecede söz sahibi olmak usûlü başkadır. Siyasi meslek çok daha kolay gelir ve bir defa

 

onunla zehirlendikten sonra o ordunun ordu vazifesini harp vazifesini yapması güçleşir. Yalnız siyaset kısmında memle­ket cihan harbine kaybolmuş bir halde girmiştir. Alman im­paratoru gene siyaset adamlarının telâkkisine göre, çok kuvvetli taarruz edeceğim, içte çok kuvvet topladım, daha kuvvetim var, Rusya'nın hakkından aynı zamanda gelebili­rim diye düşünmüştür ve bu tarzda hayalle hata etmişlerdir. Bu sıralarda ben (İsmet Paşa), seferberlik ilân edilmişti ki tedavi için Yemen'den gelmiştim. Avrupa da idim. Dolaşı­yordum, seferberlik ilânını duydum, hemen İstanbul'a gel­dim. Fakat harbe girilmemişti. Harb yoktu ve benim İlk ka­naatim, harb, cihan harbidir. Bizde ne suretle, ne vakit, na­sıl başlar, bilmeyiz. Fakat bir an evvel orduyu teşkil edip, tâlim terbiyesini yapmak lâzımdır.Hiç bir zaman ben kendim harbe gireceğimize ihtimal vermemiştim. Bu vaziyetten sonra İstanbul'da bulunan Atatürk, ordu müfettişi olarak tekrar Anadolu'ya gönderildi. İstanbul hükümeti niçin gön­dermişti Atatürk'ü. şöyle izah olunabilir bu: İstanbul'da iyi niyet sahibi eski vezirler, bun lann içinde düşman vasıtası olması şöyle dursun, olmasının tasavvur edilmesi bile mümkün olmayacak temiz insanlar vardı. Fakat kendilerine itimatları yoktu ve yapılacak bir şey de göremezler. Atatürk ile diğer gün görmüş iyi niyetli devlet adamları arasındaki fark şudur: Onlar, bunun çâresi nedir, bunun çâresi uslu oturmaktır ne derlerse razı olmaktır. Vaziyeti daha ağırlaş­tırmayalım. Geçen harbten sonra ağır ithamlar altına girmi­şizdir. Bu ithamların yakışıksız, esassız olduğunu isbat et­meğe çalışalım, iyi niyetle çalışalım diye düşünürler. Ata­türk'ün görüşüne göre vaziyeti objektif olarak mütâlâa ede­lim. Hissiyat meselesi değildir bu. Kendimi ne kadar beğen­dirmeğe çalışsam benim memleketimi parçalayıp İstismar etmek fırsatını bulmuş olan siyaset adamlarına insaf vere-

 

OSMANLI TARİHÎ mem ben. O bir şeyden anlar, imkân var ise istismar ede­cektir. Hükümdarın bu siyaset cereyanlarında başlıca taraf olması ve uysal davranmak; kendimizi beğendirmek sure­tiyle bir şey koparabileceğimizi, bir şey kurtarabileceğimizi zannetmesi, felâketin başlıca sebebi olmuştur. Atatürk'de ümid müphem olarak var. Bu işin sonu nereye varacak? Bu işin sonunun nereye varacağını sonra düşünürüz. Cumhuri­yet v.s bunların hiç biri mevzûî bahis değil. Evvelâ bir muka­vemet imkânı bulalım. Bu şekilde 3.Ordu müfettişi olarak Erzurum'a kadar gitti..." Diyen İnönü sözü kurtuluş savaşı­na getirmek suretiyle, l.cihan harbine girişimizin kaybedil­diği kesin bir savaşa girdiğimizi açıkça söylememekteyse de, İttihatçıların yanlış yaptığını ifadeden de kaçınmamak­tadır.

 

 

 

1.Cihan Savaşında Ermenilerin Manciplecileri

 

 

Dünya'da topraksız kalmış kavimlerin arasında ikiden biri olan Ermeniler; Çarlık Rusyasının târih sahnesinden yok ol­ması sonrasında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Bol­şeviklik propogandasından mütehalli olarak, bir peyk devlet kurma şansını yakalamışlardır. Ancak bu yeni devletin top­rak mesahası 29 bin kilometrekare olmak hasebiyle, Bolşe­vik ülkelerin en küçüğü olarak teşekkül etmiş oldu. İkiden diğer bir ise; Yahudiler olup, onlarda 1948 de devlet oldu.

 

Ermenileri; sırasıyla Çar Deli Petro'dan beri kendi amalle­rine kullanan emperyalist devletlerin, ki başında Rusya, İn­giltere ve Fransa gelmiştir. Sonunda bu emperyalist devletler kendilerine aid menfaatleri devşirdilermi manipüle ettikleri Ermenileri satıverdiklerini bilmek için derin bir tarih bilgisine ihtiyaç yoktur. Bu ifademizin doğruluğunu bizatihi Ermeni diasporası, yâni Erivan'ın başkent olduğu Ermenistan dışında yaşayan çokça kalabalık ve dışarı da Ermenistan'ın ekono­mik şartlarının pek fevkıinde hayat süren ve bu minik devlet­çiklerine yardımlarıyla, dünya siyaset arenasında şöhretin merdivenlerini tırmandırıp, hayallerinde yaşattıkları Büyük Ermenistan hülyasını kuvveden fiile çıkarabilmek için nice sakîm yollar aramakta olduklarını gösteriyor.

 

 

 

Bunlar Türkiye'ye Düşmandır!

 

 

Yukarıdaki başlığa ilâveten Ermenilerin, İslama düşmanlı­ğını belirtmek gerekir. Zâten Türk dendiğinde, bütün hristi-yan âlemi müslümanhğı aklına getirir. Çünkü; Müslümanlık ve Türklük,et ve tırnak gibidir biribirinden ayrılamaz. Dolayı­sıyla düşmanlikdada bu hususda hem Türk'ü hem de müslü-manı hedef alır ve almıştır. Ermeniler'in aziz milletimize taar­ruzlarını, bu taarruzların meydana getirdiği kanlı ve fecî olay­ları,-zaten hakkımızda peşin hüküm sahibi ehl-i salibe duyu­ramadığımızı kimse iddia edemez. Çünkü; garb dünyası, şark dünyasını seyyahları, şarkiyatçıları ve oryantalistleri va­sıtasıyla olayları kemâliyle bildikleri halde, inançları ve ülke­lerinin menfaatleri istikametinde ahalisine nakl ve tasvir ey­lemişlerdir. Dolayısıyla avrupa efkârı umumiyesi, hâttâ Ame­rika kıtasında yaşayanlar gerçeğe muttali olamamışlardır.

 

Nizamettin Nazif Tepedelenlioğfu meşhur "Komitacılar" adlı mufassal eserinde, Topal Tevfik Bey'e ki, Mahmut Şev­ket Paşanın katlinde fiili müeesir rol oynayan bir kimsedir ve mezkûr hadiseden dolayı idam sehpasında bu adam dünya­dan ayrılırken şunları söyledi, söyledikleri de çıktı der. Topai Tevfik; İttihatçılara memleketi batırıyorsunuz! Diye bağırmış­tı. Evet.. Memleketi hatırdılar. Bir de; hepinizin sonu benimkine benzeyecek! Diye avaz avaz haykırmıştı.. Diye nâkilde bulunur.

 

İttihatçılar; koskoca Osmanlı devletinin hükümeti olduğu­nu unuttular veya ne olduklarını bilemediler ve eğer Ruslar ile savaş çıktığı takdirde, Ermenilerin tarafsız kalmasını te­min için Taşnaksutyun komitesi ile antlaşma imzaladılar. Bu haydut çetesi, çeteden de bir farkı olmayan İttihatçılardan al­dığı destur ile 1914 senesinde, temmuz ayında Erzurum'da yaptıkları 8. kongresinde katılanlara kabul ve tasdik ettirmiş­lerdi. Ama Taşnak-sutyun komitesi mensubu Ermeniler Rus kuvvetlerine bilfiil öncülük ediverdiler. Ermeni cibilliyetine uzak olmayan kalleş ve döneklik sergilendiğini gören İttihat­çılar, haliyle yapılan antlaşmayı tanımaz oldular.

 

Yukarıda Topal Tevfik bey'e ait sözler, bir bir çıktı diyor N.Nazif Tepedelenlioğlu; Talât Paşa (eski sadrıazam), M.Said Halim Paşa (eski sadrıazam), Cemâl Paşa, üçler komite sin­den Dr.Bahaddin Şâkir, Polis müdürü Azmi bey, hâin ve kal­leş Ermeni komitacılarının yaptıkları silahlı saldırılarda ha­yatlarını kaybettiler. Ermeniler; Talât Paşa'yı şehid eden So~ ğomon Tayleryan'in cinayet davasında sözde Büyük Erme­nistan davası gütmeğe çalıştılar. Militanlarını kurtarmaya muvaffak oldularsa da, davalarını Berlin'deki mahkemenin uyanıklığı sayesinde ispata muvaffak olamadıkları gibi, dün­ya efkârı umumiyyesi huzurunda sahte belegelerle tarihi tah­rif etmeye çalışırlarken cürm-ü meşhut oldular.

 

Mıgırdıç Yanıkyan adlı seksen yaşındaki vahşi katilin baş­lattığı intikam savaşı ile nice değerli elçi ve diplomatımızın ve aile efradının hayatına kıydılar. Maalesef dünya bunları görmezlikten geldi. Biz bu günü ortaya koyduğumuzda, on­lar her ülkenin yapmasının isabet olduğu tehciri bir suç yap­mışız gibi önümüze koymaktan haya etmediler.

 

 

 

Ünderholm Ne Diyor?

 

 

Elektronik postama sayın M.Arif Demirer adlı bir beyefen­di, benim çok yararlandığım ve sizleri de müstefid kılarsam faydalı olacağına inandığım ve aşağıda hülasa etmeye çalı­şacağım malumatı lütfetmişler. Târihi bir vak'a olduğundan eserimize alıyoruz.

 

Arif Bey soruyor; "3/ağustos/1914-27/mayis/1915 târi­hinde doğu ve güneydoğu da cereyen eden, vak'aları incele­yen İsveçli tarihçi, Jonas Linderholmu okudunuzmu?"

 

Nerde! Adını yeni duydum. Linderholm; 27 sahifelik bir makale yazmış. Bu zat Doğuanadolu ve Azerbaycan'da 1.dünya savaşı esnasında Asûrîler ve Süryani ler" mevzu­unda. Linderholm; İsveçli ve bir lisede târih öğretmenliği yapmaktaymış. Diyormuş ki: "olaylardan bu tarafa geçen yıl sayısı çoğaldıkça, ölü sayısında hayli ilâveler yapılmaktadır. Aşağıdaki olayları dengeli olarak vermek amacıyla yazmış bulunuyorum. Meselâ: bir süryani protestan olan Süleyman Bostani, 1912'de kısa bir süre Osmanlı devletinin hariciye vekilliğini yapıyor. 1914'de kabineye Ticaret Bakanı olarak giriyor. Bu kabinenin sadnazamı daha sonra ermeniler tara­fından Roma'da şehid edilecek olan M.Said Halim Paşadır. Bu Süleyman Bustani ancak" 12/kasım/1914 de jöntürkle-rin savaşa girme kararı alması üzerine bu kararı protesto için bakanlıktan çekilir.

 

Linderholm Stokholme 40 km. mesafede bulunan Soder-tal de yetmişsekizbin nüfusu olan bir şehir ve bu şehirde ya­bancı sayısı otuzbindir. Bunun onbeşbini Süryani olup Midyad kökenlidirler. Linderholm başka bir malumatı şu sözlerle bize aksettiriyor: "Rus birlikleri ve Ruslar tarafından eğitime tâbi tutulan ermeni gönüllü güçleri, 1914 sonbaharında (Diruzhına) Albak ilçesine girdi. Rusların büyük saldırısı Erzu­rum vilâyetinin kuzeyinde gerçekleşti. Enver Paşa târihler 27/aralık/ 1914'ü gösterirken Sankamış'daki Rus mevzîlerine hücuma geçti. Mağlub oldu." ve yine şunları söylemek-te Lindelholm adlı tarih öğretmeni: "24/ nisan/1915 de İstanbul'da hükümet 2354 Ermeni ileri gelenini tevkif etdi. Taşnaklar ve diğer Ermeniler fiilen Rus ordusuna yardım et­meye başlayınca, hükümet Taşnaklarla yapmış olduğu ant­laşmayı bozmaktan başka çâresi yoktu."

 

Yukarıda nakleylediğimiz ittihatçılar ile taşnaksutyun ara­sındaki antlaşmayı ve ademi muvaffakiyeti de böylece doğ­ruluyor Lindelholm'un beyan ettikleri! Devam edelim Lindel-holm'e;

 

"25/mayıs/1915 de hükümet; Erzurum, Van ve Bitlis'de-ki Ermenileri, Haleb, Şehrizur ve Musul'a sevketmeye karar verdi. Çünkü; batı'dan doğu'ya asker gönderemeyen devlet buraları Rus, ermeni ve onlarla beraber isyan eden Süryani­lere bırakmıştı." Lindelholm, şunları söyleyerek batı adına namuslu olmayı hatırlatıyor:

 

"ittihatçıların elindeki hükümet, doğu bölgesindeki aske­rin azlığı ve otorite boşluğu karşısında İstanbul'daki erme-nilere dokunmamakla birlikte, isyan bölgesi ve Osmanlı hu-dudları civarında yaşayanlara tehcir,yâni ülkenin başka bir bölgesinde iskân kararı alıyor ve de bu bölgelere nâkile baş­vuruyor. Ancak bu hâl sürgün olarak telakki edilmemelidir." Demekte Lindelholm. Ve yine devam etmekte: "2/ocak/ile 24/mayıs/1915 tarihleri arasında dörtbin kadar Asurî'nin, misyoner merkezlerinde çeşitli hastalıklardan öldükleri he­saplanıyor. Bu rakkama Rusya'ya kaçarken yolda ölen bin kişiyi daha eklemek mümkün"

 

Jonas Lindelholm tetkik ettiği başka bir kaynağa bizi gö­türüyor: "The Macmillan Dictionary'de yer alan bilgiye göre ermeni olmayan yüzyirmibin sivil 1914 yılı kasım ve aralık ayında Ermeni çeteler tarafından Öldürüldü." (Başka bir de­yimle tehcir kararından önce ermeni çeteler yüzyirmibin Türk ve Kürdü öldürmüş oluyorlar. Böylece hükümetin tehcir kararını alması bu hadise münasebetiyle, her devletin yap­ması gereken tedbire tevessül olarak telakki olunmalı.m.h)

 

 

 

1.Cihan Harbi Hakkında Malumat

 

 

Bu savaşın dünya'da çok büyük siyasi değişiklikler getir­mesinin görüldüğü gibi, her alanda, araştırma ve geliştirme­ler dünyanın bir çok keşif ve kolaylıklara çok çabuk ulaşma­sını sağla di dersek hiçde yalan söylemiş olmayız. Fakat av-rupa ve asya topraklarında meydana gelen fikri değişim, müslümanlar arasında ırkî yaklaşımlar ve hilafet otoritesinin sarsılması, savaş esnasında İttihatçıların, Sultan Reşad'a yaptıkları baskı üzerine cihad-ı mukaddes ilânını yayımla­masını ve ümmetin bu cihad ilânı ve fetvasına lakayt kalma­sı bu yüce müesseseninde yıpranmasını sağladı ki manen büyük bir kayıptır. 1.Cihan savaşındaki görülen savaş aletleri modernizasyonu,daha sonra husule gelecek savaşın müthiş-ligini işaret etmesine rağmen insanlar bundan mütenebbih olmamış, 1.savaştan sonra ikinciyide çıkarmışlar ve bunun müsebbi olanlar en çok şikâyetçi bulunanlar arasında yer al­mışlardır. İnsan kayıpları l.harble mukayese edilemeyecek kadar yüksek olduğu gibi, maddi ve kültürelkayıplar bilhas­sa insan haysi yeti haylice zedelenmiştir. Birinci Cihan Harbi, neticesi itibarıyla, Almanya-Avusturya imparatorluklarını, Rus Çarlığını ve nihayet Âl-Î Osman devletini târih sahnesin­den aşağıya yuvar lama vazifesini görmüştür. İslâm âlemi devlet-i şahanenin sükût bulmasıyla imamesi kopuk teşbih daneleri gibi dağılmış ve hilafetin ipi, ittihatçıların fonksiyo­nunu ifa edemeyeceğini bile bile ısdar eyledikleri cihad fet­vasını, yaralamak suretiyle çekilmiştir. Osmanlı münevverle­ri ve yeni rejimin entelleri hilafet Türke yük olmuştu gibi ya­veler yumurtlamaktan imtina etmemişlerdir.

 

Milletimiz halk arasında ifade edilen biz yedi cephede dö-ğüştük sözleri doğrudur. Hakikatte 1916'dan sonra hudutları­mız dışında üç, ülkemiz toprakları üzerinde dört cephede çarpıştık.

 

Fakat; Çanakkale savaşları dünya harp târihinin kaydettiği en müthiş bir savunma harbidir.

 

Bunu dost da, düşman da yerinde ifadelerle kabul ve be­yan etmektedirler. İçlerinde siyonizmin temsilcisi olarak, sembolik bir kıta ile katılan yahudilerin bile yer aldığı düş­man İngiliz sömürgelerinden getirilmiş müslüman askerler ile de takviye edilmişti.

 

Cephede saldırdığı, düşmanının Delail-i Hayrat okuduğunu duyan düşman ordusunun müslüman askerleri kahrolmak­taydılar. Bulut içinde atlarıyla birlikte bilinmezlere gark olan düşman ordusunun Norfolk taburu adı verdikleri askerlerden hiç bir iz kalmaması, sahib-i hakikat Allah (c.c)'ün Osmanlı İslâm ordusuna bir yardımı olarak telakki edilmesi hiç de yanlış olmaz.

 

Osmanlı'nın 34. Padişahı 2. Abdülhamid Hân'ın kurmuş olduğu mekteplerden mezun olmuş bütün zabitlerimiz, Ça­nakkale savaşlarında vazifeler almışlar ve büyük başarılara imza atmışlardır. Düşman bu savaşların sonunda münhezim olarak boğazdan çekilip gitmiştir. Bu muhteşem olayı en in­ce teferruatına kadar, iki eser terennüm etmektedir ki, bunun ilkini Çanakkale savaşları esnasında Avrupa'da olmasına rağmen, savaşın içindeymişcesine "Çanakkale Şehidlerine" diye kaleme alıp, ünlü "Safahaf'ında neşreden Mehmed Akif Bey'dir ki ikincisi de, "Çanakkale Mahşeri" adını verdiği ve onbeş yıl göznûru döküp, milyonlarca belge ve yazıyı oku­yup, savaş alanını, avucunun içinden daha iyi tanımayı ba­şarmış ikinci bir Mehmed, Dr.Mehmed Niyazi Özdemir Beye­fendinin değerli eserinden okumanızı salık vermeyi bir hiz-rnet'i diniye ve vataniye olarak telakki ediyorum.

 

Osmanlı ordusunun savaştığı cephelerin Kafkas Cephesi, Irak Cephesi, Sina/Filistin Cephesi Bunlardan kafkas cephe­si, plânlanan vaziyete göre, ortaklarının yükünü hafifletmek için, yâni Almanya, Avustırya, Bulgarya ve İtalya'nın sıkıntı­larını azaltmak için Romanya ve Bulgaristan üzerinden veya-hutda Karadenizden çıkarma yaparak, Kafkasya'da Çar or­dusuna, Süveyş kanalında da majestelerinin İngiltere ordusu­na taarruz etmesiydi. Ayrıca İstanbul boğazı da buna dahil idi. 900 bin kişilik 4 adet Osmanlı ordusunun 1. Ve 2. Ordu­ları boğazlar bölgesinde, 3.Ordu Kafkas cephesinde, 4.Ordu Filistin ve Suriye'de, ayrıca da İran ve Afganistanı sürükle­mek suretiyle de, Hindistan'a akın yapmak için Basra'da Irak bölge komutanlığı kurulu vermişti.

 

3.Osmanlı ordusunun Sarıkamış/Erzurum istikametinde 3.ordumuzun 190 bin kişilik mevcuduyla 6/9kasım günleri 1914'de Köprüköy savaşı vukubuldu. Peşinden Sarıkamış'da 22/Aralık/1914'de Ruslara taarruz ederken başlarında Enver Paşa bulunuyordu. 112 bin kişilik bu ordu bilhassa soğuktan mütevellid donma yüzünden 60 bin kayıbla perişan oldu. Bu askerin kısm-ı azamı kıyafeti milliyeleriyle bu iklimde kulla­nılan Arabistan askeri olması bu hava şartlarının insanı ol­madığından bu kullanımı daha sonra ırkçı görüşlere sahip olanlar bir kasıt olmak üzere vasıflandirmışlardır ve bilhassa şarkiyatçılar Arablar üzerinde bu vak'ayı Osmanlı aleyhine yorumlama yolunu seçmişlerdir. Osmanlı düşmanlığını kö­rüklemişlerdir. İleride, 4.Ordu Kumandanı Bahriye eski nâzın Cemâl Paşa'nın Suriye'deki görevleri esnasında bu ırkî yak­laşımın doğrulanmasına uygun davranışlarla şöhret bulduğu unutulmamalıdır.

 

İrak Cephesinde 1914'de Basra körfesi petrol sahasını eie geçirmek isteyen İngilizlerle karışık Hint tümeni üç aşamalı bir hareketle 15/Ekim'de Bahreyn, 23/Ekim'de Fav'a asker çıkaran istilacı güçler, 23/Kasım'da Basra'yı kendilerine ram ettiler. Yerli Arapların %90'ının teşkil ettiği 38.tümen neferle­rinin çoğu firarı tercih ettiğinden ciddi bir karşı koyma göste­remedik. Böylece İngilizler Ahvaz'ı ele geçirdiler.

 

Sina/Filistin cephesi veya Kanal harekâtı da dediğimiz bu cephe için önce Osmanlı genel ka rargâhında, Almanya'nın İstanbul b.elçisi Baron Valkenhaim, Alman amirali Suşon'un-da katıldığı toplantıda Mısır üzerine bir hareket uygun bulun­du. Bunun maksadı milletler arası bir şirketin idare ettiği Sü­veyş Kanalına sahip olmaktı. Bizim 4.Ordu bu işe tahsis olundu. Harekâtın târihi 1914/Ağustosunda karar altına alın­dı. Karara göre harekât, Kanalı tam ortasından geçmek ola­cak ve en uygun zaman dilimi Aralık ile Ocak ayı olduğun­dan ittifak hasıl oldu. Bütün hazırlıkları 20 bin mevcud için yapıldı. Su dahil bütün ihtiyaçlar gözönüne alınmıştı. Suri­ye'nin savunmasına ise 45 bin kişilik bir kuvvet ayrılmıştı. 14/15/Ocak/1915'de yürüyüşe başlandı. Yarbay rütbesinde-ki Ali Fuad (Cebesoy) bu yürüyüş harekâtını idare ediyordu. As kuvvetler altı gece yürümek suretiyle kanalın elli kilomet­re doğusundaki Harba'ya geldiler. 27/Ocak'da ise Mümtaz Bey ve emrindeki birliklerimiz Kantara'ya geldiler ve İngliz-lerle savaş başladı. İngilizlerin uçakları bu arada devreye gir­di ve bombardımana başladığı gibi müessir oluyordu.

 

Arab askerlerinin bir kısmı firara başvurdular. Bu sırada 4.Ordu kumandanı Cemâl Paşa'da bölgeye gelmiş harbi ya­kından takibe başlamıştı. 3/Şubat/1915'e gelindiğinde Ce­mâl Paşa çekilrie emrini verdi başlayış saatini karanlık ba­sınca diye tâyin eyledi. Çekiliş o kadar sessiz yapılmıştık!, İnglizler, 4/şubat sabahı karşısında Osmanlı askerini göre­meyince şaşkınlıktan gözlerine inanamadılar. 2.Kafkas cep­he cephe harekâtı ise Tifüs hastalığının Erzurum'da zuhuru ve orduyu sarması hâttâ Hafız İsmail Hakkı Paşa'nın dahi bu salgın sonunda ölümü vukuubuldu.

 

Bu arada da Nisan ayında Ermenilerin sabotaj ve silahsız ahaliye saldırıları başladı. Bu yaygın Ermeni davranışları, bir tehciri gerektirdi ve bunların Suriye ve Kuzey Irak'a yerleş­melerine gayret edildi. Ruslar Van ve Malazgirt üzerinden yü­rürlerken, Ermeniler bu birlikler içinde bir kasap gibi yer alı­yorlar, yaptıkları soykırım ve gösterdikleri vahşet müttefiki oldukları Moskof'u bile çileden çıkardı. 22/Temmuz/1915'de başlayan Osmanlı kuvvetlerinin mukabil taarruzu bunlara büyük kayıplar verdirdiğinde Karaköse'nin Kuzeyine sürül­düler. Van ve Malazgirt bu arada istirdat olundu yâni kurtarıl­dı.

 

Irak cephesinde 12/nisan/1915'de Süleyman Askerî Bey ki bu zat, teşkilât-ı mahsusanın önemi büyük kimselerinden-di. Basra'yı istirdat için yerli asker ve aşiretlerin verdiği mu­haripleri toparlayıp Şuaybiye'de İngilizlerle dövüştü, iyi bir eğitimden geçmemiş derleme birlik dağılı verdi. Bunun üzeri­ne Kut'ülamare'ye çekilindi. Burayı da ele geçiren General Tovsehend oradan Bağdat'ı almak iştahıyla sıcak dönemi geçirdikten sonra Eylül nihayetinde Dicle vadisi civarında Selmanpak'a ve Fırat vadisinde de Nasırîye'ye sokuldu. Bu­rada yeniden tanzim edilen 45.Osmanlı tümeni, Seîmanpak'a yetişti pek kanlı bir savaştan sonra 26/Kasım/1915?de İngilizler çekilmek zorunda kaldı. 8/Aralık/1915'de General Tovhesend Osmanlı birliklerinin muhasarasına maruz kaldı. Buradaki kuşatma beş ay gibi uzun bir zaman sürdü ve Tovshend 23/Nisan/1916'da 13 bin savaşçısı ve kendi dahil beş generalle birlikte teslim oldular.

 

İngilizlere yardım için görevlendirilen Rus birlikleri ki süva­ri tümeniydi bunlar, İran'ın içinden geçip, Bağdat'ın kuzeydo­ğusundan Hanikin mevkiine geldiği öğrenildi. Buraya sevk olunan 13.Kolordumuz, önüne kattığı Rusları İran'ın Hame-dan bölgesine kadar püskürttü. Daha sonra Kazvin'de İngiliz­leri iyice ezme plânları yapılırken, gücünü 95 bin kişiye yük­selten İngilizler tabiiki 17 bin mevcudlu Osmanlı birlikleriyle ezilemezdi. Nitekim Felahiye bırakıldı peşinden de 11/Mart/l917'de bahse konu İngiliz birlikleri Bağdat'ı işgal ettiler.

 

Sina/Filistin cephesinde 2.Kanal harekâtı hazırlıkları baş­lamışken, Mekke Şerifi Hüseyin isyan etmişti. Bu adamı Ab-dülhamid dâima dersaadetde tutmuş bölgesine göndermez ve de hiç itimat etmezdi. Avlonyalı Ferİd Paşa, 2.Abdülha-mid'den Şerif Hüseyin'e hiç iltifat edil- mediğinİ dile getirdi­ğinde padişah yeteri kadar alakalandığını söyliyerek mevzu-yu kesmişti İttihatçılar ise baştacı yapıp onu Hicaz'a gönder­mişlerdi.

 

Hüseyin'in bu isyanlarını teskinle 4.ordunun bazı birlikleri vazifelendirilmişti. Hicaz Krallığını ilân eden Hüseyin tabiiki bunu İngilizlerin himayesine güvendiğinden yapmaktaydı. Bu arada Seyid İdris'de Asir'de ayaklandı, Yemen ise İmâm Yah­ya'ya bağh kaldı. Bu arada da 7.kolordu lojistik bakımdan destek görememekte, Anavatan'dan uzak ve yardım göre­mez durumda kalmıştı. Buna rağmen 7,kol-ordu bütün zor şartlara rağmen Medine-i Münevvereyi, Asİr'in Kuzey bölü­münü ve Yemen'i savaşın sonuna kadar kontrolunda bulun­durmaya muvaffak oldu. Teslim ancak 23/Ocak/1919'da yapılan Mondros mütarekesi sonunda oldu. Hemen belirte-limki, 1917/Şubat ayında Hicaz seferi komutanlığına M.Ke­mâl Paşa'nın atanmak üzere geldiğini görüyoruz. Paşa, vazi­yete bakıp, buranın savunulmaya değil, boşlatılmaya ihtiyacı olduğunu ileri sürdüğü görüldü. Enver Paşa tarafından da kabul edilen bu fikir, mânevi bakımdan uygun olmadığından tatbik edilmedi. Fahreddin Paşa'nın İki Cihan Serverinin hu­zurunda, "Seni bırakamam Ya Resulellah" feryadı buna ye­terde artar bile. Ancak Mustafa Kemâl Paşa'da bu göreve tâ­yin olunmadı

 

1.Dünya savaşının sonunda 1908'de ilân edilen meşruti­yetten sonra Osmanlı devleti büyük bir çalkantıya girdi. Sul­tan Hamid'i tahtdan uzaklaştırdıkları, 27/Nisan/1909'dan sonra bu çalkantılar bir felâkete dönüştü. İki balkan harbi es­ki payitaht Edirne'nin düşman eline geçişi, yapılan Bulgar mezalimi, sonunda cihan harbi geldi çattı.

 

Enver Paşa'nın uyguladığı ordu içi tensikat ve tekaüdliğe dâir icraatlar yapmak suretiyle gençleşmiş bir zabıtan kadro­su kurdu bununla girilen cihan savaşı, Ruslar ve Yunanlılar hâriç elli yıldır savaşmamış dolaysıyla yıpranmamış avrupa devletleriyle yapılmaktaydı. Bizim 12 bin kilometre uzunluğu olan hudut boyumuzda, Rus, İngiliz, İtalyan, Bulgar ve Yu­nanlıların doğrudan doğruya, diğer düşman devletlerin de dolaylı saldırılarına hedef olmaktaydık. Bu çok geniş alanın haylice fazla bölümü ne tren nede modern yollara mâlik ol­mayıp, bîr çok yerinde nakliye deve ve eşeklerle yapılı yor­du. İklim ise hayli değişik, ülkenin bir tarafında sıcaklar hü­küm sürerken, diğer tarafında asker melbusat yetersizliğinden ve havanın soğukluğundan donarak şehadet şerbetini içiyordu.

 

Azınlık ve ırkî ayrılıkları 19.asırdan sonra daha te'sirli ola­rak yaşamak mecburiyetinde kalan Osmanlılar, bağımsızlık arzularını yeşerten bu tuzağa düşmüşler* Kürtlerde dâhil bağımsızlık derdine düşmüşler bunda başarının Osmanlı or­dularının mağlubiyetine bağlı olduğunu temenniye kadar gi­denler olmuştu. Hâttâ İngilizlerin, desteği ile Molla Mahmud Barzenci, Süleymaniye'de bir Kürt devleti husule getirmişti. Arnavutlar'da bunlardan geri kalmamıştı. Ermeniler ve Rum Pontus devleti çalışmaları yapılmakta idi. Osmanlı ordusu yedi düvele sekiz cephede verdiği mücadeleyle dünya savaş târihinde bir ilke imza atmıştır. Bunlar Kafkasya, İran, Irak, Sina, Suriye. Çanakkale ve aynı günlerde Galiçya ve Ro­manya'da olmasıdır.

 

Şimdi "bu savaş İle alakalı olarak aşağıdaki bilgi ve dokü­manları tetkikinize sunuyoruz. Bu beyanın Sultan Hamid'İn şifre kâtibi olan Mehmed Selahaddin Bey'in mütalasi olduğu­nu da zikretmiş olalım.

 

 

 

Almanlar Galip Gelselerdi

 

 

Almanya ile ortak olarak girdiğimiz savaşda maazallah bunlar galip gelseydi, ülke bunların esiri durumuna düşüp, hududlarımıza bir zarar gelmeyecek olsa bile vatanın ev­ladından bir haylisinin kaybolduğu gerçekleşecekti. Ayrıca da milyonlarca lira borca gireceğimiz kesindi. Bizim görüşü­müz ise, İngiltere devletinden bizim istiklâl~i tâmmemizi ve mülkümüzün bütünlüğünü temin edecek vesikayı istihsal edip, savaşda bitaraf kalmayı tercihdi. Ancak çok mecbur kalındığında ise İngiltere ve müttefikleri yanında harbe iştirak etmek doğru olurdu. Bu düşünceye kasten hiç yanaşmayan ittihatçılar bu yüzden de asla yakalarını bu fecî me'suliyetten sıyıramazlar. Turan sevdasının ham mey vesiyle milleti iğfal eden bu caniler bölüğü, "Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olduk" darb-ı meseli gereği vatanımızın kısm-ıâ-zamını kayıp ettirmişlerdir.

 

Böylece de muazzam ve muhteşem Osmanlı Devletinin parça parça olmasına sebebiyet vermişlerdir.

 

Biz; ülkemizde çok konuşulan Arab ihaneti üzerine, yuka­rıda geçmiş bölümlerde temas etmişizdir. Şimdi, Cemâl Pa­şanın bu hususdaki davranışlarını ortaya koymaya çalışan ve bunu efkâr-ı umümiyeye tamim eden Şerif Hüseyin'in bu tamimini hâvi beyannamede yukarıda adı geçen zâtın "Bil­diklerim" adlı eserinden Osmanlicadan sadeleştirilerek ve lâ-tinize edilerek alınmıştır.

 

 

 

Hicaz Meselesi - Şerif Hüseyin

 

 

Mekke-i Mükerreme Şerifi devletlü, siyadetlü Şerif Hüseyin Paşa hz.Ieri ittihatçı reis erinin bilinen zulümlerinden bizar olan Hicaz ahalisini kurtarmak için kıyam edip, bütün İslâm âlemine hitaben aşağıda tercümesini vereceğimiz iki arabça kıta ile Hicaz'ın istiklâlini ilân edip kendini Hicaz Meliki unva­nı altında tanıttıktan sonra bu ittihat ve terakki cemiyeti yü­zünden devlet-i Osmaniye'den ayrılmıştır.

 

"Mekke-i Mükererrie Emirî devletlü siyadetlü Şerif Hüseyin Paşa hazretleri Tarafından Neşrolunan Arabca birinci beyan­namenin suret-i tercümesidir"

 

 

 

Bismillahirrahmanirrahim

 

 

İhvanı müslimiyne umumî beyannamemizdir: ''Rabbena iftah beynena oe beyn kavmina bilhak ve ente hayr elfâtl-hin"

 

Târihe vakıf olanlarca malumdur ki; istâm camiasının tev-hid ve takuiyesi maksadıyla islami emir ve hükümlerden olarak deolet-i âliye-i Osmaniyeye ilk önce tâbi olmayı kabul edenler Mekke-i Müfcerreme emirleridir.

 

Selatini alî Osman padişahlarının (Kitabullah) ve (sürtnet-i Resulellahı) icra ue tenfiz ahkâmı hususundaki temes-sükleri ve bu hususda ifna-i vücud etmeleri (kendilerini he­lak edercesine gayretleri) dolayısıyla geçmişdeki emirler tabi olmağa devam ettiler. Hâttâ 1327/1909 senesinde bizzat arablaraan teşkil olunmuş bir kuvvetle arab üzerine hareket ederek devlet-l âliyenin şeref ve haysiyetini muhafaza için ibahenin muhasara etmesinden kurtarmaya çalıştım.

 

Ertesi sene aynı maksadla oğullarımın birisinin kumanda­sı altında olarak o hareketi yapan* ve herkesçe bilinen ue görülen yüce yoldan ayrılmadım. İttihad ve terakki cemiyeti­nin zuhuru ile umûmu devlete el koyması ve kötü idaresi se­bebiyle içde ve dış da, karışıklıkların çıkışına yine herkesin bildiği gibi birçok savaşa sebeb olduğundan devletin büyük­lük ve şerefini haleldar etmiş hele şu son savaşa lüzum yok­ken girmesi de devleti toprağa görmekten başka bir şey ol­mayıp, izaha dahi lüzum yoktur. Bu yapılanların ne gibi de-nî bir maksadla yapıldığını izaha, hisslyat-ı hâsenemiz mâni olduğu gibi umumî ehl-i islâmın, islâm devleti hakkında fü­tur getirip yeis ve kedere düşmüş olduğunu görmek isteme-diğimizdendir.

 

Bekaİ memalik de kalan müslüman ahali ve garyi müs-limlerin bir kısmını asmak su etiyle idam diğer kısmını va­tanlarından nefyedip, Osmanlı ile alakalı rabıtayı kaldırıp herkesi canından ve malından mahrum bırakmışlardır.

 

Arazi-i mukaddese ahalisinin bu son savaş sebebiyle; için­de bulundukları sıkıntı o dereceyi bulmuştur ki; mutavasıtı hâl (orta halli) olan bir insan evinin kapı ve pencerelerini bü­tün eşyasını sattıktan sonra taam tahtalarını (yemek sofrala­rını) dahi satmağa mecbur olmuşlardır.

 

İttihatçılar bu kadarını da yeterli görmiyerek saltanat-ı se-niyei Osmaniye ile bütün müslümanlar arasında rabıta sebe­binin yegânesi olan "Kitabullah" ve "Sünnet-i Seniyye"yİ ihlâle tasaddi (teşebbüs) edip İstanbul'da sadnazam ve şey­hülislâm ve ulema ve vezirler ile ayan gözleri önünde intişar eden "İctihad Gazete"si Siyer-i Nebevî'yeyi şen'î tâbirlerle tahkirden çekinmediği gibi itirazlara uğramadığından cüret alarak Nusüs-u Kur'ânî yeyi kaldırmaktan çekinmemiş "el-zikr misi haz Ula nasibiyn" âyeti kerimesini istihfaf (alay) ederek tesavi-i mirası (mirasda eşitliği) terviç eylemiştir.

 

Bunlara zamlmeten islâmın beş rüknünden büyük bir rüknünü yıkmaya kalkışmışlardır ki: güya Rus ordusu kar­şısında harb eden askere benzetilmek üzere Mekkei Mükerre-me de ve Medine-i Münevvere de ve Şam da bulunan islâm askerinin Ramazanda oruç tutmamaları lüzumunu delillerle bu babdaki "femenkâne minküm mariyzan ev âla sefer" âyet-l celilei sahhasını tahrifden ve buna benzer bir çok esa-sat-ı islâmiyeyi yıkmak ve münkeratı seçmekden çekinme­mişlerdir.

 

Şevketli Sultan-ı muazzam hz.lerinin bütün hukukunu gasb ile mabeyni hümayunlarına (sarayına) bir başkâtip ve bir başmabeynci seçmekden menettikleri gibi ammei müslimiynin işlerine bakmak hakkından mahrumiyetle hiafetten ıskat etmişlerdir ki bütün müslümanlar bu şen'i yelten uzakdırlar.

 

Bu seran, gayri meşru işler karşısında hüsn-ü teuilleriyle cahillikleri tahmin olunamaz. Âlemî islâm İçine tefrika ue ih­tilaf tohumları eklemek maksadıyla yapılıyordu.

 

Osmanlı devletinin işlerinin idaresi Enver Paşa, Cemâl Pa­şa ve Talat bey (Paşa)'in ellerine geçtiği sırrı meydana çıktı­ğında her şey artık onların tasvibine bağlı olduğu görülmüş­tür. İstediklerini yaparlar, dilediklerini işlerlerdi.

 

Buna en basit delil, Mekke şer'ı mahkemesi kadı'sına ge­len bir emir de, kadı huzurunda şehadetleri isimleri hakimde yazılmayan tezklyenâmelerin kabul edilmemesini istemekte-dirki: Sure-i Bakarada apaçık "tezkiyei beyn el müslimiyn" keen lemyekün sayılmıştır.

 

Bunlar bir tarafa arabların fazıl ve islâm büyüklerinden: "Emir Ömer el Cezain, Emir Arif el Şihabi, Şefik bin el Müeyyed, Şükrü bin el Aslı, Abdülvahhab ve Tevfik bin el Bisat, Abdülhamid el Zöhravî, Abdülgâni el Arüsî" gibi ze­vatı bir anda asarak idam etmeleri en katı kalbe sahip olein kimselerce bite yapılması zor görülen bu işi yapmada bir nev'i özür bulsak bile her türlü cinayetden ari ve beri olan umum aile efradının kadın ve erkeğinden en küçük çocukla­rına varıncaya kadar; vatanlarından, sürgüne gönderilmek sureüyle musibetleri üstüne daha büyük bir musibet ilâve olunmasına ne mâna verilir?

 

Aile reislerinin her ne ile olursa olsun idam edilmeleri ce­zası tahribine kâfiyken ikinci defa cezalandırılmalarında mâ­na bulunmadığı pek aşikârdır "ve lâ tezirue ezret ve zer ahra" âyeti celîtesi kafi bir delildir. Hadi bu ikinci cinayetide bir mazeret-i siyasiyeye atfedelim. Reislerini kaybeden ailele­rin mal ve mülkünden yapılan müsadereye ne demek icâb eder? Bu efâl ve harekâtta tahammül etsek bile meşhur rnü-cahid "Emîr Abdülkadir elCezairî"nin kabrine yapılan ha­karet ve pislemeler ne mâna bulunabilir?

 

İttihatçıların ef'al ve harekâtından bazılarını zikrederek İn­sanlık dünyası ve bütün ehl-i imân bu hususdaki hükmü versinler Bunların islâmiyet hakkındaki itikadının ne merte­bede olduğunu anlamak için de Mekke ehlinin istiklâl tale­bimle ayaklandığı sırada askerlerinin Kale-i Ecyad'dan, müs-lümanlann kıblesi ve kâbe-i muvahhidin olan Beytullaha at­tıkları toplardan çıkan İki mermiden birisini Hacerülesved'in bir buçuk arşın (90 cm) üstüne diğeriyse üç buçuk arşın (ikibuçuk metre) uzağına tesadüf ettirmişlerdir. SetreA şerife (Kabe örtüsü) ateş aldığından bütün halk, Kâbe-i Muazza-manın kapısını açarak ve üstüne çıkarak yangını söndürme­ğe mecbur olmuşlardır.

 

Bununla iktifa etmeyip devamlı Makam-ı İbrahim ue Mes-cid-i Şerifi hedeflemekten çekinmemişler ve günde üç-dört kişinin katline sebeb olduklarından günlerce bütün halk mescide yanaşamamıştardır. Mescid ve Kâbenin hürmet ue tazimine mukabil, istihfaf ve izdirae (hakir görme) ile muka­bele eden bu makule adamların neye müstahak olduklarını Şark ve Garb müslümanlarmın hükmüne bırakırız.

 

Evet! Bu izdim (hakaret) ue istihfaf (alay etmenin) hük­münü islâm âlemine bırakıyoruz. Lâkin d'ın-i is lamın ve ko­mitemizin kiyâni (merkez)'ni ittihatçıların eğlencesi olarak bırakamayız. Cenab-ı Hakk kuvvetimize intibah ue yakaza (uyanıklık) ihsan buyurup, kendi mesaisiyle istiklalini te­min edip, musallat olan ittihad-ı memurin e kuuvasından memleketi tathir (temizleme) ettikten sonra hiç bir kuuoei hâriciyenin te'sirine istinad etmiyerek, istiklâl-i tamme ue mutlak Ue müstakil olmuşlardır.

 

İttihad ue terakki mütegallibelerinin çevri ile feryadlar için­de kalan memalikden ayrılarak nusrat-t din-i islâmı ue ilâe kelimetullah hedefi dahilinde ileri doğru harekete başlamış­tır. Şeri'at-i islâmiyeye mülayim ve muvafık hertürtü fen ve ilmi almaya medeniyet yolunda ilerlemeye azmücezm eyle­miştir.

 

Ümmid ue rica ederizki bütün âlemi islâm kardeşlerimiz edayı vâcib için vâki olan şu hareketimizi teeyyüd-ü uhuv­vetle takviyyet buyurarak bize müşariket ederler ue vâcib gördüğümüz bu hâlin edasına yardım ederler.

 

Ellerimizi Cenab-ı Rabbel âlâya kaldırarak teufik ve hlda-yetiyle bütün islâmlar için hayırlı olmamızı "Rasul mâlik el-üehhab" hürmetine istirham ederiz, (oe hüoe hasbina oe ni-am elnasîr) Emir ve Şerif Mekkei Mükereme

 

Hüseyin bin Ali fi:25/şaban/1334-(28/haziran/1916)

 

Şerif Hüseyin'in 2. Beyannamesi BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM fane tevleüa eşhedva ba na muslemun"

 

Birinci beyannamemizde izah edilen sebeblere binaen kı­yam eden Hicazlıların amal ve efkârımızda bazdarca tered-düd hasıl etmesi ihtimalini def içinefazıtı ilmî ue bilhassa müslümana karşı bu ikinci beyannameyi dahi neşre ve ilâna lüzum görerek daha vazıh daha sarih daha karib elahd me-vad ve delail iradıyla maksadımızı tamamen teşrih ediyoruz.

 

Şöyleki ehl-i İslâmm bilcümle akıllısı ve gerek Osmanlı te-basmm ashabı basireti ve gerek umumi aktar-ı âlemin er-bab-ı fetaneti devlet-i Osmaniyenin; harb-i umumi düvele dâhil olduğuna esbabı âtiyeden dolayı razı değillerdir.

 

Birincisi" dâhili sebeblerdir. O da devlet-i Osmaniyenin Trablusgarb ve Balkan savaşlarından pek yakında çıktıkla­rından askeri kuvvet ve mâli hasarın çok olması, merkezi is­tinadı olan millet bir hayli zayıflamıştır. Esasen Osmanlı mil­letinin ferdleri askerlikden memleketlerine döndükte ehli ay­al için çalışmağa başlar başlamaz alelacele tekrar hizmet-i askeriyeye istenilmesi bu millet için daimi bir felâket ola gel­miştir. Bilhassa harb-i umumî hazıra, diğer harblere kıyas edilemez korkunç bir şey olduğundan zayıf bir millet üzerine tahmil edilen masarif böyle korkunç bir harbe millet-i Osma-niyeyi sevketmek akıl kârı değil idi. İşte devlet-İ Osmaniye­nin bu harbe girişine akıllı müslümanlann razı olmamalarının bir mühim sebebi bu idi.

 

İkinci sebeb hârici olup, ittihatçı hükümetin savaşan iki saf halindeki devletlerden seçmiş olduğu tarafa aitdir. Devlet-i Osmaniye bir devlet-i islâmiye olup dünya haritasında işgal ettiği yer, geniş ve sahilleri çok olduğu için eskidenberi "Ai-Î Osman selâtin-i azam"m meslekleri icâbı tabasının büyük kısmı müslüm-an ve denizlerde hâkim olan devletlere meyi! etmesi siyasetine daha uygundu.

 

Hükümet-i ittihadiye ise bu eski siyaseti terk ile ahalisine nisbetle memleketi dar olan ve bu yüzden hayal ve taamı ge­niş olan tarafla beraber harbe girince basiret sahibi müslü-maniar beklemekde olan kötü neticeyi görerek ittihatçıların bu hareketini uğursuz gördüler.

 

Hatta harp hakkındaki fikrim telgrafla sorulunca, tarafım­dan ber veçhi meşruh muktezası yapılmıştırki cevaben çekiten telgrafda devlete karşı taşıdığım hulusu niyet ve sadaka-tıma ve nâmus-u islâmın korunması fikrime bir delildir

 

İşte bizim vaktiyle dediğimiz gibi korktuklarımız zuhura başlamıştır. Bugün devleti âliyei Osmaniyenin Avrupadaki surları takriben İstanbul surlarıdır.

 

Rus ordularının talii Sivas oe Musul vilâyetlerinde ahali-i Osmaniyeyi çiğnemeye başlamıştır.

 

İngilizler dahi; Bağdat ve Basra vilayetlerinin bir kısmını işgal ettiği gibi Badiyet elAriş'de binlerce Osmanlı esirini önünde sürüp götürüyor. Şüphe yoktur ki; bu ahvali düşün­mek, devam etmekde olan harbin neticesini kestirmeye çalı­şanlar zihinlerini yormaksızın şu neticeye vâsıl olurlarki bi­zim için iki şıkdan birisini seçmekliğimiz zaruridir.

 

Ya harita-i âlemden silinip mahvolmak yahud bu mahvo-luşdan kurtulmak çâresini bulmak. Bu babda teemmül ve lâzım gelen cevabı verme hususunu bütün âleme terk ederiz ve deriz ki mehalik (tehlike) memâliki (ülkeyi) kuşatmadan önce yaptığımız kıyam uygun ve kıyamımızın meşru ve uâ-cib olduğu her yönden iddia olunabilir."

 

Şerif Hüseyin'in bu iki beyannamesinde var olan bazı ha­kikatler onun ihanetini ortadan kaldırmaz,zâten son nefesini verdiği Kıbns'da Ölüm döşeğindeyken bu ihanetini muterif olduğu yâni itiraf edip, Mevlâ'mıza iltica ettiği hatıratlarda da yer almaktadır.

 

 

Şimdi de, Şerif Hüseyin'in beyannamelerinin hemen altına aşağıdaki bir redif binbaşısının kaleme alıp, risale hâlinde yayımlandığı, "Beka-ı Osmaniye" adlı düşünce mahsulü ri­salesini, Osmanlıca'dan lâtinize edip, tetkikinize arz ediyoruz hemence de şunu ilâve edelimki, Beka-ı Osmaniye terkibinin mânasının Osmanlı devletinin devamı, yâni yaşamasına çâre arama fikir jimnastiği olarak bakmanızı hatırlatırım. Şerif Hü­seyin, yanlış işe ihanetle mukabele ederken, bir redif zabiti­miz nasıl geleceği sağlam zemine oturtma yollarını araştırı­yor, dikkatle okuyalım.

 

 

 

Beka-İ Osmanjyye Mütalaası

 

 

Binbaşı Mehmed Şefik Efendinin risâlesindeAnadolu kıta­sının (topraklarının) Bahr-i Siyah (Karadeniz) cihetinden, Rusya'nın Bahr-i Siyah donanması tefevvukunu (üstünlüğü­nü) muhafaza etdikçe vaziyet-i elîmesi aşikârdır. Şimal-i şark (kuzey doğu) istikamet-i berriyesinden (karayolu) dahi Rus­ya'nın pây-i taarruzuna (saldırgan adımlarına) karşı müstes­na bir haileye (engele) hâiz değildir. Anadolu ve Suriye kıta­larının bahr-i sefid (Akdeniz) sahili dahi hasmın fâik-i kuv-vay-ı bahriyyesi ianesiyle (düşmanın kuvvetli deniz kuvveti yardımıyla) harekât-ı taarruziyyesine (saldın hamlesine) mü-said bir haldedir. Velhasıl vaziyet-i coğrafiyei Osmaniyye, müstesna bir vaziyet-i müfide-i sevku'lceyşiyyeyi hâiz (Os­manlı devletinin buradaki durumu pek ayrı ve faydası çok bir idareye sahip) olmadığından, Osmanlı devletinin bu noktai nazardan tabii bir istinatgahı yâni dayanağı dahi yok demek­tir.

 

Hele dimağ-ı devlet ve memleket olan payitaht (İstanbul) gerçi Avrupay-i Osmani ve Asya-i Osmaniye'nin ve İki bü­yük denizin mahalli telafiyesinde (arasında) bulunmak mü­nasebetiyle ehemmiyet-i siyasiyye ve askeriyyesi ve fevaid-i lâtahsası (faydalı olmayan toprağı) gayri münkirsede (inkâr edilemezsede) berren ve bahren (kara ve deniz) kavi (kuv­vetli) bir hasmın taarruz-u ciddiyesine mukavemet etse bile rnevkıen hâl-i muhasarada kalmağa salih (uygun) bir zemin ve zamandadır. Öyle bir harp zamanında dimağ-ı devlet demek olan payitaht, vatanın akasam-ı sâiresine İcra-yı hükm ve nüfuz edemeyecek, beden-i vatan sekte-i dimağa uğra­mış bir malûl vücuda benzeyecekdir.

 

Hele esliha (silahlar) ve cephane fabrika ve depolarının şu şekl-i vaziyete mâlik olan İstanbul'da bulunuşu öyle bir za­man için ne derece bâis-i felâket olacağı müstağnı-i beyan­dır. Bir hükümet (devlet) dâima ahval-i fevkalâdeyi nazar-ı dikkate almalıdır. Mürur (geçen) zaman ile ahval-i akvam (kavimlerin durumu) ve memalik-i tebeddulat-ı siyasiyye (ülkede ki siyasi değişiklik) ve iktisadiyye'ye uğradıkça, dü-vel-i mütemeddinenin (medeni devletlerin) tedabir-i siyasiy­ye ve harbiyesi dahi tahavvüle (değişime) uğramak mecbu­riyetindedir.

 

Hiç olmazsa Karadeniz ciheti, taht-ı emniyet-i bahriyyede bulunmadıkça netice olarak maalesef denilir ki; Muhtasaran beyan olunduğu üzere, hükümet-i Osmaniye yâni Osmanlı devleti ne millet ve ne de vaziyet-i coğrafiye itibarıyla emîn bir istinadgâha mâlik değildir.

 

Osmanlı Devleti Avrupa Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi Varlığını Sağlayabilirmi.

 

 

Memâlik-i Osmaniyye son asırda avrupa büyük devletleri­nin rekabet sahası ve tecavüz hedefi olmuştur. Bu yüzden Osmanlı devleti adı büyük devlet diye geçenler arasında bir denge kurmak suretiyle hukukunu ve varlığını sürdürebilme­si zor ve hâlen uzak sayılır. Avrupanın büyük devletlerinin zamanımızda antlaşma ve ittifaklara bağlılığı, denilebilir ki şark'daki. niyeti siyasi ve iktisadi menfaat rekabetine dayalı vede matuftur. Şu yaşanan hâl ile nasıl mümkün olur ki şark'da rekabet ve hırslarla dolu ecnebi siyasete henüz bağlı olmaktan kurtulamamış bizim gibi bir devlet, bir memleket-i heyet-i mütte-fika ve mutelife-i düveliyeden yâni bunlardan birisine dayanarak ve iltihak etmek istidadını yapabilecek ol­sun.

 

İngilizlerin; Mısır'da ve Arab Yarımadasında şark, garp ve cenup yâni doğusunda, batısında ve güneyinde takip etdiği istilacı siyaseti, Fransızların Cezayir, Tunus hâttâ Trablusgarb ve Suriye'deki mevkıilere dâir siyasi niyetleri, İtalyanların ise; Osmanlı'nın Afrika sahillerinde olan gözü Trablusgarb ile garbdaki Arnavutluk civarındaki istilaya dönük siyasi faali­yetleri buna inzimamen Rusyanın, Osmanlı devleti hakkında­ki değişmez ve kadîm düşüncesi olan imha plânları ile olan hülyaları, saydığımız avrupanın dört iri ülkesinin, Osmanlı vatanını bölüşmeğe dönük ihtirasları yakın zamanda bunlara yaklaşmak değil hasım olarak saymak durumuna getirmiştir.

 

 

 

Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince

 

 

Bu iki devletin yaptığı beyanlar avrupanın büyük devletle­rine karşı olan vaziyet-i siyasiyye ve iktisadiyyeleri bu iki devleti Osmanlı Devletine yakınlaşmaya itmiştir. Ezcümle; bu iki devlet Almanya ve Avusturya, gerek şimdi, gerekse is­tikbalde karşısındaki devletler olarak gördüklerini, Osmanlı devleti de aynen karşısında gördüğünden bunların yakınlaş­maları uygun olup, siyasi sahada kuvvet kudretlerini isbat-ı vücud etmeleri, Avus- turya ve Almanya'ninda siyasi menfa­atlerine uygun geleceği tabiidir.

 

Ancak bunlarla yapılması tasavvur olunan antlaşma tabii görülüyorsa da, Osmanlı devletinin muhtaç olduğu kuvvet ve kudret-i askeriyyesini ve idarei dahiiiyei intizamiyesini düzeltememesi ve avruparun dört büyük devletinin bunu önle­mesi, öte tarafdan ecnebi devletlerin siyasi arzularının ihti­raslısına maruz kalması, Almanya ve Avusturya devletlerine ittifak teklifi yapılmasına hükümetin müsaid bir zemin zaman içinde olmadığını getiriyor.

 

Eğer özetlersek deniliyor ki; Osmanlı Devletinin bu gibi it­tifaka tâlib olması demek, Almanya ve Avusturya'nın hima­yesini istemek mânasına gelir. Bunun böyle anlaşılacağı tabii ve muhakkak bulunduğundan, şu hâl ihtiraslarıyla düşmanı­mız olan devletlerin hakkımızda şiddetlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu bakımdan hükümet böyle bir işe teşebbüs etmeyeceği gibi Almanya ve Avusturya'nın dahi velev büyük bir menfaat mukabilinde olsun büyük devletle­rin üstünlüğüne karşı açıkça hâmilik yâni koruyucu şekli ne varacağı bu gibi ittifakı kabul etmez. Zira bizim için, kendile­rini tehlikeye sokmaktan başka bir netice veremez. Görülen vaziyete göre Osmanlı devleti devletlerin ittifakına dahil ol­mak suretiyle de hukuk ve hayat-ı siyasiyesini muhafazaya imkân göre miyor.

 

 

 

Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı?

 

 

Aşağıdaki beyanlarımızda sebeblerini arzettiğimiz ve te­vessül etmemiz gereken tedbirleri söyleyelim:

 

1)   Cezire't ül Arabın yâni Arabyarımadasmin Osmanlı Devletine dolayısıyla müslüman kavimlerin selâmeti ne da­yanak olacak sağlam bir şekle taşınması

 

2)   Hanedan-ı Âlî Osman'ın erkeklerinin şerefli ve saadâtın muteber hanımlanyla evlenerek sülâlei Cenabı Nebevî'ye akrabalık tesisi yapılması.

 

3) İstanbul Osmanlı başşehri olarak kalmakla beraber, hi­lafet payitahtı nâmıyla savaşın idaresi ve islâmî siyasetin noktai nazarından lâzım gelen vasıfları hâiz bir mevkiin ikinci bir başkent olarak seçilmesi. Bu maddelerin izahını aşağıya alalım:

 

 

 

Esbâb-I Mücıbeler

 

 

1) Arapyarım Adası Osmanlı devleti için istinadgâh ola­rak seçilebilecek bir unsur olmakla beraber coğrafi vaziyeti dahi müstesna bir vaziyeti pek makbul bir İdareye hâizdir. Yanmada on ilâ onbeş milyon aynı ırkdan müslüman insana sahibdir. Bu millet zekî, cengâver ve cevval ve de müstaid bir milletdir. Bu nüfus askerlik menbaı olarak kuvvetli bir as-keriyye teşkil eder. Kötülük getirmesi muhtemel başka bir kavim ile karışık değildirler. Yanmada insanını fâidesiz ve belki Osmanlı devletine ve milleti islâmiye'ye bugün muzır bir unsur hâlinde tutan sebeb evvelâ idrâk seviyeleri ikinci olarak sosyal durumlarıdır. Bu taraflarının ıslahı hâlinde o necib millet hakikaten islâm âleminin medar-ı istinadı olacak bir hâl-i heybet-i kıymete vasıl olur.

 

Arap Yarımadasının coğrafi mevkii târihi bakımdan da müsbet olup kara yolu, taarruz hareketi yapılmasına uygun olmayan bir çöl ile çevrili olduğu gibi cihet-i sâireside denize ve sahillere uzaklığı, su ve havası ecnebilerin tasallutuna müsaid değildir. Târih bize isbat ederki, Yarımadayı hiçbir ci­hangir devlet istilâ edememiştir ve ayak atanlar ise Ceziret ül Arab'da barınamamışİardır. Yine târih isbat eder ki Arablar şerefi islâmla irşad olunduktan sonra Arab Yarımadasının Roma ve İran gibi iki muazzam cihangir devleti perişan ede­rek, Çin hududundan, Fransa hududuna kadar cihangir bir devlet kurmuşlardır. Her zaman için bu yaradılışdan beri taşıdikları istidatı ispat etmişlerdir. Bilenlerce takdir edileceği üzere müstesna bir harb vasfına sahip olduğu gibi kırk sene-denberi pek mühim bir vaziyet hâkimiyeyi de kazanmıştır. Arab yarımadası Süveyş Kanalının açılışından beri avrupanın müstemleke ve iktisadi yolu olduğu aşikâr bulunan Süveyş, Kızıl Deniz, Babulmendep deniz yoluna uzaklığına hâkim bir vaziyet-i mühimme-i mümtâzade bulunmaktadır. İşte bu ya­rımadanın Osmanlı devletine istinadgâh olarak seçiimesine uygun ve matlub hâle getirilmesi yolundaki arzunun ve temi­ninin hikmeti budur. Böyle görünüşte kuvvetli bir kuruluş sağlanırsa yalnız devlet-i Osmaniye'nin değil bütün islâm dünyasının hayat ve selâmet-i müstakbelesi teminat altına alınabilir.

 

Yukarıdaki satırlarda beyan olunan Esbâb-i Mucibe ara başlığıyla 1. sebebi yazmıştık.

 

2.ye gelince; Sâadat ailesinin hanımlarıyla izdivaç yapıl­masından maksat: Osmanlı hânedan'ının, kudsî bir hanedan olan Nebîzişan Efendimizin hanedanıyla akrabalık tesis ede­rek, istikbalde Halife olacak Osmanlı padişahları, anne tara­fından bu süîâlei tâhire-i Nebevî'yeye, baba tarafından da hânedan-ı Osmaniye'ye intisaplarını temine dönüktür Bun­dan da maksat, Arap Yarımadasının insanları olan Arap kar­deşlerimiz arasında hilâfet-i Arâbiye gibi gerek kendileri için gerek bütün âlem-i İslâm için pek büyük bir felâketi ve iz­mihlali intaç edecek bir mesele-i mühlikenin (tehlikeli mese­lelerin) zuhuruna meydan vermemek ve millet-i İslâmiy-ye'nin pek mühim birer rüknü, pek mühim bir muhteremi muazzam-ı biraderi olan Arap ile Türk'ün birleşmeyi kuvvet­lendirmek, uhuvveti (kardeşliği) ve bu suretle bütün âlem-î İslâm'ın yaşadığı zillet ve'hâli hazırdaki esaretten kurtulmayı temin içindir. 3.ye gelince; İstanbul' dan başka ikinci bir payitahtın ku­rulmasından maksat budurki: Yukarıda Osmanlı ülkesinin vaziyet-i coğrafyası hakkında beyan ve izah olunduğu üzere Dersaadet, Avrupa kavimlerinin deniz ve kara yoluyla üze­rinde kuvvet toplayabileceğini gördüğümüz ve Osmanlı hu­dudunda son zamanlarda meydana gelen değişiklikler savaş noktai nazarından başşehir olarak seçilmesine uygun bir mevkii sayılamaz.

 

Bununla beraber üzerinde taşıdığı vasıflarıyla rnülkiyevi meziyetleri, bazı ehemmiyyetli siyasi düşüncelerden dolayı da başşehir olarak kullanmaktan vazgeçilemez. İstanbul; ge­rek kara gerekse deniz gücü bakımından üstün olan bir düş­manın dâima tehdidine maruzdur. İstanbul; düşman bir dev­letin ordu ve donanması için hemen hedef alınması ve buna müsait bir mevkidedir. İslâm siyaseti açısından da İstanbul, gerek hilâfet merkezi gerekse Saltanat merkezi olmaya uy­gun bir yer değildir. Savaşın olacağı göz önüne alınırsa, İs­tanbul'un devletin beyni olarak bulundurulması bu devletin faaliyetine mahsus 2. bir payitah tın tesisi (münasip bir za­manda) lâzımdır.

 

Kurulacak bu 2. başşehrin yeri en önce her bir ihtimâle karşı savaş tehlikesine maruz kalmayacak bir bölge içinde bulunmalı. 2.olarakda, dayanılacak yerin seçilmesi düşünü­len ve temenni edilen, Ceziret'ül Arap'ın siyasî ve idâri rabı­tasının Makam-ı Hilâfet-i üzmâya takviye teminine yâni İs­lâm siyaseti bakımı dan uygun, tesir-i kuvvetli korumalı bir yerde bulunmalı.

 

 

 

Vakti Kaybetmeye Gelmez

 

 

Aleyhimizdeki umumi Siyasete Bir Bakış: Avrupa devletlerinin Osmanlı Devletine gerek fikri gerekse tecavüz edici olmasının küçük meseleleri sarf-ı nazar eder­sek esas itibarıyla üç sebebe dayandığını görürüz.

 

a)   Bir İslâm Devleti olmamız ve Makam-ı Hilâfet-i temsi! etmemizdir.

 

b)   Osmanlı akıllılığının imrenilecek derecede meziyetlere fevkalâde sahip olması

 

c)  Osmanlı Devletinin zayıf düşmesi İtiraf etmek icâp eder ki yukarıda söylediğimiz üç sebep bizde mevcut oldukça ve buna bir çâre bulamadıkça tehlikeden kurtulamayız.

 

Bu çâreyi batı' da aramak yâni Osmanlı' nın siyasi haya­tının devamını temin etmek için Avrupalılardan muavenet yâni yardım beklemek, onlardan insaf ve merhamet bekle­mek, tıpkı mütecavizler arasında bir ümid aramak gibi yalnız kalmış bir duhteri dâlfirib'e yâni bir genç kıza, her biri teca-vüzkârane el uzatmak isteyen ihtiras sahiplerinden, daha doğrusu güler yüzlü düşmanlardan birini bırakıp diğerinden istimdâd etmeğe benzer.

 

Vakit kaybetmeye gelmez. Şu hâli pürmelâlimiz bile bizim için bir fırsatdır. Bu fırsatı kaçırmayalım. Arkamızda metruk ve metrukiyetinden âdeta bize mazır kalmış, yâni ekşi kalmış fakat mühim bir dayanağımız olabilecek güç var. Bunu ha-yatımızı kurtaracak bir şekle sokmaya gayret edelim. Yoksa bu firsatda elden giderse pişman olmak fayda vermez. Nâmusu milliyesi olan, bunu nazar-1 dikkate almalıdır. Netice-ten deriz ki; Arap Yarımadası dayanağımız olacak şekil de kazanılmalıdır.

 

 

 

Ceziretülarab Dayanak Olarak Nasıl Kazanılır?

 

 

Yukarıda sorduğumuz soruyu cevaplamak şu tedbirleri ileri sürmekle kabildir.

 

a)   Siyaset-i İslâmiye propogandasının yapılması ve bunu temin içinde ilmi ve siyasi işlerle uğraşacak bir cemiyet teş­kil edilmelidir.

 

b)   Arap yarımadasında yaşamakta olan insanların sosyai ve içtimai durumları göz önüne alınmak suretiyle onları ra­hatlatıcı, memnun edici bir idarenin temini

 

c)   Hilâfet ve başşehir meselesinin yukarıda anlattığımız gibi düzenlenmesinin gereğine tevessü! edilmesi.

 

Bu üç maddeden ibaret siyasi tedbirler ve idarî çâreler için herhalde izahata lüzum yoktur. Bunların kapsadığı mâna er­babınca apaçık anlaşılır.

 

 

 

Ittıhad-I İslam Hakkında Düşüncelerin Mütalaası

 

 

İslâm hilâfet makamının sahibi olmak demek, İslâm mille­tini koruma vazifesiyle mükellef olmak demektir. Aslında in­sanların mühim bir kısmını teşkil eden müslüman kavimleri esaretden kurtarmak, beşerî hukukdan nimetlendirmek me­deniyet ve insaniyet açısından şerefli ve pek büyük bir hiz-metdir. Osmanlı devletinde meşrutiyetin ilânından sonra bir fikir yükselmesi oldu. Bu da ittihad-ı İslâm fikridir. Bunu tak-dis ve uygun bulmamak bir hissizlik, bir mevcudiyetsizliktir. Kahramanlık düşmanlara galip gelmekledir.

 

Madem ki biz Osmanlılar; îsfâmı koruyanlar nâmına sahi­biz bunun icâb ettirdiği vazifeyi zor da olsa yerine getirmeyi namus borcu bilmeliyiz. Ancak bununda yolu vardır. Yolunca yordamınca hareket edemezsek, müslüman milletleri hâttâ kendimizi daha fazla sıkıntılara, zararlara duçar ederiz. Ma­lumdur ki;mahkûm bir milletin hukuk-u hâki miyetini kurta­rabilmek için:

 

a)    O milletin hukukuna sahip çıkması hususunda uyandı-rılması lâzımdır.

 

b)   İhtilâl âletlerinin tedarik edilmesi lâzımdır. (Kansız ihti­lâl olmaz. İhtilâlsiz hâkimiyet alınmaz.)

 

c)    Dayanılacak görünen bir kuvvete sahib olmak lâzım­dır.

 

Rusya, Çin, İran topraklarında yerleşmiş olan Türkler'de bir uyanmaklık alametini hamdolsun göstermeğe başaldılar. Bunun çoğalıp yayılmasına şimdiden çalışma ve gayret gös­termeliyiz. Söz konusu kavimlerin kurtulması için dayana­cakları kuvvet ve devlet Osmanlı Devletinden başkası ola­maz. Osmanlı devletinin bu vazifeyi yapabilmesi yukarıdan beri saymaya çalıştığımız düşünce ve fikirleri Arap yarıma­dası insanlarını kazanmakla olabilir.

 

Özetlersek; gerek Osmanlı Devletinin siyasi hayatta var olabilmesi, gerekse İttihad-ı İslâm fikrinin nazariyeden, tatbi­kata geçebilmesi için Arapları istifade edilecek bir hâle geti­relim. Yoksa istikbalimiz karanlıktır. Ey muhterem okuyucu; feryadım ve istirhamım şudur ki, hissene düşen dini ve milli vazifeyi ifaeyleki, kendini ve ahfadını yâni gelecek nesilleri ve de kardeşlerini esaretden kurtarasın. Bu feryadı mühim-semezsen ahfadın se ni mahkûm ve târih-i âlemde seni, bed­nam edecektir.

 

Binbaşı Mehmed Şefik

 

 

 

Ezine Redif Tabürü Kumandanı

 

 

Muhterem okurlarım; bu risale 1 .dünya harbinden önce yazılıp yayınlanmış olması gereken bir düşünce mahsulüdür. Din ve vatan ve de millet kavramlarını pek güzel hallihamur etmiş, adı geçen kumandanın ve o kumandanın böyle bir ri­saleyi fütursuzca yazıp yayımlamasının önemi ayrıca hürri-yet-i fikr ve cesaret-i medeniyye açısından da gıpta oluna­cak bir hususdur. Böylece kenarda köşede kalmış bir Os­manlıca risaleyi lâtinize edip meraklısının bilgisine Osmanlı Târihi içinde sunmanın bahtiyarlığı içindeyim.

 

Şu nakle çalıştığımız iki beyanname bize hatırlatmaktadır-ki; şeriatı mutahharai islâmiyeden güzel adetlerden olan ve arabların aynı zamanda ananatından olanlara dahi asla bir bağılık ve saygı göstermeyen ittihatçı mütegallibenin bilinen davranışları yüzünden Şerif Hüseyin kıyam ederek istiklâlini ilân etmiştir.

 

Yine harbin ilk döneminde en mühim ve büyüklerinden olan dolaysıyla eyâlet-i mümtaze denilen Mısır kıtasıyla, Anadolu ve Süveyş Kanalının kilidi sayılacak kadarmühim olan Kıbrıs Adası dahi bu yol kesici şakilerin kurbanı olarak İngilizlerce ilhak edildi. Akdenizdeki adalarımız, Trablusgarp ve Bingazinin yine bunların döneminde eiimizden çıkışı kaaie alınırsa bu denizdeki hâkimiyetimiz değil, varlığımız dahi nis-yana gömüldü. Ve İttihatçı haydut çetesinin dünya haritasın­daki yerlerimizin yok olmasına sebeb olan bu savaşa girişleri olmuştur, dendiğinde bir cevap gelememesi icâb eder! Bu-

 

OSMANLI TARİHİ nurûada bu belâları görmüş nesiller on yılda memleketi yok edenleri bir daha iktidar mevkiine getirmemelidirler.Osmanlı devletinin savaşa girmesinin müsebbiblerinden Prens Said Halim Paşa kabinesi, bu savaşın neticesini harb ilânının hemen akabinde fark etmeye başladı. Uzun zaman süren münakaşa ve karşılıklı itirazın sonunda Said Halim Pa­şa münferid olmak üzere sulh kapısını araştırmaya teşebbüs etti. Fakat ittihatçıların o bilinen takımı buna da yanaşmadı­lar. Kapıların değil açılmak, çalmamayacağının dahi ihsası üzerine Prens sadrazam istifa etmek yoluna başvurdu. Fakat bu istifa pek geç ve güç geldiğinden ülkeye bir fayda temin etmedi.

 

Prens hz.lerinin aflanna mağruren; bu hususda birkaç söz beyan etmek isterim

 

Vazifelerinde hürriyet içinde hareket edemeyeceklerini pek âla bildikleri halde, niçin sadareti kabul buyurdular? Kendile­ri Mısır'ın en büyük prenslerinden Halim merhumun mah­dumları ve elan, Mısır'da mevcud prenslerin büyüklerinden oldukları halde neden bu aslı ve nesilleri gayri malum ittihat­çı haydutlarla mesai yapmaya tenezzül buyurdular? Yoksa tabiyyet ve ubudiyyet-i kadimeleri; bağlısı oldukları devlet-î âliye-i Osmaniyeye hizmet etmek mi istediler?

 

Bize kalırsa; hiç şüphe yokki eskiden beri var olan bağlı­lıkları dolayısıyla Osmanlı devletine hizmet arzusu bu ağır yükün altına girmelerine sebeb olmuştur. Mamafih Said Ha­lim Paşa, durum ve zamanı göz önünde bulundurmamış ol-maliki ittihatçılarla beraber oldukça ve makamı sadarete on­ların desteği İle çıktıkça serbest hareket edebileceği düşün­cesine saplanmış olabilir ki esas yanlışı buradadır. Hatta îttihatçılann elinde bir oyuncak olabileceğini dahi hesaplamamıştır.

 

İstidrat: "Yazar merhum Mehmed Selatıaddin Bey, her ne-kadar savaşa girilme haberini ertesi sabah alan sadrıazam, durumuna düşürülmüş olan Said Halim Paşa'ya saygılı davranıyorsada, Enver Paşa ile bir mükalemesinde,bahse konu paşanın, Mısır'ın İngilizlerin elinde olduğundan, dolayısıyla oradaki arazilerinizin endişesini taşımaktasınız yollu iğneli İfadesiyle karşılaşmış olmasına rağmen görevinden çekilme gayreti göstermişse de, çekilmeğe muvaffak olamadığını her halde hatırlayama- mış biz, daha önce yapmış olduğumuz Meulânzâde Rıfat bey'in Türk İnkılabının İç Yüzü adlı eserin­deki sadeleştirmemizde metnin içinde bulmuştuk. Bu esere, pek nâdir bir hitap olan Enver bey'in bu tür nezaketsiz ve mesnedsiz beyanını ayıplıyor ve buraya dercetmeyide böyle­ce lüzumlu gördük. M.H"

 

Evet; Prens Said Halim Paşa bunlardan daha önceleri ay­rılmış olsalar idi, değerli şahsiyetleri, Osmanlı devletinin ta­lihsizliğinin ifadesi olan bu karanlık sayfalarda yer alma­yacaklar, kıymetli fikirleri daha bir saygı ile mütalaa oluna­caktı. İttihatçılar başta kaldıkları on sene içinde getirmiş ol­dukları sadnazamlara verdikleri emirler dışında bir icraat yaptırmamışlar kendilerinden olmasına rağmen göz açtırma-mışlardi. Neredeki onlarla olmayan Said Halim Paşa'ya bu hususda icraat serbestisi vermiş olabilirlerdi? İşte bunları Said Halim Paşa hz.İerinin sadrıazam olmadan görmesi icab ederdi. Said Halim Paşa, altes unvanlı, bir hayli zengin ve son derece münevver bir zât iken, bu tulumbacı takımının benzeri ittihatçılarla münasebetleri hiç bir mânâya sığma­maktadır. Anlaşıldığına göre Said Halim Paşa münferid sulh yapma araması münasebetiyle, Paşa ve de ittihatçılar arasındaki anlaşmazlık sadrıazamın çekilmiş bulunmasından sonra makam-i sadaret tamamen cemiyetin eline kalmıştır. Said Halim Paşa'nın münferid sulh yapma şansını arama gayretleri yüzünden, sadaret ile kabine ve dolayısıyla ittihat­çılar kumpanyasının arasında zuhur eden ihtilaf diğer zevat tarafından duyulmuş bulunduğundan yine gelecek sadnazam cemiyetin haricinde bir kişi olduğu takdirde,o sadnazamda ülkenin içinde bulunduğu ahvali idrak ile, münferid sulhun arayıcısı olur ve böyle bir hâl ise, İttihatçı güruhunun koruyu­cusu olan Almanya İmparatoru Wilhelm'in üzülmesine sebeb teşkil edeceğinden, bu gücenikliğin vukuu bulmaması için cemiyetin öz deyişi olan, Talat Bey sadareti bizzat uhdesine almaya karar verdi.

 

 

 

Talat Paşanın Sadareti

 

 

Talat Bey; makamı sadarete geldiğinde teşrifatta karışıktı­lar çıkmasını önlemek babından olmak üzere Paşalık unvanı da padişah tarafından ihsan buyrularak artık Talat Paşa ola­rak anılmaya hak kazandı. İttihatçı ekâbirlerin arasından kur­duğu bir kabineyle işe girişti. Bunların oluşu esnasında ben Mısır'da bulunuyordum. Bir arkadaşla birlikte oturmaktaydık-ki, Talat Paşa'nın sadarete tâyin olduğunu haber veren telg­raf geldi. Yanı basımdaki arkadaşım pek açık bir şekilde ben âcize hitaben aşağıdaki beyiti terennüm eyledi demekte "Bil­diklerim" adlı eserin yazarı, Sultan Hamid'in eski şifre kâtibi.

 

Beyit

 

"Sen yakışmaz dersin amma kel başa şimşir tarak Sadrazam oldu Talat cilve-i takdire bak"

 

Ertesi günü yine o arkadaşımla beraber olduğumuz sırada Talat Paşa kabinesini teşkil eden erkânın isimlerinin yazılı ol­duğu telgrafı okuduğumuzda Enver Paşamnda Harbiye nâzın olduğunu anladıktan sonra da yukarı ki beyt'in sonunu söy­ledi:

 

"Talat olmuş sadrı azam alta almış Enveri İttihadın sayesinde mülkün alt üst her yeri" Hakiykaten şu zâtın dediği gibi Talat Paşa kabinesi büyük bir sür'atle memleketi alt üst etmiştir. Talat Paşa ve arkadaş­ları ülkenin büyük siyasiyetçilerinden(!) ve Almanya'nın sa­dakatli bendegânindan olduklarından göstermiş ve göstere­cekleri hizmet bakımından daha önceki kabinelerin her birin­den üstündüler.

 

Talat Paşa kabinesine ne nâm verilmek lâzım gelir? Çünkü kabinesine bilfiil katiller ve canileri alarak icraata dahil eyle­mişti. Kendileri canilerin reislerinden saydıklarından böyle kişilerle dolu kabineye hükümet kabinesi demeye insanın dili varmıyor. Bunun için haydutlar çetesi başı sayılan Talat Pa­şa, muhtelit canilerin birleşmesiyle teşekkül eden bir kabine kurmuş olduğundan "Katiller ve Caniler kabine-i muhtelite-si" denilebilir. Bu kabine savaşın ortalarında gelmiş ve az za­manda pek büyük işler(l) görmüştür. İdam edilemeyen ve kurşuna dizilemeyen ne kadar vatanperver ile muhalifleri varsa, hepsini temizlemiş akla ve fikre gelemeyecek derece­de zulümler ve cinayetler eylemişdir. İslâm ve gayri müslim bir çok mazlum seyyar bir aşiret hâline konulmuş, Trabzon-dan, Kastamonu'dan, Sivas'dan çıkarılanlar Osmanlı ülkesi­nin en uzak mahallerine Halep, Havran ve Kerkük çölleri gibi yerlere yaya olarak sevk ve hicret ettirilmiş ve yollarda aç-lıkdan ve susuzlukdan yolculuğun verdiği zahmetlerden do­layı yüzbinlerce kadın ve erkek ve çoluk çocuk terk-i hayat etmiş ve bir takım mazlumda bu cani kabinenin emriyle yol­larda kati ve telef olunmuştur.

 

Rivayetlere bakılırsa öldürülen ve itlaf edilenler arasında islâm büyüklerinden, zengin hristiyanlardan ve vazifeli ruha-niyeden binlerce zatda böyle gaddarane katlolunmuştur. Ahalisini ve tebasmı bu şekilde kati ve ifna eden bu hüküme­tin cinayetler irtikâp etmesi selâmet-i memleket ve millet için olmayıp, çeşitli unsurların arasına ektiği aykırılık tohum­larını ve muhalefeti arttırmak ve şiddetlendirmek suretiylede milletin gelecekte ulaşacağı rahatını askıya aldırıp, hicretden istifade ederek mazlum ve mağdurların nakit, eşya ve emlâ­kini çete ferdleri İle fedai canilerine gasb ve yağma ettirip, cemiyetin kasasını doldurmak ve farmason ve Siyonist cemaatlerinin emir ve fasid arzularını ve de Almanya imparato­ru Wilhelmin hâinane 'radelerini hakkıyla yerine getirmişler­dir. Bu caniler bununla da kalmayıp ülkemizi bir hercümerc içinde bıraktıktan sonra islâm âlemine de taarruz ve tecavüz­de bulunmuşlardır.

 

Bir tarafdan Almanya imparatorunun; fikirlerine soktuğu Turan ham hayali için cemiyet reislerinden, hâtİblerinden ve fedailerinden yüzlercesini İran'a, Buhara'ya Afganistan'a, Türkistana diğer islâmi beldelere göndermiş buralarda yer­leşmiş islâmlar ile hristiyanları biribinleri aleyhine düşürerek oralarda, isyanlar ve kıyamlar çıkarmışlar ve Afrika toprak­larındaki müslüman ahaliyi islamlık maskesi altında kendile­rini göstererek bunları da yakın civardaki hükümetler aleyhi­ne kıyam ettirmişlerdir. Talat Paşa'nın idaresinde bulunan İt­tihat ve terakki ve farmason vesair cemiyet-i hafiye mensup ve ittihatçı hükümetin adamlarının olması mümkün olmadı­ğını pek iyi bildiklerine şüphe edilemeyen bu gibi hayaller ile uğraşmaları ve devletin milyonlarca liralarını sarfettirmeleri neden neşet ediyordu?

 

Yukarıda denildiği gibi şu dönemde yapılması, siyaseten kabil olmayan Turan devletinin Almanya İmparatoru Wil-helm'in ve ittihatçıların hatırı için meydana gelmesi mü m künmü idi? Bunun gayri mümkün olduğunu bizden pekâla daha iyi bilen Talat Paşa kabinesi ve ittihad ü terakki cemi­yeti neden bu ham hayal ile biçâre milleti iğfal etti? Biz de bu suallerin tetkıyk ve tahkiykini erbabı zekâ ve irfan ile vaka-nüvislere havale eder ve İhsan Adlî beyefendinin Turan hak­kında ittihada karşı söyledikleri aşağıdaki dörtlüğü alıntılaya­rak iktifa eyleriz.

 

Kıta

 

"Bir milleti vadi'i harabiye sürerken Altun dağa yükselmeli derdik sırr-ı vebalim! Dört yıl vatanın hâkini kanlarla yoğurdun Turan ne ki? Havran ne ki ey seyf-i mezâlim!

 

Afrika çöllerinde ve sahile hayli uzak mesafede bulunan meşayih-i kirâm-ı arabdan Şeyh Ahmed el Sunûsî hz.lerini din ve imândan uzak olarak gönderdikleri herkesçe bilinen avaneleriyle ittifaklarına davet ve islâm dünyasına hizmete çağırdılar. Hiç şüphe yok ki Sunûsİ hz.leri, bu sahtekâr dinsiz ve hayasız eşkıyanın büründüğü kisveye aldan mışlar ve müsiümanlann hâlifesi olan ve padişahı islâmiyan adına ha­reket etmekten çe kinmeyen bu hezelenin iğfâlatına kapıl­mıştır.

 

Nasıl olur ki, Ahmed el Sunûsî hz.leri, şeriat ve din ölçüleri dahilinde halifei müslimin olan padişahımız efendimize kal­ben bağlı bulunduklarından, bu davet ve kıyama ret cevabi verebilirlerdi. Ancak bulundukları durum bu şekilde bir ret yolunu seçmeğe mâni olmuş olacağından islâm âlemi adına kıyama mecbur oldular. Bilindiği gibi kıyama koyuldular ve başlatıldılar. Malum olan ittihatçı zevat pekâla bilirlerdiki bu hareket ve kıyam, devlet ve memleketimiz için bir semere ve fâide sağiamayıp, yalnız islâm ahali ve arabiardan binlerce insanın şehid olmasını sebeb olacak bu da Almanya politika­sına uygun olacaktı. Nitekim de öyle oldu. Bunların iğfal etti­ği Şeyh Sunûsİ hz.leri bağlılarından bulunan aşiretlerden nice insanlar şehadet şerbetini içerlerken devlet ve millete yara­yacak bir sonuç ortaya çıkmadı. Bu kabine, Şeyh Sunûsİ yi geçmiş olanlardan çok daha fazla aldatarak, Almanya İmparatoruna bir cemile olmak üzere şehzade Osman Fuad Efen­diyi yanında bir takım subay ve sivil şahıslarla beraber Mısır üzerinden Şeyh Sunûsî hz.ferinin yanına göndermekten de geri durmadı. İtalyanlara karşı, bu Şeyh Efendiyi harekete geçiren İttihatçılar,aynca Afrika'nın ortasında Sudan toprak­larının hemen bitişi ğinde bulunan bir buçuk, iki milyon nü­fusa sahip ve müstakil bir islam devleti olan Darfur Sultanlı­ğında da, Şeyh Sunûsî hz.lerine oynadıkları oyunu sergileye­rek Darfur Sultanı Ali Dinarı' yi kandırıp onu da İngilizlere karşı kıyam ettirdiler.

 

Darfur Sultanı Ali Dinar; bu ittihatçı çetesinin iğfali sonun­da İngilizlere karşı harekete geçti. İngilizler Mısır üzerinden Dinar'ın üzerine sevkettikleri üstün kuvvetle onu hem mağ­lup ettiler hem de Dinar, şehadet şerbetini içdi, ülkesi ise, İn­gilizlerin eline geçdi. Afrika'nın ortasında sulh ve sükunet içinde yaşayan bu islâm devleti yegane müslüman devletti, uymuş oldukları ittihatçı çetenin tavsiyeleri, bunların dünya haritaâından silinmelerinin sebebi hakikisi oldu.

 

 

 

Sultan Hamid Ve Reşad'ın Vefatları

 

 

Biz bu çalışmayı yaparken, mümkün mertebe o dönemi yaşayan insanların, hatırat ve eşe, dosta nakledipde sonra­dan su yüzüne çıkmış ve ehl-i dilin tasdiklediği bilgilere daha çok ehemmiyet verdik. Bu bakımdan; Lütfi Simâvî Bey, ki Osmanlı hâriciye nezaretinde çeyrek asır vazife görüp, çeşitli makamlarda hizmet vermiş, uzun yıllar Şehbenderlik etmiş bir kimse olarak, saray adabına avrupa ülkelerinin aşinası olarak uygun bir mabeyn-ci olarak da eski hariciye nazırla­rından ve sadrıazamlardan Ahmed Tevfik Paşa tarafından yapılan vâki teklifi üzerine Sultan Reşad'in başmabeyncisi olmuştur. Bu zâtın Osmanlıca Sultan Reşad'ın Sarayında

 

Gördüklerim" adlı hatırat türü eserinden bu vefatları ve bazı safahatı aktarmaya çalışalım. Diyorki; Lütfi Simâvî: "Fıtraten zeki olan Sultan Mehmed Reşad han mükemmel bir tahsil görmemişti. Arapçayı bir hayli okumuş ve Mevlevi târikinde yol almakta olduğundan Fars'çaya pek önem vermişti. Bu esnada çok güzel bir şekilde konuştuğu da görülmüştür. Târih'lede meşgul olup, Osmanlı târihini ve bilhassa ecda­dının menkıbelerini iyi bilirdi, üç sene üç ay devam eden Başmabeynciliğim esnasında padişahın şiirle meşgul oldu­ğunu görmedim. Bu, Çanakkale'ye dâir hünkârın yazdığı ile­ri sürülen manzumeyi her kim inşad etmişse bana göre pa­dişaha hizmet etmemiştir. Osmanlı padişahları vak'a yapar, vakanüvisler târihlerini yazarlardı. İstanbul'a gelen ecnebi hükümdarların büyük askerlerinin ilk ziyaret ettikleri Çanak­kale, ki kahramanâne müdafası harbi umûmîde yegâne me­darı iftiharımızdır. Hünkârı oraya hiç götürmeden, Türk as­kerinin o mareke-i azamette ibraz ettiği hamaset hakkında kendisine şiir isnat etmek doğru bir hareket değildir." Böy­lece bir iddia ortaya atmış oluyor, başmabeynci Lütfi Simâvî Bey biz de, bu iddia ile sayfamızda bir değerlendirme yerine tarihçilere ve araştırmacılara bu mevzuyu haber veriyoruz.

 

Lütfi Simâvî Bey Başmabeyncilik günlerini anlatırken,hatı­ratının 88.sahifesinde padişahın fart-ı nezaketi yâni Sultan Reşad'ın yüksek nezaketi hakkında bir ifadedir bu. Diyorki: ".Terbiye-i mücesseme itlakına seza olan Sultan Mehmed Hân'ın fart-ı nezâketi vardı. O derecedeydi ki, vükelâ ve ba­zı zatlar ile mükalemesinde, arz ederim, istirham ederim gi­bi hükümdar istimali yâni kullanılması caiz olmayan tâbiratı kullanırdı buna dâir mingayri haddin haddim olmayarak ma­ruzatta bulunarak nezaket-i hümayunun suistinal eidlebil-mesi ihtimalinden bahsettim. Birgün padişah bir zatın fik-

 

SÜLTAN 5. MEHMEU dan-ı terbiyesinden terbiyesinin asığından şikâyet ettiğin­den, ifadei şahanelerine itirazen arz ediyordum bu hâle Efendimiz sebebiyet verdiniz bazı adamlarımızın iltifat ve nezaketi şahanelerini takdir edemeyeceklerini defaatle ar-zetmiştim dedim.  (Bizim de burda aklımıza bir vak'a gel­di yeri gelmişken ilâve edelim. Efendim, Zülüflü İsmail Paşa Hazretleri, Sultan Abdülmecid'in cariyelerinden doğmuş bir paşadır. Ancak hangi sebebe istinadense Saray'dan dışarı çı­karılmış ve her halde iddet müddetine de riayet olunmamış olmalı ki, câriye yeni izdivaç yaptığı zata hâmile olarak git­miştir. Bu anlaşılır anlaşılmaz, hanedan bu meseleyle meşgul olmuş fakat hanedan mensubu olarak tesbit etmemiştir. Onun yetişmesi ile alakalı olarak bütün yapılması gerekenler yerine getirilmiş. Paşalık makamına yükseltilmiştir. İşte bu zât ile bir gün mükaleme esnasında Sultan Reşad, Zülüflü İs­mail Paşa'ya buyur ederken, "Birader şöyle otur!" demek ne­zaketini sergilemiştir. Tabii asil bir zât olan paşa da bunu hiç bir zaman istismar etmemiş, Hanedan-ı Osmaniya'nın en ufak bir leke şüphesinden mutazarrır olmaması için kaderine rıza göstermiştir.. Bu vesileyle biz de bu vak'ayı kayda geçir­miş olduk.) Bunları ifade ettikten sonra Lütfi Simâvî Bey'in ifadelerine avdet edelim: "Sultan Reşad'in nezâketinin daha çocukluğunda bir mümeyyiz vasıf olduğu çocukluğunda, pe­derleri Sultan Abdülmecid ile İzmir'e giderken padişahı ra­hatsız etmemek için kendis çağırılıncaya kadar, sıcaktan fevkalâde muzdarip olduğu kamarasından çıkmadığını hikâ­ye buyurdu. Tenezzühlerden avdet ederken evlerimize yak­laştığımız sırada başkâtip ile aciz'in arabasına dâima bir ya­ver gönderip, ihtiyar-ı zahmet edip, saray'a kadar gitmek­ten ise doğruca hanelerimize avdet etmekliğimizi emreder­di.. Biz de arz-ı teşekkürle maiyet-i hümayununda gitmek şerefinden mahrum edilmemekliğimizi istirham ederdik.

 

Arkadaşlardan bazıları halsiz ve rahatsız olduğu zaman bilvasıta defaatle hatır sormaya Önem verirdi. Şüphesiz em­ri hümayunları üzerine mühadim-i şahane iki defa beray-ı iya det için evime geldiler. Taam ederkende latif ve iltifat-ı mahsus olarak, meyvesinden veyahut tatlısından acize gön­dermeyi unutmazdı. Hünkâr dâima redingot giyer, birisini kabul edeceği zaman düğmelerini iliklerdi. Padişahı hiç bir vakit ceketle göremedim.

 

Hâttâ; seyahatlerde de redingot giydiğinden, biz de aynı elbiseyi tercih ederdik. Fikrimce burası biraz mübalağalı ve hususuyla gayriamaliydi. Padişahlığı esnasında, şuy'u bul­duğu gibi işret etmezdi. Kendisine pek muhabbe-ti olan bü­yük biraderi 5. Mehmed Murad'm veliahtlığı, zamanında nezdine gittik çe padişaha zorla konyak içirdiğini hikâye ederdi." Sultan Reşad'ın çok kuvvetli hafızası olduğunu da haber veriyor Lütfi Simâvî Bey: "Hatıratının 89.sahifesinde; Hünkâr şeyhuhiyetine ve duçar olduğu mesane illetine rağ­men birçok seyahatler yaptığı gibi, Cuma namazını da muh­telif camilerde edâ ederdi. Saray'da kaldığı gün-ler vakti müsaid oldukça kışlık bahçesine giderek her cinsini iyi bil­diği ve pek de sevdiği güvercinlerle eğlenirdi. İdama mah­kum olanların tasdikini başka kalemle yazardı. Padişahın hafıza kuvveti pek mükemmel idi. Mükaleme esansında vu-kuat-ı mâziyeyi en küçük teferruatıyla nakl eylerdi. Bir gün mefruşat idaresi depolarında ve paslar içinde bulunup te­mizlenen gayet güzel bir altun kafesi takdim ettikten sonra biraz muayeneden edip bu kafesi ammi-i mükerremleri Sul­tan Ab dülaziz zamanında, huzuru hümayuna kabul edilir­ken içinde, iki nâdir kuş olduğu halde somaki odanın içinde süferanın ve bazı ecnebilerin suret-i mahsusada kabul edil­dikleri daire koridorunda gördüğünü beyan etti.  Hazinei hassaca icra ettiğimiz tahkikattan ifadat-ı şahanenin mahzı hakikat olduğu tebeyyün etti. Bu kafes işi, indelzât kırkbeş senelik vak'a idi." Lütfi Simâvî Bey, hatıratının 91. sahifesin de, padişahn çekindiği şeyler başlığıyla şunları yazdığını gö­rüyoruz. "Hünkâr özel dâiresine kalorifer yapılmasına mu­arız idî. Gözlerine zarar vereceği korkusuyla bunu isteme­mekteydi. Ayrıca elektrik ışığından da çekinirdi gazeteleri ve kİtabları gözlüksüz okurdu. Odasında yalnız olduğu za­manlarda yarı karanlık denecek derecede hafif bir ışıkla ikti­fa ederdi. Güneşdende muzdarip oldığundan bahçede gü­neşli havalarda şemsiyeyi başına tutardı." Lütfi Simâvî Bey, hatıratının 91. sahifesinde, Trablusgarb'm zayiinden kim me'sûl, başlığıyla bir not düşmüş, buna bir göz atalım:   "Te­veccüh ve itimad-ı hümayun eseri olmak üzere maruzatımı dâima nazarı itibare alır ve suret-i hususiyede kabul edeceği sefirlere ne yolda idare-i lisan edeceğini tenezzülen sorardı. Birinci defa huzurlarına kabul ettikleri zevat ile hin-i müla­katta, emirleri mucibince dâima hazır bulunurdum. Sadaret mazulları, beray-ı arzı tebrik bayramın 2.günü (yâni bayram tebriki için) mabeyni hümayuna gelmeyi adet etmişllerdİ. İtalya muharebesi esnasında bayramın 2.günü sabahleyin nezd-ı şahaneye giderek o gün arz-i vücud edeceklerini tah­min etti-ğim H.Hilmi ve Hakkı Paşa'lar hakında evamiri şa­hanelerini istifsar ettim. Huzur-u hümayunda bulunan Veli-ahd Vahidedin Efendi Trablusgarbın zayiine sebebiyet veren Hakkı Paşa'yı şevketmeab efendimizin tabiiki kabul buyur-muyacaklarını ifade etmesi üzerine, ben de, cevaben Hakkı Paşa bigünah olup, zaafımızın başımıza bu felâketi getirdi­ğini, fikri kasıranemce bu iki sadaret mazulunun aynı mu­amele görmeleri iktiza edeceğini arzettim. Padişah; maru­zatımı kemali sükunetle istima buyurduktan sonra, paşalar gelince haber veriniz. İkisini beraber kabul edeceğim deyip, bu acize hak verdi." Lütfi Simâvî Bey'in hatıratının 118. Sa-hîfesinde: "Abdülhamid'i Sân-i'nin İrtihali" başlığıyla şunları okuyoruz: "10/Şubat/1334 Hakan'ı mahlû, ecel-imevuduy-la vefat ettiğinden makam-ı saltanat ve hilafeti ihraz etmiş bir hükümdar hakkında, ifâsı lâzım gelen merasim-i ihtira-miye ile büyük pederi Sultan Mahmud Hân-i sâni'nin türbe­sine defnolundu. Kendisi; tehalik ve tehdid ile yerini aldığı, devr-i inkılab adlı eserinde hikaye ettiğim eserimde, biraderi Sultan Murad'ın cenazesine karşı büyük hürmetsizlik göstermiş ve bu hareketi infial-i umumiye mûcib olmuştur." Demektedir. Hemencede, Abdülhamid Hân'un arkasından da, müstebitlikleri diye bir bölüm açmış böylece Simâvîlerin, Abdülhamid Hân'a karşı büyük ve farklı bir bakışları ve bu bakışların menfi olduğunu bu ifadelerden anlamak kabildir. Başmabeynci Lütfi Simâvî Bey Sultan 5.Mehmed Reşad'ın İr-tihalini, hatıratının 132. sahifesinde şöyle naklediyor:

 

"1334/Temmuz/1918'de beray-i tedavi gören Bavye-ra'da vâki Steklin kasabasında bulunuyordum, letafetli ha­vası, menba suları vede hamamları ile şöhret bulan bu güzel mahal, Karlsbat ve Mahlabat kaplıcalarını pek andırır. İka­met ettiğim Viktorya Otelinin direktörü 3/Temmuz günü orada neşrolunan bir gazeteyi vererek, padişahınızın vefat ettiğine dair bir telgrafname var, manzurunuz oldumu dedi. Bir cümleden ibaret olan telgrafnameyi kemâli teessürle okudum. Son ziyaretimde zat-ı şahaneyi biraz yorgun bul­dumsa da, çehresinde katiyyen ağır hastalık alameti yoktu. Harbi Umûmî gibi buhranlı bir zamanda hemen hergün bin çeşit havadis yayıldığından bunu da o zümreye dâhil ettim. Ertesi sab^h Berlin gazeteleri bu kara haberi te'yid ettiler. Hatta gazetelerde 4/Temmuzda icra olunan cenaze merasi­minde, Mehmed Sadis adı altında tahta kuud eden, yeni padişah Vahideddin'inde isbat-ı vücud ettiğini bildiriyordu. Sultan 5.Mehmed Reşad'ın vefatından te'sirat-ı samimiye-mi, halifenin insanlık kaidelerine muvafık olan bu cenazede isbat-ı vücud edişi, bizlerin üzüntüsünü tâdil etti. Bir padi­şahın; selefinin cenazesinde bulunmaması kadar, çirkin bir hâl tasavvur edemem. Avrupa hükümdarları arasında pek nâdir olan bu hâl biz de vukuat-ı âdiyedendir."

 

Görüyorsunuz sevgili okurlarım; Lütfi Simâvî Bey, bu hu-susda ince ince Vahideddin'e hislerini belli ederken, aslında Sultan Abdülhamid'e çatmadan edemiyor. Muhterem okurla­rım; Lütfi Simâvi Bey; hatıratının 135. sahifesinde, orduya ve donanmayı hümayuna demek suretiyle bir beyanname ya­yınladığını bildiriyor, şöyleki: "Emir'ül mü'minin olan hakan ve başkumandanımız, kardeşim Sultan Mehmed-i Hâmis'in hepimizi ağlatan ziyaiyle, emir ve kumandanızı ele alıyorum. Senelerden beri bin müşkülat içinde Osmanlı ve İslam târi­hine hanedanım için şanlı sahifelere ilâve eden siz arslanlar yurdunun kahraman yavrularına memnuniyet-i şahanemi beyan eder, ve bu uğurda Hakk'ın rahmetine kavuşarak, er meydanlarında can vermiş olan şüheday-ı kemâl-i hürmetle anarım. Din ve vatanımızın selâmeti için şimdiye dek pek kanlı bir suretde kahraman müttefiklerimizle omuz omuza devam ettiğimiz muvaffakiyet dolu harb seneleri her halde azalmakdadır. Fakat; henüz bitmemiştir. İşte bu güne kadar olduğu gibi Cenab-ı Hakkın, haklı dâvamızda dâima bizimle beraber olacağında zerrece şüphe etmiyerek, aynı savlet-i Haydârane ile düşmanla savaşmada devam ediniz. Her yer­de kemâli şehametle taşıdığınız sancağım size dâima zafer ve muvaffakiyet yolu göstersin, inayet-i Bari ve imdadı ru-haniyet-i peygamberi siz kahraman askerlerimin muin ve zahiri olsun.

 

Mehmed Vahiddedin Sultan 2.Abdülhamid Hân'da, Sultan 5. Mehmed Reşad'da bu cihan savaşının feci badiresinin nihayetini görmeden dün­yadan el ve eteklerini çektiler. Bu çok ağır yükü, kendini bu makama hazırlamadığını, çünkü sıranın kendisine gelmeye­ceğini bir sohbetinde ifade eden en küçük kardeşleri Meh­med Vahideddin'e bırakmış oldular. Sultan Reşad Eyüb Sul-tan'da Halic'in sahilindeki ebedi istiratgâhı olan türbeye def­nedildi. O semtin o yüce sahabi Halid bin Zeyd'in ruhaniye-tiyle, huzurda oluşu merhum padişahın tercih etmesinde mutlaka hissemenddir.

 

 

 

Sultan Reşad'ın Hanımları Ve Çocukları

 

 

Osmanlı tahtına 5. Mehmed unvanıyla oturan Sultan 5. Mehmed Reşad, 2/Kasim/1844' de eski Çırağan sarayında Gülcemâl Hanımdan dünyaya gelmiştir. 4/temmuz/1918'de Kadir gecesinde ikindi namazı vaktinde vefatı vukubulmuş-tur. 9 sene, 2 ay, 7 gün süren dönemi, Osmanlı padişahları­nın hiç bu kadar pasif olduğu görülmemiş olarak geçmişti.

 

Ömrünü beş izdivaçla geçirmiştir. İlk kadınefendisi Gen-ce'de  1855'de doğmuş bulunan Kâmres başkadmefendidir. 1872'de Ortaköy'deki sarayda izdivaç eylemişlerdir. Bu ha­nımın Sultan Reşad'dan sonra 2 sene, 9 ay, 27 gün yaşadığı­nı biliyoruz. 30/Nisan/1921'de Kâmres hanımın vefatı vuku-bulduğunda, istanbul'umuz düşman çizmeleri altında yaralı bir ceylân gibi inlemekteydi. Kocasının Eyüb Sultan'daki tür­besine defnolunmuştur. Bu izdivacın meyveleri olarak, İki tâ-ne erkek evladları dünyaya gelmiştir. Vefatında 65 yaşını, bir ay geçmişti.

 

Sultan Reşad'ın 2. kadınefendisi ise, Kars şehrinde tevel-lüd eden Dürr-i Adn, yâni cennet incisi mânasına gelen adıy]a bilinen hanımıdır. Padişahın kendisinden önce dâr-i beka­ya intikal eylemiştir. Vâlidebağı köşkünde 1909/Ekim/17'de vefat: vukubulmuştur. Vefatında 49 yaşından 6 ay kalmıştı. İzdivacı esnasında 16 yaşındaydı. Şehzade Necmeddin Efen­dinin annesidir. Fâtih'te Gülüştü kadınefendi türbesindedir.

 

Sultan Reşad'ın 3.kadınefendisi Adapazan'nda 15/Ekim/I869'da doğan Mihrengiz kadmefendi'dir. 12/Ara-Iık/1938'de 69 yaşında olduğu halde İskenderiyye'de hane-dan-ı Osmaniyenin umumiyetle yerleştiği yer olan Attarin Camii caddesindeki mevkıye yerleşti. Vefatında burada bulu­nan Ömer Paşa türbesine defnolundu. Öztuna Bey, bu hanı­mı çocuksuz gösterirken, Çağatay CJluçay Bey, Hilmi Efendi adlı şehzadenin annesi olarak gösterir.

 

Nazperver kadınefendi padişahın 4.hanımefendidir. 1870'de istanbul'da dünya'ya gelmiş 1930'da vefat etmiştir. Pek cemiyetkâr bir insan olup, 1.cihan harbinde İstihlâk-i milli cemiyetini kurmuş olduğu gibi hastanelere büyük yar­dımlarda bulunmuştur ve Türk tiyatrosuna hâmilik etmiştir. Doğduğu gün Ölen kızının adı Refia sultanhanım idi. Haya­tının son iki senesini İstanbul Vâniköy'de yaşadı.

 

Padişah 5. Mehmed Reşad'ın son evliliği de Dilfirib kadı­nefendi ile olmuş 1890'da doğan hanımefendi, 1953'de 63 yaşında olduğu halde yaşadığı Erenköy'de kanser hastalığı­nın sonunda vefat etmiştir. Daha sonra 1925'de baytar olan bir subay ile izdivaç yapdı ve bu evliliğinden bir oğlu olmuş­tur.

 

Sultan Reşad'ın kız çocuklarına gelince Refi'a Sultanha-nım'dan başka kızı olmamış olduğu görülüyor. Çağatay Uîu-çay bu kız'dan söz etmemekte, Öztuna Bey bu hanimsul-tan'dan bahsetmekle beraber 1888'de doğduğu gün vefat et­ti demektedir.

 

Sultan Reşad'ın erkek çocukları ise, üç tane olup, 1873'Ortaköy Sarayında doğan Mehmed Ziyaeddin Efendi, 1938'de Mısır'da İskenderiye'de Ebu Kır caddesindeki ika­metgâhında öldü. Hanedan'ın 1924'de yurd dışına çıkarılma­sı üzerine ecnebi bir gemi ile İs tanbul'a turist olarak gelmiş ancak vapurun güvertesinden doğduğu şehri seyredebil-miştir. Her ne kadar transit turist olarak karaya çıkmışsada, zabıta derdest edip, gemiye geriye götürmüştür. Ziyaüddin Efendi pek mükemmel bir kanun virtiözü olduğunu Öztuna Bey kaydederken, Tanburi Cemil Bey'in plâklarına kanun ic-rasiyla iştirak ettiğinide ilâve eder Öztuna Bey. Mehmed Zi­yaeddin Efendi, beş izdivaç yapmış ve hayli çocuk ve torun­ları olmuştur.

 

Sultan Reşad'ın 3.oğlu tâbir-i diğerle enküçük oğlu ise, 2/Mart/1886'da Ortaköy sarayın da dünya'ya gelen Ömer Hilmi Efendidir. 2/Kasım/1935'de İskenderiye'de vefat etmiş olup, Ömer Tosun Paşa türbesine defnolunmuşsa da, burala­rı Cemâl Abdülnasır dönemi içinde istimlak edilmiştir.

 

5.Mehmed Reşad Hân'ın 2. ve ortanca oğlu Mahmud Nec-meddin Efendidir. 23/Haziran/1878'de Kuruçeşme Sarayın­da doğmuştur. Müzisyen olup, 35 yaşı içindeyken kalp rahat­sızlığından vefat eyledi. Çocuğu olmamıştır.

 

 

 

Sultan Reşad'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları

 

 

Sultan Reşad, Osmanlı tahtına kuud ettiğinde sadaret ma­kamında Ahmed Tevfik Paşa bulunuyordu. Bu sadaret Tevfik Paşa'nın ilk sadaretiydi. Bundan sonra daha üç defa sadare­te geldi ve pek hazindir, sonuncusu, Osmanlı'nın son sadare­ti olmuş ve devlet-i âli ye târihin anılan arasına intikal etmiş­tir. Tevfik Paşa Hüseyin Hilmi Paşa'ya devretti 5/ 5/1909'da.

 

Bu vazifede Hüseyin Hilmi Paşa 8 ay, 8 gün kalabilmiş 12/Ocak/I910'da yerini İbrahim Hakkı Paşa'ya devreder­ken, 1 sene, 8 ay, 19 gün grevde kaldı. Bu arada da, Trab-lusgarp elden çıktı. 30/Eylül/191 l'de Küçük Mehmed Said Paşa sadarete getirildi ve bu görevi 31/Ocak/191 l'e kadar 3 ay, 1 gün sürdürebüdi. Ancak aynı sadrıazam mührü 6 ay, 22 gün daha nezdinde tutarak, böylece son sadareti, 22/tem-muz/1912'ye kadar sürerek dokuz defa gelmiş olduğu sadrı-azamlığını noktalamış oldu. Said Paşa'dan sonra  Büyük Ka­bine denen hükümet Gazi Ahmed Muhtar Paşa riyasetinde teşekkül etti. Paşa dört tane eski sadrıazamin bulunduğu ka­bineyle ancak 3 ay,  8 gün sürdürebüdi bu hükümeti. 29/Ekim/1912'de makam-ı sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'ya tevcih olundu ve bu sadaretin, 2 ay, 25 gün sonra müthiş bir baskınla tamamlandığında 23/Ocak/1913 Kâmil Paşa'nın son ve 4.sadaretini tamamlamış oluyordu ve sada­ret Harbiye eski nâzın Mahmud Şevket Paşa'ya tevcih olun­muştu. 4 ay, 19 gün sonra bir suikasd sonucu Mahmud Şev­ket Paşa pek cüretkârane şekilde katledildi. Sadaretde, 1 l/Haziran/1913'de Prens Mehmed Said Halim Paşa'ya tev­cih olundu. Said Halim Paşa bu makamda 3 sene, 7 ay, 23 gün sonra sadareti bıraktığında Osmanlı devleti işin sonuna yaklaşıyordu.

 

Mehmed Talat Paşa 4/2/1917'de göreve geldi. 14/Ekim/1918'e kadar sadareti muhafaza etti. Ancak padi­şah 4/Temmuz/1918'de vefat ettiğinden Sultan Reşad'ın son, Sultan Vahideddin ilk sadnazamı olmuştu. Böylece 9 sene, 2 ay, 9, gün süren dönemi dokuz kişi ile geçirmiştir. Şeyhülislâmlarının sıralamasına gelince o hususda şöyle bir cetvel çıkmakta: Sultan Mehmed Reşad Hz.leri, Osmanlı tah­tına oturduğunda makam-ı meşihatde Osmanlı'nın 160.şeyhülisiânm olarak, Dağıstanlı Mehmed Ziyaeddin görev başın­daydı. Bu zât Sultan Abdülhamid hakkındaki doğruluğu vâki olmayan fetvayı vermiş olduğunu da belirtmeden geçemiyo­ruz. Bu şeyhülislâm fetvasından dokuz gün sonra makamdan iskat olunmuştur ve yerine, 8 ay, 8 gün kalacağı meşihate, Pirizâde Mehmed Sâhib Efendi getirildiğinde 5/5/1909'ken, ayrılışı, 12/Ocak/1910'da vukubulmuştu. Ondan boşalan makama Çelebizâde Hüsni Efendi vazifede 6 ay, 1 gün kal­mış ayrılışında takvim 12/7/1910'u göstermekteydi. Musa Kâzım Efendi bu göreve geldi ve 1 sene, 5 ay, 20 gün kaldı onun yerine 31/12/191 l'de Abdurrahman Nesib Efendi geti­rildi. 6 ay, 22 gün sonra; 22/7/1912'de, Mehmed Cemaled-din Efendi getirildi. 6 ay, 3 gün sürdü m eşi ha ti. 24/1/1913'de 166.şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi şeyhü­lislâm oldu. 16/Mart/1914' de 1 sene, 1 ay, 23 gün süren görevden sonra yerine Ürgüblü Mustafa Hayri Efendi maka­ma geldi ve 2 sene, 1 ay, 23 gün sürünce 8/Mayıs/1916'da ayrılıp, yerine Tortumlu Musa Kâzım Efendi ile devam edil­di. 14/Ekim/1918'de ayrılırken, 2 sene, 5 ay, 7 gün süren bir hizmet verdi. İşte merhum padişah Sultan Reşad, bu meşihat esnasında hayatının sonu gelmiş böylece de, son Şeyhülislâ­mı Musa Kâzım Efendi olmuştur. Neticeten söyleyebilirizki Sultan Reşad on yıla yakın döneminde sekiz zat ile bu meşi-hati yürütmüş oldu.

 

Bu padişahımızın dönemini anlatmaya çalıştığımız satırla­rı, dünya durdukça anılacak olan, Çanakkale kahramanları­na, şehidlerine ve gazilerine büyük islâm milletine hediye et­miş oldukları zafere minnetlerimizi bildirmek suretiyle tamamlamayı vazife bildik.