SULTAN 2. ABDÜLHAMİD HAN : -

 

Osmanlı Padişahlarının; 34.sü, hilâfet-i Osmaniyanın 25. halifesidir. 22/EyIül/1842'de Eski Çırağan Sarayında, saba­ha karşı, Abdülmecid Hânın Tiri Müjgân adlı kadınefendi-sinden dünya'ya gelmiştir. 75 sene, 4 ay, 9 gün süren ömrü­nü, İslâm düşmanları karşısında siper vazifesi görebilmek için bütün varlığıyla vakfetmiş ve nihayet bu hayat çizgisinin 10/Şubat/1918 saat 15.oo sıralarında Beylerbeyi Sarayında noktalandığını görüyoruz.

 

Sultan Abdülhamid dönemi Osmanlı devletinin en kritik ve 19. asrın son çeyreği ile 20. asrın ilk çeyreğine yepyeni, mü­kemmel bir münevverler zümresi hediye eden dönem olmak üzere mühürlemeye kalksak, asla mührü yanlış yere basmış olmayız. Vücuda getirmeye çalıştığımız bu târih eserinde bir döneme girişde belkide ilk defa kurduğu müesselerin listesini takdim etme yolunu seçtik. Çünkü; aşağıda okuyacağınız vak'alann bazı yorumlan size tuhaf gelebilecektir fakat bu zâtın kurduğu ve kurulması mecburî ve mu kadder olan mü­esseselerin banisi olması, bu gün üzerinde hür olarak, şanlı bayrağımızın altında, hudutlarımız içinde bir millet-İ islâmiye olarak yaşamamız önce lûtf-u İlâhî bilahire Sultan Hamid'in vücuda gelmesine bezl-i mesai sarfının ehemmiyetini idrâk, nankör olmayan her evlâd-i vatanın vazife-i vicdaniyesidir. Hem >de biz bu müesseseleri yine ilk defa olarak bir ilmihal­den alıyoruz ve bu ilmihalin merhum hazırlayıcısı, Türk Silahlı Kuvvetlerine, çeşitli makamlarda ve rütbelerde hizmet vermiş bulunan ve mesleklerin en muhterem olanlarından bir meslek olan öğretmenlikle, askeri mekteplerde nice subayla­ra ders vermiş bulunan Emekli Eczacı Kimyager Albay Hü-

 

şeyin Hilmi Işık Efendi'yi de bu vesileyle rahmet ve minnetle yâd etmeyi vazife addediyorum. Bakın Hüseyin Hilmi Işık Efendi, şunları kaydediyor, değerli ilmihalinde 1971 senesi baskısında 916.sahifede: ".32 sene 7 ay, 27 gün süren hü­kümdarlık zamanı içinde bir avuç toprak vermedi. Her vila-yetde mektebier, hastaneler, yollar, çeşmeler, Viyana'dan başka bir yerde bulunmayan modern bir tıp fakültesi yaptı r-dı.1293/1877, Mekteb-i Mülki-ye'yi 1296/1878'de bir müze yaptı. 1297/1879'da Hukuk Mektebi ue Divândı Muha sebatı (Sayıştay) kurdu ve Beyoğlu Kadın Hastanesini yaptır­dı. 1299/'1880'de Güzel sanatlar akademisi, 1300/1882'de Yüksek Ticaret Mektebi, 1301 /1884'de Yüksek mü hendis ve yatılı kız lisesi açtı. 1303/1885'de Terkos suyunu İstanbul'a getirtti ve Mülkiye lisesini açtı. 1305/1888'de Alman İmpara­toru İstanbul'a gelip. Sultanahmed Meydanında Alman Çeş­mesi yapıldı. 1307/1889'da Bursa'da İpekçilik Mektebi yap­tırdı. 1308/1890'da Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi ue Kâ-ğıdhanede bir poligon kurdurdu. 1309/1891 'de Bursa Demir­yolunu ve Aşiret Mektebini yaptırdı.

 

1310/1892'de Hamidiye Kâğıd fabrikası, Kadıköy havaga­zı fabrikası ve Beyrut Umanı rıhtımını yaptırdı. 1311/1893'de Osmanlı sigorta şirketi ve Küçüksu Barajı ve Manastır-Selâ-nik demiryolu yapıldı. Yine 1312/1894'de Şam-Horan demir­yolu ve Eskişehİr-Kütahya demiryolu yapıldı. Yine 1312/1895'de Hamidiye Yüksek Ticaret mektebi ve Gatata-Tophane Rıhtımı, Dolmapahçe Saat Kulesi yap il­di. 1313/1896'da Beyrut-Şama demiryolu, Dâr'üiaceze bina­sı, mum fabrikası, Afyon Konya Demiryolu ,Sakız limanı rıh­tımı, şimdiki İstanbul lisesi binası, İstanbui-Selanik demiryo­lu yolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı. 1314/1897'de Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçar-şı tamirini yaptırdı. 1313/1897'de Yunan zaferini kazandı.

 

Akıl Hastanesi yaptırdı. 1315/1898'de Selanik Rıhtımını, Şam-Halep Demiryolunu ue Şifa Hastanesini yaptırdı. 1316/1899'da Şişii'de Hamidiye Etfât (çocuk) hastanesini yaptırdı. 1318/1900'de Medine-i Müneouereye kadar, telgraf hattı yaptırdı. 1320/ 19O2'de Hamidiye Hicaz Demiryolu, Zar-ka'ya kadar işledi. Kâğıdhane'deki Hami diye suyu yapıldı. Yeni Balıkhane, Haydar Paşa Rıhtımı, Ma'den Arama Mekte­bi, Şam'da Tıbbıye-i Mülkiye yapıldı. Haydarpaşa askerî mekteb-i şahanesi 24/teşrin evvel/1321/4/Kasım/1905'de açıldı. 1322/1904'de dilsiz ve sağırlar mektebi açıldı. 1322/1904'de Bingazi'ye telgraf hatt-ı yapıldı. 1323/1905'de İstanbul-Köstence kablosu döşendi. Haydarpaşa İstasyonu binası yapıldı. Beşiktaş tepesindeki Yıldız sarayını ve önün­deki camii yaptırdı. Velhasıl Avrupa'da yapılan yeniliklerin hepsini ve en modern şekilde yurdumuzda yaptırdı. /Ve ya­zıkla 1326/1909'da tahtdan indirilince bütün bu ilerlemeler durdu.." Demektedir. Muhterem okurlarımız işte bu yapı­lanların dünyanın üzerimize bütün şiddetiyle hücum etmeye hazırlandığı dönemde yukarıda taadat olunan müesseseler, ülkede sağladığı kolaylıklar, maarifde yetiştirdiği askerî ve mülkî erkân, 1.cihan harbinin sonunda içine düştüğümüz fe-cii hâli milletimizin yok oluşa giden uçurumun kenarından çekip kurtarmayı bilediler.

 

Şimdi bir gazeteci-yazar olan ve kendi ifadesiyle Tepede-lenli Ali Paşa ahfadından olduğunu beyan eden Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu,193Ö'Iu yılların başında çalıştığı bir ga­zetede Sultan Abdülhamid Hân hakkında bir tefrika neşretti-riyormuş. Devrin Reis-i cumhuru Mustafa Kemâl Paşa'da bu tefrikayı merakla takip ediyormuş. Bir gün koruma polisle­rinden iki kişiyi, Nizam Bey'in tefrikasının yayımlandığı ga­zeteye gönderip, saraya davetini tebliğle vazifelendirmiş. Dâ-vetçiler,  ellerindeki davetiyeyi gazetede buldukları  Nizam Bey'e vermişler. Davet saatinde binbir endişe ve de merak içinde Dolmabahçe Sarayına gelen Nizam Bey, Paşa'nın ya­nına alındığında iltifatlara nail olmuş, akabinde de, Reisi­cumhur Atatürk "Bak çocuk! gazetede yazdığın tefrikayı me­rak ve dik katle takip ediyorum. Şu ana kadar yayımlananla­rı beğendiğimi de söyleyebilirim, hürriyet içinde yaz. Kimse­den korkma ancak, padişaha asla hakaret etme çünkü ha­karet hem iyi bir şey değil hemde Abdüîhamid kurduğu mektep ve müesseselerle hayırlı hizmetler yapmıştır." De­mek suretiyle Atatürk'de kendisinin doğumunun 1881 oldu­ğunu gözönüne alsak, tahsilini ve yetişmesini bu müessese­lere borçlu olduğunun idrâki içinde, babıâlîde adı Deii'ye çıkmış olan Nizameddin Nazif'e bu ikazı yapması, bilmiyoruz yazarın bu tarafının olduğunu bilmesindenmi kaynaklanıyor. ancak kendilerininde yaptığı tahsil müessesesinin takdirkârı olmasından ileri gelmiştir diye düşünmek mümkündür.

 

Nitekim de, M.Kemâl Paşa bir gün hilafetin lağvından ön­ce-yakın arkadaşı ve başvekil yaptığı Hüseyin Rauf Orbay'a, hilafetle ilgili bir soru tevcih ettiğinde, Hamidiye Kahramımn-dan, "ben o halifelere mutekitim!" cevabını verdiği, gerçek târih olan hatıratların pek çoğunda çeşitli versiyonlar hâlinde rastlanmıştır. Târih kitaplarında bir padişah devrini yazışa gi­rişin pek rastlanmayan bu satırlarından sonra, biraderi ve se­lefi 5. Murad'ın doksanüç gün süren saltanatı sonunda hâl edilmesiyle ilgili ve bu arada devletin müsteşarı mesabesin­de kendini görmekte olan vükelâ ve bunların arasında da, bilhassa daha önceleri kısa bir zamanda olsa, amucası Sul­tan Abdülaziz'e sadnazamlıkla hizmet vermiş bulunan Midhat Paşa ve kendisini Kâğıdhane'deki çiftliğinde ziyaret edip,gö­rüşmelerden bîr nebzede olsa bahsetmeden geçmeyelim.

 

Midhat Paşa, Mütercim Rüşdü Paşanın şuuru muhtel hâle gelmiş bir padişaha sahib olmanın avantajı ile ülke idaresinde tek başına hareket şansına mâlikdi. Her ne kadar müşa­verelerde bulunuyorsada, sonunda kendi bildiğini heyet-i vü-kelasıyla birlikte okuyor idi. Hüseyin Avni Paşanın akıbetin­den sonra, Mütercim Paşa meşrutiyeti ağzına almaz   olmuş­tu. Bütün bunlar; Midhat Paşanın, Kâğıdhane'deki çiftliğinde kendisine, talihin ve konjüktürün ulaştırmasını beklediği sal­tanat teklifini alacağı dakikaları gözlemeye başlamış bulunan Tir-ı' Müjgân adlı Çerkeslerin Siphir kabilesinin mensubu bir hanım ile      Cihan Padişahı Abdülmecid Hân hazretlerinin iz­divacından dünya'ya gelmiş olan şimdi 34 yaşında olgun bir şehzadenin yanına gitmesini gerektiriyordu. Zâten; sadrıaza-mın dikkatini çeken Midhat Paşa, tahtda oturan bu mecnun ile işin yürümeyeceğini, aklı başında birinin padişah yapıl­masını İleri sürerken de teşkilât-ı esasiye yapıp, meşrutiyetin ilânını bir daha hatırlatmıştı.

 

Daha sonra önce kendisi yalnız başına üst satırda ifade ettiğimiz gibi Kâğıdhane'ye yollanmış ve olgun yaştaki şeh­zadenin karşısına oturmuş ve ahval-i siyasadan söz açtığın­da, Abdülhamid Efendi, daha önceleri hürriyetperverân ile karşısında oturan Paşa'nın münasebetlerini bildiğinden ve bunların meşrutiyete meclubiyetlerinin varlığından haberdar olduğundan ve Midhat Paşann Kanun-u esasî hakkındaki uzuzn serdettiği mütalaaların sonucundan çıkarttığı netice bunların meşrutiyet anlayışlarına muvazi hareket etmek, ya­pılacak doğru işlerin başında gelendir noktasına da yandı­ğından, azimkar bir ifade ile: "Paşa babacığım, meşrutiyet prensiplerine ve parla-mento sistemine dayanmayacak bir idareyi kabul etmem" dediğini, Abdülhamid'in pek sevdiği nice bakanlık görevlerinde istihdam ettiği, Çorluluzâde Mah-mud Celaleddin Paşa, o devrin en önemli mehazı olan "Mi-rat-i Hakikat" yâni hakikatlerin aynası mânasına    gelen ve târihimizi ve bilhassa Sultan Abdülhamid hakkında, bir mit-raiyöz gibi aleyhde yayınların 1909'dan sonra ortalığı kapla­ması ve meydana getirdiği sunî ve iftiralarla dolu satılık ka­lemlerin yazdığı kitaplara karşı, edebiyatın yalçın bir kal'ası olarak tek başına onların ileri sürdüklerini çürüten bir eser olarak büyük vazife görmüş eserde yer aldığını söyleyelim yukarıdaki tırnak içindeki Cennetmekân Abdülhamid Hân'ın ifadesinin ve bu mehazın bu çalışmamızın bu devri anlatan satırlarının kısm-i azamini, bu değerli eserin ifadelerinden pek müstefid olarak meydana getireceğimizi de burada ifade ederek, bu eseri latinize edip, neşir hayatımıza sokmuş bulu­nan merhum Profesör Dr.İsmet Miroğlu'nu da rahmetle anı­yorum bu vesileyle.

 

Midhat Paşa, Kâğıdhane'deki bu zeki ve hürmetkar şehza­deden pek memnun kalmıştı. Şehzadenin; Paşaya hediye et­tiği, kendi gömleğinden çıkarıp takdim ettiği pırlantadan ma­mul kol düğmeleri Midhat Paşa'yı bu memnunluğa taşımak­taki rolünü bilemeyiz fakat çok seneler sonra avrupa'da bir kuyumcuya satılan kol düğmelerinin dörtbin Osmanlı altunu ve 2002 yılı rayicine göre kabataslak bir hesapla 44 milyar Türk lirası yaptığını gözönüne alırsak koldüğmelerinin hayli kıymetdar olduğunu kabul etmemiz gerekir.

 

Midhat Paşa; Kâğıdhane'ye 2.gidişinde yanına sadnazam Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa'yıda koluna takıp götürdüğü bütün hatırat ve târih kitaplarında yer almaktadır. Bu müla-katda pek tatminkâr geçmiş ancak,devleti mevcud haliyle idare etmekte olan sadrıazamin elinden oyuncağının alınma­sını geciktirmek isteyen bir çocuk gibi işine devamı kendini gösteriyordu. İşte; Çorluluzâde Mahmud Celaladdin Paşa, "Mirat-ı Hakikat" adlı eserinin 161.sahifesinde şunları nakle­diyor: "..Bunun üzerine artık saltanat değişikliği kararlaştınhp, hâttâ bir gün Damad Mahmud (Damad Mahmud. Celâ-leddin Paşa daha sonra meşhur olan Prens Sabahaddln'in babası) Paşa, Redif Paşa ile birlikte sadarete aid oda'da gizli­ce sohbet ederlerken beni de çağırdılar (Çorluluzâdeyi) ue sözlerine beni sırdaş ettiler. Konuştukları ve düşündükleri tahta geçme işini çabuklaştırmaya çâre aramaktan ibaretti. Redif Paşa: <Eğer sadrıazam bu tahta geçme işini biraz daha te'hir ederse biz çâresine bakanz> demekle Abdülaziz Hân'ın silah zoruyla tahtdan indirilmesi gibi bunu da ordunun üze­rine alabileceğini üstü kapalı olarak anlatmak istedi" De­mektedir.

 

Böylece cihet-i askeriyenin her zaman için, devlet içinde padişah değişikliğine kadar varan bir müdehale selahiyetini her zaman kendilerinde bulmuşlardır. Bu defaki olayda da Redif Paşanın ağzından ve onun, orduyu temsil pozisyonu­nun getirdiği vaziyet muvacehesinde sadrıazamin üzerine, 5.Murad'ı görevden uzaklaştırmasına dâir işlemi çabuklaştır­ması hususunda bir ikazı olarak görmüş oluyoruz.

 

Midhat Paşa, Sultan 5.Murad'ın taht'dan indirilmesini sağ­lamak münasebetiyle aslında kendisi için sadnazamlık ma­kamına gelme şansını arttırması işlemi de otomatiğe bağ­lanıyordu. Kâğıdhane'de veliahd şehzade Hamid Efendi ile konuşmasından ve meşrutiyet isteyen kadronun içinde dev­let ricali olarak meşrutiyetin müncî'i görünen Midhat Paşa, bu konuşmadan sadaret işareti almış olmalı ki faaliyetini hız­landırmıştı. 5.Murad dönemini anlatırken kaydettiğimiz gibi bu padişah hakkında alınan karar fetvaya kalb edildi ve hâl işi neticelendi. Osmanlı tahtına çıkan 2.Abdülhamid bu ara­da kendisine nâib olarak tahta çıkması teklifini çok kafi bir şekilde ret etti. Bazı işgüzarlar tahta çıkarılan pa dişahın biat alma sırasında alışılmışın dışına çıkılıp, güya 5.Murad taraftartarının suikastına hedef olurmuş bahanesiyle Saray'ın içinde olan Arz odasında bahse konu biatin yapılması ileri sürüldüysede, Mütercim Mehmed Rüştü Paşada geleneklere sahib çıkarak tahtın Osmanlı adeti kadim-i üzere gereken yere koyulmasını sağladı. Böylece 1 1 /Şaban/ 1 293-31 /Ağustos/1876 Perşenbe günü taht'a oturdu kadîm Os­manlı nizamı üzere önce Nâkib'ül-Eşraf ve Rei's ül Ulema Mustafa İzzet Efendi sonra bütün vükelâ, ulema, askerî ve mülkî erkân ve diğer hazır bulunanlar biat merasimini yerine getirdiler. Biat merasimi sonrasında 5.Murad'ın tahttan indi­rildiğini, Çırağan Sarayına nakillerini bildirmek üzere, Namık ve Rıza Paşalar bunlara zamimetende İstanbul Kadı'sı Hâlid Efendi'den teşkil olunan heyet, bu vazifeyi büyük bir neza­ketle yerine getirmiştir. Hatta; Seraskerlerden Namık Pa^a şunları rivayet ediyor: <sadrıazam Mehmed Rüşdü Paşa Sa­raya çağrılıp; Sultan Murad'ın ve annesinin sırf umûmî asayi­şin korunması için varlık sarayından yokluk kâşanesine gön­derilmesi Dâmad Mahmud Paşa vasıtasıyla Padişah tarafın­dan gizlice ne düşündüğü sorulur. Namık Paşa bu husus biz­den sorulacak şey değildir, şer'i işlerdendir. Şerî'ata uygun olup olmadığını araştırmak lâzımdır> cevabini verdiği Mirat-ı Hakikat'de 163.sahifedeki satırlarda görülür. Yâni; güya Sul­tan Hamid ağabeyi 5.Murad ve annesini ifna etmek için na­bız yoklamış gibi mâna çıkıyor, bu rivayetten, 31/Mart'da, bunları geldikleri yere kadar kovalayayım demek suretiyle Tüfekçi Tâhir Paşanın bu talebine, asla izin vermeyip, ben halifeyim, bir damla müslüman kanı akmasına nede müslü-manların birbirine hamle etmesine rızamız olamaz demek su­retiyle kan dökücü bir kimse olmadığını sergilemiş olduğunu biraz düşünürsek, baba bir, valide ayrı biraderini ve onun an-nesini katli aklından geçirmesi dahi vâki değildir. Ancak he­men ilâve edelimki, bu rivayeti yapan Namık Paşa çok zarif ve muttakî bir zat'tır. Bu soruyu padişah adına gizlice sordur­duğu ileri sürülen Damad Mahmud Paşaki Celalleddin'ide bulunmaktadır, daha sonra ülkeden firar eden birisidir ve meşhur Prens Sabahaddin'in babasıdır.

 

Prens Sabahaddin, adem-i merkeziyet düşüncesi ve özel teşebbüs doktrininin! ileri süren kişidir ve Sultan Abdülhamid ise merkeziyet taraftan bir zât olduğunu gözönüne alınması teemmül edilmelidir. Kendi adına sormayı düşündüğü suali yeni padişahın üzerinden sorma yoluna sapmış olabilirki, pek uzak ihtimal değildir.

 

Öte yandan sadnazam Mehmed Rüşdü Paşa, yeni padişa­hın kendisini bu makamda çok tutmayacağını anlamış olma-lıdırki, kılıç kuşanma merasimine hastalık mazeretini ileri sü­rerek katılmaması hem padişaha burûdetini göstermesine vesile olmuş, hemde padişahın niyetini anlamak kabilinden bir test olarak istimal ettiğine hükmedilebilinir. Yine cülusla alakalı hatt-ı hümayunun ısdar,yâni çıkarılmasında, bu hatt'in son kısmına ilâve edilmesi hususunda musir olan Midhat Paşa'nın hazırladığı bir taslak, Abdülaziz hân'ın hâl meselesinde de fikri alınmış bulunan Maarif Nâzın müsteşarı Ziya Bey, eline verilmiş olan Midhat Paşa elinden çıkmış tas­lağı öyle bir ilâvelere tâbi tutttuki, haddi aşan fikirlerini bir bir bu taslağın içine bir güzel döşediki bir misâl olarak az ede-limki, sarayların cariyelerinin serbest bırakıldığı bile yer aldı bu gözden geçirme ameliyesinde. Söz konusu taslağı Midhat Paşa, Sultan Hamid'e takdim ettiğinde, padişah, bunların bir çok kısmının kendisine uygun gelmediğini gördü ancak işin tamamını açıklamadan hattı hümayunda sadece meşrutiyet sistemine geçileceği yer aldı böylece meşrutiyet taraftarları hiç değilse padişah sözü elde etmişlerdi, bunun başarı oldu­ğunu söylememek haksızlık olacağı ortadadır. Mabeynbaş- kâtibi olan Said bey (daha sonra 9 defa sadnazam olacak) vasıtasıyla hatt-ı hümayun babıâlî'ye geldi ve Çorluluzâde Mahmud Celaleddin Paşa tarafından avaz-ı bülend ile kıraat olundu, yâni yüksek sesle okunmuş oldu.

 

Taht üzerinde dolaşan kara bulutlar, Sultan 2.Abdülhamid Hân'ın padişah olması ile yavaş yavaş yerini bir devr-i hayrın küşâdına yol açması beklenirken, içde tek meselemizin meş­rutiyet olduğu gözlenirken, Balkanlar da hayli askerî harekâ­ta sebeb olan Karadağ ve Bulgaristan vede Sırbistan kıyma­larının bastırılışındakİ davranış, propogandanında yardımıyla bilhassa İngiltere'de başta olmak üzere bir çok ilkede menfi bir telâkkiye sebeb oldu. Gayri müslim devletler, bu kıyamla rı sanki bir hakmış gibi görüyorlar tâbi oldukları devletin bu kıyamları bastırmasını pek sert bulduklarını ifade edip, babı-âlî' yi sigaya çekmeye cesaret eder hâle gelmişlerdi. Senmİ-sin kuvvetten düşen, yenilki gör! Gibi misâller artık bizim milletimizin dilinden düşmez sözler hâline gelmeye başlamış idi. Şimdi biz burada balkanlar başta olmak üzere memâlik-i mahrusada, yâni Osmanlı ülkesinin topraklarının bir çok ta­rafında çeşitli ihtilafları ve meseleleri kaşıyarak bir karışıklık çıkarmaya dâir çalışmalarının gelişi güzel olduğunu kimse sanmasın.

 

Bu hususda "Fransa İhtifâl-i Kebiri" yazarı meşhur Albert Sorel, <Şark sorunu,Türklerin Avrupaya ayak basmasıyla başlar> demek suretiyle avrupanın bu meseleye çâre ara­maya başlamış olduğunu ifâde ettiği mânasını çıkarabiliriz. Nitekim; bu ifâdeye Lord Salisböri'nin şu sözlerini de aklımı­za getirirsek mesele daha da vazıh hâle gelir: <HilâI, haçtan ne aldıysa geri vermeli, aksi olmamalı demektedir.> Yunanlı Kiçon adlı ebleh'de: <Kâ be'nin yıkılmasını, Peygamberimi­zin mezarının Luvr Müzesine taşınmasım> istemesi bu düşüncenin birbirini takip eden tekliflerle devamlılık arzettiğini gösterir. Şimdi elimizde bulunan: <Türkiye'yi Parçalamak İçin Yüz Plân" adlı kitabın yazarı Djuvara'nın Romen devlet adamı ve diplomatlarından olduğunu biliyoruz. İşte diplomat yazar adı geçen eseri hazırladığında 1907'de uluslararası Hukuk dalında Nobel Barış ödülünün sahibi Dijon ve Paris Üniversitelerinde Roma Hukuku ve Ticari Hukuk öğretim gö­revlisi olarak ders vermiş bulunan, 1843 doğumlu ve 1918'de Profesör Louıs Renauld'dan bu eserine bir önsöz is­ter ve hoca-talebe ilişkisinin en zevkli tarafı olan bu hâli Prof. Renauld arzu edilen önsözü yazar ve Osmanlı Meclis-i Mebu-san âzasından Kavran mebusu Emir Sekip Arslan (d. 1869-v. 1946) tarafından tercüme edilen kitaptan alıntılarla İslâm ve Türkler üzerindeki birliği parçalama ile alakalı yüz plânın birincisi, 23/Ağus-tos/1291 târihini taşır ve Sicilya Kralı 2.Şarl'a ait plândır. Bu piânın en dikkatçekici tarafı: <Müslümanlarla kılıçla savaşmaktan çok, ticaret yolu ile iktisadî yönden savaşılması> öngörülmesidir.

 

Biz 76. plân olan ve Tanzimatın ilânından tam ondört sene sonra Rus Çar'ı Nikola tarafından 9/Ocak/1853'de yapilmiş olanına temas ederek özet hâlinde aktarmaya başlamak yo­luna gitmeyi elzem gördük. <Çar; Nikola 9/Ocak/1853'de İn­giliz b.elçisi Sir Hamilton'a teklifinde şöyle dedi: düşününüz bir kere önümüzde gerçekten hasta bir adam uar. Bunun kontrolünü elimizden kaçırırsak çok yazık olur! 20/Şu-bat/1853'de bu iki kişi yine bir araya geldi elçi, Çar Niko-la'ya; Haşmetmeab; hastanın ölümünün yakın olduğunu zannettirecek en ufak bir sebebin mevcud olmadığını söyle­meme müsaade buyurun! Çar, bu ifadeye çok kızar ue hid­detle bu ifadeye itirazını serdeder bunun üzerine İngiliz elçisi, hükümetine içinde şu sözler de bulunan raporu yazar:

 

Çar'ın; komşusu olan bir devletin ölümü üzerinde bu ka­dar kafi konuşmalarından sonra iyice anlaşılmıştır ki, onun maksadı iddia ettiği gibi Osmanlı deuletinin ölümünü bekle­mek değil bilâkis bu ölümü çabuklaştırmaktır.-> 76.plânın Rusya'nın Osmanlı topraklarında elinden gelen fitne fesadı körüklediğinin bir ispatı saymak kabildir. 77. plân 1853'tâ-rihli başka biri olup, DandoSo adlı birine aittir. 78.si ise, D'al Bonnea'ya ait olup târih olarak 1860'dır. Aynı târihi taşıyan Pitzipios'a ait plân 79. plândır. Rattos adlı kişininkiysede 1860 târihine ait, peşinden 81.plân Stephanoviç adıyla an­cak târihi meçhul bir plândır. 82. olansa Kommandeor Nigra adlı bir İtalyan'ın tasarısı olup, târih 1866'dır. 83. Plân ise meşhur Garibaldi'ye ait olup, 1873 yılının tasarısıdır. Greppî adlı kişinin plânı da 1873'ü göstermekedir. 85. plânın müelli­fi bilinmiyor târihi ise 1870'i taşımak tadır. 86.cıyı ise bir Al­man tertiplemiş ve târih atmamıştır. 87.plânı  1876, 88.de 1876 olmak üzere târihiendirilmiş ilkini Rollin adlı biri tertip­lemiş, diğeri Testa Hanedanınca tanzim edilmiş bir plândır.

 

Matyas Ban adlı kişinin tasarısı 1885 târihini taşıyor 89. planı teşkil ediyor. 90. planda 1896 tarihli olup, anonim bir plân olduğu görülüyor. 91. plânı Von Sydakof isimli bir gaze­teci olup aslen Alman'dır. Târihi, 1898'i taşırken 92. ise Romanyalı bir nazır olup adı gizli tutulmuş târihi İse 1904!ü taşımaktadır. Bu plânların en müşterek yanı, balkan ülkeleri üzerinde temerküz ettirilmiş jpeşinci kol faaliyetleri vede kı­yamlar olmuştur.

 

Bizde, Sultan Abdülhamid döneminin başlangıcıyla birlikte kucağında hazır bulduğu Karadağ, Sırp ve Bulgaristan gâiie-leri, bu plânlar muvacehesinde daha ağır netice verecek bir savaşa doğru yol almaktaydı. Sultan Hamid bu yaklaşan sa­vaşı erteleyebilecekmiydi? Bu sorunun cevabı belki evet olabilirdi! Fakat, meşrutiyetin ilânının peşinden teşekkül ettirilen meclis-i mebusan'm gerek seçimle gelenleri gerekse ayan yâni tâyinle gelen senatör mukabili tecrübeliler, heyet-i umû­mide teenni hususunda denge kurulamadı. Rusya'nın saygı­sızca tehditleri, bu meclisin gerek gayrimüslüm, gerekse gayri Türk mebusların hissi beyanlarıyla dönülmez bir vadiye doğru yol almaya başladığı görüldü.

 

Böylecede, Osmanlı devlet politikası böyle bir meclise na­sıl bırakılabilir noktası kendini göstermeye başlıyordu.  1941 yılında Ordinaryüs Profesör Ömer Lütfi Barkan yazmış oldu­ğu ve tarihçilerin, siyasi görüşlerin te'sirinde kalınarak târihin ele alınamayacağını, târihi objektif bir bakışla mütalaa edip, öyle yazmak geldiğine dâir beyanını hâvi bu yazısının bir bö­lümünde şunları kaydetmekten geçemiyor: T.Yilmaz Öztuna Bey'in Büyük Türkiye Târihi adlı çalışmasının 7. cildinin 132. sahifesinden şu alıntıyı takdim ederek bu husustaki ma­ruzatımızı daha sonra belirtelim: "2.Abdülhamid düştükten sonra gelen bütün rejimler birbirinden inkılapçı oldukları için, tabiatıyla bu hükümdarın muhafazakârlığını beğenmemek durumunda kalmışlardır. Ancak; târih siyaset değildir. Tarih­çi siyasî cereyanları tarafsız şekilde incelemeye alışmış adam demektir. Bu alışkanlığı edinemeyen günün modasına göre söz söyleyen yazar, tarihçi değildir. Çünkü siyasî rejim­ler ve fikir modaları daima değişir. Bu değişiklikler içinde ve istikbalde tarihçi, tarafsız kalmasını bilmiş olmalıdır." Dedik­ten sonra merhum Barkan'ın şu satırlarına yer vermiş: "Tan­zimat tetkiklerinin karşılaştığı müşkillerden biri, bertaraf edilmesi daha kolay bir anlayış tarzına taaluk etmektedir. Filhakika memleketimizde olduğu gibi, büyük inkılaplara sahne ohnuş bir memlekette yakın mazinin târihi tetkik edi­lirken, husûsi bir vaziyet takınmak ue halkta bu mazi hakkında, mümkün olduğu kadar fena intibaalar hasıl etmeye çalışmak uzun müddet için zarurî addedilebilir.

 

Halbuki bir takım siyasî mülahazaların ve pratik zaruretle­re dayanan bu hissi görüş tarzı, haki-katen ilmî olmak kara-keterini hâiz tetkiklerin yapılmasına mânidir. Çünki; bu va­ziyette muayyen siyasî maksatların hizmetinde çalıştırılan tarih tetkikleri, kendilerini hakikaten verimli kılan zihnî bita­raflıktan mahrum kalarak, eski devrin çarklarının nasıl işle­diğini tetkikten ziyade, sâdece fena işlediğini tesbit için çalı­şır.

 

Bu anlayış tarzında, bu günkü şartlardan uzak,ayrı bir devir ve nizâmın zaruretleri, bu günkü te lakkilerimizle çar­pıştırılır ve mahkûm edilir. Fakat unutmamak lâzım gelirki, herhangi bir devri ilmî bir şekilde tetkik edebilmek için, ken­disinden bu derecede nefret etmemek, hâttâ o devri iyi kav­rayıp izah edebilmek için o devrin husûsiyetteriyle sempati-ze olmak, yâni devrin içine girmek, anlamak ve mazur gör­mek lâzımdır.

 

Diğer taraftan, bâzı sathî görüşlü kimseler bu günkü oluş­ları küçültür, gölgede bırakır diye eski devirlerdeki islahaı hareket ue hamlelerinin bâzı târihi anlarda aldığı kahraman ue azametli vaziyetleri ve bu gibi târihi dönüm noktalarında milletin mukadde ratını idare edenlerin oynadığı rolü küçült­meye taraftar gözükürler. Fakat fikrimizce,bizim memleketi­mizde efkâr-ı umûmiyenin olgunluğu ve inkılap prensipleri­mizin husûsi mahiyeti icâbı bu prensiplerin bu neviden bir mâzikin ue nefreti içinde uzun müddet muhafaza edilmeye ue beslenmeye ihtiyaçları yoktur Etimizin altında, onların hakikî kuvvetini yapan daha müsbet kıymetler mevcud ol­duğu için,onların hesabına, târihî realiteden korkmamız ma­nasızdır." Şeklindeki satırlara T.Yılmaz Öztuna    şu satırlarla bir tavzih, bir açıklama getirmeye çalışıyor. Biz bunuda bura­ya alıyoruz:

 

".Son yıllarda bu modaya tepki olarak yeni bir moda da­ha çıkmıştır. Bu modada, 2. Abdülhamid'İn sauunulması mümkin olmayan şahsî kusur ve siyâsî hatâlarını bile birer keramet derecesinde göstermek modasıdır İhtisas tarihçili­ğinden gelmiyen bazı yazarlar, bu konuda bir çok kitap ya­yınlayarak, tam bir dünya adamı, karakteristik bir siyâsî şahsiyet olan 2.Abdüthamid'i kutsallaştırmış, evliya merte­besine yüceltmiştir. Bir bakıma bu hükümdar hakkındaki eski ifratların böyle tefritle neticelenmesi, içtimai aksütamel kanunlarına uygundur. Anca gene son zamanlarda, bazı ya­zarların Tanzimat'ı ve büyük tanzimatçıları da inkâr etmek istedikleri görülmektedir

 

Bunlarjürkiye ve dünya târihi üzerinde hiçbir ciddi bilgi edinilmeden yazılmış ucuz fikirlerdir Bu manzara, son devir Türkiye târihinin nasıl karagaşalık içinde mütalâa edildiğini gösterir Biz bu bahsimizde 2. Abdülhamid devrini inceler­ken bu hükümdarın siyâsî dehası yannda büyük kusur ve zararlı hareketlerini de göstemiye çatışacağız." Demek sure­tiyle, kendi felsefî anlayışı içinde merhum Barkan'ın beyan­larına bir açıklama getirmeye çalışmışlar.

 

Bizde bu hususda mülahazamızı kısaca izaha teşebbüs edelim: Ömer Lütfi Barkan; yaşadığı dönem itibarıyla tabiiki Osmanlı devletinin ancak Kanunî bölümüne kadar olanının yâd edilip, minnetle anıldığı zamanın insanı olup, o dönemin sarhoş padişahlar vatanı sattılar diye anıldığı zamanlar oldu­ğunu hatırlayalım. Daha öncelerini yâni İttihad ü Terâkkinin 1909'dan sonra idarey-i Osmaniyeye e! koymasindan sonra bilhassa, Abdülhamid dönemine istibdad devri adı verilmesi­nin peşinden meşhur Şâir Eşref Bey'in şu beyti akla geliyor:

 

"Devr-i istibdat da söyletmezlerdi insanı; Meşrutiyette önce söyletir sonra satarlar anasını! Hesabı Abdülhamid hakkında objektif fikir beyanı bile sı­kıntı ve belâya düşmeye hazır olmak demekti. Medh-ü sena edebilmek zâten kâbil-i imkân değildi. Nitekim; buna cesaret eden hakperver kimseler nice hakaretlere giriftar olmuştur. Bunlardan Tüfekçibaşı Tâhir Paşa, müşir üniforması üzerinde olduğu halde Bayezid'de bulunan Seraskerlik makamında bulunan harp divânında yargılanmak üzerinde Sirkeci'den babıâlî yokuşunu içinde bulunduğu, elleri bağlı olarak ve ayakta müşir üniformasını lâbis olarak açık faytonla yol alır­ken, bir takım tertipçilerin başlattığı yumurta, sütlaç, tükrük, mangır ve çeşitli atılabilinecek şeylerle hakaretlere mâruz bı­rakılmıştı. Mahkemede ki, suçlanmasını ise mertçe karşıla­yan bu zâtın cevabı heyet-i hâkimeyi kızdırmış ve idam et­meyi düşün müşlersede, divan-ı harp reisi yaşlı bir paşa, onun vazifesi padişahı korumaktı. Vazifesini ifa için her şeye başvurması, onun bu aldığı göreve canla başla bağlı olduğu­nu gösterir.

 

Bu bakımdan biz vazifesini yapan bir insanı idam etmiş oluruzki bu vijdanları muaz zep eder, sürgünle iktifa edelim demek suretiyle heyet-i hâkimeyi kızgınlığın davet etti ği adi! olmayan hüküm düşüncesinden tevakki yâni uzaklaştırmaya muvaffak oldu. Yine; târihin gerçeği, arka plândır. Arka plân ise olayların kahramanları ve yakın şâhidlerince bilinir. Bun-lar açıklandıkça olaylar yerli yerine oturmağa başlar. Bu ba­kımdan gerek merhum Barkan, gereksede Öztuna Bey aslın­da tarif ettikleri tarihçi değil, vakanüvis'tir tarihçi ise arka plânı ortaya çıkarabilen, ancak hatıra, itiraf ve de vesaike ulaşıp işi bütün açıklığıyla ortaya koymaya çalışandır ve devletin âlî menfaati dediğimiz hususatada ön em verendir diye düşünüyorum.

 

Nitekim; M.Kemâl Paşanın 1938/10/Kasım'ında vukubu-lan vefatı sonrasında bazı zevat-i Osmani evlâd ve torunları aracılığıyla "Hiç bir şey nihân kalmasın bu âlemde" anlayı­şıyla yazdığı hatıratlar veya makaleler vede kimi olay lann gerçek yüzünü röportajlara vermek suretiyle hürriyetsizlik şalı'nı kaldırmaya başlamışlar peyderpey sisler dağılmaya doğru yol alma başlamıştır.

 

 

 

Tahta Çıkış Ve İcraat

 

 

31/Ağustos/1876'da Osmanlı taht'ına kuud eden Abdül-hamid Hân, 7/.Eylül/1876'da kılıç kuşanma merasimi için deniz yoluyla gitmiş olduğu Eyüb Sultan'dan dönüşü beygir üstünde olmuş ve yolda rastladığı İngiliz b.elçisine eliyle se­lâm verdiği gibi yanına gönderdiği bir kurenasiyia, hatır istif­sar ederek gözlerinden hiç bir şeyin kaçmadığını elçiye ihsas etmiş oldu. Dönüş yolunda yer alan bütün padişah türbeleri­ni ziyaretle dualar ettik ten sonra şimdiki İstanbul Üniversite­sinde bulunan Seraskerlik makamına gelip burada subaylar­la birlikte karavana yedi. Yemeğin ardından bir nutuk irad eyledi. Serasker vekili Redif Paşa da mukabil bir konuşma yaptı. Sultan Hamid; deniz kuvvetlerini, şeyhülislâmlık dâire­sini, Asker hastanelerini ziyaret ederek, kendisini sevdirme­ye gayret gösterdi.

 

Bu arada da Harem Ağalarının devlet merasimlerinde gö­rünmelerine dâir usûlü ilga eyledi. Taht'a çıkışından 108 gün sonra sadrıazam Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa istifaya mecbur oldu. Bu arada da Sultan Hamid, mabeyn başkâtipli­ğinden Sadullah Bey'i al mış yerine Küçük Said Bey (Şapur Çelebi de denir daha sonra 9 defa sadrıazam olacak Said Pa-şa)i getirmişti. Mabeyn müşirliğini de İngiltere'de gemi maki­neleri mühendisliği ve bahriye ilmi tahsil eden Eğinli Said

 

 (Büyük Said Paşa) yaptı. İstifası kabul edilen Mütercim Meh­med Rüşdü Paşanın yerine Şura-yı Devlet Reisi Midhat Paşa 2.sadaretine tâyin edildi (21/Aralık/1876).

 

Bu arada da Sultan Hamid o güne kadar hiç bir padişahın yapmadığı bir işi yaptı. Yaptığı konuşmalarda, milletin refah ve hürriyeti için gece gündüz milletin yararına işlerle meşgul olacağını, kendisine ulaşmak isteyenlere yazı yolunu açtığı­nı, şikâyetlerini kendisine bildirmelerini mutlaka değerlendi­receğini beyan etmişti. Böylecede ahali ile arasında direk bir bağlantı kuruyor ve kötümserlerin jurnalcilik,padişah içinse, durumu bildirmek anlayışına vabeste olan dönemi başlatmış oluyordu.

 

Öte yandan Rus generali Çernayef, Sırp ve Karadağ isya­nının elemanlarını yÖnetiyorsada, 29/Ekim/1876'da Aleksi-naç'da Osman Paşa karşısında fecii bir mağlubiyete duçar olmuştu. Bu harbin neticesinde birliklerimiz, Belgrad üzerine çullanıverdi ve tam Belgrad'a girecekken Rusların bir ültima­tomu babıâlî'ye ulaştı. Devlet-i âliye kendine tâbi olanlara iki ay aylık bir mütareke zamanı vermenin ızdirabını tattı. Çün­kü; akıl Rusya'yla savaşmamayı gerektiriyordu. 23/Ara-lık/1876'da İstanbul'da şimdiki Kuzey Deniz Komutanlığı bi­nasında, Tersane Konferansı adı verilen uluslararası siyasi kongre içtiması tertiplendi. Hâriciye Nazırımız Safvet riyase­tinde başlayan bu konferansa İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya katılmaktaydı. Bu ül­kelerin Dersadet'deki b.elçilerinin dışında birer başmurahhas ile katılmaları derpiş olun muştu. Bizim 2.murahhasımız, da­ha sonra makam-ı sadarete getirilecek olan Berlin b.elçimiz İbrahim Ethem Paşa idi. Bu toplantılar 29 gün devam etti. Ancak bu zaman zarfında 9 adet toplantı akd olundu. 20/Ocak/1877'de neticelendi. Ruslara haylice düşmanlığı olan Lord Salisböri muhtemel gördüğü Osmanlı-Rus savaşını önlemeyi çok istiyordu çünkü Rusya'nın Osmanlı devletinin dâhili işlerine durmadan karışmasından son derece rahatsız oluyordu İngiliz hükümeti. Lord Salisböri ise, Rusların artık nerede duracağını veya durdurulabileceği hususunun dü­şüncelerine gark oluyordu. Hâttâ nerede durduramayacağını hesaplamakta çaresiz kaldığından, Osmanlı devletinin Rusla­rın önünde, bir set olduğunun farkında olarak Sultan Abdül-hamid'e özel bir mektup yolladı ve bunda mutalaka savaşa girmekten uzak kalmasını tavsiye ediyordu. İngiltere'nin böyle bir savaşta Osmanlıya kesinlikle yardımcı olamayaca­ğını anlattığı bu mektubunda gerekirse padişaha biraz feda­kârlıklar yapılması hususunda tavsiyede de bulunmuştu.

 

Rusya'ya gelince: Çar Aleksandr, Osmanlılar ile savaşı İs­tekli olmamakla beraber, ne çâre ahaliyi harp istemediği in­sanlar üzerine Öyle bir tahrik etmiştiki, kendisi bile bu tahriki durduramazdı belki Osmanlı hududları içinde hayat süren Slav tebâya karşı babıâlî, mühim tâvizler verirse bir ihtimal savaşın çıkması önlenebilirdi. Demekki, Lord Salisböri'nin, Sultan Hamid'e biraz fedakârlıklar yapın demesi buna daya­nıyordu.

 

Lord Salisböri; 20/Aralık/1876'da huzur-u hümayuna alın­dı ve padişahla mülakatı oldu. İngiliz lâkablı Eğinli Said Pa-şa'nın tercümanlığında gerçekleşen konuşmada Salisböri, padişaha yukarıda ifadelendirdiklerimizi bir bir anlattı. Hâttâ daha yukarıda söylediğimiz mektup olayının aslında bu mü­lakat sonunda padişaha bizzat bırakılan yazı olduğu rivayeti-de bahse konudur. Nitekim, Abdülhamid Hân, bu mektubu Midhat Paşa'ya tevdi edip, tetkikini tavsiye etmiştir. Müla­kat neticesinde Salisböri, Sultan'ında harp taraftarlığının bu­lunmadığını tesbit ettiği gibi ayrıca padişahın savaş arzula­yan bir gurup paşanın baskısı altında olduğunu da hissetmiş­ti. İngiltere'nin en selahiyetli insanı padişaha savaşı istememeşini tavsiye ederken, İngilizlerle çalışan Midhat Paşa, bu ülkenin yardımıyla Rusları mağlup edip büyük zafer kazana­caklarına inanıyordu. Böyle bir zaferi kazanan dönemin sad-rıazamı olarak, Büyük Mustafa Reşid Paşayı aşacağının hül­yalarını yaşıyordu. Seraskerlik vekili Redif Paşa ile Damad Mahmud Celâleddin Paşa Mabeyn müşiri olarak Midhat Pa­şayı destekliyorlardı.

 

 

 

Konferans Ve Meşrûtiyet İlânı

 

 

23/Ara!ık/1876 târihi iki olaya tanıklık etmiştir. İlki Tersa­ne konferansının küşâdı, diğeri de meşrutiyetin ilânının bu toplantıya rast getirilmesiyle sanki bir tiryak bulunmuş tesiri getirilmek isteniyordu. Toplantı başladıktan sonra gürle^en top seslerini işiten murahhaslar:

 

-Ne oluyor? Diye sorduklarında. Safvet Paşa:

 

-Meşrutiyet'in ilânı te'sit olunuyor. Cevabını verdiğinde bunların bazıları:

 

-Çocuk oyuncağı! Demek suretiyle mırıldandılar.

 

Konferans'ın akşamında, Midhat Paşa Safvet Paşaya sor­du:

 

-Meşrutiyet için ne dediler? Ne dediler? Diye sorduğunda Safvet Paşa:

 

-Ne diyecekler çocuk oyuncağı deyip geçtiler! Cevabını verince Midhat Paşa hayli sarsıldı. Çünkü, Midhat Paşa bu meşrutiyet ilânına çok güvenmiş, bu ilânın katılımcılar husu­sunda bir takdir dolaysıylada lehde davranışlarla karşılaşa­cağını düşünmüştü. Fakat Hariciye Nâzın Safvet Paşa verdiği cevapla hülyalarına son vermekle kalmamış adetâ kendisini alaya almıştı.

 

 

Meşrûtiyet İlân Merasimi

 

 

Mirat-ı Hakikat adlı eserde, Çorluluzâde Mahmud Celaled-din Paşa merasimi şöyle anlatıyor:  "Midhat paşa sadnazam olunca Kaanunu esasiyi ilân ettirmekten başka bir işe önem vermeyip gece gündüz buna gayret etti. Ayrıca yukarıda bahsedilen 113. Maddenin tasarıdan çıkarılmasına hayli ça-tıştıysada buna imkân bulamadı ue çaresiz kanunun o şekil­de ilân edilmesine muvafakat gösterdi Bunun üzerine kon­feransın açılış gününe rastlayan 7/Zilhicce/1293-23-/Ara­lık/l 876 Cumartesi günü Kanunu Esast'nin padişah tarafın­dan resmen bâbıâlVye gönderilmesi kararlaştırıldığından dâ-irei hümayun önündeki meydana bir kürsü konulup, bay­raklarla donatıldı. O gün hava gayet kapalı olmasına rağ­men yine binlerce insan toplanmış ve niza miye askeri tabur­ları ve bandoları meydanın uygun yerlerinde selâma dur­muşlardı. Bütün vekiller, ulema, ümera devlet ricali, azınlık­ların ileri gelenleri, resmi elbiseleriyle hazır olup, hatt-ı hü-mayu'nun gelmesini beklemişlerdi. Bu suretle toplanan he­yet, Mabeyn başkâtibi vasıtasıyla Kanunî Esasinin ilânına dair hatt-ı hümayunun gelişi sırasında körsünün etrafında toplandılar. Sadnazam Midhat Paşa hatt-ı hümayunu karşı­layıp aldı ve memuriyet icâbı mühim vazife bana düşmekle okumak üzere bana verince,k ürsüye çıkıp okudum, Hatt-ı hümayunun okunmasından sonra, Midhat Paşa münasip bir konuşma yaptı ve eski Edirne Müftüsü olan Efendi de güzel bir dua etti. Bu arada donanmadan ve diğer askerî mevkiler­den yüzbir pare top   atılarak,sevinç gösterilerinde bulunul­du.."

 

Meşrutiyetin ilân günü meşrutiyet taraftarları ile Beyoğlu ve Galata gibi gayrimüslimlerin bulunduğu yerlerden gelen avazelerin içinde en dikkat çekeni bu gayrimüslim topluluğu ile meşrutiyet taraftarlarının coşkun tezahüratları idi ve bun­lardan bir gurup ise Midhat Paşanın konağının önüne topla­nıp <Yaşasın Sultan Abdülhamid, Yaşasın Midhat Paşa!> avâ-zeleriyle yaptıkları tezahüratla sevinçlerini dile getirirken Midhat Paşa' nın bahtsızlığına yol açan bir çığır oldu...

 

113. madde meselesinin üstteki metin içinde geçmiş ol­ması, bizim bu maddenin hikâyesini es geçemeyeceğimiz­den Mirat~ı Hakikatin 203. sahifesinden hemen nakle geçe­lim: "..Kanûn-ı Esâsı tasarısı özel komisyon tarafından hazır­lanıp padişaha takdim edil diğinde, Abdülhamid Hân bu ta­sarıyı Nâmık Paşa gibi muhalif olan zevata gösterdi. Hatta Sadnazam Mehmed Rüşdü Paşa zâten mesuliyet taraftarı ol­mayıp, banada ifade ettiği gibi <eğer dış teklifler sırasında böyle bir jest yapılmak mecburiyeti olmasaydı, Kanûn-ı esa­siye muvafakat etmeme imkân yoktu> şeklinde sözler söyle­miş olduğundan padişah bilhassa onunda fikrini anlamak için tasarının bir suretini kendisine göndermişti. Nâmık Paşa itirazlarında ısrar etti. Rüşdü Paşa ise kendi nefsince açıktan muhalefet etmeyi doğru bulmayıp maksadın sırf padişahın hukukunu korumaktan İbaret olduğunu dalkavukça sözler­le ifâde etti. Meselâ: <tasarının başlangıcında, hükümdarın vazifelerini belirten maddeler, padişahımızın kudret ve sânını halkın gözünde düşürür, padişahın nüfuz ve yetkisi sınırlan-dırılamaz> diyerek o maddelerin tamamen çıkarılmasını iste­di Ayrıca tasarının sadnazamlığın kaldırılıp başvekilliğin ih­das edilmesi ve diğer vekillerin başvekil tavafından seçilmesi ile ilgili hükümlerine itiraz ederek sadnazamlığın devamını ue vekillerin eskiden olduğu gibi padişah tarafından seçilip tâyin edilmesi lüzumuna işaret etti.O sırada mabeyn ricalin­den Midhat Paşa'ya karşı olan nüfuzlu kimseler bundan isti­fade ederek, < vükelâyı seçmek yetkisinin başvekile verilmek istenmesi, idarenin dizginlerini başvekil olanlara verdirmek maksadından ileri gelmektedir. Midhat Paşa ikbâl düşkünü olduğundan, bu suretle başvekil makamına gelip istediği gi­bi hareket etmek istiyor> diye çeşitli telkinlerle padişahın zihnini bulnadırdılar.

 

Ancak mabeyn ricalinin bu hareketleri, padişahı koruma veyahut istiklâlini teminat altına almak gibi bir niyete dayalı olmayıp belki meşrutiyet sisteminin her deuletde geçerli prensiplere düzenlenmesiyle ve vükelânın sorumluluk esası­nın belirlenmesi sonucu üzerine, vazifeli olamayan ricalin, bilhassa mabeynin nüfuzlu kimselerinin devlet işlerine karış­maları İmkânının ortadan kalkacağını ve bununda şahsi nü­fuz ue menfaatlerine dokunacağını anlamalarından gelmişti. Bununla beraber sadrıazamın <hükümdarın vazifeleri ile İlgi­li maddelerin tasarıya konulmaması> yolunda arz ettiği şah­sî görüşleri, kabul edilmeyip bunlar padişahın hukuku baş­lığı altında ayrıca belirtildi. Ancak sadnazamltğın bırakıla­rak vükelâ seçiminin eskiden olduğu gibi padişah tarafın­dan yapılması kabul edildi. Bunun üzerine, tasarının vekiller tarafından tetkik ve müzakeresine başlanıldı.O sırada yine mabeyn ricali <meşrutiyet hükümeti içinde istibdad> tâbiri ile tarif edilebilecek riyakâr fikirlerinden olmak üzere padişa­hın kime emniyeti kalmazsa, onu sürgün etmeye yetkili bu­lunmasına dâir kanuna bir madde konmasını içlerinde saklı olan şahsî kinlerinin gerçekleşmesine kolaylık addederek, dürüstlükten uzak bu fikirlerini başka bir kalıp altında padi­şaha kabul ettirdiler.

 

Mabeyn başkâtibi Said Bey, sözünü ettiğimiz maksadı ih­tiva eden ve sözde umûmi asayişi bozacak şekilde hareketde bulundukları zabıta tarafından tesbit edilen kimselerin Os­manlı toprakları dışına çıkarılmasına padişahın, yetkili oldu­ğunu belirten bir madde kaleme alcı. Damad Mahmud Paşa, bunu mutlaka tasarıya ilâve ettirmek maksadıyla vükelâya tebliğ ettiğinde, işin sonunu önceden görenler, bu maddenin hürriyet ve vükelânın sorumluluk esaslarını ihtiva eden bir kanuna ilâve edilmesinin pek zararlı olacağı yolunda fikir beyan ettiler. Bu cümleden olarak, Midhat Paşa muhalefette direttikçe, Mahmud Paşann nazarında meselenin önemi ar­tıp, sanki padişahın atameıve kudreti ancak bu kanunla te­minat altına alınabilirmiş gibi bir inanca saplanmakla bu hükmün kanuna ilâvesi padişah tarafından mutlaka lüzum­lu görülmüştür diye icbar etti ve nihayet 113.maddenin son fıkrası olmak üzere, bunu tasarıya yazdırdı. Ne yazıkki, ge­rek Mahmud Paşa ve gerek kendisiyle aynı fikirde olan Mâ beyn ricali bu maddenin kanunda yer almasının, ileride çe­şitli suistimallere sebeb olacağını ve belki kısa bir müddet sonra kendi aleyhlerine kullanılacağını ve Kanûn< Esâsî'ye konmasının, yabancılar nazarında, bizim açımızdan uyandı-rılabile ceği müsbet tesiri tamamen silip süpüreceğini anla­madılar "

 

Hemen burada ilâve edelimki ahali arasında, devreden ve-kayüere göre Midhat Paşa, Sultan Hamid'in huzuruna gelmiş ve güya 112 maddeden ibaret taslağı okumuş. Bu kıraat es­nasında güya Suİtan Hamid, pek güzel! Eline sağlık! Sağ ola­sın babacığım! Gibi sözlerle kendisini taltif ve takdir etmiş-mişde, sonunda da bende bir madde ilâve etmek istiyorum. Münasip bulurmusunuz diye sormuşmuşda, Midhat Paşada, demindenberi aldığı takdir ve taltiflerin sonucunda meşhur 113. maddeyi yazması için taslağı padişaha vermiş o da, bu­raya ilâve etmiş, Böylecede mezkûr madde yeri geldiğinde Midhat Paşa'ya sürgün yolu açılmış babında nakiller dolaştı­rılır, bir veçhe kazandırmak üzerede devrin Osmanlı düşmanı ingiliz b.elçisi Elyot'ada, bu ince hileyi tespit ettirme husu­sunda rol verirler ve Midhat Paşaya bu madde yüzünden epeyi takaza ettiği söylenir durur. Bunları anlatanlar daha zi­yade nasıl siyasî mahfillere sızdırılmış böyle bir senaryonun maksad-ı hakikisi neyse bunun yaygın bir kanaat hâline gel­mesi de ifadeyi tertipleyenlerin maksadlanna erdiğini göste­rir, işin aslını yazmış bulunan Çorluluzâde Mahmud Celaled-dih Paşa dahi, çalışmasının 204. $ahifesinde, <.gerçi tahtdan indirme işindeki (Abdülaziz'in indirilmesi kastediliyor) rolü sebebiyle, Midhat Paşanında devlet idaresinden uzaklaştırıl­ması sarayca (bu padişah ve yakınları demektir) gerekli gö­rülüyordu. Fakat halk arasındaki şöhreti sebebiyle-cülusu müteakip böyle bir yola gitmek uygun görülmedi-ğinden bir defa onun da sadnazamiığa getirilmesi ve daha sonra ikbâlin zirvesinde düşürülmesi şekli tercih edilmişti..> şeklinde yaz­mak suretiyle Midhat Paşa için mutlaka bir özel operasyon düzenleneceğini düşüncesinin dışında tutmamakla beraber bizim yukarıda ileri sürdüğümüz 113.madde ile alakalı, padi­şahın, Midhat Paşaya oyun kurması hikâyesini kuvvetlendirir şekilde anlamak kâbilsede, işin bu kadar, yâni 113.madde­nin olayı bizim doğru bulmadığımız hikâyenin anlatımı bir dedikodudan öteye gitmez düşüncesinde yine ısrarlıyız. He­men ilâve edelim; Tersane konferansı münasebetiyle İs­tanbul'da bulunan İngilizlerin konferansdaki birinci murahha­sı Lord Salisbörİ, 113. madde hususunda babıâlî'ye gelmiş malum maddeyi ifadeyle: <bu madde varken, yaptığınız kanunun hükmü olamaz> dediğini Çorluluzâde, kitabının 212. sahifesinde de yazmış bulunmaktadır.

 

Hemen bundan da istinbat etmemiz gereken hususat, ec­nebilerin padişahla başka, devlet ricâliyle başka konuştukla­rını ve koydukları metodla padişahla, rical arasında sürtüş­me temine çalışacak fitne yollarına saptığını bu olayda göz­lemek kabil. Abdülhamid ile konuşurken pek makbul bir ko­nuşma, hayırlı tavsiyeler yapmayı tercih eden Salisbörİ, Midhat Paşaya bu padişahı meşrutiyette bu kadar neden selahi-yetli kıldınız diye paylamaya kadar cesaret ve nezaketsizlik gösteriyor. Şimdi biz; Tersane Konferansı neticesinde Os­manlı devletinden çıkacak bir savaşı önleme tavsiyesi için, konferans kararı taleplerinin yerine getirilmesi tavsiyesine hâvi Lord Salisböri'nin konferanstan sonra giderken Sultan Abdülhamid'e sunduğu raporun bir özetini Çorluluzâde Mah­mud Celâleddin Paşanın Mirat-ı Hakikat adlı eserinin 214. sahifesinden alıntilıyarak okurların dikkatine sunalım: "Os­manlı devleti bu gün çok tehlikeli bir vaziyet içinde bulunu-yor. Zira Rusya' nın 250 bin kişilik bir ordusu Eflak ve Buğ­dan hududunda ve 150 binkişilik diğer bir ordusu da Ana­dolu hududu üzerinede toplandı. Eğer Rusya, Tuna nenrini geçerse, Avusturya Bosna'ya asker sokmaya mecbur olur. İtalya'da Bulgaristan hadisesi sebebiyle Osmanlı toprakları­na saldırmayı tasarladığından, Avusturyalılar bir harekette bulunacak olurlarsa İtalya'yı tutmak mümkün olamayacak­tır Yunanistan ise harisâne emellerini ortaya atacak, İran'da doğu sınırlarında topraklarını genişletmek iddiasına kalkışa­caktır. İşte Osmanlı devleti bu kadar düşman arasında kala­rak, bunlarla savaşmak zorunda kalır Gerçi askeriniz.çoktur, ama ne dirayetli kumandanınız ne gerektiği kadar mühim­matınız ve nede hazinenizde bunlara yetecek kadar paranız vardır. Ayrıca; birsn:.>aş çıkacak olursa dışarıdan siz yardım eden de bulunmaz. Zira; Fransa pek çok zarara uğramış ol­duğundan uzak bir yerde savaşacak güce sahip değildir İn-giltere'ninde yardımda bulunması mümkün değildir Çünkü Bulgaristan hadiseleri esnasında cereyan eden vahşice hare­ketlerden, İngilizler gayet müteessir olmuşlardı. Bu hoşnut­suzluk devam ettiği müddetçe, İngiliz milleti hiç bir kabine­nin, Osmanlı devletine yardım etmesine müsaade etmez. F~;vr şimdiki kabine öyle bir temayülde bulunsa, derhal azledilip, devletinizi Avrupa kıtasında tamamen çökertmek istiyen Gladeston iş başına geçer. Bu sebeble Osmanlı devleti­nin son derece ihtiyatlı hareket etmesi ve vatanı kurtarmak için esâsa taalluk etmiyen her fedakârlığa katlanması lâzım­dır." Raporunun son kısmında Salisböri şu ifadelere yer veri­yor:  "İdâri muhtariyete karşı çıkmaktan dolayı İngiltere, Amerika'da bulunan bir büyük eyaletini, Danimarka, Sceh-leuig ve Holstein eyaletlerini ue Avusturya ise İtalya'da bulu­nan bâzı eyaletlerini terk etmek mecburiyetinde kaldı. Avus­turya bu tecrübeden ders alarak, Macaristan'ın idâri muhta­riyetini kabul etti ve böylece orayı elden çıkarmamaya im­kân buldu. Eğer Osmanlı devleti, konferansın teklif etti ğİ idare tarzına razı olmazsa mutlaka bir savaş çıkar. Böylece Osmanlı devleti Rusya ve belkide daha başka düşmanlarla tek başına savaşmak zorunda kalacak ve bunun neticesinde saltanatı ve ülkeyi tehlikeye sokmuş olacaktır." Şeklinde bir ifadeyle noktalayan Lord Saiisböri, tersane konferansının ne­ticelerini tatbik bu kötü vaziyetten kurtarır demek suretiyle yol göstermiş ve padişahda bu kanaati daha evvelden taşıdı­ğı için raporu pek mühim bulmuş ve delicesine savaş taraf­tarı Midhat Paşaya bari meclis safhasında savaş kararı konu­şulurken, bu muhtırayı göz önüne alması için hem o istika mette idâre-i kelâm etmiş hem de raporu eline tutuşturmuş­tu. Fakat İngiliz menfaatleri, mahkemede doğruyu söylerken, karakolda şaşıyor İdiki, İngiliz te'sirindeki Midhat Paşa harp taraftan oluyor çünkü İngiliz gizli karakolu böyle istiyor, bu karakol komiseride, herhalde İngiliz gizli istihbaratıyla mütte­fik hareket eden b.elçi Elyot idiki, mahkemeyi de Lord Salis­böri temsil ediyor ve doğrulan tavsiye ediyordu. Meşrutiyet hükümetleri genellikle karakolların dediğini yerine getirir. Böylece bu sonucu dünya târihine bile büyük tesirleri olan 1293/1877 Osmnalı-Rus Savaşı meşrutiyet meclisinin hamasî nutuklarıyla ifade edilen kanaatlann sonunda savaş de­di ve böylece karakol'un istediği yerine geldi. Mahkemenin, yâni Salisböri'nin tavsiyevî raporu, padişahın elinden Midhat 'in çekmecesine yol alırken, tarihçilerinde birbirlerinin alıntı­laması için bir siyaset vesikası olarak târihdeki rolünü oyna­mağa başladı ve elan devam etmekte..

 

 

 

Meclis Müzakerelerinde Savaş

 

 

Tersane konferansı tavsiyeleri teşkil olunan meclisi-i me-busana getirildiğinde Midhat Paşa uzun bir konuşma ile alı­nan kararları ifade ettikten sonra yapılacak müzakerelere ışık tutmak için red kararının getiri ve götürüşünü,kabul kâ rarının da fayda ve zararları hususunda bir bir saymak sure­tiyle hâzirunu iyice tenvir etti.

 

Daha sonra söz alan sabık sadrıazam Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa; "Hayat ruh ile kâimdir. Devletlerin ruhu istiklâl­dir Yapılan teklifler develtimizin ruhunu ortadan kaldırarak bizi ruhsuz bir beden hâline döndürür. İstiklâli kalmıyan bir devlet için hayat hakkı tanınsa dahi namussuz yaşamak ca­iz değildir. Bunu red ederek hukuku korumak uğrunda her türlü fedakârlığı göze almak namus ve hamiyet borcu ol­duğundan, reyimiz kesinlikle tekliflerin reddi yönündedir" şeklinde konuştu ve peşinden Katolik Ermeni papazlarından Enfiyeciyan efendi, söz alıp, şu sözler ile Rüşdü Paşa yi tak­viye etmiş oldu: "Beşyüz senedenberi ecdadımızın kemikleri müştereken aynı vatanda yatıyor Onlardan bize miras ka­lan vatanın muhafazası birinci vazifemizdir. Ölüm tabiidir Târihler gösteriyor ki bundan önce pek çok büyük devletler gelip geçmişlerdir Cenab-ı Hakk eğer devletimizin ömrünü şu zamana kadar tâyin ve takdir etmişse,ona ne denilebilir? Fakat, şerefsizce ölmekle şerefli ölmenin arasında büyük fark vardır. Mutlaka kurşun yiyerek öleceksek, göğüsten yene­cek kurşunu, arkadan gelecek kurşuna tercih etmeliyiz. O takdirde hiç olmazsa, geçmiştekileıin ahvalini bildiren târih­ler nazarında büyük şeref kazanmış oluruz. Biz zâten tek uü-cud idik. Bunu gerçekleştirmek üzere bir Kanûn-ı Esasi ilân edildi ue ilk defa birlik ve beraberliğimize bir başlangıç ol­mak üzere, bu meclise davet edilmemizlede bu birlik sağlan­mış ve isbât edilmiş oldu. Bundan dolayı Padişaha ve bütün vükelâ heyetine teşekkür ederiz. Bundan sonrada birlik hu­susunu layık olduğu dereceye ulaştır malıyız. Mezhep ayrılığ vijdani bir meseledir. Müslüman camie, hristiyan klişeye git­sin. Ancak siyasi bakımdan tekvücud halindeyiz; karda ve zararda ortağız. Şimdi, sefirler gidince bunun sebebi hristi-yanları korumak niyetinde olmalarıdır gibi sözlerle bazı boz­guncular şurada burada bu meseleleri bilmeyen bir takım adamları aldatıp, on- ların da bizimde çektiğimiz hep bu hris-tiyanların yüzündendir diyerek bir takım kim setere kötülük yapmaları muhtemeldir. Bunun önünü almak iki tarafın ule­masına borçtur.

 

Bundan dolayı şeyhülislâm efendi ile bütün ulema efendi­lerden bu hususda gayret ve himmet göstermelerini rica edi­yoruz. Bunca senelik koca bir Osmanlı devletinin bekasını korumaya mecburuz. Böyle büyük bir devlet mahvolunca müstüman ve hristiyan bütün halk bu muazzam saltanat bi­nasının enkazı altında katarak canımızı vermeliyiz. Vaktiyle İstanbul alındığında, ne kadar kanlar döküldüyse şimdide ondan bin kat fazlasını dökmedikçe burasını teslim edeme­yiz. Biz; bu yolda birlik ve beraberlik İçinde çalıştığımız müddetçe, Avrupa umûmî efkânda tabiatıyla bizim lehimize döner Bu hallet] vaktiyle birliğin sağlanmasına layıkıyla ça­lışmayarak, yanlış yol tutuşumuzdan ileri gelmiştir. Bu tek­lifler ıslah etmek için değil, fesat çıkarmak içindir Biz o hatanın lekesini vatanı korumak uğrunda kamımızla yok etmeli­yiz. Evet yapılan teklifler sırf topraklarımıza müdehale etmek ve ülkede fesat çıkartmaktır. Bunun basit bir delilide Çerkes-lerin Anadolu'ya naklidir. Onlar Rumeli de zararlı iseler Ana-doludaki hrisüyanlara da zararlı değilmidir? Kısacası yaban­cıların gayelerini desteklemek için yapılan bu kabil teklifle­rin reddi hususunda hepimiz birlik olarak canlarımızı feda etmeliyiz. Bundan dolayı bu teklifleri red ederiz. Bu savaşa din ve mezhep kavgası adı vermeyip, vatan'ı korumak mü­cadelesi demeli ve hepimiz biribirimize sarılmalıyız." Diyen; Enfiyeciyan Efendiden sonra Galatasaray Lisesi (Mekteb-i Sultanî) müdürü Sava Paşa (bir rum olup islâm hukuku üze­rine nefis bir eseri vardır.) Enfiyeciyan'ın ifadelerine katılan ve kuvvetlendiren beyanlarda bulunup, teklifin reddini ile;-sürdü. Rıfatpaşazâde Rauf Bey adlı bir zât ise, 'Abayı giyme­li, kırmızı dipli mum yakmatı her şeyi feda etmeli bu teklifle­ri kabul etmemeli diyerek sözünü bitirdiğinde, Borsa komise­ri Arnavut ileri gelenlerinden Abidin Beyde: vaktiyle bu memleketleri feth eden ecdadımızın ruhları şu meclisde ha­zırdır. Konuşmalarımızı dinliyorlar. Onların mukaddes kanta­rı hürmetine hakla rımızın korunmasına çalışmalıyız." De­yip, noktai nazarını anlattı ve söz ilmiye ricaline geldi: "Tekli­fi red ettiğimiz takdirde çıkan savaşta düşmanın saldırısına karşı koyacak gücümüz varmıdır?" sorusu geldi. Serasker Redif Paşa beş-altıyüz tabur asker çıkarabiliriz silah ve mü­himmatımızda vardır" şeklind^ cevap verdi. Bu müzakereler sonucunda konferans tekliflerinin reddi cevabı kabul gördü. Bakın şimdi şu Redif Paşanın cevabına: beş-altıyüz tabur as­ker çıkarırız demek suretiyle ortada yüz taburluk bir mevhu-miyet bırakıyor. Ahali arasında; taburun efradının sayısı bin kişi olarak bilinir ki, mevhum olan yüz taburu, bin ile çarptı­ğınızda karşınızda yüzbin rakamı gibi müthiş bir rakam görürsünüz. Bu pek büyük bir sayı olup bunun eksikliği veya ziyadeliği savaşın ne ticesinde pek mühim rol oynar. Bu ce­vap gösteriyorki,ihtilalcilik oyunlarına dalmış zevatın kuvve­tinin yekününden haberdar olmadığını gösterirki, tasarmz bundan sonra başlar. Meclisin,konferans kararlarını red et­mekten yana olduğunun ifadesi padişah tarafından da tasdik edilince, sıra bunu konferansın burada kalmış bekleyicilerine ulaştırılmasına geldi.

 

Bütün bunlara rağmen savaşın akıbetinden emin olma­yanlar ile umumiyetle savaşın İyi bir şey olmadığına mutekit olan zihniyet, bu savaşın vukubulmaması için çeşitli yollan denemeye koyuldu. Padişah tarafsız görüntüsüne rağmen savaşa asla taraftar değildir. Sır bistan ve Karadağ Prenslik­lerini sulh yoluna davet eylediler. Midhat Paşa bu işe Ermeni asıllı Pertev Efendiyi vazifelendirip, Belgrad'a gönderdi. Fa­kat tebliğ tarzı adetâ bir yarı tehdit manzarası veriyordu. Sır­bistan'ında, münasebetlerin başlaması için Osmanlı devleti­nin kapısını çalması isteniyordu. Midhat Paşada Pertev Efen­dinin yollandığına asla önem vermeden çektiği telgrafla Sır­bistan ve Karadağ Prenslerine sulh müzakereleri için murah­has istediyse de, Sırplar,gönderecek diplomatı olmadığını, Viyana elçisi Aleko Paşa ile görüşebileceklerini bildiren ce­vap geldi. Aleko Paşa bu işe mezun edildi. Karadağ'dan ise barış şartlarının hangi esas üzerinde olacağına dâir müphem bir cevap geldi. Midhat Paşa bu cevapları adetâ bir zafer sa­yıp ne müzakeresi demediklerine  pek sevindi!

 

 

 

İkbâl Eteğinin İdbâr Tuzağına Kapılışı

 

 

Tersane konferansı kararlarını red etmek suretiyle Kara­dağ ve Sırbistan ile meseleyi hususi görüşmek ve bir çıkış yolu bulmayı beraber temin etmekti. Ancak unutuyorduk! bize bağımlı bu iki prenslik kendi akıllarıyla değil, Rusya'nın tesiriyle bu işlere girişiyordu. Bu bakımdan İsteselerde iste-meseierde Rusya'nın çizdiği rotaya uymak zorundalar idi ve Midhat Paşa bunları nasıl düşünemez ve hesaba katmaz! Şa­şırmamak kabil değil- dir. Hârici siyasetde vaziyet bu durum­dayken, Midhat Paşa Kanun-ı Esâsı koymakla şöhreti art­mıştı. Bu durum onun sadarete getirilmesine de imkân sağ­lamıştı. Şimdi de bütün gücüyle mebus seçimi işiyle unsaşı-yordu. Midhat Paşa akşam olduğunda da Yeniosmanlılar de­nilen gençleri konağına topluyor sabahlara kadar süren içki âlemleriyle her çeşit meseleye parmak basıyorlar, bu eğili­min gençlerinin ipe sapa gelmiyen cüretkâr ifadelerine ses çıkarmıyor idi ve bu arada da sohbet esnasında kendiside devletin sır olması gelen mevzuiarıda anlattığı oluyordu. Bu kişiler ise Nâmık Kemal, Ziya Bey (Paşa), Avlonyalı İsmail Bey olup zamanın icâbına pek bakmadan konuşuyor ve veli-inimetlerinin parlamakta olan yıldızına gölgeler düşmesini hızlandırıyorlardı. Padişah'da dâhil olmak üzere işlerin savaş­sız geçiştirilmesini isteyenlerin sayısının az olmadığını gören bu gurup bütün taraftarlarıyla savaş propogandası yapıp, Mi-rât-ı Hakikat'in 237.sh.de:* ".umumî efkârı kendi taraflarına çekmek için mânevi bir destek sağlamaya da başladılar. Hat­ta Ziya Bey (Paşa) ve Kemâl (Namık Kemâl) Beyler Suttan Bâyezid Meydanındaki askerî misafirhanede bir cemiyet ku­rarak, mevki sahibi kimselerin oğullarından ve diğer gençler­den millet askeri yazmaya koyuldular. Bu cemiyetin baş­kanlığımda Midhat Paşa'ya verdiler. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra, millet askeri kaydedilenlerin gurup gurup Mid­hat Paşanın konağına gidip alkış tuttukları haber alınınca Midhat Paşanın hasımları türlü türlü telkinlerle cemiyetin kapatıldığım, gönüllü asker yazılmak isteyen hamiyet sahip­lerinin, Seraskerlik Dairesi'ne başvurmalarını bildirmeye me­mur edildi. Fakat, cemiyet üyelerinin deftere kaydettikleri gençler, Seraskerlik kapısında askerliği kabul etmeyiz, biz millet askeri olacağız naralarıyla buna karşı çıktılar. Midhat Paşanın konağına gidip şikâyette butundular." bu ifadeler yer almaktadır.

 

Öte yandan; bütün bunlar olurken, Şâir-i meşhur Nâmık Kemâl Bey, tahttan indirip bindirme hususundan kinaye ola­rak; <Eşşeyu lâ yusenna illa ve kad yuselles-mânası: iki defa yapılan şeyin üçlenmesi icâb eder> mısraını okuyarak Ziya bey île entrikalar çeviriyorlar ve saltanat sistemi üzerine aleyhde lâkırdıların başını çekmeye başlamışlardı. Bu ifade­ler Saray'a aksettiğinde Midhat Paşa bir güzel hizaya getiril­miş ve Namık Kemâl ile Ziya Paşanın istanbul dışı görevlere gönderilmeleri emri verildi. Midhat Paşa Ziya Paşaya vezirlik verdirip, Suriye Valisi olarak tâyin etme yoluna gitti. Namık Kemal Bey, verilen vazifeyi kabul etmeyip, İstanbul'dan çık­madı. Üstelik cüretini dahada arttırdı.

 

Zâten; Sultan 5.Murad takımından addedildiğinden, Ab-dülhamid Hân tarafından üzerinde titizlikle durulmaktaydı. Bu arada da Harb Okulu talebelerinden adı Ali Nazmi olan bir gencin, Kemâl bey'e olan mensubiyeti ve dolabında, hilâ­fetin âl-î Osman'dan alınıp eski sahihlerine Mekke Emiri Şe­rif Abdülmuttalib Efendiye verilmesi icâb ettiğine dâir bir ya­zı bulunması yavaş yavaş bunların suyunun ısınmasını tevlid etmekteydi. Saray bundan telâşa düşmüş bu olayla alakalı geniş bir sorguya lüzum görülmüştü. Ancak biz sorgunun akıbetine dâir malumat sahibi değilsek de, umuyoruzki Midhat Paşa bu sorgu içinde anılan zevatın başında gelmiştir. Çünkü yukarıda yazdığımız gibi, her çeşit söz ve ifade bulun­duğu meclisde yuvarlanır giderdi ama büyük bir devletin sadnazamıda buna ne kadar müsaade etmeliydi?

 

 

 

Galip Paşa Hadisesi

 

 

Heyet-i vükelâda yâni bu günkü tâbirle bakanlar kurulun­da Mâliye nezaretine uhdesine almış olan Galip Paşa'nın gö­revinde şaşkınlık ve acziyet gösterdiğini ileri sürerek azlini is­ter ve şunları söyler: "Galip Paşa terbiyeli ve namustu bir zat olduğundan vükelâ heyeti kendisinden çok memnundur. Ancak; mâli işlerden ankyacak kapasitede olmaması hase­biyle azledilmesi gerekir" dedikten sonra yerine Yusuf Paşa­nın getirilmesini tavsiye etmiştir. Galip Paşa, Damad Mahmud Paşanın yakın arkadaşı olması hasebiyle Ayan azalığına getirilmesi şartıyla Yusuf Paşanın mâliye'ye getirilmesine ira­de çıktı. Bu seferde, Midhat Paşa Galip Paşa hakkında itha­ma giden bir metodla ayan üyeliğine alınamaz şeklinde mü­talaada bulunurken esbab-ı mûcibesi şuydu: "Kâğıd para iş­leri çok karışık bir vaziyette yürüyor. Galip Paşa vükelâ mec­lisinde 95 binlirayı, 2 milyon 100 bin kuruşluk kâğıt paraya satın aldığını söyledi. Bu yüzden devlet hazinesini 30-40 bin-tira kadar zarara sokmuştur. Bu hesap öylece kalırsa mebu-san meclisinde de, bahis konusu edilmek ihtimâli vardır. Onun için zimmetini temize çıkarmadıkça Ayan meclisine alınması uygun olmaz" idi. Önce Galip Paşayı namus ve dü­rüstlüğüyle medh edip sonra zimmetle suçlaması bir tezat ol­makla beraber, meclisi mebusanı ve mebusları iradeye karşı kullanabileceği vehmini de getirdi. Çünkü; iradei seniye Ga­lip Paşanın ayân'a tâyinine dâir sözle sâdır oluyor fakat sad-riazam yerine getirmiyordu. Çorluluzâde Mahmud Celâleddin Paşa, kıymetli eserinin 238. sahifesinde şunları yazmaktadır:

 

"O sırada Midhat Paşanın konağına gittiğimde ben istifa ede­cek değilim. Padişah beni azledecekse etsin. Fakat bu defaki ayrılışım diğerleriyle kıyaslanamaz. Halk gelip beni euimden alarak sadrı azamlık koltuğuna oturtmak isteyecek, sonra iş zorlaşacak. Böyle bir durumla karşılaşmamak için işte şu çantada param var. bir de vapur kiralayacağım. Azledildiği-mi haber alır almaz, vapura binerek Midilli Adasına gidip oturacağım."tarzında saçma sapan beyanlarda bulunduğunu kayd ediyor. Biz bunu bir baş kaldın şeklinde telâkki ediyo­ruz. Çünkü; 2.Abdülhamid Hân gibi çok dikkatli ve herkesin değil bir sonraki adımını, bilmem kaçıncı hamlesini hesap eden bir şahsiyet sadrıazamın bu davranışından öyle senar­yolar üretirdiki, insana yaratandan ötürü sevgisi olmasa idi, bu davranış sahibini açık veya gizli olarak tahtalı köye yol­lardı. Merhameti yüce bir şahsiyet olması Midhat Paşanın şansı olmuştur. Nitekim; Midhat Paşada bir kaç gün sonra makam-i sadarete gelmiş ve devlet işleriyle meşguliyete de­vam ederken Damad Mahmud Celaleddin ve Redif Paşalar, Çorluluzâde Mahmud Celaleddin Paşayı bir odaya çekip, Midhat Paşanın suyunun. ısınmayı aşıp, kaynadığını, padi-şahsa bir kaç iradesine rağmen Nâmık Kemâl Bey'i def et­memesine çok kızıp, üzerinden itimadını kaldırdı. Bunun çâ­resine bakmazsa, kendisi için iyi olmayacağını bildir, diye bana tenbihatta bulundular diyor Mirat-ı Hakikat yazarı. Yine şu sözlerle devam ediyor Çorluluzâde:   "bu sözleri işittiğimde Midhat Paşa için kötü niyet peyda olduğunu hissetimden meclise girip durumu kendisine anlattım. <Ne yapalım? Ke­mâl Bey kendi rızasıyla dışarıda bir görev kabul etmiyor Ben zorla gönderemem. Artık bu işi bizden sonra gelecek olana gördürsünler> cevabını verdi. Bunun üzerine Damad Mahmud Paşa, Midhat Paşadan sert sözler işiterek geri dön­dü. Müteakiben vükelâdan meseleye vakıf olanlar bir araya gelip ve Serasker, Redif Paşa münasip bir lisanla: <eğer bir kere padişah ile görüşüp meramınızı anlatsaniz şu karışıklık-lar tamamen ortadan kalkar> diyerek Midhat Paşayı Saray'a gitmeğe ikna etti. Bunun ardında Damad Mah- mud Paşaya tezkire gönderip bir dâvetçi gelirse Midhat Paşa'nın saray'a gideceğini bildirdi."

 

 

 

Midhat Paşanın Azli

 

 

Midhat Paşa konağına gece yarısına doğru gittiğinden az sonra Saray'dan bir yaver gelmiş saraya davet edildiğini ha­ber vermiş ve refaketinde saraya gelmişler, Midhat Paşa, Pa­şa dâiresinin yanındaki kapıdan saraya girdiğinde Mabey, Feriki Eğinli Said Paşa bir manga süngülü askerle kendisini karşılayıp, buraya buyrunuz demek suretiyle Paşa dâiresini .gösterdi. Alt katta bîr odaya alındı ve kapıya da bir nöbetçi dikildi. Sadnazamlıktan azledildiniz diyen odaya yalnı başına giren Said Paşa idi. Mühr-i hümayunu veriniz. İşte vapur ha­zırdır! Derhal Osmanlı ülkesini terk etmeniz emredilmiştir. Demek suretiyle sözünü tamamladı.

 

Midhat Paşa; ben padişahın sadık bir bendesiyim, beni mahkemeye versinler suçum ortaya çıksın ne ise! Böyle yapmak çok fena te'sir uyandırır şeklinde saçma sapan söz­ler sarfına başladı. Vapurla kendi parasını kullanmadan Mi­dilli'ye gitmek yerine Napoli'ye sürülürken, o yazık millete, devlete yazık! "İnnâ lillâh ve innâ ileyhİ râciun" âyetini söylü-yor ve göz yaşlarını tutamıyordu. Bir kaç gün sonra Yeni-osmanlılar efradının bazıları da sorgularını müteakip başta Nâmık Kemâl Bey olduğu hal de Midilli Ada'sına sürüldüler. Makam-ı sadaret Şûra-yı Devlet Reisi Edhem Paşaya, dahili­ye nazırlığı Ahmed Cevdet, Adliye Edirne valisi Asım, sada­ret müsteşarlığı Halep valisi Hurşit, Şehremanâti Galip, Mec-lis-i mebusan riyaseti Ahmed Vefik Paşalara verilirken, ticaret nâzırlığıda Ohannes Efendiye verilirken diğer vükelâ ye­rinde ibka edildi.

 

Edhem Paşa, Sakızlı ve Rum asıllı olup, eski sadrazamlar­dan Hüsrev Paşanın kapdan-ı deryalığı döneminde Sakız is­yanının bastırıldığı sırada esir edilmiş ve Hüsrev Paşa kendi­sinde zekâ pırıltılarını sezmiş ve Avrupaya tahsile gönder­miştir. Meşhur Sağır Memduh Paşa'nın Esvat-ı Sudur adlı ha­tırat eserinde paşayı anlatan satırlar şöyle" Sultan Abdülme-cid devrinde mabeyn-i hümayun feriki (korgeneral) İdi. Sa­raydan ülkeye dafıada yararlı olmak için çıktı. Vezir oldu. Hâriciye vekilliğine de tâyin oldu. Abdülaziz Hân zamanında kendisine verilen nazırlıkları gayet güzel tedbirlerle ve nâ-muskâra ne bir anlayışla idare etti. Mahtû 2. Abdülhamid Hân'ın 3. sadrıazamıdır. (Memdufı Paşa bu hatıratını 1920'lerden sonra yazmıştır) Midhat Paşa azledilip, sürgüne gönderilince yerine tâyin olunmuştu. Bir defa sadrıazam ol­du. Bu görevden alındığında Viyana sefarethanesine gönde­rildi. Daha sonra İstanbul'a çağırılıp, dâhiliye vekilliği uhde­sine verildi. Edhem Paşa, ilim ve fen kollarında cidden bilgi sahibi bir zattı. Avrupa siyasetinin inceldiklerine vâkıf bir kimseydi İleri görüşlülük dediğimiz fera seti bütün mükem-melliğiyle ortadaydı. Sâhilhaneleri pek yakınımızda oldu­ğundan dolayı özel toplantılarından dinleyici olarak İstifade ederdim." Biz de kaydedelim ki, kardeşi Fener Patrikhane­sinde yüksek rütbeli bir ruhban olup, kisve-i katranisi üze­rinde olduğu halde, Ağabeyini zaman zaman ziyarete gelir­miş ve sadrıazam mahcubiyetinden biraz üzülürmüş, günün birinde kardeşine daha seyrek gel demek mecburiyetini hissetmiş                        .

 

Meclisi Mebcısan'ın Kuşâdı

 

 

Mİdhat Paşanın sürgün edilmesi sonrasında dışta ve içte Midhat Paşa olamadan da, meclis-i mebusan açılır ve teşki-lât-ı esasiye'ye göre parlamenter sistemi yürüteceğimizi gös­termek gereği göz önüne alınarak meclisin küşadmmın hzı-landırılması yolu tercihi edildi. Midhat Paşa gönderilmeden evvel seçimle intihab olunmuş mebuslar İstanbul'da toplan­mağa başladığı esnada ayan meclisi de teşekkül ettirildi. Ba­kanlar kuruluda, padişahın açış nutku olarak irad buyurucağı mevzuları müzakere ederek müsvedde olarak tesbit ettiler.

 

Dolmabahçe Sarayında, muayede salonu yâni bayramlaş­ma salonu denilen platformda 2/R.evvel/1294-7/Mart/1877 Pazartesi günü ecnebi misyon, devletin kurumlarının ileri ge­lenleri bu toplantıda isbat-ı vücud ettiler. Ayan üyeleri (sena­törlerde mebuslar hemen taht-ı hümayunun karşısında yer aldılar. Davetliler ise bu topluluğun sağı ve soiunu doldurdu­lar Padişahın teşrifini beklediler. Az sonra padişahın yanında veliahd Mehmed Reşad Efendi, Şehzade Kemâleddin Efendi ile birlikte salona girip tahtın önünde durdu. Sadrıazam Ed­hem Paşa,Sultan Hamid'in elinden yazılı metin hâlindeki nutku alıp, Mabeyn başkâtibi Said (Paşa) Efendi'ye verdi bu zatda nutku okudu .Akabinde toplar meşrutiyetin meclisinin açıldığını ilân etmiş oldu. Bilhassa ecnebi misyon bizim mec­lis sisteminde zorluklar yaşayacağımızı, acemilikler olabile­ceğini sandılarsada Ahmed Vefik Paşa bu beklentiyi boşa çı­kardı. Dikkatli bir idare ve nâzik tutum başarıyı sağladı.

 

 

 

 

 

Osmanlı-Rus Savaşı( 1293-1877)

 

 

24/Nisan/î877'de Rusya'nın vazife başndaki maslahatgü­zarı Nelidof, Hariciye nazırımız Safvet Paşaya Çar imzasını taşıyan ilân-ı harp notasını verdi. Aynı günde Ahmed Tevfik Bey, Osmanlı devletinin Petersburgdaki elçisi olarak pasa­portunu aldı. Bu suretlede, 1293 yâni 93 Harbi denen Os-manlı-Rus savaşı başlamış oluyordu.

 

Bu savaşın Anadolu cephesi ve Rumeli cephesi diye ikiye taksim olunması pek büyük bir alanda cereyan etmesinden-dir. Rumeli tarafındaki diğer tâbirle avrupa tarafında ve Tuna Nehri havalisinde baş kumandan Çirpanlı Abdülkerim Nâdir Paşa idi. umumi Karargâhı Şumnu şehrindeydi. Saraybos-na'da Veli Paşa, İşkodra'da Ali Sâib Paşa Yenipazar'da ise Mehmed Ali Paşaların birlikleri doğrudan doğruya Başku­mandan Abdülkerim Nâdir Paşa emrinde değildi. Abdi Paşa­nın emrinde garb ordusuda denilen Osman Paşa (daha sonra Gazi Osman Paşa) komutasındaki ordu Başkumandana bağ­lıydı. Batı cephesindeki Şark Ordusu adı verilen birliklerin kumandanhğıda Müşir Ahmed Eyyüb Paşadaydı. Yine Tuna kıyısında Rusçuk merkezi durumundaydı bu Şark Ordusu­nun. 3.Ordu ile Şark Ordusu arasında yer alan bir ordu daha vardıki, bu da garp cephesindeki Cenup, yâni Güney ordusu idiki bununda komutasına Askerî mektepler nazırlığında tuğ­generalken müşirliğe yükselmiş bulunan Sultan Abdülaziz'in hafinde büyük dahli bulunan Süleyman Hüsnü Paşa'ya veril­mek üzere çağrılmıştı.

 

Abdülkerim Nâdir Paşanın emrine verilmiş bulunan bu or­duların gene! mevcudu ikiyüzbin sayısının eteğindeydi. Rus­lar ise ilk anda Tuna üzerine 250 bin kişilik bir kuvvet yığ­mıştı. Bu birliklerin en kalabalığını Ahmed Eyyüb Paşann or­dusu idi ve yüzbin kişiyi buluyordu. Rus ordusunun yukarıda ilk andaTuna'ya yığdığı 250 bin kişilik asker bizim sayımız­dan haylice fazla olduğu gibi bunlara gizli veya açık, Roman­ya, Sırp ve Karadağ takviyesini ilâve ederseniz dengenin adamakıllı aleyhimize olduğu müşahede olunur. Çünkü Sırp birliklerine bir Rus generali kumanda ediyordu.

 

22/Haziran/1877'de takriben savaş ilânından sonra Rus­lar, Tuna Nehrini geçmeye başladılar. General Zimmerman Alman asıllı bir Rus generali olup, kırkbin mevcudlu birlikle­rini Macin denilen noktadan geçerek Dobruca'nin kuzeybatı­sında görünmeye başladılar. Dört gün içinde Tuna'nın orta­sından geçmiş oluyorlardı. Buda Ziştovi ile Niğbolu'nun ve de Plevne'nin uzak olmadığı bölge idi, Niğbolu ile Plevne'yi biribirinden ayıran Osma Nehri oluyordu. Grandük Nikola başkomutan olarak birlikleri ni yönetiyordu tabii ilâve ede-limki, bu kişi Çar'in kardeşi idi. Tuna'nın geçilmiş olması Os­manlı askerinin yenilmiş olması mânasına alan kıyamet gibi askeri otorite görüşleri mevcuddur. Bu geçişe adetâ seyirci kalan Abdülkerim Nâdir Paşanın Viyana'da yetişmiş olması­na rağmen ve haylide bilgili olması Rusiarı Tuna'yı aşması sırasında bastırmaması izahı olmayan bir hatadır. Zâten pa­dişah daha sonra bu paşasını divân-ı harbe sevketmiştir.

 

Öte yandan; General Gurko, önce Tırnova'yı ele geçirdi. 16/Temmuz/1877'de Niğbolu Rusların eline geçince Edir­ne'ye inişi sağlayacak tek şey düşmanın balkanlarda durdu­rulması idi. Şıpka Rusların eiine geçtiğinden Osmanlı kuv­vetlerini bir araya getirebilmek Şıpka'nın Ruslardan kurtarıl­masını icâb ettiriyordu.17/Temmuz/1877'de Çirpanlı Abdül­kerim Nâdir Paşa azledilerek Müşir Mehmed Ali Paşa yerine başkumandan olarak tâyin olundu. Ne varki böyie pek mü­him ve büyük savaşı kazanmayı becerecek tecrübe ve çapda olmayan bir askerdi. Üstelik emrindeki komutanların bilhas­sa müşir olanlarının çoğu Mehmed Ali Paşa  başaracağına, savaş kaybedilsin diyecek şahsiyetlerdi. Nitekim T.Yılmaz Öztuna Bey, Türkiye Târihinde 7. cild, 147. sahifede şu satır­ları yazmaktan kendini alamaz:  "Son yıllara kadar gizil ka­lan bazı çok mühim vesikaların TTK (Türk Târih Kurumu) uayınianması ile, hu müşirler arasındaki çirkin ve aşağılık rekabet ve düşmanlıklar ortaya çıkmıştır.İnhitat (çöküş) dev­ri Türklyesinde mânevi yapının ve vatan sevgisinin ne dere­kede olduğunu anlamak için, bu vesikaları okumak kâfidir. Gene bu vesikalar, savaşı Abdülhamid Hân'ın Yüdız'dan ida­re ettirdiği için kaybettiğini savunan eski ve gülünç tezi,ta­mamen çürütmüştür. Yıldız'dakl seraskerlik kurmayları bu ' müşirlerin zararlı davranışlarını kısmen olsun önleyebilmek için, hazan müdehale etmişler ve tabii padişah nâmına emir vermişlerdir. Aşağıda görüleceği gibi, Gâzİ Osman Paşa'rrn Plevne'yi sonunda bırakmasıda, Türk kumandanlarının bu kaleye kâfi yardımı yapmamış olmaları dolay siy ladır." De­mektedir.

 

Gazi Osman Paşa ifadesini alıp dersini verdiği Sırplar kar­şısındaki başarısı hasebiyle 45 yaşında olduğu halde Müşirlik rütbesine yükseltilmesi yapılmış ve Vidin'den Plevne'ye git­mesi emredilmişti o da bu emri yerine getirmiş geldiği Plev-ne'de elinden geldiği kadar bir palangadan bile kötü du­rumda olan mevziyi hayli tahkime muvaffak oldu. .    Beri yandan da yine genç müşirlerden biri sayılan Süley­man Hüsnü Paşa, emrindeki kolorduyla Hersek'ten yola çı­kacak ve Tuna cephesine gicjecek idi ki bu çok uzun bir yol­culuk olduğundan deniz yolu denemek şekli tercih edildi. Bu kadar büyük bir askeri birliğin, Osmanlı devleti târihinde ilk defa donanma ile nakledildiği görüldü. Süleyman Hüsnü Pa­şa 25 bin askerle İtalya'da bulunan Bari limanına geldi burda bindiği gemilerimiz İle bir zamanlar Gedik Ahmed Paşanın pür velvele çıktığı Otranto'yu geçip Yunan denizi, Mora ile Girit Adası vede Ege denizinden geçip Batı Trakya'da Dede-ağaç umanına Meriç nehrinin az batısındaki noktaya çıkardı. Dedeağaç'dan trenlere binen koskoca kolordu mevcudu Kı­zanlık yakınlarında trenden indirilerek, Rus Generali Gur-ku'nun elindeki Şıpka geçidine gelip, geçidin güney yönün­deki eteklerine yayıldılar.

 

Hüsnü Paşa bunları yaparken, Gazi Osman Paşa'da 20/Temmuz/1877'de Plevne'de Şilder Şuldaner adlı Rus ge­neralinin saldırısına mâruz kaidıysada, üçbine yakın telefat veren Ruslar, ağırlıklarımda bırakarak bozgun hâlinde firar yoluna düştüler. Ancak çok geçmeden Kurdener adlı genera­lin takviye ettiği bu birlikler onuncu gün sonunda bir daha Osman Paşa ve Plevne üzerine yürüdüler. Takvimler, 30/Temmuz/1877 târihini gösterirken, moskof ellibin asker, 184 adet topla saldırıyı başlattılar. Bizim kuvvetlerimizin mevcudu 23 bin kişi olup, 58 adetde topumuz bulunuyordu. Bu defaki saldırı da birincisinden pek farklı olmadı Alman asıllı general Kurdener'de 7500'e yakın telefatla Plevne'nin önünden çekildiğinde dünya, Gazi Osman Paşanın cihan harb târihine getirmiş olduğu değişik müdafaa sistemlerini kaydediyor böylece bu ünü ve kendi büyük kumandanı tanı­mış oluyor idi. İki devletin reisi bizim Abdülhamid Hân'ımız ile moskof'un ki Çar nefeslerini adetâ tutmuşlar Plevne üze­rindeki mücadelenin sonucunu bekliyorlardı..

 

Öte yandan, büyük bir askeri nakliye harekâtını başarmış bulunan Süleyman Hüsnü Paşa, Şıpka Geçidini aşmak için bir ölüm taarruzları adı verilecek hücumlar tertipliyor, 1915'lerde Çanakkale savaş larında yaşanacak bir fenome­ne kırk küsur sene evvel öncülük ediyordu. Bu geçide yedi gün yedi gece taarruz ediyor 20/Ağustos'da başladığı taar­ruz, 26/Ağustos'da Kızanlık'a çekilmekle nihayet bulduğun­da Rusların Şıpka geçidi üzerindeki hâkimiyeti devam ediyordu. Bunun önemli sebeblerinden biri olarak Rusya'nın Tu-na'yı geçmesi esnasında, harekâtın tam ortasındayken, Cır-panh Abdülkerim Nâdir Paşanın bunların üzerine saldırma­ması,güçlerinin bir bölümü karşı sahildeyken bu tarafa geç­meye muvaffak olanları temizlemeye başlasaydı, bizim mer­hum Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa'nın Sen Gotar'da yaşa­dığı unutulmaz acıyı Moskof'a tattirabiiirdi ve bunu yapma­ması Nâdir Paşanın suçlu olduğunu göstermekle beraber da­ha sonraları divân-ı harbe verilen Paşa buradaki savunma­sında,  heyet üyelerini ikna etmiş olmahki, beraat etmiştir.

 

Süleyman Hüsnü Paşa; Şıpka üzerinde bir deneme daha yapmış 17/Eylül'de düşmana ve geçide saldırıya geçmiş fa­kat bu ademi muvaffakiyetle neticelenmişti. Rusların jna plânında hedef kısa zamanda Edirne üstüne inmek ve ora­dan ver elini Çatal ca burayı da astımı İstanbul'a varacak yo­lu tıkayan şimdiki Gazi Osman Paşa, o zamanlar Yıldız Tabya olarak isimlendirilen, bizzat Sultan Abdülhamid Hân ile Elena kahramanı Çerkeş Deli Fuad Paşanın birlikte tesbit ve tahkim ettikleri mevki müstahkem kalıyordu. 195O'!erde büyümeye başlayan İstanbul'a bu günkü Gazi Osmanpaşa iskâna açılırken,devrin İstanbul Valisi Ord.Prof. Fahreddin Kerim Gökayı, o sıralarda Eyüp Sultan kazamıza bağlı olan bölgeye Yıldız Tabya adı verilmesi için devrin Eyüp ilçesi De­mokrat Parti İlçe Başkanı Şükrü Tayşm Beyefendinin ikna et­meye ve bunda başarıya ulaştığını Valinin, bu teklifi kuvve­den fiiie çıkarmadaki; kabul sesini bu satırların sahibi olan fakir-i pür taksir olan bendenizde duymuştum.

 

Abdülkerim Paşanın azli üzerine başkumandanlığa getiri­len Müşir Mehmed Ali Paşa, Süleyman Hüsnü Paşanın Şıp-ka'yı aşamaması üzerine Grandük Nikola kuvvetlerine hücu-ma geçmek üzere plânlarını yaptı ve Ağustos ayı sonu itiba­rla da plânını tatbike koydu. Mehmed Ali 'Paşa üç ayrı târihte dört tane meydan muharebesi yaptı ve bunların herbi-rinden zaferle çıktı. Bu meydan muharebeleri 22/Ağustos'da Ayazlar meydan muharebesi, 30/Ağustos'ta Kahraman meydan muharebesi, 5/Eylül'de de Kaçılova ve Ablova meydan muharebeleri oimuşturki bu sonuncu bir günde iki muharebe olarak vukubulmuştur. Mehmed Ali Paşa bu sa­vaşları, Plevne'ye yardıma gitmek için yapıyordu. Ne var ki takviye yolu kesilememiş Rus birlikleri durmadan cepheye takviye ediliyorlar, bizim bu tarafta söndürdüğümüz her ha­yatın yerine bir misli yeni canlıyı karşımıza çıkarıyorlardı. Plevne'ye gitmek bu sebebden kabil olamıyor. Buna karşılık Gazi Osman Paşa Pievne'de harikalar sergiliyor, yardımı dört gözle bekliyor, yardım geldiği takdirde bu Rus kuvvetleri üze­rine topluca hücum etmekle dağı- tılması şüphesizdi. T.Yıl-maz Öztuna bu zaferlerinden sonra Müşir Mehmed Ali Paşa­nın yavaş hareket ettiğini, bunun düşmana zaman kazandır­dığını ifade ederek, şunları ilâve eder: "Bir kaç meydan mu­harebesi kaybetmiş bulunan Grandük Piikola'nın durumu Eylül'ün ilk üç haftasında son derece kritikti. Ağabeyi Çar Alkesandr bile cepheye ue Pieune önlerine gelmiş, askerini leşçi ediyor idi. Petersburg'da anarşistler, Rusya'nın şerefinin mahDolduğundan bahsedip hükümete karşı ha rekete geç­mişlerdi. Ancak yukarıda belirttiğimiz gibi Mehmed Ali Paşa, bu müsait ortamdan zaferi çekip çıkaracak adam değildi. Osman Paşanın askerlik dehasından mahrumdu, üstün düş­man kuvvetlerine karşı başarı kazanması kazansa bile bun­dan netice isithsat etmesi mümkün olmadı.'1 Demektedir. Gönül isterdi ki bu değerli eserler sahibi tarihçi T.Yılmaz Öz­tuna hemen buraya Süleyman Paşaya bana katıl emrini yeri­ne getirmemesinide buraya ilâve ederek bu kanaati serdet-şeydi yoksa Mehmed Ali Paşanın ard arda kazandığı dört meydan savaşını hiç mesabesinde gören bu yaklaşımın izahı yoktur. Mehmed Ali Paşa yardıma çağırdığı Süleyman Paşa­nın ihanet sayılacak gelme meyiştyle 21/Eylül'de Çakırköy Meydan muharebesinde Ruslar karşısında mağlub olmaktan kurtulamadı. Müşir Mehmed Ali Paşanın bu mağlubiyeti baş­kumandanlığının sonu oldu ve hasretle beklediği bu göreve Süleyman Hüsnü Paşa 28/Eylül/1877'de getirildi. Yine sayın Öztuna Bey'in, iki kumandanı değerlendiren şu kısa ifadesini alıntılayalım: "..Mehmed Ati Paşanın kumandanlığı 2 ay,  12 gün deuam etmişti. Süleyman Paşanın Mehmed Ati Paşa da olmıyan cesaret,daha doğrusu atılganlık cür'et ve enerjisi beğeniliyordu.."

 

Bu arada da,l l/Eylül/1877'de Gazi Osman Paşa 3.Plevne zaferini kazanıyordu. Bu seferinde Ruslar şaşkın, bütün ihti­yat kuvvetlerini buraya yığarak işe kalkışırken, başşehirlerin­den Çar'ın koruma birliklerinide getirmişler mevcuda ilâve­ten altı adet Rus tümeni Plevne önüne konmuş ellibin kişilik Romanya ordusuna ihtiyaçlarını Çar, Prens Karol'a Türkler bizi mahvediyor! Yetiş yoksa hristiyanlık dâvasını kaybediyor şeklinde telgrafla bildirmiş oluyordu. Asırlardır, Osmanlı tabi-yetine bağlı olarak hayat süren Romanya ve bunun temsilcisi Prens, 3 piyade ve de 1 süvari tümenleriyle istenilen İmdada geldi. Çar, ordusunun idaresini ve Plevne savaşının kuman­danlığını Karol'a bıraktı. Çeyrek asır önce Osmanlı-Rus sa­vaşının başka bir adı olan Kırım Muharebesinde Sivasto­pol'ün meşhur tahkimatını yapan general Totleben bu ordu­nun kurmaybaşkanlığını üsttendi. Romanya bu yardımı canla başla yapmaya neden ihtiyaç duyuyordu derseniz? Herhalde Rus vaadi'nin bunları bağımsız, bir krallık dev leti kılma ol­duğunu hemen çıkarmak kabildir. Demekki bizim siyasileri­mize düşen o sırada bir murâ hhas göndererek, bağımsızlığı­nızı vereceğiz, Ruslara karşı oeraber olalım demek olmalıydı. Hemen ifade edeyimki, Abdülhamid Hân'ın ve devrinin anlatiminin bitimine, okuma parçası olarak koyacağımız, yazıldı-ğı 1910'dan sonra ilk defa Osmanlıcadan sadeleştirilmiş lâti-nize edilmiş Niçin Mağlup Olduk? adlı eserden bazı seçmeler koyarak bu hususda siz okurlarımızı tenvir etmeye çalışaca­ğız.  

 

                                                              '

 

Plevne Nasıl Düştü?

 

 

10/Aralık/1877'de her savunma savaşının başına gelen gibi Plevne'de akıbetini yaşama hususunda kaderini gördü. Takviye alamayan muhasara altında kalan bir müdafii so­nunda kaybetmeğe mahkûmdur, üstelik muhasaracılar habî-re takviye alıyor ise, misâl olmak üzere; İstanbul fethini ya­pan ordumuz, donanmamız hem Karadeniz üstünden hem de Marmara üzerinden ve Edirne istikametinden vede Bursa, Yalova, Karamürsel ve Koca eli istikametinden Üsküdar'a kadar uzanan arazide mevcudiyeti kesin olduğundan asla bir takviyeye mâlik olmayan Bizans sonunda teslim olmaya-cakda, şehirle beraber buharlaşıp gayb illerine mi firar ede­cekti. Siz; bakmayın târihimizde bir binek taşı kadar büyük­lükte pırlanta parlaklığında zafer kazanan Kanije Müdafaası­na ve onun seksenyedi yaşındaki kumandanı Tiryaki Hasan Paşaya.. Bu muvaffakiyeti üzerine vezirliğe yüksel tildiğinde ağlamaya başlamış ve niçin ağlarsın Paşa Baba dediklerin­de, evlâdlar ben ağlamayayım da kim ağlasın koskoca dev-let-i âliyye bizim gibi çoluk çocuğu vezir yapmaya başladı diyecek kadar mütevazı bir insandı. Zafer insanı mağrur ya­par, ama adamlık o zaferin oyuna gelmemektedir ve asıl za­fer kendine yanaşmakta olan 'gururu kovabilmeyi becermek­tir. Tiryaki Hasan Paşa böyle biriydi ve doksanlık Kuyucu Murad Paşanın emrinde olarak Anadoludaki isyan hareketle­rini tenkile bu zafer sonrasında gitmekten imtina etmemiştir.

 

Gazi Osman Paşa yardımların gelemeyeceğini, vazifeyi üstün bir başarı ile gerçekleştirmenin verdiği kuvve-i mâne­viye ile bir huruç, yâni savunma alanından çıkarak etrafını saran çenberi kırıp geçme böylece bir çıkış yolu aramaktı, o kadar büyük taktisyen bir kumandanın yardım gelmediği takdirde savunma savaşının zafere inkılabının olamaya cağı­nı bilmesi kadar tabii bir şey olamazdı. Nitekim; bu huruç harekâtında Paşanın üzerinde bulunduğu ata kurşun isabet etmiş at yıkıldığı gibi muhtemelen aynı mermi Gazi Osman Paşanın sol dizinden yaralanmasına sebeb olmuştu.

 

Bu vaziyet karşısında Gazi Osman Paşa istişarelerini yaptı ve erkân-ı harb reisi Mirliva   Tevfik Paşaya, Ruslar ile teslim şartlarını konuşması emrini verdi. Rus general Sturukof Tev­fik Paşa ile beraber Gazi Osman Paşanın yanına geldiğinde Paşanın yaralı ayağının pansumanı yapılıyordu. Gazi Paşa; Sturukof 'a yer gösterdi oturması için general kendinden yüksek rütbeli Gazi Osman Paşa karşısında ayakta durmayı bir hürmet ifadesi olarak tercih etti. Fransızca olarak müka-leme yapmakta olduğu zaman general Sturukof, esas duruşa geçerek konuşmasını yapma nezaketini göstermekteydi. Az sonra bu yere gelen korgeneral Ganetski, Osman Paşanın kı­lıcını teslim aldı. Bu olayı duyan Çarın kardeşi Grandük Ni-kola hemen geldi ve askerlik ve esaret ilkelerine uymayan bir davranışla Gazi Paşanın kılıcını kendisine iade edip, mü­dafaadaki başarısını tebrik etti. Böylece Osman Paşa dünya durdukça anılacak olan Plevn^e Müdafaasını 4 ay, 23 gün sür­dürmüş ve Plevne düştükten sonrada, 93 bozgunu denen dö­nem bizm için için başlamış oluyordu.

 

Beş aya yakın Plevne önlerinde bir avuç Osmanlı askeri ile kaleye benzer hiç bir yeri kalmayan bu arazi parçasına mıhlanıp kalan 150 bin kişilik Rus ordusu, bir felâket rüzgârı hâhnde topraklarımız üzerinde uçuşuyorlardı.

 

 

 

Sırplar Ve Karadağlılar

 

 

Osmanlı ordusu Ruslar ile böyle bir uğraş verirken 14/AraIıkta taarruza geçen Sırplar, 26 gün sonra Ocak/10'da 1878'de Niş'e girerlerken, Karadağlılar ise deniz tarafı üzerin den gelmek suretiyle Bar'ı alıp, Adriyatikte Dul-cigno limanını ele geçirdiler Arnavutluğun İşkodra etrafında dolanmaya başladılar. 24/Şubat/1878'de Romanya da Vi-din'e el koymuştu. Buradan Kuzeybatı Bulgaristan işgalini tamamlayıp, bütün müslüman unsurları muhacerata tâbi tut­tular. Yunan ise, savaş açıyorum haberini bile vermeden Te-selya ovasına dalıverdi. Serasker kaimakamı Müşir Rauf Pa­şa ile Süleyman Hüsnü Paşa arasındaki düşmanlığın ileri saf­hada olması, Balkanlardaki dağlarda yapılabilecek savunma şansımızıda ortadan kaldırdı. Ocak/9'da General Radetski, bizim Veysel Paşanın kolordusunu mağlup etti. İşin fecaati Veyseİ Paşa 280 kişilik subay kadrosuyla ve 12 bin askeriyle düşmana teslim olmuş idi. Veysel Paşanın kolordusunun ka­lan kısmı başıbozuk bir halde dağılıp gitti. Süleyman Paşa ve kuvvetleri Tatarpazarcığı'nda bulunmaktaydı. Buralarda bir savaş vermeden çekilmeye deavm eden Süleyman Paşa Gü-mülcine'ye ka dar çekildi. Çorap söküğü gibi gelen işgaller bir musibet yağmuru hâlini almıştı.

 

General Radetski Meriç nehrini hiç bir müdehaleye mâruz kalmadan geçerken, 3/Ocak/1877'de Sofya, 8/Ocak'da Kı­zanlık, 9/Ocak'da Samakov, 14/Ocak'da Eski Zağra'nın güneybatısında Çırpan, Yeni Zağra, 2 gün sonra Tırnova, 17/Ocak'da Filibe, iki gün sonra Cisr-i Mustafa paşa (Musta­fa Paşa Köprüsü), 20/Ocak Edirne'nin Rusların eline düş­tüğü bir kara gün oldu. Tuna üzerinde savunmasını devam ettiren Rusçuk kalmıştı. Müşir Ahmed Eyyüb Paşa, şehir ha-rab olmasın diye savunma yapmamış Kırklareli'ne çekilrnesiyle birlikte bu şehirdeki cephaneleri ateşlemiş bu târihi şehrimizin nice güzellikteki anıtları ve hatıraları mahv olur­ken, kalanları da, barbar moskof yok edercesine tahrib eyle­di 6/Şubat/1878'de Rus Grandükü Mikola ordugâhını Ayas-tefanos (Yeşilköy) çayırına kurdurdu. Rumeli cihetindeki bu savaşdan müteveîlid milletimizin çektiği ızdıraplarm anlaşıl­ması için, Eski Zağra Müftüsü Râci Efendinin, M.Ertuğrul Düzdağ tarafından lâtin harflerine çevirmiş olduğu ve hariku­lade üslubuyla sadeleştirdiği eserden okunması Rus, Bulgar, Yunan, Sırp ve Romanya velhasıl hristiyanların, müslümanla-ra yaptıkları işkence, soykırımı tüyleriniz ürpererek vijdanınız sizlıyarak, gözleriniz durmadan yaş akıtarak okursunuz böy­lece dedelerimizin, ninelerimizin yetişmişse babalarımıza çektiklerini derhatır eyleyip, milletimizin bir daha böyle va­him hallere düşmemesi için okumuş ve insana saygılı, va­tanperver, Allah'dan korkar, Peygamberden utanır ve onun öğütlerini her şeyin üstünde tüten bir toplum inşaasına bak­malıyız ve istiyorsak su!h-u salah, hazır ol cenge darb-ı me­seli bizim kulağımıza küpe olmalıdır.

 

 

 

Anadolu Cephesi

 

 

Meşhur 1293/1877 Osmanlı/Rus muharebesinin Anadolu cephesine dâir anlatacaklarımıza geçerken "Başımıza Gelen­ler" Mehmed Arif Beyefendi'nin yazdığı kıymetli eser M.Er­tuğrul Düzdağ Beyefendi tarafından nefis bir sadeleştirmeyle lâtin harfli neşriyatımıza kazandırılması çeyrek asrı aştı ve zaman, zaman Osmanlı Târihinin pek elîm ve te'siri büyük bu savaşının hatıralarını, adı çjeçen eserden okurum. Târihde büyük değişikliklere sebeb olmuş nice savaşlar vardır, ancak bu savaş Osmanlı İslâm devletinin dünya yüzündeki hatır-ı sayılır hâlini hayli rahnedar etmiş, büyükçe toprak kaybı-nada sebeb olduğu gibi', dört asırdır yaşanmamış kesafetde ve sıkıntılı bir muhacerat yaşanmasına sebebiyet vermiştir hem devamı esnasında hemde neticesi itibarıyla. Balkanların haritası hiç böyle mühim değişikliğe maruz kalmamıştı. Bu facia ne kadar çok anlatılırsa anlatılsın yinede bütün kemâla-tı ile anlatmak nakâbildir, Allah'dan Mehmed Arif Bey mer­humun eserinin 1.cildinin 62.sahifesindeki "Mâ iâ yüdrekü küllehu lâyütrüke külluh" <tamami yapılamayan şey, o se-beb ile terk olunmaz. Elden ne geliyorsa, kadarı yapıhr> mânasına gelen ifadededen aldığımız cesaretle, mevzubahis muharebenin Anadolu cephesini nakle geçelim cesaretinide elde ettik.          

 

                                                               

 

Gazı Ahmed Muhtar Paşa'nın Ikazı

 

 

Yukarıda adı geçen Başımıza Gelenler adlı eserin yazarı Mehmed Arif Bey merhum diyorlarki: "Gazi Ahmed Muhtar Paşa ile bir gün bu harbin sebeb olduğu idarî malt ve askeri zararlarımızdan söz ederken Paşa: <Dersaadet'teki konferans toplandığı sırada ben Hersek taraflarında Karadağlılarla mu­harebe etmekteydim. Konferansın tekliflerini deuletin kabul etmediğini ue konferansın dağılacağını işittim. Devletin poli­tikasına müdehâle etmek vazifem haricin [eyken, fakat dev­letin hayrını isteyen bir bendesi olduğurn için herşeyi göze atarak, o sırada serasker olan Redif Paşa'ya gayet mühim bir telgraf yazdım. Devletin, Rusya ile muharebeye girmekten çekinmesini bildirdim. Bu telgrafım hususî meclisde oku­nunca Muhtar Paşa seferberlikten ürkmüş ve korkmuş olma­lı diyerek beni Girid Valiliğine, Süleyman Paşayı da müşir­likle benim yerime Karadağ kumandanlığına tâyin ettiler. Arası yirmi gün geçmeksizin Anadolu Harp Ordusu kuman-danlığı vazifesiyle Erzurum'ma gönderildim.> Demişti" Di­yor. Biz burda Gazi Ahmed Muhtar Paşanın savaşa girilme­mesi esbab-ı mûcibesini ifadeye lüzum görmüyoruz. Ancak buda öncelikle hatırlatmak zorunda olduğumuzu biliyoruz, ,. savasa girmeyin diyen zât sonunda haklı çıkmakla bera-h karşı olduğu savaşın en kahraman kumandanları arasın­da tanınmış, ona göre azim ile vazifeyi de ifa etmiştir.

 

Simdi; biz Mehmed Arif Bey merhumun adı geçen eserinin 1   cildinin 96. sh.den Muharebeye gidiş sebebim başlıklı ya-zısından bir alıntı yapalım: "..Fakir; Erzurum vilâyeti Divân-t Temyiz Mahkemesi başkâtibi olarak bulunuyordum. Bazı dostlarım ve bilhassa mahkeme reisi bulunan merhum Nafiz Paşa'nın teşvikiyle yerli halktan iki tabur gönüllü asker teş­kil eyledik. Taburların birisi <MMîye> ve diğeri medreselerde­ki tâlebei ulûmdan müteşekkil olduğundan <İlmiye><di." diyen Mehmed Arif Bey, bu iki taburu ahaliden topladıkları yardımlar sayesinde tek tip elbiseyle giydirip, muntazam tâ­limlerin sonunda bir kaç ay zarfında her türlü vazifeyi yerine getirebilecek iki taburu meydana çıkarma şansı bulduklannı kaydeden Mehmed Arif Bey kendisininde Millîye taburu sağ-kolağası rütbesini hâmil olduğunu beyan ediyor. Bu arada da, Rumeli cihetinde Osmanlı ordularında savaş hazırlıkları sürerken,bilhassa Tuna Nehri civarında sıcak savaş inkişaf kaydederken,Erzuru m'un ve Kars'ın zahiresini külliyetli miktarda satın alan Rusların ticari hayata hareketlilik getirir­ken onlarla savaş halinde olduğumuz vali olan Samih Pa-sann aklına hiç düşmemişti.Daha sonraları ilâç gibi arayaca­ğımız zahirenin Ruslara satıldığını haber alan Dersaadet,yol­ladığı emir ile bilhassa Rusya'ya zahire satışını yasaklamış idi.Tabii bu hususda teemmül etmeyen ve haylice zahirenin Ruslara satılmış olması,Samih Paşa'nın Erzurum Valiliğinin sonunu getirdiği görülüyor.Daha sonra Samih Paşa Girid'e vali olarak gönderilmiştir.Şeklinde bizleri bilgilendiren Meh­med Arif Bey,merhumun güzel kaleminden Gazi Ahmed Muhtar Paşa hazretlerinin Erzurum'a gelmesini şöyle nakle­diyor:

 

"Muhtar Paşa l/Nisan günü Erzurum'a geldi.Karşıtamak için hep beraber şehrin dışına çıkıldı ğında bizim Millîye ta­burunu da götürmüştük.Askerce karşılama merasimi ue se­lâm ifâ olunduk dan sonra şehre dönüldü. (.)fakir de taburu­muzun zabitlerini huzuruna götürmüş idim.Memnun oldu.Öğüt verici bir konuşma yaparak zabitlere askerlik vazife­sinin ne olduğunu anlattı.Bütün zabitlerle birlikte odadan çı­karken beni arkamdan çağırttı. Çünkü iki sene evvel vali ue yine or- du müşiri olarak Erzurum'da bulunduğu sırada faki­ri tanımış tardı. Buy urdular ki:<Pekâla!Bu askerliğinize diye­cek yok.Ama şu kılcı bıraksanız ve yine kalemi elinize alsa-nızda birlikte sahici bir harbin icraasında bulunsak, fiilen bir askerî vazife ifa eylesek daha iyi olmazmı? Teşkil ettiğiniz as­ker oyuncak gibi süslü ve sevimli şeylerdir, ama aslında bir gösterişten ibarettir. Harp sırasında bunlar hiç bir işe yara­maz. Allah muvazzaf ve muntazam askerlermizin eksikliğini göstermesin. Siz yine arkadaşlarınıza bir şey söylemeyiniz, onlar işlerine devam ededursunlaı: Siz hemen kıyafetinizi de­ğiştiriniz, buraya geliniz. Zira yazılacak pek çok şeyimiz var.> Diyen Mehmed Arif Bey, bu istek üzerine taburu 4.ordu jurnal kalem başkâtibi adaşına bırakır ve ayrıca vali durumu içinde olan Kurt İsmail Paşaya vaziyeti bildirdikten sonra Ah-med Muhtar Paşa'nın yanına katılır. Mesai başlar ve Paşa, Ik iş olarak hudut arazisini de içine alan en büyük haritayı tet­kik etmek istediğinden yanma ister. Erkân-ı harplerin cevabı ise; meşhur Alman Kibert'in coğrafyasından kopya edilerek büyütülmüş bir kaç tane olup maksadı temin edermi bileme­yiz olur. Evet senelerdir imârına gayretle çalışılan bölgenin doğru dürüst bir haritası olmaması ne büyük eksikliktir diye hayıflanan Mehmed Arif Bey, çok mühim ve bilinmesi gere-bir bilgiyi adı geçen eserinin 100. sahifesinde şu ifadeyle . uiaştırıyor: ".Erzurum, Kars, Ardahan istihkamları yapı­lırken yâni muharebeden beş-on sene evvel bile oralarda birçok erkân-ı harp ümera ve zabıtanı bulunuyordu. Bunla-nn içinden Kütahyalı Akif Bey gibi bazı gayretli zatlar <boş kaldığımız vakitlerde Rus hududunu gezelim ue mufassal bir haritasını çıkaralım> teklifini o zaman istihkâm komisyonu reisi bulunan Fosfor Mustafa Paşa'ya arzetüler ue izin istedi­ler. Lâkin Fosfor hazretleri <arnan aman Allah aşkına böyle şeyleri karıştırmayınız. Nenize lâzım sız işinize bakınız> ceua-bıyla bu adamların teklifini redetti."

 

Şeklinde vaziyeti bizlere aktardıktan sonrada, şu mütala­ayı yapıyor ki bir örnektir, aynı bu günde olu yor, böyle gi­derse yarın da devam edecektir: "İşte efendim; çok derin dü­şünenlerimiz böyledir. Pek derinine gitmeyenlerde yukarıda zahire meselesinde hâli gösterilen Sâmih Paşa gibidir. İkisi ortasını bulmak pek güç uesselâm."

 

 

Durum Tesbiti

 

 

Harita meselesinden sonra Paşa'nın görev dağılımını tetki­ke aldığı görülür ve bunların Kars, Ardahan ve Doğu Bayezid merkezli kumandanların isim listesini emrettiği görüiür. Bu arada da her komutan emrinde kaç tabur asker, taburların adları, mevcudun redifi (yedek), ne kadarı nizamiye askeri­dir. Top sayısı, topların cinsleri, seyyar top sayısı, mühimmat ve erzak ile lâzım gelen diğer ihtiyaç nereden nasıl temin olunacağı, top çeken katırlar, süvari alayları ve bunların hay­vanları hakkında bütün bilgilerin rapor haline getirilmesi ve ulaştırılması yapıldı Ardahan istihkâmı haricinde Ferik Kasap Hüseyin Paşa komutasında, on tabur piyade ve iki batarya seyyar top; Kars'da Ferik Hüseyin Hami Paşa kumandasında otuzdokuz tabur piyade ve altı batarya seyyar top; Karakli-se'de Tatlıoğlu Mehmed Paşa komutasında oniki tabur piya­de ve iki batarya top, ayrıca iki tabur Bayezid'de, dört tabur da Van cihetinde olduğu, Mirliva Şahin Paşa kumandasındaki altı taburun, Erzurum ile Kars arasında bulunan Pasinler ilçe­sinin Horasan ve Karaurgan köylerinde oldukları görülmüş­tür. Görülen kuvveti şöyle yeküne tutmak kabil: 65 tabur pi­yade, altmış kıta tam teçhizat seyyar top ve sayıları 600'er neferden mü-rekkep üç alayı meydana getiren nizamiye sü­varisi olup aslında 4 alay süvari bulunmaktaydı fakat savaşın ilanının hemen ertesinde hudut boylarında olan 2.süvari ala­yının tamamı esir olmuştu. Bütün bu çalışmaların neticesin­de Ahmed Muhtar Paşa kadrosunu tesbit etmiş hususiyetleri­ni gözönüne almak suretiyle de talimatlarını göndermeye başlamıştı. Şüphesizki bu arada da İstanbul'a verilen bir ta-lebnâme de levazimat ve bilhassa toplar için hayvan takvi­yesi gerektiği bildirildi.

 

 

 

Seraskerin Telgrafı

 

 

Bunlar olup, biterken makaım-ı seraskerî'den Müşir Muhtar Paşa'ya gelen telde,meâlen şunlar yazılı idi: "Londra proto­kolünün reddi cihetine gidileceğinden Rusya'nın sınırı her an geçmesi mümkündür. Gafil olunmaması dikkat ve teyak­kuzda olunuz."tavsiyesi bulunuyordu.

 

Bütün bunların peşinden Öztuna Bey'in "Büyük Türkiye Târihi" adlı eserinin 7. cildinin 155. sahifesi şu satırlarla an­latmaya başlar 93 Harbinin Anadolu cephesini: "Tuna (Ru­meli) cephesinde savaşın seyri bu şekli takip ederken, ikinci fakat daha az ehemmiyetli Kafkas (Anadolu) cephesinde mühim hareketler oldu. Sauaş patladığı zaman 90 bin Türk askeri ve 97 sahra topu vardı (kale topları hâriç) Başkuman-

 

, Müşir Katırcıoğtu Ahmed Muhtar Paşa idi. Genç çok ka-biliuetli bir askerdi. Müşir Derviş Paşa, bir kolordu ile Ba~ tum'da idi. Erzurum Kalesi, Erzurum valisi Müşir Kur d İsmail Paşanın emrine verilmişti. Doğu cephesindeki bu üç müşir arasındaki geçimsizlik de şiddetliydi." Kuvvetlerimizin karşı­sında bu cephede ermeni asıllı Melikof adlı generalin emrin­de 125 bin asker ile 189 top bulunduğunuda ifade eden Öz­tuna Bey, gerek Rumeli cihetindeki, gereksede Şark ordu-muzdaki paşalar geçimsizliğine işaret etmekle büyük bir ce­saret göstermiştir. Hakikaten bu hakikat Osmanlı silahlı kuv­vetleri içinde tesbit ettiğime göre, Murad-ı Hüdavendigâr za­manında Lala Şahin Paşa'nın, Hacı İlbeyi, meşhur Sırp sındı­ğında, Meriç kenarında onbin kişilik kuvvetle yüzbin kişilik haçlı ordusunu iki saatte tarumar etmesini çekememezliği ile başlamıştır. Rivayet oldur ki Lala Şahin Paşa, Hacı İlbey'in yanına yerleştirdiği bir hizmetçinin eliyle zehirletmiştir. Bel-kide, bu reka bet ebediyete kadar devam edecektir. Doğrusu Öztuna Bey'in, dikkat çektiği husus mühimdir ve zâten bu husus da Rumeli cephesinde Süleyman Hüsnü Paşa'nın, Mehmed Ali Paşa'nın yardımına gitmemiş olmasıda pek ba­riz ispattandır.

 

Ferik Fâzıl Paşa bir filomuzla naklettiği bir tümen askerle Sohum'a çıkarma yaptı Gürcistan'ın Şimal-igarbına yapılan bu hareket Rus askerini bu tümenin karşısında durmaya mecbur kıldı. 25/Ağustos/ 1677'de Katırcıoğlu Ahmed Muh­tar Paşa Ruslar karşısında Gedikler meydan muharebesini muvaffakiyetle bitirdi. Bu zaferin ehemmiyetini idrak eden oultan 2.Abdülhamid han ve Yıldız özel karargâhı mensupla­rı, zaferin ehemmiyetinin ve teşvik babında olmak üzere Ka~ tırcıoğlu Paşa'ya Gâzi'lik unvanı tevcihinde hem fikir oldu ve Paşaya vaziyet bildirildi.

 

Bu Gazilik tevdii, Gazi Osman Paşa'nınkine çok az bir za­man dilimiyle evveldir ki, bu da ibraz edilen kahramanlıkla­rın taltifi karan alınmış olduğunu da gösterir. Takvimler 4/Ekim/1877'y' gösterirken Muhtar Paşa, Rusları bir de Yah-niler'de muhteşem bir zaferle mağlup edince, garb'da Gazi Osman Paşa, Şark'da da Gazi Ahmed Muhtar Paşa gibi iki büyük kumandan, askerlik harp târihinin iki büyük rüknü olarak adlarını askeri literatüre geçirmiş oluyorlardı. Bu sa­vaşta Ruslar 75 bin mevcuda sahipken, Orduy-u hümayun ise yarı nisbette olmak üzere 34 bin mevcuda sahipti. Rusla­rın kaybı onbin kişiyi bulurken, azdan az gider, çoktan çok hesabı burda da kendini gösterdi ve bizim kaybımız 2400 ci­varında oldu.

 

 

 

Talih Dönüyor!

 

 

15/Ekim/1877'de Alacadağ meydan muharebesi Rusların lehine inkişaf eden bir savaş oldu. Mücadele esnasında Ferik Ömer ve Hacı Raşid Paşalar 6 bin askeriyle birlikte esir düş­tüklerinden, düşman elindeki bu rehinelerin hayatını tehlike­ye sokmamak için çekilme yolunu tercih eden Gazi Ahmed Muhtar Paşa mağlup bir ordu değil adetâ çekilme nasıl olur? Nasıl muntazam bir şekilde tek bir mermiyi bile düşmana kaptırmadan, eratın burnunu kanatmadan ricat edilir örneği­ni gösterdi ve avrupah erkân-ı harpler bu çekilişin taktik ve varyasyonlarını senelerce askerî mekteplerindeki derslerde ya- sanan misâller bahsinde tetkik ve münakaşa ettiler. Yir­mi gün süren muntazam çekiliş sona erdiğinde 4/Kasım gü­nü Erzurum'a gelindi. 14 gün sonra da Kars şehrimiz Rusla­rın eline düştü. Talih dönmüş, şark illerimiz çorap söküğü gi­bi elden çıkıyordu. Rusları Kars ile Erzurum arasında durdur­ma çabaları başlamıştıki, İstanbul'dan" Sultan Hamid'in çağ­rısı geldi. İstanbul savunması için teşrif ediniz.

 

Ahmak, gafil ve hâinler bir araya gelerek devlet-i âliyye'yi r tarafı ateş alan bir yangın yerine çevir mislerdi. Artık gö­klerdi, pneclis-i mebusan da atılan nutuklar zafer kazan-ava yetmiyordu. Bu arada sunuda hatırlatalımki, doğu bol­lerinde o devrin nâdir insanlarından Şeyh übeydullah Efendi adlı bir Nakşi Şeyhi, savaşın çıkmasından az önce Sultan Hamid'e gönderdiği bir mektupda savaş çıktığı takdir­de cephede kendisine onbin müridiyle birlikte gelip savaşa­cağı bir mevzi ayrılmasını bildirmişdi, ki nitekim savaş çıktı­ğında padişah bu talebi Katırcıoğlu Ahmed Muhtar Paşa'ya bildirmiş on bin kişilik muavenetin önemini idrâk eden ku­mandan paşa böyle bir mevzii tahsis edersede, Allah'dan he­men cepheye intikal eden Şeyhefendi, ne varki yanında vaad ettiği mikdann onda biri kadar sayıyla isbat-ı vücûd eder. Müşir Paşa, onbin kişilik yer tahsis etmiştik diye sitemli söz dokundurunca da aldığı cevap, tasavvuf târihine geçecek kadar mühim ve o nisbette dâima hatırda tutulması gerek­tiren evsaftadır. <Müridlerimiu onda dokuzu, beni tekke'de seviyorlarmış> demek suretiyle 2.Murad dönemindeki Hacı Bayram Veli Hazretlerinin, <benim birbuçuk müridim vardır. Diğerlerinden vergi alına> şeklinde gönderdiği habere benzer bir cevap olarak kabul edilmelidir ki şâyan-ı ibrettir.

 

 

 

Edirne Mütarekesi

 

 

2.Abdülhamid hân cennetmekân, devletin başında dola­şan me'şum havanın artık doğrudan kendi mü dehalesine ihityacı olduğunu eş ve dostun vede düşmanın gördüğünü sergiledikten sonra bataklıkları kurutma ameliyesine başla­mak için önce bir mütareke, daha sonra da sulh müzakerele­rine girişip İstanbul'u kurtarmak bir sükûnet denizi temin et­mek, hızla terakki eden dünyanın sanayii, ticari ve İç timai ayatına uydurabilmek için gereken atılımları yapmak, icâb eden mektep ve müesseseleri kurarak devletin âtî'sinî yâni geleceğini hazırlamak mesuliyetini boynuna borç olarak ka­bullendiğinden, nefsini, tasavvuf tâbiri olan <ar ve namus şi­şesini kırarak> İngiltere Kraliçesi majesteleri Wiktorya'ya mütareke ve sulh içinde yaşamak, bunu teminde müzaheret­lerini istemek mahviyetini gösterdi. Majesteleri bu müracaatı şüphesizki insanî bir değer olarak değil, İngilterenin ne men­faati olabilir zaviyesinden mutlaka görüştüğü müşavir ve ka­bine ile birlikte İttihaz edip, Rus Çar'ina mektup yazmış oldu­ğunu söyleyebiliriz. Rusların da, bu bir çocuğun doğabileceği zaman dilimi kadar imtidat eden yâni 9 ay, 7 gün süren sa­vaştan sonra şiddetle mütarekeye ihtiyacı vardı. Ancak gâlib durumda olmalarını göz önüne alıp, mağlubun yakında mü­racaat edeceğini müthiş bir iştiyakla bekliyorlardı. Krafi-çe'nin kaleme aldığı tavassut, onların takla atacağı bir müj­deydi. Biz tükenmiş, onlar ise bitmişti. Aslında bu savaşında gerçek galibi silah sanayii patronu yahudi sermayesi olduğu

 

0 günün değil amma bu günün pek isabetli bir tesbitidir. Mütarekeyi 19/Ocak/1878'de İstediğimizde, Server Paşa

 

'hariciye nazırlığında 2.dönemini yaşıyor Müşir Nâmık Paşa ise asker murahhas olarak Kızanlık'da bulunan Grandük Ni-kola'ya gittiler ve mü tareke 31/Ocak/1878'de ancak imza­lanabildi. Savaş kabinesi sadrıazamı İbrahim Ethem Paşa

 

1 l/Ocak/1878'de azledilirken, Melek Ahmed Paşazadeler­den Ahmed Hamdı Paşa sadarete getirildi   ve haylice lisan bilen ibrahim Ethem Paşa Viyana b.elçiliği ile görevlendirildi. Rivayet oldur ki eski sadrıazamın yerine gelen yeni sadrı-azam 24 gün sadarette kalabildi ve 4/Şubat'da azledildildi. Birse   ferde başvekil unvanıyla sadareti Ahmed Vefik Paşa aldı. yedi lisân bilen Vefik Paşa meclis-i mebusan riyasetini sürdürüiken başvekil yapılması bir şeye gebe idi. Nitekim çok geçmedi mal meydana çıkıverdi!  13/Şubat/1878 târihi rlrıazam başvekillik ismini ısındıramadan padişah meclis-i ebu sanı yayımladığı bir irade-i seniyyeyi heyeti vükelâ­da kat>ul ettirerek meclisi çok uzun bir tatile havale etti. Fiilen kapanan meclis, kâğıt üzerinde tatilde olup, her sene salnamelerde ayan üyelerinin adları ilk sayfada yer alıyordu. Sadece mebuslar görevlerini kaybetmişlerdi. Meclis-İ Mebu­san 1 yıl, 1 ay. 21 gün açık kalmıştı, üstelik Anayasa'da fesh edilmemişti.

 

 

 

Büyük Tatil Hakkında Mütalaa

 

 

Abdülhamid Han cennetmekân hatıratında şu mealde bir beyanda bulunur. Bir takım kimseler meclisi açmış olmamız­dan dolayı beni Mikado yapacağından söz ediyor. Halbuki !>u sağlıklı bir söz değildir. Çünkü; Mikado Japon imparatorunun lakabı olup, onlar tek bir ulustur. Halbuki bizcle bir çok ka­vimin bulunduğu gibi, başka başka dinlerden olanlar, hâttâ ic işleirnde müstakil, hârici meselelerde bize merbut prenslikler vardır. Böyle bir toplulukta teklik kabil değildi der.

 

Nitekim Alman birliğini kuran ve Alman devlet adamları­nın en büyüklerinden olan Prens Bismark, Müşir Ali Nizamî Paşaya şunları söylemiştir: "Bir devlet millet-l uâhideden mü­rekkep olmadıkça parlamentosunun faidesinden çok zarar verdiği görülür." Bu ifadeye hak vermek için başka söze ha­cet yoktur ki birinci delil, Bismark'ın ifade etmesi, diğeri de meclis-i mebusanda gayrimüslim ve gayri Türklerin konuş­malarının savaşı arzular tarzı mağlubiyet hâlinde bağımsızlık koridorunun açılacağını hesap etmeleridir. Osmanlı döne­minde azınlıklar tahsil bakmından kendilerini hiç ihmâl et­memekte olup, dünya'yı takibe yeterli insan sayısı hayli fazla o|duğundan, klişenin müslümanlann elinden kurtulma husu­sundaki te! kinlerinin asırlarca bıkmadan sürdürmesi, devlet-ı alıyenin zayıflamaya yüz tuttuğu asırda kendini göstermeye başlamış, milliyetçi ve hristiyan dindarların entellektüelleri bağımsızlığa giden yola ışık düşürmeye başlamışlardır. Akla hemen bir sual gelmektedirki o da şudur: Sultan Hamid, pek kötü şartlarda bir sulh imzalayacağını o yüksek zekâsıyla ve derin târih bilgisiyle tahmin etmekteydi ne-den sulhu İmzala­dıktan sonra bu suçu meclise yükleyerek kapatmadı?

 

Biz de deriz ki; o meclisin yıkılışı arzu eden azınlıkların mebusları yine yapacağı hamasî hitabelerle bizim mebusla­rın bazılarını kendilerine celb edip, sulhu ret ederler yeniden savaşa girişilir ve bu sefer karşılarında duracak vaziyetimiz­de kalmazdı. Padişah; bu bakımdan meclisin kendi hareket alanını daraltacağımda bildiğinden kendi önündeki bu engeli önce kaldırıp meseleleri ihanet erbabının eline ve mütalaası­na bırakmayayım diye düşünmüş olması tabiidir. Hoş Öztuna Bey; Ruslar, İstanbul'a giremezlerdi diyor amma, bunların yâni Rusların Yeşilköy'e yaptıkları baktıkça Osmanlının kah­rolduğu anıtı yıkmak için otuz küsur seneden ziyade bekle­mek mecburiyetinde kaldığını tahattur edersek, çekingenliği­mizin derecesini pekâla anlayabiliriz. Hâttâ o anıtı yıkmak o kadar mühim bir onur meselesi yapılmışki, yıkılış Fuad Clzkı-nay adlı bir subayımız tarafından filme alınmış ve ilk Türk fil­mi olarakda kabul edilmiştir.

 

Sultan Hamid Safvet Paşa ile Sadullah Paşa'ya Ayastefa-nos yâni Yeşilköy'de ne yapın yapın bir sul hu imzalayın diye talimat üstüne talimat yollamaktaydı. Osmanlı murahhasları sonunda o güne kadar asla imzalamadığı fecaatdeki bu bel­geyi imzalarken göz yaşlarını tutamamışlar ve bu hâl bir fo­toğraf ile tesbit edilmişti. Daha sonraları bu fotoğrafa Abanoz ağacından ince marangozluk sanatının ustalığı ile bir resim çerçevesi yapıp fotoğrafı içine yerleştirmiş, çalışma masası­nın üstüne koymuş sık sık gözleri nemlenerek bu resme bak­maktan kendini alamamıştır.

 

Rusya adına antlaşmayı imzalayanlarıda yazmak suretiyle bin görevini yerine getirmeye çalışalım. General İgnatief b'r Panslavist olup, bu cereyanın en ileri gelenlerinden biriy-H' Helidof ise o da başka bir belâ idi. Bu antlaşma 29 mad­deden ibaret olup, büyük bir oyalama politikasını sağlayan Sultan Hamid sayesinde uygulanmamış dört buçuk ay sonra Berlin'de yapılan ve bu şehrin adını alan antlaşma ile Ayas-tefanos bertaraf edilmişti. Bu antlaşmaya göre Bulgaristan, Makedonya, Batı Trakya ve Kırklareli'nin yeni sahibi olacak, Romanya ise Dobruca'yı alacak, Niş ise Sırbistan'a bırakıla­cak, Karadağ'da irileşecekti. Bu üç prensliğin artık bağımsız-lığı gerçekleşecekti. Batum, Kars, Ardahan ve Doğubeyazıd Ruslara bırakılacaktı. Berlin de bu mesele hafifletilmiş idi. Rusya tazminat bedelinin bir bölümünü donanmamızın en yeni altı gemisinin kendilerine terkiyle tahsil etmek istediler-sede, yaşadığı müddetçe böyle bir maddenin bulunduğu hiç bir antlaşmayı imzalamyacağını Grandük Nikola'ya bildirdi­ğinde bu katiyyet karşısında Ruslar vazgeçme cihetine gitti­ler. 3/Mart/1878'de imzalanan Ayastefanos, 13/Tem-muz/1878'de hükümsüzleşiyordu.

 

 

 

Ali Süâvi Olayı

 

 

Sarıklı ihtilalci diye de anılan Ali Suavi Bey, çok cerbezeli, bir kaç lisan bilen ve izdivacını bir İngiliz bayanla yapmış ve bu bayanın intelejans servisin ajanı olduğu pek kuvvetli riva­yettendir. Mektebi Sultanîde denilen Galatasaray Lisesi mü­dürlüğünü ifa etmiş bir kimsedir. Kavgacı mizacı kimseyle geçinememesine sebeb teşkil eden bir şahıs olduğu herkes tarafından teslim olunur. Bu adamın, şuuru düzeldiği bildiri­len 5.Murad'ı yeniden tahta çıkarmak için 20/Mayıs/1878'de gün ortasında kıyam etmiş ve bir saltanat darbesine teşeb­büs etmiştir. Tahta çıkarmaya çalıştığı eski  padişah bile o günler de, Yeşilköy'de bulunan Moskof'un, milletin başına bir belâ olduğunun idrâki içinde keder dîdeyken bu nereden programlandığı bilinmeyen siyasî meczup bitmesi imzalana­cak sulha bağlı olan savaşın gerçek mağdurlarını teşkil eden Rumeli muhacirlerinden bir kaç yüz kişiyi etrafında toplamış uğursuz teşebbüsüne atılmıştır. Atılmasına atılmıştırda, Ye­di/Sekiz Hacı Hasan Paşa'nın ünlü sopası kafasına İndiğinde hayatla ilişiği daha 39 yaşındayken kesilmiş oldu. Amma bir takım insanların yaptıklarını hiç hesaplamadan bir takım kimselerin başını derde sokmaya haksızca sebebiyet verdiği gibi Ali Suâvi'de bu teşebbüsüyle, Sultan Hamid'de var olan vehim hasletini öyle bir harekete geçirdi ki, Osmanlı milleti değil amma Osmanlı münevverleri, devlet ricali ve asil aile­lere mensup, paşazade, şeyh zadeler gibi kimseler dâima di­ken üzerinde bir otuz yıl geçirmek mecburiyetinde kalmışlar­dır. Sultan Abdülaziz'in cinayetle biten hâl şeklini yaşamış, biraderi 5.Murad'm sağlık nedeniylede olsa hâttâ yerine ken­di bile geçirilmesine rağmen bu durumu sevememiş, dâima tahttan indirilme korkusunu, bu Ali Suavi olayı Abdülha-mid'e yaşatmıştır.

 

Teşebbüsün bastırılmasından sonra Abdülhamid Han,der­hal bir tasfiyeye girişmiş ve en yakınından başladığı tasfiye­de mabeyn müşiri Said Paşa ile sadrıazam Sadık Paşa'yı de­ğiştirmiş,yerlerine mabeyine Gazi Osman Paşa'yı, makam-ı sadaretede Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa'yı 5. sadnazamlı-ğına getirdi. İkisi de birbirine itimat etmemekteyseierde, pa­dişah varsa bir organizasyonu bozmanın değişiklikten geçti­ğinin şuuru içinde kanı ısınmasada, Mütercim Paşa'yı mühre kavuşturdu. Ne varki doğrusuda budur ki bu kadar isteksiz bir iş ancak bir hafta sürdü, Rüşdü Paşa 7. günü mührü el­den kaçırdı. 1882'de Manisa'da vefat eden Mütercim Meh­med Rüşdü Paşa'nın 5 sadaretinin toplamı 2 sene, 23 gün sürmüştür. Vefatında 71 yaşının içindeydi. Sultan Hamid sadrıazamının yerine, Mehmed Es ad Safvet Paşa'yı hâriciye nazırlığı da uhdesinde olmak üzere makam-ı sadarete getir­di. Böylece mütercim paşanın sadarete getirilmesi yukarıda dediğimiz gibi varsa bir organizasyonun bozulmasını te mine çalışan bir tedbir olduğunu hatırlatmaktadır.

 

 

 

Kıbrıs'ın İngiltere'ye İkramı

 

 

Muhterem okurlarımız yukarıda Sultan Hamid'in İngiltere Kraliçesi majesteleri MViktorya'ya sulh te mininde yardımları­nı temenni ettiğini bildirdiğinde biz, majestelerinin bu ricaya müşavir ve kabineyle temas edip, ingiltere'nin menfaati hak­kında şüphesiz bilgi almış olduğunu ve teşebbüsünü ondan sonra başlatmış olacağını ifade etmiştik. Tâbiiki Kıbrıs'ın gündeme gelen ikramı meselesi bizim o nazariyemizi doğru­lar mahiyette kabul edilirse hata edilmiş olmaz.

 

Mağlup olduğumuz ve binbir müşkülatla yapmaya muvaf­fak olduğumuz sulh sonunda karşımıza çıkmış bulunan tab­lonun fecaatine avrupa devletleri bile rıza göstermediler ve bu durumu sezen Abdülhamid han, bu hususda gayri mem­nun devletler ile gizli temaslara geçerek, Rusya ile yaptığı antlaşmayı yürürlüğe sokmamaya, en azından yavaş hareket etmeye koyuldu. Bu arada da süren savaş boyunca mağlup olmasınada mağlup olduk amma Moskof'uda, hayli mecal­siz, kıpırdayacak hâli kalma yacak kadar hırpalamıştık. Ant­laşma hükümlerinin uygulamadığımız maddeleri, için fiili sa­vaşa cesaret edecek durumda olmadığıda aşikârdı. Bizim bu tepeden bakışımıza İngiltere'nin yanımızda göründüğü intibaı Rusya'da bir frene sebeb olduğu gibi bizden de acaba İngilte­re ne gibi bir mükâfat alacak efkârı padişahı basmıştı. Çünkü ngıltere pek gelişmiş, denizaşırı müstemlekelerine bir de

 

Hindistan İmparatoriçesi titri Kraliçe Wiktorya'nın unvanları arasında yer almıştı. İşte bu milletin politikası Akdeniz'de bi­raz daha güçlü olarak bulunmasını temin edecek Kıbrıs Ada­sını tutmadığı orucun diş kirası olarak istediğinde, Rus mu­ahedesi esnasında yardımlarını gördüğü İngilizlerin bu talebi­ni Safvet Paşa İstanbul muahedesiyle şartlı ve geçici olarak İngiltere'ye bıraktığını belirten bir madde imzalamıştı. Karşılı­ğında alınan en büyük tâviz Berlin toplantısında Osmanlı ya­nında Ayastefanos'u asgariye indirme hususunda yanımızda olacakları vaadini almak olmuştu. Ayrıca; Ruslar doğuda topraklarımıza işgal hareketi teşebbüsünde bulunursa İngiliz­ler askeri yardımda bulunacakalarıni vaad ediyorlardı. Öztu-na Bey; Kıbrıs İngilizlerin idaresinde kaldıkça, İngilizlerin, ül­ke topraklarımıza tasallut edecek Rusya'ya karşı yardımcı olacakları maddesi yürürlükte olacak, Ruslar Kars, Ardahan ve Doğu Bayezid'i bize iade ederlerse, İngilterede Kıbrıs'ı bi­ze iade edecekti. Bu antlaşmanın tasdiki esnasında Koca Sultan Abdülhamid Hân elindeki kurşun kalemle, bir hamiş yazmış ve Kıbrıs için, hukuk-u zât-ı şahanemize aid olarak altmış yıllığına ingiltere Devletine kiraya verilmiştir demek suretiylede Kıbrıs işinde de, bir tutamak elde etmeye muvaf­fak olduğunu belirtmemiz icâb eder.

 

 

 

Berlin Konferansı

 

 

Biz ve Rusya'dan başka bu konferansa, İngiltere, Alman­ya, Fransa, Avusturya-Macaristan ve İtalya katılmıştı. Daha önce yapılmış avrupa antlaşmalarının üç tanesi ki, bunlar 1815'de Viyana, 1856 Paris ve 1871 Versay antlaşmaları-dırki bunlar cidden siyasi bakımdan büyük değişiklikler ya­şanmasına vesile olmuşlardır. Avrupanın,Osmanlı'ya en ya­kın bölgesi olan Balkanlar'daki yerlerde devlet-i âlî' yenin tederece tenzil eden Ayastefanos antlaşmasının hükümlerini ortadan kaldırması hasebiyle yukarıda saydığımız "him antlaşmalara dördüncü olarak katılması gereken bir tlasma çı karmıştır .Berlin Konferansı. Almanya'nın Berlin ehrindeki bu konferansın yıldızları, Alman başvekili Prens Bismark ve Abdülhamid Hân'ın İngilizleri, Ruslar üzerine havli kışkırtmayı başaran beyanları İngiliz murahhasını Rus­ları sindiren bir güç hâline getirmeye yetmişti. 1870'den son­ra Almanya, İngiltere'nin hemen ensesinde olan durumuyla cihanın 2.devleti hâline gelmişti. Bu muahedenin elle tutulur tarafı, Rusya karşısında menfaat karşılığı olsa da avrupa devletlerinin ileri gelenleri Osmanlıyı vikayeyi yâni korumayı bırakmamış olmasıydı.

 

Bu kadar Rus tahriki ve bu tahrike kapılış ve aksiyon so­nunda Osmanlının gölgesinden kurtulamayan prenslikler bir müddet daha hârici meselelerde zât-ı şahanenin idaresinde kalıyorlardı. Rusya bu antlaşma sonunda sanki savaşı kay-bedenmiş gibiydi ve şaşkındı. Sultan Hamid politikası Rus­ya'ya adetâ avuç yalatıyordu. Çar   2 .Aleksandr'sa büyük prestij kaybediyordu. 13/Haziran/1878'de başlayan oturum­lar 20 celse hâlinde cereyan etti 31 gün sürerek 13/Tem-muz/1878'de nihayet bulmuş idi. 64 maddeden oluşan bu antlaşmayı Osmanlı heye t-i murahhasası başda Hâriciye nâzın Aleksandr Karatodori Paşa, Müşir Mehmed Ali Paşa ve Sadullah Paşa takip ve Osrn.anlı adına imzaya yetkili olarak katılmışlardı. Ermenilerin çok olduğu bölgelerde ve Make­donya'da ıslahatlar yapılması maddesi pek önem arzediyor-du. Ruslara Ayastefanos antlaşması hasebiyle 245 milyon Osmanlı altunu harp tazminatı istenmesineki bu günkü para­mızla üçkatrilyon, 185 trilyon yapar ki bu meblağıda, Berlin °nferansı bir haylice indirmekte çok faydalı olmuştur. Berlin sulhuna göre Karadağ, Sırbistan ve Romanya devlet-i âliye'clen tefrik olunmuş yâni ayrılmıştı ve böylece elli yılda balkanlarda Yunan dâhil dört bağımsız devletin doğumu ger­çekleşmişti. Bunlar din olarak hristiyan ve mezhep olarak da ortodoks idiler

 

 

 

1293/1878 Harbi Kayıpları

 

 

Bizim Osmanlı târihine bakan ve bunun hakkında kanaat izhar eden zevatın mübalağalarla dolu zem etmelerinin,ya­nında yine mübalağadan fariğ olamayan medihçilerin tarzı, târih sevenler ve okurlarını haylice te'siri altına almaktadır. Bana kalırsa; bundan da bir rekabet doğuyor ve işin ortasını bulalım'ın düşüncesini takip edenler ortaya çıkıyor böyle-cede, nice meşkûk meseleler gün ışığına değilse fikri plânda yeni ve daha mutmain edici izaha kavuşabiliyor.

 

Bu minvalde 1293/1877 Osmanlı-Rus savaşı neticesi Ayastefanos Antlaşmasıyla bir statü kazanmış, bilahire Ber­lin konferansı bu statüyü değişik bir hâle ve bizim lehimize şevke yardımı herkesin kabul ettiği hâldir. Bu meyanda biz bu savaş sonucunda zayiatımızı T.Yılmaz Öztuna Beyefendi­nin; "Büyük Türkiye Târihi" adlı çalışmasının 7. Cildinin 167. sahifesinden yapacağımız alıntıyla sayfamızı tezyin edelim efendim. Bu çalışmanın ciddiyeti, belirttiği hususlar, mübala­ğacıların yolunu tıkamakta, müdellel yâni delilli tarihçilik an­layışının bir mahsûlü bulunduğundan rakamlar ve izahat gü­venilirdir.

 

".Sırbistan,Türkiye'ye vergi vermekten ve tâbi olmaktan kurtulmakla kalmıyor, Niş sancağımda alıyordu. Bu suretle Doğu Morava boylarına yerleşen Sırbistan bu çevredeki Türkler'inde Güneye doğru göçlerine sebeb oldu. Kara­dağ'da istiklâli tanındıktan başka bir kaç kaza terk edili­yordu. Karadağ, Bar (İtalyanca Antivari) iskelesini alarak,

 

nize Adriyatik'e çıkıyordu. Ancak Play nahiyesinde Müs-n Arnavutlar, silahla Karadağlıları kovdukları için mu-hedenin hükümlerine rağmen burası Türkiye'de kaldı. Kadaâ(kl bir Sırp Prensliği idi) toprak ve nüfusça bir mis I.İ büuüyor, 9500 kilometre kareye yaklaşıyordu. Romanya'ya aetince; Türkiye'den Dobruca sancağım alıyor, fakat Rus­ya'ya Türkiye'nin 1856 Paris muahedesiyle Rusya'dan geri aldığı Güney Moldavya'yı (Türkçe:Bucak) iade ediyordu. Bu bakımdan Berlin muahedesi, Romanya'da son derece kötü karşılanacak ve bu ülkede Rus düşmanlığının artmasına se­beb olacaktır. Latin aslından olan Romenler,savaşı kazanma­sı için, bütün güçleriyle Rusya'yı desteklemişler, Plevne, an­cak Romen kuvvetlen geldikten sonra düşürülebilmişti.

 

1878'de istiklâllerini kazanan Romanya 1881'de Sırbistan, 1882'de Karadağ ise ancak 1913'de prenslikten krallık dere­cesine yükselmişlerdir Bu suretle târihde ilk defa olarak tam bağımsız bir Romen devleti kurulmuş oluyordu. Ayastefanos muahedesi, Bosna-Hersek'i Türkiye'ye bırakıyordu. Berlin muahedesi ise, bu ülkeyi Avusturya-Macaristan'ın idaresine veriyordu, ülke gene hukuken, Türkiye imparatorluğunun bir parçasını teşkil ediyor, fakat Avusturya-Macaristan tara­fından yönetiliyordu. Vilâyetin Türk Valisini Avusturyalı'lar yıllarca yerinde bırakmaya mecbur oldular. Zira müslüman Boşnaklar kadar Ortodoks Sırplarda, yıllarca Avusturya'ya karşı silahla karşı koydular. ^Sırplar, Sırbistan'a katılmak, Boşnaklar Türk idaresinde kalmak istiyorlardı. Karadağ ile Sırbistan'ın arasına giren Yenipazar Sancağı üzerinde de Aüusturya-Macaristan'a bazı haklar tanıyordu.

 

Bosna-Hersek'in Avusturya idaresine verilmesi, Rusya'nın zlkanlardaki Panslavist siyasetinin iflasını gösteriyordu.

 

Cermenlik, Balkanlarda da Slavlığa büyük darbe indirmiş uyordu. Bu târihden sonra Avusturya-Rusya münasebetleri birinci cihan harbine kadar düzelmedi. (1 .Cihan savaşında düzelme olmadığı gibi, 19'17'ye kadar da rakip cephelerde karşılıklı sauaştılar m. h)

 

Tuna ile Balkan dağlan arasında -Romanya'ya bırakılan Dobruca dışında- merkezi Sofya olmak üzere bir Ortodoks Slav Prensliği, Bulgaristan devletçiği kuruluyordu. İç işlerin­de bağımsız (muhtar) olan bu prenslik, Türkiye'ye tâbi ola­cak ve vergi verecekti Balkan dağlarının güneyinde ise, Do­ğu Rumeli eyâleti teşekkül ediyordu. Merkezi Filibe olan bu eyâlettede Bulgarlara geniş haklar tanınıyordu. Türkiye, Sof­ya'da bir yüksek komiser, Filibe de ise, Babıâli'nin hristiyan devlet adamları arasından seçtiği bir vali İle temsil ediliyor­du. Bu suretle 1909'da tam bağımsızlık alacak Bulgaristan kuruluyordu. Doğu Rumelinin sınırlan bu günkü Bulgaris­tan'ın güney sınırlarından dardı. Mestanlı, Kırcaali bütün Bulgar Makedonyası, henüz doğrudan doğruya Türk ida-resindeydi. Karadeniz kıyılarında da bu vilâyetin sınırlan, Burgaz'ın az güneyinden başlıyordu.

 

Varna, Bulgaristan'ın ve Burgaz ise Doğu Rumeli vilâyeti­nin limanları oluyordu. Bulgar-Sırp sınırı, bu günküne naza­ran Bulgarların biraz lehineydi.

 

Bu balkan devletçikleri arasında dengeyi sağlayabilmek için, Yunanistan'ada Teselya sancağı bırakılıyordu, 2.Abdül-hamid, bu maddeyi de tatbik etmemek için elinden geleni yapmış, fakat bir kaçyıl sonra Tesalya'yı Yunanistan'a bıra-kıya mecbur olmuştur

 

Kuzeydoğu Anadolu'da Kars, Artvin ve Ardahan Sancak­ları ve bu sırada Batum Kazası Rusya' ya veriliyordu. Ayas-tefanosun Rusya'ya verdiği Doğubayezid (Bu günkü Ağrı ili) Türkiye'de katıyordu. Bu suretle bu günkü vilâyetlerimiz­den Kars ile Artvin, Rusya'ya bırakılıyordu. Ruslar, Batum'u etneyecek asker bulunduramayacak serbest liman yapacakalardı.kac şaşkın ve gafil devlet adamının Karadağ'a bir kaza

 

kmamk İçin göze aldıkları savaşın sonunda yapılan bu "lük Türk yağmasından tabiatıyla Fransa'nında nasibini

 

alması lâzımdı O da, Tunus'a göz dikmişti, üç yıl sonra bu Türk vilâyetini işgal eden Fransa,bu işgalin ortamını, Berlin konferansının kulisinde sağlamıştı. (Sayın Öztuna İran'ın bu madan yararlandığını yazmayı zuhulen geçmiş olmalı, biz de bunu hatırlatmış olalım.m.h)

 

Türkiye'nin kayıpları, bu kayıplar doğrudan doğruya ve­ya dolaysıyla olsun, şu şekilde özetlenebilir: devlet doğru­dan doğruya idaresinde bulunan Niş Sancağını Sırbistan Vv, Teselya Sancağını Yunanistan'a, bir kaç kazayı Karadağ'a Kars, Artvin ve Ardahan sancaklarını Rusya'ya, Dobruca sancağını Romanya'ya bırakıyor bu suretle birkaç kaza ile birlikte 6 sancak, imparatorluktan ayrılıyordu. -Kendisine tâ­bi olan Romanya, Sırbistan, Karadağ Prensliklerinin impara­torluktan ayrılmasına razı oluyordu. Bunların arasında Tu-nus prensliğini de saymak mümkündür. Bu arada Roman­ya, Güney Moldavya'yı Rusya'ya bırakıyordu- Türkiye, çok imtiyazlı bir Bulgaristan prensliği ile az İmtiyazlı bir Doğu Rumeli vilâyetinin kurulmasına rıza gösterdiği gibi, Bosna-Hersek vilâyeti (eyâlet,umumî valilik) ile kısmen Yenipazar sancağının idaresini Avusturya-Macaristan'a Kıbrıs sancağı­nın idaresini Avusturya-Macaristan'a, Kıbrıs sancağının ida­resini de ingiltere'ye bırakıyordu. Yağmadan İran bile nasibi­ni alıyor, bu devlete de o zamandan beri İran'da kalan Kolur kazâsı veriliyordu

 

Osmanlı devletinin hukuken birer parçası olmakta devam eden Bulgaristan, Doğu Rumeli, Bosna-Hersek,  Yenipazar, daha sonra, fakat 93 harbinin bir neticesi olarak

 

kaybedilen Tunus hariç tutulursa, Türkiye'nin kesin şekilde kaybettiği ülkeleri, şu şekilde rakamların belâgati içinde ifa­de etmek mümkündür.

 

Romanya prensliği (Dobruca sancağı ile) 135.156 km.ka­re, 5.300.000 nüfus (bu nüfus 1875/1878 yıllarındaki duru­mu göstermektedir, şimdi aynı topraklarda 16 milyondan fazla insan yaşıyor)

 

Sırbistan Prensliği (Niş sancağı ile): 45.427km.kare, 1.564.000 nüfus (şimdiki nüfus 6 milyondan fazla)

 

Karadağ Prensliği(yeni aldığı kazalarla): 9.427km.ka­re, 180.000 nüfus(bu gün 400.000 kadar)

 

Teselya:13.488km.kare,340.000 nüfus(bugün 800.000'den fazla)

 

Rusya'ya Güney Moldavya (Bucak):33.800km.kare, 800.000 nüfus (bu gün 3 milyondan fazla)

 

Avrupadaki kesin kayıpların toplamı: 237.298km.kare. 8.184.000 nüfus, (bu gün 26.5 milyon kadar). Buna Asya'da kaybedilen bu günkü Kars ve Artvin vilâyetlerini eklemek icâb eder. Eğer Bosna-Hersek, Bulgaristan, Tunus, Kıbrıs gibi dolayısıyla imparatorluğun doğrudan doğruya ida resinden çıkan yedende katarsak, bütün bu topraklarda bugün yaşa­yan nüfusun ,bugünkü Türkiye'nin nüfusunu çok aştığı, 48 milyona yaklaştığı görülür. İşte Midhat, Mahmud Celâleddİn, Redif İbrahim Edhem Paşalar gibi târihi büyüklükte gafille­rin, kazanacakları zannıyla, imparatorluğu ortasına attıkları meşhur 93 harbinin neticesi, rakamların belâgati ile budur. Eğer 2.Abdülhamid'in şahsî diplomasisi olmasaydı, bu ka­yıplar çok daha büyüyecek ve Ayastefanos şartlan aynen uygulanacaktı." Diyen değerli tarihçinin bu kesin ve nüfus ile metrekare olarak tesbitierinin yekününüde biz toplayarak kaydedelim. Toprak kaybımız; 237.298 kmkareyi bulmuş, nüfus ise 8.164.184 kişi ile tesbit edilmiştir.

 

 

 

Küçük Mehmed Saıd Paşa

 

 

Her ne kadar Halil Rıfat Paşanın hastalığı döneminde Kadı Abdurrahman Paşa aynı zamanda kabinede adliye nâzın ola-ak yer aldığından, sadaretede vekâleten bakıyordu. 2. Ab-dülhamid (1897 harbinin sonunda vermiş olduğu kaydı ha-vat şartıyla sadrazamım olarak kalacaksınız sözünde ısrarla durmaktaydı. Halil Rıfat Paşa; padişahı verdiği sözün ağırlı­ğından kurtarmak niyyetiyle bir kaç defa is'tifasını gönder-mişsede Abdülhamid hân nazik bir lisanla ret etmiştir. Bu zâ­tın vefatından sonra sadrıazamlığa vekâlet etmekte bulunan Kadı Abdurrahman Paşanın sadareti beklenmekteydi. Nite­kim Padişah kendisine sadarete asaleten tâyini hususunda bilgi gönderdiysede, Kadı Abdurrahman Paşa, vekâleti esna­sında yaşamış olduğu hâlin kendisine ilka ettiği bazı hususlar içinde kalmış olabileceğinden vede büyük bir hukukçu oldu­ğundan olacakki, bazı şartlar ileri sürerek kabul edebileceği­ni, aksi takdirde görevi alamayacağını belirten bir cevap gönderdi.

 

Padişah gelen cevâbı biraz mütalaa etmek üzere tetkikine aldığı esnada da, kurenadan birisini, Küçük Mehmed Said Paşaya, sadarete tayine davet hususunda saraya davet et­mek üzere gönderdi. Arada da Kadı Abdurrahman Paşaya yolladığı bir hatta sadaret teklifini yineledi. Kadı Paşa bu tek­lifi de değerlendirmeye almakla vakit kaybederken, Küçük Said Paşa Saray-ı hümayuna gelmiş, teklifi kabul eylemişti 29/recep/1319- 09/kasım/1901 tarihi Said Paşanın 20. asrın •kinci sadrazamlığına geliş tarihi olmuş, kendisinin ise beşin­ci sadaretinin başlamasına yol açmıştı.

 

^"han devleti unvanı Avrupa siyasi mahfillerinde hasta arn olarak tanınmış olsada bütün yollar Romaya çıkar darbi meseli gibi bütün siyasi hesaplarda Osmanlı devleti şöyle veya böyle kaale alınıyor, dirayetli padişah 2. Abdülhamid hân Bosfor'daki yâni Boğazdaki adam diye anılmakta, yapa­cağı siyasi ve ticari manevraları, batı dünyasının kralların­dan, hariciyecilerinden, Etual meydanındaki politikacıyı me­raktan çıldırtıyordu. Beşinci defa getiriîdiği sadarette 2. Ab-düihamid'in tecrübeli kafadan olmuştu Küçük Mehmed Said Paşa.

 

Biz şimdi bu zâtın biyografisini sayfamıza alarak okurları­mıza ve gelecek nesillere tanıtmayı amaçlıyoruz: Mehmed Said Paşa 1256/1840 yılında Erzurum'da dünya'ya geldi. Bu geliş, ikiz bir doğumdu. Takdir-i İlâhi Said adı verilenin yaşa­ması, Reşid adı verilenin ise küçük yaşda vefatı şeklinde te­celli etmiş. Said Paşanın pederleri olan zât iran nezdinde Maslahatgüzarımız olan, Ankara'nın Sebâzade adıyla maruf ailesindendi. Bu aile umumiyyetle ulema yetitirmekle nâm yapan bir sülâle olarak bilinmektedir. İşte Said Paşanın ba­bası Sebâzade Ali Namık Efendi İran'da üstlendiği vazifeyi muvaffakîyyetle tamamlamış, İstanbul'a gelmiş olduğu sıra­da emr-i Hakk' vâki olmuştur. Târih o sırada 1270/1855 yılı­nı göstermektedir. Aile bu vaziyet karşısında geçimini te'minde Mehmed Said'in eline bakar duruma düşmüşdü. Onaltı yaşındaki bu durumunu Mehmed Said Paşa şu sözler­le anlatıyor: ". .Pederim Ali Namık Efendinin irtihaii üzerine Erzurum'da kalabalık bir ailenin iaşesi üzerime terettüb etti­ğinden Erzurum tahrirat kalemine memur olarak girdim.

 

Demek ki Said Paşa'nın hizmet-i devlete girişi 1855 senesidir. Böylece hayatının sonuna kadar hizmette kaldığını göz önüne alırsak ki bu 1914 yılına kadar gelir ki, ellidokuz yıl gibi uzun bir dönemi teşkil eder. Said Efendi; ilk tahsilini Er­zurum'da bulunan İbrahim Paşa Medresesinde yapar.  İstanbula eldiğinde Ayasofya Camiinde tahsile devam eder. Bu da da Fransızca öğrenmeye çalışmaya bakmaktadır. Ek I  rakda; Târih, Coğrafya ve Fransız hukuk ve ekonomisi araştığı alanlardır. Konuşmalarını yazıya dökmek gibi bir metod geliştirmiş, böylecede hem hitabetde hem de kalem­de terakki etme yolunu yakalamıştır. İbnü'l Emin Mahmud Kemâl İnal merhum, Ahmed Tevfik (Okday) Paşa'dan bizzat dinle- diği, Mehmed Said Paşa'nın Ayasofya Camii dersane sinde başından geçen bir olayı şöyle naklediyor: "Said Paşa önceleri hırka ve entari olduğu halde Ayasofya Camiine ders dinlemeye gidermiş. Bir gün Fransızcaya çalıştığı kitabını da uanına almış. Ders esnasında koynun-da duran fransızca ki­tap kaymış ve ortaya saçılmış. Küçük Said'in arkadaşı, kita­ba şöyle bir bakmış ue fransızca olduğunu görmüş ve Saui e aman sakla, eğer bir görürlerse, seni camiin ortasında yum­ruklayarak helak ederler demiş. Said, korkudan kitabı koy­nuna soktuğu gibi firar etmiş. " Babasının vefatından sonra Erzurum tahrirat kaleminde çalışırken, muvazzaf olarak, Anadolu harp ordusunun yazı işleri kaleminde de çalışmaya başlamış. 1283/ 1866 da 7500 krş. maaşla Selanik Mektup­çuluğuna tâyin olunmuş. Said Efendi ancak bu göreve git­memiş. İstifa etme yolunu seçmiş. Mehmed Es'ad Safvet Pa­şa Maarif Nazırlığına tâyin olunduğunda, Said Efendi; üçbin kuruş maaşla Matba-İ Âmire Müdürü olmuştur. Akabinde maaşı beşbin kuruşa yükseltilmiş mevcud görevine zamime-ten Takvim-i Vekayi'i (bu günkü resmî gazete) müdürlüğüne yükseltilmiştir. Bir arada, 7. Daire denilen Adalar Belediye başkanlığı görevinide uhdesinde bulundurarak Dr. Büyük Mehmed Fuad Paşanın ilk sadareti esnasında bu hizmeti gö­rülmüştür. '

 

 

 

Bir İhtilafın Neşeti!

 

 

Tanzimat Meclisi Reisi Yusuf Kâmil Paşa bir gün Mehmed Said efendiyi yanına çağırtır. Paşanın yanında Mahmud Celâ-leddin Bey'de bulunmaktadır. Yusuf Kâmil Paşa; bize iki mü­ellif lâzım oldu. Müellif-i evvel Mahmud Bey, müellif-i sânî'de sensin. Der. Vilâyetler yasasını yazınız diye sözleri ne devam eder. Bu sırada Mahmud Bey; müsaade buyurunuz kulunuz yazarım. Dedi. Bunun üzerine Kâmil Paşa: "Said Bey müellif-i sânî'dir" cevabını vermesine rağmen Mahmud Bey ısrar edince, Said Bey: "Beyefendi kulunuz, yazsın" dedim, diyor. Bunun üzerine Yusuf Kâmil Paşa, yüzüme mâna dolu bir ta­vırla baktı. Adetâ; bu bakışta o yazabilir mi? Sorusu görülü­yordu. Said Bey: Nizâmnâmeyi yazdım ve Yusuf Kâmil Pa-şa'ya takdim. Tetkik etti. Mahmud Bey'le beni Sadrıazam ÂH Paşa'ya gönderdi. Gitdik verdik. Bir kaç gün nezdinde kaldı. İki noktası tashih olunmuş, bir madde de kendi Ieri ilâve et­mişti. Bana 4. rütbeden Mecid-i Nişanı verdi. Mahmud Bey; o vakitden beri bana husumet ve rekabet gösterirdi. Demek­te Mehmed Said Paşa. Hemen biz buraya sıkıştıralım ki, "Son Sadrıazamlar" adlı önemli bir eser yazmış olan M. Zeki Pakalin, İbnül Emin Bey'in yukarıdaki hadisede Mahmud Ce-laleddin Bey'i (daha sonra paşa) küçümseme niyeti yoksa hatıra, hafızasında yanlış kalmış demektir. Said Bey'in o tâ-rihde Mahmud Bey'e bir fâikiyeti olamayacağı gibi Yusuf Kâ­mil Paşanın Mahmud Celâleddin Bey'e böyle bir davranış göstermeyeceğini beyan ediyor. Okurlarımız bu bahse bir mim koyarlarsa çalışmamızın ileri safhalarında Pakalın'ın iti­razını destekleyecek anekdotlara rastlayacaklardır.

 

1291/1874 tarihinde Ticaret ve Nâfia nazırlığının mektup­çuluğuna getirilen Mehmed Said Bey, çok geçmeden onbin maaşla sadaret mektubçuluğuna ülâ- evveli rütbesiyle "vin oldu. Bu inha Hüseyin Avni Paşa sadaretinde gerçek-mistir. Devrin gazetelerinden bazıları bu tâyini ümidlerie karşılamış, Bordiyano'nun sahibi olduğu gazete ise, selef Zihni Efendi'nin gidişine esef etmektedir. Mahmud Nedim Paşa; makam-ı sadarete geldiğindeki bu görev aynı zaman­da şimdiki içişleri bakanlığını yerine getiren vazife olduğun­dan M. Nedim Paşa; Dahiliye nazırlıklarında bulunmuş Sağır Memduh Paşayı, bahse konu tecrübesi münasebetiyle tercih etmiş, Said Efendiyi Maarif Nazırlığı mektupçuluğuna gön­dermeyi arzu etmiş ve tâyinler böyle gerçekleşmiştir. Fakat bu durumu kabullenmeyen Mehmed Said Bey, derhal Maarif Nâzın Ahmed Cevded Paşaya istifasını takdim etmiştir.

 

Bundan sonra olaylar hızla hızla gelişir. Abdülaziz Hân'ın hal ve şehid olmasından sonra taht-ı Osmaniye'ye 5. Murad geçmişsede, geçirdiği rahatsızlık doksan gün sonra onun da hâili meselesi ortaya çıkmış ve Veliahd- Şehzade 2. Abdül-hamid hân Osmanlı tahtına oturmuştur. Mehmed Said Bey'in istikbali bu taht'a çıkışta öyle önemli bir kavşağa varmıştır ki, buna işaret etmemiz gerekmektedir.

 

Sultan 2. Abdülhamid'in başkâtibliğinden irtika ederek yâ­ni yükselmeye başlayarak makam-ı sadarete dokuz defa gelmiş bulunan, Şapur Çelebi lakabh Küçük Mehmed Said Paşa'nın talihi bahse konu halife döneminde parlamaya baş­lamıştı. Taht sahibinin değişmesiyle tabiiki bir takım mevkii ve mansıplarda tebeddül vücuda gelirken, saray' in kadrosu-da bundan nasibini almaktaydı. Nitekim; 1 l/şaban/1293-ı/eylü!/1876'da sa-rayın başkitabetine 30 bin kuruş maaşla Mehmed Said Paşa tâyin olundu. İki sonra da bâlâ rütbesine zamımeten 1. mecidî ve 2. Osmanî nişanlarıyla.taltif edildiği­ni görüyoruz.

 

Mahmud Ceİâleddin Paşa; mabeyn müşiri olmuştur. (Bu Mahmud Ceİâleddin Paşa, Prens adıyla olarak anılan ve as­lında Osmanlı'da olmayan bir unvan olan prens yerine Sul-tanzâde denmesi doğru sayılacak Sultanzâde Sabahaddin Bey'in babası olandır. Yoksa Mirat-ı Hakikat adlı değerli ese­rin sahibi ve çeşitli nazırlıklarda bulunmuş olan eski sadrı-azamlardan Çorlu'lu Ali Paşa ahfadından olanla bir alakası yoktur. M. H) Mabeyn ferikliğine bahriye mirlivalarından Said Paşa getirilmiştir. Bu görev askeri bir görev olup, amiral Said Paşa, Mabeyn müşiri Mahmud Ceİâleddin Paşa'nın'eniştesi idi.

 

 

 

Padişahın Mehmed Said Paşa'yı Tanıması

 

 

Bu vak'ayı 2. Abdülhamid Hân'ın uzun zaman başkâtipli­ğini yapan Tahsin Paşa'nın hatıratından takip edelim: "Padi­şah, ilk başkâtibi olan Said Paşa'y1 da önce Cemile Sultan'ın sarayında pek sık rastladığından tanıma imkânı bulmuştur. Halbuki padişaha başkâtip olarak Mithad Paşa ve arkadaşları Sadullah Paşa'yı hazırlamışlardı. Ancak padişahın hazırlana-nanı değil Damad Mahmud Ceİâleddin Paşa'nın tanıştırmış olduğu Said Efendiyi tercih etmişti.

 

Günümüzde İstanbul'da yolcu taşıyan şehir hatları vapur­ları arasında ismi Hüseyin Hâki olan bir vapur vardır. Bu isim umuyorum ki 1870'li yıllarda Şirket-i Hayriye meclis-i idare­si reislerinden olan Hüseyin Hâki Efendi'yi yâd etmek için verilmiş olabilir. Tabii ki böyle kadir bilen müessese ve idare­cilerini takdir vazifemizdir. Şimdi bu izahdan sonra, yazımız ile alakalı bahse aid bölüme avdet edelim.

 

Efendim; Said Efendi ticaret nazırlığı mektupçuluğunda bulunduğu zaman Nazır Suphi Paşa'nın başkanlığında toplanan şirket-i hayriye hissedarları toplantısında, yukarıda bahsi qeçen Hüseyin Hâki Efendi'nin bazı hissedarları kömür işin­den dolayı meydana gelen münakaşalar,müzakere niamını bir hayli ihlâl etmiş olmasına rağmen, mektupçu Said bey'in üç saat süren müzakereleri hâvi tanzim ettiği mazbataya her­kesin görüş ve rey'ini ayrı ayrı yazabilmiş olması hazır bulu­nanları hay ete düşürmüştü. Bahse konu meclis de hissedar sıfatıyla hazır bulunan Damad Mahmud Celâieddin Paşa, 2. Abdülhamid hân'a, taht'a geçmesine yakın günlerde bunları anlatmıştı. Taht işi gerçekleştiğinde M. Ceİâleddin Paşa, Said Bey'i hatırladı ve padişaha da hatırlattı. Padişah anlatılanlar1. derhatır edince Said Efendiyi kendisine başkâtip olarak tâvin eyledi. Bizim kaynaklarımızdan olan ve mevcudu hayI: za­mandır bulunamayan Mehmed Zeki Pakalın'ın "Son Sadn-azamlar" adlı nefis eserinde Küçük Mehmed Said Paşa'ya tam 890 sahife ayırmıştır. İbnül Emin Mahmud Kemal İnal beyefendi merhumda bir hayli kalem oynatmış. Bunlar ve benzeri eserler mütalaa olunarak müthiş bir hacim İle karşı­laşıyoruz Takdir edersiniz ki bol kaynaklardan süzme yap­mak çeşitli vecihleri ortaya çıkarmak dikkat gereken bir ça­lışmaya bağlıdır.

 

Bu bakımdan Abdülhamid- i Sâni döneminin cidden çok mühim rüknü olan Said Paşa'nın biyografisini diğer iki nu­maralara nazaran daha geniş olması, şahsiyetin hadiselere adetâ beşiklik, önderlik vqya muhalefet etme gibi hususlarla birlikte, nefsini Osmanlı devletine teslim etmiş kimselerin bağlılığını göstermeyi ihmal etmediklerini guruba dahil ol­masından kaynaklanmaktadır. Bizim; Said Paşa'nın mabeyn başkitabettne getirilmesindeki esrarı inceleyip sık dokuma yoluna gidişimizin sebebini, 2. Abdülhamid'in etrafını sar­mak isteyen kadrolara teşhis koyabilme içindir. Nitekim bi­zim anlayabildiğimiz kadarıyla Küçük Mehmed Said Paşa; hiç kimsenin adamı olmayıp kendi kandilini yakmaya, üstü­ne düşen vazifeyi hakkıyla yapmaya düşkün bir devlet ada­mı, herkesle iyi geçinmeyi prensip edinmiş bir insan olarak yorumlayabiliriz!

 

İbnül Emin Bey merhumun; Said Paşa'yı kastederek, "Kendinden işitildiğine göre" kaydıyla şu yazısını özetleye­lim: "Çemberlitaş'da Matbai Osmaniye'nin yanındaki merdi­venli evde kaim validesiyle birlikte ikamet ettikleri esnada bir gece küçük kardeşi Ferid Bey, biraz sarhoş olarak gelir ve orada kalacağı anlaşılır! Kaimvâlide hanım savulması için ısrar ve şiddet gösterir. Halbuki; Ferid Bey'in evi deniz aşırı olduğundan gece yarısı gidemeyeceği söylenirsede, kaimva-lideyi ikna mümkün olmaz. Sonunda Said bey'in kardeşi Fe­rid Bey, aşağı kata indirilip aşçının ve uşakların odasında ya­tırılır. Damad bey yâni Said Paşa bu hâl ve işittiği sözlerden son derece müteessir olduğundan sabaha kadar ağlar. Gözü­ne uyku girmez!"

 

Sabaha karşı; gecenin karanlığı devam ederken, evin ka­pısı çalınır. Kapıyı açan uşağa gelen iki adam: "Said Bey'in evi burasımıdir? Kendisini göreceğiz!" derler, uşak durumu haber verince evin bey'i ürker, görünmemek isterse de, kapı­dakiler ısrar ettiklerinden yanlarına gitmeye mecbur olur. Adamlar: "Sizi Saray'dan istiyorlar! Götürmeye geldik dedi­ğinde ürkme korkuya dönüşür. Hızla giyinip gelen adamlarla birlikte, getirilen arabaya binerler ve saraya varırlar. O gün tahta çıkması kararlaştırılan Sultan 2. Abdülhamid'in huzu­runa götürürken padişah başkitabete tâyin ettiğini söyler. Birlikte Topkapı Sarayına giderler ve tahta çıkma merasimi yerine getirilir. "

 

Said Paşa'nın başkâtipliğe geçirilmesinde bir hayli rivayet­ler bulunrnaktaysada,en doğru olanı M. Celâleddin Paşa'nın şirketi hayriye hikâyesini padişaha nakletmiş olması ve Sul­tan Hamid'in insanları verimli olarak kullanmasının bir ifade­si olan Said Paşa'nın başkâtipliğe tâyini olayıdır. Mehmed Said Paşa; başkâtipliğe getirildikten sonra devlet adamlarının müşterek kanaatleri, Said Bey bu görevinde padişah'a babı-âliyi kendine bağlama hususunda son derece yardımcı ol­muş, neticesinde devlet İdaresi babıâli memurlarının elinden, padişahın mutlak yönetimine geçmiştir. 3 Zilkade/1294-1 O/kasım /I 877'de Said Bey'e başkatiplik vazifesine zami-meten Hazine i Hassa nezareti de tevcih buyruldu. Esvat-ı Sudur adlı eserin yazarı, dahiliye eski nazırlarından Sağır Memduh Paşa 71. sh. de Said Bey için 2. meşrutiyetin ilâ­nından sonra şunları yazıyor: "Başkitabetde, mizâc-ı şahane­ye göre hizmeti ve hususat-i mühimmenin ta'dil ve tesviye-since meziyyeti ve bütün icraatı babıâliden Saray'a çekmeğe masru mahareti, fart-ı fetanetine delil addedilmesiyle yüksek mertebelere is'ada (çıkmaya) mukaddime olmak üzere uh­desine hazine-i hassa-i şahane nezareti tevcih buyruldu.

 

Memduh Paşa; Said Paşa ile olan aralarındaki burudet ve münaferattan dolayı bahse konu Esvat-ı Sudûr'dan yaptığı iğnelemeleri, yukarıdaki satırları dikkatle okursak fark ede­riz! Hâttâ Memduh Paşa'nın, Said Paşa'yı iğnelemek uğruna 2. Abdülhamid hân'ı da çıkarılan mânaya bakarsak ateş hat­tına almış oluyor! 7/muharrem/1295-12/ocak/1878'de 40 bin kuruş maaşla dahiliye rtâzırlığma tâyin edilen Said Paşa, Hamdi Paşa'nın kabinesinde yer almıştı. Bu tâyini yorumla­yan İbnül Emin Mahmud Kemal İnal Bey şunları kaydediyor: "Harndi Paşa'nın kabine teşkil olunurken Said Paşa'yı da hili-ye nezaretine tâyin ettirmekten maksadının, padişahdan uzaklaştırmak olduğunu bazı kimselere söylemişti." Demek­te.

 

Mirat-ı Hakikat yazan Çorluluzâde Mahmud Celâleddin Pa­şa diyor ki; Ahmed Hamdi Paşanın kabinesine dahiliye nâzın olarak aldığı Küçük Said Paşa'nın işleminde yatan esas Said Paşa'yi Saray'dan uzaklaştırmak niyetine müteaalik olduğu, bazı kimselere Hamdi Paşa tarafından söylendiği pek yaygın rivayettendir. Bir kısım devlet adamlarının görüşüne göre Sa­id Paşa Babıâlîyi Saray'a taşıyan devletin tamamen sa-ray'dan İdare edildiğinin baş mekanizması idi. Vükelâ heye­tinden olması tabiatıyla, baş kitabetten ayrılmasını intaç ede­cekti.

 

Hakikaten A. Hamdi Paşa kabinesinde dahiliye nazırlığını uhdesine alan Mehmed Said Paşa, 11/ ocak/1878'de işbaşı yapan hükümetde 24 gün sonra A. Hamdi Paşa'nın kabinesi­nin son bulmasıyla infisal ettiler. Bu kabinenin ömrü 4/şu-bat/1878'de bitmiş oldu. Yeni kabinenin Ahmed Vefik Pa-şa'ya teklif olunduğu görüldü. Ancak Paşa bir takım talepler sıraladı. İlki sadrıazamlık değil başvekil ün vanıyla kabine kurmak olduğu gibi, vekillerinde me'suliyetinin ihdası gibi yi­ne Mahmud Celâleddin Paşa'nın Tophane Müşirliğinden, Said Paşa'ninda dahiliye nazırlığından alınmasını, çünkü bu neza-retide uhdesine alacağını bildirdiği şartlarda bunlar. Bu talep­leri kabul eden 2. Abdülhamid han; 2 ay, 9 gün sürecek Ah-med Vefik Paşa hükümetini 4/şubat/1878'den geçerli oimak üzere tasdik eyledi.

 

Dahiliye nezaretinden adeta atılmasını sağlayan Ahmed Vefik Paşa'ya nefsince haklı olarak kırıldı. Bu yüzden de Ah­med Vefik Paşa aleyhinde olanlar ile aynı mesleği seçmiştir. Çerkeş Deli Nusret Paşa, padişahın başdoktoru Mavroyani efendilerin padişah nezdinde başvekil hakkındaki atıp tutma­lara iltihak etdi. Bunların padişah üzerinde değişiklik yaptığı düşünülebilir. Bu arada saray'a gelen bir jurnalde başvekil'in bineyi teşkil eden vükela ile fikir birliği yaptığı, hâi edilmesi sağlayacaklar mealindeki jurnal, Ahmed Vefik Paşa'nın azlini temine kâfi geldi. Ahmed Vefik Paşa bir hayli düşman kazanmıştı. Bu sıralarda Said Paşa'ya Ankara Valiliğine tâyin emri geldi. 25 bin krş. aylıkla 5/cemaziyelahir/1295-7/hazi-ran/1878 tarihli tâyindi. 18/nisan/1878'den itibaren sadaret Mehmed Sadık Paşa'ya tevcih olundu. Fakat 1 ay,  10 gün sonra onun da infisalini görüyoruz, istanbul'da sadaretler kı­sa sürede el değiştirmede, Said Paşa ise; Ankara Valiliği va­zifelerinden, hem şartlarını ileri sürerek rahat sızlandığını ye­rinin değiştirilmesini isteyen feryadnâmeler yazıp durmakta­dır. Mehmed Sadık Paşa' dan sonra Mehmed Esat Savfet Pa­şa, Tunuslu Hayreddin Paşa, ondan da Ahmed Arifi Paşa'ya tevcih olunan makam-ı sadaret,  18/ekim/1879'da Ankara Valiliğinden, hazine-i hassa nazırlığına, Tunuslu Hayreddin Paşa kabinesinde Adliye nazırlığı görevlerinden sonra, Küçük Mehmed Said Paşa'ya tevcih olunur ki bu sadaret bahse ko­nu zâtın ilk sadareti olur. 7 ay, 27 gün süren bu sadaret 9/haziran/ 1880'de nihayet bulur.

 

 

 

Hatt-I Hümayun

 

 

Vezirim Said Paşa: Arifi Paşa'nın bu kerre başvekâletten infisali lüzumuna binaen memuriyet-i mezküre uhdenize tev­cih kılınmış, dahiliye nezareti sadr-ı esbak Mahmud Nedim Paşa' ya ve bilcümle dâirelerin teftişi ahvaliyle tahkikat-ı ha-sile ve tedabir-İ ıslahiyyeyi doğrudan doğruya ve bizzat hu­zurumuza arz etmek üzere devair müfettişliği namıyla teşkili nezdimiz de tensib olunan memuriyet-i mühimrne Safvet Pa-Şaya ve Şura-yı Devlet riyaseti Arifi Paşa' ya ve hariciye ne­zareti Sava Paşa'ya ve evkaf nezareti Suphi Paşaya ve Mâli­ye nezareti İbra him Edip Efendiye ihale olunmuştur.

 

Nuh'be-i efkârım devletimizin husul-i saadet ve selamet ve İtilayı kudreti kaziyyesi olduğundan tevhikat-ı ilâhiyyeye isti­naden cümle heyet-i vükelamız tarafından bu yolda sarfı me­sai ve gayret olunması matlubumuzdur. Cenab-ı Hakk maz-han tevfik buyursun.

 

3/zilkade/1296 -20/ekim/1880

 

Bu iradei seniyye ile başlayan Küçük Mehmed Said Paşa­nın sadaret maratonu tam dokuz defa zirve ye çıkış dolaysıy-la da dokuz defade zirveden iniş dönemine başlangıç olmuş­tur.      İlk sadaretinden azline sebeb olan husus, Abdülhamid hân'ın talimatıyla eski sadrıazamlardan Mehmed Esad Safvet Paşa'nın Avrupa siyasası ile alakalı hazırlamış olduğu rapor­ların bir heyetçe gözden geçirilmesi hususunda sadrıazam Said Paşa riyasetinde bu çalışma yapılırken saraya gelen bir jurnalde heyetin istenen çalışma yerine 2. Abdülhamid'i nasıl tahtdan indiririzi konuştuklarını bildirdiği görülür. Padişah; kurenasından Ragıb Bey'i gönderip Said Paşadan mührü is­tetir. Bu rivayetle; Said Paşa'nın saraya davet edilip, bir mik­tar azarlandıktan sonra mührün İstendiğidir. Görülüyor ki aslı faslı olmayan ihbarat dahi bir hükümetin düşmesine sadrı-azamın azarlanıp, vazifeden azline sebeb olabiliyor, hemde askı ya alınmış bir meşrutiyet döneminde, şimdi devr-i de­mokraside nice skandallar bir numaralarında fütursuzca dev-letlûluklanna engel olmuyor. Said Paşa'dan boşalan makam-ı sadaret Cevânizâde Meh-med Kadri Paşa'ya veriliyor. Clç ay, üç gün sonra Kadri Paşa 12/eylül/1880'de infisal ediyor. Said Paşa yine sadrıazam yapılıyor ve bu seferki çalışma sü­resi 2/mayıs/1882'de sona erdiğinde karşımıza bir sene, ye­di ay, 20 günlük hizmet arzetmiş olması önümüze çıkıyor. Böylece sadaretin yeni sahibi olarak Germiyanoğlu Kadı Ab-durrahman Nureddin Paşa'ya verildiğini görüyoruz.  12/tem-49 /1882'de elinden mühür alınan Kadı Paşa bu görevde iki onbir gün kalabilmiştir. Said Paşa; 3. sadaretine geldiğin­de'Abdurrahman Paşa'ya halef olmuştu. Bu sadareti de 4 ay, 20 qün sonra yâni l/aralık/1882'de nihayetlenmiştir. Bu sa­daretlerin sık sık değişmesinde avrupa siyasi mahfillerinin ucurduğu ile malum Şark Meselesi'ni neticelendirmede gizli ittifak hâlindeki, başda Rusya olmak üzere İngilizlerin, Fran­sızların, Avusturya'nın ve daha menfaat peşindeki devletçik­lerin çevirdikleri fırıldaklara karşı, Cennetmekân'ın hususi maksadlara dayalı, yap ve şaşırt ve biribirine düşürt politika­sının icabatı yatmaktadır.

 

 

 

Said Paşa'nın 3. Düşüşü

 

 

Ancak; Said Paşa'nın 3. düşüşüne geçmeden önce 3. sa­daretine gelişindeki vakıaya temas edelim. Yukarıda yazdığı­mız gibi Said Paşa bu sadarete gelişinde Kadı Abdurrahman Nureddin Paşa'ya halef olmuştu. Fakat istifasına rağmen tekrar sadaret teklifi alan Abdurrahman Paşa, cevab-ı red vermiş idi. Bunun üzerine padişahın Said Paşa'ya gönderdiği başmabeynci Osman Bey, sadaret teklifi yaptığında Said Pa­şa, Osman Bey'e:

 

-  Beyefendi! Efendimiz ne için benîm üzerimde ısrar eder? Hususi bir maksada mütevakkıfmı? Lütfen aramızda kalsın dediğinde, Osman Bey:

 

Paşa hz. leri ben size söyleyeyim. Abdurrahman Paşa öküzleri dikti! Cevabını verir. Said Paşa ömründe ilk defa işit­tiği bu tâbir karşısında şaşkın fakat dayanamayarak:

 

Osman Bey! Bu tâbirin mânasını fehmedemedim! Dedi­ğinde:

 

-  Anadolu halkınca ısrar etmede, inat etmek demektir. Bu da kullanılır.

 

Said Paşa; görevi kabul ettiğini hatıratında beyan ediyor. Yine bu sadaretinden düşmesine badi oian vakaları paşanın hatıratından özetlemeye girişelim: "Padişah; ülkede kendisi hakkında kötü niyet beslendiğini, İstanbul'da bir ihtilâl ha­vasının husul bulmakta olduğunu, bütün bunlar için Mah-mud Nedim Paşa ile oturup, şiddet tedbirleri almamız husu­sunda kat'i bir lisanla emir leri oldu. Mahmud Nedim Pa-şa'nın bu hususlarda çalışmaları bir kaç seneyi bulmuş ha­zırlıklardı. Fakat ben makam-ı sadaretin ortak kabul etme­yeceğini, benim memleket menfaatlerine dâir görüşlerim ile Mahmud Paşanınkiler arasında derin muhaliflik bulundu­ğundan istifa yoluna gitdim. Fakat istifam kabul görmedi. Aradan 57 gün geçmişti ki bir gece saraya çağrıldım. Gitti­ğimde huzur-u hümayuna dahil olduğumda, pek sert bir muamele ve bir çok azar ile karşılandım." diyen Said Paşa hatıratında şöyle devam etmekte: Zât-ı şahane oturmama müsaade etmedi. Kendileri de ayakta dolaşarak bir çeyrek saat kadar gönül kırıcı, izzet-i nefis yaralayacı ifadelerde bulundular. Azarlarının sonuna doğru bir gün evvel saray'da göz altına alınan Müşir Deli Fuad Paşa'ya isnat edilen bir cürüm hakkında Mahmud Nedim Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa'nında bulunduğu huzurda ve Cevdet Paşanın kalemiyle tutulmuş bir istintakname elime padişah tarafından verildi. Ben bunu okumaya başlayınca zât-ı şahane seri adamlarla bana yaklaşarak aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı ki bakışları azar dolu ve çok çabuk cevap vermemi emrediyor­du.

 

Varakada yazılanlar ise; padişahın taht'dan indirilmesi için Dağıstanlılardan meydana gelen cemiyet kurulduğunu ileri süren ihbarlara aid bir tahkikat idi. Cemiyetin bu işdeki ahdi, zâtı şahanelerinin kendi muhafazasına tahsis etdiği ve bir nev'i hususi askeri imtiyazı verdiği dağıstanli'lardan

 

a na aelen asker gurubu olup, bu askerin başı sarayın meyûde Dağıstanlı Mehmed Paşa imiş. Fuad Paşa ve sair ba-

 

lÇ1kimseler cemiyette, bende güya cemiyet reisiymişim!

 

Seri bir bakışla yaptığım okuma bana bu kadar bilgi ver-,. 7gt.i şahane devama imkân bırakmayıp istintakiyeyi Umden çekip aldı ve: 'Bana ne diyeceksin? Sualini tevcih ettiler. Cevap verme imkânı kısıtlı idi. Konuşturmuyordu. Ancak aslı faslı olmayan şeylerdir mânasına gelecek beyan­larla meramımı arzedebildim. Fakat; azar dolu sözler devam etmekteyken, zât-ı şahane mührümü ver dedi. İşte o zaman müşkil mevkiide kaldım. Çünkü mührü hümayun üzerimde değildi. Hâtem-i âliyi çantamda taşırdım mabeyne çağrıldı­ğımda huzura girereken çantayı adamımda bırakmıştır. Efendimizden mabeyne gidip çantayı alma müsaade etme­sini istedim. Çok daha kızdılar ve pantolonun cebinden me­şin bir muhafaza içindeki küçük rovelveri çıkarıp başıma tuttular. Emanet-i hümayununuzu veririm. Bende olan ema-net-i ilahiyeyide ondan sonra alırsınız dedim.

 

Bunun rovelveri başımdan çekip büyük salonun kapısın­dan çıkarak 'Çantasını getirsinler!' emrini verdiler. Yanıma geldi ve rovelveri başıma tutarak, mührüm çıkmazsa bura­dan ölün çıkar' diye azar dolu sözlere devam etdiler. Çanta geldi, açıldı mühür teslim edildi. Artık kızgınlık başka taraf­lara yöneldi. Kendisinin hâl veya imhası hakkındaki sözde karan ciddi ve sahici addediyor. Akabinde Sultan Murat gü­ya tahta çıkmaya hazır, hâttâ sarayında ihtiyaten bir takım Kürtler saklanmış itikadında bukunuyordu. Eğer bu hal ta­hakkuk ederse evvel bev vel beni parçalatıcağını sözlerini ekledikten sonra önüme düşüp, harem ile kendi dairesi ara-s|nda bir odaya beni götürdü. Haps edip, kapıyı kilitleyip 9'tdi. Diyor, hatıratında Mehmed Said Paşa.

 

Kıymetli biyografi üstadı İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal merhum bize şöyle sesleniyor: "Paşa'mın (Said Paşa) 7. de-faki sadaretinde kitabet hizmetiyle yanında bulunduğumdan gece ve gündüz, hatta yatakta iken mühr-ü hümayunun al­tın zincirle boynunda asılı olduğunu gördüm. Mührü yanında bulundurmamasından dolayı daha önce azara uğrayışı içine oturmuş ki, o günden sonra koynunda taşımak vazgeçilmez adeti olmuş.

 

 

 

Said Paşa'nın Hapisten Kurtuluşu

 

 

Sultan 2. Abdülhamid Han, Said Paşa'dan aldığı mühr-ü hümayunu Ahmed Vefik Paşa'ya başvekil unvanıyla birlikte vermişti. Bu sırada eski sadnazam Said Paşa kendi elleriyle hapsettiği odada mahpusluğu yaşamaya devam etmekteydi. Bu müddet 18 saati bulmuş ve Said Paşa bu müddet sonun­da evine dönme imkânı bulabilmişse de bunu İngiliz Elçisine medyundur. Said Paşa evdekilere bir gün mabeyn'de tevkif olunacak olursa, İngiltere sefiri Lord Pofrin'e haber verilmesi­ni tenbih et-miştir. Saray'da hapsolunduğu haberi hanesine ulaştığında hemen büyükelçi, durumundan haberdar olun­muştur. Bu husus da Said Paşa hatıratında şunları söylemek­tedir: "Nâmı ve mesair-i insaniy yeti madam-ül hayat hatıraj ihtiramımda caygir olan Lord, nezdi saltanatda teşebbüsat ve ihtarât-ı lâzirneyi baliyan mübalağa icra eylemesiyle mü-dehale-i vakıa-i muhikka, mededres oldu. "

 

Görülüyor ki, sadaret makamına yükselen bir zat, hayatını koruma altına almak için siyaseten belki olmayabilir ama, esas da İslâm Milletinin ve onun temsilcisi olan Osmanlı dev­letinin ve halifesinin, gerçek ve baş düşmanı İngiltere'den is­tianede, yâni yardım talebinde bulunuyor. Hemde bu talep peşin peşin yapılıyor. HeyhatIYalnız Said Paşa bu hususda birîr değil Abdülaziz devrinde Midhat Paşa bu işe öncülük anlardandır. Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'da buna tenez-... etrnişlerdendir. Ne çaresizliktir ki bu ademler bu ahvalle-  den sonra yine sadaret koltuğunda istihdam olunmuşlar-,     jste bunu ifade ettikten sonra Abdülhamid hân'ın bu iki numaraları göreve getirmesini akıl biraz zor tartıyor acaba isin açıklanmamış bir başka tarafı varmı sorusu insanın zih­nini kurcalıyor! Tabi iki devletin sırlarının bâzıları bilenler ta­rafından mezara götürülür.

 

 

 

Sübhiye Hanım Vakası

 

 

Said Paşa'nın sadaretlerinin birinde çok calibi dikkat bir olay zuhur eder. Hikâyesi şöyledir: Efendim Said Paşa'nın sekiz yaşlarında bir kızı olup adı Subhiye'dir. Bir gün saçla­rını taramaktayken her halde saçları uzun olacak, takılı fir­ketelerden biri gözüne batar ve gözde bir hayli hasara se-beb verir. Osmanlı devletinin iki numarasının kız evlâdı gö­zünden önemli bir yara almıştır. Mevcud doktorlar hadiseye el koyarlar ve izni ilahi ile, göz kör olmaktan kurtarılır. An­cak pek şiddetli ağrılar küçük Subhiye'ye nefes aldırmaz! Uykusuzluk ve gıdasızlık yavrucağı bir deri bir kemik bırak­mış, sadnazam babanın şefkati, kendisini yiyip bitirmesine doğru yol almaktadır. Padişah ile devlet işlerini görüşürken sadnazamm mükedder ve bitkin görüntüsü işe de akset­mektedir. Bir akşam Sultan Hamid, Saray'dan bir arabayı Said Paşa'nın konağına gönderip kızı Subhiye hanımı getir­mesini irade eder. Küçük Subhiye ve dadısı hemen arabaya bindirilirler. Saray'a gelindiğindede küçük yavruyu huzuruna kabul eden 2. Abdülhamidhân, dudakları kıpır kıpır şifâ du­alarını okur. Ondan sonra hadi kızım artık gözün ağrıma­yacak deyip konağa gönderir. Hakikaten Subhiye hanım bu dayanılmaz ağrıdan kurtulmuştur artık."

 

Muhterem okurlarım; Abdülhamid Hân ile sadnazam Said Paşa arasında geçen ve yukarı aldığımız iki vak'a yazımızda tesadüfen veya tevafuken alt alta gelmiş değildir. İki ayrı za­man diliminde vuku bulan olayın biribirine zıt davranışı an­latması, nâtık olması devlet işlerindeki ciddiyetle, doğrudan insaniyete müteallik meselelerin o seviyede ki zevatda da ayırıma tâbi tutulduğunu, birinci de ahbab çavuşluğun yer almadığını, ikincide ise insana verilen önemi hatırlatmak dü­şünülmüştür. Bizim sadrıazamların bazılarının yukarıdaki Mit-had ve Said Paşa misalinde olduğu gibi yabancı ülkeler elçi­lerinden istianede bulunmalarına, üstelik Said Paşa'ya bu günkü dille sekreterlik yapmış bulunan İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal merhumun mütalaasından şu satırları özetleme­den geçemedik: "İnsan şu satırların ifade ettiği hadiseyi göz önüne alınca adetâ tiyatroda garib bir dram, acaib bir traje­di temaşa ettiğine, padişahın da şayan-i hayret bir trajedi-yen olduğuna hükmeder. Vehim ve vesvese buhranına uğra­dığı zaman akl-ı selime ve saltanatın sânına muhalif hare­ketlerde bulunan üç defa makam ve vekâlete getirdiği bir adam hakkında reva gördüğü şu gayr-i layık muameleyi, buhran geçtikten sonra teemmül etse yâni düşünse müte-ezzi olur (..) Bütün bunların yaşanmasından bir buçuk gün sonra aynı sadnazamın o makama dönmesi ise, dramın en mühim kısmıdır!" Diyen İbn'ül Emin Bey şunları da demek­ten kendini alamıyor: "Hele Osmanlı devletinin başvekili olan zâtın, İngiltere devleti tebasmdan imişçesine bilvasıta elçiye müracaat etmesi, elçinin de İngiltere tebaasından bi­rini muhafaza edercesine, müdehale edip,  kurtarılma  işle­mini gerçekleştirmesi, dramın fecaatini çoğaltan üzücü ha­diselerden dir." Said Paşa'ya halef olan Ahmed Vefik Paşa getirildiği sadaret görevinde derhal kadrolaşma yolunu tutdu. Padişahın arzusu istikametindeki Şeyhülislâm Cıryanizâde verine Bursa Valiliğini yürüttüğü sırada bendelerinden olan Rıza Efendi adlı birini, Şeyhülislâm olarak tensib etdi. Bu gün anladığımız kadarıyla Ahmed Vefik Paşa, babıâlî'yi Saray'dan bağımsız, satfnazam ve vükelânın emrine açık bir hâle getir­meyi umuyordu. Ancak bunları kurup ve de, icraya geçtiğin­de, padişahın mizacına uygun olmayan davranışlar sonunda derhal tepkiyi gördü ve Ahmed Vefik Paşanın bu seferki baş­vekilliği, ancak birbuçuk gün sürebilmiş ve mühr-ü hümayun kendisinden istenmişti. Sultan 2. Abdülhamid, Said Paşa'yı saray'a çağırtmış, daha evvel yanına getirttiği Mahmud Ne­dim Paşa ile Şeyhülislâm Üryanizâde olan Es'ad efendiyle konuşmuş, sadareti Mahmud Nedim Paşa'ya teklif ettirmişti. Ancak temaruz eden Mahmud Nedim Paşa sebeb olara1-.da yaşlılığını ileri sürmüşdü. Davet edilmiş bulunan Said Pa-şa'da gelmiş toplantıya katılmıştı. Bunun üzerine padişah sa­dareti bir buçuk gün evvel hiç bir şey olmamış gibi Küçük Mehmed Said Paşa'ya teklif etdi. Said Paşa; Mahmud Nedim Paşa'nın sadareti bunun meyaninda kendisinin dahiliye nazın olarak yardımcı olabileceğini beyan eyledi. Padişah hz. leri üçüne birden hitab ederek; "Ben, namazı kılacağım. Efendi hz. lerî siz de, iki paşadan birini sadareti üzerine almaya ik­na ediniz!" diyerek salondan çıktı. Mahmud Nedim Paşa ise: "Burası devletin en hürmete şayan yeridir" dedikten sonra yere oturdu. Esad Efendi bu ifade üzerine oturduğu sedirden, yavaş yavaş kayarak yere oturdu. Sadareti Mahmud Pa­şa'nın alması için beyanda bulunmuş olan Said Paşa'nın ku­lağına eğiliyor ve: "sadareti buna bırakma! Hepimize olma­dık işler yapar" diye tenbihde bulunmuş! Nihayet Mahmud Nedim Paşa: "her sadrıazamın bir kâhyası olurmuş. Bizim de kâhyamız sadr-ı esbak Said Paşa olmak varmış" şeklin­de zor yutulur bir söz söyler. Said Paşa bu söze çok içerler, ancak bir şey demez. Fakat Mahmud Nedim Paşa böylece sadareti kabul etdiğini söylemeğe çalışırken, Said Paşa da Ciryanizâde'nin eğer sadaret teklifini kabul etmezsen bundan hepimizin çekeceği var sözlerini kulağına fısıldamakta oldu­ğunu hatırında tutdu. Padişah salona geri döndüğünde olan-iar anlatılır. Sadareti Mahmud Nedim Paşa'ya, şeyhülislamlık Es'ad Efendi'ye, dâhiliye nazırlığı da Said Paşa'ya verildi. Huzurdan çıktıklarında enönde yeni sadnazam Mahmud Ne­dim Paşa bir kibir abidesi gibi yürümekte şeyhülislâm ve Sa­id Paşa arkasından yürürlerken Kurenadan biri gelip yürü­mekte olanları durdurup yeniden huzuru hümayuna götürür. Padişah; içinin, bu tâyine ısınmadığını söyleyerek, Mahmud Nedim Paşa'dan mührü hümayunu geri ister. Aldığında he­men orada Said Paşa'ya vazifeyi teklif eder. Gördüğü kibir, nezaketsizlik ve kâhyalıkla tavsifine pek gönül koymuş bulu­nan Said Paşa birbuçuk önce infisal ettiği görev için evet ce­vabını vererek mühr-ü hümayunu alır. Padişah dahiliye nazır­lığına Mahmud Nedim Paşa'yı tâyin ederken ayrıca mabeyn müşirliğimde uhdesine verir. Said Paşa kabinesinde Harbiye nazırlığı görevinden kabine istifası münasebetiyle infisal eden Gazi Osman Paşa serasker unvanıyla harbiye nazırlığına tek­rar getirilir. Huzura giren Gazi Osman Paşa padişahın ayakla­rına kapanıp, mabeyn müşirliğinden alınmış olmanın kendini mahzun kıldığını ifade edince, bu görevde diğer görevler üze­rine inzimam olunarak Gazi Osman Paşa'ya tevcih olunur. Az önce sadnazam olmayı elinden kaçıran Mahmud Nedim Paşa'nin, mabeyn müşirliğini Gazi Osman Paşa'ya kaptırma­sı yanında Şura-yı devlet reisliğini de bir kaç dakika sonra kendinden kıdemli olan Reşid Akif Paşa'ya kaptırdığında elinde sadece dahiliye nazırlığı kalmıştı. Osmanlı devletinin son vakanüvisi olan Abdurrahman Şeref Efendi merhumda "Tarih Musahabeleri" adlı kıymetli eserinde aşağı yukarı aynı bilgilere nakleder. Said Paşa'nın 4. sadareti olan bu evet de nakkında devrin şâirlerinden Nüzhet Bey şu beyiti inşa

 

eder

 

"Hülle-i Sadr-ı Said-ül vüzeraya şaşdık"

 

Said Paşa bu seferki sadaretine 1 O/zilhicce/1 300-l3/ekim/1883 cuma günü gelmiştir. İnfisali İse; 15/zilhic-ce/1302-26/eylül/1885 cumartesi günü vukubulmuştur. Müddeti ise; 1 sene, 11 ay, 13 gün olmuştur. Vazifeyi bırak­masına sebeb olarakda, Şarkî Rumeli meselesinde padişahla düştüğü hareket tarzı hakkındaki farklı düşünceler olmuştur. Bu farklı görüşleri Said Paşa'nın hatıratından yaptığı beyanla Özetlemeye çalışalım:

 

 

 

Filibe Vak'ası!

 

 

Tarihler; 1302/1885'i gösterirken dış tahrikler yardımıyla Filibe'ye getirilen bir kaçyüz Bulgar, buradaki hükümet ko­nağını basmış ve valiyi hapsetmişlerdi. Ertesi gün Cuma Na­mazından sonra vekiller heyeti mabeyn (saray)de toplandı. Bu arada Bulgaristan Prensi Batemberg, gönderdiği beyana­tında, Şarkî Rumeli'nin artık Osmanlı yönetiminde olmaya­cağını, kendisinin idaresinde bulunacağını bildiriyordu. Bu­nun üzerine yapılan top- lantıda derhal asker gönderilerek buna mâni olunmasını, bu meselede anlaşmalı devletlere bil­gi verilmesini reyimle birlikte belirttim ve heyeti vükelâ bu teklifi kabul etti. Ancak bu şekli, padişah efendimiz kabul et­medi. Ziîhiccenin/14. günü olan 25/eylül/1885 Cuma günü babıâlî'ye giderken, KarakÖy civarında bana yetişen yaver tarafından mabeyne götürüldüm. Hemen huzura çıkarıldım, oır saat kadar süren konuşma ve azardan sonra dışarı çıkma müsaadesi verildi. Daha sonrada beklemem emredildi. Ak-Şam saatine kadar orada bekledim. Serasker Gazi Osman aŞa bulunduğum odaya gelip, ye mek için odasına davet eyledi. O sırada da dâvet-i padişah vukubuldu. Gittim, iki sa­at bekledikten sonra yalnız olarak huzura alındım. Önce mü­hür istendi verdim. Mahbusiyetim vukua geldi. Bir odaya ko­nuldum. Her an çağrılırım diye üç saat bekledim. Sonunda azariamala- rın üzücü te'siri uyumama sebeb teşkil etdi. Dal­mışım. Benim; Filibe'ye asker gönderme teklifim güya zât-ı şahaneyi tahtdan indirmeye dönükmüş! Ertesi gün saraydan çıkmama müsaade olunduğunda eve geidim. Kâmil Paşa'nın sadarete, bazı vükelanın da değiştirildiği görüldü. Ben bir ol­du bittiye karşı çıkarken, başıma saray'da azarlanmakdan tutunda hapsedilmelere kadar neler gelmiyordu" demekte Said Paşa.

 

Hakikaten Berlin antlaşması hükümlerine göre bir vilâyetimiz olan Şarkî Rumeli yâni Doğu Rumeli'nin Bulgarlarca il­hak edilmesi, karşı çıkalım diyen sadrıazami götürdüğü doğ­ru da! Bir de padişahın gözü ve sözü ile hatıratında olanlar­dan gözleyeüm:

 

Hatırât-ı Sultan Abdülhamid-i Sâni isimli eserde koca sul­tan şöyle diyor: "Şarkî Rumeli meselesinde benim (Sultan Hamid) zaaf gösterdiğimi pek iddia etdiler. Zaaf göstermek mevcud kuvvetden istifade etmemek demektir. Hangi kuv­vet mevcud idi ki, Doğu Rumeli'de hakkımızı koruma husu­sunda kullanılmadı? Bunu düşünen ve söyleyen bir insaf sa­hibini bu güne kadar işitmedim.

 

Bulgar Prensi Batenburg, Filibe'ye müstevli olduktan sonra durumdan hükümetimiz haberdar olabildi. O da Rus sefirine gelen bir telgrafnameden, telgraf nâzın İzzet Efen-di'nin beni haberdar etmesiyle mümkün olabilmişdi. Said Paşa sad nazam idi. Tahtdan indikten sonra okuduğum bazı beyanat ve yazılarında Said Paşa'nın; vakaları kendi lehine tahrif etmiş olduğunu hayret ve teessüfle gördüm. Said Pa-

 

. Bulgarların tecavüz edeceklerini daha evvel haber ala­mamıştı. Olay İstanbul'a aksettikten sonra bir hayli tered-dütün akabinde Şura-yı devlet reisi Akif Paşa'nın beyanatı onu ikna etmişti. O dönemde Filibeye asker şevkinde hem müskilât hemde tehlike vardı. 93 savaşında tarumar olan ordu henüz toparlanamamiştı. Hazine tamtakırdı. Bazı vilâ-yetlerdeki jandarmalar yirmi-otuz aydır maaş alamıyorlardı. Böyle bir haldeyken sırf namdan ibaret olan hakk'ı hâkimi­yetin adına neticesi meçhul ve karanlık bir harbe girişmeyi tehlikeli gördüm." Diyen hz. padişahın hatıratından şu pa­ragrafı alarak okurlarımın bilgilerine arz edeyim: "Gavriyel Paşa diye bir Bulgar'ın Rumelî Şarkî valiliğinden kovulmuş olmasından do layı gözüm kızararak işe girişseydim, 1328/1910'daki felâketi, o zaman yâni ordusuz, parasız, pulsuz, hazırlıksız bulunduğumuz bir devirde kendi elimle hazırlamış ve davet etmiş olurdum. Hazım gösterip ihtiyatlı davranıp,   1328/1910 da yaşanacakları,   1301/1885 eylü­lünde yaşardık!" Demekte.

 

Said Paşa aynı zamanda Şapur Çelebi lakabıyla ve biraz da küçümsenerek anılmaktaydı halbuki böyle küçültücü bir lakabın bir Osmanlı sadrıazamına verilmesi bizce doğru ol­mayan hususattandır. Said Paşa; infisal ettiği bu yukarıda bazı anekdotlar verdiğimiz 4. sadaretinden 1895 yılında infi­sal ettikten sonra bu makama yeniden avdet ettiğinde tam tamına 5 sene, 1 lay, 9 gün»gibi bir zaman dilimi geçmiştir.

 

Bununda çalışmamızın son taraflarında söz konusu edece­ğimiz 1897 Osmanlı-Yunan harbinin muzaffer kabinesinin re-isi Halil Rıfat Paşa'ya, Sultan 2. Abdülhamid hânın "yaşadı­ğınız müddetçe sadrıazamımsınız" sözünü vermesinden ve bu ahdini yerine getirmesinden kaynaklanmıştır. Mehmed said Paşa; 09/11/1901 tarihinde geldiği makam-ı sadaretden 1 yıl, 1 ay, 26 gün sonra 14/01/1903'de infisal ettiğinde 6. sadaretini yaşamıştı. Aşağıdaki satırlar padişahın yâni Sultan 2. Abdühamid Hân'ın şah siyetinin içinde mütalaa edilmesi gereken beyanlarıdır. Bu beyanlardan bazılarını adı geçen eserden alıntılayıp, buraya koydukki, padişahın gö­rüşlerine o zâtın dönemini okurken malumatınızı takviye et­meyi amaçladık.

 

 

 

Kapitilasyon İlgaasına Teşebbüs

 

 

 "Kıbrıs'da kapitülasyonları kaldırmak istediğimiz İçin, Avrupa matbuatı da Atina gazetelerine uyarak kıyameti ko­parıyor. Sanki biz başkalarının hakkını yiyi-yormuşuz gibi bir hal yaratıyorlar. Halbuki bitaraf bir kimse, ecnebilere ve­rilen bu kapitülasyonlarla, bizim hakkımızın çiğnendiğini ve adaletsizliğin bize karşı yapıldığını gayet iyi görebilir. Rum­ların elde etmiş oldukları imtiyazları muhafaza edebilmek için, yeri göğü birbirine katmaları tabiîdir. Çünkü Rum kapi-tülas yonları yıkıldığında Pan-Helenik propogandası yapa­mayacakları açıktır. İnşaallah, bu imtiyazları yıkmak hak ve kuvvetini Allah bize kısmet eder. "

 

 

 

Hayatımı Muhafaza Tedbiri

 

 

"Hayatımı, bana sadık olanların uyanıklığına borçluyum. Başımdan geçenler, asabı en kuvvetli insanı dahi sarsmaya kâfidir. Bütün bu tecrübelerden sonra ihtiyat lı olmama, şaşmamak lâzım. Bir çok insanların bu sinirli hâlimden fay­dalanmağa çalıştıklarını, hafiyelerin, jurnalcilerin alçak na­mussuz insanlar olduklarını, dini mizinde, müzevirleri tel'in ettiğini gayetiyi biliyorum. Fakat geniş bir haber alma teşki­lâtı kurmamış olsaydım, etrafımı saran tehlikelere karşı kendimi korumam kabil olamazdı.

 

 

 

Hilâl İle Haç Arasındaki Mücadele

 

 

"..Avrupa halkını aleyhimize düşünmeğe sevk eden sofu papazlardır. Haçlı seferleri zamanında hristiyan güruhun memleketimizde yaptıkları mezalimi unuttur- mak, Örtbas edebilmek için, her türlü iftirayı mubah görmüşlerdir. M.Kudüs'deki mukaddes topraklar için her iki tarafında kan dökmesinin önüne geçilebilirdi. Nitekim hristiyan hacı­ların Kudüsü'ü ziyaret etmelerine her zaman müsaade et-medikmi?. (.) Etrafı müslümanlarla çevrili olan bu şehri ne­den hristiyanlara terk edelim? (.) İsteyen istediğini söyle­sin, fakat mukaddes toprakların sahibi olmak hakkı her za­man bizim olmuştur ve öyle kalacaktır.

 

 

 

Mektep Ve İlahiyat

 

 

Ben tahta çıktığımdanberi, ilk mekteplerin sayısı on mis­line çıkmıştır (20bİn mektep). Bu adet maalesef hâla azdır ve halka kâfi gelmemektedir. Liselerimizin seviyesi gayet yüksektir. Mükemmel oldukları herkes tarafından kabul edi­lir. Ancak daha fazla lise kurmamak bunların yerine mühen­dis, mimar gibi fen adamları yetiştiren müesseselere talebe hazırlıyacak rüştiyeler açmak daha yerinde olur.

 

Memleketimizde kâfi derecede asker ve memur vardır. Ulemamızın ifrat derecede muhafazakâr olmasından dolayı-da, yüksek mekteplerimizi modern hâle getirmek çok güç­tür. Kahire'deki El Ezher ilahiyat fakültesinin, talebelerimizi Çekmesinin yegâne sebebide zamanın icablarına uymanın elzem olduğunu anlamış ol- malanndandır. İstanbul Dârül-funun'unu Kahire'dekinin dûnunda(alçağında) kalmıya mah­kûmdur.

 

 

 

Edebiyat-San'at Ve Kültür

 

 

Biz Osmanlılar eski ve büyük bir medeniyetin sahibi oldu­ğumuzu unutmamalıyız ve Avrupa medeniyeti ile gözümüz kamaşmamalıdır. Mimari eserlerimiz, iki binden fazla şâir yetiştirmiş olmamız da bunu ispat eder. Bunlardan Fazlı, Lâmiî, Baki gibi şâirlerimizin eserlerinde fevkalade bir gü­zellik ve tam mükemmeliyet vardır. Daha sonra Galib, Per­tev, Kemâl, Abdülhak Hâmid gibi şâirlerimizi sayabiliriz. (.) Hereke'deki hah fabrikamızda ve diğer endüstri sanatları­mızda yabancıları taklit etmekten kaçınmalıyız. Sa'nat ve edebiyatımızı kendi toprağımıza ait mevzular, kendi milleti­mize has esaslar üzerinde inşa etmeliyiz. (.) Gençlerimizde memur, asker veya ulemadan olmayı tasarlıyorlar; neden hiç bir Osmanlı, büyük bir tüccar, mahir bir zenaatkâr veya bir fen adamı olmayj düşünmüyor? Ben de marangozluk san'atı ile meşgul olduğumdan halka iyi bir numune sayılı­rım. (.) Bir gün; şerefime bestelemiş oldukları üç marşı al­dım. Bu bir gün için epey fazladır. Muhtelif milletlerden olan ve şahsıma eserlerini ithaf eden bestekârların sayısı, şimdi­ye kadar ikibini bulmuştur. Bu insanları nasıl mükafatlandır-malı? İstanbul'a gelip huzuruma çıkabilmeyi temin eden sa­natkârların her birine neden hediye vermeye mecbur ola­yım? Üstelik ağırbaşlı musikîlerini sevmiyorum. Çaldıkları parçaların çok güç olduğuna şüphe yok; fakat ben zihnimi yoran musikîyi değil, dinlendirici musikîyi tercih ediyorum. Klâsik musikîyi tercih edecek kadar musikişinas değilim. Musikîye büyük istidadı olanlardan biri, oğlum Burha- ned-din'dir." (agk: sh. 190/193/202/209/210 Hatırat-ı Abdülha-mid-i Sânı)

 

 

 

Düyün-I Ümümî'yenin Te'sisi

 

 

1881 yılmının önemli hadiselerinden birini Sultan Abdüİa-iz'in katil hadisesini tahkik ve son karan vermek için yapı­lan ve adına Yıldız Mahkemesi denilen hukukî bir olay teşkil ederken, aynı yılın yâni 1881 senesinin diğer bir mühim ha­disesini de dış borçların ödenmesi için kurulan ve adına Dü-vûn-ı umûmiye denilen kuruluşun teşkil edilmesidir. Düyun kelimesinin karşılığı lugatde borç mânasına gelir. Umûmî ke­limesini peşine koydunuzmu, bütün borçlar şeklini alır. 1878 harbi sonrasında masraflar daha önceki, yâni Sultan Abdül-mecidle Sultan Abdülaziz döneminin borçlanmalarına inzi­mam edince bahse konu 1881 senesinde, borçların faiz, fa­izin faizi ile birlikte 252 milyon Osmanlı altunu seviyesini çıktığı görülmüştür. T. Yılmaz Oztuna Bey, 1978'de basımını yapmış olduğu değerli eserin 7. cildinde 173. sahifede bahse miktarı o günlerin rayiç Tl. sına tahvil etmiş ve takriben, 31 5 milyar'a tekabül ettiğini işaret etmiştir. Bizde, 2002 yılının Eylül ayı itibariyle, yaptığımız hesapda bu kadar altunun Tl. sıyla 32 katrilyon, 760 trilyon tutmakta olduğunu tesbit ettik. Mâliyemiz uzun zaman içinde olsada, bu borcu tasfiye ede­cek duruma sahip değilken, karşımızda alacaklı olarak, İngil­tere, Fransa ve de Rusya ise harp tazminatı alacaklısı olarak durmaktaydı. İtibarlı devletin borçsuz devlet olması olduğu gibi en itibarlısı borcunu zahnanında ödeyebilen olduğu her­desin ittifak ettiği hususdur. Osmanlı devleti bir memorandu-rr^a gidip itibarını sıfırlayacağına, Sultan Hamid'in yayımladı­ğı ^O/Aralık/1881'de yayımladığı Muharrem Kararnamesi ile OrÇİann tediye edilebilmesi için bir formül buldu. Devletin ^kardığı bir kararnameyle; tütün, damga pulu, tuz, ipek, balık sigara tekelleri ve imtiyaz sahibi olan bâzı eyâletlerin fiks

 

olan vergilerini Düyunu umûmiye'ye bırakılıyordu. Bu suretle İngiltere ve Fransa başta olmak üzere alacaklılar, verdikleri borçları, muntazam bir şekilde tahsil edebileceklerdi. Bunun karşılığında 252 milyon altun borcun, 146 milyon altununu yarısından hayli çoğu Türkiyemiz lehine siliniyordu. Böylece ödeyeceğimiz miktar 106 milyon Osmanlı altununa inmiş oluyordu.

 

Bu tarz çözümü Sultan Hamid'in bulması ve tatbik etmesi herhalde onun mâli meselelerde ki vukufiyetini gösterir sanı­rız. Günümüzde yâni 2002'de Türkiye Cumhuriyetinin içine düşmüş olduğu faiz sarmalı, ana parayı değil, faizlerin topla­nan tüm vergilerle karşılanmadığı bir vaziyete getirilmiş ülke siyasî tâvizlere açık bir duruma getirilmiş olup, bu siyasî tâ­vizlerin, Kıbrıs ile Ortadoğu üzerinde emperyalizmin hareket­lerine ses çıkarmayıp, müslümanlara sahip çıkma misyonu­muzu işletmememizin teminine dönük, ticari hayatımıza sek­te vermek gibi hususlar olduğunu görmek kabildir. Bu mües­sese yâni düyûn-ı umûmiye devletin târih sahnesinden çekil­diği âna kadar sürmüştür. Şimdide 1881'in diğer mühim ha­disesi olan Yıldız Mahkemeleri vak'asına atf-u nazar edelim.

 

 

 

Yıldız Mahkemesi

 

 

27/Haziran/1881'de Sultan Abdülaziz'in önce hâl edilme­sinden, bilahare intiharını? Cinayetmi? Meçhulünü bir hail ü fasl eylemeye kalkan 2. Abdülhamid Hân, Şeyhülislâmlar­dan Minkârizâdelerîn torunlarından bulunan Surûri Efendi daha sonrada hem paşa hemde vezirliğe tâyin olunan zât, Yıldız Mah kemesi riyasetine getirilmiş, heyet teşkil olunmuş­tur. Sanıklar eski padişah 5. Murad, validesi Şevkefza Kadı-nefendi, Arz-ı Niyaz Kalfa, eski sadrıazamlardan Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa, Midhat Paşa, 2. Abdülhamid' in kızkarleri ile eV'' dâmadlardan Müşir Mahmud Celâleddin ve Müşir Nuri Paşalarla, sabık şeyhülislâm Hayrullah Efendi, Sultan Abdülaziz'in 2. mabeyncisi Fahri Bey ile mabeynciler-Aen Müşir Nâmık Paşa'nm oğullan Seyid ve Ali Beyler, mer­hum Abdülaziz hân'ın tahttan indirilmesinden sonra muhafız-hâına tâyin edilen Albay İzzet ile Binbaşı Necip Beyler ile Pehlivan Cezayirli Mustafa, Pehlivan Mustafa Ağa, Boyabadîı Mehmed Pehlivan tesbit edilmişler ve mahkeme önüne çıka­rılması temin olunmaya çalışılırken, sabık Askeri Mektepler Nâzın olan ve 93 harbinde başkumandanlık makamınada getirilen Süleyman Hüsnü Paşa, hâl işinde mühim bir rol üst ienmekle birlikte, bahsekonu savaşda hatalı ve sorumsuzca davranışları hasebiyle divan-ı harbe verilmiş suçu sabit gö­rüldüğünden Bağdat'a sürgün gönderilmiş ve bir dahada İs­tanbul'a dönememiş ancak o cezası kifayet eder kabul edil-mişki, Yıldız mahkemesine celbine lüzum görülmedi. Paris sefirimiz Sadullah Paşa'da mahkemeye getirtilmedi. Padi-şah-ı sabık 5. Murad'la, validesi Şevkefza kadmefendi hane­dan üyesi olması ve bunların Arz-ı niyaz adlı kalfaları da, Çı-rağan Sarayında adetâ hapis hâlinde olduklarından mahke­meye çıkarılmaktan istinkâf edildi. Manisa'da ölüm hastalığı­na yatmış bulunan Mütercim Rüşdü Paşanın ifadesi alındıy-sada pek makul ve yerinde addedilmediği gibi, hâîi mahke­meye çıkarılmasına engel görüldüğünden üzerinde ısrarcı olunmadı. Midhat Paşanın mahkeme edilmesine dâir Said Paşa'nın hatıratında yazdıklarına, Kıbrıslı Mehmed Kâmil Pa-Şa; Said Paşa'ya karşı yazdığı cevabi eserde Said Paşa'nın iddialarına karşı beyan da bulunurken aşağı aldığımız satır­larda, Abdülhamid'İn bu dâvanın açılmasına teşebbü sünde, blr kalfa'nın ifadesinin kendi şüphelerine güç kattığını göre-ceksiniz. Hâla yakın târih meraklılarının dikkat nazarlarını celbeden; Sultan Aziz vaka-i elîmesi ve bu olayın tertipçileri arasında yer alan Midhat Paşa mahkemesine dâir bazı malu­mata medar olacak beyanlarda bulunur. Bizde; bu beyanlarla sayfamızı süslemeyi uygun bulduk. Kâmil Paşa diyor ki: ".Said Paşa hz. leri hatıratının 55. sn. deki girişle 72. sh, nin bitimine kadar olan bölümü Midhat Paşa merhumun muhakemesine dâir meclis-i vükelâ ve meclis-i fevkalâde de, cereyan eden müzakereler vede ka,rarlara tahsis etmiş ve bunda takip edilen maksad, bir takım tafsilat içinde hafi olsada ifadenin siyak ve sibakından yine kendisini her zamanki gibi, tebrie ettirmek başkalarına ise ka-bahat yüklemek için kaleme aldığı rahatça anlaşılıyor."satırları­nı kaleme almış bulunan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa şöyle devam etmekte: ".Hatıratın 58. sh. de anlattığı gibi avru-pada yayımlanmakta olan bazı gazeteler; Mithad Paşa mahkemesi hususu ile Said Paşa arasında irtibat kurup, suçlama yoluna gitmişler. Bundan dolayı Said Paşa mü­dafaasını yapma lüzumu duymuştur. Bu bakımdanda kendisine bir şey denilemez. Ancak; Said Paşa hz. leri, ha-tıratı'nın neşrini beklemeyip, önce Tanın gazetesinde bazı makaleler hatta meclis-i mezkürede bulunanlara aid rey ve imzalarını bile bile fotoğrafa aldırmış, suretlerimde neşrettirmiştir. O rey ve imza sahihlerinden biri ben oldu­ğum için mecburen bu hususda da hakikata müste nid bir açıklama yapmakda mecburiyet görüyorum. Bu gazete­lerdeki makalelerde Cennetmekân Sultan Abdülaziz hân'ın kaatilleri hakkındaki; temyiz mahkemesi ilâmına, dâir meclis-i vükelâ mazbatasının suret-i dere olunduktan sonra bunun <mahkemei temyiz-i ceza dahi hükm-ü niza­miyenin tabakai intihaiyesi için oracja, tasdiki yapılan hü-, kümleri nakzedecek kanunen diğer bir merci olmamasına ve mücaazaatı kanunîyenin icrası yahud affı ve tahfifi, hukuk-u seniyyei hazreti padişahiden olmasına nazaran ıması gereken irade-i seniyye-i hazreti lâcida-ri oldu-" tezekkür olunmuşdur.> Cümlesini tefsir ederek: <mah-i temyizden verilen hükmü nakzedecek bir mercii kanun olmaması kaydı vakı-i hükmün lüzumu nakzına fikdan-ı merciiyet ona mâni olduğuna delalet etmez-mi? O cümledeki af kelimesinin mühim bir delili açıkladı­ğı nörülmüyormu denilmiş. Bu açık cümle; cezanın kanu­nî bakımdan katiyyet kazandığını, af veya hafifletmenin yapılmaması ise, hükmün icrasını lâzım geleceğini bildir­diği halde, bu netliği bir muamma şeklinde gösterme, umumun rey'ine havale edilmiştiki Said Paşa'nın öyle fikri incelikler ve tefsiri, rikkatle şahsını işin içinden çı­karmaya uğraşıb, kendi imzasından başka imza sahipleri hakkında nefret celbetmeye gayret göstermesi usta bir aklın garibliklerindendir." şeklindeki sözleriyle Said Pa­şa'nın bu davranışı ve tutumunu beğenmediğini sergileyen Kâmil Paşa şöyle devam ediyor: ".Ancak zât-ı müddeaya bakalım! Sultan Abdülaziz merhumun vefatı intiharenmi yoksa maktulenmi vâki olmuştur? Said Paşa hz. leri bu­rasını açılarlarsa meselenin hallini kolaylaştırmış olurlar. Eğer maktulen ise; yazdığı gibi meclis-i vükela mazbata­sını yukarıdaki gibi mübhem suretinde tefsirine hacet ol-mayıb, eğer kendi vukufu itikadlarına göre intihar etmek suretiyle olmuşsa, o halde açılmasına teşebbüs olunan ci­nayet mahkemesi padişahın tahtdan indirilmesini vukua getirenlerin vücudlannı ortadan kaldırmak maksadıyla sarat/ tarafından düzenlenmiş bir dâva olaca-ğından Said p bu dâvanın sağlıklı olup olmadığına adem-i sıhhat  vahametini hünkâra bildirip iknâya çalışması, olama­dı takdirde düzeni kuranlardan çekineceği yer de, me-muriyetten çekilmesi lâzım gelmezmiydi? Doğrusu insaf i bir sadnazam makamını değil, dâr-ı diyarını da terk ederde bir takım masumların idamı hükmünün ger­çekleşmesine müsaade eylemezdi!" Demekte

 

Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa; cinayet mahkemesi hakkın­da Said Paşa'nın yazmış bulunduklarına cevap olarak şunları beyan etmekte:  "Ben o zaman taşra'dan geleli çok olma­mıştı. Hadiseyle alakalı bilgilerim, gazetelerin verdiği bil­giyi hâviydi. Yalnız; cinayet fevkalâde mahkemesinin başlangıç döneminde Mahmud Paşa'nın önce saray-ı hü­mayuna takdim eylediği cariyenin vak'adan sonra saray­dan çıkıp Mahmud Paşa'nın hanesine avdetinde, Sultan Aziz'in öldürüldüğüne dâir malumat vermesiyle, Mahmud Paşa'nın bu malumatı huzur-u hümayuna arz eylemesi üzerine cinayet iddiasının takibata alınıp tahkikata giri­şilmesi emrolunduğundan gerekenin yapıldığını işitmiş-tim. Ancak şunu da ilâve etmeliyimki mahkemenin so­nuçlanmasından sonra bir akşam Said Paşa; Mahmud Ne­dim ve hariciye nazırı Asım Paşaları ve bir de ben acizi, saraya davet eylemişti.

 

 

 

Padişah İle Görüşme

 

 

Saray'da yemiş olduğumuz yemekden sonra bahçenin bir köşesinde bulunan küçük bir köşke götürüldük. Sul­tan Abdülhamid hân hz. leri de oradaydı. Emir ve işaretle­ri üzerine oturduk. Padişah; Sultan Aziz hadisesinden ba­his açarak hemen yanında bulunan ağzı mühürlü bir boh­çayı açıp içerisinden çıkarılan kanlı elbiseleri bize göster­di. Daha sonra çıkardıklarını aynı torbaya doldurup ağzı­nı da kendi mührüyle bana mühürlettirrnişdi. Kaatiller hakkında hep birlikte lanetler yağdırdıktan sonra elem ve kederle dolu olarak vak'aya dâir biraz daha konuşmamız­dan sonra zât-ı şahanenin müsadei seniyyeleri üzerine sadan ayrıldık. Daha sonra anlaşıldıki Said ve Mahmud dim paşalar bu kanlı çamaşırlar ve saray' in içindeki ri "süncelerden olsun, dışarıdaki efkârdan olsun haberdar-mis/ar. Esas olan kanlı elbiseyi göstermekle gerek Asım Paşa7yi gerekse beni cinayetin sıhhatine kanaat getirme hususunda güçlendirmekmiş." Yine; Ressam Naciye Ney-Val hanımın: "Mutlakiyet Meşrutiyet ve Cumhuriyet Anılarım" adlı hatıratını Fatma Rezan Hürmen hanımefendinin nefis bir İstanbu! Türkçesiyle hazırladığı eserden Sultan Aziz 'in akı­betiyle ilgili satırları alıntılayalım: "Sultan Aziz'in kalfaların­dan Sermed Kalfa Valide Sultan hanımında hizmetine ko­şan biridir. Diyorki; '.Efendimiz (Sultan Aziz) daima vâli-desiyle birlikte kalmakta olduğundan, biz lazım olduğu­muz zaman içeriye giriyorduk. Buda abdest filân aldır­mak içindi. O gün abdest alıp odasına girdi. Seccadesini yayarak çekildim. Valide Sultan efendimizde abdest al­mak için abdest mahalline geçmişdi. Ben on-oniki yaşla­rındaki yanımızda bulunan kıza sen havluyu al, kapının Önünde bekle. Valide Sultan efendimiz çıkınca eline verir­sin. Ben şimdi gelirim, azıcık işim var dedim. Abdestha-nede cennetmekân efendimizin (Sultan Aziz) odasının tam karşısında, yâni divanhanenin öbür uçundaydı. Bi­rinde çıt çıksa, öbüründe işitmemek kabil değil sarayda velinimetlere böyle havlu tutmak adet olduğundan kızı orada bırakıp, koşarak yuk&rı çıkacak ve hemen inip Va-

 

Ldesultanın seccadesini yayacaktım. Benim yukarıya çık-mamın üzerinden iki dakika geçmemişti ki küçük kız, elerı ayaklan buz kesilmiş, tir tir titremekte olduğu halde raıven basamaklarını ikişer ikişer çıkarak yanıma gel-dı «e eteklerime sarılarak:

 

~Aman, aman, kalfam! Aman üç-dört fena kıyafetli Efendimizin odasına girdiler. Ben bağıracaktım.

 

Sus! Dediler. Korktum bayılacağım buraya dar geldim. Diyerek ağlamaya başladı.

 

-Nereden geldiler?

 

-Amanın kalfam amanın hasırların arkasından çıktılar!

 

-Sus! Hınzır kâfir! Sus! Kaç saatdir orada dolaşıyoruz. Hasırların arkasında kimse bir şey görmedide sen mi gör­dün? Hayalet görünmüş sana.. Sus sakın bunu kimsenin yanında ağzına alma başımıza belâ getirirsin! Diyerek aşağı indim" Demekte Sermed Kalfa! Bu da; Sultan Aziz'in akıbeti hakkında işin ne yolda gerçekleştiğine dâir bir done sayılabilir!

 

 

 

Dış Müdehale Varmı?

 

 

Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa; Sultan Aziz davası mahke­mesi hakkında Said Paşa'nın ortaya saçtıklarına şöyle cevap vermekte: "..Mahkemenin bitiminden sonra temyiz ceza dâiresinin, adliye nezaretinden tezkere ile babıâtî'ye gön­derdiği ilâm evrakının, meclis-i vükelâya havalesi ve işin gayet ehemmiyetli olması hasebiyle iyice tetkik olunup, bakılması riyasetten ifade olundu. Yapılacak icraatın üze­rinde nafıa nâzın Hasan Fehmi Efendi, görüşünü beyan esnasında gazetelerde bazı şeyler görülmekte olup, bu meselede düşünülecek cihet var ise, avrupa tarafında kö­tü bir te'sir meydana getirip getirmeyeceği bilinmesi icâb ettiği bunu da hariciye nezaretinin belirtmesine bağlı ol-duğunu zikretti. Hariciye nâzın Asım Paşada, sefirteri-miz tarafından bu hususda herhangi bir iş'ar oukubulmadığt, yalnız ingiliz Parlamentosunda mevzubahs edildiğini, Londra b. elçimiz Muzurus Paşa tarafından bil dirİlnıiştir. Dediğinde; Said Paşa böyle siyasi olaylarda şimdiden ke­şif yapılamayacağını söylemekle mukabele etmişti. Muzu-

 

Paşanın telgrafı her nedense meclis de ortaya çıkan-lıp okunmamıştır."

 

.*  l^pped Kâmil Paşa yukarıdan beri yazdığımız mevzuuda nları ifade etmektedir:   "Bu toplantıdan dokuz-on gün onra iradei seniyye ile sadrıazam mazulları, heyet-i vü­kelâ   müşirler (ordu kumandanları)r deületin ileri gelen memurları arasında bir içtima yapıldı. Said Paşa; hangi hikmete mebni ise şüphesizki padişahın muvafakatına uugun olan, kendince de bir tedbiri mahsus olmak üzere akdolan meclise riyasetten istinkâfla eski sadrıazamlar-dan Safoet Paşaya riyaseti havale etmiştiler. Said Paşa hz. lerinin hatıratın da: <blr taraftan orada bulunanların bir çoğu reylerini bizzat takrir ue bazıları tarif ederek yazdırdık­tan sonra sıra İle zaptı imza etmekteydiler. İmza sırası adliye nâzın Ahmed Cevdet Paşaya geldiğinde, sadrıazam ve şey­hülislâm mazulları huzura istenildik. Padişah toplanmış ol­duğumuz husus için bazı tenbihlerde ve alelhusus hanedan-ı saltanat-ı seniyye azasından bazılarının bir suikasd ile Nus-retiye Kasrına davetlerine dair izahat da bulundular. Önemli mesele sebebiyle sarayda toplanmış cemiyet-l ilmiyede, ye­niden müzakerelere girlşildiği iradei seniyyeden anlaşıldığın­dan heyet-i vükelâya, askerî komutanlardan meydana gelmiş fevkalade toplantının kararı ertesi güne bırakıldığı ve ge­ri katan azalar, yâni Cevdet Paşa ile ondan sonra isimlen ya-zılan onbir kişi tarafından mazbataya imza konulmamıştı.  Denildiği halde; öte tarafdanda böyle natamam mazbata-n<n kesb-i katiyyet eylemiş tarzda ilânı sanki sonu başına uygun olmayan ilânı yapmaya benzedi. Bununla beraber oradakilere matuf ve başka başka ibarelerle yazılı reylerin ezici çoğunluğu ile neticesi mahkemece verilen hükmün lcrası merkezinde ve çünkü bir padişahın katilleri hakkın-a başka bir şey demlemeyeceği mertebe-i bedahetde

 

olup şu mey anda Said Paşa. hz. [erinin rey'i daima olduğu gibi tereddütden hâli olmasada yine şöyleymiş: <Mahke-me-i temyizden tasdik olunmuş hüküm muta1 dır. Bunun­la beraber mahkemenin kararının icrasında veya tâdilin­de hukuk-ı seniyye derkârdır.> Bu beyanda, muta kelime­si oâcib el ita oe lâzım ül ifa demek olacağı gibi <cezai hükmün icrasında ve tâdilinde hukuk-ı se niyye derkâr-dır> ibaresi, gerçi malumu ilân kabilinden bir tâbir olsa da, bununla icra ciheti te'yid edilmek istendiği derkârdu: Reylerin verilmesi sırasında külfet altına girerek,fotoğraf-ladığı oe neşreylediği rey-i âcizanemde ise: <hükmü ka­nunun icrası rey'indeyim. Fakat bunun tamame-i icrası veya tahfifi (hafifletilmesi) hakkında ilham-ı rabbani, kal­bi şahanede herne vecihle vârid olursa isabet ondadu:> demiştim. Amenna! Fakat bakalım rey-i basit-i acizânem-le, Said Paşa'nın tereddüd dolu rey'i arasında hükmen bir fark varmıdır? Nihayet o fevkalade heyet'in ikinci defaki oe ertesi günkü mabeyni hümayunda toplanarak, bir gün evvelki tamamlanamamış zabtın ikmaline gideleceğine daha sonra anlaşılacağı üzere bi rinci maksad <mahkû-miyn (yâni mahkumlar) hakkında, temyiz mahkemesince tasdik olunan mücazaatın (cezalandırmanın) tamamen ic­ra edilmesi> diğeri temyiz mahkemesi ilâmında yazılı bu­lunan kanuni cezanın tahfifi (hafifletilmesi) suretinde iki rey pusulası yazılmış idi. Aradan geçen bir gün zarfında Muzurus Paşa' nın telgrafnamesi mealine ve bu telgrafda Mithad Paşa lehine hareket etmek üzere Mösyö Gtodeston tarafından ingiltere'nin İstanbul sefirine verildiği hikâye edilen talimatın şekline göre muttali olanlar, cezanın ha­fifletilmesi rey'ine yazılıp,  hakiki durumdan haberdar edilmeyenler ise, cezanın tamamen uygulanması pusula­sına imza koymuşlardı. Said Paşa hz. teri cezanın hafiflefilmesi rey'ine kaydolup, birinci toplantıda rey açıklama­da acziyet gösterenlere bile başka üçüncü bir tercih şıkkı olmadığından cezanın hafifletilmesi rey'ine katılmayı ter­cih etmişlerdir.

 

Bu minval üzere cezaların hafifletilmesi yolunda rey kullananlar azınlıkda, Said Paşa hz. leride o meyanda olarak pusulaların kaldırılmasıyla takdim olunamaz bata üzerine hakan-ı sabık (2. Abdülhamid hân) dahi güya merhameten azınlığın rey'ini tercih etmiştir. Tertib-i vakıa ettirilen, dâvayı mahudenin, sania (uydurma)'dan ibaret bulunduğuna, adliye nezaretindeyken Tanzimat ve İsla-hat-ı lâzımeyi kamilen tatbik sahasına koydukları hatırat-ı âliyyelerinde gösterilen Said Paşa hz. terinin gözü önün­de cereyan eden mahkemenin sûrî (samimi olmayan) ol­duğuna o vakit kesb-i vukuf edilmiş olsaydı, müzakereler­de hazır bulunan vicdan sahipleri, o hükmü kabul edecek kimseler arasında asla olamazdı."

 

Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa; günümüzün meselesi gibi sa­yılmakta olan Midhat Paşa ve arkadaşları cinayet mahkeme­si davası ve sonuçları, elan bir kesin hükme kavuşturulabil-miş değildir. Bu bakımdan Said Paşa'nın hatıratında kendisi­ne yapılan dokundurmalara cevap verme yoluna gittiği gibi bunda çok hassas davranmayı da ihmal etmemiştir.

 

 

 

Midhat Paşa'nın Mahkemesi

 

 

Midhat Paşa yukarıda izah ettiğimiz gibi, gece yarısı sara­ya çağrılıp, Izzeddin vapuruna bindirilip, avrupaya menfaya gönderildiğinde 20 ay kadar gurbet-i vatan çekti. Ancak hiç başına gelenden mütenebbih olmamış, dilin kemiği olmadı­ğından ileri-geri konuşuyor vede ne konuştuysa ilaveleriyle birlikte Sultan Hamid'e duyuruluyordu. Kontrolsuz bir şekilde ecnebi diyarlarda hangi hataları icra edeceği meçhul bir Mid-hat Paşa yerine, affa nail olmuş ve valilik görevinde bir yerde istihdamının daha iyi olacağını düşünen padişah tarafından geri dönüş alt yapısı hazırlandı ve 4/Ağustos/1880 târihinde ülkenin önemi büyük bir vilâyeti olan Aydtn'a tâyin ediliyor­du. Bu vilâyet o zaman İzmİrde dâhil Ege Bölgesinin tama­mını içinde bulunduruyordu. Midhat Paşa; buradaki valiliği­nin 9. Ayının 12. günü, yâni 16/Mayıs/Î881'de tevkif emriy­le karşılaştı. Sultan Abdülaziz'in şehadeti üzerine açılan tah­kikatta ifadesi alınmak gerekçesiyle. Bu tevkif emri için Mid­hat Paşa'nın yaptığı uzakta olan İngiliz elçiliğine gidemyece-ğini anladığından hemen yakınındaki Fransa konsolosluğuna kapağı atmak oldu. Bu sığınma talebi idi ki, sadaret de bu­lunmuş bir kimse için yapılacak işlerden değildi. Ama dikkat buyurursak, sadrıazam Said Paşa'da bir keresinde ingiliz b. elçiliğine sığınmıştır ve de daha sonra 2. Abdülhamid han, bu paşayı yine sadarete getirmiştir. Pek tuhaf hallerdendir. Demekki sadrıazamlık yapan zevat biie hayatlarını tehlikede gördükleri an dost düşman demeyipde, ecnebi misyona iltica etmekten içtinap etmiyorlar. Öztuna Bey; Midhat Paşanın bu yaptığına aynen:  "Eski bir sadnazamın ve hâlen devletin en büyük eyaletinin başında bulunan bir umûmî valinin bu ha­reketi, son devir Türkiye târihinin en çirkin olaylarından biri­dir ve Midhat Paşa İçin gerçek bir lekedir. Bunun şahsı için bir leke olduğunu Paşa'da, hatıralarında <yalnız bana değil, evlâdıma da kalacak târiM ömrümün lekesidir> şeklinde iti­raf etmekte ancak can kaygusuna düştüğünü ileri sürerek, şahsını savunmaya çalışmaktadır." Demektedir. Biz de he­men ilâve edelim ki, bu fahiş hatayı 2. Abdülhamid dönemi sadnazamlarından iki kişide daha ecnebi sefaretlere iltica yoluna başvurduğunu görüyoruz. Bunlardan birisi hatıratla­rından alıntı yaptığımız, Erzurumlu, Şâpur Çelebi İakablı ve

 

Abdülhamid Hân tarafından dokuz defa sadarete getirilmiş bulunan Küçük Mehmed Said Paşa'dırki İngilizlere iltica et­miştir. Diğeride yine hatıratından alıntılar aldığımız Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'dır ki bu zatda, İngiliz konsolosluğuna iltica etme yanlışını sergilemiştir. Bu hatırlatmayı yapmaktan maksad Midhat Paşa'nın böyle bir davranışda tek olmadığını amma yine de ilk olduğuna okurlarımızın dikkatini çekelim

 

istedik.

 

Midhat Paşa'nın bu ilticası üzerine Sultan Hamid, Fran­sa'nın İstanbul b. elçisini çağırttı ve derhal sığınmacının kon­solosluk dışına çıkarılmasını tehdit yollu talep etti. Fransızla­rın elçisi Tissoti'yi tehdidiyle bunaltan padi şah büyük elçinin İzmir konsoloslarına talimat göndermesini temin etmişti. B. elçi Tissoti, İzmir'deki konsolos Pelissirey'e çektiği telgrafla Midhat Paşa'yı ihraç etmesini İstedi, çünkü az bir zaman ön­ce Fransa, Tunus'u işgal etmiş, Osmanlı devletinin heran kendilerine savaş açacaklar korkusunu taşıdığından, Midhat Paşa olayı buna kapı açmasın diye dikkatli olmayı tercih et­mişler ve kendilerin iltica edeni dışarı koymak suretiyle sahi­bi oldukları hürriyetçilerin abidesi Fransa lakabının gölgelen­mesine katlandılar.

 

 

 

Mahkeme Kararları

 

 

Yıldız Mahkemesi kararları şöyle tecelli etti: Rüşdü, Mid­hat, Nuri, Mahmud Paşa'larteı, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi, kazanmış oldukları bütün rütbe ve nişanların alınması, dâ-f^ad olan paşaların sultan hanımlardan ayrılıp, damad sıfat­larının kaldırılması, bunların idamına bahçevanlıkla görev­lendirilen üç pehlivan ile iki mabeynci ve binbaşı Necip ey'inde idama, Seyyid Bey ile Miralay İzzet Bey'in on yıl hapse mahkûm edilmeleri istikametinde hüküm verildi.

 

Yılmaz Öztuna Bey'in adı geçen eserinde 176. sn. de, şun­ları kaydetmektedir: ".Temyiz ve fetvahane bu kararlan ayrı ayrı tasdik ettikten sonra, son tasdik hükümdarın iradesine sunuldu.

 

2. Abdülhamid, 20/Temmuz/1881 günü Yıldız sarayında 25 kişilik fevkalâde bir meclis topladı. Bütün muteber devlet adamlarının katıldığı bu toplantıda mahkeme kararları, işti­rak edenlerin tsüşârî reyine arz edildi. Herkes rey'ini yazılı olarak hükümdara bildirdi. 15 kişi hükümlerin aynen tatbi­ki, on kişi ise idam cezalarının müebbed hapse tahvili rey'in­de bulundu. İdam hükümlerinin aynen tatbikini mucîb se-bebler göstererek isteyenlerin arasında Gazi Osman Paşa ile asnnn en büyük Türk Hukukçusu olan Adliye nâzın tarihçi Cevdet Paşada bulunuyordu. Bilhassa bu İki zâtın kanaatleri mühimdir Çünkü şahsiyetleri bakımından, herhangi bir art düşünce ite hareket etmelerine az da olsa ihtimal verilemez. Cevdet Paşa tarihçi sıfatıyla, Sultan Aziz faciasının devlete neler kaybettirdiğini, ne felâketlere sebeb olduğunu çok iyi biliyordu. Gazi Osman Paşa ise, yazılı esbâb-ı mucîbesinde, bu kararların, bir daha böyle feciî ue sorumsuz işlere teşeb­büs edilmemesi için ibret olacak şekilde uygulanması icâb ettiğini belirtiyor, hâttâ bu kararları değiştirmeye padişah'ın bile hakkı olmadığını imâ ediyordu. 2. Abdülhamid, buna rağmen idam cezalarını müebbet hapse tahvil etti. Bunda İn­giltere'nin te'siri olduğu inkâr edilemez. Zira liberal avrupa, bilhassa İngiliz basını, Midhat Paşayı şiddette savunuyordu. İngiltere, Midhat Paşa'yı kendi adamı gibi telakki ediyordu ve mahkûmiyetten sonra da bu telâkkisinden vazgeçmediği ni az aşağıda göreceğiz demektedir "

 

 

 

Tâif'de Akıbetleri

 

 

28/Temmuz/l881 'de İzzeddin Vapuruna bindirilen mah­kumlar Tâİfe yola çıkarıldılar. Orada bulunmakta olan kale de hapsolundular. Burada 2 sene, 9 'ay sonra; Midhat Paşa olsun, Mahmud Celâleddin Paşa olsun askerler tarafından boğmak suretiyle öldürüldüler kaydını görüyoruz. Bu emrin kimin tarafından verildiği karanlıkta kalmıştır diyen Öztuna Bey, bu güne kadarda işin sırrı çözülememiştir demektedir. Abdülhamid düşmanları padişahın bu emri gizlice verdiğini ileri sürerek, büyük bir iftiraya başvurmuşlardır. Sultan Ha mid cidden merhameti münasebetiylede pek yüksek bir şah­siyettir. Kendi sine bunlar hakkında mahkeme ve temyiz ka­rarını tatbik et diyenlerin tavsiyesini yerine getirir böylece de, otoritesinin kuvvetlenmesini temin ederdi. Oztutfa Bey; Hicaz Valisi Osman Nuri Paşa'nın bu hususda bir emri olabilir çün­kü bu paşa, Mekke Şerifini tevkif edip, yerine başkasını tâyin edecek cürete sahip bir paşaydı demektedir. Midhat Paşa meşhur hatıratını bu cezayı Tâif'de yatarken yazdığı bilinen gerçeklerdendir.

 

ingilizlerin; Midhat Paşayı halas etmek gayesiyle Taife bir baskın düşündüğü ve bunun içinde Kızildeniz'de bir savaş gemisini hazır tuttuğu istihbaratça doğrulanmış hususattan-dır. Midhat Paşa hayatını kaybettiğinde 62 yaşında olup, Hayrullah Efendi ve Nuri Paşa Tâif'de ölmüşlerdi. Rüşdü Pa-Şa Manisa'da ölürken hakkında verilen karar ölümü beklen­diğinden uygulanma cihetine başvurulmamıştır.

 

 

 

İngiltere Mısır'ı İşgal Ediyor!

 

 

Mısır'da Hİdiv unvanıyla yönetimi götüren İsmail Paşa hayli israflar yapmış, merhum Abdülaziz Hân'dan elde ettiği borçlanabilme müsaadesinden sonra, İngiliz ve Fransa'ya yaptığı borçlanmalar faiz sarmalına düşmesini intaç etmiş on sene içinde 100 milyon İngiliz altununu aşmıştı. Görülen oy­du kî, Mısır bir eyalet-i mümtâze olarak öyle borçlanmış ki, koskoca devletin borcunu aşmak üzereydi. Bu bakımdan ademî merkeziyetin mahzurlu olduğu buradaki neticeden de istihsal olunabilinir. Abdülhamid Hân'ın merkeziyetçi idâresi­nin isabeti ortaya çıktığı gibi, çok sonraları, bir hanedan üye­si olan mecnûn sayılsa seza olan Prens Sabahhaddin Bey, adem-î merkeziyet taraftan olarak Mısır' ı da örnek olarak göremedi insan şaşıyor.. Hidiv İsmail Paşa, Süveş Kanalının elindeki tahvillerini satarak borçları düşürmeye çalışırken, Fransa bunlara talip idi. İngilizlerin Yahudi asıllı başbakanı D'izraeli, mâli tüyo'ya çabuk ulaşan teşkilatı vasıtasıyla du­rumu hızla değerlendirdi ve hisselleri İngiliz idaresine mâl et­meyi bildi. Bu donanmasına güvenen bir devletin cesaret edebileceği bir işti. D'izraeli bu silahını akılıca kullanarak, Fransa'yı dizletti. Süveş Kanalı kullanımıyla İngiltere-Hindis-tan hattı pek değişebilen bir lezzet verdi Britanya ticaret ve sömürgeciliğine. Fransa bu işe müdehale edecek durumda değildi Dölesepsİs bir Fransız olarak açtığı kanalın İngilizlere yâr olduğunu, görüp görmediğini düşünüyor insan! Tahville­rin satışı İsmail Paşa'yı borçsuz hâle getirmeye yeterli olma­dı. Mısır Hidiv'inden alacaklı olan Fransa ve İngiltere, yüzleri­ni babıâlî'ye dönüp, kapısını çalmağa başladılar, ismail Paşa, Mısır hükümetinin mâliye bakanlığını bir ingilize, nâfıa yâni bayındırlık bakanlığımda bir Fransız'a vermek zorunda kaldı.

 

Kırım gerekse 93 Savaşında Osmanlı ordusunda, gük vafetleri, talimli durumları, disiplinli hareketleriyle göz

 

Muran Mısır askeri. Sultan Aziz'den aldığı bir fermanla 30iv    mevcuda çıkarılmıştı. Mısır kabinesinin biri İngiliz diğeri

 

F ansız olan iki bakanı hemen şartlarını koydular, bu ordu küçültülecek; 30 binden,  18 bine düşürülecek dayatması vaptılar ve bu arada da 2500 subayı emekliye şevkettiler.

 

Emekliye ayrılmış bulunan subayların çoğunluğunu Türk ve Çerkeş kökenli olanlar teşkil ediyor böylece aralarında az miktarda Arab ırkından subay bulunuyordu. İşte Osmanlı devlet hududları içinde ilk ırkî hareket başladı, muharrikleri. Türk ve Çerkeş olmakla beraber, bunların hareket lideri ola­rak başlarına geçirdikleri Albay rütbeli Arabî Bey bu hareke­tin lideri oldu. Sultan Hamid, İsmail Paşayı hidivlikten azletti yerine Tevfik Paşa isimli İsmail Paşanın oğlunu hidiv nasbet-ti. Bu Tevfik Paşa, 1. Abdülhamid'in sadrıâzamlarından olan Halil Hamid Paşa'nın oğlu Mehmed Arif Bey'in kızı olan Zeh­ra hanımdan dünya gelen bir çocuktur ve Kemâl Derviş ile akrabalığı muhtemeldir. Bu Tevfik Paşa'nın oğluda Ahmed Fuad Beydir ve Mısır'ın ilk kralıdır. İtalya'da sürgünde ölen Kral Faruk'un babasıdır. Bu Krallık zâten iki kral gördükten sonra bir askeri ihtilâlle yok olmuştur. Önceleri harbiye na­zırlığını ele geçiren Albay Arâbî'yi Sultan Hamid, mirliva yâni general rütbesiyle taltif etti. Ancak, Mısır'da kavmi necip an-layışı yayılmaya, memlekefde yaşayan diğer unsurlar rahat edemezlerken herkes tabiisi olduğu devletlere şikâyetlerini duyuruyordu. Bunların içinde İngilizler, avrupa olup Mısır'da yaşamakta olanların haklarını bundan böyle kendisinin ara­yacağını bunun içinde Mısır'a asker çıkaracağını fakat bura-akı Osmanlı devletinin hak ve hukukuna dokunmayacağını        eyledi.

 

İş bu vaziyete gelmişken, Mısır'da Arabi Paşa, başbakanlık makamına irtika eyledi yâni başabakan oldu. Akabinde İs­kenderiye'de çıkarı bir kıyamda, ahali İngilizlerin olsun avru-palılann olsun mallarını yağmaya giriştiler. Bir hayli ölü ya­nında bazı elçilik görevlileri yaralanırken, dört konsoloslunda yaralandığı görüldü. İngiliz Amiral Seymour İskenderiye'yi saatlerce ve ara vermeden bombardımana tâbi tuttu. 12/Temmuz/1882'de Arabî Paşa birlikleri Sir Gamet: Wolse-ley kuvvetleri tarafından Teylül Kebîr meydan muharebesin­de bir çeyrek saat geçti geçmedi mağlup oldu, ingilizler Kahire'ye girerken, maceraperest Arabî Paşa da sürüldüğü Sey­lân'a doğru yola çıkarıldığı haberiyle ortalık çalka lanıyordu.

 

İngiltere; Mısır'a girince Sudan'ı da işgal dışında bırakma­dı. Ancak ifadesinde durumun geçici olduğunu söylemesi, meselâ Osmanlı devletinin Mısır'dan aldığı vergiye engel ol­maması sanki bu sözün samimiliğini andırıyordu. Yapılan müzakereler neticesinde de bir iki defa çekilmeyi kabul eden merhalelere getirdi vaziyeti sonra kendine âid olaylar icâd ederek erteledi velhasıl herkesi oyaladı durdu. Fakat, fiili iş­gal mevcut hukukî statü ise Osmanlının koyduğu idi. Bu hâ­lin 1. dünya savaşına kadar sürdüğü görülmüştür.

 

Osmanlı sadrıazamlanndan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Pa-şa'nın gerek Mısır ile gerekse İngiltere kraliyet ailesi ve poli­tik arenasında hürmete şayan bir münasebet bulunuyordu bu bakımdan Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'nın, İbnül Emin Bey'in "Son Sadrıazamlar" adlı değerli eserinde yer alan sa­tırlardan bu bağlantıya bir atfu nazar edelim: Paşa'nın Mısır ile olan bağlantısını göz önüne aldığımızda, Osmanlı-Mısır münasebetlerindeki davranışı, Osmanlılık açısından nasıl bir fikir hasıl eder"? "..1298/1881 senesi Şevval başlarında çıktığı bahs olunan mezkûr mesele benim hatıratımda beyan kıtınrlıâı yibi Tevfik Paşanin hidivliğe nasbından önce pederi İs­mail Paşanın vazifesi esnasında kötü idaresi ve israfları neti­cesi olarak, İngiltere ve Fransa devletlerinin Mısırın mâli işle­rine müdahaleye tasaddileri kendini göstermeye başladı. Os­manlı dev letinin bağlısı olan ve ekseriya vak'aların icâbatı-na göre karar alması yerine muhalif tedbirlere gitmesi, bun­da devam ve ısrar eden Hidiv, git gide, durumun vahametini arttırmaya başlamıştı. Said Paşa hz. lerinin; türlü şekillere tahvil ederek kayıt ve tezkâr ederek hikaye ettiği MısırVye'yi müzakere için İngiltere devleti tarafından fevkalede sefaretle İstanbul'a gönderilen, Dermond Volf'un hâmil bulunduğu nâme ile nutkunun tercümeleri sırasında <evkaf nâzın Kâmil paşa mülakat için yanıma geldi Mütercim Davud efendi ev rakı bana verirken gördüydü. Mütercimin ifadesin den, neye dâir olduğu malum olduğundan mütalaasını arzu etti. Vüke­lâdan gizli bir şey olmadığından kendisine verildi. Kâğıdlar akşam arza verildi.  Fıkrasını koymakla ne demek istedikle­rini anlamak zorsa da, memur olduğum nezaretin, işlerinden dolayı müzakereler için, Said Paşa'nın yanına gitmiş olma­mın şüpheden uzak olmam gereken bir sırada, mütercim ta­rafından takdimin de içindekilerden bahse mahal olmayan evrakın okunmasını arzu etmek gibi bir teklifsizlik göster-mekleğime hâl ve terbiyemin müsaid olmayacağı beni az çok tanıyanlarca takdir ve teslim olunur iti kadındayım.

 

Sdid Paşa; Londra'da sefaret-i fevkaladesi için memuriyet-i acizanem arz ve istizan eylediğini hatıratının bir köşesine yazmakla beraber, bir kaç sahife sonra Sir Der-mond Volf ile 'Müzakere için murahhas seçimi bahsinde o vakit hariciye nazırı rahmetli Asım Paşa lisanından <Kâmil Paşanın diplomasi malumatında vukufu behri-yesi sebk etmedi Onun tâ-takdirinde işçe gı'ıçlük gÖrülür.> cümlesini sarfettirmişterdir ki, mânası oldukça net bir teveccüh olduğu görülür, di­yerek geçelim sözüyle noktalıyor."

 

KâmİI Paşa'nin görüldüğü gibi; Said Paşa'nın ünlü hatıra-tın'da kendisine dokundurma hissettiği hususda bir beyanda bulunduğunu ve Kâmil Paşa'nın verdiği cevapla, Said Paşayı ve onun tarzını ortaya koymaya çalışırken, İsmail Paşa'yıda tarz-ı İdaresinden ve israfından dolayı kabahatli bulduğunu çıkarmak ifadesini dikkatle okuyunca anlamak kâbi! dolay-sıyla Mısır ile olan garabeti, Osmanlı anlayışından ayrılması­nı temine vesile olmadığı ortada.

 

 

 

Ermeniler Ve Meselesi

 

 

eni meselesi dendiğinde; akla ilk gelen, asırlardır a lu topraklarında birlik ve beraberlik içinde nesiller yetiren birbirlerinin inanç ve geleneklerine saygı duyan în-ıarın varlığıdır. Ancak şu 1293/1877 Osmanlı/Rus savaşı havetinde imzalanan Ayatefanos antlaşması oluncaya karar  Mezkûr savaşın antlaşmasında bir Ermeni meselesi ih-las olunmuştur ve bunun mucidi Ruslar olup, vatansız Er­meni ahalisine şüphesiz ki Osmanlı devletiyle aralarında var olan medenî insaniyet bağlarını kopartıp, birbirleri hakkında kötü emeller besleyip, var olan huzuru yok etmek ve bunla­rın safdillerini kendi gaye ve hedefi istikametinde istihdam etmek, böylece çıkacak düşmanlığın bir din savaşı şeklinde tefsir edip, Şark'a doğru bir mânada İslâm ve topraklan üre­rine Doğu avrupanın verimsiz alanlarından kalkıp yer allı ve yer üstü madenlerine ve nimetlerine egemen olmada maşa olarak kullanmaktı. Buna start veren madde şöyleydi ve gö­receksiniz ki, bir kere bile Ermeni kelimesi geçmemektedir maddede fakat bu maddedirki satır aralarında nihan olan mânalarla doğurmuştur Ermeni meselesini:

 

Madde: "Osmanlı devleti Girid Adası halkı tarafından der-miyan olunan istekleri önemle göz önünde tutmakla beraber 1868 yılı dâhili tüzüğünün uygulanmasını taah- hat eder Şu mukauelenâmede kendileri için özel bir idare şekli tâyin 0 anmayan Arnavutluk ve Tırhala ile Rumeli'nin sair yerleri  mahalli ihtiyaçları karşıla- yacak muvafık bir tü-acaktır. Üyeleri yerli ahaliden olmak üzere teşkil acak özel komisyonlar her vilayette yeni tüzüğün tefer-nı müzakere ederek so-nucunu babıall'ye arzedeeekler-manlı devleti dahi bu tüzüğü uygulamaya o az etme-

 

lçınden Rusya devleti ile bir kere istişare edecektir." İşte bu madde Ayastefanos antlaşmasında bu haldeyken, Berlin konferansında ki her ne kadar bu konferans bizim için hayli-çene işe yaramış ve Ayastefanos'un derin yaralarını sarmiş-sada, bu madde orada 61. madde adıyla genelleştirilmiş ve Rusya'nın elde ettiği imtiyaz bütün düvel-i muazzamayada tanınmıştır. Böylece batı âlemi, şark dünyasına top yekûn saldırıya geçecekken bu kurnazca muahedenin tertibiyle şar­kın iç bünyesindeki dindarlarının, kendilerine 5. kol olarak veya gizli tabii müttefik kılmış oluyorlardı. Osmanlı devletini yıkabilmeyi sağlamak için Ortadoğu'da söz sahibi olmak için bunlar vazgeçilmesi imkânsız çâreydi. Her ne kadar geçtiği­miz 1293/1877 Osmanlı-Rus savaşında bizim kaybımız Rus­ya karşısında zayfı kalmamızdan değil, genç paşaların birbi­rini çekememesinin getirdiği yönetim aksaklığını pek kimse itiraf etmez ama düşmanlarımız bunu anlamakta gecikme­miş sevk-ı idarede tenakuzları görebilmiştir.

 

Bizde de bu savaşın ilk tahlilini yapan kişi mümtaz yüzbaşı Mehmed Hulusi Efendi 1909'da Harbiye'de "Harp Târihi Dersleri" muallimi olarak ders verdiğinde bu savaş hakkında bilgilendirmeyi yapabilmek için birçok kitap okumuş, askeri raporları tetkik etmiş "Niçin Mağlup Olduk" adlı bir eser ka­leme al mıştır. Biz, bu eseri Osmanlıcadan sadeleştirerek Ak­it Gazetemizde tefrika hâlinde neşrettik. Henüz kitaplaştıra-madık esas söylemek istediğimiz bizde, 93 harbinin tahlili­nin, savaştan 29 sene sonra yapılmasıdır halbuki bütün dün­ya ülkeleri bu savaş üzerinde o kadar çok neşriyat yapmıştır ki buna sayısız demek kabildir.

 

Ülkemizde; Ermeniler, 1860 yılında, dernekler kurmaya girişmişler ve yirmi yıl içinde bu sayıyı önce kültür dernekleri olarak lanse edip rahatça çoğalttılar. Daha sonra da tedricen silahlandırmaya başladılar. Böylece kan dökücü komitelerini peydana getirdiler.

 

Meselâ bunlardan 1860'da Kilikya'yı yüceltmek amacıyla Haynsever Cemiyeti, peşinden de Fedakârlar cemiyeti faali­yete geçirildi. 1882 senesine kadar, Van ve civarında Ararat-h, merkezleri Muş'da bulunan Mektepseverler, Şarklı, Kilikya cemiyetleri kurdular ve de 1872'de yine Van'da "İttihat ve Halas Cemiyeti" yâni birleşme ve kurtulma cemiyeti 1880 yılına gelindiğinde Erzurum'da Silahlılar cemiyeti, Milliyet­perver Kadınlar cemiyeti, Ermenistan'a Doğru Cemiyeti ve Kafkasya'da Genç Ermenistan cemiyeti kurulmuştur. Van'da da Kara Haç cemiyeti teşkil edildi. İstanbul'a gelince, burada "Erme ni Vatanperver İttihadı" isminde bir cemiyet kuruldu

 

Bu son kurulan cemiyet, Ermenileri hukukuna sahip kıl­mak, gereken yerlerde isyanların çıkmasını temin etmek, gençleri silahlandırmak hususunda görev almıştı. İstanbul'da da adına Ermeni Vatanperver İttihadı isminde bir cemiyet teşkil olundu.

 

Yine; 1881'de Erzurum'da kurulmuş olan Şurâ-yı Âlî Ce­miyeti, çok geçmeden Müdafiî Vatandaşlar Cemiyeti olmuş­tur. 1890'da da İstanbul'da Şant ile daha sonra da Kurban adlı ihitlâlçi çeteler teşkil edilmiştir. Hınçak ve Taşnak komi­telerini daha ziyade, Kafkasya Ermenileri kurmuşlardır. Bu komitelerin kurucuları, Osmanlı hududları haricindeki Erme-nilerdi. Bu hususda İngilizlerin Trabzon konsolosu 1895 târi­hinde İngiltere'nin Osmanlı nezdinde ki b. elçisi Sir Filip Ku-n ye gönderdiği raporun bir bölümünde şunları kaydeder:  liderleri hareketi türkiye dışından idare ediyorlardı.  suretle kendileri tamamiyle emniyet İçinde oldukları hal­de, Türkiye'deki ırkdaşlarına hayatı tahammül edilmez hale 9etiriyorlardı. Maksatları, İslâmları hristiyanlara karşı tahrik etmek, katliamlar çıkartarak memleketi dehşet içinde bırakmaktı: Bütün dünyaca bilinmelidirki bu teşkilât anarşik bir karakter taşımaktadır. Şiddet yoluyla karışıklıklar çıkartma k ue Ermenistan'ın yalnız ıslahatını değil, istiklâlimde temine çalışmaktadırlar "

 

Bu raporu doğrulayan şu misâl mühimdir: 1887 senesinde Kafkasya Rus Ermenilerinden Avedis Nazarbeg ile sonradan izdivaç yaptığı Maro adlı kadınla ve Kafkasyalı Ermeni tale­belerin birlikte İsviçre'de Kari Marks'ın prensiplerinin esas tutulduğu Hinçak (Çan Sesi) komitesinden üç yıl sonra 1890'da, Kafkas Ermeni'lerince de Tasnak veya Taşnaksut-yun ihtilâl komitesi teşkil edildi. Bunların da amaçlan Türki­ye Ermenistamnı tesis için siyasi ve iktisadi hürriyet elde et­mek riskine girmekti. Bu komitenin pek vahşice verilmiş bir talimatı vardı. O da; <Türk'ü, Kürd'ü her yerde her çeşit şe­rait altında vur. Mürtecileri yâni eski hâlin devamını isteyen­leri, sözünden ve yemini yapıp da bundan dönenleri, Ermeni aleyhtarı hafiyeleri ve Ermenistan dâvasına hayinlik yapan­ları öldür ve böylece intikam al!>

 

Bu talimatı alan Ermeniler, Anadolu topraklarında 1894'de pek büyük bir isyan ateşi yaktılar ve bunun adı Sa­son İsyan'! oldu. Muş ile Bitlis arasında bir ilçe olan Sason bünyesinde 12 bin Ermeni barındırıyordu. Burada yaşamak­ta olan 15 bin kişi kadar müslümanların çoğunluğunu Kürt­ler teşkil ediyorlardı ki burası yo! yetersizliği hasebiyle askeri yardıma biraz geç kavuşur arazi idi. Sason Dağlarının sarp kayalıkları kolay kolay geçit vermiyordu. Burada ateşi yakı­lan isyan, öyle profesyonelce tezgâhlanmıştaki, yerli Ermeni­lerin böyle bir şeyi ne akıl edebilmeleri nede tatbikleri kabil­di. Hele Türk kılığına girmek suretiyle kendi dindaş ve soy­daşlarını katletmeleri ne yerli Ermenilerin cüretine nede tanı­nacakları endişesiyle yapmayacakları işlerdendi. Amma cid­den Türk kılığına giren Ermeniler, bu işi yaptılar fakat bunlar bölnin insanı olmayıp dışarıdan getirilmiş adam katlinde ofeSyonelleşmiş ihtilalci güruh olduğu ilk akla gelendir. Burada çıkan arbede de, yüzlerce müslüman şehadet şerbe­tinin içicisi olurken, 5 bin ermeni de fikren iğfal olmalarının acısını ölümleriyle tattılar. Günü müzün Abdullah Öcaian adlı bölücübaşı'nın gün gelipde TBMM'ye gireceğini ileri süren safdillerin bulunduğu dönemimizde, bunu ileri sürenlere saf dil demesine diyoruzda, bakın bu Sason olayının baş tertip-çişi olarak görülen Hamparsum Boyacıyan adlı Ermeni bura­daki tahkikat ve icraattan yakasını sıyırdı. Bu Hampar-sum'un 1908 meşrutiyet meclisinde Harput milletvekili ola­rak İttihad ü Terâkki Parti mebusluğunda bulunması tıpatıp Öcalan'ınkine benzemiyorsa da, yine de Allah korusun, saf diller dediklerimizin bu teşhisleriyle naklettiğimiz olayia, yâni Hamparsum Boyacıyan ile ilişki kurmaları da ümid olunabi­lir!

 

Ermeniler; Sason olayının peşinde bir ay geçti geçmedi Dıyarıbekir'de de ayaklanmaya teşebbüs ettiler. Ancak bura­da da 2 bine yakın insanlarını kaybettiler. Bütün bu hareket­lerin Osmanlı devletinin elinden kurtulmak meselesi olmadı­ğı pek barizdir. Yapılmak istenen dış devletler buralarda meydana gelen vak'alardan mütevellid, Osmanlı hükümeti ne baskı yapmak suretiyle iç işlerine müdehale yoluyla dev-let-i âliyenin çöküşünü temi ne gayret edip, yabancı devlet­lerin, ajan çapındaki adamlarından aldıkları sözlere görede Büyük Ermenistan kurmak hayılini diri tutmaktı. Bu husus-da, Ermeni Diasporası denilerek nâm salmış başka ülkelerde yaşamakta olan Ermenilerin kurdukları bu organizasyon merkezi bilhassa ecnebi baskıları teminde ve bu isyanları destekleyecek maddi imkânın toplama ve dağıtım vazifesin! yapıyorlardı.

 

O sıralarda da İstanbul'da bilhassa Kurtuluş semtinde o zamanki adı Tatavla'da oturan Ermeni azınlık toplanmış bir takım protestolar ile asayişi ihlâle çalışıyorlardı. Sahilhane-sinden çıkmış bulunan Sadrıazam Ahmed Vefik Paşa'nın fay­tonuna ulaşan haberle vaziyetten haberdar olduğunda, he­men arabanın babıâfî istikametinden yolunu değiştirmiş bu günkü Pangaltı kavşağına gelen Vefik Paşa, tecemmu etmiş Ermeni kopillerini görünce hemen faytonunun kapısını aç­mış, o gün romatizmalarının rutubetli hava münasebetiyle ağrılara sebeb olmasından, bastonuyla yola çıktığından top­luluğun ki sayısı alti-yediyüz kişiden az değil üzerlerine yürü­müş o güruhu tek başına dağıtmıştır. Devrin gazeteleri Ah­med Vefik Paşanın sağa sola doğru koşarak yaptığı salveti tatlı bir uslûb ile haber yapmışlardır.

 

30/Eylül/1895'de Patrik İzmirliyan'in sinsi sinsi hazırladığı sayıları bir kaç yüzü bulan Ermeni kopili ellerinde ve belle­rinde silahlarıyla babıâlî'ye çıkıp sadaret binası önünde pro­testo hareketi yapacaklarken, Sadrıazam Said Paşa bunların üzerine asker sevk ettiği için vahim bir hâl zuhur etmiş oldu. Yıldız'da sadrıaZamın icraatına vukufiyet kesbeden Sultan 2. Abdülhamid Hân derhal askeri birliği geri çektirdi.

 

Bunların çoğuna sivil elbise giydirip, Tahtakale ve Yemiş İskelesi hamalları kürtleri de hamalbaşılar vasıtasıyla bu si­lahlı Ermeni kopillerinin üzerine sevk ettiği bir kaç tane müs-lüman'ın şehadeti karşısında bin kişiye yakın Ermeni eşşek cennetini boyladı. Kadırga da üçgün mukavemet eden Er­meniler sonunda pes etmeye mecbur oldular. Onbir ay sonra Ermeniler bir daha hareketlendiler ve 26/Ağustos/1896'da Osmanlı Bankası merkezini bastılar. Ancak, Abdülhamid Hân'ın meşhur Teşkilât-ı Mahsusası vaziyetten haberdar ol­duğundan banka civarında tertibat almış ve saldırıyı bir kaç bomba patlatarak başlayan Ermenileri kısa zamanda etkisiz

 

H"le qetirmeye muvaffak olmuşlardı. Bu hareketide hazırnın patrik İzmirliyan olması calibi dikkattir. Demek ki onbir evvel Kadırga semti olayını tezgâhlayan İzmirliyan'a dev­let herhangi bir yaptırım tatbik etmemiş! Acaba, İzmirliyan hem olayları tertipliyor hem de devlete haber veren bir ajan-mıydı? Sultan 2. Mahmud'un, Rum Patriği Grigoryası astığını qoz önüne alırsak, İzmirliyan'a bir şey yapılmamış olması yoruma tâbidir.

 

Hoş Sultan Hamid cana kıymayı sevmediğinden belki as­mamak normalse de hiç bir şekilde cezaya muhatap etme­mesini yorumlamak kolay değildir. Ha yukarıdaki Kadırga semti olayında, kıyamcilar üzerine askeri birlik gönderen Sa­id Paşa' nın görevinden azledildiğjni de hatırlatalım. Çünkü; asker ile bastırılan vak'anın avrupada estireceği rüzgâr pek değişik olacağından padişah bu işi ahaliye havale ederek İki gurup halk arasında çıkan arbede neticesi müessif olayları meydana getirmiştir bahanesini ileri sürmek imkânını mey­dana getirmiştir. Çok zaman geçmemiştiki bir Ermeni, sadrı­azam Halil Rıfat Paşa'ya tabanca ile bir suikast teşebbüsün­de bulunmuş, menfur emenline nail olamamış ve Paşa isabet almamıştır. Bütün bu tedbirler ve milis tarzı mukabele Erme-nieri ve onların idareci takımını ürküttü. 21/Tem-muz/1905'deki Yıldız Camiinde patlattıkları bomba hadisesi-ne kadar ortalıktan toz olmayı tercih ettiler.

 

 

 

Bir Gaazı'nın Beyanatı

 

 

Bizim târih kitaplarımızda genellikle savaşlar oluş sebebi,

 

kimlerin bu savaşda bulunduğu, neticesi ve mütareke ile sulh masasından bahsedilir. Biz bu çalışmamızda savaşların perde arkasını ve safahatını nakleden ve bilhassa bahse ko­nu savaşda döğüşmüş savaşda sahib-i selahiyet olarak bulu­nanların varsa hatırat ve husule getirdikleri risaleleri lâtinize ederek burada sahifemizi süslemeye ve yeni nesle ulaştırma­ya kendimi vazifeli addetmiş bulunmaktayım.

 

Bu seferki risalemiz 1313/İ897'de Osmanlı-Yunan savaşı­nı en selahiyetli kalemden çıkan yazının başındaki İsimle neşrolunmuş yâni "BİR GAAZİ'NİN BEYANATI1' adıyla Os-manhca ve matbu olarak basıldığında hayli beğenilmiş olan risaleden naklediyorum. Bu risalede bahse konu savaşı arıla­tan zât; Gaazi Alasonya Ordusu kumandanı Müşiran dan Ga-azi İbrahim Edhem Paşa Hazretleridir.

 

Bilindiği gibi Sultan 2. Abdülhamid; önce amucası Sultan Abdülaziz'in tahtdan alaşağı edilip, akabinde şehid edilmesi ve taht-ı Osmaniye 5. Mehmed Murad'ın çıkarılması ve de bu padişahın da, doksan gün sonra şuuru muhtel oldu yâni dimağında meydana gelen bozukluk hilafet ve padişahlık yü­künü omuzlayacak takati taşıyamayacağı anlaşıldığından onu da devrin devlet recülu tahtdan fetva ile iskat edip, Türklerin padişahlığını, İslamların halifeliğini 1842 doğumlu ve hayli olgunlaşmış bir Abdülmecid evlâdı olan 2. Abdülha-mid'e biat etmek suretiyle vermiş oldular. Midhatlar, Rüş-dü'ler, Hüseyin Avniler, Kayserili Ahmed Paşalar, Süleyman Hüsnü Paşalar hatta Mahmud Nedimler devletin atabeyleri gibi işleri yönetmeğe kalktılar. Bu yönetişteki hataları ve meşrutiyet hususundaki kararsızlıkları kendi aralarında  ihti-düşmelerini getirdi. Bu sırada Rusların sıcak denizlere e hülyası, Osmanlı iç yapısındaki hızla bozulma hasebiy-! e de Avrupa devletlerinin adını "Şark Meselesi" olarak kovdukları sömürülesi gereken toprakların muhafızı cihan H leti Osmanlıyı târih sahnesinden izale etmek maksadıyla dört başı mâmur bir plânla yürüttükleri saldirgan siyasetleri havli yıpranmamıza sebeb veren meşhur rûmî 1293 / milâd 1877 Osmanlı-Rus Harbinin zuhuru vukubuldu.

 

Haçlı dünyasının ve hilâl âleminin bu savaş sonrasında ar­tık hiç bir şey eskisi gibi değildi! Koskoca Osmanlı Devleti, başşehrinin yazlık bir mahallesi olan Yeşilköy'e kadar gelmiş bulunan ezeli ve ebedi düşmanı moskofun elinden bir sulh-nâme almaya çalışmaktaydı. Bu Ayastefanos Antlaşmasını yapan hâriciye nâzın Mehmed Esad Safvet Paşa ve müntehir Sadullah Paşanın gözyaşlarını akıtarak çekilmiş olan resim­lerini, zenaatkâr padişah kendi elleriyle yaptığı abanoz ağa-cmdan bir çerçeveye koymuş ve daima çalışma masasında o hazinliği sergileyen fotoğrafiye atfu nazar etmeden hiç bir gününü geçirmemiştir.

 

Bu konferansın pek ağır şartları hâvi olarak imza olunma­sından sonra yeni padişah, babıâlî'de toplanmış selahiyeti, kendine başkâtip olarak intihab etdiği Küçük Said Mehmed Paşanın yardımlarıyla, sefine-i devleti kaptan köşkünden tam bir selahiyyetle, vukufla, itidalle idare etmeğe koyuldu.

 

İşte bu ahval içinde ŞaYk ve Garb cephelerinde gösterdik­ten büyük yararlıklara rağmen mahvu perişan olan ordumu­zun, yepyeni bir anlayış içinde yeniden neşvünema bulması 'Çin büyük mesâi, para ve gayrete önem verdi. Meselâ; har­biye talebelerinin son sınıf öğrencilerinin o hafta başarıda bi-r|nci olan talebeyle yemek yeme usûlünü ihdas etmek sure-> padişahlığa ve huzuru hümayuna çıkmağa önem veren talebeye, hem bu şansı veriyor hem de kendisine bağlanma­sına fırsat tanırken öte yandanda bu istisnayı elde etmek ar­zusu duyanlar arasında tatlı bir rekabet meydana getirip, derslerinde daha da muvaffakiyet kazanmalarını teşvik etmiş oluyordu.

 

 

 

Ördü Kıvamını Buluyor!

 

 

1877'den sonra ülke her bakımdan bir kalkınmaya doğru yelken açarken, gerçekten pek çoğu yelkenliden müteşekkil Sultan Abdülaziz merhumun tezyin ve teçhiz eylediği dünya­nın ikinci büyüklükteki donanması sayılan Osmanlı Donan­ması, buharlı gemiler dönemine girmiş bulunan denizcilik âleminde artık bir matah sayil-madiğından kendi âlemine bı­rakılmıştı. Yâni sadece gemiler ve denizcilik faaliyetlerimiz hayii kısırlaşmıştı. Geri kalan her hususda terakki etmektey­dik.

 

Bu terakkileri yapabilmek için lâzım gelen sulh dönemini Sultan 2. Abdülhaid'in takip ettiği büyük devletlerle denge politkası sürdürme, avrupanın iri devletlerini vermiş olduğu ihaleler sayesinde, birbirine karşı müteyak kız duruma getir­iyor, hatta perde arkasında çatışmalarını sağlayacak tezgah­lar kuruyordu. Nitekim 1877 ile 1897 seneleri arasında ge­çen yirmi yıl dikkatli işleyen bir devlet idaresinde azımsan-mıyacak bir süre olduğu ortaya çıkan eserlerle kendini gös­termeye başlamıştı. Bütün teknolojik ve tıbbî ihtiyaçlar aske­ri mektepler nazırlığı disiplinasyonu içinde kabiliyetli zabitler yetiştirmeye muvaffak olduğu gibi, dünyanın ister istemez içine gireceği ulusçuluk anlayışında bizim insanımızında yer alması, fikri hareketlerde batı dünyası ile kurulan diyalogun, İslâmi anlayışda da, kelâm-i kadimi asrın idrâkine uygun okuma ve anlama sürecini başlattı denebilir.

 

Hülasa edecek olursak; Abdülhamid Hân'ın idaresindeki .  konu yirmi yıl sonunda her hususda kalkınma gözle ken   yinede en fazla kalkınan orduyu hümayun olmuştur. a nn icabı avrupa zabitleri tâlim tarzları, münevverleşme aayretleri, okul disiplini içinde ve ecnebi bir kaç dille okuyup yazacak kadar teçhizatlı olmak, haberleşme vasıtalarını hayli neliştirmek bu yirmi yılın içine sığdırıldı. 1877 savaşında or­dunun bir cenahından diğer cenahına yollanan bîr emrin he­men arkasından meydana gelen küçük bir tahavvül yâni de­ğişikliği bildirmek için hemen ikinci bir vazifeli göndermek icab ediyordu idi ki, bazen bu ikinci gönderilen bir kaç saat-den tutunda, bir kaç güne kadar gecikme ile emri ulaştıraca­ğı yere varmaktaydıki, yapılması istenen ikinci emirken, tat­bike konan birinci emir devam etmekte böylece başarısızlı­ğın kapısı kendi ellerimizle açılmış, başarı kapısı ise kapatıl­mış oluyordu. Şunu ilâve etmek gerektirir ki, Sultan Abdül-hamid'in, risalemizin kahramanı Gaazi Ethem Paşa Hazretle­rinin kumandasında yapılan "1897 Osmanlı-Yunan Muhare­besi" adlı savaşda filim çekecek ekibi dahi vazifelendirdiği bilgilerinize sunulur.

 

Biz; 1989 senesinde müstear adımız Hasırcızâde imzasıyla kaleme aldığımız "2. ABDÜLHAMİD HÂN ve OSMANLİ - YU­NAN MUHAREBESİ" adlı çalışmayı belgesel bir roman hâlin­de şimdi maziye karışmış bulunan Beyazsaray Kitapçılar Çarşısında 26 nomeroda kâin FERŞAT Yayınlarından neşret­tiğimizde bu zaferin 92. Yıl dönümünü idrak etmiştik. Biz bu kitabın hemen ilk sahifesine şu kanaatimizi dere etmiştik: 1897 harbi AbdÜl hamid Hân'ın kendi iradesi ile açtığı ve kazandığı tek muharebedir" İşte bütün bu malumatdan son-Konuşan Gaazi Kumandan müşirandan İbrahim Ethem Şa Hazretlerinin şu kısa biyografisinden sonra sözü bu  Gaazi'ye bırakalım: İbrahim Etham Paşa; 1844 senesinde İstanbul'da dünya'ya geldi. 1293/1877 Osmanlı Rus savaşında Plevne'ye ulaştırdığı, mühimmat ve erzak desteği sayesinde savunmanın uzamasını temin etmesi büyük tak­dirlere mazhar olmuştur. Yine bu savaşlar serisinde yer alan Dubnik muharebesinde ağır yaralar almakla beraber hayatta kalması nasip oldu. Gaazi unvanı buradan intişar etmektedir. Savaşın nihayetinde paşalığa irtika eden yâni paşalığa yük­seltilen İbrahim Ethem Paşa, 1895'de müşir yâni mareşal rütbesine terfii ettirildi. Çok terbiyeli ve nâzik bir zat olmakla beraber meslek-i celilei askeriyyede büyük malumatlı ku­mandanlar arasında kabullenilmiştir. Yâveran-ı ekremdendir yâni padişahın fahri yaverlik rütbesi tevcih ettiği herkesçe malumdur.

 

Bütün dünya 1897 Osmanlı-Yunan muharebesinin aynı zamanda "Dömeke Meydan Muharebesi" olarak yâd eder. Meydan muharebesi kazanmış kumandanlara Gaazi rütbesi vermek bizim eski bir geleneğimizdir. Ethem Paşa 2. meşru­tiyet sonrasında hâttâ Sultan Hamid'in tahtdan, indirilmesin­den sonra Gaazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, ki bu kabine için de ayrıca üç tane eski sadrıazam bulunması hasebiyle Büyük Kabine adını almıştır ki, Müşirandan İbrahim Ethem Paşa bu kabineye Harbiye Mazın sıfatıyla alınmıştır. Kabine­nin düşmesinden sonra paşa, siyasetin dışında kalmayı ter­cih etmiştir. Rahatsızlanan İbrahim Ethem Paşa Mısır'a gitmiş ve orada son nefesini vermiştir. Cenazesi o dönemde dahi is­tanbul'a getirilerek Eyüb Sultan'da ebedi makberesine tevdi olunmuştur. Vefatında Ethem Paşa h. tarih olarak 67 yaşında olup, m. târih olarak 65 yaşında idi. Mevlâ rahmet eylesin. Amin..

 

 

 

Gaazi Ethem Paşa Anlatıyor

 

 

Bir Gaazi'nin ifadesi: umûm hudud-u yunaniyye kuman-A m müşirân-ı izamdan Devletlû ibrahim Edhem Paşa Haz-ptlerinin ifadey-i beyanı aşağıya alınmıştır. Son muharebe­nin çıkış sebebi ve safahatı yâni Osmaniı-Yunan savaşının vukubulmasının sebebi ve bölümleri:

 

r.  1313/m.  1897 Osmanlı-Yunan savaşının çıkışının bir müddetten beri müslüman ve hiristiyan ahali arasında Girit adasında çıkan karışıklıkların sebeb olduğunu herkes bil­mektedir. Ancak asıl sebeb ise mezkûr ada'ya, Yunanis­tan'dan bir plân ve program dahilinde göç eden Rumlar: i yerleştikten sonra, geliş sebebleri olan huzuru bozma hare­ketlerine giriştikleri ve Yunan krallığının bu girişimleri gizlice desteklediğinin pek net bir şekilde kendini göstermeye baş­lamış olmasıdır. Geçtiğimiz; 1312/1896 senesi başlangıcına kadar devam eden karışıklıkların teskin edilip sona erdiril­mesi için hükümet-i seniyyei Osmaniyye çeşitli tedbirler aldı. Bu tedbirler içinde avrupanın büyük devletlerinin tavassut ve ricası da göz önüne alınarak Girid adasına bir hiristiyan vali tâyini dahi devlet-i âliyye tarafından uygun görülüp, lâzım gelen tâyin yerine getirilmiştir.

 

Vali tâyini sonrasında yine tavsiyelere uygun olarak vede Yatkın davranan babıâlî bir takım idari ve hususi işlerde İsla­hat yapma gayretine de girişmiştir. Ancak bu niyeti taşıma­yan hiristiyan mahfiller ve bu asayişsizliği sağlamak niyetiyle irid adasına yerleşen anarşist göçmenler, Osmanlı devleti­min bu hayra dönük çalışmalarından hiçde memnun kalmamışlar, üstelik ıslahat çalışmalarını kendi karanlık emellerine ^ani olacak bir harekât olarak vasıflandırmışlardır. Bu bakından Ada'nın asayişinin bozulmasının temini için var güç-er'yle çalışmalarını hızlandırmaya başladılar.

 

Nihayet; Yunan hükümeti bu karışıklığı güya durdurmak için Ada'ya asker göndermeğe başladı. Bu hareketin sebebi hakikisi Girid Adasına el uzatmak ve bu işi sabır ve sebatla sürdürüp, Ada'yı megalo ideal konsepti içinde Yunanistanın olmasını temin etmek ten başka bir şey değildi..

 

 

 

Yunan'lıların Faaliyetleri

 

 

Girid Adasını Megalo Idea telakkisi içinde Yunan sancağı altına alma işini becermek için dışı başka içi daha da başka maksatlar taşıyan faaliyetlere koyuldular. İlk iş olarakda; Av­rupa devletlerinin bilhassa büyük addedilenlerine yılmak üze­re Yunan Donanmasının, Akdeniz'de bir manevra icra edece­ğini bildirdiler. Bununda maksad-ı hakikisi bahse konu de­nizde manevra yapıldığı ve bu manevra yapan donanmanın kuyruğuna gizlice takacakları Girid'e müteveccih onüç savaş gemisi ile general Vaso komutasında 2300 asker çıkarmayı planlamışlardı. Bu manevra, yapılacak tebliği Girid üzerinde operasyonu bir nev'i maskelemekti. Nitekim bu menhus plân yürülüğe kondu ve çıkarma yi başardılar. Çıkarmanın akabinde de Girid Adasında asayişse hiç vakit geçmeden ih­lâl olmaya başladı. Girid Adasında bu faaliyetleri sürdüren Yunan emelleri başka bir bölge de yâni Preveze liman şehrin­den Sarakurya'ya kadar olan hattın karşısına 13 harp gemisi marifetiyle 27 bin piyade askeri, üçyüz süvari yanında 40 top ihraç etdi. Mücve'den Selanik körfezindeki Hatıpkapısına kadar başta, Kalabaka, Tırhala, Tırnova, Nezeros, Rap şani istikametlerinde de 56 bin piyade askeri 700 süvari ile 84 top göndermekle beraber teşkil ettirdiği alaylar sayesinde kollar hâlinde hudud boyuna yayıldılar.

 

Yunan kraliyet hükümetinin beynelmilel ve milletler arası hukuk anlayışına mugayir olan bu harekât-ı askeriyyesi, Av-rupanın ileri gelen devletlerinin telaşlanmasına sebeb olduy-kısa zamanda bu telaş gösterenlerin genişlemesi muhtar savaşı önlemek maksadına dönük olmakla beraber tem       rafını tercihe dönük bir tedbiri almaktan imina da Yunan tardım"                                                  ....         ,

 

d'ler Her avrupa devleti birer ikişer gemi göndermek ve 6  yi 'le civarını abluka almak istikametinde hareket etdiler. var ki bundan artan Yunan tehdidi kendini iyice göster­ge başladı. Zulümler bir kaç misli artış gösterdi. Ada ve Osmanlı-Yunan hudud boyunda görülmeye başlayan vahşice Yunan saldırıları, Osmanlı hükümetini olayları dikkatle takip­ten, tedbir alma kararına getirdi.

 

Bilhassa bu taktikde Avrupa büyük devletlerinin eğilimi mercek altına alındığından Yunan ordusunun daha tehditkâr ve Osmanlıya hak verdirici çıkışlar yaptığının anlatılması is­tikametinde kararlar alınırken, hudud bo- yunu takviye için askerin sayısı yükseltilirken, ayrıca Yanya ile Alasonya ko­lordusu ihlâl olunan hudud boylarına kaydırıldı. 25 bin piya­de, 300 süvari ve 50 top sevkı yapılırken, Alansonya istika­metinde de 88 bin piyade, 27 bin süvari yanında 252 adet topun gönderildiği gözlendi.

 

Yunan'ın Etniki Eterya denmekle tanınmış fesad cemiyeti­nin baş serserilerinden Govsiyos adlı bir Yunâninin yaptığı ac.sk çağrı üzerine Kalabaka'da içlerinde Yunanın emekli ol­muş subayları da dâhil olduğu halde sayıları 3500 kişiyi bu-'an gönüllü toplanmış'oldu. Govsiyos toplanmış bulunan bu gönüllü birliklerini toplamış papaslarında bulunduğu usûlüne uygun âyin ve dualarlc. birlikte yemin ettirmişti. Bahse konu gönüllüler üç guruba taksim olunmuş böylece üçlü çete te­şekkül ettirilmişti. 27/mart/1313-1897'de saat dokuz sırala-nnda askeri kıyafetlerinden sıyrılmış olarak yâni başıbozüls e|biseleri üzerlerinde olduğu halde 1500 kişi ve beraberlerin-adetde top olmak üzere Köprüboz ile Miçova arasındaki nVa taraflarından hududumuzu aşmışlardı.

 

Hemen 2 gün sonra 29/mart/1313-1897'de cuma günü yine askeri kıyafetlerini taşımamak suretiyle sanki başıbozuk harekâtıymış gibi gösterebilmek için tercih olunduğu pekâla anlaşılıyordu ki beşbin kişi Dışkat mevkiine hücum etmiş ve yine o gün 2 alay ve beş tabur Rapşani taraflarından gelip Kuzuköy civarına, yine piyade ve süvari müştereken yekûnu 9 bin kişiyi bulan diğer bir kuvvet de, Narda köprüsüyle, Ga-ramince cihetlerine üç ayrı kola taksim olmak suretiyle pek şedid saldın başlattılar. Osmanlı askeri bu şiddetli taarruza karşı önce savunmaya geçti. Peşinden, savunmayı hücuma geçme kertesine taşıdıktan sonra ve uyguladığı bu taarruz esnasında 2170 Yunanlı harp sahasında cansız yatarlarken 34 kişide Osmanlı askerinin eline beraberle-rinde 5 adet top­la esir düştüler. Ayrıca 22 adet at'ın binicisi, artık Osmanlı askeri olacaktı. Çünkü bu atlarda, harp ganimeti olarak or-du-yu şahanenin eline geçmişti.

 

Yine 29/mart gecesi saat 21 yâni 9 sularında içinde 700 asker bulunan orta büyüklükte 2 gemi Preveze limanı Önleri­ne geldi. Hâmil olduğu askerleri tam karaya çıkartmak üze­reyken, istihkâmlardan açılan ateş ve gösterilen mukavemet üzerine iki gemiden biri içindekilerle beraber sulara gömülür­ken olanı biteni gören diğer geminin kumandanı selameti fi­rar yoluna düşmekde buldu.

 

Yunanlılar bu tarz izaç hareketlerini daha sık yapmaya başlarken, bizim tarafta da bıçağın kemiğe dayandığını gö­renler bu hâlin daha da devam edeceğine kanaat getirdikle­rinden, 5/nisanda başlatılan Yunan harekâtı 5 cihetten üzeri­mize gelmeğe başladığında Osmanlı kabinesi de Yunanlılara ilân-i harbe karar aldı.

 

 

 

Alasonya Ve Civar Muharebeleri

 

 

Alasonya Ordu-yu hümayununun 1. fırka kumandanı sa-adetlû Hayri Paşa Hz. lerinin toplanma ve tanzim yeri Domi­nik mevkii olup, Raveni geçidiyle, Beydeğirmeninden Varda-kosa'ya kadar olan hudud civarından saldırıya çalışan Yu­nanlılar ile yapılan çok kanlı bir savaş sonunda düşman tara­fında üç yüksek rütbeli subay, kalanı nefer olmak hasebiyle bir hayli kişinin savaş alanında biruh kalması gerçekleştiril­miştir. Ayrıca düşmanın 2 topu da ele geçirilmiştir. Bu müna­sebetle havalide bulunan düşman ya öldürülmüş ya da terk etmeye mecbur bırakılmıştır.

 

2. fırka komutanı saadetlû Neşet Paşa Hz. lerinin merkezi İskombe mevkii olup, Semertepe'den Lisvaki tepesine kadar olan kısmın hududunun muhafazası adı geçen paşamızın muhafızlığına emanet olunmuştu. Bu fırkaya bağlı Ceİâi Pasa livası 1313/1897 nisan ayının 5. gecesinde Pırnar istihkâm­larına Papalivadya tepesi ile buraya ait istihkâmları zapt etdi.

 

Abdülezel Paşa Hz. leri livası da Semertepe ve Gavan Ovası ile Tırnova'ya hâkim, Ayaheyl ve Lisvaki ciheti istika­metinde bulunan düşmanların karşısında pek şedit savaşlar yapmak suretiyle bunların harekât hattını al- lak bullak et­mişti. 7/nisan/1313-1897 târihinde Abdülezel Paşa şehadet şerbetini nûş etmiştir. Şehid-i mübeşşir Abdülezel Paşa da­ha önce sol kolundan yaralandığı için, ısrarlara rağmen atın­dan inmemiş, ikinci defa isabet almış bu seferde sağ kolun­dan yaralanmıştır. Buna rağmen, atının üstünde savaşa de-varn etmekte ısrarlı davranmış üçüncü isabet bu sefer göğ­süne olduğundan şehadete vesile olmuştur. Askerlere olan vasiyeti; Lisvaki tepesini zaptetmeğe çalışmak ve zaptettik-ten sonra orada kazılacak bir mezara gömülmesiydi. Lisvaki TePesi 1 l/nisan/1313-1897'de zapt olunabildi.

 

Efendim biz burada sadeleştirmeye çalıştığımız risaledeki Abdülezel Paşanın şehadetiyle alâkalı bilgiye itiraz babında olmamakla beraber, bir açıklama getirmek ve de daha geniş ve sonucu kesin olarak verilmiş defnedil- me olayı da dâhil olan bir başka kaynağın aktardıklarını hemen bu satırların içine koymayı vazife addettik.

 

Bu kaynak bahse 1313/1897 Osmanli-Yunan muharebe­sinin cephesinde bizzat üsteğmen rütbesiyle çarpışmış bulu­nan ve mükemmel bir kalem erbabı olan eserlerinin bir çoğu Muallim Gücüyener yayımları arasında neşrolunmuş bulunan Ziya Şâkir merhumun bildirmiş olduğu Abdülezel Paşanın şehadeti bölümünü "Abdüihamid Han ve Osmanlı-Yunan Muharebesi" adıyla 1989'da Ferşat Yayınları arasında müste-ar adımız Hasırcızâde ismiyle neşretmiş bulunduğumuz kita­bımızdan alıntılamak suretiyle okurlarımıza daha doğru oldu­ğunu sandığımız bilgiyi ve şehid-i mübeccel Abdülezel Paşa­nın merkadinin ve şahadetinin bütün safahatıyla bilinmesine aracı olmaktan başkaca hiç bir kaygımız yoktur. Şu halde bahsettiğimiz çalışmanın 54. sahifesinde yer alan "Abdülezel Paşa'nın şehadeti" başlıklı bölümü aktaralım efendim: "Milo-na geçidi zapt edilmişti. Fakat Yunan ordusu bu geçidi istir­dat (kurtarma) için hareketlere başlamıştı. İlk Önce Menek­şe Tepe üzerine saldırıp orayı kurtarması gerekiyordu. Çün­kü Menekşe Tepe 18. alayımızın elindeydi. Bu alay canını dişine takarak tepeyi ele geçirmiş, şimdi harikalar göstere­rek savunma yapıyordu. Menekşe Tepenin yanında hâkim bir tepe olan Pirnar Tepe yunanlıların elinde idi. Yunanlılar bu tepenin tanıdığı avantajlardan çok istifade ediyorlardı.

 

Edhem Paşa erkânı harplerini toplamış, durumu müzake­re etmiş, Pırnar Tepenin behemahal ele geçirilmesini karar altına almıştı. Pırnar Tepeye hücum edecek tabur seçilmişti. Bu tabur İnebolu Taburu adiyla anılan bir taburdu. Bar­tın Taburu da takviye olarak bu tabura yapıştırılmıştı.

 

Çok kanlı bir mücadele sonunda şanlı sancağımız Pırnar Tepeye mübarek bir el tarafından dikilmişti. Bu mübarek elin sahibi; 74 yaşında olmasına rağmen liva kumandanlığı görevini deruhde eden Hafız Abdülezel Paşa idi. Tepenin ele geçirilişinde bir manga kumandanı gibi uzun kılıcıyla düş­manla göğüs göğüse çarpışmış, göbeğine kadar uzanan sütbeyaz sakalı düşman kanlarıyla ıslanmıştı. Pırnar Tepe­den tard edilen düşman; top ateşini kaybettikleri tepenin üzerine teksif etmişler ve cehennemi bir ateş yağmuruna tutuyorlardı. Abdülezel Paşa kahraman askerlerini bu ateş cehenneminden korumak için kendi elleriyle biraz evvel ele geçirdiği ve mükemmel sayılacak siperlere yerleştirmişti. İnebolu ve Bartın taburları kumandanlarını da siperlere sok­muştu. Kendisi ise siperlerin üzerine çıkmış, boynundaki dürbünü gözlerine götürüp, her bir ciheti tarassuta başla­mıştı. Uzun boylu narin yapılı ihtiyar delikanlı, fütursuz ola­rak tarassutuna devam ediyordu. Rüzgâr esmekte, paşanın sakalı uzunluğu yüzünden Hz. Ali (K. V)nin Zülfikâr adlı kılı­cı gibi ikiye ayrılmış mübarek çenesinin iki tarafında uçuşu­yordu. Öte yandan düşman ateşinin kesafeti artmıştı. Yer­den taş, toprak kaldırıyor ve başka yerlere savuruyordu. Te­penin üzeri adeta bir kevgire dönmüştü. Siperden bazı za­bitler fırlamışlar ve "paşatbaba çok ihtiyatsızlık ediyorsu­nuz. Allah (c.c) sizi başımızdan eksik etmesin hiç değilse s'pere inseniz" diye adetâ yalvarıyorlardı. Abdülezel Paşa "evlatlarım ben ilk katıldığım savaştan bu güne kadar hiçbir zaman sipere girmedim. Ben takdiri İlahiye inanmış bir in­sanım. İnsan Ölümden ne kadar kaçarsa kaçsın bir gün °lür. Ben yetmiş dört yaşındayım, askerliğin en yüksek rüt­besi olan şehidlik, benim kavuşacağım en büyük mükafat

 

olacaktır" Diyordu. Düşman ateşi son haddini bulmuş artık siperdekiler başlarını kaldıramaz hâle gelmişlerdi.

 

Paşa; heybetle dimdik ayakta, dürbün gözlerinde taraş-sütuna devam ediyor adetâ siperdekileri koruyordu. Birden­bire sarsıldı, elindeki dürbün bir kaç metre öteye fırladı. Pa­şanın her iki eli iftitah tekbiri ahrcasma kulaklarının hizası­na gitti. Evet; paşa nihayet vurulmuştu. Bir kaç nefer onu almak için siperden fırlamak istedilerse de paşa yine onları korurcasına siperin içine mehmedçiklerinin kucağına düşü­verdi. Bir gru kurşunu alttan gelmiş, çenesinin altından gi­rerek damağına saplanmıştı. Akan kanlar, yılların Gaazisini şehidler zümresine katarken, sütbeyaz sakalı kendi kanıyla al sancağın rengine boyanıyordu. Bu fecî, fecîi olduğu kadar muhteşem manzaraya şâhid olanlar ağlamaya başlamışlar­dı. Durumu uzaktan takip etmekte olan tabur komutanla­rından biri, soğuk kanlılığını kaybetmemiş "askerler sîz şe-hidlere ağlanmayacağını bilmezmisiniz? Sizin artık yapaca­ğınız, bu muhterem ve muhteşem komu tanımızın intikamı­nı almaktır. Süngü tak.. İleri!" komutasını vermişti. Yerden gelen mermilere, üstten düşen bombalara aldırmayan şanlı askerimiz, süngülerini takıp bir sel gibi düşmanın üzerine adeta uçtular, onları bulundukları yerde kesin bir mağlubi­yete duçar ettiler. Böylece Papa Livadya mevkiide, şehid Abdülezel Paşanın askerinin zaferi ile elimize geçmiş oldu.. Abdülezel Paşa bu savaşın ilk şehid paşası oluyordu.. Ab­dülezel Paşanın naşı düştüğü siperden alınmış eller üzerin­de taşınarak Alasonya'ya getirilmiş üzerindeki elbisesiyle, boynunda asılı rovelveriyle Çarşı Câmiinin avlusunda hazır­lanan kabre defne dilmiştir..."

 

İşte Abdülezel Paşanın şehadeti hakkındaki izahımız bura­da tamam olmuş oldu. İstedikki dünyada bir şey kalmasın nihân.

 

 

 

Milona Muharebesi

 

 

Bu muharebeler 5/nisan/1897'de cuma akşamı başladı. Bu savaşın Memduh Paşanın 3. Fırkasından 6. ve 4. Haydar paşa fırkalarından 5 tabur asker, düşmanla süngü süngüye aelmiş ve Yunanlılara 2400 kişilik telefat verdirmiştir. Bu te­lefatın artmasından korkan Yunanlılar selâmeti bozgun halin­de de olsa firarda bulmuşlardır. Böylece Menekşe Tepeleri ve Milona Geçidinin büyük bir kısmı askerimizin eline geçmiştir. 8/nisan/1897'de Kırçova Köyü zapt edilip, onbir kişi esir alı­nıp bir haylice savaş malzemesi elde edilmiştir.

 

Mirliva saadetlû Nâim Paşanın taht-ı kumandasında olan 8 tabur piyade ve 6 tabur seyyar batarya, Milona Derbendin­den Teselya toprakları sayılan Karadere kaynağına kadar ilerleyip, Karacaviran Köyünü ele geçirmiştir.

 

Merkezi Dışkat mevkii oian Hakkı Paşanın 5, fırkası Gre-bene ve Dışkat'a bağlı Miçveh taraflarında Mila'dan Vardako-şe'ye kadar hudud üzerinde bulunan merkezleri muhafaza ederek o bölgede düşmanı büyük zayiat ve telefat vermeye duçar eylediği gibi 9/nisan/1897'de Nâim Paşa idaresi altın­daki süvari kolordusuyla, Yunanlıların 3 süvari bataryası ve 12 tabur piyade erinin kaçış yolunu kesmek suretiyle, Kuzu-köy fırkası arasında sıkıştırıp, tazyik İçin Milona'dan Dere!i Merası istikametine inip merkezi Kuzuköy olan Hamdi Paşa­nın 6. fırkası ile beraber bulundukları yerlerden savunma ya­parak Bayraktar taraflarında Kodoman ve Kâlfeti Tepelerin­den püskürttüler.

 

Haldun Paşa fırkası; Yenişehir ovasına doğru ilerledi. Ham-di Paşa fırkası Neziros ve Piatmona cihetlerinden vukubulan Şiddetli hücumları def ettiği gibi düşmanı hududdan ricate rnecbur kılıp,  1 1/nisanl 897'de Neziros. Rapşani ve havalisiyle, Bababoğazı'nı zapt etdikten sonra, Yenişehir Ovasında Memduh ve Hakkı Paşaların askeriyle birleşti.

 

 

 

  Yanya Civarındaki Muharebeler

 

 

Rûmî nisan'în altıncı, miladî nisanın ise 19. günü Yunanlı­lar savaş hattının her boyutunda yapmış oldukları şiddetli hücumlar sonucunda, Loros ve civarında bulunan Osmanlı 2. fırkası tarafından yapılan mukavemet sonunda Narda Köprüsü istikametinde bir zabit vede bir hayli asker kaybe­den safdırgan Yunan kuvvetleri ricata mecbur kalmışlardı. Bu savaşların neticesinde Yunanlıların elinde bulunan istihkâm­lar tamamen kurtarılmıştır. Yedi tanesi Aya-Mavro yönünden, geri kalanı da Narda Körfezinden gelip, Preveze üzerine bombardıman atışları yapan 13 tane Yunan zırhlısına, Hami-diye ve Yenikale istihkâmlarından atılan 15 cm.lik topların dâneleri, Makedonya isimli vapu a isabet etrniş 20/nisan 1897'de batmaktan kurtulamamıştır. Nisan ayının r. 14. m. 27. gününe rastyan pazartesi'ye kadar ara sıra olmak üzere Preveze üstüne ateş edildiysede izn-i İlâhiyle Preveze ve ci­varına bir zarar vermeye muvaffak olamamışlardır. Beşpınar ve havalisinde de şiddetli savaşların olduğuı görülüyordu. Vakit ilerledikçe bu savaş daha da çetinfeşti. Yunanlılar bu kapışmada da 300 kişiden fazla telefat verdiler. 219 yaralıları vardı. 62 kişiyi esir bırakmak suretiyle içinde bulundukları kaleyi terkle kaçmayı tercih etdiler.

 

30/nisan'da Kervansaray civarında toplanan 2 alaydan meydan getirilmiş piyadeler ve bir efzun taburu yâni eteklikli geleneksel Yunan askeri Osmanlı askeri ile tutuştukları mü­cadeleye dayanamayarak toplarından biri-ni derenin içine atarak Gomcadis istikametinde perişan bir halde firara ko­yuldular. Yine aynı gün Loros'un yeni caddesinde bulunan paşahanı'nın arkasında karşılaşılan Yunanlıların bir taburuyla ve ellerindeki üç parça toplarıyla ricata mecbur edildikleri görüldü.

 

r.21/nisan/m. 4/mayıs 1897'de askerlerimiz Loros kasa­basını işgal ve Narda karşısındaki Faik Paşa sırtlarına hâkim Gülperi Tepesini ele geçirmişlerdir. Üç gün sonra da Kamari-na ile Zalanikor Manastırında saklanan eşkiyalar tarumar edilip içlerinden dört kişi esir alınmıştır.

 

1897/14 mayısında Garaminca Köyünün üst tarafındaki boğaz ve sırtlardan ve Faik Paşa Tepesinin Garaminca cihe­tinden ve Kokunarya eteklerinden düşman Gariboh Tepesiy­le Kokanaryo üzerine şiddetli top ve tüfek ateşi teksif etmiş-sede Osmanlı askeri yaptığı mukabele sonunda Garamince çayırlarında düşmanı 33'ü zabit olmak kaydıyla binden fazla ölü vermeye icbar etmiş ve Papas Köprüsüne gelen düşman­da, firara mecbur edilmiştir. Eski Preveze, Nikolopulos cihet­lerine saldıran düşman, Osmanlı askerinin ateşi karşısında mukavemete takat getiremeyerek binecekleri vapura sürük­lemek suretiyle götürdükleri yaralılarından başka 200 kişiyi aşkın ölüleri savaş alanında yatmaktaydı. Preveze karşısında Yunda Tepesinde düşmanın yerleştirmiş olduğu olduğu bü­yük bir top ile Hazarkale, Saraytepe ve Kışla tarafları topa tutulmışsa da, yapılan şiddetli mukabele sonunda düşman burada da perişan edilmiştir. İşte Yanya civarında cereyan eden muharebeler bunlardan ibaret olup, Yunanlılar karşılaş­tıkları her birliğimiz karşısında makhur ve mağlup olarak harp meydanını askeri mize bırakarak kaçmaktan başka çâ­re bulamamıştır.

 

 

 

Teselya Topraklarının Fethi

 

 

1313'de Tırnova ve Yenişehir'in zabtı  12/nisan Tırnova, 13/nisan'da Yenişehir'in ele geçirilmesi gerçekleşti.

 

Ne varki buraları terkeden düşman kaçmadan önce hapis­hanelerdeki mahkumları serbest bırakmışlar ve bunlar bir çok yağma yaptıkları gibi askerimize ateş açmaktanda imti­na etmemişlerdir. Fakat bu atışlara önem verilmemiş kasa­baya girilme işi geri bırakılmamıştır. Böylece Yenişehir'in ele geçirilmesiyle 6 adet kale topu, 4 adet cebel topu ile 11 adet onbuçuk cm.lik top ele geçirilmiş ayrıcada bir hayli cephane ve erzak elde edilmiştir. 1. Fırka kumandanı Hayri Paşa hz.leri Tırhala üzerine yürüyüp Kotreh Tepesi altındaki Bü­yük Zarak Köyünü zaptetmiş ertesi günü de saat 9 civarında Yenişehir'den gelen Memduh Paşa ve onun 3. firkasıyİa bera­ber Tırhala'yı feth ve Osmanlı sancağını Tırhala Kalesine diktiler. Bu merasimin akabinde Padişah ve Halife Sultan 2. Abdülhamid hân'in ömrünün uzun olmasına ve hükümdarlı­ğının hayırlı ve uzun zaman devam etmesi istikametinde du­alar etdiler. Arkasından da, avrupa usûlü 21 pare top atışıyla hâl ve durum ilân edilmiş oldu.

 

Bu sırada gelen istihbari bilgiler Tırhala kasabası ve civar köylerine 20 bin adetten fazla silah ve cephane dağıtılmış ol­duğunu hatırlattı. Bunun üzerine ahaliden 24 saat içinde bunların teslimini yapması istendi. Devleti- mizin hududların-dan tard edilen yâni uzaklaştırılan ve tenkil edilen dışında Yunanlılardan Prens Kostantin'in komutasında olarak 30 bin kişi 6 adet topla birlikte Çatalca'ya ve Miralay Smolenski kumandasında olarak 18 bin kişiyle ve 24 top, Velestin'e çe­kilmek suretiyle 2. hattı orada tesis edip, savunmaya hazırla­nıyordu.

 

 

 

Çatalca Muharebeleri Ve Zaptı

 

 

Yenişehirden Neşet Paşanın 2. ve Hamdi Paşanın 6. fırka­ları batı yönünden Çatalca'ya doğru ilerleyerek, su vari fırka­sı ile Tırhala'dan gelen Hayri ve Memduh Paşa fırkaları Ça-talca'ya doğru yürüyüşe devamla 5 bin piyade 1 alay süvari ve de 2 batarya topçudan ibaret Osmanlı birlikleri sabahle­yin istikşafa yâni keşfe çıkıp is-tihbarat edecekken büyük bir Yunan kuvvetiyle karşılaşır. Artık müsademe kaçınılmaz olur. Çarpışma iki saat kadar devam eder ve nihayetinde Yunanlı­lar ricatten başka bir çâre bulamazlar. Bu arada Tırhala baş­ka bir sa hasında küçük bir Osmanlı birliği ile Yunan asken arasında meydana gelen çatışma yine askerimizin zafere var masıyla nihayetlenmiştir. Nisan ayının 23. günü Karademirci köyü civarındaki tepelere yerleşen ve toplarımda buraya ko­nuşlandıran Yunanlılar, Osmanlı askerinin kahramanca ve gözünü budaktan sakınmaz bir davra- nışla saldırması karşı­sında öyle bir tarumar oldular ki harp târihinin ender kaydet­tiği manzaradandı.. Demirci Köyü böylece elimize geçerken nisan ayının 24. günü Çatalca'nın kuzey taraflarına bakan ve ovaya hâkim Tekke Tepeleri ele geçirildi. Yunan prensi Kos-tantin o gün birliklerinin Driskoli civarında üstümüze saldır-ma-sını emretmiş ve mukabil Osmanlı saldırısı Yunan muka­vemetinin yetersizliğini ortaya koyuyordu. Çünkü yi-ne firar yoluna düşmüşler ve bundan dolayı da Driskoli, Tatar Köyü, Vasili köyleri tekrar Osmanlıya avdet etmiş oluyorlardı.

 

Yunanlılar; Çatalca kalesine yâni Akropoli'ye güvenip ya­kınlarda bulunan yüksek noktalara yerleşmiş ve şiddetle mü­dafaa ile mukavemete geçerek ecnebi gönüllülierin meydana getirdiği bir alay, ayrıca 400 efzun askeri (geleneksel eteklik-Ii Yunan askeri)nden mürekkep birlik epeyi saldırıda bulunmuşlar ve bunda hayli ısrara çalışmışlarsa da, 200 kadar te­lefat vermelerinden ayrıca 15 bin kişilik Osmanlı kuvveti karşısında ümidlerini kaybeden bu askerler yerine Prens Kostantin oldu ve gündüz harp alanını karanlığa terk eder­ken, insanın ayıbını gece örter anlayışı içinde ricat emrini gürültüsüzce verdi ve karanlıla beraber Dömeke yolunda ka­çışmaya başladılar. Bu ricat münhezim bir halde vukubuldu. Çünkü ne duyurmuşlar ne göstermekteydiler! Bu hâl onların yüzünün kara çıkışının bir foğrafıydı.

 

Osmanlı askeri Çatalca civarında 80 kadar köyü Osmanlı­nın hür ve âdil idaresine geçirmiş olmanın bahtiyarlığı içinde kaçan düşmanın arkasından, süvarisini kovalamaya gönder­mişti. Bu arada padişahın tebriki bu gaalip askere ulaşmış ve onları memnun kılmıştı.

 

" Üçler imdadiyla yazdım bilbedahe feth olundu / Avnî Hak' ile feth olundu Çatalca "

 

1313 Hafız Hocazâde Mücteba

 

 

 

Velestin –Golos

 

 

1313/r.nisan'ın 15. m.nisan'ın 28. salı günü Velestin hava­lisinde keşfe çıkmış olan Osmanlı Süvari alayından ikisi, bir seyyar batarya, Yunanlıların bir tabur ve bir bataryadan iba­ret olan kuvvetlerine rast gelmişti. Aralarında çıkan çatışma Çatalca taraflarından Osmanlı birliklerinden gelen takviye sayesinde avantajlı duruma geçmemize sebeb olmuştu ki Yunanlılarda Golos'dan gelen bir yardımcı kuvvetle kendileri­ni takviye etmişlersede, Ayvalı ovasında cereyan eden bü­yük kapışma neticesinde vede pek kanlı geçen çarpışma so­nunda, Yunan tarafı pek fazla ölü ve yaralı bırakırken, meclis üyesi Mösyö İskopliçi yaralananlar arasında olduğu halde firara koyuldular. Bu arada Hakkı Paşa fırkası 10 tabur piya­de, 2 tabur batarya dağ toplarıyla, Yenişehir'den hareketle Velestin üzerine yürüyerek 30/nisan günü saat 22.30'da Ve-îestin'e bir saat mesafede düşman ile savaşa tutuşmuş, gü­neşin batmasından sonra harbe son verilmiş ertesi günü sa­bahın erken saatlerinde yine savaşa girişilmiş pek şiddetli kanlı bir mücadele devam ederken 2 bin mevcudlu Hasan Paşa müfrezesininde oraya gelmesi üzerine takviye almış bu­lunan Osmanlı birlikleri, 8bin kişilik miralay Ismokenç fırka­sını, 3 istihkâm vede 4 adet avcı siperi ele eçirirken Yunanlı­lar bir daha perişan olmuşken bu arada Rizomilo Kalesini ele geçirme işlemi tamamlanmış oldu.

 

Yunanlılar Çatalcaya, Golos tren hattına hâkim iki geçidin girişindeki Velestin Kasabasını müdafaa edebilmeyi sağla­mak için büyük ormanla, 800 ayak yüksek uçurumla bir te­peden ve civarında bulunan, dağların tepelerinin ardında bu­lunan çukurlarda sipere girmiş olup güzel bir hatt-ı müdafaa teşkil ederken, Nâim Paşayı da; iyice zorluğa duçar etmişler­se de, r.l8/m.lmayıs'da cuma günü Osmanlı askeri tarafın­dan atılan toplar Veles-tin Kasabasıyla, etrafındaki istihkâm­ları tahrip ve büyük ormanda bulunan Yunanlıları kaçmaaya mecbur etdi ler.. Hakikaten Yunanlılar tarafından yağdırılan gülleler dehşet vericiysede, adeta dolu danesi gibi yağdırılan binlerce tüfenk kurşunlan altında yağdırılan gülleler gölge­sinde hayret verici bir sü'rat ile yürüyüşe geçen Os manh kahramanları, bahse konu uçurumlu tepeye ve sarp dağlara tırmana tırmana çıkıp düşmanı perişan ettikten sonra Yunan  elinde bulunan bütün istihkâmları ve mühim mevkıileri  geçirmeyi başardılar. Oralar dan firara mecbur edilen Yu-nan askeri, yardımcı kuvvetlerle takviye olunarak gücü artmış olduğundan bir daha saat dört raddelerinde Osmanlı as­kerinin üzerine şiddetli hücumlar yapmaya başlamıştı.

 

Onlar Osmanlı ricat hattını kesmeye uğraşırlarken ve bu uğraşdan bir başarı elde edemezken, Nâim Paşa küvetleri bunların üzerine öyle bir savlet ettiki ricat yolu Yunanlılara lâzım geldi. Osmanlı süvarileri bunların peşine düşerken, topçumuzda bunların peşinden yaptığı atışlarla hayli telefat verdirmekteydi..Nisan ayının 24.günü olan perşembe günü Yunanlılar Osmanlı askeriyle bir daha kapıştı. Cesaret ve atiklik unsuru şiddetli mukavemetin başını çektiğinden ve Osmanlı askerinin böyle olmasından dolayı düşman hücum­lar karşısında bunaldı ve nihayet meydân-i harbi zaferin gü-lümsediği Osmanlı askerine terkten başka çâre bulamadı. Bu kuvvet disiplinsiz ve başıboş bir halde kendiliğinden ikiye bölünmüş olarak bir kısmı Golos istikametinde savuşurken diğer gurubun ise Ermiye istikametinde canlarını kurtarmak gayesiyle firar yoluna düştütüğünü görüyoruz ki gördüğümüz bir şey daha varki o da, can kaygısına düşmüş Yunanlının si­lah ve cephanesini yerlere bırakarak gitmesi idi ki, bu asker­liğin yüz karası sayılan bir davranıştır.. Tabii bu arada Ce-nâb-ı Mülükânenin ikramıyla Velestin'i zapt etmek Osmanlı askerine nasip oldu. Beyit:

 

"Güher sözle Nuri târihin yaz /Velestin zapt oldu Barekâl-

 

lah" ve yine bir beyit:

 

"Mücevher gelin ile vakanüvisan târihin yazsun Velestin de alındı dest-i düşmandan mübarek bâd"

 

1314 Dâvavekili Selanikli Nuri

 

 

 

Golos'ün Fethi

 

 

Velestin'den muzmahil bir halde Golos'a firar eden Yunan­lılar, Golos'da asla savunma yapamayacaklarını bü yük bir kalp açıklığıyla idrak ederek Osmanlı askeri oralara erişme­den, uğurlu ayaklarını bunların bulunduğu yere basmadan fi­rar etme işini kararlaştırdıkları gibi üstelik hapishanelerde bulunan haşeratı yâni mahkûmları halas etmişlerdi. Hapisha­neden çıkan bu kaatil, kutela herifler ev ve dükkânları yağ­maya başlamışlardı. Bu vaziyeti gören rnevcud konsoloslar burada yaptıkları bir toplantıda ki bunda Fransa, İngiltere konsoloslanda bulunuyordu aldıkları karar serserilerin yay­masından şehri korumak için bir temsilci heyet kurdular. Bu heyet 26/Nisan'da saat sabahın onbuçuğunda Müşir Edhem Paşayı ziyaretle şehri bir an evvel işgal etmeleri üzerine ri­cada bulundular. Emekli erkânı harp albay Enver Bey ile on taburu bulan Osmanlı askeri Golos üzerine hareket ettirilmiş bulunduğundan konsoloslara münasib bir lisanla cevaplar verilmiş ve geri gönderilmişlerdi. Yukarıda belirttiğimiz gibi Golos'tan ümid kesmiş Yunanlılar, mevcud toplarını ve sak­ladıkları erzaklarıda tren vagonlarına doldurarak bir gün ev­velden kaçmış olduklarından dolayı o gün saat üç sıralarında Osmanlı askeri hiç bir vukuat olmadan Golos'u işgal ve zap­ta muvaffak oldu. Kasabaya yalnız bir tabur Osmanlı askeri girip geri kalanları da surlaftn haricinde bulunan Maçora te­pelerine yerleşmiştir.. Eeyit:

 

"Alınca müjdei teshiri yazdım güherin târihi Golos şehri dilârası mübarek bâd İslama"

 

Hafız Bahâ 1314

 

 

 

Dömeke Zaferi

 

 

Çatalca muharebesirde kaçmayı namusuna yediren vede böylece esir düşmekten kurtulan Prens Kostantin; Otris adıy­la meşhur Cebe!-! Şahika'ya can atarak Dömeke'ye erişen imdad kuvvetleriyle beraber 25 bini aşan sayıda askerle Dö-meke ve civarı bulunan tepelere yerleşip geçidleri tutmuş ve bu suretle müdafaaya fevkalâde müsaid üçüncü bir hattı kurmaya muvaffak olmuşlardı.

 

Ne varki Çatalca'dan beri dövüşe dövüşe Dömeke önleri­ne gelen Osmanlı askeri, mayıs ayının 1. günü Yu-nanhların iki cenahına birden aynı anda hücuma geçtiler. Daha sonra Prens Kostantin'in başında bulunduğu ordu idare merkezi üs­tüne şiddetli hücumlar yapıldığını görünce Osmanlı kuvvetle­rinin üzerine yağmur gibi top güllesi ve mermi yağdırtmıştı. Bu sayede mukavemeti bir^z uzamışsada, bu ateş gücünden yılmayan Osman'a askeri bomba demeyip, mermi demeyip hedefinin üstüne büyük bir kararlılıkla gitmeye azimkar oldu­ğunu sergileyince Yunan tarafında tereddütler yine görülme­ye başladı. Neşet Paş?: fırkası artık Yunan ordu merkezi üstü­ne bitirici hücuma kalktığında târih 5/Mayıs pazartesi'yi gös­teriyordu. İşte çok geçmedi ki şanlı sancağımız Dömeke ka­lesi üzerinde naz!) nazlı dalgalanmaktayken, Yunanlılar 1600 ölü 2 top, 10,5'luk ve 7,5'luk 3 kıta balyemez topu ve bu toplara ait mühimmatı, sayısız tüfenk ile 3 bin sandık cepha­neyi ve de kaledeki bütün erzak depolarını içindekilerle bera­ber yakarak perişan bir halde yine firar yoluna düşmüşlerdi. Beyit:                                    

 

"Ol demde ki aksey'ei avâzei Allah u Ekber eflâke Allah Allah! Zabt olundu yed-i yunan'dan Dömeke"

 

1314 mülazimsâni Hüsnü

 

 

 

Ermiye'nin Fethi

 

 

Birbirini takip eden fetih ve istilaların çeşitli yerlerden gay­ri muntazam şekilde Ermiye'ye iltica eden Yunan'in firari as­kerleri ve Smolöski livası, oralarda müstahkem mevkıilerde toplanmışlar ve Dömeke ile bağlantı kurmaya çalışmışlarsa-da, Hakkı Paşanın 5. fırkası Yunanlıların bu emellerine niha­yet verecek tedbirleri mâhirâne bir tedbirler dizisiyle, Döme­ke ve Ermiye gibi pek mühim mevkıilerin orta yerinden mevcut kuvvetleri ile hareket ederek fevkalade bir şiddetle Ermiye'ye ve hattı harekâtı üzerinde mevkii müstahkemlere; yâni yürüyüş yolu üzerindeki siperlere hücumlar yapmak su­retiyle Yunan askerinin bu kesif ve cesurâne hücumlar karşı­sında yine kaçmağa başlayacağından emin olarak neticeyi beklemeğe başladığı görüldü. Nitekim çok geçmeden Yu­nanlılar Ermiye'yide Osmanlı askerine bırakarak firar yoluna düştüler.. Kara yoluyla firara teşebbüs edenlerin cesur Os­manlı askerinin takibinden ve pençei kahrından yâni bitirici sillesinden nasiplerini aldılar. Yunan 7. alayının bütün mev­cudundan ancak 120 kişi sağ kalmıştır. Bundan böyle gayri muntazam şekilde kaçma yolunu tercih etmiş, kimi denize atılıp, kimisi sandallara can atarak Yunan gemilerine çıkmış ve bir kısmı dahi nereye kaçacağını şaşırıp, Zeytun (Lâmiya) kasabasının Termopil Geçidine doğru firar etmişlerdir. Ermi­ye 5/mayıs/1314-1897'de*Dömeke zaferi sonrasında, Os­manlı askerleri tarafından ele geçirildi.Beyit:

 

"hamd olsun her harpde yüzümüz ak / Bu günde Ermiye  oldu bak!"

 

1314 Hıfzı

 

 

 

Mütareke İlânı

 

 

Âvns inayet-i hazeratı bârî ile cümle muvaffakiyyat-ı se-niyyeden olarak asakiri muzafferei şahanenin kazan-mış ol­dukları fetihlerin üzerine binlerce ölü ve yaralı, esir ve sâîre vererek mukavemetden aciz kalan Yunan kralının büyük devletlere iltica etmesini gerektiren ve vukubulan iltimas ve ricalardan nâşi şartların tâyini için, sulh için geçici mütareke imzalanması icâb etmiş ancak sulhun, Osmanlı menafiine ve hukuka bağlı olarak ve hâlen ve istikbalen yâni o günlerde ve de gelecek günlerde asayişin temini ve sulhun devamının sağlanacağı şekilde şartlara bağlanması, iki tarafın orduları arasında aynı anda düşmanlığı terk etmeye ihtimam olun­ması şartlarıyla, Osmanlı ordularının harb harekâtını geçici olarak durdurulması, halifei ruy-i zemin ve padişahî devlet-i Osmaniye Sultan 2. Abdülhamid hân hazretleri tarafından 1313/r.mayisının 6. günü mütareke imzası kararı alındı. Be­yit:

 

"Söyledim bir şevkle târihi oldu bu yıi Fâtih-i buldan rumi kamran Abdülhamid"

 

Hocazâde Hafız Micteba 1314

 

Muhterem okurlarım! İşte bir Gaazi'nin Beyanı adlı çalış­mamızı harf devriminden bu tarafa ilk defa lâtinize ederek eski yazı okuyamayanlara bu beyanları duyurma şansını, bu târih çalışmamızla bulduk. Böylece kütüphane raflarında unutulup gidecek bir risale daha okunabilme imkânına ka­vuştu ve târih kitabımızda yer almış oldu. Esefle ifade et­mek isterim ki; bu risale elime geçtiğinde yaprakları hiç açılmamıştı yâni hiç kimse benim elime geçen nüshayı oku­mamıştı. Ne yazık değilmi? Kitabın basımından bu yana doksan yıl geçmiş ve büyük bir zaferin kumandanı beyan ediyor ve bu kitabı edinenler bana gelene kadar okumuyor­lar aziz okurlarım. Bu ilim ve irfan alemindeki bulunduğu­muz yeri gösteren bir karinedir efendim..

 

 

 

Bir Şehidin Târihçe-İ Hayatı

 

 

Aziz ve muhterem okurlarım; bu defa karşınıza yine kü­tüphanelerin izbe köşelerinde kalmış, ebad-ı münasebetiyle kimsenin pek bakmadığı bir risale ile sahifelerimizi süslüyo-ruz. Çocuklarımızın; daltonlar, üç silahşörler, himenler, Robin hudlar gibi gayri islâmi insanların hayatını nakleden seriler­den hoşlanarak seyrettikleri, okudukları ve etkilendikleri bir vakıadır. İşte bunların vereceği zararlardan çocuklarımızı ön­lememe gibi bir yanlışa düşmeyelim fakat bunların yerine çocuklara târihimizin iftiharla dolu kah ramanlıkl.annı, insani­yetini söz ve filmler olarak milletimizin mazisi iie bağdaşan, hayalden ziyade hakikat kılınmışlarla onlara yaklaşırsak, umarım ki onlarda zaman içinde tercihlerinin içine, geçmişi­mizin kahranmanlarınıda alacak ve bir-ayağı gayri müslim dünyası üzerinde gezinirken kendi ecdadından haberdar bir insan olarak yetişebilmesi İçin bizierin târihimizin bizi bekle­yen bakir kahramanlar hazinesine dalmalıyız düşüncesinde­yim. Ve bu anlayış içinde Feyzullah Paşazade Mustafa Fâzıl Bey ki, Yeniköy postane ve Telgraf müdürüdür ve onun kale­minden yayımlanmış şehid bir paşamız olan Feyzullah Paşa­nın hayat hikâyesidir. Cumhuriyetin ilânından evvel Osman­'ca basılmış bir risaledir ve ilk defa tarafımızdan lâtinize edilmiş oluyor. Mustafa Fazıl Bey; bu hatırata bir mukaddime yâni giriş ile başlamış: şöyle ki:

 

 

 

Mukaddime

 

 

Oniki yaşında Kırım muharebesinde (1854) pederinin re­fakatinde bulunarak Gazilik ürvanını ve diğer mübareze meydanlarında bir çok yararlıklar gösterek Rusya mes'ele-sinde vatanın muhafazası için rütbe-i şehadeti ihraz eden, Mirliva peder-i azizim Feyzullah Paşanın nâmının yâdına, ha­tırlanmasına vesile olur halisane düşüncesiyle bu nâçiz hatı­ratı, büyük ve şanlı ordumuzun fedakâr ve mücahid-i hürri­yet (hürriyet mücahidi) kahra-man kumandanı ve zabitleri­ne, fedai bir asker kardeşlerinin yadigârı olarak acizane itha­fa cesaret ediyorum.

 

mahdumu(oğlu)

 

Boğaziçi Yeniköy Posta ve Telgraf Müdürü

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM İnnallah eştera minel'mü'minîyne enfüsehüm ve emvale-hüm bienn'e lehümülcen ete yükalilûne fiy sebiylHlahi feyak-tülûne ve yuktelûne "ağden ğaleybi hakkan fiyttevrati vel'in-ciylî velkur'ani vemen evfa biğahdihİ minallâhi festebşirû bi-beyğı kümülleziy bayağtüm bini ve zâlike hüvelfevzül ğazıy-mü (Tevbe suresi 111)

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

Ve lâ tekûlû limen yukteîü fiy sebilillahi emvatün bel ah-yaün ve lâkin  iâteşurune (Surei Bakara 154)

 

 

 

Dini Vatanı Ve Milleti Uğrunda İfnayı Vucüd Eden Gayet Şecî Bir Şehidin  Mühtasar-I Târihçe-Hayatıdır

 

 

1270/1853 senesinde Kırım savaşında İspartanın eşrafın­dan Hacı Ateş adıyla nâm Salmış dilâver, sipahi askerine serdar yâni kumandan tâyin olunarak, Giridli Mehmed Paşa­nın kafilesini muharebeye sevk etdiği sırada 12 yaşında bu­lunan mahdumu (oğlu) Feyzullah, babasının yanından bir dakika bile uzaklaşdırılamamış, Sivas topol'da, Silistre'ye bir' saat mesafede Aydemir Köyü'nün üst tarafında meydana ge­len bir muharebede sipahilerin serdarı bulunan pederi, Hacı Ateş'in rütb^i şehadeti ihraz eylemesini müteakip Rus Ka­zaklarının kancalı mızraklarından Avn-i Hakla kurtularak or­du karargâhına ilticaya muvaffak olmuştu. Bosna'daki bir bahadırın    her zaman için vatan uğrunda canını vermekten çekinmeyeceğini defaatle gözleriyle görmüş bulunan Seras­ker merhum Rıza Paşa; vatanperver Feyzullah'ı cephe safın­da parlayan nûr-u zadegan istidad-ı fıtriyyesinin parlaklığını keşfederek o günden sonra Bursa'ya tahsile göndermiş Bur­sa rüşdiye ve idadisini bitirip, 1276/1859'da   mektebi harbi-yei şahaneye girmiştir. Feyzullah girmiş olduğu bu mekteb-de,   şehidzâde  ve   Gazi   namı   ile   şöhret  bulmuştur. 1280/1863'de göz ağrıları münasebetiyle buradan müazim rütbesiyle çıkmıştır. Eğer göz ağrıları olmasaydı erkân-ı harb yâni kurmay subay olarak mezun olması muhakkak idi.

 

Piyade teğmenliğiyle orduya katılmış ve lityakat-ı askeriy-yesi ve besaleti sayesinde çok kısa zaman içinde mirlivalığa yükselmiştir. Bu başarıyı Osmanlı ordusunda daha bir çok kişide gösterbilme fırsatı bulmuştur. Çünkü Osmanlı ordusunda liyakat her şeyden önce gözönüne alman bir ölçüydü. Feyzullah Paşa Mirat-i Mekteb-i Harbiye adlı eserin 344. sa-hifesinde adı çok takdir edici bir lisanla yâd edilen İspartah Gazi Feyzullah Efendi mektebden subaylıkla çıktığı zaman, merhum Nafiz Paşa maiyetinde bulunarak Kanun Zabitliğini ihdas etmiş ve 12/haziran/1283/1866 senesinde terfi etmek suretiyle Girid'e gitmiştir ki ( Kandiye'de Feyzi İlâhiyye adıy­la inşa eylediği kaleler hâlâ mevcud ve ortadadır) isyancıları takibe bu işe tahsis olunmuş taburlarla vazifelendiği sırada eşkiya başını ele geçirme muvaffakiyetine erişince hükümet-den hem terfii hemde hediye ile taltif edilmişti.

 

Çetebaşının derdest edilmesiyle Girid karışıklıklarına şim­dilik nihayet verilmiş olmasının arkasından 1286/1869 nisa­nında Vali Halid Paşa ve dört tabur Osmanlı askeri ile Trab-lusgarb'e azimet ederek, orada da devam eden pek ateşli karışıklıkların teskini işinde görülen fevkalâde hizmetleri tek­rar İstanbul'un takdirlerine ve bir rütbe daha mükafaten terfi-ine 12/aralık/1286/1870'e rastlayan ramazan-ı şerif bayramı gecesi İstanbul'dan hareket eden birkaç taburla birlikte Yemen'e varmak üzere yola çıkmış ve orada da bir çok ve pek kanlı savaşlara iştirak etmiştir. Muhtelif mevkiilerde ve harp esnasında cephane ve suyun azlığı hasebiylede bir kaç defa mahv olmak tehlikelerinden kurtarılarak (Yemen Târihine Bir Nazar) Müşir Gazi Ahmed Muhtar Paşa hazretlerinin maiyet­lerinde Yemen'in bütün zorluklarına göğüs gererek 10/ni-san/1287/1870'de Rüyde adlı kaleyi fethettiği gibi bu kabile­nin müfsid reisinin kuyudunu silmeğe muvaffak olmuş bir arslan idi.

 

1289/1872'de takdire şayan olarak beşinci orduya bağlı 3. nizamiye alayına kaymakam (yarbay) nasbedildiğinden, Yemen'den dönmüş bahse konu beşinci ordunun dahilinde bulunan Trablusşam mevkii kumandanı bulunduğu sırada Lazkiye civarında Dürzilerle, ahalinin meydana getirdiği kav­ga ve çarpışmayı başarılı tedbirle ortadan kaldırmayı başar­mıştır. Kaymakam Feyzullah Efendi evinde hiç bir vakit ra­hat oturup yatmağa alışamamıştır. Bir cengâver davranışı içinde olduğundan, Bosna-Hersek ve Rus vak'alanmn çık­masıyla beraber derhal bu savaşa alınmasını defaatie istir­ham etmiştir. Orduda zâten üstün hizmet vasıflan ile sık sık mükâfata nail olduğunu bildiğinden 2/haziran/1292/1875 senesinde bu cepheye bakan ordunun 1. nizamiye alayına miralay tayin olunarak 14/temmuz/1292/l 875'de Sırbis­tan'a gönderilmiştir. 9/ağustos/1292/l 875'de Aieksinaç'a hareket etmiştir. Burada ağustos ayı içinde vukubulan savaş­lar esnasında sağ koluna gülle parçası isabet ettiğinden Ku­mandan müşir Ahmed Eyyüb Paşa merhum, tedavisi için Dersaadet'e dönmesini tavsiye etmesine rağmen (beni millet ancak bu gün için besledi ve benden bu gün için hizmet bek­liyor) yolunda son derece mert ve vatanperverce cevaplarla oradan ayrılmağa yanaşmadı. Ayaküstü tedavi ve kolu boy­nunda asılı olarak savaşlara iştirak etmiştir.  17/teşrin-i ev­vel/1292 yâni;  17/ekim/1875'de pazar günü Kızıltepe'nin fethini görmesi müyesser olmuştur.

 

 

 

Albay Feyzullah - Paşa Ölüyor

 

 

20/kasım/1292/1875'4e, Aleksinaç'dan hareketle Niş (Sofya) ve Rusçuk istikametinde Şumnu'ya gelebilmiş ve sa­vaşlarda gösterdiği yüksek cesaret, delicesine hizmetlerine mükafat olarak Müşir Ahmed Eyyüb Raşa, tarafından gaye! takdir edici bir telgrafla padişah Sultan Hamid'e yapılan arz üzerine ve bu hususda istirhamı değerlendiren Sultan Hamid 26/ocak/1292/1876'da Feyzullah Albay'ın uhdesine mirlivalik verilmiş ve Tuna cihetine vazifelendirilerek Ferik Aziz Pa­şa refakatine tâyin olunmuştur. O sırada Hezargrad yönünde düşman askerinin görüldüğü haber alınınca lâzım gelen keşif yapılmak üzere pek az miktarda piyade ve bir.bölükde süvari ve de yarım batarya top ve topçuyu yanına alarak bahse ko­nu yöne doğru yürüyüşe geçilmiştir. Ama hemen kuvvetli bir düşman ordusunun ilerlediği görülmüştür.

 

 

 

Şehadet Ve İhanet

 

 

Bu kuvvetli düşman karşısında hemen muharebeye gir­mektense, askeri bir ifâde olan kademe nizamında   ricat et­meli ve siper sayılacak bir arazide mevzilenerek, oradan umumî karargâha durumu bildiren haberci gönderelim. Ora­dan gelecek imdad kuvvetiyle birleştikten sonra savaşa tutu-şulmasmı bunun uygun bir tedbir olacağını Aziz Paşaya ifade eden Mirliva Feyzullah Paşa, bu kumandanın hiddetlenip kendisine şöyle cevap vermesine muhatap oldu: "...Sen kor­kuyor isen geri dönebilirsin!" Bu cevâbı hakketmediğini bil­menin takdiri içinde olan Gazi Feyzullah Paşa'da cevaben: "Değil benim gibi oniki yaşında gözü muharebe meydanla­rında açılmış; mektebden çıkar çıkmaz bir saat bile rahat oturub sıcak çorba içmeyerek her an ömrünü muharebeler­de geçirmiş; bir şehid evlâdı, hatta nâz ve nimetle büyümüş bir asker  bile hiç bir zaman muharebeden geri dönmek arı­nı irtikâb etmez" dedikten sonra ancak bir çok eksikler ol­duğu halde böyle bir keşif İçin çıkarılan kısıtlı bir kuvvetin, kalabalık hayli teçhizatli ve mükemmel talimli bir düşmanla savaşa tutuşması, savaş kaidelerine pek muhalif olduğu gibi herhalde felâket dolu bir neticeye varacağını ifade ederek savaşılmcmasını kabullendirmeğe çalışmışsa öö, bir türlü ik-nâya muvaffak olamamıştır.

 

Sonunda verilen marş ileri! Kumandasiyla saldırıya geçil-mişse de daha ilk ateş salvosunda Ferik (korgeneral) Aziz paşa isabet alarak şehid oldu. Pederim Feyzullah Paşa (bu dünlerde süvari korgenerali olan Hakkı Paşa hazretleri) ki o zamanlar binbaşı rütbesindeydi ve bir kaç zabit yaralanmış, diğer subaylar ve erler tamamı denilecek kadarı şehadet şer­betini nûş etdiler. Aziz Paşanın ikazları dinlemeyen ve üstelik ikazı yapanları cebanetle yâni korkaklıkla ithamı sonunda verdiği hücum emri hem kendini, hemde emrindeki askeri­mizi, zabitimizi ölümün kucağına atmaya sebeb olmuştu.

 

İkinci ateş salvosundan sonra düşmanın hücuma geçtiği görüldü,, Çok süratli adetâ bir şimşek hızıyla topların yanına gelen Feyzullah Paşa, kolundan ve bacağından yaralanmış ve yere düşmüştü. Düştüğü yerde kılınanı eline almış nefsi­ni müdafaya başarı ile uğraştığı sırada birde karnından yara almıştı. Eskiden beri kendisini askere sevdirmeyi, Hakka sevdirmek gibi sayan Feyzullah Paşa bu sevgi hâlesi uyan­dırmış olmanın karşılığını görmeye başlamıştı. Bir kaç fedai asker arkadaşları Feyzullah Paşayı sırtladıkları gibi Cenab-ı Hakk'm hıfz-ı emânı ile savaş alanından uzaklaştırmakla kal­mamışlar, fırkanın karargâhına da ulaştırmışlardı. (O sıralar­da Varna cihetlerinde Mısır Askerine kumanda eden zât Mı­sırlı Reşid Paşa idi zannediyorum) pederimin duçar olduğu vaziyete pek çok üzülmüş ve bu hâle düşüren Aziz Paşanın tedbirsizliğine de teessüf ederek Feyzullah Paşaya büyük bir lütufkârlık göstererek, ihtimam içinde, sarsmadan Varna' ya kadar götürülmesini orada gemiye konarak gönderilmesi hakkındaki gösterdiği kolaylıkları sağlaması ailemizin her an duyacağı şükrana sebeb olmuştur.

 

Feyzullah Paşa ile o hengâmede binbaşı olan şimdinin sü­vari korgenerali olan Gazi Hakkı Paşa ve iki binbaşı daha yarali olarak böylece İstanbul'a avdetlerinde, pederim padişah Sultan Abdülhamid Hân'ın iradei seniyyesiyle Haydarpaşa Hastanesinde tedavi altına alınmıştır. Bu hastanenin doktor­larından Dr. Volkoviç tedavisine memur edilmişti. Bu doktor Volkoviç 1289/1872'de kaymakam (yarbay) olup, Beyrut hastanesi baştabibliğinde bulunmuştu. Rusya savaşı esna­sında Haydarpaşa hastanesinde operatör sıfatıyla bulunuyor­du. Pederim her nekadar üç yerinden yaralı idiysede   Silistre muharebesinde şehid düşen babasının intikamını henüz ala­mamış olmanın verdiği teessürle: "..Doktor rica ederim şu benim yaralarımın bir an evvel çaresine bak ki savaş bit­mezden evvel oraya gidip şunlara biraz daha sopa atayım!" Diyordu. Bu söz asla doktorun hoşuna gitmemiş olmalı ki, bir hafta sonra koluda kesilmek üzere, ayağının kesilmesine karar verdi. Ameliyat neticesinde vefat ederse mesuliyeti kendisine aid olmak üzere (Feyzullah Paşaya) bu hususda bir de senet vererek, Saray-ı hümayunu da te'min ederek, ameliyatı yaptı. Ne kadar teessüf edilse azdır ki böyle ağır bir ameliyatı yapan doktorun yâni doktor Volkoviç'in o gece­yi hastanede geçirmesi iktiza ederken o Beyoğlundaki evin­de istirahate çekilirken hastanede başka şeyler oluyordu.

 

Doktor Vulkoviç ayağı kestiği yeri kasden güzelce bağla­madığından kan kaybı haddinden fazla olmuş ve ameliyatın bu noksanlığı, Feyzullah Paşanın sıhhî durumunu takibe va­zifeli heyet tarafından da itiraf olunmuştu. Böyle mühim ve mesuliyeti üzerine alınmış bir ameliyat gecesi doktorun has­tanede bulunmayarak evinde olması, diğer vazifeli sağlıkçı­ların kanı dindirememeleri yüzünden hayli kan zâyiine yâni bir çok kanın akıp gitmesine engel olunamaması şehid-i mağfurun, pek çok zayıf düşdüğü o zamanda: "Ağlamayınız! Ben zâten aziz vatanım ve sevgili milletim uğrunda vücudu iki dirhem kurşundan esirgememesine gece-gündüz Ce-nab-ı Hakk'a dua etdiğim ailemizin her bir ferdinin bildiği ve malumu olduğu hususattandır. Sizi mukaddes vatanımın aquş-u şefkatine (yâni müşfik kucağına) mület-i necibe-i Osmâniyemizin sonsuz şefkatine ve asker kardeşlerimin muavenet-i merdanelerine (yâni merdçe yapacakları yar­dımlara) terk ederek asla gözüm arkada kalmayacağı gibi, Girid, Yemen ve Şark (Doğu) târihlerinde de nâmım yazıla­cağı gibi vatan fedaisi olan bir asker içinde bundan büyük bir şeref ve iftihar olamaz." Dediğine Cenâb-i Hakk' şahid-i âdildir. Bu bakımdan delicesine, büyük bir cesaretle din ve devlet, vatan ve millet uğrunda vücudunun yok olmasına gö­nüllü koşmakla kahramanca vasıfları üzerinde toplayan Gazi Feyzullah Paşa bu dağdağai hayatı terk eyledi. Gencecik varlığından daha çok istifade edilebilecek bir zamanda r.!294/m.l878 senesinde otuzyedi yaşında olduğu halde ruh-u azizi cennet bağçelerine uçdu.

 

Dedem Hacı Ateş ve Pederim Gazi Feyzullah Paşa mağfu­ru Cenâb-ı Râbbi Mennânın gufranı içinde garik-i rahmetle yattıkça bilcümle asker kardeşleriyle bu millet-i necibey-i Osmaniyeye ömrü tavil (uzun ömür) ve her bir işinde tevfik-ı ihsan buyursun. Amin. "Gazi Feyzullah Paşanın kabri Hay­darpaşa'da büyük kabristanda Viran Sebil civarındadır.

 

 

 

Hüvelbakı

 

 

İkinci ordunun fedaisi vatan kurbanı hazret paşa ki

 

Şemşiri kazayı mübrem idi farkı adaya

 

Aduvu tire rûz olsa acibmi rusiye

 

Cümle ki çok yüzler ağartmıştı girüb meydân-ı gavgaya

 

Olup mecruh-u harb içre nihayet kestiler pâyin

 

Ayakdan düşdü emasir idin çok kat'a etdi paye Nasıl Hakk' destgir etmez âna Şah-ı Şehidâm

 

 

 

Hatime

 

 

Doktor Volkoviç'de ihanetinin meydana çmacağını anla­yınca hemen terk-i hizmet ederek Bulgaristana firar eyledi. Vulkoviç'in başında limon büyüklüğünde bir ur vardı. Fes giydiğinde pek belli olmuyordu. Her ne suretle elde ettiyse Dersaadet kapikethüdalığı ile geldiği vakit başına şapkanın güzelce yerleşmesi için bahse konu uru çıkarttırmış artık kasket giymiş olarak, diplomasi yoluyla yapmadığı hezeyan­lar, çevirmediği fırıldaklar kalmamış; önce nimetiyle perver-de olduğu ve sayesinde miralay rütbesine kadar irtika (yâni yükselme) ettiği bu miflet-i necibe-i Osmaniyemizin başına bir belâyı muazzam kesilmiş idi.

 

Bundan takriben on sene önce bir gün klübe giderken Be"-yoğlu caddesinde gündüzün mintarafillah (Allahın emriyle) bir Bulgar tarafından karnına saplanan bıçağı kendi eli ile çı­kartmağa çalışırken öldüğü gazetelerde okunmuş idi. Böyle­ce bu müfsidin varlığından Cenâb-ı Mevlâmız bu aziz vatanı ve muazzez devlet-i Osmaniyemizi kurtarırken, Şehid ve Ga­zi pederim Feyzullah Paşanın intikamını aldı ve de böylece adalet-i ilâhi yerini buldu. Kan kaybından gitmek nasılmış o da görmüş oldu. Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri dâima AZİZ ZCI İNTİKAMDIR.

 

 

 

Balkanlar'da Bir Bomba! Makedonya!

 

 

Yılmaz öztuna Bey,değerli eserinde Makedonya bir milli­yetler mozaiki idi, der. Yan nüfusu müslümanlar teşkil eder­ken diğer yan sayıyıda gayrimüslimlerden müteşekkil toplu­luk meydana getirmekteydi. Makedonya, yüzbin kilometre kareye varan verimli arazide yaşayanların umumi nüfusu dört milyon kişiyi bulmakla beraber, bunların bir milyonunu teşkil eden Bulgarlar ve Makedonlan, Yunanlılar onları" da Sırplar takip ederken bir miktarda ülah'da denilen Romenler bu topraklarda İslâm koruması, Osmanlı idaresi altında fehir fahur bir hayat sürdürmekteydiler.

 

Tâaki 21/Eylül/1902'de başlayan Makedonya Bulgaria-rınn ihtilâli zorda olsa askeri birliklerimiz tarafından bastırılır­ken, hareketin de kolay geçmediğini hatırlatalım. Huzurun bozulmaması için kıyama katılma- yan Bulgarları da zorla­makta gerekirse fecii suretde öldürüyorlardı. Genç bir müla­zım olarak Makedonya dağlarında askerliğini yapmış bulu­nan Gönen'in değerli evlâdı Ömer Seyfettin buralarda müşa­hede ettiği tedhiş hareketlerinden esinlenerek meşhur Bom­ba adlı hikâyesini kaleme almıştır.

 

Sultan Abdülhamid Hân; Hristiyan âleminin Osmanlı dev­leti ve onun geleceği hakkındaki samimi plânlarını bildiğin­den yüzlerine mültefit davransada hiç bir zaman itimat et-rnez, her şeyin tedbirini almaya çalışırdı. Nitekim; Makedon­ya meselesi kendini gösterirken, padişahda, tedbirlerini al­maya başlamış derhal <Vilâyat-ı Selâse umûm Müfettiş!iği> nâmıyla üç vilayetin genel müfettişi mânasına gelen bir ma-kam ihdas etmişti. Bu makamı da ileride sadrıazamda ola­cak olan Hüseyin. Hilmi Paşa'yı getirmişti. Selanik, Manastır ve Kosova.Valileri, bu zâtın vereceği talimatlarla idareyi sür­düreceklerdi.

 

Hüseyin Hilmi Paşanın hakkında günümüze kadar yazılmış müstakil bir kitap olmadığını tesbit etmiş bulunuyorum. Bu­nun ne mânası olabilir? Sorusu akla gelirse ilkönce ne de­mek lazımsa onu söyleyelim; can dostu olmamış. Kültür ce­miyetlerinde, matbuat âleminde kendine arkadaşlar edinme­miş, klasik bir devlet memuru etrafına fazla açılmamış devlet adamı olduğundan medhini yapacak bir vâris bırakamadığı mânaları istinbat edilebilir. Abdülhamid Hân'ın Müfettiş-i Umûmi yaptığı H.Hilmi Paşa hakkında bakınız; İttihad ü Te­rakki cemiyetinin muhaliflerinden olup, Mısır'a kaçan sada­ret şifre kalemi hulefasindan Selahaddin bey; "Bildiklerim" . adıyla 1918 yılında Kahire'de tab et tîrdiği kitabında ne de­mektedir: "Kâmil Paşa kabinesinde dahiliye nazırı olarak bu­lunan Hüseyin Hilmi Paşa ise, ne sebebten.se bu hâin serseri­leri (ittihatçıları) serfürû (baştacı etmek) ve ınkıyaddan (on­lara uymakdan) kendini bir türlü alamamış ue mevkii sadeı-rete ibadı uâdi'ne inzimam eden hırs-ı câh ile gözlerine âmâ tarl olup, halû istikbâl-i devlet ue milleti feramuş (unut­mak) ederek bu hazele ile mean kabinenin sükûtuna var kuvvet-i bazu ya verüb çalıştığından vatan ve milletimizin bu hâli felâket ve inkısâme maruz kalmasına,müşarünileyhin (Hüseyin Hilmi Paşa) bu vech hareketi sebebi yegânedir." Demektedir. Selahaddin Bey koskoca Yıldız sarayının kitabe­tinde şifre kalemi memurininden olduğundan ve asrın en kıy­metli hükümdarını bilgilendiren, imlâsıyla günümüz insanının melül melül bakacağı yukarıdaki satırları karalamıştır.

 

Biz; tırnak içindeki ifadesinde Salahaddin bey'in ne demek istediğini okurlarımıza sadeleştirerek vermeye gayret edelim. "Kâmil Paşanın kurmuş olduğu hükümette içişleri bakanı olarak vazife almış bulunan Hüseyin Hilmi Paşa ne sebebten-se ittihatçıları başına taç yapmış, onların her söylediğine uy­mak gereğini hissetmiş, kendisini sadaret makamına yâni başbakan yapmaya dâir yapılan gizli vaad, hırsını arttırmış ve gözü başka şey görmez olmuştur. Kabinenin yıkılmasını temin edecek gayretlere giriştiğini tabiatı ile bunun sonucun­da ne milletin hâlini, ne geleceğini düşünmemiş ve sonunda uğradığı mız felâket ve bölünmenin müsebbibi Hüseyin Hilmi Paşanın, bu tarzdaki davranışları tek sebebdir." demek iste­miş oluyor

 

Hüseyin Hilmi Paşa'nın, Midilli Mutasarrıflığı ile sürgünde bulunan Nâmık Kemâl Bey'in yanında pek genç yaşda bu­lunduğu edebiyat ve görüşlerinden çok istifade ettiği ayıca Nâmık Kemâl Bey'e büyük muhabbeti bilinmektedir.

 

Hüseyin Hilmi müfettişlik görevine atandığından kırkdört gün sonrada makam-ı sadarete de Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa getirilmişti. Ferid Paşa babıâlî'de teşkil edilen Rumeli Vilayetleri İslahat komisyonu riyasetinde bulunmaktaydı bu sebeble Rumeli'de olan bitene hayli vukufiyeti vardı. Make-donya'daki kıyam bir müddet sonra alınan tedbirlerle sona erir gibi oldu. 2/Ağustos/1903'de Bulgarlar, yeniden ihtilâl kıvılcımını üfle diler ve özellikle Manastır civarında te'siri ve kan deryasına çevirdikleri sokaklarda kendi dindaş ve soy­daşlarını öldürmekten çekinmiyorlar bu da bizim genç su­baylarımıza yeni düşünce ufukları açıyor, düşünce dünyasını başka bir pencereden mütalaa eden bu genç zabitler, itikadi-yatlannın süzgecinden bu fikir ve davranışları geçirmedikle­rinden, savaştıkları, öldürüp, yaralamak veya tevkif etmek zorunda kaldığı düşmanlarının fikriyatına hayran oimak gibi bir açmaza düşüp, bizim buralarda ne işimiz var diye yanlış, yanlış olduğu kadar da zararlı bir düşüncenin zebunu olup, ırkçılık tuzağına düşmeye başladılar. Bulgarların, bağımsızlık elde etme mücadelelerini, kendi ellerinden çıkmak demek olduğunu, orada Bulgarların miktarından çok daha fazla müslüman ve diğer ırklara mensup insanlar olduğunu hesa­ba katmıyarak Makedonya'dan olumsuz etkilendiler,

 

Hiç düşünmediler ki, Makedonya Rus, İngiliz, Fransız, Al­manya daha doğrusu haçlı dünyasının kendilerine oyuncak ettikleri bir topluluktur. O hengamede Almanya bizim tarafı­mıza yakın davranıyordu. Hâlbuki o donem zabitlerinden biri olan Binbaşı Mehmed Şefik Bey ise, kafa patlatıyor Osmanlı devleti üzerinde hristiyan dünyasının plân ve programlan karşısında bizim ne yapmamız gerektiğini bulmaya çalışıyor­du. Bu hususda da devlet-i âliyenin devamının nasıl kabil olabileceğine dâir çözümler üretmeye koyulurken, bizim Ma­kedonya topraklarındaki genç zabitlerimiz fikri bir asimilas­yona uğruyor idi. Bu o kadar mühim bir hadise olarak Sultan Hamid mekteplerinin mezunu subaylarının fikri çeliniyordu, çünkü tahsil esnasında verilen örnekler daha ziyade avrupa târihine ait oluyor, nezaket, nezafet, feragat, şecaat ile ilgili hususlar, bilhassa ecnebi muallim ler ve ırkçı düşüncelere sahip hoca'lar tarafından zabitlerimiz, asakir-i islâm ifade ve anlayışından uzak yetişiyorlardı. Bir bakıma Fravun, hasmı Musa (A.S)'ı nasıl sarayında yeti ştiriyorken, Abdülhamid Hân'da kendisini alaaşağı edecekleri kuş sütüyle besliyordu, icabında Hatay'da 35 ay maaş gönderemediği jandarma bir­liğini idare-i maslahat ediniz beyanıyla oyalayarak. Şimdi bu çalışmamıza yukarıda bahsettiğimiz gibi bir risaleyi Os-manlıcadan latinize edip, tetkikinize sunuyor ve diyorumki, Makedonları haklı görenmi yoksa binbaşı Mehmed Şefik Bey'mi daha isabetli bakıyor, buna emin olmak için Beka-i Osmaniye adlı risaleyi buraya alıyorum:

 

 

 

Beka-İ Osmaniyye Mütalaası

 

 

Binbaşı Mehmed Şefik Efendinin risalesinde Anadolu kıta­sının (topraklarının) Bahr-i Siyah (Karadeniz) cihetinden, Rusya'nın Bahr-i Siyah donanması tefevvukunu (üstünlüğü­nü) muhafaza etdikçe vaziyet-i elîmesi aşikârdır. Şimal-i şark (kuzey doğu) istikamet-i berriyesinden (karayolu) dahi Rus­ya'nın pây-i taarruzuna (saldırgan adımlarına) karşı müstes­na bir haileye (engele) hâiz değildir. Anadolu ve Suriye kıta­larının bahr-i sefid (Akdeniz) sahili dahi hasmın fâik-i kuv-vay-ı bahriyyesi ianesiyle (düşmanın kuvvetli deniz kuvveti yardımıyla) harekât-ı taarruziyyesine (saldırı hamlesine) mü-said bir haldedir. Velhasıl vaziyet-i coğrafiyei Osmaniyye, müstesna bir vaziyet-İ müfide-i sevku'lceyşiyyeyi hâiz (Os­manlı devletinin buradaki durumu pek ayrı ve faydası çok bir idareye sahip) olmadığından, Osmanlı devletinin bu noktai nazardan tabii bir istinatgahı yâni dayanağı dahi yok demek­tir.

 

Hele dimağ-ı devlet ve memleket olan payitaht (İstanbul) gerçi Avrupa-yi Osmani ve Asya-i Osmaniye' nin ve iki bü­yük denizin mahalli telafiyesinde (arasında) bulunmak mü­nasebetiyle ehemmiyet-i siyasiyye ve askeriyyesi ve fevaid-i lâtahsası (faydalı olmayan toprağı) gayri münkirsede (inkâr edilemezsede) berr'en ve bahren (kara ve deniz) kavi (kuv­vetli) bir hasmın taarruz-u cıddiyesine mukavemet etse bile rnevkıen ha!-i muhasarada kalmağa salih (uygun bir zemin ve zamandadır. Öyle bir harp zamanında dimağ-ı devlet de­mek olan payitaht, vatanın akasam-ı sâiresine icra-yı hükm ve nüfuz edemeyecek, beden-i vatan sektei dimağa uğramış bir malûl vücuda benzeyecekdir. Hele esliha (silahlar) ve cephane fabrika ve depolarının şu şekl-i vaziyete mâlik olan

 

istanbul'da bulunuşu öyle bir zaman için ne derece bâis-i fe­lâket olacağı müstağnı-i beyandır. Bir hükümet (devlet) dâ­ima ahval-i fevkalâdeyi nazar-ı dikkate almalıdır. Mürur (ge­cen) zaman ile ahval-i akvam (kavimlerin durumu) ve me-malik-i tebeddulat-ı siyasiyye (ülkedeki siyasi değişiklik) ve iktisadiyye'ye uğradıkça, düvel-i mütemeddinenin (medeni devletlerin) tedabir-i siyasiyye ve harbiyesi dahi tahavvüle (değişime) uğramak mecburiyetindedir.

 

Hiç olmazsa Karadeniz ciheti taht-ı emniyet-i bahriyyede bulunmadıkça netice olarak maalesef denilir ki; muhtasaran beyan olunduğu üzere, hü- kümet-i Osmaniye yâni Osmanlı devleti ne millet ve ne de vaziyet-: coğrafiye itibarıyla emin bir istinadgâha mâlik değildir. -....

 

Osmanlı Devleti Avrupa Devletleri Arasında Denge Kurarak Siyasi Varlığını Sağlayabilirini?

 

Memâlik-i Osrnaniyye son asırda avrupa büyük devletleri­nin rekabet sahası ve tecavüz hedefi olmuştur.

 

Bu yüzden Osmanlı devleti adı büyük devlet diye geçenler arasında bir denge kurmak suretiyle hukukunu ve varlığını sürdürebilmesi zor ve hâlen uzak sayılır. Avrupanın büyük devletlerinin zamanımızda antlaşma ve ittifaklara bağlılığı, denilebilirki şarkda ki niyeti siyasi ve iktisadi menfaat reka­betine dayalı vede matuftur. Şu yaşanan hâl ile nasıi müm­kün olur ki şark'da rekabet ve hırslarla dolu ecnebi siyasete henüz bağlı olmaktan kurtulamamış bizim gibi bir devlet, bir memleket-i heyet-i müttefika ve mutelife-i düveliyeden yâni bunlardan birisine dayanarak ve iltihak etmek istidadını ya­pabilecek olsun.

 

İngilizlerin; Mısır'da ve Arab Yarımadasında şark, garp ve cenup yâni doğusunda, batısında ve güneyinde takip etdiği istilacı siyaseti, Fransızların Cezayir, Tunus hâttâ Trablusgarb ve Suriye'deki mevkıilere dâir siyasi niyetleri, İtalyanların ise; Osmanlı'nın Afrika sahillerinde olan gözü Trablusgarb ile garbdaki Arnavutluk civarındaki istilaya dönük siyasi faali­yetleri buna inzimamen Rusya'nın, Osmanlı devleti hakkın­daki değişmez ve kadîm düşüncesi olan imha planlarıyla olan hülyaları, saydığımız avrupanın dört iri ülkesinin, Os­manlı vatanını bölüşmeğe dönük ihtirasları yakın zamanda bunlara yaklaşmak değil hasım olarak saymak durumuna getirmiştir.                                   '   ¦

 

Almanya Ve Avusturya Devletlerine Gelince

 

 

Bu iki devletin yaptığı beyanlar avrupanın büyük devletle­rine karşı olan vaziyet-i siyasiyye ve iktisadiyyeleri bu iki devleti Osmanlı Devletine yakınlaşmaya itmiştir. Ezcümle; bu iki devlet Almanya ve Avusturya  gerek şlimdi gerekse İs­tikbalde karşısındaki devletler olarak gördüklerini, Osmanlı devletide aynen karşısında gördüğünden bunların yakınlaş­maları uygun olup, siyasi sahada kuvvet kudretlerini isbat-ı vücud etmeleri, Avusturya ve Almanya'nında siyasi menfa­atlerine uygun geleceği tabiidir.. Ancak bunlarla yapılması ta­savvur olunan antlaşma tabii görülüyorsa da, Osmanlı devle­tinin muhtaç olduğu kuvvet ve kudret-i askeriyyesini ve ida-rei dahiliyei intizamiyesini düzeltememesi ve avrupanın dört büyük devletinin bunu önlemesi, öte tarafdan ecnebi devlet­lerin siyasi arzularının ihtiraslısına maruz kalması, Almanya ve Avusturya devletlerine ittifak teklifi yapılmasına hüküme­tin müsaid bir zemin zaman içinde olmadığını getiriyor. Eğer

 

Özetlersek deniliyor ki; Osmanlı Devletinin bu gibi ittifaka tâ-lib olması demek, Almanya ve Avusturya'nın himayesini is­temek mânasına gelir. Bunun böyle anlaşılacağı tabii ve mu­hakkak bulunduğundan, şu hâl ihtiraslarıyla düşmanımız olan devletlerin hakkımızda şiddetlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaramaz. Bu bakımdan hükümet böyle bir işe teşeb­büs etmeyeceği gibi Almanya ve Avusturya'nın dahi velev büyük bir menfaat mukabilinde olsun büyük devletlerin üs­tünlüğüne karşı açıkça hâmilik yâni koruyucu şekline-vara­cağı bu gibi ittifakı kabul etmez. Zira bizim için, kendilerini tehlikeye sokmaktan başka bir netice veremez. Görülen va­ziyete göre osmanlı devleti devletlerin ittifakına dahil olmak suretiyle de hukuk ve hayat-ı siyasiyesini muhafazaya İmkân göremiyor.

 

 

 

Osmanlı; Hayat Ve İstiklâliyetini Nasıl Teminat Altına Almalı?

 

 

Aşağıdaki beyanlarımızda sebeblerini arzettiğimiz ve te­vessül etmemiz gereken tedbirleri söyleyelim:

 

1)    Cezire't ül Arabin yâni Arabyarımadasının Osmanlı Devletine dolayısıyla müslüman kavimlerin selâmeti ne da­yanak olacak sağlam bir şekle taşınması.

 

2)   Hanedan-ı Âlî Osman'ın erkeklerinin şerefli ve saadâ-tın muteber hanımlarıyla evlenerek sülâlei Cenabı Nebevl'ye akrabalık tesisi yapılması.

 

3)    İstanbul Osmanlı başşehri olarak kalmakla beraber, hi­lafet payitahtı nâmıyla savaşın idaresi ve islâmî siyasetin noktai nazarından lâzım gelen vasıfları hâiz bir mevkiin ikinci bir başkent olarak seçilmesi. Bu maddelerin izahını aşağıya alalım:

 

 

 

Esbâb-I Mücibeler

 

 

1)   Arapyarım Adası Osmanlı devleti için istinadgâh ola­rak seçilebilecek bir unsur olmakla beraber coğrafi vaziyeti dahi müstesna bir vaziyeti pek makbul bir idareye hâizdir. Yanmada on ilâ onbeş milyon aynı ırkdan müslüman insana sahibdir. Bu millet zekî, cengâver ve cevval ve de müstaid bir milletdir. Bu nüfus askerlik menbaı olarak kuvvetli bir as-keriyye teşkil eder. Kötülük getirmesi muhtemel başka bir kavim ile karışık değildirler. Yarımada insanını fâidesiz ve belki Osmanlı devletine ve milleti islâmiye'ye bugün muzır bir unsur hâlinde tutan sebeb evvelâ idrâk seviyeleri ikinci olarak sosyal durumlarıdır. Bu taraflarının ıslahı hâlinde o necib millet hakikaten islâm âleminin medar-ı istinadı olacak bir hâl-i heybet-i kıymete vasıl olur.

 

Arap Yarımadasının coğrafi mevkii târihi bakımdan da müsbet olup kara yolu, taarruz   hareketi yapılmasına uygun olmayan bir çöl ile çevrili olduğu gibi cihet-i sâireside denize ve sahillere uzaklığı, su ve havası ecnebilerin tasallutuna müsaid değildir. Târih bize isbat ederki, Yarımadayı hiçbir ci­hangir devlet istilâ edememiştir ve ayak atanlar ise Ceziret ül Arab'da bannamamışlardır. Yine târih isbat eder ki Arablar şerefi islâmla irşad olunduktan sonra Arab Yarımadasının Roma ve İran gibi iki muazzam cihangir devleti perişan ede­rek, Çin hududundan, Fransa* hududuna kadar cihangir bir devlet kurmuşlardır. Her zaman için bu yaradılışdan beri taşı­dıkları istidatı ispat etmişlerdir. Bilenlerce takdir edileceği üzere müstesna bir harb vasfına sahip olduğu gibi kırk sene-denberi pek mühim bir vaziyet hâkimiyeyi de kazanmıştır. Arab yarımadası Süveyş Kanalının açılışından beri avrupanın müstemleke ve iktisadi yolu olduğu aşikâr bulunan   Süveyş,

 

Kızıl Deniz, Babulmendep deniz yoluna uzaklığına hâkim bir vaziyet-i mühimme-i mümtâzade bulunmaktadır. İşte bu ya­rımadanın Osmanlı devletine istinadgâh olarak seçilmesine uygun ve matlub hâle getirilmesi yolundaki arzunun ve temi­ninin hikmeti budur. Böyle görünüşte kuvvetli bir kuruluş sağlanırsa yalnız deviet-i Osmaniye'nin değil bütün islâm dünyasının hayat ve selâmet-i müstakbelesi teminat altına alınabilir.

 

 

 

Mücadelesi

 

 

Bilindiği gibi Sultan Abdülhamid-i sâni hazretleri Sultan Abdülaziz hân'ın hâl'ini ki mahlu padişah amcası oluyordu ve de meşkûk ölümüne şâhid olmuş ve bundan üç ay sonra­da ağabeyi 5. Murad'ın rahatsızlığı münasebetiyle tahttan in-fisâlini yaşamıştı. Ağabeyinin yerine getirildiği Osmanlı tahtı­na kuûd ettiğinde uyması gereken şartlardan biri kanun-i esasiyi tesis, meşrutiyet sistemine geçişe olanca yardımıyla şitab etmekti. Ancak meşrutiyetin ilânı ve onun arkasından meclisin gayri milli ve gayri müslim mebusların dolduruşu yüzünden hasm-ı biamanımız Ruslarla çok kanlı geçen ve müthiş bir insan ve toprak kaybına sebeb olacak savaşdan mağlup çıktık.

 

Bu fecii bozgunun yaralarını sarmak dirayetli bir el, ülke­nin her tarafında olan bitenden haberdar olabilen merkezi bir idarenin yapacağı işdir kanaatına varan Sultan Hamid, mille­tine yayımladığı bir beyanatla ne işitirseniz, ne duyarsanız, devlete yâni bana bildirirseniz halledemeyeceğimiz hiç bir konu kalmaz mealinde ki bu açılımla millet ve padişah ara­sındaki ihdas olunan suni köprüleri kaldırmış, müslümanlar

 

li felerine her kötülük tasavvuratanı haber vermektelerdi. Gayri müslimler ise uğradıkları haksızlıkları bu açık davet karşısında korumasında oldukları padişaha bildirmekten ve tedbirlerin alınmasından, uygulamaların yapılmasından epeymemnundutar. Ne var ki zaman içinde bir takım jurnal­lere verilen bahşişler emelleri karanlık kişilerin bu müessese­yi istismar etme yoluna gitmeye başladılar. Gelen jurnaller çığ gibi büyümüş, padişahın bunları değerlendirmesi vaktinin çok büyük bir kısmını almaya başlamıştı.

 

Bu gün siyasi partiler nasılki iktidara geldiklerinde bir hay­li yüksek derecede memur ve hizmetliyi sağa sola savurup, yerlerine kendine yakın olanları görevlendiriyorsa, bu kadar vâsi olmamak şartıyla o dönemlerde de başvurulan bir yol­du. Buna inzimamen o devirde partilerin yerine misâl olarak söylenenler şöyle idi:

 

Said Paşalıîar, Mehmed Kâmil Paşahlar, yok Ferid Paşahlar diye guruplaşmaiar olduğu gibi, saray içinde padişaha yakın görev sahipleri dışarıdaki bu paşalardan kime sempati duyu­yorlarsa, veya bunların her hangi bir işini yerine getirir ise, ona yakınlık besler, adetâ onun adamı olarak padişah nez-dinde yapılacak bir hizmette gönül veya menfaat bağı olan ricali devlete yardımcı olurdu. Bunun tabii mefhumu muhalifi diğer bir ricalin işlerini engelemek, süründürmek, bir takım hafi bilgileri bağlı olduğu guruba yetiş tirmek olmaktaydı.

 

Zaman içinde Mithat Paşa ve onun izinde giden cöntürkle-r'n, Nâmık Kemâl'in, Ziya Paşaların, Şinasi'lerin çömezlerini tutan meşrutiyet taraftarlanda saraydan bağlı oldukları mis­yona ne kadar menfaat temin ederlerse inandıkları dâvaları-na kendilerini hizmet etmiş addederlerdi. Veliahd-şehzade her zaman padişahların alternatifi olarak telâkki olunduğun­dan o seviyede de, Sultan Murad'cı, Veliahd Reşad efendici,

 

OSMANLI TARİHİ

 

Abdülhamidci'likler alıp yürümüşdü. İşte bu kadar karışık bir ülke idaresinde en önemli unsurun kim ne yapıyor? Sorusu­nu bütünüyle olmasa bile bir haylisini çözebilen jurnal mües­sesesini aşabilen bir müessese mevcudmu? Günümüzde is­tihbarat için ayrılan zaman, mekân ve para boşunamı ki yi­nede kırsal alanda çoban'ın vereceği malumata geniş çapta ihtiyaç var. Pişmanlık kanunlarıyla örgütlerin içinden haber alma metodlarını kullanmamak olabilirimi? İşte günümüzde hissetiğimiz bütün ihtiyaçlar 2. Abdülhamid döneminde ken­disini daha da hissetirmekteydi. Yine yukarıda beyan ettiği­miz gibi, her güzel hareket bir çıkmaz sokağa taşıyanı bula­bilmiştir. Bu çıkmaz sokağa gidişi dönemi yaşamış bir mer­hum yazarın, Ziya Şâkir bey'in "Elli Yıl Önce Bizi İdare Eden­ler" adlı eserinden alıntılarla ve özetlemelerle sayfalarımızı süslemeyi düşündük.

 

 

 

Deli Fuad Paşa

 

 

Bu zât; Mısır'da 1835'de dünya'ya gelmiştir. Vefatı 1931 senesinde İstanbul'da vukubul muştur. Babası müşir Hasan Paşadır. Fuad Paşa ilk tahsilini Mısır'da, orta tahsilini İstan­bul'da tamamladıktan sonra Kahirede bulunan Osmanlı harb okuluna yazıldı. Burayı bitirdikten sonra Mısır Ordusunda va­zife aldı ve burada albay rütbesine kadar irtika etti. Bilahire İstanbul'a gelip Şûra-i Askeriyye'ye tâyin edildi. 1869'da yâni 34 yaşındayken, mirliva oldu. 1872 senesinde Arnavutlukta vede Kerkükte çıkan isyanların bastırılmasında büyük emeği geçtiğini görüyoruz. Balkanlarda Sırp ve Karadağ başkaldır­malarına savaş açılınca Karadağ üzerine yürüyenlerin başın­daydı. 1876/1877-1293 harbinde Tuna ordusunda korgene­ral rütbesiyle istihdam olundu. 2.Tümen kumandanı olarak Tırnova/İslimye arasında, Elena adı verilmiş mevkıide Rusrı başlarında ünlü kumandanları Şuvalof olduğu halde,  bü­yük bir bozguna uğrattı. Bu zaferde gösterdiği yüksek cesa­retin karşılığı olan Deli'lik lâkabı, adına eklenirkende, tâbiiki kadibine kadar hakkettiği Elena meydan muharebesi kahra-manlığıda birlikte anılırken Sultan Hamid'in gönderdiği mü­şirlik rütbesi de ilâve olununca kartviziti meydana getiren isim ve sıfatlar birleştiğinde şunlar okunmaktaydı: "Elena Kahramanı Çerkeş Müşir Deli Fuad Paşa" Bütün bunlara bir de yâver-i ekremlik inzimam olununca, boy ve bos bakımın­dan iki metre ve muntazam bir vücud, heybetli bir baş ve genç yaşta kırlaşmış sakalı ile nûrani bir yüz, herkese vekar-la fakat mütebessimane bakan gözleri, dostların içini ısıtır, düşmanlarının kanını iliğini dondurucu tesir yapardı. Bu koca Çerkeş, hem çok zengin, hem de eli pek açık sehavet denen hususun kendisinde bir başka yakışığı oluyordu. Paşa; Çatal­ca* cja hatları düşman aştığı takdirde şehri yâni İstanbul'u sa­vunma noktasında neler yapılabileceğini istişare eden ve bu istişarelerin gereği >e leri tahkime bizzat nezaret eden padi­şahın zarif bünyesi yanında ondan yedi yaş büyük Fuad Paşa dev yapısı İle manzaraya bir mehabet Kazandırıyordu. Ahali padişah ve Fuad Paşa'ya maşaallah çekmekteydi. Fuad Pa­şa' nin diğer bazı vasıflan yeri geldikçe anlatılacağından onu Istanbulun savunma hazırlık- larını yaptıkları kavşak nokta­larında padişahla birlikte bırakalım. Zâten alınan tedbirlerin kullanılmasına lüzum kalmadı, moskof Çatalca'yı aşmayıp, bir küçük gurupla Ayastefanos, yâni şimdiki Yeşilköye geldi. Orada sulh müzakereleri cereyan etti. Bu sulhun neticesinde perişanlığımız tescil edildi.

 

Gelelim Menfaatçi Guruba

 

 

Padişahın etrafında yer alan menfaatçiler güruhu, padişa­hın değer verdiği cidden değerli insanların gözden düşmesini sadece duayla istemek değil, çeşitli tezgâhlar kurarak ger­çekleştirmeye gayret gösterirdi. Padişah bunlarında kendisi­ne lâzım olduğu inancı içinde, yâni günümüzdeki derin dev­let malzemeleri gibi addettiğinden onlanda kıymetli değerli elemanlar olarak nitelemekle beraber bu işlerin çirkin işle: olduğunu tabüki; takdirden acizdi. Fakat âiet her zaman la­zım gelir deyip, bunları da memnun etme yolunu açık tutar­dı. Deli Fuad Paşa ise bu tip adamların hiç birini sevmez, on­lardan çekinmez mütalaalarına değer vermeyen bir zâtdı. Kalb kalbe karşıdır derler ya, o hesab! Bu güruh da, Deli Mü-şir'den hiç hoşlanmazlar, ne yapıp yaparlar bir takım jurnal­ler tertipleyip, Müşir Paşanın aleyhinde padişaha ulaştırırlar, bunlara inanmayan padişah "Dokunmayın benim Deli Müşi-rim'e"dedikten sonra jurnal sahibine harçlık verirdi. Sonra da bu jurnali alır da Fuad Paşa'ya gösterirdi. Bu tip adamlar hiç eksilmez, 1877'ile 1901'e kadar Fuad Paşa hakkında bir çok jurnalin tertiplenmesine rağmen: "yel kayadan ne alır misâli, melunlar, padişahla müşiri arasında münaferete muvaffak olamadılar.

 

Bir ara menfaatçiler güruhu çoğalmış, vehham padişahın bu zaafını arttıracak jurnallerla ortalıkta dolaşıp'beğenme­dikleri kimseleri perişan etmeye başlamışlardı. Bunlardan Reşid Paşa, İzzet Holo (Arab), Fehim Paşa, Ali Şâmil Pasa idiler ki, aralarında anlaştıkları bir tezgâhla sadr-ı esbak Mehmed Said Paşa ile Deli Müşir Fuad Paşa güya antİaşmış-lar padişahı tahttan indireceklermiş babında bir jurnal ihzar ederler. Bunların arasında; başhafiye olan Fehim Pasa cok

 

Karaktersiz, insafsız, ahlâksız, cani ruhlu bir kimseydi.  Nice ocaklar söndürmüş, ne hânumanların yerinde yeller estirmiş bir zâlimdi. Ayrıca haddini bilmez saygısız bir kimseydi. Bir ele en tehlikeli ve kendisini her işden sıyıran şu şekilde tarif ettiği bir tesbiti vardı: "Efendimizin hayatını korumak benim vazifem. Duyduğum, gördüğüm her şeyi zâtı şahanelerine ulaştırmak vazifelerimin başında gelir. Ne varki bütün bunları ispata mecbur değilim. Benim duyduğumu açıkladığımda ya evet ben böyle yapacağım diyen olabüirmi? Şu halde inkâr edenlere ben karışmam" şeklinde bir izah getirmekteydi.

 

Veliahd (Sultan) Reşad efendinin oğullarından Ziyaeddin ve Ömer Hilmi efendiler, binmiş oldukları fayton arabayla gezmeğe çıkmışlar, bir hayli dolaşmışlar ve dönüş yolu ola­rak da Nişantaşı üzerinden konaklarına avdet etmek üze.e Fehirn Paşanın evinin önün den geçerlerken, Fehimde hangi mülevves işi yapmaya gidecekse konağından çıkmak üze-reymiş, gelenleri gördüğünde bunların veliahd Reşad efendi­nin çocukları olduğunu hiç kaale almadan hatta tam aksine onlara üstünlük taslayacak tarzda önlerine çıkmış ve burası bana aid buradan geçemezsiniz ikazında bulunur. Efendiler bu saygısızlığa gücenseler de, arabacıya dön emrini verirler. Görüldüğü gibi veliahd'ın yetişmiş gençlerine bunu yapan bi­ri, devlet memurlarına, ahaliye, meşayihe kimbilir neler ya­par? Acaba; bu hâlin yâni cihet-İ askeriyyeden olan paşalar ile sivil görevlerden paşa rütbesine gelenlerin arasındaki bu elerin anlaşmazlık, sivil güruhun merdâne davranmamasın-danmı? Yoksa askerlerin disiplinlerinin farklı olmasındanmı-dır? Bunun cevabını apayrı bir soruşturmada bulmak kâbidir. Meselâ Arab İzzet Paşa (Holo), bu hususda bir hayli sıkıntılar ya şamış, bol keseden verilmiş sivil paşalardandır. Fuad Pa-şa'dan, 93 savaşının diğer bir efsane ismi Gazi Osman Paşa'dan bir hayli azar ve hakaret görmesine rağmen ve de as­keri şahıslara irade-i seniyye ancak asker-İ erkân-ı harpler tarafından tebliğ edilir denmesine rağmen îzzet Paşa, böyle bir tebliği yapmaktan pek zevk alıyordu anlaşılan. Hâttâ Gazi Osman Paşa; Osmanh-Yunan  1897 savaşında Çit kasrında toplanan askeri istişare heyetine yine bir irade-i seniyye teb-.   liğ etmeye kalkışan İzzet Paşa'nın kafasına iskemleyi atıver-miştİ. Canı bir hayli yanan Holo, padişaha işi götürmeme akıllılığını göstermişti.

 

Şimdi Fuad paşaya diş bileyenlerden biri olan Reşid Paşa pek çapkın biri idi. Ancak yakışıklı ve çok zengin, dünyada en iyi kılıç kullanan silahşörlerden biri olan Fuad Paşa' nın karşısında hep yenik düşüyordu. Reşid Paşanın göz diktiği bayanlar, son anda tercih lerini Fuad Paşa'da yapmalarının meydana getirdiği bir kıskanmamı idiî

 

Ali Şâmil Paşaya gelince bu adam gösterişe pek düşkün olmasına rağmen Deli Müşir' in katılmış olduğu toplantılarda bin mumluk ampulün yanında bir mum ışığı gibi kalıyordu ve onun yanında caka satamıyordu. Çerkeş Mehmed Pa-şa'ya gelince aynı kavimden olmalarına rağmen ona kızma­sının sebebi, kıskanması, ondan yılmış olmaktan kaynakla­nıyordu. Fehim Paşa ise; Deli Müşir Fuad Paşa'nın Feneryo-lu'ndaki muhteşem konağının parıldıyan ışıkları, her gece bitmez tükenmez davetliler, en mükemmel hanende ve sa­zendelerin katıldığı muazzam musiki âlemlerinin bu tertibçisi Fuad Paşa padişah'dan daha müreffeh ve şaşaalı bir hayat yaşıyordu vede bunun suyuda şahsi servetinden geliyordu. Mısır'daki çiftliklerinin gelirleri paşaya hakikaten maddî ba­kımdan krallar gibi hayat sürme imkânı bahşediyordu. Şimdi Fehim böyle bir kimseyi nasıl kıskanmasın di? Kendinde kudretin temsilciliği vehmeden birinin böyle bir farka taham­mülü kolaymıydı?

 

Bütün bunlara karşılık halkın her iki tarafdan adı geçenle­re yaklaşımına bir atfu nazar edelim: Ahali bu düşman kar­deşleri gördüğünde ya bir tarafa saklanıyor, ya da onların bulunduğu tarafa bakmamayı tercih etmekteydi. Buna karşı­lık Deli Müşir Fuad Paşa herhangi bir yerden geçtimi, tanı­yanlar koşar ve selâm vermeye bakarlar, tanımayanlar ise görmek için koşarlardı. O ise, bir baba tavrıyla selâmlar da­ğıtarak, güler yüz vede gülen gözleriyle insanların yürekleri­ne sevgi salarak varlığını hatırlatırdı. Fehim Paşa'yı bir gün Cuma Selamlığında kenara çeken Müşir Fuad Paşa, yaptık­ların yeter, artık hakkımda hergün urnal veriyorsun fena ya­parım diye tehdit etti.

 

Bu tehdit, Fehim'de tesirini gösterdi. Bir müddet geri çe­kildi. Fuad Paşanın karşısında aleyhde olup, tuzak kurmaya çalışan iki kişi meydanda kalmıştı. Bunların biri askeri savcı Reşid Paşa ile Üsküdar muhafızı Ali Şâmil Paşa idi. Ali Şâmil Paşa kurnazca davranıp, Üsküdar civarında ki çıkacak her hangi vakaya muntazırdı. Savcı Reşid Paşa ise yanına aldığı bazı sivil me murlar ile Fuad Paşa'nın köşkü civarına yana­şıyor Müşir'in sabrını taşıracak davranışlar gösteriyordu. Re­şid Paşa'nın korkak ve ödlek bir kişi olduğunu bilen Fuad Paşada nasıl oluyor, kime güveniyorda benim konağın üzeri-ne bu kadar düşebiliyor diye kafa patlatmaya başlamıştı ki, bir akşamüstü sıcağında Reşid Paşa bir paytona binmiş ol­duğu halde ve arkasındaki faytonda da üç sivil memur ge­çerlerken, her zamanki gibi Fuad Paşa konağın kapisındadır. Ve de geçmekte olan faytonun içinde, bir köşeye çekilmiş Reşid Paşa, ceketinin bütün düğmeleri açık şekilde ve Fuad Paşayı görmemezlikten gelmesi disiplin düşkünü müşirin tepeşini attırmaya yetti. Paytonu durdurup Paşayı köşke ça­ğırttı. Reşid Paşayı köşkte Koca müşir bir güzel dövdü. Arka­sından sordu: Artık doğrusunu söylersen sana başka bir şey yapmayacağım, serbest bırakacağım. Seni, beni takip etmek için kim vazifelendirdi? Cevab şöyleydi:

 

Zât-ı devletlinize çok büyük hürmetim vardır. Arab İzzet Paşa bunu istedi. Ali Şâmil Paşa ve Fehim Paşanın sizi taki­be aldığını işittim. Bunları söylerken; daha sonralar! babiâli baskınında öldürülen Harbiye Nâzın Nâzım Paşada hayretle Fuad Paşanın yanında geçen olaylara şâhid oluyordu.

 

Peki Arap İzzet ne talimatı verdi? Sorusuna cevap olarak, Fuad Paşa; siz kadıköy ve Üsküdar'da gizli bir cemiyyet ku-ruyormuşsunuz. Mensubiyetinizle şerefyâb olan bir çok zabiti Selimiye Kışlasına yerleştiriyormuşsunuz! Birliklerin başına size bağlı subayları yerleştirdikten sonra çıkaracağınız ihtilâl neticesinde de saltanatda değişikliğe gidecekmişsiniz. Oğul­larınız beyefendiler ise, avrupa'da yaşayan cön Türklerle ha­berleşme içinde olduğu gibi konağınızda musiki toplantıları altında yaptığınız tertibat, doğrudan gizli müzakerelermiş!

 

Reşid Paşa, sözlerini tamamladığında gerek Nâzım Paşa gerekse Müşir Fuad Paşa bu iftiraların ağırlığı ve atılan çirkeften utanmaktan kendilerini alamadılar. Çık dışarı demek zorunda kaldıkları Reşid Paşa ceketini eline alıp, binbir te­menna çakarak kendini dışarı atmak üzereyken, Fuad Paşa haykırdı:

 

-Nereye böyle ceketini giysene. uşakların önüne bu kılıkla utanmadan nasıl çıkacaksın?

 

Nâzım Paşa;  Reşid Paşanın çıkmasından sonra  bir hayli telâşla: "Aman Paşam. İşler fenalaşıyor. Acaba kim tarafından bir ifşaat vukubuldu? Sorusunu sordu. Fuad Paşa da bil­miyordu, ancak bütün düşmanlarının ittihat ettiğini hissedi­yor ve karşı tedbirler alması icâb ettiğinide düşünmeğe baş­ladı. Burada Nâzım Paşanın kullandığı ifşaat kelimesinin Kaynağımızın yazarı Ziya Şâkir merhumun kalemini rastgeie sallamasından ise, bir mâ-na ifade etmez fakat, Paşanın ağ­zından çıkmışsa, bazı hususatın aslı varmış mânasını ara­mak, beyhude bir gayret sayılmaz. Doğrusunu Allah (c.c) bi­lir.

 

Fuad Paşa'nın Feneryolunda'ki devlethanesinden kendisi­ni zor kurtaran müddeiumumi Reşid Paşanın yediği sopa kendisine bir rütbe daha kazandırmış, mirlivalıkdan ferikliğe irtika ettirildiği gibi cebine de beşyüz lira ihsân-ı şahane kon­ması bir taltif olarak düşünülse yanlış olmaz. Reşid Paşa bu ihsana nasıl nail olmuştu ki, bunun üzerinde durmak icâb eder. Reşid Paşa Feneryolundan çıktıktan sonra doğru mâ-beyn-i hümâyûna yâni saraya koşmuş, perişan hâlini İzzet Holo Paşaya arzetmişti. Bu cüreti işleyen Fuad Paşa' dan bir hayli ürken Arab İzzet Holo; hemen huzur-u padişahiye çıktı­ğı gibi, bire bin katarak, olmamışı varsayarak, bir senaryo arzetmiş ve padişahın lütfûnu, Reşid Paşa lehine olacak şe­kilde celbedeb'ılmişti.

 

Bunları ertesi günü haber alan Deli müşir; fesinin bastırdı­ğı gibi (fes bastırmak başa takıp çıkmak) saraya gidip, Sul­tan Hamid'in huzuruna çıkıp*, sadece attığı dayağı değil her şeyi sayıp döktü. Arkasından ilâve etti: "Şevketmeâb asker­likte rütbeler, nişanlar ya kanunen hak kazananlara veyahut da vatana fevkalâde hizmetler yapanlara verilir. Siz ise; ben­den dayak yiyen bir şahsı ferik yapıyorsunuz... Sizin arzunu­za müdehale kimsenin hakkı ve haddi değildir. Rütbei askeri­ye böyle verilirse benim müşirliğimin bir kıymeti kalmamıştır. Askerlikten istifa ediyorum, sâdece bir bendeniz olarak kalmak istiyorum.. Bana itimadınız yoksa Mısır'a gideyim. Oradaki İşlerim karma karışık bir durumda, bari onları bir ni­zâma sokayım. Acizane hizmetime ne zaman ihtiyacınız olursa fermanınıza koşarak gelirim!..

 

Sultan Hamid; Fuad Paşanın söylediklerini sonuna kadar hiç kesmeden ve sükunetle dinledikten sonra, mütebessimâ-ne "Sen, bir bilirsin.. Ben bin bilirim paşa... Hikmeti hükümet denen bir şey vardır. Ben şu köşede oturuyorum amma, iğ­nenin deliğinden de Hin distan'ı seyrediyorum. Deliliği bırak. Bizi birbirimizden ancak ölüm ayırır. Ben seni dün, bu gün tanımıyorum istedikleri kadar jurnal versinler, bak ben ehemmiyet veriyormu- yum? Hadi git köşküne Rahat rahat otur. Şuna buna da uyma.."

 

Fuad Paşa padişahın huzurundan çıktıktan sonra soluğunu İzzet Paşa'nın odasında aldı. Oda da hafiyelerden Çerkez Mehmed Paşa, Celâleddin Paşa vardı. Odaya bir kasırga gibi giren Fuad Paşa'yı gören İzzet Paşa sandalyesinde donup kaldı. Çerkez Mehmed Paşa sessiz sadâsız odadan dışarı çık­tı. Müşir Paşa; Holo'ya: "Mel'un herif nedir senin bu yaptıkla­rın?" Masanın üzerinde duran divit takımını kaptığı gibi, Arab İzzet'in kafasına fırlattı, can yakması bir yana tepeden ayağa mürekkebe bulanmakda cabası oldu ve: "dövdüğüm herifi bana inat ferik yaptırıyorsun ha! Demek ki dayağım uğurlu geliyor. Dur seni de tepeleyeyim belki sen de sadnazam olursun!" Diye bağırırken İzzet Paşanın üstüne yürümeye de­vam ediyordu. Ahmed Celâleddin Paşa; Fuad Paşa'nın sev­diği kimselerden olduğundan teskin için araya girdi. İzzet Pa­şa bu arada odadan kaçıp, yandaki küçük kapıdan hemen padişahın huzuruna çıktı. Ve: "Bakınız efendimiz; Fuad Paşa,

 

Kulunuz beni ne hâle koydu!" Dedikten sonra huzurda ağla­maya başladı...

 

Anlatılanları dinleyen padişah, İzzet Paşaya: "Sen huzura böyle çıkmaya utanmıyormusun? Oh olsun yaptığınız işi yü­zünüze gözünüze bulaştırmayınız bir daha.." Dedikten sonra: -çık dışarı" emrini verir. İzzet Paşanın odasında bir koltuğa oturan Deli Fuad Paşa gür ve beyaz sakalı dört köşe olarak kesilmiş olmasıyla hayli mehabetli gösterişe sahibken, şim­di diken diken olan sakalının haliyle yüzüne bakanı korku­dan titretir durumdaydı. Yaktığı sigaradan bir tanede Ahmed Celâleddin Paşaya ikramdan sonra; "Paşa bu herif şimdi hu­zura çıkmış ve ağzına geleni uydurmuştur. Bak bakalım pa­dişahın bana bir iradeleri varmı?" ricasında bulundu. Celâ­leddin Paşa onbeş dakika sonra geldiği huzurdan Fuad Paşa­ya şunları söylemekteydi: "Efendimiz selâm buyuruyorlar. Deli'me söyle, İzzet'i huzurdan kovdum. Müsterih olsun. Ar­tık evine gitsin, rahat etsin" diye ferman buyurdular.

 

Ertesi gün Cuma selâmlığında Fuad Paşa mutad yerini al­dı bütün heybetiyle selâmlığa gelen padişahı hürmetle se­lâmladı. Sultan Hamid'de Deli'sini hafif bir gülümseme ile selâmladı. Acaba bu hâl Fuad Paşanın düşmanlarının kendisi hakkındaki menfi düşüncelerini ortadan kaldırmaya yeterli-miydi? Bakacağız!

 

Kaynağımız olan merhum Ziya Şâkir bey, fevkalâde Ab-dülhamid sever bir zât olmadığı halde, O'nun yaşadığı haya­tın zorluğunu çok iyi idrak etmiş bir kimsenin objektif bakı­şından hiç uzaklaşmamış, bence güzel bir vasıf olan, bir hu-susda memnuniyetsizliği ifâde ederken, failin temayüz eden hususatını ifâde etme adalet severliği, Ziya Şâkir Bey'de de Mevcud ki, şu beyanatı yapmaktan kendini alamamakta: Çünkü Yıldız Sarayının siyaseti şunu iktiza ederdi. Bu sarayda padişahın ne gayzine nede iltifatına hiçbir güven olma­dığını bilirdi. Sultan Hamid'in zaaf derecesinde bir merhameti vardı. Bazı hadiseler ve şahıslar müstesna olmak üzere bu adam kimseye karşı büyük bir kin taşıyamazdı. Aynı zaman­da mebzulen (bol) iltifatlarına garkettiği bir adama karşı da tam manasıyla muhabbet ve teveccüh beslediği iddia oluna­mazdı."

 

İşte bu tahlilde isabet Deli Müşir içinde geçerli idi. Çünkü; Sultan Hamid, dâima hüsn-ü zân fakat âdem-i itimad mese­lesine önem vermiş bir hanedanın evlâdıydı. Kim olursa ol­sun bu kaideden hâriç kalamazdı. Malumu veçhile padişah; Şeyh ve aynı zamanda kendi Şeyhi olan Zafir Efendi'yi dahi takip ettirmekte, bir muafiyet tanımamıştır. Zafir Efendi hak­kında gelen jurnâlleride okurdu. Deli Fuad Paşa gibi, kudretli bir şahsiyetin şansı da ençok şeyh efendi kadar olabilirdi! Ni­tekim de öyle olmuştur. Çünkü menfaat gurubu, bu zâtın dostluğunun Abdülhamid hân nezdinde derin olduğunu bildi­ğinden, kopartmayı menfaatlerine uygun gördüklerinde fitne dokumaya devama azami gayret sarfına giriştiler.

 

Padişah'ın; huzurundan def ettiği İzzet Paşa, yüzsüzlüğü­nün ve intikamcıhğın sevkı ile padişahın yanına çıkacak çâ­releri bir yandan araştırırken, öte taraftanda Fehim Paşa'yı odasına davet etmiş, Fuad Paşa'ya kurulacak tuzakları ve tezgâhları kararlaştırma konuşmalarına girişmişlerdi. CJzun bir mükâleme sonunda dört maddelik bir plân tesbit ettiler

 

a)  Maksad-ı asli padişaha hizmetten başka bir şey değildir.

 

b)  Fuad Paşa,Fehim Paşa tarafından şiddetle takip edile­cek. Jurnaller padişaha verilecek   ve bunların muhteviyatı hakkında, İzzet Paşa da haberdar edilecek.

 

c)  İzzet Paşa da; Fehim Paşa'ya bazı jurnal mevzuları ve­recek. Fehim Paşa'da bunları aynen hünkâra takdim edecek.

 

d)  İzzet Paşa bu işe iştiraki münasebetiyle Fehim Paşa'ya peşinen bin lira verdiği gibi, her ay beşyüz lira ödemeyi üze­rine aldığını kabul ediyordu, (bin lira bugünün parasıyla; 130 milyar TL. eder)

 

İşte padişahın en yakınları ve çalışma arkadaşları olan kimselerin husule getirdikleri bu antlaşma evvelâ padişahın aleyhindedir çünkü kadim, güçlü ve samimi bir dosttan ayrıl­masını temine matuf çirkin ve müslümanlığa yakışmaz bir husustu. İzzet Paşa antlaşmanın son maddesindeki bin liralık peşin ödemeyi yapmak için yazıhanesinin gözünü açtı. Bir zarf çıkardı. Banknotlar zarfın içinde olmakla beraber bir de jurnal taslağı ilişikti.

 

 

 

Huzura Davet

 

 

Sultan Hamid'in hususiyetlerinden biride kendisine lâzım olan adamlarla bir haftadan fazla dargın duramaması idi. İşte Arab İzzet'ide hemen haftasında yanına celbetmişti. O içeri girerken bir hizmetli de, padişaha bir jurnal getirmişti. Padi­şah çabucak jurnali okudu ve telâşla; "Bak neler oluyorda senin haberin yok galiba Fuad Paşa ile barıştın. Artık ondan hiç bahsetmiyorsun." Dedi. Fuad Paşanın adı anılınca tüyleri ürpermiş gibi ya parak, Allah göstermesin Efendimiz. Haya­tımı feda ederim de Öyle bir hâin ile yüz yüze gelmem. Sanki kulunuz; onun nelerle meşgul olduğunu bilmiyormuyum. An­cak Fuad Paşa hakkında huzurunuzda bir tek kelime söyiiye-mem. Aramızda gecen mesele yüzünden ifadelerim mutlaka garezkârlığıma verilecektir. Bu adam yüzünden sizden azar işitmişsem de, yinede sizin selâmetiniz bakımından Fuad Paşa ile meşgul olmaktan vazgeçmedim. İrâde buyrulursa şu son günlerde onun yaptıklarına dâir malumatımı arzedeyim dedikten sonra padişahın elinde ki jurnale benzer beyanları birbir sıraladı. Padişah 2. kâtibinin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra elindeki jurnali Arab İzzet'e uzatarak; "Al bak bu adam da senin söylediklerine yakın beyanlarda bulu­nuyor. Demek ki adamın dediği doğru. Şimdi bu adamı bul­dur ve bir güzel sorguya çek. Ancak bu sorguyu, ben de işit­mek isterim" dedi.

 

İkinci kâtib. İzzet Paşayı hiç bir şey bu kadar sevindiremez-dİ. Çünkü eldeki jurnali Üsküdarlı Halİd Efendi adında birine bizzat kendisi dikte ettirmişti. Huzurda bulunduğu esnada da verdirerek anlattığı ile verilen jurnal arasındaki benzerlik pa­dişahın vehmini ziyadesiyle arttırmış bulunuyordu. Derhal nezdine çağırttığı Halid Efendiyede kendisini sorguya çeke­ceğini ancak bu sorguyu padişahında dinleyeceğini söyleye­ceklerine dik-kat et. Benimle önceden tanışık olduğuna dâir tek kelime ağzından çıkmasın. Bu sorgudan başarılı çikarsan artık senin başına devlet kuşu kondu demektir tenbihlerini yaptı.

 

                                .                    .   .

 

Sorgu Başlıyor

 

 

izzet Paşa; Halid Efendiyi Küçük mabeyne getirip, padişa­hın irade-i şahanesini beklemeye başlıyorlar. Az sonra terti­bat tamamlanır ve sorgu başlar:

 

-Siz Halid Efendi mahrem bazı maruzatta bulunmuşsunuz. Efendimiz; bu malumata ne suretle eriştiğinizi öğrenmek isti­yorlar. Halid Efendi:

 

-Efendim; bendeniz, Üsküdar'da ikamet eden Baytar Mira­lay Ressam Halil Bey vasıtası İle bir çok defalar Fuad Paşa'nin köşküne gittim.  Her gidişimde orada birçok zevata rastladım. Bunların kim olduğunu sormamakla beraber, ko­nuşulanlardan çıkan netice, Fuad Paşa'nın İstanbul'da bir ih-tiial yapıp, Efendimizi saltanattan ıskat etmektir. İzzet Paşa: -Oraya ne maksadla gittinizdi? Halid Efendi: -Fuad Paşa'ya bir dâire müdürü lazımmış, ben bu işe gir­mek istemiştim ancak Efendimiz aleyhindeki cereyan beni bundan sarf-ı nazar etmeğe sevk etti. İzzet Paşa: -Halil Bey'e bunlardan bahsettinizmi?

 

-Hayır. Sadece Fuad Paşa çok sinirli bir adam onun ma­iyetinde çalışamam dedim.

 

-Bu jurnali veriş maksadınız nedir? -Sadece Efendimize hizmet içindir.

 

-Peki bu vazifeye girip bir hayli şey öğrenerek haber ver­seydiniz daha iyi hizmet etmiş olmazmıydınız?

 

-Bunu düşünemedim. Fakat emir buyurulursa efendimizin uğruna her fedakârlığı yapmaya hazırım.

 

Sanki son cevap mükalemenin bittiğinin işareti olmuştu. İzzet Paşa birdenbire ellerini göğsünün üstünde kavuşturdu ve bir ihtiram duruşu aldı. Halid Efendide hemen yerlere ka­panıp titremeye başladı. Çünkü padişah paravananın arka­sından çıkmış yanlarına gelmişti:

 

-Söylediklerini duydum. Memnun oldum. Sadakat mükâ-fatsız kalmaz. Bu günden sonra Fehim Paşanın emrinde çalı­şacaksın. Talimatı ondan alacaksın. Şunu da al, araba parası yaparsın.

 

Halid efendi padişahdan aldığı yüz liranın büyük sevincini yaşarken, İzzet paşanın etekleri zevkten zil çalıyordu... İşte melun tezgâh kurulmuş tıkır tıkır işlemeye başlamıştı. Fuad Paşanın maiyetine yerleştirilen Halid Efendi yağmur gibi ha­ber yağdırıyordu zannı verilecek şekilde İzzet ve Fehim Pa-şa'lar habire jurnaller düzenliyorlardı. İzzet Paşa padişahın huzurunda bir başka mesele hakkında izahat verirken Fuad Paşa meselesine kayan mevzuun, padişahı tedirgin etmiş ol­duğunu hisseden İzzet Paşa, büyük bir cüretle:

 

-Efendimiz; görüyorum ki bu mesele sizi çok rahatsız edi­yor. Ferman buyurun. Ben onun vücudunu kolayca ortadan kaldırabilirim.

 

Sultan Hamid böyle bir teklif karşısında titremekten kendi­ni alamadı. Çünkü o, mahkemeler tarafından verilmiş idam hükümlerini infazdan imtina eden merhameti bol bir insandı. Fuad Paşa'ya böyle bir iş yapılmasına müsaade edermiydi? Nitekim:

 

-Sakın ha! Zinhar böyle bir teşebbüsde bulunulmasın.. He­men benim tarafımdan yaptırıldığına hükmederler. Olmaz. Bir daha böyle bir lakırdı olmasın. O, Deli'nin kulağına gider de başımıza iş çıkarır. Kalkar avrupaya savuşur veya ecnebi sefaretlere müracaat eder. Bizi müşkül mevkide bırakır. Şek­lindeki beyanlarıyla mümanaat eder.      

 

 

 

Korkunç  Plân

 

 

Padişahın ademi muvafakatına rağmen İzzet Paşa, Fuad Paşanın bertaraf edilmesinden eninde sonunda memnunluk duyacağına hükmettiğinden, fikrini ortağı Fehim Paşaya da açdı. Fehim Paşa gözünü bürüyen hırsdan kopamadığından bu zor ve cüret istiyen işe evet dedi ve menhus plânlarını kuvveden fiile çıkarmanın hesaplarını tamamladılar.

 

Plân iki merhaleden ibaretti. Lodosun kuvvetli olduğu bir havanın akşamında Kalamış koyundaki iskeleye bir istimbot gönderilecek aynı zamanda da Fuad Paşaya acele saraya gelmesi hususunda bir telgraf çekilecekti. Paşa istimbota bi­necek gelirken güya dalgalar istimbotu Kızkulesİne sürükle­yecek, kayalar parçalayacak Paşa da orada boğulacaktı. Şa­yet bu kabil olmazsa, o zaman bir fedai bulunacak Fuad Pa­şa arabasında vurdurulacak.

 

1317/1901 senesinin sonbaharında günlerden birinde şid­detli bir lodos kendini göstermişti. Moda, Kadıköy ve Üskü­dar sahillerindeki yalılar boyunca dalgalar yükseliyor, kö­püklü sular bahçelere doluyordu. Tersâne-i âmirenin küçük bir istimbotu da dalgaların uğultusundan başka bir ses du-yulmuyan gecenin zifiri karanlığında, bata çıka Kalamış ko­yuna doğru yol almaya çalışırken, Fuad Paşa'da henüz gel­miş bir telgrafı Feneryolun'daki köşkünde okumaktaydı:

 

"Feneryolunda mukim, yâver-i ekrem îrazreti şehriyariden müşirân-i izamdan, devletlû:

 

'   Fuad Paşa Hazretlerine

 

Kalamış iskelesinde emri devletlilerine amade bulunacak olan istimbotla derhal sarayı hümayuna teşrifle mühim bir meselenin müzâkeresine iştirak buyurmanız şerefsüdûr buyrulan irade-i seniyye iktizasından olduğunu arz ederim efendim.

 

Kâtib-i sânii hazreti şehrîyâri kurenadan izzet

 

Fuad Paşanın bu telgrafdan şüphelenmesine gerek yokdu. Çünkü Mısır'da olsun, Bulgaristan ahvalinde olsun meydana gelen zuhurat her an beklenen hususattandı. Derhal kıyafet-i askeriyyesini giyerek Kalamış iskelesine geldi, istombot gel­miş kendisini muntazır idi. Bir hissikablelvukuu, Müşire:

 

"ben, Üsküdar'a faytonla gideceğim, gelin beni oradan alın" emrini verdirdi. Kaptan bahriye yüzbaşı Nuri Efendi istemiye istemiye üzeri-ne aldığı tehlikeli ve menhus işden kurtulmuş' olmanın rahatlığını yaşadı. Hemen istimbotu çalıştırıp, bata çıka Beşiktaş'a geldi. Oradan bindiği bir araba sayesinde ça-bucak Yıldız Sarayına kapağı atar, durumu Fuad Paşa aleyh­tarı kafadarlara nakletti. Bunların etekleri tutuştu. Fakat ça­reden uzak kalmadılar. Yüzbaşı'ya; hemen Üsküdar İskelesi­ne gidiniz Fuad Paşa'yı bekleyiniz ve işini de daha sonra dö­nüş yolunda bitirirsiniz, emrini verdiler. İstimbot Üsküdar is­kelesine yanaştığında Fuad Paşa'nında iskeleye doğru geldi­ği görüldü. İstimbot'a binen Paşa'nın Beşiktaş'a geçmesi güç olmadı. Oradan da mabeyne geldi. Müşir Deli Fuad Paşa sa­rayda bekleme odasına alındı. Bir kaç dakika geçmişti, ki binbir temennah ile İzzet Holo, hiç bir şey olmamış gibi Fuad Paşa'nın yanına girdi ve:

 

-Hoş geldiniz Paşa hazretleri. Rahatsız oldunuz ne çâre! Bu akşam Hicaz demiryolları hakkında önemli bir toplantı akte-dilecekti fakat zât-ı şahane şiddetli bir baş ağrısından dolayı harem-i hümayuna geçtiler. Yola çıkmamanız hususunda telgraf çekilmişti amma size ulaştıramadılar demekki. Vah! Vah! nafile yere yoruldunuz.

 

Şeklindeki sözlerle Fuad Paşa'ya izahatta bulundu. Sözle­rin bitimini müteakip, Fuad Paşa: "Böyle havada gelmek-git-mek kolaymı? Önce toplantı yapılır sonra padişaha arz edi­lirdi" şeklinde sözler etti. İzzet Paşa ise: "malum-u âlileriniz-dir, Efendimiz müzakerelerin dâima huzurunda yapılmasını ister." Beyanı ile karşılık verdi.

 

Fuad Paşa bindiği arabayla Beşiktaş İskelesine indi. İstim-bot'a binai İskeleden ayrılan İstimbot, Üsküdar istikametine yol almaya başladığında Paşa, alt kamaraya inmiş, fesini başından çıkarmış ve sedire uzanmıştı. Bu halden Nuri efendi uykuya yatan Paşadan dolayı rahatlamıştı. Artık; me'şûm vazifeyi yerine getirecek kolaylık, yakalanmıştı. Fakat bahri­ye zabiti pek fena aldanıyordu.

 

Çünkü; Fuad Paşa son bir kaç saat de olan anormal likier hakkında o müthiş zekâsını çalıştırmaya başlamıştı. İstimbot, lodos'un pek tesir ya pamadiğı alanda seyr etmekteyken kaptan yavaşça dümeni Şemsi Paşa Camii istikametine doğ­rultmuş az sonra da, lodosun iri dalgalan tekneyi tesiri altına almaya başladığı için sarsıntılar, geçen zamanın uzaması, Paşanın dikkatini çekti. Sessizce kamaradan çıktı, parmak­lıklara tutuna tutuna köşkün yanına gelmiş ve çektiği rovd-verini yüzbaşının böğrüne dayamış ve "ben sana Üsküdar'a gitmek için emir vermiştim ne tarafa gidiyorsun?" dediğinde böğründeki silahın delecekmiş gibi şiddetli dokunuşu yüzba­şı da, müthiş bir korku husule getirmişti ve güçlükle:

 

-İstimbot dümeni kabullenmiyor. Onun için sular bu tarafa indiriyor! Dediğinde, Paşa:

 

-Şimdi Üsküdar'a dön yoksa beynini patlatırım. Tehdidiyle Üsküdar'a yanaşılmasını temin etti. İskeleye çıkınca, Nuri Kaptan'a: "İstimbot burada kalsın. Yarın erkenden mabeyne gideceğim. Sen de benimle geliyorsun." dedi.  

 

Nuri Kaptan; başını kaldırıp yüzüne baktığı müşir'in yüzü kıpkırmızı, dâima dört köse kestirdiği geniş sakalı rüzgârdan uçuşuyor, bu yüzdeki mehabet ve saldığı korku rüzgârı, yüz­başının denize düşmüş gibi ter akıtmasına vesile oluyordu. Paşaları bile ayağının altına alıp pataklayan bu yaman silah­şora "ben gelemem" diyebilirmiydi?

 

Nihayet Fuad Paşa önde kılıcını sürüye sürüye yürürken, yüzbaşı korku içinde müşirin arkasında yürümekteydi. Bir kira arabasına yöneldiler ve ona binmek üzere hazırlanırlar­ken, iskelenin köşesinde karanlıkların içerisinde eli tabancalı bir adam iki kişilik kafilenin arabaya\binmesini gözetliyordu ki Fuad Paşa ve Nuri Kaptan arabaya biner binmez meçhul adam da, Çerkeş eyerli atına sıçradı. Bu arada fayton Üskü­dar'ın eğri büğrü yollarında sarsıla sarsıla gidiyor, Paşa yolu tarassutuna almış dikkatli, Nuri Yüzbaşı içinde olduğu duru­mu derin derin düşünüyordu. Atına atlayıp arabayı tâkipde olan meçhul adam ise, Kadıköy tulumbacılar reisi Çerkez Agâh Bey'di, Kurbağalı Dereye geldikleri sırada Fuad -Paşa faytonun arka ve küçük penceresinden geriye baktığında Agâh'ın kendilerini takip ettiğini gördü. Derhal tabancasını çıkartıp, faytonun sağ taraf penceresini yavaş yavaş indirdi. Agâh ise yavaşça bu tarafa yaklaşmakda idi. Paşa, vücudu­nu biraz geri çekerek saldırganın yanaşmasına fırsat tanıdı. Aniden tabancasını yanaşan Agâh Bey'e doğrultup: "Dur. Kı­mıldama! Gebertirim.." diye yüksek sesle bağırdı. Agâh Bey boş bulunmuş, bir şey yapamamış ancak ateş etmesi muh­temel Paşa'dan kurtulmak için atının boynuna yatabildi ve atını mahmuzladığı gibi yel gibi uçdu gitti. Bu hengâmede faytonun atları ürküp şaha kalktılar beş on metre gittikten sonra da şarampola yatıverdi fayton..

 

Fuad Paşa ve Yüzbaşı Nuri efendi ile faytonun sürücüsü ve onun yanında oturmakta olan Paşanın ağalarından Çerkez Şâkir ağa hafifçe yaralandılar. Şâkir ağa, kaçan süvariyi ta­kip etmek maksadıyla, bir müddet peşinden koştuysa da, to­zuna bile erişemedi. Hemen kazazedelerin yanına döndü. Pa­şanın kolu incinmiş, Yüzbaşı ise dizlerinden şikâyetçi idi. Ciçü bir olup arabayı kaldırmaya çalışırlarken teşebbüsünü ta­mamlamak üzere kaçan süvari geri dönmekteydi. Bir hayli yaklaşmış dikkatle Paşanın gölgesini araştırmaktaydı. Faytonun atlarından biri kokuyu almış olacak ki bir kişnedi ve böylece attan pek iyi anlayan Deli Müşir ve Şâkir ağa hemen teyakkuza geçtiler. Derhal bir tectib yaptılar. Agâh Bey, Paşa­ya yaklaşmayı başarmış tam tetiği çekecekken Şâkir ağa kollarının arkasından kaz kanadını vurarak tesirsiz hâle getir­di. Arabacının yardımıyla elleri arkasına bağlandı. Silahını da aldılar.

 

Fuad Paşa; Agâh bey'ide, yüzbaşı Nuri efendiyi de Kadı­köy'deki askeri karakola getirip teslim etti ve ertesi günü doğruca saraya giderek başından geçenleri yazılı olarak Sul­tan Abdülhamid'e bildirdi. Padişahın cevabı çabuk yetişti. Pek müteessirdi. Pek dolgun bir mükafat ihsanında da bulun­muştu. Öte yandan yazılı müracaatında Fuad Paşa kendisine yapılan teşebbüsatın gazeteler yoluyla efkâr-ı âmmeye du­yurulmasını da, taleb eylemişti. Padişah bu hususda hayır dememekle birlikte sadece 3. gün, yüzbaşı Nuri Efendinin Sivas'a, Çerkez Agâh'ın Kastamonu'ya sürgün haberinin ya-ymlanmasıyla iktifa olunmuştu. Esbab-ı mucibe ise; "Hilaf-1 nza-"i âl'î harekâta cesaret etmiş olmalarıydı" Bu hâli protesto için ilk Cuma selâmlığına gitmedi. Padişah Deli Müşir'i her za manki yerinde görmeyince derhal evhama kapıldı ve kendi­sine hemen ertesi cumaertesi günü şu telgraf çekildi:

 

Feneryolunda mukim Yaveri Ekremi Hazreti Şehriyâri Mü-şirânı İzamdan Fuad Paşa Hazretlerine

 

"Bu akşam saray-ı hümayuna teşrifleri iradei seniyyei hazreti Padişahı iktizasından olduğunu arzeylerim efendim.

 

Serkâtibi Hazreti Şehiryâri

 

Tahsin

 

Deli Müşir Fuad Paşa bu davete icabet etmediği gibi bir de cevab olara şu arızayı yolladı:

 

"Zâtı Akdes Hazret-i Padişahiye

 

Şevketmeâbim; dört gün evvel, Ahmed Celâleddin Paşa kulların ile takdim ettiğim arızamın meali tam anlaşılmamış olacak ki başkitabeti celileden aldığım tez kerenin adresi, yine eskisi gibi Yaveri ekrem Müşir Fuad Paşa diye yazıl­mıştır.

 

Gazetelerde Arap İzzet melunu ile Fehim habîs'inin ceza­landırıldıklarını göreceğimi zannederken kendilerinin alet it­tihaz ettikleri ve şüphesiz beceriksizliklerin den dolayt teczi­ye etmek istedikleri istimbot kaptanı, Nuri Efendi İle Çerkez Agâh'in nefyolundukîanni okudum ki bu havadis de tahki­katımda aldanmadığımı is-pata kâfidir. Başkâtip Süreyya Paşa merhumun, saraydan konağına avdetinden sonra ze­hirlenmiş olarak vefat etmiş olduğunu bildiğim halde, irade­nize itaaten yine gelirdim. Fakat rahatsızlığım buna mâni teşkil etmektedir. Bu sebebdende kusurumun affını niyaz eylerim, Şevketmeâb Efendimiz.

 

Fuad

 

Suitan 2. Abdülhamid hân; Fuad Paşanın bu özür dileyen telgrafını yeterli görüp, sükunetle karşıladı ve bağlan tama-men koparmayı, gerginliğin vardığı safha yüzünden doğru bulmuyordu.

 

 

 

Fuad Paşanın İstanbul Cihetine Geçişi

 

 

Fuad Paşa; hakkında yapılan çeşitli jurnal ve tezvirlerin di­ğer bir kaynağının o dönemler de bir hayli tenha yerlerden oian Feneryolu semtinin umumun gözünden uzak olmasının dolayısıyla hakkında söylenebileceklere müsaid olduğu isti­kametinde bir kanaat hasıl etti kendisinde. Maiyeti ile ev ahalisinin kalabalıklığı da mutlak surette büyük bir köşk veya konakların tercihinde bulunmuş ve aranacak ikametgâhın vasıflarını belirleyip tarif etmişti. Çok geçmeden de Şehzâde-bası İnzibat Karakolu yanında isteğe matlub bir konak bulun­muştu. Hemen bu konak kiralandı. Ne varki bu konak sabı­kalıydı daha önce avrupaya firar eden Damad Mahmud Ce­lâleddin Paşaya aiddi. Fuad Paşa böyle bir konağı tutmanın getireceği mahzuru hiç amma hiç aklına bile getirmedi.

 

 

 

İhtilâl Jurnali

 

 

Fuad Paşa'nın hanesi eşyalarının, süratle yeni kiralanan konağa nakli ile beraber, Sultan Abdülhamid han'ın eline de, bilinen tertibçilerin tanzim ettikleri jurnal verilmişti. İçin-de meâlen şunlar yazılıydı: ".Bir hayli zamandan beri saltanatı seniyyeleri aleyhinde tertibat ve teşkilâtta bulunan Müşir Fuad Paşa kullan, ahiren bütün ihzaratını ikmâl ederek, fiili­yat sahasına geçmek için İstanbul canibine naklihâne etme­ye başlamıştır. Müşarinileyhin (Fuad Paşanın) Avrupa'da bulunan erbab-ı fesat ile iştiraki olduğu, firari Damad Mah-mud Paşanın konağında oturması ile de sabittir. Hazırlanan ihtilâlin, takarrüb etmekte (yaklaşmakta) olan Ramazan-ı Şerif de Hırkay-ı Saaded alayı günü icra edileceği mevsu-kan istihbar kılınmıştır. Eşyaların naklinde gösterilen sürat-de bu cihet-i teyid etmektedir. Berayı malumat maruzdur ferman.."

 

Sultan Abdülhamid hân'a sadece bu jurnalin verilmesiyle iktifa olunmamış bir hayli de şifahi olarak dil dökmüşlerdir. Bu beyin yıkama ameliyesinden sonrada padişah; Ahmed Celâleddin Paşa'yı nezdine çağırtıp: "Fuad Paşa seni sever, hatırını kırmaz. Git şunu ikna et. Benim hakkımda yanlış fi­kir besliyor. Ben hiç bir zaman onun fenalığını istemem.

 

Kendisini cidden sever ve takdir ederim. O, İzzet Paşa ile Fehim'den şüpheleniyor. Halbuki benim kendisine olan te­veccühüme binaen bunlar da, Paşa'ya karşı bir harekette bulunmaya cesaret edemezler. Ben, meseleyi bizzat tahkik ettim. İstimbot kaptanı İle tulumbacı Agâh'm uydurmasın­dan ibaret olduğunu anladım. Onun için ikisini de sürgüne yolladım. Sonra Süreyya Paşanın sarayda zehirlendiğini ya­zıyor. Doğrusu bunu kendisinden ummazdim. Benim evim de böyle bir şey yapmaya kimse cesaret edemez: Süreyya Paşa, eceli mevûduyla vefat etmiştir. Şunun bunun sözüne inanarak bana darılmak, sonra da benim bir düşmanımın konağını kiralayarak orada oturmak ona yakışırmı? Ben sağ oldukça onu kira köşelerinde oturtmam.. Bir iki gün sabret­sin. Köşkten inmesin. Bende münasip bir konak bulur, ona ihsan ederim.. Göreyim seni Ahmed. Bunları güzelce kendi­sine anlat.." Diyerek Ahmed Celâleddin Paşa'yı Deli Mü-şir'ine gönderdi.

 

 

 

Padişah  Füad Paşa'ya Konak Hediye Ediyor

 

 

Ahmed Celâleddin Paşa; Padişahın söylediklerini bir bir Fuad Paşaya deyiverdi. Ancak Deli Müşir; senin ne namuslu ve mert adam olduğunu bilirim. Zâten yazdıklarımı senin eiinle vermiş olmam sana olan itimadımın icâbatıdir. Padişa­ha söyle hiçbir fikre kapılmasın bir müddet İstanbul'da otu­racağım. Hürriyetime mâlik bir adamım çocuk da değilim, bu fikrimden de döneceğimi hiç ümid etmesin mealinde söz­lerle cevapladı.

 

Serhafiye Celâleddin Paşa padişaha söylenenleri anlattı. Padişahdan ise biraz azar işitti. Sonunda; padişahın emriyle şu tezkereyi,  Deli Müşir Fuad Paşa'ya, bir adamı ile elden gönderdi:

 

Yaver-i Ekrem Hazreti Şehriyâri Müşirânı İzamdan

 

Fuad Paşa Hazretlerine

 

Devletlû Efendim Hazretleri; vatana büyük hizmetler et­miş olan ve kesir-ü ayal bulunan zât-ı devletlileri gibi emek­tar bir müşirin İstanbul cihetinde kira evlerin de ikamet et­mesini şevketmeab efendimiz katiyyen muvafık görmedikle­rinden, bu sebeble Yıldız'da kâin mabeynci Faik bey'in pe­deri Lûtfi Ağa'nın cesim konağını hazine-i hassa hesabına satın alarak zât-ı devletlerine ihsan buyurduklarını ve bu­günden itibaren mezkûr konağa maaile nâkil buyrulmasmı, bairadei seniye tebliğe memur olduğumu arzeylerim olbap-ta..

 

Ahmed Celâleddin

 

Ancak; Fuad Paşa bu yazıyı getiren yaveri bekletti, teklif­leri kabul etmediğine dâir bir cevabi yazıyı eline tutuştu­rup,Celâleddin Paşa'ya gönderdi. Sultan Hamid bu cevabi yazıdan haberdar olduktan sonra Deli Müşir'inden de ümidini kesti. Artık ondan gelmesi muhtemel zararlara tertibat alma lüzumunu dahi hissetti. Bunların ilki Zaptiye Nâzın Süleyman Şefik Paşa ve Merkez Kumandanı Sadeddin Paşayı saraya getirtip, herhangi bir ihtilâl teşebbüsünü önleme babında her an hazır olmalarını istedi. Hafiyelerin plânı ise bambaşka bir şekil almış, Beyoğlu sefahat yerlerinin kabadayıları sandal­yelerini Şeh zâdebaşı Camüi avlusuna atmışlar, o bölgeye yakın olan Fuad Paşa'nın konağını gözler olmuşlardı. Öte yandan mahut Halit Efendi kapağı atmış olduğu Fuad Paşa hanesinden bilgiler yağdırıyor, usta tezvirciler bu haberleri müessir birer jurnal hâline getiriyorlardı. O sıralarda da Fuad Paşanın on gün kadar ortalıkta arzı endam etmediği görüldü. Bu gaybubetin herkesi heyecana sürüklediği görüldü. Orta­lıkta dolaşan beyanatlar Paşa'nın hasta olmasıydı. Acaba.. Gerçekten Fuad Paşa hastaydı ancak korkulacak bir ciddiyet taşımamaktaydı. Buna karşılık Fuad Paşa'nın ilâçlarını aldır­dığı eczane sahibi Hamdi bey, konağın kapısını çalmış ve Pa­şanın ilaçlarını getirdiğini ancak bazı tariflerde bulunacağın­dan, Paşa ile görüşmesi gerektiğini ifade etti. Bunun üzerine Paşanın yanına götürülen eczacı Hamdi bey, ilâçları verdik­ten sonra: "Paşam bunları bizzat getirişimin sebebi mahrem bir bilgiyi size ulaştırmak içindir. Dün akşamüstü kapalı bir araba ile üç efendi gelip, ilaçlarınızın bizim eczanede yapılıp yapılmadığını sordu. Zât-i devletlilerinin doktorunun kim ol­duğu soruldu. Bunu ne hakla sorduklarını istifsar ettiğimde cevap alamadım. Şüphelendim. Plâkayı tesbit ettim. Beşik­taş dâiresine bağlı 201 nomerolu arabaydı.

 

Bildirmeyi bir vâzifei mühimme addettim Paşam." diyerek sözlerini tamamladı.

 

 

 

Füad Paşa Harekâta Geçiyor

 

 

Rahatsızlığını bir hayli gizli tutan paşa, sarayın bundan ha­berdar olmasını olağan karşılarken, acaba içeriden bir kaçak varmı diye de düşünmeye başladı. Harem tarafı sıkı bir disip­linde, selamlıkta çalışan yirmi kişi kadar insan vardı fakat bunlarda sadık kimselerdi. Paşa;sadik adamlarından Avnul-lah Bey'i Beşiktaş'a gönderip bahse konu arabayı bulup, içi­ne binip kendisine getirmekle vazifelendirdi. Öç saat sonra Avnullah bey bindiği arabayla konağa geldi. Rumeli göçmeni arabacı İbrahim Ağa korkuyla girdiği kapıdan beş lira bahşi­şin verdiği sürurla sevinçle çıkmaktaydı. Amma Paşa'ya ver­diği bilgi arabasına binenlerin Beşiktaş Karakolundan olduğunu dönüşte birinin karakolda kaldığını, ikisini Yıldız sarayı­na çıkardığını söyleyivermişti.

 

Fuad Paşa; Avnullah beyi karşısına oturtup Sultan Abdül-hamid'e yenip yutulması pek zor mektup dikte etti. Mektup padişaha gönderildi. Sultan Abdülhamid okuduktan sonra ateş püskürmeye başladı. Derhal İzzet ve Fehim Paşaları ya­nına celbederek, meşhur eczahane tahkikatını kimin yaptığı­nı sordu. Korkularından sessiz duran paşalara "böyle budala­ca işlerle beni rezil ediyorsunuz, defolun" diyerek huzurun­dan kovaladı.

 

 

 

Kitaplar Bomba Oluyor

 

 

Fuad Paşa 1317/rumi/1901'miladi yılında ocak ayının 27. günü Babıâli'de mücellît Nasrullah Efendi'den ciltlenmiş ki­taplarını aldırmak için Osman ile Torna adlı hizmetlilerini göndermişti. Kitapları paketlettirip, yola çıkanlar kestirme olur diye Şehzâdebaşı Camii avlusundan geçip konağa git­meği tercih ettiler. Ancak; Fehim Paşa'nın adamlarına ne olursa olsun, Fuad Paşa'nın adamlarıyla patırdı çıkarın emri­ni verdiğini bilemedikle rinden adetâ belânın üstüne gitmiş oldular. Dört sivil hafiye kitapları taşıyan Osman ve Toma'yı çevirip aramaya kalkıştılar. Kitapları almak istiyorlar. Osman ve Toma direniyorlardı. Hafiye sayısı kısa zamanda 14 kişiyi bulmuştu. Kitapları taşıyanlar bu kadar ki siyle nasıl baş etsinlerdi? Ellerinden kitapların alındığını gören Osman, kara­kola koşturan adamın peşinden yetişti ve kitapları istirdat et­mek istedi. Sıcak kavga da böylece başlamış oldu.. Fuad Paşa'nın konağındaki hademe, Ali Osman'ı kurtarmak için koştu hafiyelerin her birine vurduğu yumruk saf dışı olmala­rına sebeb oluyordu. Neticede hafiyeler tabancalarını, Fuad Paşahlar bıçaklarını çekerek birbirlerine girdiler ve ortalıkda kan gölüne donuverdi. Gün ramazan günü, caddeler kalabalık, ortalık karışmış ahali kaçın diye bağırmaktaydı. Dükkân­lar kapanıyor. Şehrin bir çok semtinde ihtilâl çıkmış diye bir vaveyladır gidiyordu.

 

            

 

Padişaha Tekmil!

 

 

Fehim Paşa derhal padişahın huzuruna koşmuş bir ihtilâl teşebbüsünü önlediğini övünerek anlatmaya başlamıştı. Gü­ya paket edilmiş bombalan taşıyorlarmış. Tevkif etmeye kal­kanları Fuad Paşa camdan görmüş ve hademelerine haber vererek memurin-i zabıtanın üzerine hücum ettirmiş. Üç me­mur ağır surette yaralanmış ve ahali ile ihtilalcilerin arasında çekilen sed İle birleşmeleri önlenmiştir. Dediğinde, Sultan Hamid sorusunu patlattı:

 

-  Pekâla buna cüret edenlerin hepsi yakalandımı? Bu soru Fehim'in sözlerinin insicamını bozdu, artık teklemeye başla­mıştı ki, İzzet Paşa huzura girdi ve Fehim Paşayı göstererek:

 

-  Şu koca aslan olmasaydı kimbilir neler olacaktı! dedikten sonra elindeki kâğıdı masanın üstüne bıraktı..

 

Sultan Abdülhamid; ihtilâl ithamına inanamıyordu. İzzet Paşa'nın bıraktığı kâğıdı açıp okudu. Fuad Paşanın çektiği telgraftı. Okuduktan sonra paşalara dönüp, Fuad Paşa sizin gibi söylemiyor amma deyip, ilâve etti:

 

"Anlaşıldı bu işi bizzat ben tetkik edeceğim diyerek huzur­dan çıkmalarına müsaade verdi.

 

Padişah; Fuad Paşanın telgrafında yer alan şu ifadeye bir hayli zihin yormaya başladı: "Fehim mel'unu sizden yüz bul-masa bunlara cesaret edemez" satırlarını, telgrafhanede çe­ken, Yıldız telgrafhanesinde bunu alan ve oradaki memurlar bu ifadeye muttali olduklarına göre bunların ahaliye okuduk­larını ifşası nasıl önlenecekti? Sakallı Mehmed Paşayı yanına getirtti.

 

Sakallı Çerkez Mehmed Paşa'ya: "Şehzadebaşında kıya­metler kopmuş! Haberiniz yokmu? Bana hiç bir haber ulaş­tırmadınız?" Dediğinde, Çerkez Mehmed Paşa her ne kadar Fehim ve İzzet kumpanyasında yer almaktaysa, da, yinede fendine bir ayrıcalık, onlarada üstün gelme gayretini bir ke­nara bırakmış olamayacağından daha dikkatli davranmak­taydı ve o yüzden padişaha cevabı: "bilmezmiyim efendimiz. Ancak iyice tahkikat edip, öyle malumat arzetmeyi düşün­düm" dedi.

 

Padişah bu sözler altında; Çerkez Mehmed'in, İzzet ve Fe­him Paşaların söylediklerine iştirak etmediği mânasının sak­landığını hemen anladı ve talimatını verdi: Şimdi doğru Şehzadebaşına git, pek kimseye görünmeden Fuad Paşa'yı çor benim üzüntülerimi kendisine bildir. Ne yap yap buraya gelip bana meseleyi anlatmasını temin et. Ayrıca bu olay hakkın­da ahalinin de neler düşündüğünü,dönmekte olan dedikodu­ları anlada, ahaliye göre hangi taraf haklı bunu da tesbit et. Tenbihlerinde bulundu.

 

Evvelâ ahalinin nabzını tutan Çerkez Mehmed Paşa bu hu-susda hazırladığı raporu saraya yolladıktan sonra akşamüstü Şehzadebaşında bulunan Fuad Paşa konağına padişahın em­riyle istifsarı hatır, yâni halhatır sormaya geldiğini belirterek girdi ve selâmlığa alındı. O sırada Heyet-i Tahkikiye Reisi.-Acem Mehmed Ali bey, olayın tahkikatı ile meşguldü. Fuad Paşa; bu tahkikata üzerinde röbdöşambrı olduğu halde neza­ret etmekteydi. Hakikatin tamamen ortaya çıkması için Fe­him Paşanın adamlarının elinden alınan silahları, yaralı ada­mı Osman'dan ameliyatla çıkartılan mermiyi Mehmed Ali bey'e vermişti. Fuad Paşa Çerkez Mehmed Paşaya sevgi beslememekle beraber, padişah adına geldiğinden fazla bekletmiyerek selamlıkta beklediği salona girdi. Misafir hemen Paşa nın elini öptü ve geçmiş olsun dileklerini sundu.

 

Bu arada da vukubulan olaya temasa muvaffak oldu. Fuad Paşa bütün hususiyetiyle vakayı nakletti. Bunun üzerine Sa­kallı Mehmed Paşa; vah vah ne yalanlar uydurdular efendi­mize, yok uşakların elinde sekiz bomba yakalanmış, bir çok asker yaralanmış, ve de bir ihtilâl başlangıcı imiş de Fehim Paşa'nın müdehalesiyle bastırılabilmiş şeklinde anlatılmış. Paşa hazretleri siz, saraya gelip, Efendimize bizzat anlatsaniz hem pek memnun olacaklardır hem de, bu işe cesaret eden­leri bir hayli hırpalayacakdır. Arkasındanda; Fuad Paşa'yı bir şüpheye düşürmemek için tabii ne zaman isterseniz hem de sıhhatiniz afiyet kesbettiğinde gerçekleştirirsiniz sözlerini ilâ­ve etmeyi ihmal etmedi. Böylece de Deli Fuad Paşa'da uyanması muhtemel endişeyi bertaraf eyledi.

 

Bu sözler üzerine Fuad Paşa son darbeyi Mehmed Paşanın şu sözlerinde yedi: "..Efendimiz zâten zâtı devletlinizin rahat­sızlığına vakıflar ve buna pek çok üzülüyor-lar" dediğinde Fuad Paşa şu halde bekleyiniz ben giyineyim ve beraberce gidelim dediğinde, kurnaz Çerkez Mehmed Paşa: "Aman Pa­şam nasıl olur? Düşmanlarınız bu duruma ne mâna verirler? Siz zât-ı şahaneye malumat vermek istiyorsanız, ben gide­yim siz sonra teşrif buyurursunuz. Şeklinde mukabele görün­ce itimadı bir hayli ziyadeleşti.

 

 

 

Heyet-İ Tahkikiye Kuruluyor

 

 

Çerkez Mehmed Paşa saraya döner dönmez padişahın hu­zuruna çıktı ve ahali hakkındaki raporunun açıklamasını yaptı. Fuad Paşa aleyhinde kimseden bir ses çıkmamaktay­dı. Bunun; mâna-i münifi, öbür tarafın vâki tutumu, ahali na­zarında menfurdu. Padişah iki arada bir derede kalmıştı. Ni­hayet bir heyet teşkil ettirip, vaziyeti tetkik ettirmeyi uygun buldu.

 

Heyeti; Hassa müdürü Rauf, Beşiktaş muhafızı Hasan (ye-di-sekiz Hasan Paşa), merkez kumandanı Sadeddin, Zaptiye nâzın Şefik, 2.fırka kumandanı Şevket, levazım reisi Ahmed Afif, Zülüflü İsmail, mabeynci Ragıp Paşaların şahıslarında teşkil eyledi. Saraya gelip, Fuad Paşanın gözüne çarpmaya­cak bir yerde emrini beklemelerini söyledi.

 

Hakikaten Deli Müşir saraya geldiğinde pek iyi karşılandı. Ancak; İzzet Holo'nun odasına alınınca canı pek sıkıldı itiraza meylettiyse de, şimdi yeni bir mesele çıkarmanın doğru ol­madığını düşünerek sarf-ı nazar ettiyse de çok geçmedi, İz­zet Paşa odaya girdi ve Fuad Paşaya biraz kendinden emin bir tavır içinde "Siz, padişaha yazmış olduğunuz telgrafı usu­lüne uygun kapalı şifre ile değilde açık olarak keşide ettiğiniz için sorguya maruzsunuz" şeklinde konuşunca, Fuad Paşa­nın iradesi elinden gidiverdi ve açtı ağzını: "Efendimiz beni sorgulama için senden başka adam bulamadımı? Ben onun huzuruna çıkıp hakikati anlatmaya geldim. Benim karşıma sen çıkıyorsun, kendisine böylece arzet diye İzzet Paşa'yı kendi odasından dehledi!

 

İzzet Paşa; padişaha durumu arzettiğinde Sultan Hamid; hem ona kızdı hem içinde bulunduğu hâle esef etti ve arka­sından "paşalar toplansın, başlarında Rauf Paşa olduğu ha! de Fuad Paşa isticvab olunsun" emrini verdi. Paşalar toplan­dılar. Fuad Paşaya sorulacak sorulan tesbit ettiler. Sonra da topluca kalkıp, İzzet Paşanın odasında oturan Deli Fuad Pa­şanın yanına gittiler. Paşalar kafilesinin odaya girdiklerini gö­ren Fuad Paşa biraz sıkıl dıysada, aralarında Rauf Paşanın var olduğunu gelince biraz rahatladı. Üstelik heyetin reisliği Rauf Paşa nezdinde idi.

 

Rauf Paşa; "bazı müessif hadiseler olmuş. Zâtı şahane pek üzgün bunun hakikatim ortaya çıkarmakla görevlendirdi. Eğer mahzuru yoksa bir iki soru sormamıza müsaade etseniz,dediğinde Fuad Paşa zâten bende bu maksadla hurdayım ve hakikat tezahür etsin. Cevabı ile mukabele etti.

 

Rauf Paşa ilk sorusunu irad eyledi: Kimsiniz?

 

-Sultan Hamid'e, Gazi unvanını kazandıran ve târihde Ele-na kahramanı unvanıyla yâd edilen Fuad.. Bu cevap karşı­sında heyet üyeleri kısa kısa öksürüyorlar ve Fuad Paşanın sözlerini boğmaya çalışıyorlardı. Rauf Paşa 2. suali biraz sıkı­larak sordu:

 

-Şahsı hümayuna karşı isyan ettiğiniz ve saltanatı seniyeyi haleldar edecek bir takım ef'ale içtisar eylediğiniz haber veri-Jiyor. Bu bâb'da izahat itası mâtlubi âlî'dir. Ne buyruluyor efendim? Fuad Paşanın cevabı:

 

-  Onu söyleyenler halt etmişler!. Bunların hepsi hezeyan­dır. Bana bu sualleri soracağınıza vaktile yazıp da efendimize takdim ettiğim arizeleri, bir de en son çektiğim telgrafı oku­yunuz. Acaba efendimiz bunları unuttumu? Teessüf ederim ki benim gibi sadık bir askerini bir takım ite köpeğe feda edi­yor.

 

Dedikten sonra; Fehim ve İzzet Paşalar hakkında, söyle­mediğini bırakmadı. Rauf Paşa sabırsızlıkla sorgunun bitme­sini bekliyordu. Aldığı padişah talimatı böyleydi. Rauf Paşa yine de Fuad Paşaya teselli verme lüzumunu kendine dostlu­ğun görevi olarak kabul ediyordu.

 

-  Fuad Paşa hiç merak buyurmayınız zâtı şahanenin her hususta adaleti terviç buyurduk lan malumu devletinizdir. Et­rafındaki paşalara da bakıp öyle değilmi efendim! Diyerek kalktılar. Heyet Çit köşküne geldiğinde İzzet Paşa tarafından karşılandı. Sorgu neticelerini yazan evrakı alıp bir göz attı. Memnun olarak padişaha giderek evrakları takdim etti.

 

 

 

Şam'a Sürgün

 

 

Sultan Abdülhamid kötü adamlarının tedbir ve hillelerine yenilmişti. Demekki şahsı: için korkutucu bulduğu Fuad Pa-şa'yı harcamayı uygun görmüştü. Halbuki bu kararı ile yedi sene sonra başına gelecek meşrutiyeti ilân mecburiyeti ve 3l/mart vakasında da Deli Müşir yanında olsaydı acaba so­nu böyle olurmuydu? Diye tarihi bir yokuş çıkmaya başla­sak, târihin seyrini değiştiremesek de yeni ufuklar bulmak kabildi. Heyhat; ki fenalar iyilere galib gelmişler. Mertler, kal­leş ve yalancılara mağlup olmuşlardır. Fuad Paşa da; devlet içindeki entrikalar yüzünden yedi sene sürecek olan sürgü­nünü yaşamaya  başlıyordu.

 

 

 

Ve Geridekiler

 

 

Mesele; Deli Müşir Fuad Paşa'nın İstanbuldan ihracı ile bit­memiş, daha sonra aşağıdaki zevattan teşkil olunan jurnal listeleri düzenlendi. Bunlar birbir göz altına alınıyor, sorgu su­al yapılıyor, bunların miktarı sivil ve asker olarak dörtyüz ki­şiyi bulmuştu. İçlerinden bazıları buldukları çârelerle kurtulu­yor fakat yakın dostları, konağına devam edenler, Fuad Paşa adamları arasına giren Üsküdarlı Halit Efendinin verdiği liste­ler pek mühim iş görüyor, o listede bulunanlar kendilerini kurtaramıyordu. Casus; vazifesini yerine getiriyor idi. Bu işte üzerinde en çok durulanlar Fuad Paşa'nın kâtibi Avnullah bey, konağın uşakları, sofracılar, kilerci, aşçı, arabacı, seyis, ayvaz, hatta oğullarının küçükken lala'lı ğmı yapmış ihtiyar bir Rum olan Dimitri Efendi de tevkif edilmişti. Ve cinayet Mahkemesine verilmek üzere Zaptiye nâzırlığındaki tevkifha­neye tıkılmışlardı. Bu mevkuflar arasında konağın kadrosu dışında Reji müfettişlerinden Adil, Fuad ve Cemi! beyler ile Erenköylü Mehmed Pehlivan da bulunuyordu. Adil ve Cemil Beyler, harikulade güzel seslere mâlik olduklarından Pa-şa'nın tertib ettiği musiki âlemlerinin kıymetli hanendeleri ol­duğu gibi bunu ahali de bilirdi. Fuad bey ise ud icrasında bir üstaz idi. Fuad Paşa ile alakalan bu meziyetlerine binaendi. Ancak; Mehmed Pehlivan'ın Paşa'ya yakınlığı asla olmayıp, çapkınlık deryasında kayıkları birbirine çarptığından hasım oldukları söylense yeriydi fakat jurnalcilerin bileceği haller­dendir, bu adamın da, Fuad Paşa'lı diye taht-ı tevkife alın­ması. Büyük ve küçük rütbede subaylar Tan Gazetesinin yazdığı "Fuad Paşa onikibin kişiyi silahlandırmak suretiyle yapmak istediği ihtilâl meydana çıkarıldı" haber yüzünden gece gündüz isticvab ediliyor ve de uzak orduların birlikleri­ne atanıyorlardı. Beri yandan Serasker Rıza Paşa'ya Fuad Paşa'y1 gıyaben mahkeme etmek için bir divân-i harb kur­ması istenmişti. Rıza Paşa bu işe pek üzülüyor, işin aslını bil­diğinden ordunun en kıymetli müşirinin böyle hâince bir iha­netle kurban olmasını hazmedemiyordu. Zira doğrusu ne pa­dişah ne de hafiyelerin diş geçiremediği tek adam vardı ki o da Deli Fuad Paşa idi. O da, gittikten sonra ortalık gemi azı­ya alanların cirit atma meydanı olacaktı!

 

Serasker Rıza Paşa sağlam kişilerden oluşan adil davrana­cak ve Fuad Paşa aleyhtarlığı yapmayacak kişilerden bir di-vân-i harp üyeleri listesi hazırladı. Ne çare ki Fehim ve İzzet Paşalar bu listedeki zevatın adlarını öğrendiklerinden onlar için uçurdukları jurnallerle bu heyet-i akim bıraktılar ve aşa­ğıdaki kişilerden mürekkep bir divan-ı harp tertib olundu:

 

Reis: Hassa Müşiri Rauf Paşa

 

Azâ: Müşür Ethem

 

"    :    "    "     Ömer Rüşdü                               

 

-    "    :    "    "     Şâkir                                   .

 

"    :              Ferik Ahmed Afif                   

 

"    :     "         Ahmed

 

Müddeiumumi (savcı): Ferik Reşit (Fuad Paşanın dövdü­ğü kişi)

 

Bu heyet-i hakime Fuad Paşaya ve adamlarına kıydılar bütün bildikleri hile ve desiselere yol verdiler ancak Tophane sanayi alayları kumandanı, top ve tüfek fabrikaları umum müdürü Cezayirli Ahmed Paşa'nın şu sözleri indi ilâhide ve uzayda hâla yankılanmaktadır benzer haksızlıkların yapıldığı davalarda da! Paşanın sözleri şunlardı: "..Bu silahlar istimal edilmiştir (kullanılmıştır) Fakat bu mesele, namuslularla na­mussuzların mücade leşidir. Namuslu adamların arkasına hafiyeler konursa, işte böyle müessif hadiseler olur"

 

Karar; Fuad Paşa'nın müebbeden kürek cezası ile mahku­miyetine taşıdığı bütün nişanlarının sökülmesine rütbesinin de kaldırılmasına şeklinde çıktı.

 

Bu karar alındığında, Fuad Paşa'nın üç küçük çocuğu ve refikası Şam'a gönderilmiş bir harem ağası ve Dimitri adlı bir başka uşak da yanına gönderilmişti. Bu tertibde Paşa'yı kal­makta ısrar ettiği askeri kışladan çıkarmak için yapılmıştı. Kışlanın tam karşısında yapılmış iki katlı köşk bahçe içinde olup, üstü Paşaya alt katı da, Paşa'nın muhafızlarına tahsis olunmuştu.

 

Bu sırada Rusların Şam konsolosu Fuad Paşa'yı İstanbul b.elçiliğinden aldığı emir üzerine ziyarete gelmişti. Taleb'e cevap olarak: "Bu nezâkete teşekkür ederim. Fakat kendile­rini kabul etmekte mazurum. Çünkü; beni haksız yere mağ­dur eden Sultan Hamid ile* alakamı kestim ve her nekadar kendimi onun tâbiyetinden iskat ettimsede, hilâfet makamı­na olan manevi rabıtam bakidir. O sıfatla, kendilerini gücen­dirmek istemem." Diyerek din ve devletin usanmaz bir hadi­mi olduğunu, moskofa kemâli nezaketle göstermiştir.

 

Netice: Bir idarenin kendi hükmünü sürdürmesi için seçe­ceği yollar pek çoktur. Bunun devletin gücü ile alakası vardır. Amma hangi hâl olursa olsun, adaletten ayrılmayı gerek­tirmez. Bunu hiç değilse günaha giriyorum kaygısı içinde gerçekleştirenler belki Cenabı Hakk'ın; "Rahmetim gazabımı aşdı" nazm-ı celili ile muamele görürler ümidini taşımak ta haklı olabilirler! Fakat başka çâre yoktu bahanesi, herkes için, zâlimlerin akıbeti kötü olacaktır ve onların hiç bir hafif­letme tâlebide olamaz" hitabı bir hakikat abidesi olarak dur­maktadır. Büyük bir devletin büyük büyük memurlarının biri-birinin ayağını kaydırma çalışmakannın birebir yaşanmışını yukarıdaki satırlarda okuyanlar, yalan ve iftiraya başvura-nla-rın baş tacı edildiği sistemlerin başlarına gelecek felâketi beklemeğe başlaması isteselerde istemeselerde yapması ge­reken tek işdir.

 

 

 

Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa

 

 

Sultan 2. Abdülhamid döneminde Ferid Paşa'nın uzun sü­ren sadareti pek mühimdir ve her istikrar döneminin müthiş bir anarşiye gebe olduğunu dikkatli tetkik sahipleri tesbite muvaffak olurlar. Nitekim ahali arasında, fırtınadan evvelki sükûnet darbı meselini hatırlamamız yeterlidir bu iddiamızı doğrulamaya. Miladi 20. asırda Osmanlı devletinin iki numa­raları diğer bir deyişle 20. asırdaki.sadrıazamlarınin birincisi olan Halil Rıfat Paşayı,ikincisi olan Küçük Mehrned Said Pa-şa'dan sonra, sırayı üçüncü iki numara olan Avlonyalı Meh-med Paşa'nın biyografisine temas edelim diyoruz.

 

Merhum sadnazamdan evvelâ ansiklopedilerden derlediği­miz kadarı ile sevgili okurlarımıza biyografik bilgileri verdik­ten sonra altı seneye varan sadaretinden kesitler ve tesbitler yapalım. Bu zât hakkında ki, mahdumları Celaleddin (Velo-ra) Paşa'nın anlatımından, usta edip ve hatırat yazarı Samih Nafiz Tansu'nun kaleminden çıkmış eserden süzdüklerimizi duyurmayı vazife addettik. Nişantaşında merhum sadnazam

 

Ferid Paşa'nın torunlarıyla birlikte yetişen sevgili büyüğüm, İstanbul Beyefendisi, Galib Yazaroğiu Ağabeyimin de kapısı­nı çalmayı ihmal etmedim.

 

Mehmed Zeki Pakalın Beyefendinin "Son Sadnazamlar" adlı kıymetli çalışmasında, Said Paşa ile alakalı bölümde şöyle bir anekdot yer almakta: "Avlonyalı Ferid Paşa Konya Valisiyken, İstanbul'a celbedilir. Said Paşa makam-ı sadaret­tedir. Babıâli'de bir oda gösterilen Ferid Paşa, günümüzün merkez valileri gibi günlerini bu oda da geçirmekte akşam olduğunda konağına dönmektedir. Önüne en küçük bir İş gönderilmediği gibi herhangi bir mütalaası da sorulmamak­tadır. Bu menkubiyete benzeyen hayat tarzı Paşa'yı üzmekle adetâ ağlatmaktadır Konya Vilâyetindeki buranın meselele­rini çözmekte gösterebildiği faal günleri aramaktadır. Günler­den bir gün Ferid Paşa, Kıbrıslı Kamil Paşa ile sohbet eder­ken durumundan acı acı şikâyette bulunmuştur. Kâmil Pa-şa'ya göre ağlamakdan da kendini alamamışta: Kâmil Paşa İse o sırada Şura-yı Devlet (bu günkü danıştay ue yargıtayı içinde bulunduran dev let müessesesi) reisliği görevini sür­dürmektedir. Kâmil Paşa bu yürek sızlatan şikayetden pek etkilenmiş ve derhal padişah nezdinde şefaate teşebbüse ka­rar vermiştir. Mutad vaktin dışında bir gün Kamil Paşa ma­beyne gelip, kartvizitini mabeynciye vermiştir. Kartvizit padi­şah katına götürülmüş ve başkâtip Tahsin Paşa, Kamil Pa­şa'ya: 'efendimiz, ne için ziyaret vâki oldu dediğinde ne ar-zedeyim diye sorduğunda ne arzedeyim' istizahında (soru-sunda) bulunur.

 

Kamil Paşa'da; Ferid Paşa'nın anlattığı yukarıda nakletti­ğimiz ahvali dile getirip efendimize durumu anlatıp bir vazife verilmesinde tavassut edeceğini arzetmesini beyan ettiğin-de,Tahsin Paşa: 'Aman Paşa hz.leri ne yapıyorsunuz? Hem mutad vaktin dışında ziyaretine geldiğiniz gibi bu talebiniz efendimizce yanlış anlaşılabilir. Aynca Ferid Paşa'yı himaye ve vikaye ediyorsunuz mânasına, alınırsa sıkıntılarınız olabi­lir!' Hatırlatmasında bulunur. Kâmil Paşa; bu ikazdan sonra biraz düşündüğünde yaptığının aslında yanlış olmadığını ancak padişahın olmadık incelikleri de göz önüne aldığını bildiğinden ziyaretden uaz geçmek ister! Fakat; kartuizii pa­dişaha sunulduğundan uazgeçmekde kabil olamayacağın­dan bulduğu bir bahaneye sardır. Bahane; İngiliz elçisinin kendisini ziyarete geldiğini bu hususda padişahı bilgilendir­meye dönük olduğunu beyan eder. Tahsin Paşa da böyle ar-zeder. Kâmil Paşa bu ikazdan memnundur. Çünkü hayli ve­himli olan padişah bu kayırmadan binbir mâna çıkarabilir­di! Öte yandan böyle bir iltimasın doğru olmadığını söyle­yen başkâtip Tahsin Paşa'nın söz ve davranışı Ferid Paşa'ca duyulduğunda, başkâtip hakkın da bir iğbirara vesile oldu­ğunu ileri sürenler olabilir. Çünkü saray'ca muteber olan ze­vatın padişahı koruma adına, babıâlî mensuplarına, ricâl-i deulete karşı bazen haşin ve kırıcı davrandıkları, bazı zevata yakın durup, kimilerine de burudet sergiledik lerini hatırat­lardan öğrenmek mümkün. İşte Ferid Paşa'nın, Tahsin Paşa' ya 'Kara Tahsin' diye gıyabındaki hitabı, umulur ki Kâmil Paşa'nın iltimasını önlemiş olmasındandır!" 

 

                  *  .,

 

Mehmed Ferid Paşa'nın Biyografisi

 

 

Avlonyali Mehmed Ferid Paşa 1852 yılında Yanya'da dün-ya'ya gelmiştir. Pek olgun dönemi olan ve altmışiki yaşların­da San-Remo'da hayata veda etmiştir. Babası Mustafa Nuri Paşa Avlonya mutasarrıfıdır. Bilindiği gibi mutasarrıflık, Kay-makamiıkdan büyük, vâlilikden dûn bir makamdır. Ferid Pa­şa'nın validesi Yanya'lı meşhur Tepedelenli Ali Paşa sülâlesi­ne mensupdur.

 

Ferid Paşa; tahsil hayatına Yanya'da başlamış olup, orta öğretimde diyebileceğimiz liseyi Rumların yönettiği bir mektepte okumuştur. Ayrıca özel dersler almak suretiyle bilgi ve becerisini arttırmıştır. Devlet-i âliye okur-yazar insana pek değer vermektedir. Bunun net bir misâlinin Ferid Paşa'nın daha 15 yaşında iken intisab ettiği Girid Adasının Resmo Be­lediye meclisinde kâtip olarak vazife almasında belli olmak­tadır. Târih 1870'i gösterdiğinde 18 yaşındaki Mehmed Fe-rid'i yine Girid'in Kandiye sancağı kitabet kaleminde görevde görmekteyiz. Girid Valisi Rauf Paşa kabiliyetini gördüğü genç Ferİd'i maiyetine almış bulunmaktadır. Bu arada Mustafa Nuri Paşa Mostar'a tâyin edil diğinden mahdumu Mehmed Ferid'i de yeni vazifesinin bulnduğu Mostar'a beraberinde

 

götürür.

 

Genç Mehmed Ferid, Gaçka Sancağı yazıişleri müdürü ol­du. Târihler 1875 olup, yaşı 23 olmuştur.  1877 de kayma­kam olmuştur. Yaş 25 dir. Görev yeri ise Tiber'dir. 1293 rûmi tarihin karşılığı olan 1877de çıkan meşhur Osmanh-Rus sa­vaşı,ülkemizin Rumeli topraklarını yakıp kavururken askerî ve sivil ortak görevlere daima Ferid Paşa getirilir olmuştur. Bosna ve Hersek Tümenlerinin başkâtipliği de ona emanet olunuyordu. Özel statülü Bulgaristan Prensliğini bir nevi gö­zetleme vazifesi olan komiser muavinliği Ferid Paşa'nın uh­desinde olduğu halde karşımızda görülüyor. Oradan Diyarıbekir Adliye müfettişiliği peşinden de Konya Valiliğinin Meh­med Ferid Paşa'nın dirayetli idaresine tevdi olunduğunu gör­mekteyiz. Târihler 1893'ü gösterdiğinde ise; Rumeli İslah Komisyon Reisliği uhdesine tevcih olunuyor.

 

1903 yılında makam-ı sadaretden infisa! eden Küçük Mehmed Said Paşa'nın yerine ma kamı sadarete nail olduğu görüldü. 2.meşrutiyetin ilânı olan, 23/temmuz/1908 önce­sinde istifa ettiğinde yaptığı hizmet-i sadaret, aralıksız ve 6 yıla yakın bir zaman sürmüştü. Bu Abdüihamid döneminin aralıksız en uzun süren sadaretidir dense yeridir.

 

Ferid Paşa; sadaretinden sonrada, Tevfik Paşa kabinesin­de dahiliye nazırlığı görevinde bulundu. 1912 senesinde ise ayan reisi oldu. Bir ara Mısır'a gitdi. İstanbul'a dönmesi itti­hatçıların işine gelmedi. Dolaysıyla İstanbul'da kalmasına adetâ izin vermediler. Avrupa'ya geçen Ferid Paşa, 1914 se­nesinde San-Remo'da-vefat etdi. Şurada hemen istidraten belirtiyim ki; bilindiği gibi Rumeli fütuhatımız daima Anado­lu'dan islâmî hayata pek önem veren aileleri ve hanedanları, "Evlâd-ı Fatihan" olarak muhaceretle vazifelendirme hayli rol oynamıştır. Bu evlâdı fatihan mânai münifi münasebetiyle vakayı ve sistemi pek güzel aksettiren bir ifadedirki, bu mâ­nayla yapılan ecdadımızın o güzel işlerine bu güzel terkibi bulup yakıştırma şerefi, merhum şâif Yahya Kemâl Beyatlı' ya aiddir. Böylece şâir bu güzel isim babalığı ile Osmanlı devletinin medeniyyet ve edebiy yat ve sanayii alanındaki 3. Ahmed ve Nevşehirli Damad İbrahim Paşa döneminin o gü­zel atılımlarını görmezden gelip de Lâle Devri diye adlandır-masmdaki haksızlığı yukarıdaki "Evlâd-ı Fatihan" tâbiri ile az çok, tamire muvaffak olmuştur. İşte bu evlâdı fatihan taifesi­nin Rumeli topraklarında ki, islâmi temsildeki güzellik oram, gayri müslimlerin fevç fevç yâni dalgalar halinde islâmla müşerref olmalarıyla orantılıdır.         ,

 

Biyografisini sunmaya çalıştığımızi206. Osmanlı sadnaza-mı Avlonyalı Mehmed Ferid Paşa merhumun sülâlesi de, Konya civarından nakle çalıştığımız vazife ile Balkanlara göçmüş misyon sahibi ailelerden biridir. Dört asrı aşan bir zaman diliminde bölgede hayat sürmek, izdivaçların çeşitli akvama mensuplarla yapılması, anlayışlara ve tarza çevre­nin etkisi, nice te'sirler husule getirdiyse de Islâmiyetin yüce­liği ve yegâneliği dini rabıtayı kopmadan sürebilmeyi sağla­masını şükranla karşılamak lâzımdır.

 

 

 

Mehmed Ferid Biyoğrafisi!

 

 

Şimdi Mehmed Ferid Paşa'nın Sultan 2. Abdülhamid hân'ın huzuruna ilk çıkışını anlatmış olduğu oğlu Mahmud Celaleddîn Paşa'nın kaleminden nakle geçmeden kısa bir bil­gi verelim. Sene 1903'dür. Ferid Paşa Konya valiliğinden ba-bıâliye celbediimiştir. Yukarıda naklettiğimiz gibi babıâli'de bir oda da boş boş oturtulmaktadır. Nihayet huzura davet vu-kubulur: "Padişah oturduğu koltukda, bana şöyle hitap et­mişti. Buyurun Ferid Bey oğlum! Konya'daki çalışmalarınızı memnuniyetle öğrendim. Daha evvel onaltı sene Şura-yı Devlet de çalışmışsınız. Bu zor dönemde size vezaret veri­yorum. Çok geçmeyecek sadareti teklif edeceğim. Ne der­siniz?"

 

Karşımda; orta boylu, siyah sakallı fakat gözleri pırıl pınl parlayan zekî bakışlı padişah oturuyordu. Adımlarımı atarak yaklaştım. Kendilerini etekledim. Ellerini uzattılar. Heyecan için de öptüm. Karşılarında yer gösterdiler. Otur diye buyur­dular. Oturdum. Padişah düşünceliydi. Ben:

 

-Şevketmeâb efendimiz, hakkımda izhar buyurduğunuz teveccühe kalbden teşekkür ederim. En sadık bir bendeniz bulunduğuma şüphe etmeyiniz. Hangi vazife-de çalışmamı isterseniz ve emrederseniz orada bendenizi göreceğiniz mu­hakkaktır. Padişah:

 

-Allah razı olsun, sizin için çok iyi şeyler duydum Ferid Bey! Fakat bundan sonra sizfe Ferid Paşa diyecekler. Avlon-yah olmanız, Arnavut bulunmanız hakkınızda duyduğum iyi şeyleri izale edemez. Saltanatımız ve devletimiz, Arnavut tebaasından çok iyilikler görmüştür.

 

Diyen Ferid Paşa daha sonrasını şöyle özetliyor oğlu Mah-nnud Celaleddin Paşa'ya: "İlk konuşmamız kısa oldu. Kon­ya'ya avdet etdim. Beş ay sonra beni paşa unvanı ile Rumeli ıslahat komisyonu başkanlığına tâyin buyurdular. Ora­da 40 gün çalıştım. Daha sonra Said Paşa'nın sadaretden infisali üzerine makam-ı sadarete tâyin olundum."

 

Mehmed Ferid Paşa kendilerinden on yaş büyük olan pa­dişaha bu başbaşa konuşmada hayran olmaktan kendini alamamıştır. Avlonyali M. Ferid Paşa; 2. Abdülhamid'in 20.asır daki 3. sadnazamı olmuştur. Devletin bu iki numaralı adamı eslâfı gibi, padişah ile tezat teşkil etmeyen bir metoda eğilim gösteren mizaçtaydı. 51 yaşında olup, 15 yaşından beri devlet idaresinde kâtiplik ile başalayan çalışma 'hayatı bir çok kademede hizmet vere vere kendisini pişirmiş ve uyum İçinde çalışmanın mesâi arkadaşının asla düşmanı olmamak hâttâ biribirilerini sevineninde başarıda çıtayı yük­seltici mahiyet aldığının şuurundaydı.

 

Sultan 2. Abdülhamid ise; tâyin eylediği bu sadnazamı hakkında bilhassa yaşlı Akif Paşa'dan aldığı bilgiler sayesin­de ümidvar olmaktaydı. Bunda da yanılmadı. Çünkü; 6 sene ye yaklaşan bu müşterek çalışmada, sadnazamın padişahı bizatihi sevmesinin bundan dolayı da alınacak tedbir ve ka­rarlara peşin hükümle bakmayıp aklıselim dahilinde, müza­kere metodunu seçmenin rolü bir hayliydi. Sadnazam; devle­tin her kademesinde dirsek çürüttüğü için idareye hâkim, köşe başlarını tutmuş zevatı bilip tanıyan biri olarak ve dev­letin yüksek görevlerinde bulunmada olgunluk yaşına giriş sayılan 50 yaşını hemen hemen geçmiş olması, yakışıklı ve hareketli yapıya sahip olması sadarete geçme töreninin ya­pıldığı babıâlî'ye bir heyet ile gitme adeti icra olunurken he yetin içinde mevzun vücudu, gür ve siyah sakalı, vakur du­ruşu, ahali-i müsliminin nazar-ı dikkatini çekmiş ve kendi aralarında, ne kadar yakışıklı sadrıazam sözlerinin dolaşması vu kubulmuştu.

 

Ferid Paşa'nın sadarete gelmesinin en büyük amillerinden biri de; balkanlarda ki yabancı parmağının husule getirdiği karışıklıkların yavaş yavaş bir kurtuluş savaşı mahiyetine dönüşü,azınlıkların bitmez tükenmez taleplerinin karşılanma­sında devletin hükümrânisini zedelemeden, sükûnete taşı­mak için faydası mümkün faktörler arasında balkan insanı olmasının ve Arnavut ırkçılarının tutuşdurduğu kavmiyyet âteşini aynı zamanda iyi bir müslüman olan Ferid Paşa'nın, bu yönünden de istifade etmek düşünceside doğurmuştu.

 

 

 

Ferid Paşa; Padişahı Anlamaya Çalıştı

 

 

Eğer sevgili okurlarım hafızalarını Sultan 2. Abdülhamid hânı taht-ı Osmaniye çıkaran dönem üzerinde ve beraber ça­lıştığı dönemin devlet idaresindeki ricalin genellikle yaşlı ve farklı anlayışları, padişah üzerinde te'sir kurma dalavereleriy-ie uğraşmalarına dâir değerlendirmelerde bulunurlarsa isabet ederler.

 

Meşhur serasker Müşir Namık Paşa merhumun, ki pek va­tansever, dindar ve de cesur bir zat bilinir. Bu zat dahi; cülus günü fikrini soran devlet adamlarından birine: "bakmayınız bu mahcup haline! Pek yakında aslan kesilir ve çoğumuzu paralar!" dediği pek meşhurdur.

 

Padişahın; çalıştığı sadrıazamlar arasında kendinden yaş­ça hem de on yaş kadar küçük olan sadrıazam Ferid Paşa birincisini teşkil eder. Bu yaş meselesi sadnazamın padişah üzerinde, bir tesir-i nüfuz vücuda getirme istemine yol açma­yan hususatdan olmuştur. Sadnazam Paşa evvelâ padişahın, düvel-i muazzama ülkelerine bakışını ve gütdüğü siyasi ve özel anlayışını öğrenme yolunu seçmeştir. Çünkü takip etdiği kadarıyla Sultan Hamid'in 1293/1877 savaşı da dahil her mütalaası doğru görüşü aksettiriyordu. Sadnazamı bu tesbit, padişahı sadece devletin başı değil, her şeyi pek mükemmel takip ve takdir etmekde başarılı bulduğu için tam manasıyla bilmeğe ve öğrenmeye adetâ mecbur kılmıştı. Ferid Paşa'yıgöre; Abdülhamid hân'ın vasf-ı mümeyyizi yâani en seçkin tarafı ki bunu Ferid Paşa ifade ediyor "Efendimiz zekî, bakış­ları çok te' sirli, muhatabına yer gösterir ve nezaket ile mu­amele ederdi. Söylenenleri dikkat ile dinlerdi. Odasındaki şezlonga uzanır, yemeğini l.kadinefendisi pişirirdi. Ancak onun eliyle pişirilmiş yemekleri yerdi. Ziyafetlerde, çok ve­himli olduğu için ağzına aldığı lokmayı çiğner ve yer gibi ya­par fakat çok az alırdı. Etrafındakilere dişlerinden çok ızdı-rap çektiğini söyler fakat bir diş doktoruna da tedavi için emniyet edemezdi. İnsan tanımakda ve hadiseleri Önceden görmekte büyük isabeti vardı."

 

 

 

Şerif Hüseyin Hakkındaki Tesbiti

 

 

Sadrıazam M.Ferid Paşa; Şura-yı Devletde aza olan Haşi-mi sülâlesinden Şerif Hüseyin'in, padişahın hiç iltifatına nail olmadığı müşahede eder. Zâten; bu hususda sıkıntı sini Şerif Hüseyin, sadrıazama hissettirmiştir. Ferid Paşa diyor ki: "Efendimiz; Şerif Hüseyin iltifat-i şahanenize mazhar ola­mamaktan çok müteessirdir. Onu sevindirmeniz mümkün olamazmı?" dediğinde padişah kaşlarını çatar ve "O, bana ve hanedana karşı haindir! Bizleri sevmez. Bu gün sakindir fakat yarın ne yapacağı bilinmez! Ancak Allah bilir" diye hâla kulaklarımdan gitmeyen sesini hiç unutmam demekte­dir Ferid Paşa...

 

Sevgili okurlarım; Sultan Abdülhamid CennetmekârTm 1905'lerde söylediği bu sözlerin 1917'de bütün çirkinliğiyle kendini gösterdiği, târihin birazcık meraklısının dahi bildiği ahvaldendir. Şerif Hüseyin hiç bir sebebin haklı kılamayacağı bir ihanetin faili olmuştu yukarıda ifade ettiğimiz târihte..

 

Ferid Paşa'nın şark dünyasından gösterdiği bu misalden sonra, dünya siyasasının büyük ustası ve tanzimcisi, İngiltere hakkında,  padişahın düşüncelerini alıp siyasetini tanzimde nazar-ı itibara alması icab ettiğinin şuuru içinde olduğundan elde ettiği malumatı, târihe şu sözlerle hediye ediyor: "Padi­şah söze İngilizler, bütün müslümanlann hâmisi rolünü ta­kındıkları ve ellerindeki topraklarda bir çok müslüman bu­lunduğu için, Osmanlı hanedanını ve halifeleri sevmezler. Bize karşı, takındıkları tavırlarında kendi menfaatlerinden başka bir şeyi düşünmezler. Medeni insan dost ve düşmanı ayrı tutmamalı, İkisine de aynı muameleyi yapmalı. Zira düşmanlarına açıkça husumet göstermek akıl kârı değildir. Dostlara da, fazla güvenmek ahmaklıktan ileri gitmez. Biz daima İngiltere'nin dostu görüneceğiz fakat onun hislerini vede siyasetini bileceğiz!.." Dedikten sonra Almanlar hak-kındada "Bunlar asker millet. Bunlardan bize fayda gelir" dermiş. Padişah, sadrıazam Ferid Paşaya! Ferid Paşa padişa­hın bu görüşlerinde samimi olduğunu bildiriyor. Almanları; İngilizler Rus menfaatlerini Osmanlı üzerinden devşirmelerini kısıtlama manivelası olarak gördüğünü ifade ediyor. Ferid Paşa; Rusya ile münasebetleri sual ettiğinde padişahın ağzın­dan şu malumatı alıyordu: "Rusya büyük bir komşumuzdur! Onunla pek büyükçe geniş hududlanmız vardır. Toprakları­mızın kuzey yönünde olanlarının emniyet içinde olabilmesi Rusya devleti ile aramızda düşmanlık edip etmemekle ala­kalıdır. Rusları tahrik edip aleyhimize kararlar almaya mec­bur eylemeye ne lüzum vardır? Beni sokmayan yılan bin ya­şasın sözü padişahın çok söylediği tekerlemelerden olup, betahsis Rusya'ya dâir konuşmalarda beyan ederlerdi." De­dikten sonra, sadrıazam paşa şu enterasan bilgiyi de nakle­diyor: "Çar'lar Karadeniz sahilinde sayfiye şehri olan Livadya'ya yaz aylarında geldiğinde, Sultan Hamid derhal bir hey'et gönderir ve hududlarımıza hoş geldiniz anlamında te­lakki olunacak hediyeler yollardı. Çar'da bu nâzik davranış karşısında mukabeleten kürkler, ayakabılar ve atlar hediye ederdi. Bütün bunları yaparken padişah; Avusturya ve Al­manya'dan getirt diği büyük çaplı topları Rus hududumuz-daki mühim mevkilere yerleştirilmesini emrederdi. Yüzüne bakan devlet adamlarına da İstersen sulh-u salah, hazır ol cenge! Derdi.."

 

Padişah; Avusturya-Macarİstan imparatorluğu için sadrı-azamına şunları söyler, Fransa ile alakalı görüşü beyandan sonra, Fransa ile çok uzun zamana dayanan bir dostluğun kültürümüz de büyük tesiri olduğunun idraki içinde, kültür âlemimizin Fransız kültür edebiyat ve san'atının hemen yanı-başında olması gerekir. Avusturya-Macaristan'a gelince bun­ların emelleri bilhassa balkanlarda Rusya'nın tam zıddınadır. Ziya Paşa'nın şu be yiti bu iki ortağı pek güzel ifade eder.

 

"Mestanelerin biribirine arzı hulûsu / Çingânelerin şüp­heli imânına benzer" Fakat bunlar görünüşte birlikte hareket etmek zorundaysalar da istikbalde biribirileriy- ie karşı karşı­ya harb edeceklerdir. Beyanında bulunan padişahın bu sözle­rinin, sadrıazam gerçekleştiğini göremeden vefat etdi amma sözlerin sahibi hz.Abdülhamid hân, kendi söylediklerinin ye­rine geldiğini görmüş idi.

 

Bomba Vak'ası

 

 

_ Sultan Abdülhaniid Hân'a Yıldız Camiinde Cuma Selamlı­ğı merasimine çıktığında, ermenilerin ve siyonist yahudile-rin ortak organizasyonuyla, bir arabanın içine yerleştirilen patlayıcılar infilak ettiğinde yetmiş-seksen kişi kadar şehid oldu. Padişahı; Şeyhülislâm Mehmed Cemâleddin Efendİ'nin her zamankinden bir iki dakika daha fazla lafa tutması, pat­lamanın te'sir sahası dışında kalmasını sağladı. Bu bir lutfû ilahiydi. Padişah kendini hemen toparladı. Lâzım gelen emirleri verip, ortalığı sükûnete kavuşturdu. Sonra da lan­donuna binip dizginleri eline alıp, deh diyerek arabasıyla bir başına Yıldız Sarayının yolunu tuttuğunda bü tün ecnebi se­firler bu soğukkanlılık, bu celadet karşısında kendilerini tu­tamayıp "Hurra Sultan" Diye bağırmaktan nefislerini mene-demediler. Bizim hâin şâirde, "Bir lahza-i teahhur attın ey şanlı avcı yazık ki vuramadın.." dizesini husule ge tirmişti.. Sultan Hamid merhum, faili buldurttu. Adı Jorİs olan suçlu­yu sorguya çekti bilahire mahkemeye verdi sanık Joris ar­kadaşlarıyla birlikte yargılandı ida ma mahkum oldu. Sul­tan; onu affedip, eline de para verip, avrupaya gönderdi ve Osmanlı devleti lehine casusluk yaptırdı! 21/Temmuz/ 1905'de vukubulan bu olay da, Ermeniler'in 1894 olayları sonrasında onbir sene sonra yeniden tedhiş faaliyetlerine giriştikleri ilânı olarak kabul edilse yeridir. Ermenilerin Doğu Anadolu'da büyük ermenistan hayallerini engelleyen kişi olarak görülen Sultan Hamid, bunların devirmesi gereken bir padişah olarak yaşarken, siyasi mahfiller ve haçlı dünya­sı bu devrilmeyi duysalar Sultan Fâtih'in vefatın-da çaldık­ları sevinç çanlarını yine çalmaktan içtinab etmezlerdi. Ayrı­ca Sultan Hamid, pek tedbirkâr olması hususunda bu olay-îa herkesin haklıymış ifadesini kazandı.

 

Sir Henry Wood; bomba olayını şu şekilde naklediyor: <Ben padişahtan pek uzak değildim. Tam bu sırada ancak bir namludan çıkabilecek bir gürültü duyuldu. Bastığım ze­min beni adetâ havaya kaldırmak gibi titredi. Padişahın so­ğukkanlılığına hayran kaldım. Birden Yıldız Câmiinin içinden elleri yüzleri kan içinde koşuşup dışarı çıkanları gördüm. Padişaha el bombası atıldığını sanmıştım. Ancak, padişahın gözlerini diktiği yeri takip edip cami avlusuna baktığım za­man hayretten irkildim. Avlu top top ateşiyle silinip süpü­rülmüş bir muharebe meydanına benziyordu; ölü atla, her tarafa sıçramış tahtalar, paramparça olmuş arabalar, can sız yatan zavallı sürücüler. Bîr iki metre ön sol tarafımda yüksek rütbeli bir Türk subayının emir çavuşu şarapnel isa-betiyle hayâtını kaybeden subayının üzerini örtmeye çalışı­yordu. Patlama sesi duyulur duyulmaz bir suvâri takımı, ya­lın kılıç, patlamanın olduğu yere at sürmeye başladı. Ancak Abdülhamid'in eliyle geri çekilmelerini emrettiğini gören ta­kım subayı birliğini geri çekti. Az sonra padişahın ayakta ve sağlam olduğunu herkes farkettı\> şeklinde Bay Öztuna'nın Büyük Târihi adlı eserinin 7. cildinin 191. sahifesinden ay­nen aldık. Sir Wood bilindiği gibi, bir İngiliz deniz subayı olup, Sultan Aziz zamanında padişaha denizcilik hususunda müşavir olmuş Abdülhamid döneminde de bu görevi devam etmiş kırk yıla yakın Osmanlı nezdinde kalmıştır. Bu su-ikast'ta orda olması işin içinde İngiliz parmağı olmadığı inti­baını vermektedir. Yoksa böyle kırk yıla yakın İngiltere'ye bi­zim içimizde bulunarak hizmet veren bir amirali İngiliz istih­baratının feda edeceği akla gelmiyor, tâaki onun da ipi çekil-memişse..

 

 

 

5.Murad'ın Vefatı

 

 

Çırağan Sarayına nakledildikten sonra, bir daha hiç dışarı çıkmayan mahû padişah, 5. Mehmed Murad, yirmisekiz sene suren menkubiyetini 29/Ağustos/1904'de sona erdir di ha­yatını noktalamış son nefesini vermişti. Yenicâmi Türbesinde defnolunmuştur. Bü tün padişahlara yapılan muamelenin, teçhiz ve merasimlerinin aynısı yerine getirildi. Eski padişa­hın tek oğlu Selahaddin Efendi ve çocukları Sultan Hamid'e müracaatle Çıra- ğandan ayrılıp başka bir yerde imrar-, hayat talebinde bulundular. Sultan Hamid'de bunu mâku! karşı­ladı.

 

 

 

Ferid Paşa'nın Sisam İsyanını Bastırması

 

 

1905 senesinde Sisam Adası ekseriyet bakımından Rum­lar ile meskundu. Buradaki mutasarrıfın Rum olduğunu her­halde söylemeğe lüzum yoktur. Devlet sızıltıya meydan ver memekle işleri götürme politikası güttüğünden,unsurun ida­recilerini kullanmayı tercih eder halde idi. Cebeli Lübnan'da da böyle hareket edilmişti. Bu mutasarrıf halkın ayaklanma­sının destekçisi idi. Birlikte megalo ideaları aynen bu günkü gibi ENOSİS idi. Yunanistan'a katılmak sevdası ada halkını adamakıllı sarmıştı.Bir sabah devlet dâireleri Yunan bayrağı ile süslenmiş ahali eğlenmeye koyulmuştu. Vaziyetin Babı­âli'ye akset mesi üzerine, sadnazam Avlonyalı Mehmed Fe-rid Paşa saray'a giderek bilgileri padişaha dosdoğru, hiç bir şeyi saklamadan arzetdi. Padişah:

 

- Tedbirleriniz Paşa? diye sorduğunda sadrıazamdan aldığı cevab şu olmuştu:

 

-Efendimiz; şu sırada Çanakkale'de bulunan donanmay-ı hümayununuza emir buyuracaksınız, hepsi kalkıp Sisam Adasına gidecekler ve tehdidatda bulunacaklar. Asiler yola, gelmezse ada bombardımana tâbi tutulacaktır. Dediğinde, padişah tereddütle karşılar:

 

-Ruslar bu işe karışırsa işler sarpa sarar! Bizi durdurup haksız çıkarırsa vaziyetimiz zorlaşır sadnazam paşa! Bu işde yalnız hareket zararlıdır! Ferîd Paşa da:

 

-Devletl padişahım! Size şerefim ve namusum üzerine söz veririm ki; gelişecek her çeşit me'suliyeti hayatım baha­sına olsa üzerime alıyorum. Bu hususda yemin etmeyi de vazifem içinde görüyorum. İrade buyurunuzda şu baldırı çıp­laklara hadlerini bildirelim!

 

Bu sözler Abdülhamid hân'ın yüreğine su serpti. Karşısın­da kararlı ve ne yaptığını bilen ve de paniğe kapılmayan biri vardı. Sordu:

 

-Düşüncenizi nasıl kuvveden fiile çıkaracaksınız? Sadrıazam:

 

-Donanmamız şimdi pek kuvvetlenmiştir. Yeni gelen, Me­cidiye, Mesudiye ve Hamidiye zırhlıları ve torpidolarımız bu tehdid ve gereğini yerine getirmeye muktedir bulunmaktadır. Müsaadenizle donanmay-i şahane, Sisam'da göründüğü an, ada isyancılarının yüreğine korku dolar. Durulmazlarsa ada­ya karşı harekete geçmeleri emri kendilerine verilecektir. Sadrıazam Mehmed Ferid Paşa kendinden emin tavırlarla padişaha verdiği temi natın akabinde plânımda nakledince Abdülhamid hân: "İnşaallah düşündüğün gibi olur!" dedik­ten sonra, istenen iradeyi verdi. Amiral Halil Paşa'nın ku­mandasında Hamidiye gemimizin ünlü süvarisi, İttihat ve Te­rakki cemiyetinin daha sonranın bahriye nâzın, Cumhuriyet döneminin başvekillerinden, Hüseyin Rauf (Orbay) Bey'in de katıldığı donanma denize açılmış ve Sisam önlerine gelmiş, bütün mehabetiyle adayı abluka altına almıştı. Funda demir emri verilmişti. Azgın ve küstah palikarya, büyük devletlerin hima yesine güvenmiş olacak ki cürümlerine bakmadan ateş açma küstahlığını da göstermişlerdi.

 

 

 

 

Azim Ve Zafer

 

 

Ada Rumlarının yaptığı tahminlerin ötesinde bir davranış değildi. Sadrıazam için bu hâl sürpriz olmayıp, plânını sonu­na kadar götürmeye de âmil olmuştu. Rumların ateşini Os­manlı'ların nasıl karşılayacağını merak eden siyasi mahafil-ler, ada müdafiilerinin top salvolarına karşı Osmanlı donan­ması Amirali Halil Paşa'mn, sadaret makamına sorupda aldı­ğı cevap üzerine, açtığı ateş siyasi mahafillerin kanını don­durdu! Boğazdaki adamın sadrıazamı, dehşet dolu bir emir göndermişti. Hedef ada'nın her tarafıdır. Gemilerinizin topları, teslim bayrağı görünceye kadar mermilerini yağdırsınlar, de­mekteydi. Halil Paşa gemideki topların namlularından ateş ettirmiyor adetâ ölüm saçıyordu. Bir kaç saat içinde Sisam Adası adetâ bir cehenneme dönmüştü. Neye uğradığını şaşı­ran elikanlı haydutlar ve onların hempaları sivil ahalide, bir­birine karışmış halde, dağlara, vadilere, mağaralara,mahzen-lere sığınmaya koşuyorlar, ancak çok kişi telef oluyordu. Li­manda ki kayıklara binerek kaçmaya çalışan isyancılar, bir yandan ne yapacağını şaşıran ahali, en akıllıca olanı yaptılar. Teslim bayrağını çektiler. Ada'nın Rumlara aid her evinde yatak çarşafları teslim bayrağı olarak kullanılır olmuştu. Ya­pılması gereken işlem bu operasyonun dünya devletlerine memleketin iç işi olduğunun anlatılmasıydı. Tabii ki; kabui ettirilmesi de önemliydi! Sadrıazam ve hükümetin bütün mensupları bu hususda aynı noktada müşterek olduğundan büyük devletlerin ses çıkarmamasını temine muvaffak oldu­lar.

 

Avlonyalı Ferid Paşa pek aktif davranarak,  bilhassa  bal­kanlardaki devletimizin valilerine gönderdiği emirlerle Yunan konsoloslarının her hareketinin ciddiyetle takip edilmesi ve en başda Selanik Valisi Rauf Paşa olduğu halde bütün valile­re devlet-i âli yye aleyhinde konuşan konsolos da dahil ol­mak üzere bütün hariciyecilerini hudud hâricine çıkarma yet­kisini vermişti. Hakikaten, bu talimat geldiği esnada Serez vilâyetimizde bulunan Yunan konsolosu, Osmanlı devleti aleyhine konuşurken cürm-ü meşhud hâlinde yakalanmış ve apar topar hudud dışına çıkarılmıştı. Alınan bu kesin ve ye­rinde tedbirler her tarafta te'sirini göstermişti. Her yerde bir sessizlik hâkim olmuştu. Sisam Adası olayı gelecek nesillere de bir örnekti. Avlonyalı Ferid Paşa ve hükümeti, padişah ile işbirliği, kaderdaşlık yapmak suretiyle haşaratı sindirip, ba­şarıyı yakaladılar.

 

 

 

Akabe Olayı

 

 

Tarih 1322/1906 senesini gösterirken Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa ile meşhur Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın oğlu Ga­zi Mahmud Muhtar Paşa elele vermişler İngilizle ri tedirgin edecek mesele çıkarmayı kararlaştırmışlar, bunun içinde aslı astarı olmayan bir problem ortaya çıkarmışlardı. Güya Mısır ile Osmanlı Devleti arasında bir hudud ihtilafı meselesi var­mış! Akabe'den, elAriş'e kadar uzanan ve Sina yarımadasını iki ye bölen bir hat'dan bahsederler. Aslında böyle bir hat hiç bir zaman çizilmiş değildi. Eğer böyle bir hat hakikat olup iti­bar edilen bir şey olsaydı, Osmanlı devleti bu hat'da dayana­rak Süveyş Kanalına kadar sokulma yetkisi taşıyabilirdi. Şüphesizki îngilizlerde buna rıza göstermezlerdi.

 

1881'de Arabi Paşa'nın milliyetçilik adı altında ırkçılık gü­derek gerçekleştirdiği isyan sonrasında, Mısır resmen İngiltere'nin himayesine girmişti. Arabi Paşa dindaşının dizinin di­binden, düşmanının ayağının altına uzanma hainliğini irtikâb etmekten fütur getirmemişti. Süveyş Kanalı Mısırın can da­marını teşkil etmekteydi. Bu hattın devamı Hindistan'a kadar uzandığından, önemi pek çok artmış oluyordu! O nisbette de Osmanlı-İngiltere münasebetlerinin gerilmesine sebeb teşkil etmekteydi. Sadrıazam Ferid Paşa bu işi tahkiki vazife addetdi. Bahriyye ve Harbiye nezaretlerinde bu meseleye dâir bütün evrakları babıâii'ye getirterek bizzat meşgul oldu. Ma­lumat sahibi olmaları muhtemel zevatı yanlarına celbedip, müşavir olarak istihdam etdi. Netice de, böyle bir hattın, mevcud olmadığı gibi kimsenin de böyle bir iddiada bulun­madığı belirlenmişti. Ferid Paşa ise, bu iddiayı dikkatle ince­lemekteyken, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa ve Mahmud Muhtar Paşalar da, İngilizler aleyhinde padişah'i iknaa etme­ye çalışmaktalardi İngilizlere haklı olarak daima menfi dü­şünceler taşıyan Sultan Hamid, sadrıazamının tutumuna bu safhada kızmaya başladı. Ne var ki; İngilizler fitili ateşlemiş­ler, amirallerinden Lord Fişer komutasındaki gemilerini Midil­li Adası önlerinde son emri almak üzere demir attırmıştı. Av­rupa devletlerinin geneli böyle davranırlar. Nerede ihtilaf vu-kubulmuşsa oraya donanmalarını yollarlar. Müzakere husu­sunda baskı unsuru olarak kullanırlar! tcab edersede bom­bardıman ederler! Cezayir; Fransızların bu tarz müdehalesine maruz kalmıştır. Daha sonraları da, Trablusgarb'de İtalyanlar da aynı taktiğe baş vurmuşlardır.

 

Hemen ilâve edelimki donanmay-ı hümayun, İngiliz ve Fransızlannkine faik şekilde olsa idi, bu mühim bir baskı un­suru sayılan gemileri startejik bölgelere yanaştırıp,ülkemiz üzerindeki istihbarî ve dezonmormayyonları, destabilizas-yonları deneyen devletlere bu adetlerinden vaz geçmeleri ihtar olunurdu. Ne yazık ki etrafı denzilerle çevrili bir ülke ol­mamıza rağmen, süngümüzler boğazlara kilit vurmuş bir mil­letken donanmasını 16.asır hâriç kullanamamızın sebebini insanımızın genellikle evinin erkeği olmasındaki isteğe bağ-lamakda pek hatalı olmaz.

 

 

 

Ferid Paşa'nın Böldüğü Çâre!

 

 

İngiliz donanmasının Midilli önlerinde demir atmış olması hassas padişahı hayli tedirgin etmişti. Alman hayranı. Hıdiv ve Mahmud Muhtar Paşalar, sonunda İngilizlerle, Devlet-i âliyyenin başını derde sokmuştu. Ferid Paşa bir günde üç defa istifasını sunmuştu, Cennetmekân'da her seferinde ret cevabı vermişti. Salim bir kafanın, istifaret çekişmesinden çı­karacağı sonuç, bana kalırsa padişah'in, Ferid Paşa'ya işi sen halletmelisin tâli-matını imâ yoluyla belirttiği hükmünü çıkarmak mümkündür. Ferid Paşa verdiği üç istifanın da bir­biri peşine ret şeklinde sonuç vermesi bizim acizane yukarı­da serdettiğimiz imâ'nin anlaşılmış olması ile olacak derhal İngiltere'nin İstanbul'daki b.elçisi Sir Nikolas O'conor'a bir arabulucu gönderip randevu talep etmek oldu. Aslında hiç yoktan koca sadnazam, b.elçiden randevu almak mecburi­yetinde bırakılmıştı. Yoksa esas olan görüşmek için babi-âlî'ye davet teamüllere uygundu.

 

Yapılan görüşmede b.elçi ve sadrıazam böyle bir olay ol­mamış gibi telakki olunmasını kararlaştırdılar. Her iki taraf bu tedbire muvafık davranışa dâir centilmenlik sözü verdiler. Beri yandan İngiliz entelijans servisi işi çok iyi anladı! Hıdiv Abbas Hilmi Paşa ve Mahmud Muhtar Paşalar kendilerine çı­kar sağlamak ve İngiltereden Mısır için genişçe yetki ve maddi menfaatler teminine çalışıyorlar, hiç düşünmedende Osmanlı devletinin tehlikeye düşmesine zemin hazırlamış oluyorlardı. Entelejans servisin anladığını sanki Abdülhamid hân anlamamişmıydı? Öyle olmasaydı Ferid Paşa değil üç istifaname gön dermek, saray'a çağırılır mühr-ü hümayun elinden alınır idi.

 

Avlonyalı Ferid Paşanın sadaret dönemi; İttihad-ı Terakki cemiyeti hafi'yesinin vâni ittihad ü terâkki gizli cemiyetinin çalışmalarının gerek askeri gerekse mülkî alan da inkişaf kaydetmesi önlenemez bir devir olmuştur. Padişahı kendi fi­kirlerine imale etmek istiyen guruplar biribirilerine olmadık yalana müstenid atıf ve de jurnallere baş vuruyorlardı. İttihad ü terakki cemiyeti, masonların kucağına oturmuş onların lo­calarından gelen taktik ve talimatlarla hedeflere kilitlenmişti. Bu hedeflerin ilkini meşrutiyeti meri'yete koymak teşkil edi­yor idi. 30 yılı aşkındır dar bir kadro ile ülkeyi idare eden Pa­dişahın, elini kolunu meşrutiyetle bağlamak daha sonra da kendilerine daha uyumlu gördükleri veliahd Reşad efendi'yi taht'a çıkararak uğursız emellerine ulaşmayı kuruyor lardi.

 

 

 

Şartların Yardımı

 

 

1871'de Mısır'da husule gelen Arabî Paşa isyanı adlı ırkçı harekât, yavaş yavaş balkanlarda da, Sırplar, Bulgarlar, Ka­radağlılar, Arnavutlar gibi unsurlarda da görülmeye başladı. Osmanlı devleti kavim ve milliyetçilik üzerine te'sis olunma­dığından bahse konu günlere kadar bu hususda benzer sıkın-Ulara uğramamıştı. İttihatçılarda hâkim olan Türkçü politik anlayış ve Turan avazeleri istenileni getirmedi amma moza-ikde ırkçı ve milliyetçi cereyanların bütün şiddetiyle vücud bulmasına kötü örnek teşkil etdi. Bütün bu oluşumları, Avru­pa ve Rus menfaatleri finanse ederken Yahudilerin Filistinde devlet kurması na zemin hazırlandığı zihinden uzak tutulma­malıdır. 1812'lerde bağımsızlık imkânı elde etmiş Yunanistan, da­ha 1897'de yediği sopayı unutmuş, tevessü etme, yâni Os­manlı toprakları istikametine yönelik genişleme hareketini çeşitli hile ve yollarla temine çalışmaktaydı. Bu hallere zami-meten Abdülhamid hân'ın açmış bulunduğu mekteblerden mezun olan genç subaylar, bilhassa Makedonya çeteleri ve çetecileriyle, Bulgar istiklâliyet çeteleriyle dağlarda ve or­manlarda çarpışırken çektik leri eziyete bakmayıp, müslü-man milletimiz üzerindeki menhus gayelerine hiç kafa patlat­madan, hâttâ katlolunan ahaliyi ve de şehid düşen silah ar­kadaşlarını unutarak bunların lehine haklılık payı aramaya, onlara saygı ve sevgi besleme ahmaklık ve hainliğine düş-müşerdi. Bunları böyle, avlayan neydi? Cevap verelim: poziti-vist anlayışın determinizme dönüşmesi! Başladığı an resuller devreden çıkarılır. Islâmın temel direği sünnet-i seniyye ih­mal hâttâ yok sayılabilir ki, artık ölçüsüzlük hâkim oluyor demektir ki,bunun da mânası, belân hazırlanıyor ve sen bu­nu kapmak için hızla koşuyorsun hakikatidir. Bu gün bile in­sanlar ve müslümanların bir bölümü "Hubbui vatan minel imân" hadisi'nin üzerinde, sahihmi? Değilmi? münakaşasını yapmıyorlarmi? İşte o gün eksik olan ecnebi ve bilhassa Al­man ekolünün zabit hocalarının dayadığı mektep müfredatı daha ilk mezunlarında tehlike çanlarını duyurmuşsa da, du­yacak kulak bulunamamıştır!

 

Evet! Hürriyet, Müsavat, uhuvvet sahte sloganları, oltanın ucuna takılan solucan olmuştu. Yine askerî mekteplerde dâ­hil olmak üzere İttihadçı, mason gibi muzır cemiyet mensuplarının bu okullardaki muallimleri anlayışlarını zerk etmiş oldukları millet evlâdını fikren iğfal etme ihanetini sergilemiş­lerdi.

 

Asayişi teminle vazifeli Osmanlı birlikleri anlayışın yukarı­da izaha çalıştığımız istikametde gelişmiş olması münasebe-tiyie üzerine aldıkları işi başaramadılar hâttâ daha sonra da, bizatihi İttihatçıların askerî kanadını teşkil eden nice genç zâ-bitde kendileri asayişi bozanlar olarak görülmeye başlandı. [Nitekim; Yüzbaşı Resneli Niyazi Bey İle Enver, Eyüb Sabri gi­bilerinin hem de yanında askerlerinin bir kısmıda olduğu hal­de dağa çıkıp oradan, Osmanlı Saray telgrafanesine itaat ye­rine, tehdit ültimatomları göndermedilermi? Bu organize ha­reket masonların arzu ve hedefi istikametinde inkişaf eder­ken, artık devreye ecnebi devletler sefirlerinin ülkelerinden Osmanlı meşrutiyeti yeniden uygulamaya başlasın babında-ki talimatlar yağmaya başladı.

 

Avlonyalı Ferid Paşa'nın Arnavut olması, padişahında bu mensubiyeti göz önüne alması ve kendisine altı yıla yakın makamı sadaretde hizmet vermesini Arnavut ileri gelenleri nin takdir etmeleri ile devlete bağlılık hisleriyle meşbû olur­larken, İttihatçılarla birlik olanları ise kralı ve bayrağı ayrı olan bir Arnavutluk gayesi gütmekteydi.

 

 

 

İttihatçıların Tabancaları

 

 

Balkanların mühim şehirlerinden; Selanik, Manastır, Serez, Filibe ve Yanya gibi yerlerde asayiş maalesef maslub olmuş­tu. 8/temmuz/1908'de Arnavut Şemsi Paşa; genç bir teğmen olan Atıf (Kamçıl-İamir suikasdı davasında idam olundu) efendi tarafından postaneden çıkarken atılan beş el atışla öldürüldü. Bu suikastında faili yakalanmadığı gibi korunma ve gizlenme imkânı da bulabilmişti. İşin bir başka yönü ise; Şemsi Paşa'nın öldü rülmesinden iki gün önce yâni 6/temmuz/1908 günü alaylı bir zabit olan Resneli Niyazi Bey emrindeki bölük ile Resne'yi basmış, doğruca gitdiği posta-neden: "kırksekiz sa at içinde meşrutiyet ilân olunmaz ise padişah kendini tehlikede bilsin!" şeklinde telgraf çekmişti. Az sonra Niyazi Beyin bu harekâtına katılan başka bir subay daha çıktı. Bu zat bilahire hanedana damad olacak olan ve Abdülhamid'in vasiyeti olan, beni Sultan Fatih'in türbesinin bir kenarına defnedin, arzusunun yerine getirilmesini engel­leyen kişi Enver Bey'dir.

 

 

 

Olayın Bamteli   

                  

 

2.Abdülhamid hân hz.lerine pek bağlı olan ve mertliği ile tanınmış Arnavut Şemsi Paşanın son hizmeti; Rumeli ordu­sunda bulunan, genç subayların, İttihad ü Terakki Gizli cemi­yetine âzalıklarını, efendisine telgrafla bildirdiği şu sözler ol­muştu: "Zât-ı şahanelerine şimdi hareketimi arz ediyorum. Asileri hayyen(diri) veya meyyiten (ölü) olarak huzurunuza gönderileceğini temin ederim!" Ne çâre ki padişahına hiz­meti düstûr edinmiş koskoca bir Paşa, ecel şerbetini evlâdım diye belki kaç defa hitab ettiği genç mülazımın attığı kurşun­larla içmişdi. "Takdi r'ül azıziyl aliym!"

 

Yakub Kenan Mecefzâde 1967'de yayımladığı hatıratında, Bu Şemsî Paşa'nın yakın akrabası İsmail Mahir Paşa'nın bir geceyansı hile ile evden çıkarılmış ve Divanyolu caddesinde öldürüldüğünü yazar. İhtimâlki, Şemsi Paşa'nın katillerine ulaşmasını önlemek maksadı na nihayet vermek için bu ci­nayet gerçekleştirilmiştir.

 

Gerek padişahı gerekse sadnazamı bir ortak noktaya gö­türen yorum şu olmuştu. Mademaki Şemsi Paşa güpe gün­düz işlek bir caddede ve yaverlerinin ve muhafızlarının orta­sında ve gözleri önünde şehid ediliyor. Failde bu işi yaptıktan sonra sağ ve salim olarak buradan nasıl sırra kadem basıyor? Bu sorunun cevabını her ikiside mütalaa ettiklerinde ay­nı sonuca varacak kadar zekâya mâliktiler! Nitekim sadrı-azam olsun, padişah olsun işin artık kontrolden çıktığının şu­uruna varmışlardı. Disiplin maslub olmuş yâni or tadan kalk­mıştı. Ve de en mühimi yapılan icraat himaye görmekteydi!. Çok geçmeden padişah ve halifesine bağlı kimselerden olan bazı bölgenin sakinleri, gönderdikleri bilgiler de, suçlunun ciddi bir aramaya tâbi tutulmadığını, takibatın ise asla ciddi­ye alınmadığını bildirmişlerdi.

 

Ferid Paşa'nın şark dünyasından gösterdiği bu misalden sonra, dünya siyasasının büyük ustası ve düzenleyicisi İngil­tere hakkında, padişahın düşüncelerini alıp siyasetini tan­zimde nazarı itibara alması icab ettiğinin şuuru içinde oldj-ğundan elde ettiği malumatı, târihe şu sözlerle hediye ediyor: "Padişah söze ingilizler, bütün müslümanların hâmisi rolünü takındıkları ve ellerindeki topraklarda bir çok müslüman bulunduğu için, Osmanlı hanedanını ve halifeleri sevmezler. Bize karşı takındıkları tavırlarında kendi menfaatlerinden başka bir şeyi düşünmezler. Medeni insan dost ve düşmanı ayrı tutmamalı, ikisine de aynı muameleyi yapmalı. Zira düşmanlarına açıkça husumet göstermek akıl kân değildir. Dostlara da, fazla güvenmek ahmaklıktan ileri gitmez. Biz daima İngiltere'nin dostu görüneceğiz fakat onun hislerini ve de siyasetini bileceğiz!.." Dedikten sonra Almanlar hak­kında da: "Bunlar asker mijlet. Bunlardan bize fayda gelir" dermiş. Padişah, sadrıazam Ferid Paşa ya! Ferid Paşa padi­şahın bu görüşlerinde samimi olduğunu bildiriyor. Almanları; İngilizler Rus menfaatlerini Osmanlı üzerinden devşirmelerini kısıtlama manivelası olarak gördüğünü ifade ediyor. Ferid Paşa; Rusya ile münasebetleri sual ettiğinde padişahın ağzın­dan şu malumatı alıyordu:

 

"Rusya büyük bir komşumuzdur! Onunla pek büyükçe geniş hududlanmız vardır. Topraklarımızın kuzey yönünde olanlarının emniyet içinde olabilmesi Rusya devleti ile ara­mızda düşmanlık edip, etmemekle alakalıdır. Rusları, tahrik edip aleyhimize kararlar almaya mecbur eylemeye ne lüzum vardır? Beni sokmayan yılan bin yaşasın sözü padişahın çok söylediği tekerlemelerden olup, betahsis Rusya'ya dâir konuşmalarda beyan ederlerdi." Dedikten sonra sadrıazam paşa şu enterasan bilgiyi de naklediyor: "Çar'Iar Karadeniz sahilinde sayfiye şehri olan Livadya'ya yaz aylarında geldi­ğinde, Sultan Hamid'de derhal bir heyet gönderir ve hudud-lanmıza hoş geldiniz anlamında telakki olunacak hediyeler yollardı. Çar'da bu nâzik davranış karşısında mukabeleten kürkler, ayakabılar ve atlar hediye ederdi. Bütün bunları ya­parken padişah; Avusturya ve Almanya'dan getirtdiği bü­yük çaplı topları Rus hududumuzdaki mühim mevkilere yer­leştirilmesini emrederdi. Yüzüne bakan devlet adamlarına da İstersen sulh-u salah, hazır ol cenge! Derdi.."

 

Padişah; Avusturya-Macaristan imparatorluğu için sadrı-azamına şunları söyler, Fransa ile alakalı görüşü beyandan sonra, Fransa ile çok uzun zamana dayanan bir dost uğun kültürümüzde büyük tesiri olduğunun idraki içinde, kültür âlemimizin Fransız kültür edebiyat ve san'atının hemen yanı-başinda olması gerekir. Avusturya Macaristan'a gelince bun­ların emelleri bilhassa balkanlarda Rusya'nın tam zıddınadır. Ziya Paşa'nın şu beyitİ bu iki ortağı pek güzel ifade eder:

 

"Mestanelerin biribirine arz-ı hulûsu/Çingânelerin şüpheli imânına benzer" Fakat bunlar görünüşte birlikte hareket et­mek zorundaysalar da istikbalde biribirileriyle karşı karşıya harb edeceklerdir. Beyanında bulunan padişahın bu sözleri­nin, sadrıazam gerçekleştiğini göremeden vefat etdi amma

 

sözlerin sahibi hz.Abdülhamid hân, kendi söylediklerinin ye­rine geldiğini görmüş idi.

 

 

 

Potemkin Zırhlısı Va'kası

 

 

Tarihler 1903'ü gösterirken Karadeniz de bulunan Rus Do­nanmasının Amiral gemisi olan Potemkin zırhlısında sosya­list eğilim taşıyanlar bir isyan başlatmıştı. Kızı! bayraklar çe­kerek, bulunduğu limandan ayrılmış ve Karadeniz de kendi basma dolaşmaktaydı. Padişah bu olaya da hemen muttali olmuş, sadnazamını saraya celbettirmişti. Huzura gelen Av-lonyalı Ferid Paşa'ya: "Paşa hemen Kavaklara gidiniz. Kara­deniz (İstanbul) Boğazının tahkimatını bizzat kontrolden ge­çiriniz. Olabilir ki bu asi gemi bizim limanlarımıza sığınmak ister. Rusya ile aramızı açacak bir hadiseye meydan verebi­lir. Ben; Çar'lığa karşı bu harekâtı iyi görmüyorum. Bu bir başlangiçdır. Bu Çarlığın sonunu bu harekâtın devamı geti­recektir. Emrini vermişti.

 

Ben (sadrıazam) artık hergün Kavaklara gider gelir oldu­ğumdan, Rusya elçisi bir görüşmemizde: "Sadrıazam Paşa, sizin telâşınızı anlayamıyorum! İsyan eden gemi bizim zırhlı­mız, isyancı asker bizim askerimiz,size ne oluyor?" Sorusu nu yönelttiğinde de, ben: asker de sizin gemide sizin amma padişahımız bu harekâtı yalnız sizin için değil, dünya içinde beğenmiyor cevabını vermiştim. Demekte..

 

Avlonyah M.Ferid Paşa'nın sadaretde bulunduğu yıllar bu makamda yapılan değişikliğin 2. defa en uzun zamana yayıl­dığı dönemdir. Devlet idâresinin çeşitli kademelerinde sakal ağırtıp, dirsek çürütmüş bulunan Ferid Paşa, baş taraflarda belirttiğimiz gibi padişahının mizacını kendince anlamış ve devletin zirvesinde karşılıklı anlayışa dayanan, bilhassa ileriyi daima hesaba katan tedbirlere dayalı siyaset tarzına önem vermiş, padişahla münasebetlerini ideal seviyede sürdür­müştür.

 

Bu hakikati aşağıya alacağımız satırlarda pek net olarak görmek mümkün.31/mart vak'asından sonra ve Selanik'teki Alatini köşkündeki sürgün günlerinin arkasından Dersaadet'e avdet edip, Beylerbeyi sarayında menkubiyetinin geri kalan zamanını geçiren 2.Abdülhamid hân, "Ah! Ferid Paşa hak­kın varmış! Bana her hususu hatırlattın. Bense hiç birini dinlemedim. Ferid Paşa benim sadık adamımdır" dediği ya­kınları tarafından âa çok defa dile getirilmiştir. Ferid Paşa; padişahın hemen yakınında bulunanların kendisini bir çem­ber içine aldıklarını tesbit ettiğinden, Abdülhamid hân'a ha­tırlatmalar yapmayı vazife bilmiştir. Padişahın hemen yuka­rıda Ah! ile başlayan beyanları bundan neşet etmektedir. Sultan Hamid kendine Saray'da akıllı, zekî ve işibilir adam is­tihdam etmek istemekle beraber bu saydığımız vasıfların üzerinde bir vasfa ihtiyaç duyar ve bunu tercih ederdi ki bu vasfı mümeyyiz sadakat idi. Sadakat kadar önemli vasıf dünyada çok rastlanır hususattan değildir. Abdülhamid hân; bu vasfı kendine 6 yıla yakın 2. adam olarak hizmet veren Ferid Paşa'ya izafe etmiş oluyordu, sadık adamım demekle!

 

 

 

İttihad (İ Terâkkimin İnkişâfı

 

 

Ittihad ü Terakki Partisinin ilk kuruluşu aynı zamanda ül­kemizde siyasi parti olarak ilk kurulan parti olması hasebiyle 1890'da Harbiye ve Tıbbıye-i askeriye talebeleri tarafından kurulmuştur. Bu cemiyetin varlığı bir haber sonunda 1897'de, teşkilât-ı mahsusaya ulaştığından, yapılan operas­yonla teşkilâtın bazı mensupları ele geçerken, kimileri de Pâ ris'e kapağı attılar. Burada cemiyet faaliyetlerini devam ettirdi. Sultan Abdülhamid hân'in serhafiyesi Ahmed Celâleddin Paşa, çıkmış olduğu avrupa yolculuğunda, yine padişah tali­matıyla buralarda anti Abdüihamid'çi tutumlarıyla faaliyette bulunanları temin ettiği dertleşme ve bulundukları hâle teşhis koyma seanslarıyla bir çoğunu iknâya muvaffak olduğu gö­rüldü. Bunlara padişahın tekeffül ettiği görevlerin vaadi ikna hususunda çok işe yaradı. Tabiiki bu vaad ve tekliflere kapalı kalanlarda oldu. Bunların başında Ahmed Rıza Bey geldi. Bu zâta bağlı kalan bir kaç kişi de Pâris'de başlattıkları rejim muhalefetiyle İttihad ü Terakki cemiyetinin ortadan kalkma­sını önledikleri gibi adetâ yeniden bir doğuşu sağladılar den­se yeridir. Bu Ahmed Rıza Bey'in babası da, 1876 meşrutiyet meclisinin ayanından, yâni senatörlerinden idi.

 

Bunlar olup biterken Asaf rumuzlu şiirleriyle tanınmış gü­zel gazeller yazan Mahmud Celâleddin Paşa, 2. Mahmud dö­nemi kapdan-ı deryalarından Dâmad Müşir Halil Rıfat Paşa­nın mahdumuydu. Hanedan üyeliği münasebetiyle çok genç yaşda vezir olmuş ve nazırlık dahi yapmıştı. Ki bu paşa 1890'da hanımı Seniye Sultanhanımdan bile habersiz olarak oğulları Selahaddin ve Lütfullah Bey'leri de yanma alarak, Belçika'nın Brüksel şehrine firar etti. Burada JÖnTürk anlayı­şını devam ettirdi. Kendisi öldükten sonra ademî merkeziyet ve şahsî teşebbüs nazariyesi sahibi olarak bu misyonu, gele­ceğin meşhur Prens Sabahaddin Bey'i olarak tanınacak olan oğlu devam ettirdi.               %

 

2. Abdülhamid Hân'ın Yıldız Sarayında şifre kâtipliğinde bulunan Mehmec! Selahaddin Bey'in, "Bildiklerim" adlı ese­rinden, İttihatçıların adişaha muhalefet edeceğiz diye naşı! beynelmilel bir teşkilâtın mihverine girdiklerini ortaya koydu­ğu malumata bir atf-u nazar eyleyelim:

 

 

 

Siyonist Toplantısından Esinlenme

 

 

Harb-i umûmiden bir iki sene önce İsviçre'nin "Bal?" şeh­rinde Mösyö Volkon'un başkanlığında teşekkül edip, topla­nan siyonist kongresinde ittihatçılarla alakalı olmak hase­biyle çok önemli olan açılış nutkunda yer alan bazı maddele­rini tercüme ederek sayfamızı süslüyoruz ki, bizim batı klüp maceramız daha 1890'larda bir rota çizip yürürken, hangi ni­yet ve düşüncelerin peşine takıldığımızı aşağıdaki ifadeler gözlerimize ve izanımıza gör işte, beynelmilelcilik ve küresel­leşmeyi hangi zihniyetin uzun zaman önce tezgâhın kuruldu­ğunu öğrenelim dedirtecek ifşaat.

 

 

 

Siyonistlerin Kongresinden Açiliş Konuşmasından Pasajlar

 

 

Rusya'da ki museviler hakkında reva görülen mezalim ve haksız zülumlar günden güne daha tahammül edilmez rad­deye gelmektedir. Romanya hükümeti ülkesindeki musevi-lerin ıslah ve ahvali hakkında bazı ankâm-ı muahedata rağ­men kendi arazisindeki musevileri bütün hukuk-u siyasiye ve medeniyelerinden mahrum bırakır. Başka ülkelerin bazı­ların da musevilere karşı, doğru sayılmaz batıl fikirler gös­teriliyor. Gün geliyor, en ehemmiyetsiz bir hadise münase­betiyle musevilere karşı hakiki bir nefret gösterildiği gözle­niyor. Yegâne ümidimiz Türkiye'dedir.(î) Bir gün olup da ah­valimizde bir iyileşme eseri görülürse bunun Türkiye saye-_ sinde(!) olacağına şüphe yoktur. Senelerin inkilâbat-ı siyasesiyesi üzerine diğer ülkelerdeki gibi din kardeşlerimiz öteki ,. Kavimlerin hâiz oldukları hukük-u menafiin aynına mazhar olmuşlardır. Musevilere Türkiye de verilmiş hukuk eşitliğinin ciddiyetinden emin olmak lâzım gelir. Zâten ötedenberi mu­seviler hakkın da iyi niyetli davranmışlardır. Her yerde bize nazar-ı istihkar ile bakıldığı ve hak kımızda çeşitli ve haksız zülumlar reva görüldüğü halde, geçmişde Türkiye İspan ya'-dan tard olunan museviler için sığınacak bir yer olmuştu. Museviler; o zaman Türkiye'nin misafirperverliğine nasıl gü-venmişlerse şimdi de öyle güveniyorlar. Vakıa Türkiye de si-yonizm aleyhinde bir cereyan-ı efkâr peyda olmuştur. Tek tük kişilerden bazılarının cahil bedhahlığı neticesinden olan bu hareket ve cereyan uzun müddet süremez. Zira bu cere­yan bir takım muhakemâtı bâtıla, doğru olmayan istihbarat­tan doğmuştur. Bizim en çok teessüf ve teessürümüze mucib olan şey; bizim gibi musevi olan bazı kişilerin, efkâr-ı umûmiyeyi bizim aleyhimize çevirmeye yardım etmeleridir. Bu gibiler bu hareketleriyle bütün musevilerin refah ve sa­adetini duçar-ı tehlike ettiklerini hiç düşünmüyorlar. Mama­fih bir gün gelecek ki hakikat meydana çıkacak ve o zaman "siyonizm" hareketinin gerek museviler ve gerek Osmanlı devleti için büyük bir ni'met(!) olduğu anlaşılacakdir. Os­manlı memleketleri iktisat nokta-i nazarından asırlarca ih­mal edilmiştir. Türkiye bu gün her zamandan fazla dışarıdan gelecek ve faydalı bir unsur(!) teşkil edecek muhacirlere muhtaçdır. Türkiye için, melcesiz museviler kadar sadık(!) fai deli muhacirler bulunamaz. Türkiye'nin anayasası bizim emniyet-i şahsiyemiz(î) için bir zaman-ı kefalettir.

 

Osmanlı devletinin topraklarının tamamlayıcı bölümün­den olan Filistin topraklarında sığınacak bir yer tedâriki-ne(!) hedeflenmiş düşünce gereği kendi mukad deratımızı Türkiye'ninkine rapt etmiş bulunuyoruz. Göya (Filistin top­rağını) devlet-i Osmaniye'nin cisminden koparmağa ve müstakil bir musevi devleti kurmaya çalıştığımızı iddia edenler bunu ya kara bir cehalet(!) veya büyük bir hİ-yanet(!) sâikasıyla söylüyorlar. Güya bütün mesâi ve teşeb-büsatimız(!) müstakil bir musevi hükümetinin teşkiline dö­nük ve masruf(!) bulunduğu hakkındaki masallara halkı inandırmak için doktor Herçil (gazeteci Dr.Teodor Herzl) ta­rafından kaleme alınan "Hükümet-i Museviye" nâmındaki eser öne sürülüyor. Bahse konu eserde bast-ı temhid edilen nazariyat ve mütalaat bizim hatt-ı hareketimize esas olmak üzere gösteriliyor. Halbuki bu muhakeme-i akliye(!) yukarı­daki iddiaların bâtıl olduğunun en sarih delilidir.

 

Herçel; "Hükümet-i Museviye" unvanlı eserini yazdığı za­man siyonizmin henüz ne olduğunu bilmiyordu.(!) Dr. Her­çel, meselesini dünyanın lalettayin bir köşesinde bir hükü­met-i museviye vücuda getirmek suretiyle, hâl etmek fikrin­deydi. Mamaafih; Herçel, Siyonistler ile münasebete giriş-dikten ve hareketimizin mahiyetini(î) lâyıkıyla anladıktan sonra müstakil bir hükümet (sevgili okurlarım burada biz metne bağlı kalma gayreti içinde hükümet yazıyoruz. Aslın­da sizlerin bunu devlet olarak mü-talaa etmesini hatırlatma­ya cü'ret ediyorum.M.H)-i museviye teşkili meselesini bir daha ağıza almadı.(!) Programımızda emellerimizi, ümidleri-mizi, maksadımızı kısa ca izah eyledik.

 

Siyonizm, arz-ı Filistinde museviler için hukuk-u umumi-yenin taht-ı temininde olacak bir melceyi tedarikine matuf bir hareketdir. Dikkat edilsin, bir hükümet-i museviyeden değil, ancak ecdadımızın vatanında bir melce teşekkülün­den^) bahs ediyoruz. Öyle bir melce ki, orada musevi sıfa­tıyla yaşayabileceğimiz hiçbir mu amele-i itisafkâraneye maruz kalmaksızın evsaf ve hasail-i milliyemizi muhafaza edebileceğiz.

 

Biz, yeni ve hür Türkiyede(!) emniyet-i şahsiye ve milliye-mizin meşrutasında(î) görüyoruz. Mamaafih; bizim, hükü­met-i Osmaniye'den taleb etmeye mecbur olduğumuz bir şeyi varsa o da musevilerin bilâ kayd ü şart tâbiyyet-i Os-rnani'yeYe dâ hil olmalarına imkân bırakılması ve kendileri­nin, bilâ mânia(!) musevi milletinin adâb ve âdetine göre yaşayabilmeleridir. Bizim gaye-i âmalimiz(!) mâmur ve kudretli bir devlet-i Osmaniye içinde müreffeh bir millet-i museviye hâlinde demgü-zar olmaktır.

 

Siyonist kongresi reisi mösyö Volkon'un bu nutku çok dik­katle mütalaa olunursa, Siyonistlerin kimler olduğu ve siyo-nistlik ne demek ve ne maksad için te'sis ve teşekül ettiği te­zahür eder. Mösyö Volkon'un nutkunda: <yegâne ümidimiz Türkiye sayesinde olacağına şüphe yokdur.> demekte.

 

Şu cümlelerle demek istiyor ki; Türkiye hükümeti bizim olmamızdır. Plânımız mucibin ce onu alt-üst ettikmi bizde bir iyileşme eseri görülüyor, yâni arzu ettiğiniz yahudi hükümeti olur, bu da ancak Türkiye sayesinde olacaktır demek İttihad ü Terakki cemiyeti hükümeti sayesinde demektir. Mösyö Vol-kon diyorki: <Türkiye'de musevilere tanınan hakkı hukukun, ciddiyetinden emin olmak lâzım gelir> Bu tabiidir. Memleke­timiz zâten kendi ellerinde olduğundan, istedikleri gibi hu­kuklarını tanzim ve temin ettiler.

 

Yine mösyö Volkon diyorlar ki; oiyonizm hareketinin ge­rek museviler gerekse devlet-i Osmaniye için büyük bir niğ-met olduğu anlaşılacakdır> İşte bu cümle en ziyade nazar-ı dikkati çekmesi gerekendir. Zira mösyö Volkon, biz yahudiler yâni Siyonistler Almanya' yi elde ettik. Türkiye'yi ele onunla ittifak ettirdik ve Almanya'yı harb-ı umûmî için hazırlamak­tayız. Bir harb-i umûmî zuhurunda Türkiye'ye vaad ettiğimiz ve onunla ahalisi-ni iğfal ettirdiğiniz (Turan) yapılırsa, Türkler için bir nimet olur bize de vaad edilen Arz-ı Filistin verilir. Yahudilerde bu niğmetten müstefid olur. İtikadında olduğun­dan bu cümleyi dermiyan ediyoruz. Bununlada dediğimiz gi­bi Almanya hükümeti ile ittihad ü terakki cemiyeti siyonistie-rin emellerine ve emirlerine amade birer âlet olduğu anlaşılı­yor.

 

Bir de kongre reisi mösyö Volkon'un: <yeni ve hür Türki-yede, emniyet~i şahsiyyemizin ve milliyemizin kefil ve kefa­letini Türkiyenin müessesat-i meşrutisinde görüyoruz> demekte. Zira on senedir Türkiye hükümeti demek Siyonist­ler demektir. Buna hiçde şüphe miz yok. Meşruti müessese tâbiriylede ittihad ü terakki cemiyetini imâ eden mösyö Volkon'a biz de sual edelim ki; yeni ve hür dediği on senelik cemiyet-i ittihadiyeyi ve Siyonist hükümeti olmadan evvel, acaba eski Türkiye, yahudiler hakkında mezalim ittisafatında bulundu mu?

 

Yoksa inkılabdan beri kendilerinin terbiye ettiklerinden olan reisler mütegallibesinin cemiyeti ittihad ü terakkinin, yaptığı cinayetler ve zülumlardan yüzbinde birini yaptitni? Eski Türkiye; ittihad ü terakkinin, hristiyanlar hakkında reva gördüğü davranışlardan birini yapmak veya mâbed ve mez-heb-i diniyeleriyle musevilerinkine tariz ve müdehale ettim i? Yalnız; eski Türkiyenin kabahati, Siyonistlere bende olmadığı ve "Arz-ı Filistinli onlara vermeği vaad eylemediği değilmi-dir?

 

Bu meseleye uzun uzadıya temas ve tetkıyke şu eser mü-said olmadığından sözü uzatmadan, vakit israfına lüzum gör­müyorum. Sayfalarımıza aldığımız nutkun bazı bölümlerinin tercümesini ve bu hususdaki beyan olunan görüşü İstan­bul'da yayımlanan "Beyan-ül Hak" ceridesinin, Trabzon'daki "İkbâl" gazetesinden nakille yazdığı makale ve beyan-ı mütalaası, okuyucularımızın düşünce dünyasında aydınlanmağa kifayet eder.

 

 

 

Sureti

 

 

"Trabzonda yayımlanmakta olan İkbal Gazetesinden İkti­bastır"

 

Evet. Bu yeni düşman bundan yirmi asır evvel, Osmanlı imparatorluğunun Arz-ı Filistin Nâmiyla yâd olunan bir kıtai kıymetdârandan (topraklarından) hicrete mecbur olmuş İbranilerin ahfadı olan bu günkü musevilerin müfrit düşünce sahiplerinden, Siyonistler adını taşıyan kitledir. Fikirlerini yaymaları siyonizm adı ile yapılmaktadır. Bu yeni yahudiler­de, ecdadının Ben-i İsrail topraklarında ganude-i türab-ı âdemi olan hatırat-i mâziyesini ihya etmek ve araziy-i mu­kaddese de, yeni bir devlet-i mütemeddine-i İsrailîyeyi teşkil ve te'sis etmek ve nihayet bütün bütün dünyadaki musevi-leri, arz-ı mev'udun kızgın çöllerinde, münbit vâdile rinde "Hz.Musa"nın mabud-u âzami ile olan mülakatı ve "Evamir-i Aşere"nin alındığı mahal olan füyuzatlı semânın kubbei şaşaadan altında, diğer kavimlerin kahredici pençesinden, kurtararak berhayat-ı istiklâl ile vâyedar bir ömür, huzur ve sükûn ile yaşatmak ve bu amâl-i azîmle bu gün yaşıyorlar. Dünyanın dört bir yanına saçılmış, mevcudiyet-i siyasiyye-sini kaybetmiş bir millet-i kadime için bu emel tabii halden­dir. Fakat; vatanın her köşesini ne şekilde olursa olsun, isti­lâcı kuvvetlere karşı müdafaa etmek de tabiatıyla mâkul ve meşrudur.

 

Binaenaleyh; Siyonistlerin bütün bu emel uğrundaki te-şebbüsatını, adım adım tâkib etmek ve ona göre memleke-temizde engel olucu tedbirler alalım. Hükümetimizin, daha doğrusu milletimizin en mühim vâzifei vatanperverânesidir. Bu günkü düşmanın memleketimizi fethetmek hususundaki amal ve hareketini imâni bir nazarla tetkıyk edersek hiç şüphe yokki garib bir fikr-i istilânın karşısında bulunu­ruz. ..Sahai arzda neşvünema bulan insan neslinin vakit va­kit aileler ve kabileler, devletler kurma hususundaki geçirdi­ği şekil ne maziye nede günümüze asla benzerliği olmadığı­nı görürüz. Çoğunlukla harp ve darp ile gasb, yağma ve tagallüple kurulmuş olan devletlerin, velhasıl mahsul-ü tahak­küm ve zülüm olan devletlerin tekâmül menkıbeleri müna­sebetleri olamayacağını görürüz. İşte bu gün kü devleti melhuzenin gelecekdeki varlığı da 20. asrın, bedî-i harikula­desi gibi yeni bir bedia-i medeniyet, yeni bir numûnei galibi­yet olarak, bu asr'ın ve belki de gelecek asırların bir vaka-i Önemsizi telakki edilecek bir tarzda hayat bulmak istiyor. Devlet ve milletimizin kudret-i ictimaiyyesi ve siyasiyyesin-den temenni edelim ki vatanımızın bu kıymetli uzvu şimdi ve gelecekte, üzerinde böyle bir hâ dise-i harikulade ile im­tiyaz alamasm. Arz-i Filistin ile civarında, Suriye toprak­larında, BeriyetüşŞam'dâ ve nihayet Irak-ı Arab'da, bütün o havali-i kadime-i İsrailiye de geniş arazi satılması, musevİ muhacirleri iskân etmek ve bu yolla mübarek yerde, gele­cekte istiklâlini elde edecek, İbraniler kavi bir mevcudiyeti canlandırıp, zaman zaman ihtilâl teşebbüsleri ve de isyanlar ile muhtariyete veya mümtaziyete nail olarak velhasıl dev-let-i Osmaniyeyi maddi ve mânevi yönden zayıf düşürerek, onun enkazı üzerinde yeni bir uzviyet-i siyasiye kurmak su­retiyle vârisi ebedisi olmak siyaseti Siyonistlerin esas ül esas, hareketleridir. Bununla beraber maksada varmak için takip olunan diğer yollar vardır; ki onları da Siyonist lerce "Musevi Prensi" yâd edilen, Rusyalı Oşiken adlı yahudinin"Program" unvanıyla yayımladığı eserinden öğreniyoruz. Oşiken, bunları dört noktada topluyor:

 

1)  Arz-ı Filistin de servet ve marifet cihetiyle galip gel­mek.

 

2)  Yahudilerin bütün kuvvetini ve sermayesini tanzim edip yükseltmek

 

3) Musevilerde milliyet hissini çoğaltıp,yaymak.

 

4)  Maksadı temin için diplomasî yoluyla mesâi sarfetmek.

 

Birinci yoldaki başarı arazi satın almakdan ibarettir. 1839 senesine rastlayan 1255 hicri senesinde ilân edilen tanzimat "Hatt-ı Hümayunu" ile memleketimiz de hukuk-u medeniye ve sîyasiyye esasları konarak; müsavat ve hürri­yet ikilisi, rüşeym (cenin) hâlinde meydana çıkınca bundan cesaret bulan yahudiler, iki bin sene evvel terk ettikleri Ku-düs-ü Şerif Sancağı havalisine hicrete başlamışlar ve bu ana kadar yüzbin nüfusa baliğ olmuşlardır. Bunların ancak onbini Osmanlı tâbiyetinde olanlardır. Roçild gibi ünlü yahu-di zenginin yardımları sayesinde, yüz bin dönüm kadar arazi satın almışlardır. Osmanlı imparatorluğu gibi geniş arazisin de, yüzmilyon nüfusu bile besleyebilen fakir ve medeniyete ihtiyacı olan bir devletin muhacir kabulü, memleketin imân nokta-i nazarından caiz hâttâ şâyan-ı makbulse de, vatanın bir parçasına yerleşip de, servet biriktirip kudret sahibi olduktan sonra imtiyaz sahibi olma siyasetini güdüp, ica-bındada kıyam edecek her hangi bir ferdi, kitle hâlindeki muhacirleri hudud-u hâkimiyetten bir adım ileri geçirme-mekde daha çok elzem ve önemli bir vazifedir. Bu gün Rus­ya gibi Siyonizm tehlikesine mâruz kalan bir devlet, yahudi-'erin esasen pek câhil ve gafil olan moskof köylülerine karşı sahip oldukları üstün sosyal hayatlarını kendi milletinin sa­adeti için bir felâket sayarak, onları cidden uzaklaştırdığını düşünürsek, bizim Siyonistlerin öncüsü olarak telakki edilen musevi muhacirlerin kabulü ile kendilerinin arazi almalarına razı gelmememiz icâb ederken aksini yapmamız büyük ha­talardan sayılır.

 

Rusya'dan musevilerin uzaklaştırılması yeni bir hadise ol­madığı gibi bizde istimalin siyasetide yeni işletilmiş değildir. Komşumuzdaki bu teyakkuz ve şiddete mukabil bizde kötü­lüğü affedici merhamet ve gaflet ne kadar üzücüdür. Mâma-afih geçmişte bu merhamet ve gaflet son zamanlarda "âmal-i şahsiye" endişesine münkalip olduğuna ve bunun daha ziyade felâkete sebeb olacağına şüphe yoktur. Hâttâ gizli ellerin bu temayülat-i milliyetperveranelerine inzimam eden ihtirasları devam ederse kısa zamanda Osmanlıların başına bir Siyonizm gailesi çıkacağından bihakkın endişe edilmelidir.                      

 

                       

 

Beyan Öl Hakk Ceridesinin Mütalaası Suretidir

 

 

Siyonistlik hakkındaki şu ifadeler evvel ve âhir Beyan ü! Hakk'ın takıyb etdiği esasları iyice andırıyor. Allah korusun siyonistliğin Filistin topraklarını girmesi İttihatçı siyasi ce­miyetin yardımcısı olan farmasonlukla girdiğini bir çok delil açıklıyor ki memleketimizde Siyonizm tehlikesi bizi nasıl dü­şündürüyorsa, farmasonluk da o tehlikenin aşağısında de­ğildir. Hâttâ doğru olduğuna göre Filistin topraklarında top­lanan Siyonistlerin farmasonluk usûlüne uygun bir mahke­menin bulunduğu ve bu mahkemenin hükümlerine cümlesi-ninde boyun eğdiği söyleniyor ki, bu da bütün hukuk kâidelerinin üzerinde bir harekettir. Siyonistlik ile Farmasonluğu inkâr edenlerin kulağı çınlasın.

 

(Beyan ül Hakk-26/k.evveI/1327)

 

 

 

Masonluk Ve Farmasonluk Cemiyeti

 

 

İslamcı bir yayın politikası olan Beyan ül Hakk gazetesinin yukarıdaki görüşleri hakikati pek güzel ortaya sermektedir. Siyonizm İle farmasonluğun ayrı ayrı hususlar olmayıp birbi­rinin mütemmimi olduğundan bu hususda uzun uzun müna­kaşa kapısı açmayıb bir kaç sözle iktifa edeceğim. Farma­sonluk ile siyonistlik ve bunlar gibi cemiyetlerin kurulması birer gizli maksadlarının gerçekleşmesi içindir. En eski ve in­sanları aldatıcı cemiyetlerin başında farmasonluk geiir. Far­masonluk (mason) duvar yapıcısı mânasına gelir.

 

İşte farmason kardeşlerin, kurup teşekkül ettirdikleri far­mason localarının maksadları güya biribirilerine yardım et­mek ve insanlığa hizmet vermek içinmiş. Mukaddes kitapla­rın dördünden hiç biri birbibirinize yardım etmeyeceksiniz, demiyor. İnsanlar kardeş değildir demiyor. Demek oluyor ki İlâhi emir ve irâde kâinatta mevcudinsanların kardeş ve biri-birlerine yardımla mükellefdirler diyerek ayrıca vazifelendir­miş oluyor.

 

Bu bakımdan dört kitabdan birine bağlanmış olan insa­noğlunun bu mason localarıma girmesine lüzum yoktur. Ma­dem ki Cenâb-ı Hakk hz.lerİ: bizlere biribirİmize yardımı emr ettiğine göre insanlara yardımcı olmak Allanın emrine uy­mak vâzifemizdir. Ne var ki insanoğlu Cenab-ı Allah'ın bu emrine uymak yerine, şunun bunun yazmış olduğu prog­rama uygun olarak hareket ediyor. Bu teşhisi dikkatle yo­rumlamak gerekir. Bu cemiyetin insanlara yardım için kurulmuş olmayıp, gizli ve özel bir maksada dayanarak kurulduğu görülür. Bu yüzden de insanlar bir şeyin ne olduğunu iyice öğrenmeden dış görüntüsüne aldanmamak için tetkiklerini güzelce yapmalı, böyle yapmadan ne bir cemiyete nede bir fırkaya katılmamalıdır.

 

Hakikat bizim için meçhul İse de, Öğrendiğimiz kadarı ile farmasonluğu icad edenlerde dünyayı kandırıp, bütün dinleri ortadan kaldırarak dünya'yı ele geçirmek varmak istedik leri maksada ulaşmak, menfaat temin etmek istiyenlerdir ki da­ha sonra ortaya çıkan cemiyetlerde onlardan hayat bulmuş ve dünyayı bu günkü hâle getirmişlerdir. Masonluk; elde etti­ğimiz bilgilere göre her ülkedeki terbiye ve seviyei sosyalite-sine göre belirlenir. Bizimkilerin bir istibdad zemini üzerinde faaliyet gösterdiklerine bakarsak, meşrutiyeti elde ettikleri güne kadar yapmış oldukları faaliyetlerin içinde yer alan ci­nayetler de maksada ulaşmak için vak'i olduğundan, mak­bul ve memduh kabul edilse bile inkılabın peşinden medeni bir şekil almağa onları mecbur ederdi. Halbuki bildiğimiz bu reislerin, her fazilete bir sürü günahlar işleyerek mukabeleyi adet edindiklerinden, farmasonluğun kabul ettiği esaslara dahi aynı lâubalilikle İhanet etmekden kendilerini alamamış­lardır.

 

Şu ileri sürdüğüm görüşlerin esasa pek uygun ve mutabık olduğu fikrini muhafaza ediyorum. Bu görüşümdeki ısrarın takdirini müsbet ve menfi olarak telakkiyi okurlarıma bırakı­yorum.

 

     Masonluk ve siyonistlikden dolayı ittihad ü terakki cemİ-j   yetinin kısa zaman zarfında yaptığı kötülükler ve cinayetler dahi, bu ısrarla ileri sürdüğüm görüşlerin isabetine yeterli de­lil teşkil eder. Siyonistlere bende olanT bizde ki ittihatçı kar­deşler, güya insaniyete muavenet ve yardım edecek olan bu cemiyetlerle, koruyucuları olan Almanya imparatorundan al­dıkları emirler üzerine ülkemizde yapmadıkları kötülük ve ci­nayet kalmamış ve doğrusu kendilerinden olanlara, mensub oldukları mason cemiyeti programı üzere muavenet ve yar­dım etmişlerdir."

 

Görülüyorki; İttahad ü Terakki gizli cemiyetinin inkişâfı, gizlilik kaidesine, yeminle işe sarılmaya, beynelmilel ihanet kuruluşu mason ve siyonist talimatlara uygun olarak ku­rulması ve yine bu talimatlar muvacehesinde hareketlerle başarı(!) gösterdiğini İleri süren Mehmed Selahaddin Bey, bi­ze söyleyecek bir şey bırakmayacak tarzda meseleyi sergi­lemiş bulunuyor. İttihad ü Terakki cemiyetinin içindeki çekiş meler ayrıca kadîmden beri birbirlerine rızay-ı ilâhiyeye önem vererek tartışan insanlar, hased ve kıskançlık girdabı içine düşerek, birbirlerinin kuyusunu kazmaktan, karalamak­tan içtinab etmemişlerdir.

 

Nitekim; Mehmed Selahaddin Bey bizlere şunları ulaştırı­yor: "Ahmet Rıza Bey; onseneden beri kendine rakip gördü­ğü yüksek şahsiyet sahiplerini, çeşitli müfterîyatia (iftira) karalamakmakdan geri durmamış olduğu gibi kendiside ül­keye hiç bir fayda sağlamaya muvaffak olamamıştı. Ahmed Rıza Bey'in uğruna feda edilen hamiyyet sahibi vatansever insanların içinde pek kıymetli zevatın başında gelen Mizancı Murad Beyefendinin, kadr ve kıymeti takdir olunup, cemiye­tin başkanlığında tutulsa idi ,plke ve devlet büyük istifadeler te'min eder ve cemiyet de de, kişiler aklına gelen fenalıkları icra edemezdi. Ne çâreki; merhum Murad beyefendi gibi ilim ve irfan sahibi olan hürriyyet seven:

 

"Bilinmez arifin asrında asla kadr-i asan

 

Muhikkİ hâkle sencidedir nakd hüner dâim"

 

Mazmununca hâlî hayatlarında takdir olunamayip ebediy-yen kaybından sonra aramla gelmiş olduğundan ötedenberi yetersiz ellerde kalan kulların işleri lâyıkiyle yürütüle memiş memleket felâketden felâkete düşerek bu günkü hâle gel­miştir." Demek suretiyle ittihatçılar hakkında onara yakın kimselerle bir arada bulunmuş bilgilere nail olarak târihe açıklama borcunu ödemiş bir zat oluyor böylece Abdülhamid hân'ın şifre kâtibi Mehmed Selahaddın Bey merhum. Bahse konu ettiği Mizancı Murad Bey'in bahse konu gizli cemiyetin, gizli reisi olarak veya açığa çıktıktan sonra legal başkanı ola­rak yüksek meziyetlere sahibliğini ileri sürerek bu cemiyetin böyle milletimizi can ve mal kaygısına düşürecek oyunlara, milletimizin târih sahnesinden yok olmasına sebeb olacak ahvale müsaade eylemezdi demek suretiyle bu zat hakkında aşağıdaki satırlarda şu bilgileri naklediyor: "Murad beyefendi zamanımızda eşi ve benzeri az görülmüş, yazar ve ediplerden biriydi. Mizancı Murad Bey; senelerce umumî târih öğret­menliğinde bulunduğu mekteb-i mülkiye de yetiştirdiği tale­benin doğrulayacağı gibi gayet hamiyyetli, vatansever nâdir bulunan kimselerdendir. Siyasetde; "üstaz-ı Millet" lâkabına hakkıyla vâsıî olmuştu. Bu zat son derece ahlâklı, nâzik ve merhametli bir şahsiyetti. Vasıflarım saymak; Murad Bey'in ne kadar muhterem olduğunu ortaya koymak bakımından isabetlidir. Mizancı Mehmed Murad Bey'in kıymetli eserleri­nin bazıları şunlardır: <Taharri-i İstikbâl (Geleceği Aramak), Muhtasar ve Mufassal Târih-i Umûmî, Nesl-i Cedid, Mücahe-de-i Milliye, Târih-i Ebu'i Faruk, Hürriyet Vadisinde Bir Pen-çei Istibdad> vesairedir. Heiede <Tatlı Emeller ve Acı Haki­katlere eseri cidden nâmını methettirecek eserdendir."

 

Murad Bey hakkında öz bir biigi sunan Mehmed Selahad-din Bey, Ahmed Rıza Bey hakkında da bir miktar malumat aktarmakla bizlere ikisi arasında bir mukayese imkânı sunu­yor: "Merhum Murad Beyefendi gibi muktedir zevatın ve va-tanperveranın hayatlarını ifna eden ve şehid edilmelerine se-beb olan Ahmet Rıza Beyefendi .hakkındada bir miktar malu­mat vermeği münasip sayarım.Ahmet Rıza Bey, Osmanlı ya­zarlarından ve cemi yetinde ilk azalarından Dr. Şerafeddin Mağmumi Beyefendinin "Hakikat-ı Hâl" adlı eserinde yazılı olduğu gibi, İngiliz Ali Bey denmekle tanınmış bir zatın oğlu­dur. Ahmet Rıza Bey'in tahsil derecesine gelince annesi Nemçe (Avusturya)li bir kadın olup, onun terbiyesi altında büyümüş ve annesinden terbiye-i Osmaniye alamadığı gibi, vatanına vede milletine karşı bir muhabbet bağlılığı hisset meye yarayacak dersler alamamıştır. Avrupa mekteplerinde de yedi-sekiz sene kadar bulunmuştur. Pâris'de ziraat ilimleri tahsil eden Ahmet Rıza bey, bir müddet Bursa idadisi ve zira­at mektebi öğretmenliği ve müdürlüğü görevinde bulunmuş­tu. Meşrutiyet ve hürriyet sever kimselerden olan A.Rıza Bey Bursa'da kaldığı dönemde orada yayımlanmakta olan edebî dergilerden "Fevaid" ve "Nilüfer" adlı olanlara gerek nesir gerekse nazım olmak üzere makale ve manzumeler yazıp neş rine teşebbüse geçerdi. Resmî ve dini bayramlarda Sul­tan 2. Abdülhamid hân'ın medhini yapan manzumeler yazar­dı. Ancak yazdığı bu manzumelerden menfaat temin edeme­yen A.Rıza Bey, Paris'e geçip oralardan buraya yazı yazma hususuna karar verir. Çok kısa zaman sonunda Bursa'yı ter-Gederek, Paris'e savuşur. Tabii Paris'e gidişini ilmini ve tahsi­lini arttırmak bahanesini ileri sürermiş. Halbuki "Hakikat-i Hâl" risalesinden aynen naklini uygun gördüğümüz aşağıda­ki beyanatta: <Pâris'de yaşadığı müddetçe, ne tahsili yaptı-9" herkesçe meçhul ve ilmî ziraat öğrenmiş bulunduğu ken­elerinin söyledi ği bir şeydir. Kendisi hiç bir ilmin hiç bir şubesinin ve fünununun vâkıfı değildir. Ayrıca malumatfuruş­luk derecesinde genel malumatdan da mahrumdur. Riyaziye ve ulûm-u tabiyyenin de kayikine değil, başlangıcına dâir bir sohbet açılsa, çok büyük bir cehalet sergiler. Osmanlı top­raklarının tarihi ve coğrafi durumu hakkın da, işlerin yapıl­ması hususu hiç aklından geçmemiştir. Türkçeyi herkes ka­dar yazar ve okur. Almancayı biraz anlar. Pederlerinin laka­bının lisanı olan ingilizceden bir tek kelime bile bilmez. Fransızcasi da, ikameti kadar çok değildir. Yazılarını başka­sının tashihinden geçirmeden baskıya vermez. Pâris'de A.Rıza bey'in üzerinde kalan, pozitivizm felsefesidir. Ömrü­nü atalet ve tenbellik içinde geçirenler gibi zavallı Ahmet Rı­za Bey'de bilemedi ki anlamadığı pozitivist salonlarında sa­kal uzatmış beyhude Ömür geçirmiştir. Bilemediği, anlama­dığı diyorum; çünkü felsefe, zübdei ulûm (ilmin Özeti) ve hülasai fünûn (fenni özet) demek olup, ilimde ve fenlerde bilgi sahibi olanların meşgul ve istifade edeceği hikmet dersleridir. Yoksa başlangıcını bilemeyecek kadar ilmî ser­mayesi olmayan züğürtlükle, felsefe anlaşılmaz. Bir muarn-ma, karışık bir düstur, içinden çıkılmaz bir bataktır. Rıza Beyefendi tahsil derecelerini ve iktidarını göstermiş oldu­ğundan daha fazla bir şey söylemeğe lüzum yoktur. İttihat ve terakki cemiyetinin medeni ulemasından olan Ahmet Rı­za Efendi bu derece cahil olduğunu meclis-i mebusan baş­kanlığı ve azalığı esnasında da isbat etti. Ahmet Rıza Bey'de var olan bir meziyet, kibir ve gurur ile kin vede ga­razdır. Yukarıda izah edildiği gibi İstanbul'da hürriyet taraf­tarları tarafından kurulan ittihat ve terakki cemiyeti başlan-gıçda zulümlere son vermek, Osmanlı kavmi necibinin muhtaç ve müstahak olduğu hürriyet ve adaleti taleb ve devlet ile ahali arasında kesintilere maruz kalan muhabbet ve rabıtayı yenilemek vede kuvvetlendirmeye çalışmaktı. Vatanperverane, hamiyyetkârane olmak üzere millet işlerini birleşerek ve gayretle yerine getirmeye davet idi. O zaman bu niyetlerle kurulan cemiyete, namuslu kimselerin ve ikti­dar sahiplerinin bir çoğu katıldığı gibi şahsından ve nefsin­den başka bir düşüncesi olmayan, devlet ve milletine karşı muhabbet hisleri beslemeyen bazı habis hâinler, vatanse­verlik ve maskesi altında bu cemiyete tabiatıyla girmişlerdi. İşte erbab-ı vicdan ve haysiyyetliler yanına kendilerini kata­rak ve böylece muvaffak olan bu hâin habisler âleme kendi­lerini vatanperver göstermeye başlamışlardır. İşte bu Ah­met Rıza Beyde kendini bu kisvede gösterenler arasında it­tihat ve terakki cemiyetine girenlerden biridir. Genç münte-sipler, bu gurur abidesi Ahmet Rıza Beyi yükseK makamla­ra çıkardılar. Ancak bir müddet sonra da ne mal olduğunu anladılar. Fakat bu seferde düşmanlarını sevindirmemek için uzun müddet Rıza Bey'in kötü davranışlarını Örtmek gayretinden geri durmadılar. Ahmet Rıza Beyefendi hare-ket-i akliye ve cahiliyesiyle, her geçen gün kötülüklerini zi-yadeleştirmiş, şiddetlendirmiş, avrupadaki cemiyetin bağlısı ferdlere reva gördüğü hakaretler ve çevirdiği dolaplar ve mefsedet kalmamıştı. Cemiyetin üyelerinin tamamını gü-cendirmişti. Merhum Murad Bey, bu adamın değiştirilmesini sağlamak üzere vazifeli kılınmıştı. Ancak; bütün çalışmalar vede gayretler boşa giderek* A.Rıza Beyde bir salâh görül­memişti. Bunun üzerine cemiyet Ahmet Rıza Beyin son yaptığı kabahat ve cinayeti ortaya koymuş ve cemiyetle alakasını kesebilmişdi. Cemiyetten uzaklaştırılıp, ihraç edilin Ahmet Rıza Bey, süt dökmüş kediye dönerek cemiyetin kararını ne protesto edebilmek nede masumluğunu ispat etmek için dava açmaya cesaret bulabildi. Çünkü kendisi de kabahatinin farkında idi. Bunlar; bu noktaya geldikten sonra artık ne Ahmet Rıza Bey ne de arkadaşları üfke üze­rinde oynayacak başka oyunları kalmadığından ses etmek­ten mahrum kalmayı seçip, bundan sonra olsun, felâkete sürükledikleri memleketin üstünden ellerini çekmeleri icâb eder. İttihat ve terakki cemiyetinin kuruluşu esnasında, Ah­met Rıza gibi kimseler ile on seneden beri bu cemiyete katılan haydut çetesi azalarını andırır kimseler bu cemiyette barınmaya imkân bulamasalardı belki bugün bahsekonu ce­miyetten hiç kimsenin şikâyeti olmazdı. İşin garib tarafı şu-rasidır, ki Ahmet Rıza Beyde, bu kadar cahil ve ahmak ol­masına rağmen on seneden bu tarafa iktidarın içinde, haya­tiyetini devam ettirmiştir. Buna akıl sır erdirmek güçse de doğrusu bu şahsın talihi demek kabildir.> 1890'da İttihad ü Terakkiye vücud veren Şerafeddin Mağmumi böyle bir mu­kayese ile kanaatini târihe aksettiriyor.

 

 

 

Avlonyalı Ferid Paşa Sadareti Ve Meşrûtiyet

 

 

Yukarıda Avlonyalı Mehmed Ferid Paşanın sadarete getiril­mesinin ardından uzun süre bilme şansı yakalandı istikrar hususunda. Ülke bir çok atılımlara, bir çok tesislerin ya­pılmasını temine muvaffak oldu. Demiryolları ise haylice mesafe almış oldu.

 

Ne varki; beynelmilel yahudi plân merkezi, 1897'deki Ba-zel şehrinde yaptığı meşhur siyoniztler kongresinden sonra kürre-i arz'da bir destabilizasyon gidişatı başlattı. Her şeyi birbirine karıştırtıyor, büyük devletler arasında meseleler ih­das ediyor, petrol yataklarını ve boğazlan elinde tutan Os­manlı devleti, muhtemel bir genel savaşda yıkılması gerececek hedefler arasında yer alıyordu. Bu arada 1897 Bazel Siyon kongresini toplamış olan ve burada kararlaştırdıkları 24 maddelik protokolleriyle yüz yıllık bir plân tezekkür et­tirip, bunu tatbike koyarken, kapısını çalmaları gereken ilk ülke devleti âliye olduğunun şuurunda olarak Emanuel Kara-so adlı İtalyan ve Osmanlı tebaalı, Selanikli meclisi mebusa-nımızın üyelerinden bu yahudi, Teodor Herz'ii Sultan Ha-mid'in huzuruna çıkartarak, görüştürdü. Osmanlı devletinin borçlarını tekeffül eden Herzl, Sultan'dan Filistin'de iskân edilmeleri için yahudîlere toprak satılması ve yer tahsis edil­mesini istedi. Sultan Hamid bunun kabil olmayacağını ifade etti. Böylecede, beynelmilel yahudi hareketi des~ tabilizas-yon, yâni mevcud yapıya ve nizama anarşi, isyan, soygun, yürüyüş, miting, velhasıl insanları çeşitli kamplara bölecek ne varsa ve biribirlerine düşman edecek hangi vasıtalar var­sa harekete geçirmek suretiyle ülkeye ve idareye zaaf getir­mek böylece de yıkılış veya yaşamak arasında muhayyer bı­rakma plânı başlatıldı.

 

Makedonya meselesiyle ilgili bölümde, genç zabitlerimizin buradaki yerli hristiyan ahalinin mücadelesine haklılık payı bulmaya koyulmuş olduğunu belirtmiştik, tşte balkanların yi­ne kaynamağa başladığı görüldü.

 

padişah-vçjJahd ve vefa

 

Ferid Paşa'nın sadareti esnasında husule gelen istikrar sa­yesinde ve padişahın dikkatli ve ferasetli bir şekilde olanı bi­teni gözlemesi, milletler arası meselelerde dengeye çok dik­kat etmesi devam ederken, yahudi hareketinin yön değiştir­diğini görüyor, fikri/fiayat açmış olduğu mekteplerde, ecne-''erden gelmiş öğretmenlerle bir nev'i batı kültürünün mü­nevverlerimizi sardığını görüyordu. Fakat; bu arada Yahudi Filozof Durkhaymin ırk- çı görüşleri de, ancak müslümanlar kardeştir, diyen dinimiz insanları arasında revaç bulmaya başladı. Bu da yahudilerin yeni bir manevrasından ne'şet et­mişti. Osmanlı devleti, içinde otuza yakın ırk'ın bulunduğu bir halitaydı. Kimisi buna mozaik diyor, kimileri de, ebru di­yorsa da, adil Osmanlı idaresi asırlardır bu ırkları ve diğer din mensuplarını inşa niyetin muhtaç olduğu şefkatiyle bir arada yaşatmaya muvaffak olmuşken, ırkçı nazariyenin etra­fı sarmaya başlaması, balkanlarda, Kafkas'ya'da Ceziret'ül Arab'da bu görüşe meyyaliyet tehlike çanlarını çalmağa baş­lamıştı. Günlerden bir gün Melingin idaresinde Yıldız Sarayı­nın bahçe düzenlemesini yaparken, bir bahçıvan yamağı da tarhları tanzim etmektedir. Acele içinde olacak genç bir za­bit, az önce bahçıvan yamağının tanzim ettiği tarha basarak geçer. Şivesinden Arnavut olduğu anlaşılan yamak, az önce düzelttiği tarhı geçen zabitin arkasından söylenir: <Bre aptal Türk> şeklinde. O sırada köşkün balkonundan bu sözü işiten Sultan Hamid yamağa şöyle seslenir: <işini yaptığın şahisda bir Türk'tür. Utan söylediğin söz günahtir> mealinde ikazda bulunur. Onun için hiç kimse ırkçılığa tevessül etmemesi lâ­zım geldiği gibi başkalarına da başka ırklarada hakareteamiz beyanda bulunmamalı. Bunu temin edecek husus din-i islâ-mın emir ve Peygamber! Zişân'ın tavsiyelerini yerine getir­mekle olur bir de hangi ırkdan olursak olalım, Türk milletini İslama bin yıldır kılıç ve kalkan olduğunu göz önüne alarak bu milletede vefa gösterilmeli diye düşünüyorum. Sultan Ha-mid'in pek önem vermiş bulunduğu sadakat ve vefa meziy-yetine sahip Osman isimli bir mabeyncisi vardı. Şişli ilçesi­nin Osmanbey semtinin adı bu zattan gelmektedir yine bu semtin â!a ve rânalığı her İstanbullunun malumudur. İşte bu adın bu semte nasıl verilmişnin hikâyesini nakledelim: "Sultan Hamid'in bir başmabeyncisi vardır ki iri yarı, doğru söz­lü ve biraz da kaba sabadır. Avrupa saraylarında bu işleri yapacak kişileri narin, nâzik ve güzel söyleyenlerden seçer­ler. Hakan hz.leri de, evvelâ sadakati tercih eder. Diğer du­rumlara fazla önem vermezlerdi. Sultan Hamid, her hafta daha sonra, halife ve padişah olacak veliahdı olan kardeşi Mehmed Reşad Efendi ile yemek yerlerdi. Başbaşa yemek yenip, kahveler içildikten sonra nazik padişah sarayın iç-merdivenlerine kadar Reşad Efendiyi saray'm uğurlama ne­zaketini gösterirdi. İşte bunlardan bir tanesinde veliahdı uğurlayan padişah, biraderinin gidişini dalgın nazarlarla sey­retmekteyken yukarıda bahsettiğimiz başmabeynci aşağı­dan yukarı merdivenleri çıkmaktadır. Mabeynci; veliahdın aşağı inmekde olduğunu görünce hemen merdivenin sağına doğru çekilir. Ellerini göbeğinin önünde kavuşturup büyük bir edeble veli ahdi selâmlar. Reşad Efendi hatır sorduğun­da, mabeynci: 'gece gündüz sağlığınıza dua etmekle meş­gulüz' cevabını verir. Ne çâre ki bu sözleri merdiven başında duran padişah duymuş ve çok kızıp geriye dâireyi mahsusa-sina çekilirler. Başmabeynci merdivenleri çıkıp padişahın odasına girip arz'da bulunacağı sırada padişahın asık sura­tıyla karşılaştığı gibi ateş saçan gözlerle yüzüne bakarak şunları söylemesine maruz kalır: 'Ben sarayda düşmanım olduğunu biliyordum. Fakat seni bunların arasında saymaz­dım. Yazık git gözüm seni germesin' Der.

 

Başmabeynci şaşkın ve tek kelime dahi söyleyemez. Bir hıçkırık ve durmadan akmaya başlayan gözyaşları! Sa­ray'dan çıktığı gibi evine gider ve odasına kapanır. Kimseyle görüşmeyip ağlamaya devam eder. Bir ay sonra durumu öğrenen Sultan Hamid haber gönderip vazifeye devam et­mesini emreder. Başmabeynci veri- len emre derhal uyar ve işe başlar. Çok geçmemiştir ki, Reşad Efendi yine mutad yemeğe gelmiştir ve yemek sonrası hanesine dönmek üzere mahut merdivenleri inmeğe başlamıştır. Padişah ise; her zaman olduğu gibi merdivenin başına kadar gelmiş ve baş-mabeyncinin yine merdivenleri tırmanmakta olduğunu gör­müş, hafifçe kendini geri çeken padişah olacakları seyre hazırlanır. Başmabeynci merdivenin ortasında akıbet veli-ahd ile karşılaşır. Fakat; bu sefer alelade biri yanından geçi­yormuş gibi ne selâm ne sabah yanından yürüyüp geçer. Veliahd; bu kabalığa şaşar kalır.

 

Padişahın yanına gelen mabeynciye Sultan Hamid; aferin bak şimdi oldu. Bir kişiye bir efendi yeter diyerek memnuni­yetini belirtir. Böylece sadakatin ve vefanın, kendince öne­mini ortaya koyar. Bir müddet sonra Pangalti ile Şişli ara­sında bulunan geniş bir araziyi mabeynciye hediye eder. Ge­niş arazinin bir köşesine ko nağını yaptıran başmabeynci daha sonraları buralardan arazi parçaları satar. Yerleşim merkezi hâline gelen semte Osmanbey adı verilir ki bu Os-manbey, Abdülhamid hân'm mabeyncisi olan Osman Bey'-den başkası değildir."

 

İstanbul'umuzun pek önemli iş merkezlerinin bulunduğu mutena bir yer olan Osmanbey; Cennetmekân Abdülhamid hân'ın sadakatini mükafatlandırdığı Osman Bey'in adını taşı­maktadır. Sultan Abdülmecid'in, Teşvikiye semtini meskûn mahal kılmak için yaptığı teşvikata, oğlu Abdülhamid'de bu mükafatlandırma vasıtasıyla iştirak etmiştir. Bizim bu vefa meselesine temasımız asırlarca devlet-i âliyenin koruyuculu­ğu altında imran ömreyleyen gayri müslimler ve farklı ırklara mensup müslümanlar Rus, İngiliz, Fransız velhasıl dış düş­man etkisinde kalarak ayrılıkçı düşünceye düşerek nice <gajleler açarak insanımızı mahv eden olaylara sebeb olmaya engel sadakatla, vefa ilaçdır demektir.

 

 

 

Zekiye Sultan Hanımın İfşaatı

 

 

Bu çalışmalarımızda istifade ettiğimiz kaynaklardan olan "Madalyon'un Tersi" adlı eserin, 43. sh.de Sadnazam Meh-med Ferid Paşa'nın oğlu Celâleddin Paşa, Paris'de Sultan Hamid'in kızı Zekiye Sultanhammdan bizzat dinlediğini şöyle naklediyor:

 

"Manastır'da patlayan tabancanın ortaya koyduğu feci-atın gecesinde babam, babanız Ferid Paşa'yı saray'a davet edip, halvet var diyerek olanı biteni anlatmasını istemiştir. Biz kafes arkasından konuşulanları dinliyorduk. Babamın (Sultan Hamid'in), Ferid Paşa'ya ne varsa söyle, saklama dinlemeye hazırım demesinden sonra, Ferid Paşa 1903 yılı­nı takiben Rumeli'de çetelerin kurulmuş olduğunu Bulgaris­tan ve Makedonya üzerinde çalışmalar yaptıklarını, çeşitli adlar altında kurulmuş gizli cemiyetlerin azalarının dörtte üçünü küçük rütbeli subayların teşkil ettiğini, vaziyetin va­him olduğunu nakilden sonra gözlerinden akan yaşları silen pe deriniz (sadnazam Ferid Paşa), Padişahım! maiyetinizde askerin sevmediği kimseler vardır. Onları feda ediniz! Nice büyük kimseler etrafındakiler yüzünden felakete maruz kal­mışlardır. Bu ülkenin târihimde son sözü daima asker söyle­miştir." Diye nakleden Zekiye Sultan muhavereyi nakle şöy­le devam ediyor: "Padişah sert bir sesle; Paşa doğru söylü­yorsun! Amma hiç isim vermiyorsun! Askerin istemediği kimlerdir? Sadnazam ise: Efendimiz! Rüşvet, irtikâb, ilti­mas o kadar çoğalmıştır ki size hangi ismi vereyim? Asker deyince bir kaç paşa, bir kaç miralayla ifade olunamaz. Or­dunun hepsi mühimdir. Küçükleri dikkate alınız. Onların isimleri yoktur! Fakat cisimleri vardır. Onlar sessiz ihtilâl­dirler."

 

(/temmuz/1908 gecesi konuşulanlar bundan ibaret değildi herhalde! Biz mevzuumuza dahil olanı alıp sunduk. 9/tem-muz/1908 sabahı Mehmed Ferİd Paşa istifasını sunmuştu. Padişah da nâzik bir teşekkür mektubuyla istifayı kabul etti­ğini bildiriyordu. Böylece 14/ocak/l 903'de başlayan, 22/temmuz/1908'de son bulan ve 5 yıl, 6 ay, 8 gün süren ve kısa sayılmaz bîr zaman dilimini kapsayan sadaret dönemi son bulmuş oluyordu. Yukarıda Ferid Paşa'nın istifası ile ver­diğimiz tarih elbette doğrudur. Anca o dönemde de, bugün olduğu gibi başvekillerin istifasını sunduktan sonra kabulün bildirilmesiyle birlikte yeni kabine teşkil olunana kadar vazi­feye devam ricası bildirildiğinden, Ferid Paşa'nın son sadaret günü Küçük Mehmed Said Paşa'nın 7. sadaretinin ilk gününe denk gelir.

 

 

 

Meşrutıyet-I Sanı (2.Meşrûtiyet)

 

 

Meşrutiyetin kaldırılmasından ziyâde tatile sokulmasının ne büyük isabet olduğu, İttihatçıların ülkede estirdiği anarşi rüzgârı sadece sivil kesimde değil, askerlerde de hem de mektepli ve alaylı diye ikiye münkasım olmak şartıyla vücud bulmuştu. Az yukarıda yazdığımız gibi, Arnavut Şemsi Pa-şa'yı gündüz ortasında postane çıkışında şehid edenin Atıf adlı bir mülazım olduğunu hatırlatalîm. Resneli Niyazi'nin da­ğa çıkmasını müteakip, Enver ve Eyüp Sabri Beyler de aynı metodu takip ederlerken bu arada ittihatçı subaylar ile olma­yanlar arasında mücadele o kadar gelişmiştiki, çok daha sonra babıâlî baskınında vurulacak olan Mustafa Necip, En­ver Bey'in (daha sonra Paşa) eniştesi binbaşı Nâzım Beyi katletmekle vazifelendirilir ve başına gelecekleri ummakta olan Nâzım Bey değil sokağa çıkmak taburuna bile gitme­mektedir. Bu vaziyet karşısında da Enver Bey'e eniştesini vurulabileceği alana getirmek vazifesi verilir. Enver Bey'de yeğenlerini, kızkardeşini hiç düşünmeden bu görevi kabulle­nir. Evinde kaldığı eniştesini bir evrak imzalatma bahanesiyle Mustafa Necib'in rovelverini çekip vurabileceği bir cam ke­narına getirir. Ancak atılan mermi durumu fark eden Nâzım Beyin kendini bir kenara atmak suretiyle ayaklarından yara­lanmakla ucuz kurtulduğunu görüyoruz. Bunlar olurken Şe­hid Şemsi Paşanın yerine Manastır'a gönderilen Osman Fev­zi Paşa bu göreve geldiğinde iki bin kişilik asker sivil karışık bir ittihatçı çete tarafından esir edilip, dağa kaldırıldı. Posta -hanelere ardarda telgraflar veriliyor, bunlarda meşrutiyetin ilânı isteniyordu. Küçük subaylar hareketlenmiş ve gerçek bir ihtilâl baş göstermişti. Yukarıda yer alan Zekiye Sultanha-nımın Avlonyalı Celâleddin Paşa' ya anlattığı, Sultan Ha-mid'in dikkatle dinlediği sadrıazamın dedikleri çıkmaktaydı.

 

Müfettişin İhmâli Varmı?

 

 

Hüseyin Hilmi Paşa; Rumeli genel müfettişliği uhdesindey-ken vazifesinde bir kusur görülmemekle beraber İttihad ü Te­râkki cemiyetinin, masonların ağuşunda neşvünema bulma­sında, engelleyici rol oynadığına dâir bir çaba gösterdiği ileri sürülemez. Orhan Koloğlu Bey; Abdülhamid'in başşehirde masonların tepesine öyle siyasi tarzda bindiğini beyan eder-ki, cidden fevkalâde bir tesbittir ve de Abdülhamid'çe alına­bilecek tedbi rin böyle olabileceği herkesin takdir edeceği hususattandır.

 

Cennetmekân masonların içinde ve dışında aldığı tedbirler sayesinde nefes alışlarını Yıldız Sarayında duymaktaydı. On-'ann yapacağı çalışmaları devamlı iane yapmaya dönük işlere yönlendiriyordu. Siyasete dönük işlere kalkıştıklarında başlarına açacağı gaileyi çeşitli sebeb ve yollarla aba altın­dan soba göstererek hatırlatıyordu. Bir çok zevat vede bun­lardan mason olmalarına ne lüzum nede inanç bakımından gerek duyacak kimselerin masonluğa girdiğini görüyoruz. Bunların başında da Sultan Hamid'in dünürü olan, Plevne kahramanı Müşir Gazi Osman Paşa, dini bütün bir mü'min olmasına rağmen girdiği mason derneği sandalyesinde, pa­dişahın eli-kulağı olarak bulunma ile görevliydi. Kıymetli araştırıcı ve Osmanlıdan yana olduğunu hiç bir zaman söyle-meyen Prof. Orhan Koloğlu, tarafsız görüntüdeki hüviyetiyle doğru bir tesbit olarak ileri sürmüştür. Orhan Koloğlu hoca bu tesbitinin hemen arkasından da ilâve eder: İstanbul'da padişah hazretleri, masonları bir hayır derneği mesabesinde tutmayı başarırken taşrada vede bil hassa baikan vilâyetle­rinde haylicede, elviye-i selâsede masonlar cirit atıyor, jön-türk anlayışına yatak ve dayanak olmak suretiyle me'şum plânlarını adım adım tatbik zımnında yol almaya başlamış­lardı. Hüküm olarak söylemek gerekirki, bir hukukşinas olan Hüseyin Hilmi Paşa, Selanik, Manastır, Yanya velhasıl bütün Rumeli yakasında ittİhad cemiyeti hafi'yesinin yaptığı teşki­latlanma, sabotaj, suikastlarına engel olabilecek vasıf tan noksan olduğunu söylemek yanlış olmaz.

 

İşin diğer bir fecaati ise; Bulgar komitecileriyle, Makedon­ya meselesi münasebeti ile Yunan palikaryaları ile yaptıkları çatışmaların sonunda şehid düşen savunmacı silah arkadaş­larını fazla düşünmez, kendilerini uğraştıran hasımların, ken­di ellerinden koparmaya çalıştıkları toprakları, dörtyüz şu kadar senedir bizimdi, diye düşünmeyip, benim burada ne işim var"? Psikozuna girmiş olmaları, İslâm fetih anlayışında­ki, insan ve adalet, medeniyet ile inanç hürriyeti getirme emellerini, artık kendi şuurunda bile taşımayan köksüz ve ruhu desteksiz kalmış bir muharip haline gelmelerinden kay­naklanmış ti. Bu ampirikçi, pozitivist anlayış, 1880 sonrası maarif sistemimizin ve askeri mekteplerimizin, Prusya disip­lini adı altında, masonların kucağına düşmüş ve de bir hayli yerli ve yabancı öğretim üyelerinin tedris ettiği derslerin da­yandığı farklı anlayışın ürünü olarak görmek o dönemin ye-tişdirdiklerine iftira sayılmaz. Çok kültürlü, şâir ruhiu, dış gö­rünüşe Önem veren, mevki ve makama haris, dini ibadetlere soğuk entellektüeller, kendilerini şarkın münevverleri değil, garbın şark'a memur ettiği medeniyet elçileri gibi görmeye başlamışlardı.

 

Bilindiği gibi Hüseyin Hilmi Paşanın genel müfettiş unva­nıyla balkanlardaki vazifesi meşrutiyetin ilanıyla son bulmak iktiza ederdi. Ne varki o hay huy içinde üç ay daha devam etti. Daha sonra 1908'de 36 bin krş maaşla dahiliye nâzında oldu. Ülkenin karıştığı bölgenin umum müfettişi, sonunda is­teklerinde muvaffak olan bölgeye hâkim bulunan ittihatçı as­ker ve sivili, şüphesizki altı yıla yakın sürdürdüğü müfettişlik unvanı ile asayiş dahil, her şeyi tam yetki ile teftişe selahiyeti ve ayrıca da buna muktedir tecrübe ve askeri güce sahib ol­duğu halde, paşaların postane kapılarında vurulup öldürül­düğü, katil genç mülazımın elini kolunu saliıyarak kaçıp git­mesi ve ismi bilindiği halde ele geçirilememesi, muhalif gü­cün dereceİ ahvalini belirttiği gibi en selahiyetii sivilin kılına halel gelmemesi üstüne üstlük, bahse konu cemiyetin üze­rinde gölgesi olduğu kabinede, dahiliye vekâletine getirilme­si, esnay-ı görevde zâtın, ne şiş yansın ne kebâb kabilin den görev yaptığına işaret ederde, ne var ki sonunda milletimiz bu bâziçede yandı gitti küi oldu. Dünya müslümanlarının boynu bükülü kaldı.

 

Reval Mülakatı adıyla bilinen bir toplantı yapılmış ve bu toplantıya Rus Çar'i 2.Nikola İle İngiltere kralı 7.Edward, Re­val deniz kasabasında buluşmuşlardı. Konuştukları husus İn-giliz-Rus birlikteliği ve Almanya karşıtlığı idi. Ancak Alman­ya'yı ürkütmemek içinde konuşulanların Makedonya mese­lesi olduğu, gerek Rusya gerekse İngiltere mesulleri tarafın­dan efkârı umûmiyeye lanse edildi. İttihatçılar lanse edilen Makedonya meselesini görüşüyoruz yalan haberine mal bul­muş mağribî gibi sarıldılar ve Osmanlı paylaşılmakta bunu meşrutiyet kurtarır velveleleriyle ortalıkta haylice gürültü ko­parttılar. T.Yıl maz Öztuna Bey, kıymetli eseri Büyük Türkiye Tarihinin 7. cildinin 216. sahifesinde aynen şunları söyleye­rek, İttihatçıların yaygaralarının iç yüzünü ortaya seriyor: "..İttiahtçılar İngiltere ile Rusya'nın Türkiye'yi paylaşmaya karar verdiklerini,rejimin devrilmesinden başka hiç bir şeyin bu paylaşmayı önleyemeyeceğini yaymıya başladılar.

 

Böyle bir şey bir defa mantıkân imkânsızdı. Başta Alman­ya olmak üzere diğer büyük devletlerin kesin muvafakati alınmaksızınİngiltere ve Rusya, Türkiye'ye karşı hiçbir pay­laşma teşebbüsüne geçemezlerdi, ikiye ayrılan Avrupada da büyük devletlerin ittifak edebilmeleri tamamen imkânsızdı. Ancak Türkiye'de ortam, bu basit siyasi meseleleri bile kav-uyabilmekten uzak olduğu için, Reual'de Türkiye'nin payla­şılma kararı alındığı hâlâ bâzı yeni yayınlarda geçmektedir. Halbuki, Reval mülakatının zabıtları artık yayınlanmıştır ve bu zabıtlarda,Türkiye'nin paylaşılması üzerinde bir tek keli­me yoktur."

 

Görülüyorki; değerli okuyucularımız İttihatçılar bir asılsız İstihbaratın, Özellikle şüyuu sağlanan bilgileriyle hareket et­mişler ve Reval'i kendi ihtilâllerine basamak yapmışlardır. Aynı kadro daha sonra babıâlî baskınını yaparlarken, sadrazam Kâmil Paşa'yı Edirne'yi düşmana veriyor, o karan im­zalamaktan men için hareketi yaptık diyorlar. Fakat ne he-yet-i vükelâ böyle bir şeyi konuşmuş, nede Kâmil Paşa böyle bir kâğıd imzalama dığı sonradan ortaya çıkmış, ancak işin başka bir tasavvuru oiduğu vâki ise de, bunu bahsi geldiğin­de açıklarız. Ancak, Öztuna Bey'in Reval'de Türkiye payla­şılması yoktu demesi de pek fazla iyimserlik, çünkü her bel­ge, bir başka hakikatin setr edicisidir diye bakılması târih il­minin bilhassa diplomatik vak'alarda daha da fazla gerek­mektedir diye düşünüyorum. İttihatçıların, Osmanlıyı bitiren önlenemez yükselişi, masonların ağuşûnda gerçekleştiğin­den, üst seviyedeki mason olup aynı zamanda İttihatçıların ileri gelenlerinden bir kaçının meselâ Emanuel Karaso, Talat Bey (Paşa), Manyasîzâde Refik Bey gibilerin işin hakayıkmadan haberleri vardır belki de böyle bir açıklamayı bu vesile ile yaptırmak ayaklanmaya sebeb teşkil ettirmek, Talat Bey gibi cidden serdengeçti ve komitacı bir şahsın akledip yaptır­makta tereddüt etmeyeceği işlerdendir. Cebinde bomba taşı­yıp, daha sonra başvekil olmuş bir politikacı yoktur tâaki as­kerler hâriç.

 

Bütün bunların sonunda Sultan 2.Abdülhamid, Avlonyalı Ferid Paşanın halvetde anlattıklarından sonra tatile soktuğu meclis-i mebusanı, milletin meşruti idareye alışabilecek kı­vama geldiği bahanesini kullanarak, yeniden mer'îyete koy-mağa karar verdiğini açıkladı böylecede, mason-siyonist-itti-hatçı üçgeninin plânladığı kanlı bir ihtilâlle padişahı devirme zevkini kursaklarında bırakmayı başardı. İstifa eden Avlon-yalı Ferid Paşa da yeri ni Küçük Said Paşa'ya teslim etti. Ay-nı zamanda 1897 savaşından beri Seraskerlik makamında bulunan Mehmed Rıza Paşa vazifeden alındı yerine Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Reisi Müşir Ömer Rüşdü Paşa getirildi.

 

Rumi/10/Temmuz/1324-miIâdî 23/Temmuz/1908'de meşru­tiyet İlân edilmiştir.

 

Sultan Hamid'de bu İlânı yapmakla karşısındakilerin bütün kozlarını elinden şimdilik almaya muvaffak olmuş, millet ve Orduy-u Hümayun mensuplarının bir avuç bölümü hâriç, pa­dişahım çok yaşa diye bağırmaktaydılar. Yıldız Sarayı önleri­ne gelip tezahürat yapıp ömrünün uzun olmasına dua ediyor­lardı. Bu arada otuz yılı aşkın süren dönemin haklı-haksız sürgüne gidenleri, hapislerde olanları bir aff-ı umûmiye nail ediliyorlar bu sebeble de, bu gibi insanların evlâd ü iyâlleri de padişahın bu lütfûna teşekkür ediyordular. Dikkat edilme­si gereken bir husus ise gazetelerde yer alan yazılar umumi­yetle, gizli teşkilat ittihatçıların bu oluşun banisi, Enver ve Niyazi Beylerin bu işin müncî'i olduğu kafalara çakılmağa gayret ediliyordu. Tabiiki karakter bakımından maluliyeti olanlar duruş ve davranışlarında değişiklik meydana getiri­yorlar, kimisi devr-i istibdadın menhus kimseleri olmalarına rağmen saf değiştiriyorlar yalanlarla efkâr-1 umumiyeyi bu­landın yorlardı. İlân-ı meşrutiyetten bir müddet evvel Bur-sa'ya sürülmüş olan Fehim Paşa'aha li tarafından linç edil­mişti. Adlan hafiye'ye çıkanlar büyük sıkıntılara uğruyorlar-dı. Şimdi biz, meşrutiyetin ilânından sonra "Babıâli'nin İçyü­zü" adıyla kaleme alınmış bir risaleyi ilk defa Osmanlıca'dan latinize edip, bir miktarda sadeleştirerek sahifemizi süsle-yelim diyoruz. O günlerin sıcaklığı içinde yazılanları öğren­miş olalım.

 

 

 

Babıâli'nin İç Yüzü!

 

 

"Kalmasın dünyada hiç bir şey rifhan" diyen şâir bence meçhul olmakla beraber, söylediği beyitten yola çıktığımızda bunun târih ilmi açısından pek doğru bir tesbit olduğunu kaydetmekle bu çalışmayı bilgisayarımda tuşlamaya başla­mayı tercih etdim. İstanbul 'un fethinden sonra dünya devlet­lerinin gerek büyükleri, gerekse ikinci ligdekileri vede bunla­rın birlikte üzerlerine.;zülüm ile gidilen bilhassa ada devletçik­lerinin yalvaran bakışları bu şehirde dünya nizamını sağla­mayı kendine inandığı din ve kitabın yüklemiş olduğunun İd­raki içindeki Osmanlı Devleti yönetimi günü geldiğindebnb!-âlî'den ida re olunmağa başlamıştır.

 

Bu satırlarda karşınıza geçtiğimiz çalışmaya bağlı olma­yan ve devrin kendine has hâli hasebiyle, kendi zaviyelerin­den görüşlerini r. 1324/m.l908 tarihinde başlıktaki adla Artin Asaduryan matbaasında tâb olunmuş yazarı meçhul müter­cimi T. ÎS rümuzlarıyla verilmiş bir kitabı sadeleştirmek ve buradaki yazanları sizlere aktardıktan sonra bu hususda ken­di kanaatlerimi çalışmayı tamamladıktan sonra aynı eserin tenkıyd ve tahlilî adıy la sizlere okutmaya çalışacağım. Bunu da dikkatle tetkik ederseniz bilhassa Sultan cennetmekân Abdülhamid-i Sânî dönemi hakkında bir mülahazaya daha sahip olmuş olursunuz..

 

Sevgili okurlarım; biz eskilerin, cennetmekân demek sure­tiyle safımızı belirttiğimiz Sultan Abdülhamid hân devrini ve idaresini mümkün mertebe his cephesinden nakle çalişmı-Şizdır. Böyle yaptığımız esnada da insanımızın kimi kısmı bu devir hakkında ağzını açar açmaz "devr-i istibdad"da diye söze başlaması zaman zaman dikkatimi çekerdi. Bunların arasında nice edip, devlet adamı ve askerî rütbelerin evci bâlası olan müşirliğe gelmiş ve yüksek karakter sahibi ve des­tansı bir ömür sürmüş Çerkeş Deli Fuad Paşa'nında olduğu­nu derhâtir ettiğimde, hemen aklıma 1878 savaşının Şıpka Kahramanı adını almış bulunan, Sultan Aziz zamanında as­kerî mektepler nazırıyken bu padişahın tahtdan indirilmesin­de rol oynamış Süleyman Hüsnü Paşa düşüverdi.

 

O Süleyman Hüsnü Paşa ki Osmanlı batı cephesi kuman­danlığına tayin edilmiş genç Mehmed Ali Paşa'yı dinlemiş olup çağrısına uymuş olaydı, dünya târihi daha o gün bam­başka bir yola girebilirdi.. Bu itaatsizliği onu kerameti ken­dinden menkul Şıpka Kahramanlığına taşıdı amma savaş sonrasında muhakeme ve bir daha İstanbul'u görememe ce­zasına çarptırıldı. Fetihten sonra Çandarlı Hâli! Paşayı cellâta veren Sultan Fâtih hz. lerini düşünürseniz, Abdülhamid hân'ın Süleyman Hüsnü Paşayı katlettirmemesinde yatan merhamet duygusu ve ölüm emri verecek güçlülüğü taşıma­maktan kaynaklandığı düşünülebilir.

 

Görüyoruz ki; istibdadın sıkıştırdığı iki müşir ki bu emri dinlememezlik vukubulduktan sonra Süleyman Hüsnü Paşa­nın, Mehmed Ali Paşanın yerine başkumandan tâyin edilmiş . olduğunu hemen buraya sıkıştıralım. Buna karşılık Çerkeş Deli Fuad Paşada aynı savaşın gerçek bir kahramanı olup Elena meydan muharebesinin besalet sahibi ulvî bir kahra­manıdır. Devr-i istibdad denilen dönem bu ayrı taraf insanını aynı cezaya müstahak görmüştür.

 

Bütün bunları geçenlerde sevgili dostum Mustafa Özdamar beyefendiyle görüşür iken, onun pek güzel bir tâbiri oldu ay­nen benimsediğimden sizlere de duyurayım: "Bazen tarihçi­ler ve tarihle meşgul olanlar meylettikleri taraf lehine, bok örtücülüğü yapıyorlar" demek suretiyle işin bam teline bastı.

 

İşte biz bu kitapçığı sizlere sunduktan sonra hemen üst sa­tırdaki tesbite uygun tarzda, tenkıyd ve tahlile geçeceğiz.

 

 

 

Babıâli'nin İç Yüzü

 

 

İstanbul'un en güzel tepelerinden birinde padişah sarayın­dan iki adım mesafede bulunan geniş ve hantal bina'ya yeni­likçi padişah addolunan 2. Mahmud döneminden beri babıâlî denile gelmiştir. Bu harabzâde kervansaray, hem İstanbul Boğazına, hem Halic'e hem de Marmara ve adalara bakar. Vezaret de denilen, vükelâlık yâni bakanlar kurulu devlet iş­lerini görüşmek ve kararlaştırmak için eskiden toplandıkları yere Dîvan tâbir olunurdu. Buradaki İşlerin en mühimmini meselâ bulûğ çağına gelen şehzadelerin saçlarının traş edil­meğe başlanılması veya başlanılmaması, başlanacaksa ilk­baharda mı yoksa sonbaharda mı başalanılmasının daha uy­gun olacağı gibi şeyler Dîvan'ın ruznamesini teşkil ederdi! Aslında bu gibi meselelelerde son söz herhalde Müneccim-başı'na düşüyordu!

 

üç çeyrek asırdanberi yâni 75 senedir babıâlî terkibi Dî­van kelimesinin yerine kullanılır oldu. Bu çelimsiz, ibtidai ve uygun durmayan görünüşlü binada şimdi sadnazamlık, iç iş­leri bakanlığı, Şurayı Devlet yâni şimdiki Danıştay vede Dı­şişleri bakanlığı bulunmaktadır. Daha eskiden Harbiye ve Bahriye bakanlıkları hâriç olmak üzere, bütün dâirelerin üst mercileri burada toplanmıştı. Ayrıca sadnazamlann kışlık ikametgâhlanda bu bina dahilinde idi. Yeniçerilerin muhte­mel saldırılarına karşı savunmaya yardımcı olacak bir de iç kalesi vardı. Alemdar Mustafa Paşa; 3. Selim'e hizmet ve onu indirilmiş olduğu tahta yeniden oturtmak için İstanbul'a 9e'ebilmek için çıktığı yoldan varış biraz geç olduğunda 3. selim şehid edilmişti. Alemdar'a düşende genç şehzade

 

Mahmud'u padişah yapmaya gayret göstermesi oldu. Padi­şah 4. Mustafa'yı bağıra bağıra kafesine gönderir- ken padi­şah olan Sultan Mahmud'dan sadaret mührünü de almış olu­yordu.

 

Alemdar Mustafa Paşa, bahsettiğimiz bu binaya aile efra­dıyla birlikte yerleşmişti. Ancak üç ay sonra Koca Alemdar Paşa, bu büyük vatansever yeniçeriler tarafından bir rama­zan akşamı ikametgâhında muhasaraya alınmıştı. Bin kişiyi aşan muhasaracilara üç gün kahramanca karşı koyan sadrı-azam, yardım yetişmediğini gördüğünde gözden çıkarıldığını anladı ve hiç esef etmeden ailesini ve servetini iç kalede mu­hafaza altına al-dıktan sonra yeniçerileri püskürtmek için baryt mahzenlerini ateşe vererek binbeşyüz kişiye varan ye­niçeri ve yağmacıları havaya uçururken, kendine hanımına ve hareminin hadım ağasına kıymayı göze aldı. Bu patlama bu facia ile babıâlî'yi bir enkaz yığınına döndürdü.

 

Bu günkü bina nİsbeten yenidir. Babıâli'nin kapısı; padişa­hın sarayına bir kaç metre mesafedeki bâb-ı hümayunun bir benzeridir yâni her iki kapı birbirine benzemektedir. (Gülha-ne Parkına bakan Salkımsöğüt tarafındaki kapı kastediliyor olmalı M.H) Bâb-ı Hümayun; Jüstinyen Sarayının yerine ya­pılmıştır. Şimdi; geçmiş padişahların ailelerine ve hizmetinde bulunmuşlara bir melce, bir yaşama yeri olarak tahsis edil­miştir. (Tabii bahse konu yerin şimdi müze olarak kullandığı­mız Topkapı Sarayı olduğunu söylemek zait olur değilmi efendim? M.H)

 

Babıâlîye gelince burası bütün müfsitliklerin yapıldığı menzilei mefsedet yâni entrika merkezini sıkıntı meydanını andıran bir yerdir. Sultan '.Mehmed'in; İstanbul'u feth etdiğı gün âsar-ı beşeriyyeye yâni insanlığın eserine gösterdiği his­siyat meşhurdur. Merhum ve mağfur sultan şimdi yattığı yerden başını kaldırıp fethine mazhar olup pek sevdiği bu şehrin geldiği hâli görse: "âsar-ı beşeriyye nasıl fenayab olur ise, devletlerde öylece karin-i fena olurmuş!" hakikatini çaresiz söylemeğe mecbur kalırdı.

 

 

 

Bâbıâlî! Ne Sihirbaz Terkib!

 

 

Mehmed Emin Alî Paşanın vefatına kadar hükümet,bu bü­yüleyici füsûnkâr babıâlî'de idi. Daha önceleri padişahlar uzun müddet icrayı hükümet etmişlerdir. Hâttâ bunlardan bazıları zaman zaman bir musahibinin veya haremağasımn telkinleriyle istibdad ve baskı hissiyatına mağlup olur bunla­rın telkinleriyle sadrıazamı astırır veyahud vezirlerden birini kestirirdi. Ancak bu hırsları birini bulduğunda sükûnet bulur yine zevk-ü sefalarına çekilirlerdi. Böyle olduğunda da babı-âlî yeniden nüfuz ve kuvvetini, gücünü istimale yâni kullan­maya başlardı. Böylece de ülkenin ruhu ve kuvveti olması tekrar kendini gösterirdi. Bunun sonu 1870 senesinde gel­miştir.

 

O döneme kadar padişahlar dolaysıyla saray, işlere ve muamelâta pek nâdir müdehalede bulunurdu. Asla hükümet şekline temas etmez, ancak kişilerin değişmesine dâirdi bu müdehaleler. Mülkî idare, silahlı kuvvetler, ecnebi devletlerle müzakere ve siyasetin idaresi babıâlî'nin işlerindendi. Bütün daîrelerin reisleri, doğrudan doğruya sadrıazamın emrine tâbi idî. Velhasıl sadrıazam demek her şey demek idi. İlân-ı harb edildiğinde sadrıazam; kumandan olarak, ordunun başında sefere çıkar, hemen hemen bütün bakanları savaş alanına götürürdü. Dersaadet'de bir kaimmakam bırakılırdı. Bu ka-ırnmakamın en az akıllı, en te'sirsiz kişiler arasından seçil-meside ayrı bir bahisdir.

 

Ancak bunlar arasında o zamana kadar kendini saklamış, açık gizli her şeye boyun eğmiş kişilerde olduğu görülmüş­tür. Bunlar kaimmakamlık gibi bir yere kendilerini sakla ya-bilmeleri yüzünden getirildiklerinde maskelerini sıyırmış, hem vekili olduğu sadnazamı hâttâ padişahı dahi tahtından etmeyi bilmişlerdir. Buna hemen bir misâl vermek gerekirse akla ilk gelen Köse Musa Paşa olur. Bilindiği gibi 3. Selim'in hâl'ine ve katline sebeb olmuş ve yapılan nice askerî yenilik­lerin önüne geçen kimsedir.

 

 

 

Babıâli'nin Saray'a Teslimi!

 

 

Yukarıdan beri saydıklarımızdan hareketle biz burada Na-polyon Bonapart'm Şark Meselesi'ni hercümerç yâni allak bulak eden fecayiiden bahsedecek de değiliz. Bundanda maksad-ı hakikimiz sadrıazamlarin eskiden umu miyyetle gerek sulh döneminde gerek se savaş zamanındaki işleri ta­mamen istiklâliyet içinde yürütmekte olduğunu ifade etmek­tir.

 

Bir zamanlar sadnazamlann bir lakabı da Lala olması idi ki, bu ismi, bunların padişah nezdinde bir nasihatçi, bir mü­şavir hatta bir mürşid payesinde kabullenildiklerini gösterir. Babıâli'nin nüfuz yâni te'siri ve iktidarı bakımından hiçbir sekte verilmemesi, Sultan Abdülaziz Hân'ın devrinin sona er­mesine kadar kabil olmuştur.

 

AİT Paşa'nın irtihalinden sonra ikbal mevkii, hayırlı kabili­yetlerden mahrum olarak doğmuş bulunan Mahmud Nedim Paşa'ya intikal etdi. Bu Paşa da, bu ulvi mazhariyet için lâzım gelen ne tecrübe, ne zekâ bilhassada maharet ve mü­nevver hâl bulunmamaktaydı. Sadrıazamlık makamında, Mahmua Nedim Paşa, bu makama lâzım gelen hasletlerden voksunluğu ile belki en zengin misâl olarak gösterilebilir. Mahmud Nedim Paşa'nın en mühim cinayeti, önce devleti if­lasa sürüklemesi, ondan sonra ki cinayeti de, Abdülaziz Hân'ı sanki Âlî Paşanın oyuncağı olmuş hâline sevketmiş ol­masıdır. Bu zehrini de umu miyyetle siz hükümdarsınız nasıl isterseniz öyle olur kabilinden sözler söylemek suretiyle, ak­lınca hükümdar gibi davranmasını temin edecekti. Böylece bu padişahı, babıâlî' nin bir serseri yatağı olduğuna, bütün vükelâ, vüzera, ve müşirân'ın kendisinin kulu kölesi memlû-ku olduğuna inanması istikametinde yönlendirmiştir ki bu da apayrı bir cinayeti teşkil eder dense yeridir.

 

Mahmud Nedim Paşa yine padişaha devletin gelirinin kendisine aid olduğunu telkin etme hususunda bir yola ko­yulmuş, müslim, gayri müslim bütün tebâ'nın yaratılış sebe­bi, padişahın hislerine ve arzularına hizmet etmekle ve ken­disine kulluk yapmakla mükellef olduklarını sık sık ileri süre­rek habaset çenberini daraltıp durmuştur. Bu müfsid davranı­şını olaylarla takviye edebilmek için, devletin bütün meka­nizmasını ve devlet adamlarını iradei seniyyenin esiri hâline getirmek onları oyuncak gibi sağa sola atamak suretiyle ül­kenin felâketine zemin hazırlamıştır. Onbeş ay süren sadareti esnasında kabine arkadaşlarını yedi defa azlettirmiştir. Hele; o dönemde hiç bir vali gitdiği yerde, bir ayı tamamlayama­mıştır. Yanya Vilâyetine onbeş günde beş tane ayrı zâtı vali olarak tâyin etmiştir. Henüz^hayatda bulunan (1324/1908) Rauf Paşa; bir hafta zarfında Biga Valiliğine, Selanik Valiliği­ne oradan Yanya Valiliğine ve de oradan Bahriye Nazırlığına tayin olunup, peşinden azledilerek sonunda Manastır'a 3. Or-du ya tâyin edilmiştir. Rauf Paşa daha bir yere indiğinde ba-vulları açmayıp, başka bir yere tâyin olduğu haberini alırdı. fğer valiler, müşirler yâni ordu kumandanlarıda aynı talihin zebunu olmuşlardır. Ayrıca Mahmud Nedim Paşa, küçük me­murlara da sataşmaktan kendini menedemezdi Bunun sebe­bi, otuz milyonu bulmuş Osmanlı nüfusunun her birinin padi­şahın kuklası olduğunu ispat etmeye kalkışmış olmasında aramak lâzımdır. Bu şeytanî ve çocuk oyuncağına benzer davranışı Sultan Aziz farkettiğinde çok gecikmiş, tacını, tah­tını hâttâ haya tını kaybetmesine ramak kalmıştı. Bu farkına varış padişahın acı sonunu önlemeye yeterli olamadı..

 

Mahmud Nedim Paşanın haddinden fazla kabiliyetsizliği; 30/mayıs/1876 buhranını getirmiş ve böylece bü-tün vatan için, millet için ve de düşünen bütün insanlar için müstebid bir idarenin kurulmasına sebeb teşkil etmiştir. O sıralarda; Midhat Paşa, babıâlî'nin güçlendirilmesi için mesai sarfet-mekteydi ne var ki bu hayırlı teşebbüs karşısında ortaya çı­kan engeller pes dedirtmesini bilmiştir. Böylece müteşebbis de inkisar-ı hayale uğ-ramaktan nasibine düşeni almıştır.

 

 

 

İstibdad Ve Tagallüp

 

 

Malum olduğu üzere; istibdad ve tagallüp politikası evve­lemirde hükümete düşmandır Bütün kuvvetleri ve meşruiy-yetin yâni kanuniliğin gücünü düşürmek ister. Böyle yaptığı takdirde ferman ferma yâni dediğim dedik, çaldığım düdük diyebilir! Şevket-İ güçlendirmek, kudreti muhafaza edebil­mek için istibdad'a, elastiki vicdanlı, en kan dökücü işleri yapmaya hazır vasıtalar, aç ve haris her türlü cinayetleri yapmaya hazır gönüllüler lâzımdır

 

Babıâli'yi büsbütün ortadan kaldirmakda ne caiz ne de kabil idi.. Tam tersine görüntüde yaşayan bir müessese hüvi­yeti vermek, avrupanın nazar-ı dikkatini, kuvvei kanuniyye ve idari kuvveti babıâlî'de göstermek lüzu muna hükm olunmuştu. Öyle bir babıâlî'nin varlığına hükmolunuyordu ki, pa-ravanlık etsin, ortaya çıkacak kusurlar ona yüklensin! Ebleh­çe olduğu kadar da câniyane olan bu hattı harekâtı takip et­mek için istibdadın bu son zulmünü, kuruluşundan beri ev­velemirde tanıdığı bilhassa tanımadığı kimseleride mihenge vurmuş, namuslu kabul edilen her ferdi, kalburdan geçirdik­ten sonra hâlâ yola gelmek istidadını gösteremiyenlerden icab edenleri sürgün ederek yurd dışına kovmak, icâb eden­leri mahv ve ifna yâni perişan edip yok etmek gerçekleştiril­miş, işlenen suçlarda ortaklıkları esasında muhakkak olan kimseler üst makamlara geçirilmişlerdir.

 

Ancak insanlığın tabiatı ne kadar derin bir zillet çukuruna düşerse düşsün, zaman zaman faziletli davranışlara dönme­ye eğilim gösterir. İnsanın; fenalığa karşı isyan emareleri göstermesi şânındandır! Nitekim seçimleri ne kadar ustaca ve iyice tetkik edildikten sonra yapılsa bile,mütegallibe ida­resi seçicileri, kendilerinden mutlak olarak beklediği mutlak itaate sokamamış, seçiciler de zulüm ve istibdada karşı mu­kavemet ve çatmak değilse de, defalarca tereddüt ve çekin­genlik gösterdiklerine şahid olunmuştur.

 

Hülasa ederek beyan edelim ki; Said Paşa 3. defa sadaret mevkiinde bulunduktan sonraya girdiği yolun vahametinin sıkıntı ve tehlikesini gözönüne alarak, veya uzun müddet taz­yik altında kalmaktan dolayı boğulan vicdanının son bir te­yakkuz ve intibahı neticesi olarak bir aralık terk-i vazife ile ingiltere sefaretine ilticaya lüzum hissetmişti.

 

Daha evvel Berlin konferansı andlaşmasının yapılmasın­dan sekiz sene sonra, 1301/18- 85 senesi 6/eylülünde Ru-rnelişarkî meselesinin zuhurunda, Yıldız sarayında bir Özel meclis toplanmış ve otuzaltı saat müzakereden sonra, Said haşada ortaya oy birliğiyle kararlaştırılmış bir mazbata koymağa muvaffak olmuştu. Bu mahut mazbata bir zarfa ko­nup, zarf mühürlenirken, mektep sıralarını yeni terk etmiş nevzuhur kâtip Reşid Bey, arz-ı endam etmiş ve seraskere bir pusula uzattıktan sonra mazbatayı alıp, süratle bir göz at­tıktan sonra pek büyükçe hayret içinde kalmış ve yazının beşde dördünü sildik-ten sonra yerine dört-beş satır yazı yazmış ve sadrıazama dönüp: "Paşa! Efkârı şahane şu mer­kezdedir! Zâten serasker paşaninda. aynı fikirde olduğuna şüphe yok! Bu mealde bir mazbata kaleme alınsın." demek suretiyle bir heyulây-ı mezalim, fecî bir kâbus gibi odadan çıkıp gitmiştir.

 

Hazirun bu muammalı elemin hâl çâresini bulmak üzere serasker'e dönmüşler; o kızarmış, sol eliyle sakalını tutmuş, sağ eliyle burnunu kaşımış, sonunda sahte bir sesle: "Ordu­nun sefere girmek üzere hazır bulunmadığını meselenin sa­vaşmadan düzeltilmesine çârelerin aranması" gereğini bil­dirmiş ve Said Paşa ancak: "Fakat bu balkanların suret-i katiyyede kaybı demektir. Hem daha şimdi bizimle birlikte aynı rey beyanı dahilinde bulundunuz! Bir kaç dakika içinde böyle bir değişikliği meydana getiren kuvvet nasıl bir şey­dir? Diyebilmiş ve merak ettirici sahne neticesinde kabine düşmüş ve Said Paşa sıkı bir tarassuda yâni gözetlenmeye alınmıştır.

 

Said Paşa; eskidenberi her şekil ve renge girmiş ve de elastikiyeti ile tanınmıştır. Hâttâ Midhat Paşanın mahkemesi münasebetiyle adından sık sık bahsedilen kimselerdendir. Fakat sonunda Said Paşa kimbilir servet sahibi olduğundan mı, yoksa muvakkat bir vicdan sızlamasıyla mı nedir? Mid­hat Paşa meselesinde biraz hassas davranmışsa da, büahire yoluna devam etmekte bir beis görmemiştir.

 

Son otuzüç sene zarfında Said Paşa'dan başka on kadar sadrıazam gelmiş ve bunlardan bir kısmı hayatlarını fecii su­rette tamamlamışlardır. Said Paşadan sonra sadaret Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşaya verilmiştir. Paşa bu sadaretini beş se­ne devam ettirmiştir. Kâmil Paşa bu vazifede beş sene kalır­ken, gizli hafiye teşkilatına hayli kolaylıklar göstermiştir. Başhafiyelik görevini ise gayriresrm olarak kendisi uhdesine almıştır. Kâmil Paşa her tür işini bİlmekde de darbı misal ol-muştur(!) Hal böyleyken Kâmil Paşa da dünyalığını, evlâd ve ahfadının yâni çocuklarının, onların çocuklarının da azığını hazırladıktan sonra ahali fırkasına katılmıştır veya Ahrar adı ile anılan partiden addolunmuştur. Bu halkçılığı, Sultan 2. Abdülhamid'e bir ıslahat lâyihası sunmasına kadar varmıştır. Bu layihanın belkemiğini saray adamlarının devlet işlerine müdehale etmemelerini öngörmesi teşkil ediyordu.

 

Hakikaten mabeynciler yâni sarayın memurları sivil olsun asker olsunlar hükümet ve devlet adamlarıyla rekabete giriş­miş omuz omuza yol alıyorlardı. Müessesei milliye, babıâlî erkanından birine bir münasebetle sekiz yüzbin frank (takri­ben bu günkü paramızla 160 milyar.M.H) hediye verdiğine göre mabeyn erkanının aynı münasebetle neler neler aldığı duyulmuş idi. Fakat; "eglonuvar" nişanını taşıdığı Alman­ya'nın bilhassa İngiltere'nin müdehale ve himayeleri olma­saydı ıslahat hakkındaki layihası yüzünden şimdiye kadar Kâmil Paşanın da bir sürgün* yerinde hayatını tamamlayacağı kesindi.

 

 

 

Babıâli'nin Sadr'ları

 

 

Sevgili okurlarım yazımızın başlığında yer alan "sadr'ları kelimesi sadrıazam efendileri sembolize ediyor. Siz değerli okurlarımıza ulaştırmaya çalıştığımız "Babıâli'nin İç Yüzü" adlı sözde tercüme risaleden sadeleştirmeye devam ediyoruz ve günümüzde yaşadığımız cumhuriyet döneminin devlet adamlarının ve hükümet börokrat ve teknokratlarının zaman zaman basın kanalıyla efkârı umumiyyeye akseden hâl ve davranışları gibi, Osmanlı içtimaî hayatı da, bu minval vaka­lara şâhid olmuştur. Hemen şunu İlâve edelim ki dün de, bu gün de cemiyet hayatında çeşitli görüş ve anlayışlar kendine yakın olana destek, uzak hatta düşman olana ise adamakıllı tenkıyd oklarını fırlattığını hiç ama hiç aklımızdan çıkarma­malıyız. X görüş için pek makbul ve mergub olan birisi Y' görüşü İçin son derece tatsız, ahlaksız, karaktersiz olarak va­sıflandırılır. Üzerinde çalıştığımız risale yazarı bizce meçhul kişi, umumiyyetle bu genelleşmiş kaideden ayrı olarak yazmış değil risalesini... Diyor ki:

 

Almanya imparatoru Kayzer Wilhelm tarafından Mehmed Kâmil Paşa defalarce himaye olunmuştur. Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa'dan sonra sadaret genç bir zabit olan Cevat Pa­şaya tevcih edilmiştir. Vatan sevgisiyle dolu bir şahıs olan Cevat Paşa 43 yaşında hayata veda ederken o güne kadar hiç bir hastalık çekmediği hatırlanmalıdır.

 

Bu zâtın peşinden hemen aklımıza Halil Rıfat Paşa gel­mektedir. Bu zat; elli şu kadar yıl bir çok vilâyetlerde bulun­muş olduğundan vücudça ve fikren bitmiş bir kimseydi. Adetâ bir enkazı andırıyordu. Kendisinden bir fikri terakki ve asla ıslahata dönük bir teşebbüs beklenemezdi. Nitekim o da

 

b"vle bir şey göstermedi. O kadar aşağılanmıştı ki, oğlunun âlum olan sebebden dolayı öldürülmesinden sonra da sad-rıazamlığı iki sene daha sürdü.

 

Hele son otuzüç. sene içinde babıâlî'nin önemini, sadrı-azamların şeref ve itibarını kesinlikle düşüren bir zaman dili­mi olarak kendini göstermiştir. Yıldız Ormanlarında kurulma fırsatı bulan bir çete, vekillere ve hükümete aid bütün imti-vaz ve selahiyetleri kendi ellerine almak suretiyle adetâ gasb etmişlerdir. Babıâli; varlığına sahte bir görüntü verilmiş bir müessese sıfatına düşürülmüştür. Bu unutturulmuş müesse­sede işitilen kavgaları biraz anlatmaya çalışalım. Eğer resim yapma usûlümde diğer bir tâbirle tasvir san'atımı gösterirken bir kusurum olursa, paletimi fırçamı kırıp istifaya razıyım!

 

Avlonyalı Ferid Paşa boyu ortadan uzunca, vücud azaları bir birine uygun halde olup, yaşı elliyi az biraz aş mış ve Ar-navud.. Zamanında 2. Mahmud'u hayli üzüp başına gaileler açmış bulunan meşhur Fransız diplomat ve şâir Lâmartin ile görüşen bir kişiymiş Yanyalı Ali Paşa ailesindendir. Ferid Pa­şa uzun zaman pek küçük hizmetlerde kalmış, sonunda İsti­naf mahkemesi azalığına daha sonrada Şurayı Devlete geti­rilmiş. Oradan da güzel idare etdiği söylenen Konya Valiliği­ne getirilmiş idi. Rumca ve Fransızca bilir bir kimsedir.

 

Son mazhariyeti yâni makamı sadarete getirilmeden önce bir elçilikle taltif edilmeyi temjn için hayli kapıyı aşındırmiş-tir. Beyoğlu'nun hatır sahibi kimselerinin kapılarını çalar, bü­tün sefarethanelerin özel günlerini bilir ve sefirelerin isim günlerini teşbih çeker gibi bir nefesde okur ve onları tebrik etmek ve sevgilerini kazanmaya vesile olacak hiç bir işin,hiç bir fırsatın kaçmasına imkân bırakmazdı. Fransız sefaretha­nesinde Frankfurt muahedesini tenkıyd, Alman elçisiyle Fransa politikasının entrikalarından şikâyet eder, İngilizlerin yanında Rusları çekiştirir, Ruslarla bir olup İngilizleri gülünç ve deli olarak tavsif ederdi.

 

Avlonyali Ferid Paşanın hariciye siyasetini göstermek üze­re yazılanlar küçük fakat doğru bir ölçüdür. Bu Paşa'nın da­hili siyasetine gelince; uzun zamandan beri kendini me'sud addetmektedir. Kabiliyeti, rikkati ve yardımlarıyla ve her şe­ye uygun davranışı sonunda bir sadrıazam olarak uyanması kabil oldu. Büyük iştahına Nişantaşın'da bir konak aylık ma­aş olarak, 40 bin frank (günümüz parası olarak hesaplarsak sekiz mil yar, yüzyirmi milyonu bulmaktadır.M.H) Para me­selesinde Ferid Paşa'nın dürüstlüğünü muhafaza edip ede­mediğini söylemek mühim bir meseledir. Ferid ve İzzet Paşa­lar bu zâtların her ikisi de en yüksek iktidar mevkiine gelin­ceye kadar birbirini ısırmaya, paralamaya hazırken, iki dev düşman gibiyken birden bire, bu hâli bırakarak, birlik için de olma lüzumunu hissettiler. Bu sadece ve birbirlerine karşı de­ğil,dışarıdan gelecek tehlikelere de birlikte göğüs germek şeklinde yapılan bir antlaşma olduğu söylenmiştir. Netice de bu gün her ikisi de, birkaç milyonluk servetin sahibidirler. Sık sık da, bu servetin menbâının padişahın ihsanı olduğunu söylemekten geride durmazlar. Ferid Paşanın vasf-ı mümey­yizi ve en önde gelen tarafı, Tan Gazetesini alenen okuma-sidir. Paşa; Ruvo gazetesinin son sayısını dâima yanında bu­lundurur. Önceden kararlı olmadığı takdirde, Bank-ı Osrnânî ile iş yapmakdan nefret eder. Hasbihalleri esnasında söy­lediklerine bakılırsa kendisinin sosyalist olduğundan Amele cemiyetine dahil olmak üzere Fransız doğmadığına pek tees­süf eder. Kıymet mahrumu olmayan bu adam; bir çok vas­fıyla büyük bir adam olabilirdi!...

 

Mevcud İdare bu zâtın elinde yoğrulmuş ve Paşa'nın dile-didi şekle girmişti. İstibdad idarelerinde görüşler net olup, Osmanlı istibdad idaresinin net görüşü şudur: "Ya tezellül ve istihkar ile kolay servet veyahud şeref ve i'tibar ile fakr u zaruret!" Osmanlı devlet adamları emri seçmekte hemen hemen tereddüt etmemişlerdir

 

 

 

Sıralama Devam Ediyor

 

 

Ferid Paşa'dan sonra Hariciye nâzın Ahmed Tevfik Paşa'dan bahsedebiliriz. Tevfik Paşa, şahsen çok temiz ve saf olması hasebiyle tam bir Türk nümunesidir. Yüzündeki beyazlık, bakışlarındaki berraklık ve netlik, yüz hatlarının pek düzgün olması salına salına yürüyüşünde mevcud o.-an ahenk ve duruşu ile muvazenesi me'sud günlere, sakin ge­celerden başka bir şeye ehemmiyet vermez olduğunu göste-

 

rir.

 

Osmanlı-Rus Savaşının başladığında Petersburg'da masla­hatgüzarken oradan Atina'ya, Atina'dan Berlin elçiliğine nakl etmiş, tam bir işe yarar kişi olduğu keşfedilerek, mümtaz bir mevkii olan hariciye'ye nasbedilmişti. Bu makama gelişinde Berlin hatıralarının rolü olduğu asla unutulamaz. Tevfik Paşa vazifesini parlak surette ifa etmiyorsa da diğerlerinden de aşağı kalmıyordu.

 

Tevfik Paşa; bir terazinin kefelerinden birini teşkil eden müsteşar Naum Paşa ile Divân-ı hümayun baştercümanı Da-vud efendinin teşkil etmiş olduğu diğer kefeye, ok vazifesi gören bir teraziyi tamamlar. Naum Paşa; Katolik olup, Suri­ye lidir. Bu zatın meziyetide Osmanlı devletinin yapmış oldu­ğu bütün antlaşmaları başda 1. Fransuva ile akdedilmiş olan ahidnameden tutun da, daha geçen sene neticeye bağlanmış olan gümrük vergisi antlaşmasına kadar yapılmış bütün ant­laşmaları tamamen ve harfi harfine ezbere bilmiş olmasıdır.

 

 

 

Tevfik Paşanın Sıkışması

 

 

Eğer Tevfik Paşa bir meselede sıkıştığı takdirde, hemen düğmeye basar. Karşısında hemencik Naum Paşa peyda olur. Naum Paşa hiç bir şey sormadan, herhangi bir şey dinlemeden bahismevzuu olanın ne olduğunu Öğrenmeğe lü­zum görmeden, farz ve tahayyül etdiğİ mesele hakkında on çeşitli yerde Öne geçmiş, on çeşit târihi misâl sayar ve bun­ları antlaşmalara tatbik etmeğe başlar. Çok defasında halle­dilecek meselenin, ne sayılan misâllerle nede dayanılan mu-ahedenamelerle hiç bir suretde alakası olmadığı görülür. Fa­kat Naum Paşanın işi antlaşmalara dayanarak bahsi yürüt­mektir. Bu sebeble netice ne çıkarsa çıksın Naum Paşayı en-terese etmez. Yanlış ve kabili tatbik olmayan tarzda yürüttü­ğü bahisleri fark eden olsada oimasada, sonunda işin müs­veddesinin kendi elinden geçeceğini düşünür ve bununla te­selli olmağa muvaffak olur.

 

Davud Efendiye gelince, bu zat hakikaten iyi bir adamdır. Yahud fena adam değildir. Ciddi, mülahazalı yâni düşünceli, fevkalade sır saklayabilen, pek namuslu yorulmak bilmez çok gayretli bir kişiliğe sahiptir. Her yönüyle müstakim yâni dosdoğru bir kişidir Kendisini ziyaret ettiğinizde odasının en güzel koltuğunu size ikram etmeye hazır bulursunuz! Sel gibi akıp giden tebessümleri insanı rahatlatır. Fakat kendisinden bir lutûf beklemekten çekininiz. Hâttâ ve hatta sigaranızı yakmak için bir kibritlik lutfû dahi ummaktan uzak olunuz. Hiç bir husus da önünüze gelecek gayet mukni yâni, ikna edici ve bir çok meşru sebebe dayanan engel ifade etmek­ten, makul mazeretler yığmakdan, (b+h = L) tarzında kat'iyveti riyaziye ile talebinizi yerine getirmesinin elinde olmadığı-, isbat etmekten asla ve asla aciz kalmamıştır ve kalmaz. Babıâli'nin siyasî târihini herkesden iyi bilir, Davud Efendi ile [Saum Paşa bir hususda, aynı reyde buluştukları takdirde, Tevfik Paşaya düşen yalnız tasdik etmek ve imzayı basmak­tır.

 

 

 

Jön Türkler

 

 

Jön-Türkler yaklaşık kırk sene evvel varlıklarını sergile­miştir. Yâni 1868Mİ yıllar ki; Sultan Abdülaziz devridir ve bu padişahın Avrupa seyahati öncesinde Jön-Türkler olayı pek hafi yâni gizlilik içinde neşvünema bulmağa başlamıştır. Bunların ilkleri Paris'de bir merkez teşkil etmişler ve bu eğili­min yâni Jön-Türkler anlayışının yüksek nesli bunlar adde­dilmişlerdir. Bu insanlar eskidenberi İstanbul'da Aksaray semtinde küçük bir evde toplanarak müşavere ederlerdi. Evin adını Dâr'ülmüsamere adıyla telaffuz ederlerdi. Bu top­luluğun edebi sanatlarla ilgisi hayli olup başlarında da hem edebi hem de siyasî olan bu cemiyeti edîb-i âzam Namık Ke­mal Bey etrafına toplamıştı.

 

 

 

Jöntürklerin Dokuzları

 

 

Namık Kemal ve arkadaşlarının toplandığı evin müdavim­lerinin isimleri şunlardan ibaretti: Namık Kemal Bey'le Ziya (Paşa) Bey başda olmak üzere, Harabeler mütercimi Ayetul-lah Bey, Meyşo'nun Ehl-i Salip Târihinin mütercimi Pertev Efendi, Arif Bey, meşhur gazeteci matbua-i müceddidinden yâni matbaacılık ve gazeteciliğe büyük yenilikler ve terakki-ler taşımış bir insan, Ebuz Ziya Tevfik Bey, meşhur Ahmed d Efendi, Ekrem Bey ve de Memduh Beyefendilerden ibaretti. Sonunda istibdad idaresi bu değerli kişilerin bir ço­ğunu sürgünlerde perişan eyledi.

 

Yalnız Ekrem Bey ile Ahmed Midhat Efendi dolgun maaşla İstanbul'da kalmanın yolunu bulabildiler. Memduh Beyefen­diye gelince; bu gün Dahiliye Nezareti gibi en mutena ve mühim memuriyetde oturmaktadır. Sağır Memduh Paşa la­kabıyla da anılan, bu zat da çok kültürlü biri olup, Paris'de Sen nehrinin lâtif bir sahilinde ortalığa cevher saçan biri ol­saydı mutlaka eski zadegandan birinin düşkünlüğünü, kendi dizleri üstünde terbiye olduğuna hükmettirecek şekilde, usûl-ü telbisi yâni ayıplan kapatıcı, muaşerete ve İlm-Î musahe-beye, kendisine en lakayd olanları bile hüsn-ü kabul fennine uygun vukufiyetle karşılar. Bizde buraya mühimler listesi adıyla bir liste tanzim eden meşhur şâir Yahya Kemâl (Be-yatlı) merhumun beyanını koyarak sahifemizi süsleyelim:

 

1- Murad Bey (Mizancı)

 

2- Ahmed Rıza Bey                           

 

3- Prens Sabahaddin Bey

 

4- Mahmud Celaleddin Paşa

 

5- Hoca Kadri

 

6- Sâmipaşazâde Sezayi

 

7- Hüseyin Siyret

 

8- Kemâl Midhat,

 

9- Hüseyin Tosun,                        .      \             ,

 

10- Ali Haydar Midhat

 

11- Salih Cemâl (Kaanun-ı Esasiyi çıkaran)

 

12 -Bekir Fahri

 

13- Ali Kemâl

 

14- Süleyman Nazif

 

15- Rahmi

 

16- Çürüksuiu Ahmed

 

17- Midhat Şükrü (Bleda)

 

18- Halil Muvaffak

 

19- Nâzım Verdâni

 

20- İsmail Kemâl (Fraşeri)

 

21- Fazlı

 

22- Halil Ganem

 

23- Ahmed Saib

 

24- Mehmed Ali Paşa

 

25- Kaptan Rıza (Hak gazetesinin sahibi)

 

26- Nihad Reşad (Dr.Belger)

 

27- Ahmed Celaleddin Paşa

 

28- Şerafeddin Mağmumî

 

29- Bahaeddin Şâkir

 

30- Hüsrev Sami

 

31 -Ke'nan

 

32- Ömer Naci

 

33-Ressam Gâlib

 

34-Mühtedi Yaşar

 

35-Yürekler acısı Sabri

 

36-Dr.Rıfat                     

 

37-Refik Nevzad

 

38-Halil

 

39-Kardeşi Murad

 

40-Halil Menteşe

 

41- Konsolos Şefik

 

42- Çerkes Kemâl

 

43-Abdülhalim Hikmet

 

44- GâlibÂta

 

45- Doktor Re'fet beylerdir.

 

Yahya Kemâl bey'İn bu listesi bizim gördüğümüz kadarıyla siyasette aksiyon ve fikir sahiplerini tesbit ve bunların tahlili­ne hazırlık olmalıdır. Nitekim listede yer alan zevatın adını duymadıklarımızda buna adetâ şâhidlik ediyor.

 

Memduh Paşa; orta boylu, karnı az çıkık yâni hafif göbek­li, vücudu sağlam ve gösterişlidir. Yaşı altmişsekizi bulması­na rağmen elan gözlerinden deha kıvılcımları saçılıyor. Fakat bu deha, bir dâhî-i hayr mıdır? Şer-mî'dir? Bu pek ayrı bir meseledir! Hiç bir Osmanlının, Memduh Paşa ile ne kalemle nede sözle çarpışabilmesi kabil değildir! Zerafeti pek seven, nüktedan olup, anlatımı son derece fasih olan en basit soh­betinde bile hezelliyat yâni ciddi olmayan ifadeler kullanmaz. Pek çok hikâyeleri vardır. Süfera yâni sefirler dünyasının ha­nımları hakkında yazdıkları ancak avrupada emsaline rastla­nacak güzelliktedir. Zaman zaman şiir söyler, evdeşinin hay­retlerini, meftuniyetlerini, hasımlarının hürmetlerini fâtihane bir şekilde kabul ederler.

 

Sivas Valisi olarak görev yaptığı zaman; pek menfaatına düşkün işler yaptığı anlatılır. Haklarında buraca da bu yolda bir şayia bulunmaktadır. Esas görevi hâlihazır olarak, sadrı-azamlan kontrol altında bulundurmaktır. Ne var ki; bu mev­kii doldurmaya kâfi gelememişlerdir. Yirmi seneye yakın bir zamandan beri meyveli yolu takip ediyorlar. Memduh Paşa her şeyi bilir, her şeyi tanır ve duyar. Geçen bir gölge, uçan bir sinek, dönen bir tekerlek, susan bir seda, onun fezadan dahi haberdar olmasındaki esrarı gösterir!

 

Bakışları parlak, te'sir edicidir. Her şeyi bilmesi ve tefsir etmesi ve de tasnifiyle akşamlan Yıldiz'ı uçurur! Fakat hisle­rine mağlup olduğunda bu keşiflerden, akiı giderici karıştırı­cılardan gerek görüş olarak gerekse meşrebi olarak tama­men buna karşıdır. Bulunduğu mevkıiye falan ve filân vazife ile mükellef olarak oturtulmuş, bunları yerine getiriyor. Mem­duh Paşa için 1. rütbe 1. dereceden Lejyon Dönor nişanı ya­zıldığı söyleniyor.

 

Ormanlar ve Maadin nâzın Selim Melhame bu türün 2. rüt­besini taşıdıktan sonra, Memduh Paşa için 1. rütbesi de azdır. Vazifesinin bir kısmı gizli olmakla beraber Memduh Paşa, bu­nu yerine getirmekle bozuk ahlâk sahibi kimse ile arasındaki farkı azaltıyor ve böylece Memduh Paşayı biraz gagaladıktan sonra bir başka recüle geçelim..

 

Babıâli'nin ihmâli asla caiz olmayan mühim çehrelerinden birisi de, Şura-yı Devlet Reisi Büyük Said Paşa, 80 yaşında olmasına rağmen bir delikanlı görünüşündeydi. Mütebessim, saf ve tamamen ak-pak olmuş sakallarıyla, biraz neşeli oldu­ğunda hayli sevimlilik kazanırdı. Vatan'ın çöküp, yıkılıp git­mesine bir tedavi çâresi üretebilmekten âciz idi. Ayyuka çı­kan rezaletler önünde sessiz kalmış bir şâhid sıfatıyla hiç ol­mazsa iyi yaşamaya eğilimli evlâdlarını, yetiştirmeğe azmet­mişti. Bu evlatlarından büyüğü 26 yaşında ferik, yâni korge­neral rütbesini hâiz olmuş bulunanı Stokholm'da elçidir. Kı-Şin Kahire'de yazın Paris'de ve Trovil'de vaktini geçirir. Kü­çük evlâd ise 22 yaşında olup liva rütbesindedir yâni tuğge­neraldir ve ayrıca yaverdir...

 

Istibdad idaresi; Âlî Paşa'nin hayatının yegâne eseri bulu­nan Şura-yı Devlet bu adam tarafından, yâni Said Paşa tara­rından aşağılık bir mücadele alanına çevirilmiştir. Halbuki Âlî ^aşa. Said Paşa'nın hazakatine tamamen itimat etmişti. Said Paşanın yemesi içmesi, yatması, kalkması ve uyanması iie aksırması, sümkürmesi bu müstebid idaresinden önceden alınmış müsaadeye bağlı bulunuyordu. Said Paşa; Berlin El­çiliğinden hâriciye ne-zaretine geçmiş olup, hikâye meraklısı olduğundan, elçilikteki tercümanlar, Figaro'dan, Şaryorden ne bulurlarsa toplayıp getirir ve hediye ederlerdi. Said Paşa vefat etdiğinde de Şura-yı Devlet Hasan Fehmi Paşa' ya tev­cih olunmuştur.

 

 

 

Tepinen Nazır

 

 

Şimdi kalem elimde, fakat kulaklarım müthiş ve sağır edi­ci uğultuların saldırgan olduğu müthiş tarakkalar ile adetâ patlamak üzere.. Orman ve Maadin (Orman ve Maden) zira­at dâireleri ve porselen fabrikası nâzın, sanayii sergileri kuru­cusu, mâliye müsteşar-ı husûsisi vede Osmanlı Siyasî İşleri Müdürü Selim Melhame Paşa ağzını açmış, gözünü yummuş tepinmekte, bağırıyor ve telâş içinde: "Ne? Diyor bütün ar­kadaşlarımı tasvir edi yorsunuz da bir benrni unutuluyo­rum? Benim onlardan farkım ne? Hakkımı isterim! İste­rim!" Esasında Paşanın hakkı var.

 

Paşayı unutmak, kurmak istediğimiz şu kolleksiyon yapı­sını eksik bırakmak yerine geçer. Fakaat! Müsaade Paşam!.. Bir kere hatıraları hafızama toplayayim. Bir de ricam; netice-i tetkikim aleyhinize çıkarsa, bana bir kusur isnad etmeyiniz. Bir kere boyunuz bir metro yüzseksen santimetrodur. Tenini­zin rengi safrani olup, hüzünlü bîr hindi'yi andırır. Vechiniz yâni yüzünüz geceleri beyzi(oval) olup, bir gün evvel verilen jurnallerden bir şey çıkaramamışsanız sabah olduğunda yü­zünüz uzunlaşır! Alnınız basık, burnunuz çıkık, gözleriniz pı­rıltılarla ışıldıyor!

 

Sesiniz kısık, kollarınız sarkık, bacaklarınız içe doğru bü­kük doğrusu ise paytak halde! Konuşmanız daima fikrinizin aksinden ibaret ve dudaklarınız sahte bir tebessümle aralık, mutlaka yalan olan sözleriniz zaman ve mekân ile uygun hi­kâyelerle süslüdür. Şu aralık bir hayli fazia olan servetiniz, Hâmidî' dir.

 

İşte Paşa; varlığınızın tasviri bundan ibaret olup, bir noksa­nım varsa kusuru yine size aiddir. Herhangi bir fark ancak si­zin son mülakatımızdan beri değişmiş olmanızdan Ötürüdür. Saray'ın bir çok mensubunun olduğu gibi zât-ı mübarekeni-zide. Suriye Güneşi, yetiştirmiş olmakdan elemlidir. Avrupa-nın; Osmanlı ülkesindeki hiristiyanlannda devlet hizmetinde bulundurulmalarını gözlemesi ile temiz vücudunuz sayesinde saf saf rastla nılmaya başlanmıştır. Tıfıllığınız yâni küçüklü­ğünüz Beyrut Cizvit mektebi sıraları üstü veya altında geçdi. İstanbul'a gelip Mekteb-i Sultaniye yâni Galatasaray Lisesine mubas sırlık yâni talebe gözetleyicisi olarak yerleşdiğiniz za­man henüz 22 yaşındaydınız!

 

Bir aralık da, Rumelîşarkî hududu tahdit heyetine refakat etdiniz. Orada vazifeniz ne idi? Meçhul! Bence malum bir şey! Avdetinizde o aralık yeni açılmış bulunan Duyûn-u Umumiyye merkezi idaresine tercüman sıfatiyle yerleştirile­cek şansı İsbat-ı hüner ile yakalamış oldunuz, işte bu memu­riyette serpilip açıldığınız kudret eli; size bir sahayı göstere-fek çeşitli meziyetleri gözleyip, hararetle aldığınız feyzlerle başarınızı genişlettiniz. Yıldız Sarayına her akşam maruzatı­nızı zarf zarf değil, etek, etek, kucak kucak sundunuz. Du-yun-u Umumiyye Meclis-i İdaresi, vazifelerine dahil olan, ol­mayan, olacak olan olmayacak olan her şeyin dakikası daki­kasına, hatta daha evvel sarayca malum olduğunu görüp, ni­hayet zâtıâliyyenizî keşfedip, kuyruğunuzdan tutturup kapı dışarı attılar buraya kadar olan hayat safhanızda geleceğe yani atî'ye intikal edecek pek mühim ve parlak hususlar yoktur. Hududsuz sayıdaki arkadaşlarınızın hayat tarzların­dan başka bir şey değildir. Fakat bir kaç senedir siz büyüdü­nüz! Adetâ vükelâ payesine yükseldiniz, ülkenin ticaretine, siyasetine, mâliyesine hâttâ her şeyine burnunuzu sokar ol­dunuz. Vekiller meclisinin kararlarından hiç biri önce sizin re­yiniz alınmadan yerine getirilmez oldu. Şu durumunuz avru-palıyla alakadar bulunduğundan hakiki durumunuz, hafifliği­niz avrupalıiarca da bilinmek gerekir.

 

Orman ve Maadin Nezaretine tâyin tarihinizden beri zât-ı şahaneye her sene güzel idareniz sayesinde gelir arttırıcı bir lâyihanın takdimini itiyad ettiniz. Ortaya maden hakkın da, ülkenin en zengin madenlerini sizin payınıza çok düşmesini sağlayacak bir kanun atdınız. Hırsını tatmin için denizlere ya­kın bütün maden menbalannı da, elinizle sattınız.

 

Dünyanın en zengin ocaklarını, işinize gelen en bayağı serserilere, İştirakiniz olarak mâl eylediniz. İmtiyazlar en aşa­ğı bedellerlede diğer serserilere intikal etdi. Borasit, kurşun, Manganez, kömür, antimon gibi bütün silsilei maden, sizin o bin marifetli ellerinizde değişik şekiller alıp, Mısır tahvilatına, Almanya ve ingiltere eshamına, Süveyş Kanalı hisse senetle­rine vesairlere tebeddül ediyor! Bu ne sihir!

 

 

 

Sömürülüş

 

 

Transval madenlerinin hâl-i galeyanına karşı devlet-i âliye Maden Nâzın olmak sıfatıyla lakayd kalamazdınız, kalmadı­nız! Bank-ı Osmaniyi hesabınıza paket paket kâğıd almaya mecbur ederek bir çok tasfiyelerde piyasa farkların] muhafa­za etdiniz. Vakta ki bu kâğıdlar düştü.. O zaman bankaya dilinizi çıkarıp göstermekle iktifa etdiniz. Banka hayatta oldu-âunu ve size karşı çıkmak durumuna geçtiğinde Borsa işleri­ne bakmaktan mahke-me meneder iradesi çıkarttınız. Sizin bu hâle razı olmamanız ecnebi sefirlerden çokça saygı gör­menize engel teşkil etmemiş. Sefirlerin sizi paylaşamamala-nna fasıla verdirmemiş, sizi her akşam, her gece ziyafetleri­ne, müsamerelerine, Balolarına diğerlerini boş vererek, davet etmekten alıkoymamiştır

 

 

 

İfşaatta Kor İtham!

 

 

Süferânın yâni elçilerin her biri sizi kendine mâl etmiş sa­nır. Her biride ayrı ayrı aldanır ve nice gösterdiğiniz müsavi-likten yaralanır ve mutazam olurlar, ingiltere, sizin entrikala­rınızla baş edebilmek için bir filo sevk etmek mecburiyetinde kaldı. Fransa ise; gümrük tarifeleri hakkındaki tezviratınızla baş etmek için fevkalade mesai sarfetmeğe mecbur kaldı. Mevcud sadnazamın tırnaklarınızı bir derece kestiğini rivayet ediyorlar. Fakat rivayet başka, inandırmak yine başka! Nice Suriye Arabları, Yanya Arnavutlarına galebe ederler. Önünü­zün belirlenemeyecek kadar sisli olduğu görülüyor. Son za­manlarda anlaşılmaz bir takım tehlikelerin kokusunu almış olacaksınız ki büyük çapta bir sefirlik yakalamak için gayret gösterip, mesai sarfettiğinizi duyuyoruz ancak hemen haber vereyim ki, ne Paris nede Londra sefaretlerine kabul edilme­yeceğinizi öğreniniz. Peyda etmiş bulunduğunuz yakınlıklar sayesinde Roma'ya hâttâ Berlin'e gidebilirsiniz! Yalnız Fransa ve İngiltere'yi unutunuz. Aslında unutmamış olmanız gerekir ki Fransa kardeşinizi sefaret müsteşarlığına kabul etmedi. İn-gütereye gelince; Sir Vansen Kayar cenahları sizin Manş De­nizinden geçmenize müsaade etmeyecek buda malumunuz dahilindedir!

 

Daha önce 3. Viktor Emanuel'e hanedan-ı âlî Osman nişa­nını götürmek üzere Roma'ya gitdiniz. Bu vesileyle gösterdi­ğiniz ahval ve etvar yâni durum ve davranışınız size o kadar istekli olduğunuz mevkii Roma'da hazırlıyor. İlk adımı atmış bulunuyorsunuz. Gerisini Kardinal Merari de Loval temin ed­er. Bu sayede bir derece kudsiyyet, muazzeziyet yâni az bu­lunur şeyler elde edersiniz! Düşünün bir kere: Paşa; saltanat-ı seniyyenin Ro-ma Sefiri, sen Melhame Paşa! Aman Yarabbi! Ne güzel bir kartdövizit olur!

 

 

 

Tarafsız Kalem!

 

 

Bizim kalemimiz son derece bitarafdır. Kimsenin ne lehin­de ne de aleyhinde değildir. Bazı sahneleri tasvir ediyor, neti­cede alakası olanlar kusurlu yıkıyorlarsa, fotoğrafın kabahati ne? Vükelâ-yı Osmaniye haftada iki defa, pazar ve çarşanba günleri meclis toplantısı yapar. Hizmeti süfliyelerine yâni mü­him olmayan işlerine dilsizler bakar. Salon asker muhafızla­rın koruması altındadır. Vükelânın endişe duymadan, mesuli­yetinden çekinmeden nelerden bahsedebildikleri ve müzake­resi ile neye karar vermeye selahiyetli oldukları ötedenberi birçok kimseleri düşündürmek, birçok zihinlere durgunluk vermek istidadında bulunmuştur.

 

Filvakıa Almanya elçisi; hükümetin göz yummasından hâttâ câniyane teşvikinden bezerek, İstanbul'u bir Fehim Pa­şanın tahammül edilmez ve kokuşmuş varlığından, hempa­larının yaptığı haydutluklardan temize kavuşturmak için sa-ray'a müracaat ediyor, Bağdad Demiryolu'nun uzaması mü­zakeresini saray ile yürütüyor. Mühimmat-ı Harbiye alış veriş hususunu Yıldız'la kararlaştırıyor. Fransa elçisi; hükü- metin Fransız teba'ya mevcud veya mevcudu farz olan dinin eda edilmesini mabeyne (saraya) yazıyor. Odasından Fransız gazeteciler için istediği nişanları Saray'a inha ediyor.. İngiltere elcisi; hükümetin Makedonya ve gümrük vergisi hakkındaki aörüşlerini Cuma selâmlığından sonra en üst mevkıide be­yan ederken, Amerika sefiri protestan mektebi hakkında yazdığı ültimatomu hükümete, babıâlî'ye değil yukarıya yâni Saray'a yolluyor.

 

Büyük olsun küçük olsun bütün devletlerin elçilikleri bu yolu tutturmuşlar. Hükümetin mihveri, babıâlî'den Yıldız'a yâni 2. Abdülhamid'in sarayına nakletmiş olması alakadar olan ecnebi devletler için pek elverişli bir yol! Çünkü Yıldız; tehir eder, tereddüt eder, kırmak, çıkarmak teşebbüsünde bulunur, fakat sonunda azamî hadd-i hasarla! Teslimiyet gös­terir. Vükelâ-yı askeriyye hakkında hiç bir kelime kullanma­mak, bunların (asker lerİn) vekar ve azametlerine yâni ağır­başlılıklarına ve büyüklüklerine söz etmek hata demek olur. Bu bakımdan projöktörü şöyle veya böyle, bunlarında yâni askerlerin de üzerine tutmamız lâzımdır.

 

Vükelâ-yı askeriye seraskeri yâni kumandanı Rıza, Topha­ne müşiri Zeki, Bahriye nâzın Rami Paşalardır üzerlerine prö-jöktör tutacağımız.. Rıza Paşa; vücuden güzel,i ri yarı şişman bir zattır. Yüzü müdevver yâni yuvarlak, gözleri siyah, kirpik­leri çanik, rengi esmer, sakal ve bıyık sık ve krantadır. Kabil olsa da dünya'da bir seyahat etmesi lâzım gelse pasaportu­na şerh konması icâb eder. Ahlaken emsalsiz derecede latif-dir. Altmışbeş yaşında olduğu söylenmektedir. Nâzik, iltifat eden, sahih gayri sahih yâni yanlış veya doğru ifrat derecede zühd ve takva sever kimsedir. Bir Türk için kabil olduğu de­recede tertip ve intizamı sever. İktidar mevkiine gelmeden önce Yıldız Sarayı civarında ahşab bir konakta yaşamaktay­dı- O zamandan beri iktisad edebildiği paralarla bir çok mülk satın aldı. Asma bahçeleri vesaire perilere yaraşır, esatiri görüntüde öyle bir saray yaptırdı ki; mef ruşatı Paris'den getiril­miştir. Daimi masrafı için Bahçekapı'daki yirmi bin lira kıy-metindeki mağazalarla birlikte, doğumhane olarak bağışla­nan kasr-ı muazzam budur.. Dikkat li bir bakış bu saray'in içinde her ne kadar initaf etse yâni saklasa her köşesinde iki misli olan zarafetden, nezahetden, altundan, billurdan, nur­dan, ışıkdan başka bir şey göremez. Çünkü her noktasından bir gösteriş fışkırıyor, her köşede bir nûr dünyası büyük bir haş- metie müşahede olunur.

 

Sarayca mütevatır olduğuna göre bu kasrı müdebdeb yâ­ni gösterişli konak ve içindeki mobilyalar ile ikimilyon frank (bugünkü paramızla 400 milyar m.h) tutar. Bu para ne kadar mânâsız şeydir ki Paşa, bir kaç ay önce hastalanıp yataktan çıkamazken, hâttâ Paris borsası bir tarafın tahvilatla basıl­mak korkusundan öyle şiddetli bir kokuyla sarsılmıştı ki, se­netler hızla düşüşe başlamıştı.

 

Hava değişimi için Trablusgarb'e Jül Vern'in denizaltındaki seyahatini ve deniz hakkındaki nazariyatını kontrol etmek için yola çıkarılmak lâzım gelenlerin tâyin emrini Rıza Paşa­nın irfanının takdirine bağlı olduğu bildiriliyor. Dilini güzel bi­lir, Fransizcaya da, Almancaya da vukufu olup, yalnız başına öğrenmiştir. Servetinin derecesini tahkik edemem.

 

 

 

Tophane Müşiri Zeki Paşa

 

 

Bu paşa; Tophane Müşiridir yâni kumandanıdır. Zeki keli­mesi zekâ'dan gelirki. Saf, hâlis, salih hâl sahibi demektir. Zeki Paşa daha 1875'de henüz otuz yaşlarındayken, devlet-i âliye hizmetinde bulunan bir ecnebi zabit, Zeki Paşa'dan

 

bahsederken, devlet-iâliyyenin istidad ve intibah-ı tealisi var­sa. Zeki'nin eliyle muvaffakiyyet-i nâsibedar olabilir!" Demiştir.

 

O zamandan beri memleket daha ziyade kötü duruma düşmüş, zulümler çoğalmış, feryatlar her tarafdan duyulur olmuştur. Zeki Paşa da, daha çok bankaları istila etmek yo-İuvla bir yenilik ve değişikliğe yol açmak istemiştir. Tophane müşirlik dâiresi Beşiktaş'a giden başlıca yol üzerindedir. Zeki paşa'nın en önemli vazifesi bu şiryan-ı kebirden yâni kan da­marı gibi yoldan kimlerin geçtiğini gözetlemek ve gördükleri­ni padişaha ulaştır-maktır. Askerî Mektepler nazırlığı da bu zâtın üzerindedir. Dolayısıyla müstebid hükümete, sadakat üzere olan bu zat, programlar üzerinde oynanmasına lüzum görülen oyunlarda bu paşanın elinin yüksekliği ve yüceliği görülür.

 

 

 

Hasan Rami Paşa

 

 

Hasan Rami Paşa Osmanlı siyaset âleminde henüz yeni yeni görünen bir kişidir. Osmanlı ufkunda dolaşan fikri yapısı içinde, Rami Paşa en büyük denizcilerden biri olup, İngiliz donanmasına bile komuta edecek iktidara sahiptir. Bir hayli zamandır ülkenin en önde gelen bahriye zabitlerinden biri ol­masına rağmen yakın zamana kadar komuta mevkiine geti­rilmemesi, paşanın kendisi için bir şeref meselesi olarak yo­rumlaması yeridir. Devlet-i âliyye-Yunan Savaşında (1897 Osmanlı-Yunan Savaşı nâmı diğeri Dömeke Meydan muha­rebesi ve zafer, dünyaya parmak ısırtacak bir Osmanlı zaferi olduğunu fakirin bu hususda basılmış bir kitabı olduğunu ifti­harla hatırladım. M.H) büyük zorluklar içinde Haliç'den çika-nlan harp gemilerine kumandanlık Rami Paşaya tevcih edil­miştir. Paşa gemileri hemen Marmara denizinin açıklarına Çekmiştir. Kimsenin kimseden vede hiçbir şeyden doğru bir haber ahnamıyan memleketde, Rami Paşanın o devrin bahri­ye nazırına hiç bir itimadı bulunmadığından, gemilere ufak bir tâlim yaptırmak istemiş ve 2. sınıf krovözörlerden Mecidi­ye ise atış yaptığı topu ile fena halde olmak üzere, yine ken­disini yaralamıştır

 

Bunun üzerine Rami Paşa donanmayı alıp Gelibolu önleri­ne çekmiş ve hiç kimse Hasan Rami Paşa'ya bir şey sora-mamıştır. Rami Paşa'nın oradan sökülüp çıkarılmasına da te­şebbüs edilememiştir. Bu da, Osmanlı târihini bir zillet-i şa­ibeden kurtarmak, hizmeti olmuştur. Hasan Rami Paşadan evvel Bahriye nezareti adliye memurlarından gelen birine ve-rifmişsede, amele ve askerler bu zâtı kaçırmışlar Rami Paşa, bu göreve kerhen ve kaydı ihtiyatla getirilmiştir. (Bahse ko­nu savaşda Hasan Hüsnü Paşa 3/aralık/1882'de geldiği Bah­riye nazırlığında onbeşinci senesini aralıksız sürdürdüğü gibi, yedi yıl daha bu savaştan sonra bahriye nazırlığında muam­mer olmuştur. Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşanın ilk bahriye nezaretinin sonuçlandığı l/aralık/1882 târihinde Bahriye na­zırlığına getirilen Mehmed Ratıb Paşa da, bu makamda en kı­sa müddet kalan Bahriye nâzındır ki, yukarıda yazarın bah­settiği adliyeci, bu olsa gerekdir. Ancak bu dönemin bahset­tiği Yunan harbiyle arasında yine onbeş sene vardır. Anlaşı­lan odur ki yazar bütün olumsuzlukları bir araya getirip, de­virleri uymasa da bir olumsuzluk sansasyonu meydana geti­rerek devrin insanını aldatmağa çalışıyor hükmünü çıkarma­mız yanlış olmaz. Bizim bu tip risaleleri neşre gayretimiz bu küçük görülen neşriyatlarla, münevverlerimizin iğfal edildiği ve elan günümüzde de, buna müracaat eden zihniyete'ka­nanlar az değildir olmasındandır.M.H) Halbuki ülkenin çok büyük çoğunluğunun gaflet uykusunda olduğu şu sırada bir iki kişinin ne yapabileceği sual edilse yeridir.

 

Fransızca risalenin yazılışı 17/ocak/1908-Tercüme târihi 29/kasım/1908 Böylece bu risaleyi iâtinize etmiş bulunuyoz. Şimdi bu risale üzerine mütalaaımızi takdimle okurumu-n efkârında meydana gelmiş tereddütleri varsa gidermeye gayret göstereceğim, efendim.

 

 

 

Babıâli'nin İç Yüzü Risalesini Tenkidimiz

 

 

Bizden önceki kuşak rahmetli filozof Cemâl (Hatipoğlu); merhum Hilmi Oflaz, Kaymakamlıktan emekli Melih Yuluğ beyefendi merhum, 2. meşrutiyetin 2.Abdülhamid tarafından meri'yete sokulmasından sonra, devlet-i âliyye ve hanedan taraftan devlet ricali aleyhinde yazılmış satırlarla dolu kitap­lara fazla önem vermeyin! Bunlar; bir bölüm yazarın kendini kaptırdığı batı düşünce ve yaşayış tarzına imrenmesinin ge­tirdiği hezeyanlar, bir başka bölüm yazarında veya anekdot sahibinin, yeni anlayış ve İttihad ü Terakki cemiyetinin sa­vurması muhtemel devlet imkânlarından yağlı bir kuyruk ya­kalamak iste yenlerin yazdıklarıdır.

 

Buna da, 1877/1878 Osmanh-Rus savaşı fecayiinden sonra, Sultan Hamid'in te'sis etmiş olduğu ülkeyi tek elden idare etmek, devlet adamlarını nezaret eden, yâni yapılanla­rın neticesini kendisine bildirme tarzına dayalı idaresinde meşru veya gayri meşru, doğru veya yalan, essah veya iftira münasebetiyle başına gelen bir felâketin getirdiği, elem ve ızdırabın tevlid etdiği ve bu çektiklerini, bir maddi refah temi­ni hususunda kendine sermaye edinmek istiyenlerin, târihi ve cemiyeti ifsad eden yazılarıdır. Derlerdi.

 

Her şeyden evvel bahse konu risalenin tercüme eser oldu­ğu kapağında yazılı olmasına rağmen, fâil-i yazarın,yâni ya­zanın adı bulunmamaktadır. Mütercimi ise iki baş harfle belirtilmiş: T.N! Gel çık işin içinden! Adetâ imzasız ihbai mektubu! Hem de meşrutiyetin yeniden mer'iyete konması­nın ardından yayımlanmış. Sansür kalktı diye de bayramı elan devam eden günden sonra yayımlanmış, fakat bu sefer de fâsik zihniyet sahipleri kendileri sansür uygulamışlar. Hâl­buki, eskimez yazı okumasını bilenler kitapların kapağında maarif vekâletinin müsaadeleriyle tab olunmuştur ifadesinin yer aldığını hatırlayacaklardır. Böylece kitabın yayımlanma­sının maksadı, bazı zevatı meşrutiyet nigâhbanlığma yâni, yeni usûlü desteklemek için gözlemcilik vazifesini kendilerin­den menkul bir anlayışla, görev addedenlere bazı 'eski dö­nem insanını, hedef göstermek gayretinden ileri geldiğini ifa­de edebiliriz.

 

Babıâli'nin İç Yüzü adlı risalede adı geçen eski sadnazam-lardan Mahmud Nedim Paşa, Said Paşa, Cevat Paşa ve Meh-med Kâmil Paşaların ve de eserde, daha ziyade hariciye na­zırlığı unvanıyla ele alınmış bulunan son sadnazam Ahmed Tevfik Paşa hakkında bile tahlile girişmeği lüzumlu bulma­dık. Bu zatların defaatle gelmiş oldukları bu yüksek makamı adı sanı belirsiz, niyeti hâlisanesi tesbit olunamayan ve tam buhran dönemlerinin yol şaşırtan kör kandili vazifesini ifa için, kaleme alınmış böyle varakpâreler her zaman olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Ancak meşrutiyet İlânının 2.sinden sonra dahi ülkemiz, dünya büyük devletlerinin danı­şıp, görüşlerini kaale aldığı bir ülkeydi.

 

En ekâbir siyasetçi dahi, "Boğazdaki Adam; bu husus da acaba ne düşünüyor" diye tahminlerde bulunmakta ve dik­katle Sultan Hamid'in, söz ve davranışını takibe, kendini mecbur hissederdi.

 

ülkeyi batı dünyasının fırtınalarından devamlı menfi şekil­de sallanan bir sefine olmaktan çıkarmayı kendisine gaye edinmiş bulunan halife/hakan takip etdiği çok yönlü ve hipeaktif siyasetle meşgul bir siyaset dahisi olduğundan dünya-aörüşlerine itibar etdiği bir siyaset üstâdıydı. Osmanlı Devleti târih sahnesindeki yüksek mevkiini 1683'den, i922'ye kadar müdafaaya gayret göstermiş, bunu yapar-kende her bir karış toprağı uğruna can vermiş, baş almış, yi-a\t].:" Kaybetmiş nâm almıştır.

 

Dünya askerî liderleri arasındada mühim ve parlak bir si­ma olarak kabul edilen ünlü Napolyon Bonapart; "Türkler öl-dürülebilir fakat asla mağlup edilemezler!" dediğinde de tak­vim yapraklan 1800'den sonrayı göstermekteydi. İşte bahse konu risalede yukarıda bir bölümünün adının geçtiği sad­nazam efendilerin babaları milletimizin bir neslini teşkil et­mekteydi ve Napolyon bu ku sağın kahramanca direnişini bizzat müşahede etdiğinden, Cezzar Ahmet Paşa'nın önünde aldığı Âkkâ'daki kötekten; avrupaya, Paris'e kendini dar at­mış ve oradan da, İlk sürgün yeri olan Elbe adasını boyla-mıştı. Böyle değerli bir neslin çocukları olan yukarıda adlan geçen sadnazamlar hususunda mezkûr risalede, ileri sürülen iddiaların üzerinde kalem yürütmeyi abes görüyorum. Her şeyden Önce, bu zevat-i kiram siyasi hayatlarından menkub olduktan sonra, yazdıkları hatıratlarla sübjektif suçlamalara dâir cevap vermiş bulunanlarda vardır. Biz bunların artık ma­ziye ve oradan da rûzî mahşerlik işlerden olduğu kanaatında-yız. Ancak şunu da itiraf gerekir ki; bir cihan devleti dün-ya'ya ferman verdiği 1453'den 1622'ye kadar bütün dünya­nın arzularına muhalefetsiz rıza gösterdiği bir devletti. Ancak o kadar adil ve ahali denen kuruma pek büyük saygı besle­mekteydi ki bu bakımdan yüzaltmış yılı mütecaviz tek başı­na hükümran olma, dünya târihinin bir daha kolay kolay ya­şayamayacağı zaman dilimidir!

 

Bakınız; 1990'Iarda inhilâl eden Sovyetler Birliği Komonist idaresi bir kutup, ABD' bir başka kutup görüntüsü verdikleri yıllarda birlikte ancak 1946 ile 1990 arasında başpehlivanlık yapabildiler. Bunun mecmu kırkdört sene yapar ki kimse işin tadını veya tuzunu anlayamadı.

 

Günümüzde yâni 1990 ile aradan geçen onbir yıl diğer bir deyimle 2001 seneleri arasın da ABD'de sevilmek şöyle dur­sun, ahalisinin kökeni olan devletlerin bile, hasımlığını üstü­ne çekmeğe başladı. Günümüzde ise henüz bütün ecramıyla ortaya çıkmamış asrın insanca en ağır hasan sayılan, Hiroşi­ma ve Nagazaki'yi hatırlatacağı ileri sürülen bir kıyıma çık­mış böylece de müttefikleri dahi içlerinden bu dengesiz çıkış­lı patronun karşılaşacağı zorluklan tesbite çalışmağa başla­mışlar ve kendisini bu sona getirecek, arkalama yi yapmak­tan da geri durmamaktadırlar.

 

Ezcümle söylediğimiz; günümüzün her alanda vardığı tek­nolojik terakki dönemimizin olayları ile mâzidekileri mukaye­seye kalkışma imkânı bırakmamışsa da, son kertede dâima esas olan insan ve insaniyyet olunca, devirlerin mukayesesi fazla İddialı olmamak şartıyla denenmelidir. Münsif bir lide­rin, yâni insaf sahibi ve insanlık düşmanı olmayan bir dikta­törün, demokrat ruhlu olduklarını söyleyip de milletlerini temsil eden yöneticilerinin kısm-ı âzaminin siyonizmin alda­tıcı hümanist idaresinden çok daha iyi olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

 

Tabiiki netice itibarıyla ortada 622 sene temadi edip niha­yetinde târih sahnesinde yerini Türkiye Cumhuriyetine bırak­mış veya bırakmak zorunda kalmış Osmanlı devletinin iz­mihlalinde suçun büyüğü devletin en üst mevkiini temsil edenlere çıkarılması kadar isabetli bir başka görüş İleri sürü­lemez! Amma şunu âa unutmamak icâb ederki; büyük ve Küçük hatalar bir araya geldiğinde bilançonun zarar hanesin­de karşılaşılan netice târihin derinliklerine doğru yol almaya başlandığını göstermiştir. Bunu görenler çeşit çeşit tedavi usulleri uygulamışlar ve geçici başarılarda bulabilmişlerdir.

 

Nevşehirli Damad İbrahim Paşa ile Damad Mehmed Ragıp Pasa savaşı aramayan bir Osmanlı devleti ve savaşsız geçen yıllan, değerlendirecek bir organizasyona gitmek istikame­tinde, yol alırlarken, Damadlann, İbrahim olanı Patrona Halil isyanının mazlum ve mağduru olarak hem de hayatını kay­betti. Ragıp olanı ise her adımına bir altın koyarım, Rusya'ya savaş açalım diyen padişahı dizginlemeyi bilmekle beraber, bu rind ve tedbirli vezir ecei-i mevuduyla dünya hayatından çekilirken, iki sulh dönemi haylice ıslahata vesile olmuşsa da, Rusya'nın Ortodoks ve hristiyan hâmisi olarak balkanlar­da ve Osmanlı ülkesi dahilinde yaşamakta olanlar bahane edilerek sık sık teklif ve saldırılarla rahatsız edilmeye başla­mış ve haylice sıkıntılı dönemlere düşen Osmanlı devleti, Mahmud Nedim Paşanın komşu ile iyi geçinme yâni dostu yakında arama mantığına eğilimi, hristiyan ve ırkçı slav ruhu taşıyan moskof, Mahmud Nedim Paşaya bu deneyimi yap-tırtmâmış veya sadrıazama durmadan ihanet ederek,ahalinin bu zâta "Nedimof" lakabını vermesinin se bebini teşkil etmiş­tir.

 

Risalede yer alan sadnazamlar arasında Mahmud Nedim Paşanın hakkında yapılan suçlamalar, bizim savunma mec­buriyetinde olduğumuz hususdan değildir. Çünkü; Paşa bu dostluğu kurmak isterken geçmiş yılları, bu milletin can düş­manı moskof mezalimini aklına getirmediği gibi, balkanlar­daki ırkdaşfarını ve Ortodoksların ancak Rusya tarafından dfije edileceğinide hesaba almamıştır. Böyle bir hesabdan haberi olduğunu söyleme durumunda da değiliz. Çünkü; Sultan Abdülaziz döneminin bu sadnazamı, efendisine bağlı bir kişi olmakla beraber, iktidar anlayışı, padişah karşısında zaaf halindeki tu tumu zâten mutlakıyetin, şeyhülislâm önünde bir parça frenlenebildiği ortamda, padişahın yetkilerinin la-yüselliği mânasına gelecek ifade, tahrirat ve de yaklaşımlar­la, avrupalılaşmanın makulleşmesini sağlamaya çalışan Sul­tan Aziz'i hakikaten risalede yazılı olduğu gibi bir afitab-ı ci­han mertebesine teşvik etmiştir. Bunun sonunda padişah ha­yatını kaybederken Mahmud Nedim Paşa ise sadaretden ola­lı bir hayli olmuştu. Bu bakımdan risalede adı geçen Mah­mud Nedim Paşa, Âlî Paşayı harem kıyafeti ile karşılaya­mayan ve bir defasında deneyipde, durumu gören Âlî Paşa­nın hizmetlilere, kızım sana söylüyorum! Gelinim sen anla misali: "Efendimiz istirahat halindeyken niçin rahatsız edip, beni huzura alırsınız diye çıkışmış ve girdiği huzurdan geri geri çekilip, sarayın bahçesindeki güllüğü gezmeğe başla­ması padişahın redingotlarını giyip huzura çağırmasını intaç etmiştir ki, bu bir üstlük ve astlık değil sadece ciddiyet diye anılmalıdır.

 

 

 

Târihi Bir Tesbit

 

 

Yukarıda ileri sürdüğümüz mülahazaları tasdik makamına değilse de, işaret etmek babında, yine dahiliye eski nazırla­rından Ahmed Reşid Bey (Rey) Canlı Tarihler adlı eserinde: "İzzet Abid Holo Paşanın müntesiblerindenken, İttihad ü Terâkki cemiyetine de hulul eden Hüseyin Hilmi Paşa, bu yeni intisabının sayesinde Kâmil Paşanın riyasetinde ki ka­binede dahiliye nezâretine sokuldu.." demektedir. Hemen ilâve edelim ki; İzzet Holo Paşa mabeynde 2. kâtib olup, Sul­tan Abdülhamid'in devrilmesine sebeb olan kötü idarenin en ileri gelen malum şahıslarından bir tanesidir. Ancak devlet idaresinin padişahın ellerinde olduğu çok uzun dönem etra­fındaki kişiler hizmetlerini hasbetenlillah ve millet ve devlet-i din için ifâ etmiyorlar, mevki ve makam, para, servet kazan­ma vesilesi olarak telâkki etmekteydiler. Arab İzzet'de de­nen, bu sivil paşa, bu vasıfda adamların başında geldiği gibi, devletin valisi, kaymakamı, mutasarrıfı padişaha arzlarını sa­rayın ki tabeti aracılığıyla yaptıklarından, ya birinci kâtip Tahsin Paşaya yahut da 2. kâtip İzzet Paşa ya hulûs çekmek­le karşı karşıya kalıyorlardı. Hüseyin Hilmi Paşa'yı bu müna­sebetle Ahmed Reşid bey'İn suçladığı tarzda suçlamak, ne derece isabetli olur onuda biraz dü şünmek gerekir diye nok­talamak istiyorum.

 

 

 

Meşrütıyetten-31 Mart Harekâtına

 

 

Sultan Abdülhamid Hân'ın meşrutiyeti yeniden mer'iyete sokması kendisini devirmek İsteyen gayri milli güçlerin, on­ların şeriki olan ittihatçıların hesaplarını allak bullak etmişti. Millet; hanedan-ı âlî Osman'a bağlılığının bir nişanesi olarak her yerde padişah lehine alkışlar ve padişahım çok yaşa avazeleriyle kendini göstermesi, meclisin teşekkül çalışma­ları Sultan Hamid'in iktidardan uzaklaşmasının teminini 8 ay, 20 gün sonraya tehire sebeb olmaktaydı.

 

Ancak hemen ilâve edelimki; İttihatçılarda dâhil olmak üzere, hilafetin ve saltanatın devamından muazzep olan bir tek siyasetçiyi bu|mak kabil değildi. Ne varki ilk meşrutiyetin keyfini Osmanlı milleti 1293/1877 savaşı yüzünden süre­mezken, 2.meşrutiyetin keyfini de, 2 ay, 13 gün sonra Avus­turya'nın, Bulgaristan'ın ve Girid Adası meclisinin yâni 5/Ekim/1908 târihinde Bulgaristan Prensliği Osmanlı cami­asından ayrıldığını, Avustur ya, Bosna-Hersek'i ilhak eder­ken, Girid Adası meclisi de, 6/Ekim/1908'de Yunanistan'a iltihak edeceğini kararlaştırması bu seferki meşrutiyetinde keyfinin çıkarılmasını önleyici bir sebeb teşkil etti. Bulgaris­tan bizden ayrılık manifestosunu yayımlamakla beraber ve bunu fiiliyata koymasına rağmen, bize nüfus olarak 4 mil­yon, 338 bin kişilik bir eksilme getirdi bu ayrılık. Arazi bakı­mından ise yüzbin kilometre kareye yakın bir araziyi de el­den çıkarmış oluyorduk.

 

Bosna-Hersek'le ilgili kayıplarımız, insan sayısı olarakda, 1.935.000 (lmilyondokuzyüzotuzbeşbin) arazice, 51bin kilo­metre kare idi. Girid'e gelince, 8379 kilometre kare arazi 344.000 nüfusu kaybediyorken önemli bir deniz üssü elimiz­den gitmiş oluyordu. Burayı hukuken kaybetmemizde 1913 senesine kadar sürdü.

 

Bilhassa milletimizin Bosna-Hersek'i ilhak etme mesele­sinden dolayı Avusturya için epeyi protestolar, yürüyüşler tertiplediği görüldü. Avusturya mensucat fabrikalarında yapılan ve ülkeye ithal olunan fes için bir boykotaj düzenlen­di. Bu boykotaj sayesinde de, Eyüb'de bir Fes'hane açılmış oldu. Beyoğlu cihetinde bulunan Avusturya B.elçiliğinin önü­ne giderek protestolarını duyurmak isteyen ahalinin önüne çıkan ve meşrutiyet dol- ayısıyla Beyoğlu Komiseri tâyin edilmiş o!an Filozof Rıza Tevfik (Bölükbaşı) Bey, heybetli vü­cuduyla buradan geçmek için benim vücudumu çiğnemeniz lâzım şeklinde ava-z-ı bülend ile seslenmiş, yumruklarını bir boksörün gardım alması şekline getirmesi şaka gibi görün­müş, daha sonra Filizof'un ciddi duruşu da ahaliyi bir hür­mete doğru istikametlendirmiş, ahali dağılmayı tercih etmiş­tir.

 

Bütün bunlar olurken, 17/Aralık/1908'de Meclis-i mebu-san'in küşâdi yapıldı. Bu meclis için yapılan seçimler ilk seçimler olup, hayli acemilikler ve hilelerle yapıldı. Askeri ve mülkî idarenin kısm-ı azaminin İttihad ü Terakki zihniyetine meyletmesi, tabiatıyla bu çetenin zorbalığımda benimseme­lerine yol açmış bulunduğundan, ahali üzerinde müessir olu­yorlardı. Böylece iki dereceli yapılan seçimlerin tercih mese­lesinde bilhassa azınlıklar ve de Rumlar üzerinde Atinadakİ Yunan hükümeti, Fener Patrikhanesi Rum mebus namzetleri­ne yardımcı'oluyor, siyasetlerini yönlendiriyordu.

 

İttihatçılar karşısındada Prens Sabahaddin Bey'in başların­da olduğu Ahrar Fırkası vardı. Gazetecilerin her seçime mü­essir olduğu öteden beri bilinen hususattan olduğu bu seçim de de kendini gösteriverdi. İstanbul'da münteşir aznlık gaze­teleri ülke içinde nüfuslarını katbekat yüksek iian etmkte, böylece fazla sayıda mebus çıkarmayı elde etmeye çalışıyor­lardı.

 

ülke içinde İttihatçıların meşrutiyeti teminden sonra un­surların birleşmesi, yâni İttihadı Anasır politikasını medhü senaya ve tatbike başlamadan evvel zihinlerde bu anlayışı müntesibi oldukları beynelmilel mason teşkilâtlarının kucak­larında yaşatmanın verdiği diyeti taleb ederek bunları ikna-aya muvaffak olduğu bu me'şum fikriyat, Osmanlı devletinin ana yapısını teşkil eden müslümanlığın vijdan hürriyeti için­de teemmülüne, ittihad-ı anasır politikasını tartışmaya başla­yan münevverler, islâm anlayışı yerine ırki anlayışını öne ge­çirdiklerinde memleket de*şapa oturmuş oldu. Bundan da en Çok azınlıklar ve devletleşmeyi, müstakil olmayı hedefleyen ırkların mensupları istifade etmiş oldu. ileride göreceğimiz gibi bu unsurların birleştirilmesi politikası, müslüman olup bağımsızlık peşinde olan ırkî toplulukların ayrıcıhğa başla­masını getirirken,gayrimüslimler arasında mevcud olan ihtilafların ortadan kalkmasına yol açtığından balkanlardada Sırp, Karadağ, Bulgaristan ve Yunanistan ile Romanya ittifa­kının doğduğunu göreceğiz.

 

Meclis-i mebusan seçimden sonra 275 mebus ile teşekkül etmiş oldu. Bunların 140 tanesi Türk, 60 tanesi Arab, 25'i Arnavut, Kürtler ise 2 mebus çıkarmışlardı. Arab mebusların içinde bir tek hristiyan mebus varken, Arnavutların içinde bir kaç kişi de hristiyan idi. Hristiyanlar içinde cemaatlere göre dağılımları şöyle idi: 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Ulah olup, tamamı 48 kişiyi bulmuştu. Okurlarımı­zın birazcık tebessümlerini temin için, şunu da anlatalım. Ar­navutlukta İpek adlı şehrin mebuslarından birisi kürsüde günlerden bir gün şöyle konuşma yapar: <Efendiler, gidiyo­ruz geliyoruz, Meşrutiyet Efendi'den konuşuyoruz. Fakat kendilerini bir türlü göremiyoruz. Artık lütfedip ortaya çıksin-da cemâlini görelim. CJzun boylumu, yoksa kısa, şişmanmi veya zayıfmı, esmermi, yoksa sarışınını? Şeklindeki konuş­ması belki bir espri olabilirmi? Fakat şahısların meşrutiyet hakkında malumatları olarak değerlendirilirse ne acip bir şeyle karşı karşıya olduğumuz rahatça anlaşılır.. Tebessüm­den ziyâde, düşüncelere gark ettik galiba..

 

Meclis-i mebusanın açılış günü olan 17/Arahk/1908 günü padişah,yanında oğlu Burhaneddin Efendi olduğu halde ve refakatinde de sadnazam Kâmil Paşa olduğu halde Ayasofya meydanındaki mebusan binasına geldi. Altun saltanat araba­sıyla gelen hünkârı ahali büyük bir sevgi gösterileriyle karşı­lamaktaydı. Padişah, hazırlattığı konuşmasını hâvi yazıyı Ma-\   beyn Başkâtibi Cevdet Bey'e verdi. Cevdet Bey nutk-ı hü­mayunu okuduğunda Sultan Hamid'in işaret ettiği husus pek mühimdi. Çeşitli milliyetlerden gelen mebusların ayrılıkçı bir tutum güdeceklerini İfade ettiği görülüyordu satırlar arasında. Padişa-hın, işaret ettiği diğer ve önemli bir husus, 31 se­ne evvel devletin idarecileriyle yapılan müzakere sonunda meclisin seddedilmesi hususu karara bağlanmış ve ona ri­ayet edilmiştir, dedikten sonra da, şimdiki açılışa da, devlet adamlarının karşı çıktığını fakat kendisinin meclisi açmakta kararlı olduğuna işaret etmesi mühimdi.

 

 

 

31/Mart Hadisesi

 

 

23/Temmuz/1908>den aylar geçmesine rağmen İttihatçı­lar, ülkenin kaderini tam olarak ellerine geçirmeye muvaffak olamamışlar. Kabinelere daha kendilerinden tam manasıyla olan birini henüz sadnazam yapamamışlardı. İlk meşrutî ka­bineye, adliye nâzın olarak hayli yüksek dereceli bir mason olan Manyasizâde Refik Bey'i sokmaya muvaffak olmuşlarsa da, bu nâzır'da ölüm hastalığına yakalanmış olması hasebiy­le koltuğuna oturma şansı bulamamıştı.

 

Posta müdürlüğünden gelen ve gözü pek, kabadayı ve mert birisi olan Talat Bey dahiliye nazırlığına gelebilmişse de, ahali bu ittihatçıların beyni bâlâsı olan bu adamı pek se-vememişti. Eski rical,ittihatçılara farklı yaklaşımlardaydı. Abdülhamid'in gedikli sadnazamı Küçük Mehmed Said Paşa, bunlara sıcak bakarken, Hüseyin Hilmi Paşa biraz daha net; yaklaşımı sergiliyordu bunlara, fakat Kâmil Paşa düşmanlık­la tavsif edilebilecek bir hâ!et-i ruhiye içindeydi. Buna muka­bil,Ittihatçlann çoğu, meşrutiyeti biz elde ettik, fakat hâla Sultan Hamid'in vezirleri memleketi idare ediyorlar, Biz bize ait programlan nasıl ve ne zaman tatbike başlayacağız şek­linde parti içinde, evlerde, kurulan her sohbet platformların­da bunları konuşmaya başladılar.

 

Bu arada matbuat sansür idaresinden kurtulmuş, herkes insafı bir kenara bırakarak içindeki biriktirdikleri cifeleri kimin için olursa olsun ortalığa saçmaya başladılar. Tabii bun­lar siyasetin yenileri olan ahalimizde çeşitli hislerin meydana gelmesine vesile olduğu gibi ittihatçıların askeri kanadının si­yasetten anndınlamaması olayların sözle bir sonuca bağlan­ması gerekirken, beden gücü ve mermilere bırakılmasına se-beb olmaya başladığı görüldü.

 

Günümüz insanlarının 1977 ile 1980 yıllan arasında şahid olduğu anarşiyi gözünün önüne getirebilirse, bu dönemde yâni ittihatçıların, başda İsmail Mahir Paşa olmak üzere, Ha­san Fehmi ve Ahmed Samim Bey adlı gazetecileri öldürmek­ten çekinmediler. Çok yıllar sonra bu suikastların, İttihatçıla­rın silahşörlerinden biri olan Yakup Cemil Bey tarafından kurşunlandığı tesbit olunduğu yazılıp çizildi. Bu Yakup Cemil Bey, çok mert birisi olup,a yni zamanda pek nişancı bir İn­sandı. Ermeni Tehcir hareketi esnasında Ermenilere karşı sert tutumlar gösterenleri, sarkıntılık yapan muhafızları ceza-landırrnasmdaki şiddeti, bir ibret olması hasebiyle hayli cay­dırıcıydı.

 

Hemen bu arada yukarılarda da hatıratından bir alıntı yap­tığımız, Yakub Kenan Necefzâde 1967'de yayımladığı: "Sul­tan 2. Abdülhamid ve İttihad ü Terakki" adlı kitabında 50. sahifede, <NasıI Geldiler?> arabaşlığında şunları söyler: <Ni-ya>zi ile Enver ve meşhur Bulgar çete reisi Sandanski ' 31/Mart da Taşkışta<da pek çok Türk subay ve askerlerini öl­dürüp ve cesetlerini kefensiz ve namazsız şimdiki Hilton oteli civarındaki Surp Agop Ermeni mezarlığına üst üste göm­düler ve ittihatçılar bu hakiki şehidlerle birlikte nahak yere astıkları insanların kanlı ve boğulmuş, donmuş cesetleri üze­rine tahtlarını kurdular> demektedir. Daha sonra Şemsi Paşa ve Enver Bey'in eniştesi Selanik merkez kumandanı Nâzım Bey'in yaralanmasındaki ittihatçıları anlattıktan sonra şöyle

 

devam ediyor: <Öçüncü Ölüm ve kurşun Manastır polis mü­fettişi Sami Bey'e, dördüncü cinayete kurban gitme piyango­su Topçu Alayı İmamı Mustafa Efendi'ye isabet ediyor> de­dikten sonrada, İttihatçıların reisleri İstanbul'a geldikten son­ra nice insanları Bayezid ve Sultanahmed meydanlarında İpe çekiyorlar demektedir. Yakub Kenan Necezâde'nin nakli olan hassas şâir Ali Hadi Okan Bey'in çı karmakta olduğu Yeni Cephe adlı haftalık gazetesinin 23/7/1951 tarihlisinde neş­rettiği şiirinden şu mısra ile Sultan Hamid'in dokuz defa sad-rıazam yaptığı Said Paşa hakkındaki beyti sayfamıza alarak ziynetlendirelim:

 

"Padişah lûtfiyle konmuşken mürüvvet, devlete Münki'i inam olup kıydın veliyi nimete" demek suretiyle Şapur Çele­bi (Said Paşa) hakkında târihi hükmünü şâir yüreğiyle veri­yor.

 

Meşrutiyetin ilânı peşinden gerek heyet-i askeriyede ge­rekse, mülkiyede yapılan tensik çalışmaları, hayli mağdur ve mâzul meydana getirmiş, hâttâ sadaret binası karşısında bulunan bir kıraathaneye, Mazûlin Kıraathanesi adı verilmiş­ti. Burada görevlerinden alınmış bulunan mutasarrıf, kayma­kam, kâtibler, kadı'ları bulmak kabildi. Burada yeni bir göre­ve atanabilmek için toplaşıyorlardı.

 

Ote yandan da Kıbrıs kökenli biri olan Derviş Vahdeti isimli zat, bu gün bile hakkında yazılmış makale ve araştır­malara bakılırsa tam bir hüküm verilemeyenler arasında bulunmaktadır.

 

Ancak; yazdıklarını Volkan adlı gazetesiyle okuyan dindar insanlar, memnun kalıyor ve yanlışlıklardan haberdar olur­ken, dine mübalaatı zaif olanlar ise, yazılanları milletin mu­kaddesatını istismar ediyorlar demek suretiyle, bu gün yaşa­dıklarımızın tıpkısını yaşıyorlardı. Yalnız Vahdeti, İttihad-ı Muhammedî adlı bir cemiyet kurupda manevî başkanlığına İki Cihan Serveri (s.a.v) Efendimizi seçtiriyordu. İşte bu haber pa- dişah Sultan Harnid'e ulaştığında, padişahın <Bir bu ek-siktî> dediği kuvvetli rivayettendir.

 

Bakınız Öztuna Bey, Büyük Türkiye Târihi adlı değerli ese­rinde nasıl bir yorumla 31/Mart Vak'asına, Derviş Vahdeti'nin Volkan gazetesi olmak üzere Sultan Hamid devrinde mevcud bulunmayan tam mürteci bir kısım basın, halkın mukaddes hislerini tahrik etmiştir, dedikten sonra şu satırları döşüyor: "Buna rağmen Rumi takvimle 31/ Mart/V aka'ası'denen 13/fİisan/1909 irtica hareketi, milletten oe halkdan gelme­miştir. Türk milleti, târihin hiç bir devresinde irticadan yana olmamıştır. Hâttâ Mart ihtilâlinin başına az ve çok ehemmi­yetli bir tek kişi bile geçmemiştir. Hareketin en büyük lideri Hamdi Çavuştur. Asiler kendilerine subaylar ve devlet adam­ları arasından bir lider bulamamışlardır.

 

31/Mart olayı, tam manasıyla aydınlığa çıkmaktan uzak kalmıştır. Başta Şeyhülislâm Cemaleddin Efendi olmak üze­re, devrin bir kısım ricali, bu olayı Suttan Hamid'i devirmek ve iktidarı tam manasıyla ele geçirmek için İttihat ve Terak­kinin hazırladığını ileri sürmüşlerdir.

 

Dayandıktan delil isyanı çıkaran Avcı Taburlarının bir kaç hafta önce Selanik'ten İstanbul'a getirilmiş olmasıdır. Gerçek­ten padişahın şahsına çok bağlı 1.Orduya güvenemeyen bu ordunun subaylarına nüfuz edemiyen ve merkezi Selanik'de bulunan 3.Orduya dayanan İttihatçılar, irtica olaylarını çı­kartan taburları<nlgâhban-ı hürriyet>, <muhafız-ı meşrutiy-yet gibi şaşaalı ve demagoji kokan isimlerle İstanbul'a sev-ketmlşlerdi. 1.Ordunun başına getirdikleri genç Müşir Mah-mud Muhtar Paşa, İttihatçıları tutuyordu. Sonradan İttihad ve Terakkinin en azılı muhaliflerinden olan bu zat, Gaazi Ahmed Muhtar Paşanın oğludur.." diyen Öztuna bu eserini tab ettirdiğinde târihler 1978 yılını bulmuş, nice hatıratlar, nice hatıralar, araştırmalar yayımlanmış tertibin hedefinin yarım kalan Sultan Hamid'in tahtdan indirilmesini ikmâl etmek ol­duğu büyükten küçüğe herkes tarafından kabul edilmiştir. Öztuna Bey'de bu maksad-ı hakikiyi şüphesiz bilir ne varki bu cümlelerle geçirmeyi lüzumlu bulmuştur. Hele hele, İtti hatçıların vurucu bir silahşoru olan Mustafa Turan'ın itirafları yayınlandığında bu hususun artık gizli tarafı kalmamıştı.

 

İrtica kelimesini burada islâmla özdeşleştiren masonlar ve onların bu hesaplarına dikkat etmeyenler bu ihtilâli irtica di­ye vasıflandırmakla mason plânlarına yardımcı olmuş c!u-yorlar. Meselâ padişahı çok seven Avcı Taburlarına yapılan­lar, onların abdest almalarını bile önlemeye suları kesmek suretiyle tahrike dönük hareketler, meşhur Ömer Naci'nin din adamı kılığına girerek Taşkışla'da yaptığı konuşmalar, askeri fötr şapka giymeye mecbur edecekleri hakkında yap­tığı konuşma ir tica olmuyor, fötr şapka giydirilecekleri söy­lenenlerin buna itirazları irtica oluyor. Bu bakımdan dönemin en iyi tarihçileri arasında yer alan Öztuna Bey, burada her ne kadar Sultan Hamid Hân'ı vikaye ediyorsa da, sessizce irtica adını İsiâmi bir itirazın üzerine kötüleme şalı olarak atmaktan imtina etmiyor.

 

Şimdi Meşrutiyetin 2.defa meriyete girmesinden sonraki safahatın bazı mühim bölümlerini Sadaret telgrafhanesi Şifre kâtibi Mehmed Selahaddin Bey merhumun Bildiklerim adlı eserinden takibe alalım:

 

 

 

Meşrûtiyetin Birinci Kabinesi-İlk Sadrazamı Ve Şeyhülislâmı

 

 

Yukarıda kısaca ifade ettiğimiz gibi sadrazam Said Pa-şa'nın istifası üzerine anayasanın ilgili maddesince tarafı es-raf-ı cenâb-ı padişahîden meşrutiyetin ilk hükümetini kur­mak üzere vazifelendirdiği gerek sadaret, gerekse hariciye gerekse de dahiliye işlerindeki büyük birikimi ve dehası mü­nasebetiyle Kâmil Paşanın getirilmiş olmasına inzimamende şeyhülislamlık, onsekiz yıl aralıksız bu vazifede şerefle hiz­met etmiş bulunan Muhammed Cemaleddin Efendiye veril-mişdi. Yine evvelce olduğu gibi alay-j vâla ile babıâlî' ye ge­linmiş dualar okunmuş, böylece de meşrutiyetin ilk kabinesi meşrutî hükümlere uygun olarak kurulmuş oluyordu.

 

Kâmil Paşa gibi dış dünyada olsun, içişlerimizde olsun eh­liyeti herkesçe kabul gören bu ihtiyar zâtın te'siri kabinede müsbet mânada işlerin yürümesine yol açdı. Ayrıca meşruti­yetin getirmiş olduğu ecnebi devletler mütebessim, ilişkiler kurabilme şansını denemeye kalktıklarında müşfik ve açık görüşlü bir idareyle muhatab oldular. Osmanlı devleti, mül­künde bayındırlık işlerinde bir hayli yapılacak iş olduğunu görmüş bulunmalarından dolayı ve bu işleri yapmak İhalele­rini alabilmek için avrupa para kasalarının idarecileri İstan­bul'u cemm-i gafir halinde ve sık sık ziyaretlere başladılar.

 

Bütün bu olumlulukları gören İttihad ve Terakki cemiyeti­nin reisleri, menfaatperest kişilerin servet ve sermayenin ka­salarını açıp devlete her türlü yardımı davet eden hâlin, hü­kümetin hâiz-i itimad ve emniyet olmasından doğmayıp, meşrutiyetin ilânının temin eylediği bir hâl olduğu ve kendi­leri dahi hükümet-i idareyi ele alsalar, hem şahıslarının hem rnernjeketin istifade edeceği zannı bâtılı, kötü düşüncelerini bulandırmış olmalı ki inkılabın başlangıç döneminde, cemi­yete dâhil olan bir takım kötü niyetli kişiler, meşhur eşkiyala-rı baslarına toplayarak kabinenin disiplinperverânesine taban tabana zıd, dini âdaba ve islâmiyyeye ve de kanuni mevzu­ata tamamen muhalif olan gasp, yağma gibi hallere cesaret­le eski vekiller ve devlet memurları ile milletin zenginlerinin hanelerine hücum etmek, bazılarını çeşitli zulüm ve işkence ile sokaklarda sürüklemek ve de mevcud nakit paralarını zorla alma ve gasp eyleyerek memleketi anarşi ortamına oturttular.

 

Türlü türlü bahanelerle de yardım almağa ve bunları topla­yıp kendi keselerini dol durmaya başladılar. Böylece de hü­kümeti müşkül bir duruma sokmuşlardır. Kâmil Paşa Hz.leri sadaret makamında bir hayli yorulmuştu. Çünkü bir tarafdan saydıklarımızın irtikâb ettiği günahların önünü almak, bir ta­rafdan da devlet memuriyetine dahil olmayacaklarını beyan eden, cemiyet-i ittihadiye reisleri ve âzalarının, müsteşarlık ve valilik gibi vazifelere yerleştirilmesi için hükümete baskıya ve bunların kanunî vasıflara hâiz olmayan câhil ve değersiz bazı kişilerini de ayan meclisine sokmak gibi biçimsiz mü­racaatlarına son vermek ve asayiş ve de disiplini memleket mihverinde devam ettirmek çâresini temine pek gayret gös­termiştir.

 

İttihatçıların çeşitli suçlarına ve memuriyet talebi ile babı-âlî'yi sıkıştırma teşebbüslerini iyice tedkıyk edersek, Kâmil Paşa Hz.lerinin sadaret makamında bulunması, birliği gerek­tiren gizli cemiyetlerin hastalığına uygun gelmediğinden, KâtiliPaşa hakkında da, var olan iç ve dış âlemdeki itimadı izâle ettirerek Kâmil Paşanın infial ve iğbirarını celbedip ma­kamını terke mecbur kılma çâresinin aranmasıydı. Bahse konu cemiyet bu hususda emir vermiş olup, hâl bundan baş­ka bir şey değildi.

 

Selâmet-i vatan ve milletin saadetinden başka bir düşünce taşımayan ve hiçbir kimseye karşı kin ve düşmanlık taşıma­yan siyaset tedbirlerinin bu pîr'i, Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa ilk önceleri, ittihadçılarında aynı his ve fikri taşıdıklarını zan­nederek, meşrutiyetin gözcüsü ve koruyucusu demek olan meşrutiyet-i nigehbân zannetmesi, bu vasıflardanda pek uzaklaşmış olan cemiyet azalan yüzünden, ülkenin göreceği zararı ve tehlikeleri kovalamak için gereken nasihatleri yapa­rak, düzelmelerinin çâresini aramaya teşebbüs etmişse de, bahse konu haşaratın, reva olmayan muamele ve müstebid tarzdaki hareketlerinden vazgeçilemeyeceğini, şahsi ve nef­si düşüncelerinden başka dünyada bir düşünceleri olmayan, memleket ve millete karşı en ufak bir hürmet hissi ve mu­habbeti taşımayan ve her türlü faziletden mahrum ve çeşitli cinayetler ile fenalıkları yapmaya hazjr ve eğilim taşıyan sa­dece vatan ve millete değil, insaniyet âlemi için varlıkları bir belâ ve tehlike olan ve de vatanperverlik örtüsü altında ve kisvesi tahtında şahsi menfaatlerini elde etmeye çalışan bu rezil ve hâinlerin vatan ve millet ile katiyyen bir alâkaları ol­madığını anlamış bulunuyorlardı.

 

Muazzez vatanımızı bu gibi haydutların eline terk etmek asırlardan beri bu hâli keşmekeşde yuvarlanan devletin ve ülkenin süratlenen bölünme ve izmihlalinin sebebi olacağını düşünerek bunların başka bir güzellikle ayıklanıp İslahları çâresini denemiş buyurduklarından, haberdar olan İttihadçı-ların Reis takımı bu haberden fevkalâde ürkmüşlerdi.

 

İstanbul'da bulunan Osmanlı askeri ile lâzım gelen tehdid-leri yapıp bunları yerine getiremeyeceklerini anladıkları için ellerinde silahlı bir kuvvet bulundurmayı düşünerek, bir bahane ile Rumeli de bulunan "Nigehbân-ı Hürriyet" dedikleri Avcı Taburlarını Selânik'den getirtip, bu tavırlarla sarayı ve babıâlî 'yi tazyik ve tehdid küstahlığına da cü'ret edip, Kâmil paşa kabinesinin düşürülmesi çâresini aramakdan geri dur­madılar.

 

İçlerinde en tanınmış olanı ve cemiyet-i ittihadi'yeyi kuran reislerden ve kabinede adliye nazırlığı görevinde olan ve ce­miyetin takip ettiği tarzı tasvip etmeyen Manyasizâde Refik Beyefendiyi bile tehdide kalkıştılar. Refik Bey'in önce kalbini yordular az sonra da adamın ölümüne sebeb oldulardı! Kâmil Paşa kabinesinde, dahiliye nâzırlığıyla görevli Hüseyin Hilmi Paşa, bu hain serserilere boyun eğiyor ve onlara uymakdan kendisini bir türlü almamaktaydı. Bunların; kendisini (H.Hil­mi Paşayı m.h) makamı sadarete getireceklerini vaad eden­lere, makama kavuşmak hırsı ile gözleri adetâ kör olmuştu.

 

Geleceği, milleti ve devleti feramuş (unutmuş) ederek, bu hezele ile birleşerek kabinenin düşmesi için bütün kuvvetini, bazuya verip çalıştığından vatan ve milletimizin bu hâl-i felâ­keti ve bölünmeye maruz kalmasına H.Hilmi Paşanın böyle davranışı sebeb olmuştur. Bu sebeb, yegânedir desek yeridir.

 

Böyle taarruz, tazyik ve tehdid ile müdehaleye uğramadan bir anı geçmeyen Kami! Paşa kabinesi, tabiatıyla ümmid olu­nan icraatı yapamadı. İslahatı ise; tamamiyle tatbike koyma­ya meydan bulamamışsa da, anarşi hâlinde olan ülke asayişi temine ve seçimleri yaptırmakla mebuslar meclisinin açıl­masına korkmadan çalışmış idi. H.23/zilkade/l 326-R. 4/arahkl324-M.17/aralık/1908 de mebusan meclisinin açıl­masına muvaffak olmuştur.

 

İngiltere devlet-i muazzaması, dersaadet büyük elçiliğine tâyin buyurulup meşrutiyetin başlarında şehrimize gelen Sir Levatr cenahları hakkında İstanbul ahalisinin,  ittihad ve terakkinin bir kaç âzası müstesna olduğu halde, bahse konu cemiyet diğer azalarıyla beraber gösterdikleri eserler hüsn-ü kabul, hürmet ve fevkalâde muhabbetden ve İngiltere deviet-i muazzamasıyla, devlet-i âliye' nin eski dostluk ve muhab­betleri olan bazı avru-pa düvel-i muazzamasınin, kabine hakkında perverde eyledikleri eser-i muhallesat yâni biribi-riyie iyi geçinmeleri dostlukları şark'daki siyasî menfaatleri­ne menfi tesirler etmesinden telâşa düşmüşlerdi.

 

İttihad ve Terakki cemiyetinin yegâne koruyucusu; Al­manya imparatoru 2.Wilhelm ile İttihatçılar arasında, önemli ro! oynayan gizli cemiyetin, özellikle memurlar göndererek hükümetin behemahal sükût etmesini sağlanmasına bakıl­ması, bunu temin için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmaması için talimat verilmiş ve bu emrin tatbikatınada göz kulak ol­mak için ayrıca kontrol memurları tâyin edilmişdi. İstan­bul'daki Doyçe bankın ve Ana-dolu şimendifer idâresinin ka­salarını İttihad ve Terakki cemiyetine açarak, Türklerin ha ki­ki dostu ve eskiden beri böyle olan İngiltere devleti fâhİmesi-ninde, te'sir ve politikası nın Osmanlı ülkesinde tutunmama-sına gayret edilmesine rağmen Anadolu şimendiferleri direk­törü Mösyö Heknin vazifelendirildikten sonra, İstanbul'daki Alman sefaretinede Berlin'den verilen emirde, sefaretin ce­miyetle dâima temasda bulunarak menafi-i siyasiye ve ikti-sadiyelerine külliyen münafi olan böyle bir halde cemiyetin kurucuları ve reislerinin men edilmesi için takyidat-ı basiret-' kâranede bulunulması emir ve işaret edilmişdir.

 

Gerek Almanya devleti gerek bahse konu cemiyetler bu uğurda yüzbinlerce liralar sarf etmekden çekinmeyerek; İtti­had ve terakki'nin, o dinsiz ve imansız üç-beş kişiden ibaret olan reis ve kurucularının mühim olanlarını daha önceden hazır etmiş bulundukları plân mucibince hareket ettirmeye muvaffak olmuşlardı. Malum ve mâhud bu ileri gelen şahıs­lar; meclis-i mebusan azalarına verdikleri talimatlar istika­metinde Kâmil Paşa kabi nesine, kanun-î hakkını: <Kanun-u Esâsîi ahkâm-ı münifesini ayaklar altında bırakarak> yâni; anayasanın güzel hükümlerinin ezilmesine aldırmayarak, bu kanunlara uygun harekâtı önlediler. Kâmil Paşa'nın; üç gün sonra vereceği izahatı da beklemeden, Paşa'nında meclis de bulunmadığı gün, hükümet hakkında itimad oylaması yaptır­dılar ve böylece Kâmil Paşanın istifasını sağladılar. Padişaha da, başda olmak üzere, herkesin tazyikler yapmağa başladı­ğı görüldü. Israrlar sonucunda Kâmil Paşa kabinesi düşürül­dü, fakat Kanuni Esâsı yi getirenler(î) onu ilk önce kendileri yaraladılar. İttihad cemiyetinin reislerinin affı kabil olmaz ha­reketleri yüzünden devlet ve ülkemiz bölünme felâketine doğru ilk adımı atmak zorunda bırakıldı.

 

 

 

Kâmil Paşa'ya Suikast Düzenlenmesi

 

 

Kâmil Paşa kabinesine güven oyu verilmeyen gün sadra­zam Hz.leri meclis'e gelmiş olsalardı, meclisin kapılarında ve koridorlarında hâttâ Ayasofya Meydanfnın çeşitli yerlerine yerleştirilmiş ittihad ve terakki cemiyetinin eşkıya ve fedaile­ri tarafından katledilecekdi. Bu cinayet plânının baş tertipçi-leri Almanların İstanbul büyük elçisi Baron Mareşal Dö Biyberştayn ve Almanyalı Müşir Golç Paşa'nın gizli tertibatına uyan ittihatçılar idi.              *

 

 

 

Hüseyin Hilmi Paşanın İlk Sadareti

 

 

Kâmil Paşa Hz.lerinin; meclisde anayasaya aykırı bir tarz­da, kabinesiyle beraber sükût etmesinin arkasından makamı sadaret, daha Önceleri ittihatçılar tarafından vaad etmiş bu­lundukları Hüseyin Hilmi Paşa Hz.lerine verilmesini temin et­mişlerdi. H.Hilmi Paşa bu vaadin yerine getirilmesinin karşılı­ğını, ittihadçılann ileri gelenlerini kabineye vekil (bakan) ala­rak ödedi. Böylece ittihad ve terakki devletin kalbi olan babı-âlî de de, bir merkez daha kurmuş oldular. Mülabei Sıbyan; yâni çocuk eğlencesi de denen bu kabinenin oynadıkları feci oyunların iki tanesini, okurlarımıza nakletsek, anlatmak iste­diklerimiz derhal anlaşılır.

 

1 Bunların birincisini 31/mart hadisesinin hazırlanması ve tatbike konulması teşkil eder, İkincisini ise, Sultan 2. Abdül-hamid hân'ın gayri meşru ve gayri kanunî şekilde tahttan in­dirilmesidir. Bu iki mühim olay hakkında; bilgilen olmayan­ları, ikaz ve dikkatlerini çekmek için bir miktar izahda bulu­nalım.

 

 

 

İki Olayın Hikâyesi!

 

 

Kötü bir âlet olarak, her hususda istihdam edilip kullanıl­mak üzere Selânik'den getirildiği beyan edilen Avcı taburları­nın 31/mart hadisesinin meydana getirdiği vede Sultan Ab-dülhamid hân hz.lerinin, tahtan indirilmesi için oynadığı rol; fesad cemiyeti ittihatçılarının minettar oldukları hâldendir. İlk anlatacağım olan bahsi bu teşkil edecektir.

 

Çünkü; bu taburların kumandanları; Selânik'li dönmeler­den (Avdeti), Remzi Bey gibi muhtexem(!) kardeşlerin reisle­rinden ve subayları da o kardeşlerin, Rumeli ve İstanbul 'un sokak aralarında ve ana caddelerinde öldürülüp şehid edilen hakiki vatanseverlerimizin katilleri oian ittihad ve terakki ce­miyetinin ün yapmış fedaileriydi. Böyle kumandan ve subay­lardan meydana gelen bir heyeti muhteremenin(!) sevk-ı idaresinde, bulunan taburların, erleri de aynı his ve fikre tâbi olduğu, gibi askerin tamamının pek büyük bir kısmı da, Ru­meli ahalisinden Rum ve Bulgar eşkiya çeteleri mensubları olduğundan, cinayet ve eşkıyalıkta da pek ustaydılar.

 

Ne derece itimada lâyık ve emniyetine inanılırlığı belirsiz bu taburların yapacakları hizmet, diğer taburların subay ve erlerinin yapamayacakları işlerden olduğu, ittihadçılarca ma­lumdu. 31/mart hadisesini, orduyu hümayun içinde vazifeyi bunlara yüklemek, İstanbul da bulunan diğer askerlerin dü­şüncelerini tahrike ve kafalarını karıştırmağa başladıar. İtti­hatçılar bu ve başka yollarla ahalinin saf takımını teşvik ve iğfale muvaffak olduğundan, 31/Mart isyanını çıkartmağa muvaffak oldular. Avcı taburlarının subayları, 31/ Mart günü er elbiseleriyle sokakları dolaşarak isyan ve kıyam eden asa-kir-i şahane ile ahaliyi tahrik edip daha sonra vak'anın inki­şâfı üzerine bir hayli rol oynadılar. Zâten tertib içinde oldu­ğundan Selânik'den yola çıkan Hareket Ordusuna katılmak üzere Çatalca ve Hadımköy istikametlerine firara başlamış­lardı. Birinci ve ikinci firka-i hümayunların da bulunan tabur­lar, mektebli ve ittihadçı subaylar bile mukaddes vazifelerini terk edip firar yolu ile Hareket^Ordusunu karşılamağa Çatal-ca'ya gittiler. Başlarında kumandan ve subay kalmayan ta­burların askerleri, tabiatıyla arkadaşlarına iltihak eyledikle­rinden olay bir hayli büyüdü. Böylece de olması icâb etme­yen vak'aların, meydana geldiği görüldü.

 

Bu fetrete ve isyana yâni emir ve kumandasiz kalma duru­cuna yedi sekiz ay süren cemiyetin akıl ve hikmete uygun düşmeyecek faaliyetini gören, bundan meydana gelecek va­hameti anlamaya başlayan bazı kişiler iltihak etmiş kadro hâricine çıkarılan eski subaylar dahi kendilerine kumanda etmek için isyan etmiş askerler tarafından evlerinden zorla getirildiğinden, işler ittihatçıların aleyhine dönmeğe başla­mıştı.

 

Hüseyin Hilmi Paşa kabinesi oynamış olduğu bu oyunun kendi aleyhlerine dönmüş olmaları yüzünden korkuya düşüp herbiri birer tarafa kaçışmaya başlamışlardı. Nefislerini kur­tarabilmek için Sadnazam H.Hilmi Paşa ve kabinesi istifaları­nı verir vermez, adetâ sır oldular. Bu sebebdende memleket hükümetsiz kaldığı gibi isyan içinde kalmakda ya şandı. Sul­tan Abdülhamid derhal Ahmed Tevfik Paşayı makamı sada­rete getirdi.

 

 

 

Ahmed Tevfik Paşanın Sadareti

 

 

Sadaret makamına 2.Abdülhamid hân hz.Ieri tarafından getirilen A.Tevfik Paşa, kabineyi ülkenin tanınmış kişilerin­den meydana getirdi. Karışıklığın; uyandırılan ümidfer saye­sinde giderilebileceğini düşündüğünden olacak, hemen ted­birleri almaya başladı. Kabinede Harbiye Nezaretini üzerine almış bulunan büyük Müşirlerden Gazi Edhem Paşa hz.leri-nin gayret ve himmetiyle isyan hâlinde bulunan askerlerle, ahaliyi ikna eyledi. Arkasından genel af ilânının getirdiği ümidleri arttıran hususlar, isyanın önünün alınmasını sağladı.

 

Fakat bütün bunlar olurken; Hareket Ordusu adi altında, Selânİk'den yola çıkan ittihatçıların ordusu, İstanbul'a duhul edivermişdi. Şehre hiç bir mukavemete maruz kalmadan gi­ren bu, isyancılar taifesi hâline gelmiş ordu, büyük bir eşkıya çetesinin yapabileceği terörü ifa edeceklerden farksızdı...

 

Rumeli de; meşrutiyet ilânından sonra teslim olmuş, ne kadar Bulgar ile Rum ve Arnavud çeteleri varsa, bunların ta­mamı bu hareket ordusunda mevcutdu. Selânik'in Dönme Yahudileri ve buna benzer haşaratda, bu orduya katılmış ol­duğundan, bu gibi haydutlar ile teşekkül etmiş olan ittihatçı­lar çetesi İstanbul'a girdiklerinde karşılarına çıkan müslüman kıyafetinde olan herkese saldırıp katletmeğe başladılar. Her tarafı yağmalamağa koyuldular. Kışlalarına çekilerek vazife­lerini ifâya çalışan askerlerimizin kışlalarını abluka altına ala­rak, düşman ordusunu top salvosuna tutar gibi bombardıma­na geçdiler. Bu hengâmede otuz bin askerimizi toprağa dü­şürüp büyük bir cinayetin mürtekibi oldular.

 

 

 

Ceza Alacaklarına Ceza Veren Oldular!

 

 

Bu yapılan şüphesiz ki bir "alessultan-ı huruç îdi" buna cüret eden Mahmud Şevket ve Ferik Hüseyin Hüsnü Paşala­rın kumandasındaki eşkıyalar güruhu, komutanlarından en küçük neferine kadar askeri ceza kanunlarının uygun mad­delerine binaen, idama götürülmeleri icâb ederdi ve bu ko­kuşmuş cemiyete ubudiyet ve hulûs çakmak için bahse ko­nu canileri alkışlıyan elleri de icab eden cezalara çarptırmak gerekirken şaşılır ki; bu haydutların yol açısıyla halife-î rûyi zemin ve padişah-ı islâmiyan olan Sultan 2. Abdülhamid han hz.lerini tahtdan indirmeleri ümmetin büyükleri ve milletin vekilleri ve hükümet ile ayan (senatörler) için, İlelebed çatıl-nıak da haklı olunacak durumlardandır.

 

istanbul'a girdikten sonra yaptıklarını bir miktar yukarıda-da anlatmağa çalıştığımız bu şekavet topluluğu üstelik is-yancılıkdan çıkıp hem itham eden, hem de cezalandıran yargıç makamına geçtiler. Çünkü kurmuş oldukları örfî idare ve buna bağlı  1  ve 2 numaralı divan-ı harb-i örfî adlı askerî mahkemeler, eski vükelâ-yı ve askerleri, devlet memurlarını ve sarayın erkânını, ittihatçıların menfaatlenmelerini önleme­yi, hizmet-i millet ka-bul edenleri ve bunların (İttihatçı çete­nin) hareketine karşı hareket yapmayı tasavvur ed enleri, bir çok muharrir ve iktidar sahibi kimseleri, Sultan Mahmud'u sâni'nin sonunu getirdiği yeniçerilerin, "tut-kap" usûlüne uy­gun olarak, rastladıkları yerlerde yakalayarak Harbiye Nezâ-reti'nin bahçesinin Süleymaniye Câmü kapısına yakın yerin­deki Bekirağa Bölüğüne hapsetmekteydiler. (Tabii bu günkü İstanbul Üniversitesinin olduğu yeri tarif ettiğimizi biliyorsu­nuz. M.H) Yakalanıp da, hapse konan kişilerin gün begün sa­yıları çoğaldığından hapishanenin üst katındaki itfaiye teşki­lâtı dâhil, bir kaç asker koğuşu boşaltılarak çâre arandiysada neticede zulme uğrayan kimselerin sayısı durmadan arttığın­dan daha sonraları Dâire-i Askeriyye-Î ümur-u Nezâret-i bi­nası karşısındaki, Çifte Saraylar bile hapishane olarak kulla­nılmağa başlandı. Yapılan bütün bu işlerin mağduru olan ki­şiler büyük eziyyetler ve açlıkla mücadele edip dayanmağa çalıştılar. Ancak .yapılanlar akla hayale gelmez cinstendi ve milletimizin insanına reva görüldü.

 

İttihatçıların cemiyetinin o rezil kurucu ve reisleri ve de meşrutiyetin kurucusu ve kahramanı addedilen Enver ve Ni­yazi'ler ile onların cânilikde, bir hayli ileri olan fedaileri, tara­fından tutukluların ve hükümlü mazlumların bazıları, gündüz veya gece ve belli olmaz zaman diliminde bu ahlaksız canile­rin bulundukları harbiye nazırlığı binasının odalarına getirtilir 'çeşitli hakaretlere maruz bırakılarak bu esere almaya utandı­ğımız sözlerle izzet-i nefisleri rencide değil, adetâ ayaklar al­tına alınmaktaydı.

 

Şeref-İ Adalet Ve İki Şahsiyat

 

 

Bu sakim anlayışın, kendi düşünce ve yollarındaki engel, sağ duyuyu ortadan kaldırmak için, her gizli ve açık darbele­rin taşıdığını, bir daha ortaya koyduğunu görüyoruz. Bunu yapacakları vasıtaların başında da adaleti ileri sürerler, fakat adalet yerine talimat almaya amade hâkimleri tercih ederler. Ve de; bu aradıklarını bulduklarını târih dâima önümüze koy­maktadır.

 

Buradan hareketle bu rezil ittihadçıların kurmuş oldukları yukarıda adı geçen divânı harblerin birincisini teşkil eden he­yette yaşlı başlı, namuslu ve erkânı askeriyyeden hakkıyla haberdar, vicdan sahibi kimseler, zamanlı zamansız sorguya alınanların durumlarından haberdar olduklarında ve adalet il­kesi anlayışına aykırı bulduklarından böyle gayrihukukî dav­ranışlara cesaret edenlere, yaptıkları hâinane davranış yüzünden öyle ağır azarlamalarda bulundular ki ve tekrarın­da da, pek ağır şekilde kanunu tatbik edeceklerini bildirerek, yönlendirilmelerine kalkışacaklara cesaret vermediler.

 

Bir de; Topçu Hasan Rıza Paşa divan-ı harbî de denilen 2.divan-ı harbî heyeti hâkimesi vardıki, ittİhad ve terakki he­yetinin yirmiüç-yirmibeş yaşındaki azalarından olan genç su­baylardan meydana gelmişti. İşte bu heyet-i hâkime, diğer heyet gibi yapmak şurada dursun, kendilerini cemiyetlerine beğendirmek gayesiyle her türlü haksızlığa geçid vermekten başka, gayrikanuniliğe saparak bir iki sene hapis cezası veri­lebilecekken veya hiç de ceza almaması gereken mazlumla­ra idam cezası vermekten, yüzlerce insanı Ayasofya ve Ba-yezid meydanlarında, asılarak hayatlarına son vermek kara-rını almaktan çekinmediler. Böylece kendi vicdanlarını yakıp ahiretlerini berbat ederlerken cemiyetlerine yaranmak onlara tatmin verdi mi? Cemiyete karşı böyle gayrimeşru yolla hiz­met veren 2. harb-i örfî divan reisi ve heyeti yaptıkları gayri kanunilik yüzünden Osmanlı hukuk tarihini de kirlettiler

 

 

 

31 Mart Yağması

 

 

31/Mart/1325-14/Nisan/1909'da, meydana gelen meşhur vak'a, Osmanlı devletine bir miktar saygı ve sevgi duyan, maziye cesaretle sahiplenen insanların yüreklerinde izdıra bi hissettiği günlerden bir günü yâd ettirir. Târihin en siyasî pa­dişahını tahtdan indirenlerin milletimizin kol ve kanadını kır­maktan başka hem islâm âlemini hernde bütün cihanı pusu­lası bozulmumuş bir geminin dalgalı denizlerde seyr-i sefain etmesine benzettiler.

 

Bütün bunlar 1909 senesinden beri yazılıp çizildi. Lehde ve aleyhtekiler kalemlerini oynattılar. Biz 93 sene sonra târih çalışmamızın sayfalarına taşıyarak, hatıratlardan ve makale­lerden gelen bilgiyi belki de ilk defa Osmanlı târihi içine sok­muş oluyoruz. Böylece eğer talebe evladlarımız ders kitapla­rından ayrıca yardımcı kitap okuma alışkanlığı kazandığı takdirde olanlara daha çok vâkıf olabilecek insan sayısı ziya-deleşecektir.

 

Şimdi; 1 7/Nisan/1919 senesinde bir mânada menfur 3l/Mart olayının lO.senei devriyesinde İKDAM Gazetesinde aşağıya alıntıladığımız yazı neşredilmiştir: "Hareket ordusu; Sultan Abdülhamid'i, tahtdan indirdikten sonra yaptığı Yıl­dız Yağmasında, 5'erlik 500 bin Osmanlı banknotu, 25 bin adet beşibiryerde Osmanlı altunu almıştır. Yağma hakkında resmi rapor, 17/Nisan/1919 tarihli İkdam Gazetesinde neş­re dilmiştir. Buna göre Mahmut Şevket Paşa, çeşitli pan-tantif taç yüzük, bir altun manfal, Hüsnü Paşa, murassa tütün tabakası, bir gerdanlık, Hareket ordusu erkânn-ı harp reisi Mirliva Ali Paşa müteaddit küpe ve yüzükler, Hasan İz­zet Paşa, halılar, seccadeler, kravat iğneleri, murassa taç, Enver ve Cemâl Beyler (sonra paşa) damad İsmail Hakkı (Okday), en kıymetdar eşyalar, mobilya, vazolar, muhtelif pırlantalar ve çok miktarda zümrüt ve külliyat. Ahmet Rıza Bey (Ayan Reisi) kıymettar yemek takımları, murassa saat, zikıymet çeşitli eşyalar. İsmail Hakkı Bey (Bursa Valiliğin-deyken vefat eden) 2 bin altunlira kıymetinde bir zümrüt yüzük. Emniyet eski müdürü Hicaz eski valisi Galip Paşa muhtelif cins kadın murassa süs malzemeleri. İsmail Hakkı Bey'in biraderi Cafer Tayyar (Eğilmez paşa) ve Mehdi Beyler inci küpeler, pırlanta yüzük, kıymetli rovelverler (tabanca­lar) Elmaslı ve incili gerdanlık. Yakup Cemil mühim miktar­da tahvilat. Karasi mebusu Hüseyin Kadri Bey zümrüt kol-yeli murassa bir hançer. Çerkeş Kemâl Bey müteaadit ve kıymetli külliyat (kadın eşyası) Hüseyin Cahid Bey murassa hokka takımı, iki adet murassa saat. Cavit Bey ve Karaso Efendi mühim ve muhtelif miktarda kıymetli elmas. Bolu eski mebusu Habib Bey; muhtelih cins tahvil. Vehib Paşa çok miktarda hisse senetleri kıymetli ve murassa kravat iğ­neleri. Hareket ordusunun fedaileri de pek çok kıymetli eş­yayı yağma eylemişlerdir. Bir rivayete göre Abdülhamid Hân'ın Selanik'e gönderilirken çantası elinden alınmıştır. Bu çantadaki mücevherleri^ kıymeti 900 bin altundur. (1919'daki kıymetle 125 milyon lira etmektedir) Bu çanta­yı o târihlerde Hürriyet Ordusu kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ile oğlu eski Taşlıca kumandanı Ali Rıza Paşanın, Ab­dülhamid Hân'ın elinden zorla aldıkları kaydedilmektedir. 16/nİsan/1919 tarihli İkdam Gazetesinde bu çanta mevzu­unda dikkate değer bir yazı vardır. (Sonradan bu çanta eski şehremini Tevfik bey ile İstanbul reji müdürü Hasan İzzet beyler ile Ayan reisi Ahmet Rıza bey, Cemâl ve Hafız Hakkı Paşalardan müteşekkil Yıldız tahliye heyeti tarafından Hare­ket Ordusuna teslim edildiği söylenmektedir. Bu mücevher ve nakit paranın Hareket ordusu erkânı arasında taksim edildiğinin tevatüren söylendiği bir gerçektir. Not: Bildbilan elmas kolleksiyonları Midhat Şükrü'nün hanımı vasıtasıyla Paris'de bir Ermeni kuyumcuya satılmıştır.

 

 

 

2. Abdülhamid'in Hal'î

 

 

Mazlum milletimizin insanlarını çeşitli sıkıntılar, açmazlar içinde hapishanelerde ve darağaç'lannda zulme maruz bıra­karak masonların talimatlarını yerine getirmeye çalışan İtti­hatçılar çetesi; bir tarafdan da İslamların halifesi ülkenin pa­dişahı Sultan 2. Abdülhamid'i tahtdan indirip yerine geçire­cekleri yaşlı ve hasta Sultan Mehmed Reşad'ın elinden devlet yönetimini, kendi arzularına kullanma plânına son rütuşları yapıyorlardı.

 

Hareket Ordusunun Ayastefenos'da yâni Yeşilköy'deki sahrada kurmuş oldukları karar gâhlarına yakın olan, Yat klübünde eski sadrıazamlardan ve ayan reisi, Mehmed Said Paşa riyasetinde topladıkları iki meclisin üyelerinden alınan karar muvacehesinde Hareket ordusunun İstanbul'a girme müsaadesi verildi. Böylece bu orduya bağlı birliklerin, şehre girmesine müsaade eden Meclis-i mebusan, tam tersine: "bu birlikler emir ve ko-muta dahilinde teşekkül etmiş birlikier değildir. Âsiler güruhudur" diye bir karar alsa idi o zaman tâ­rihin akışında kim bilir ne değişiklikler olurdu amma, târih il­mi böyle bir soru sormaya pek birşey demiyor amma verdi­ğiniz cevaplan ise kabul etmiyor.

 

Çünkü olan olmuştur. Olanı değiştirmek kabil değildir an­layışı, realistçe anlayış kabul edilmiştir. Tâ ki yeni tevali ede­cek vak'alarda bu tecrübeler göz önüne alınıp hareket edilir­se ki târih ilminin maksad-ı esasında bu madde olup pek önemlidir, o zaman ne âlâ'dır.

 

Bu düşünceler ışığında mebusan; kendilerine ahaliyi tem­sil etme hakkı veren padişahı, Yat Klübünde Osmanlıyı oniki sene içinde batıracaklara, teslim etmiş oldular. Ve başlarında da, defalarca Padişah Abdülhamid hân'a, defaatle sadrazam­lık yapan Mehmed Said Paşa olduğu halde bu mânevi cina­yeti işlediler. Yıldız Sarayı'nın sadık bekçileri Arabla, Arnavut ve Anadolu taburları birer bahane ile değiştirildi. Yerlerine konanların Hareket Ordusunun taburları olduğunu ifade ede­lim. Bu işde halledildiğinde; artık Sultan Abdülhamid'den korkacak bir şey kalmamıştı.

 

 

 

Mebusların Meclisde İknası!

 

 

Netice itibarıyla Yat Klübde alınan karar gayri resmî suret­te alınmış idi. İşin resmî olanı Meclİs-i Mebusanda gündemli toplantı ile yapılandı. Bunu sağlamak için İttihadçüarın hazir-layıp, Mahmud Şevket Paşanın çekdiği, Yıldız Sarayının her çeşit haberleşmeden mahrum edildiğine dâir telgrafı üzerine ayan ve mebusları meclisde topladılar. Meclise davet olunan Fetva Emîni semahatlû Nuri Efendi hz.lerinin, Antalya me­busu Elmairiı Hamdi (Yazır)*Efendi'nin karalamış olduğu fet­va müsveddesindeki ifadeleri şer'i şerife aykırı düştüğünden tasdik olunmadı.

 

Bu vaziyet karşısında; Hüseyin Hilmi Paşanın sadareti mü­nasebetiyle şeyhülislâmhkdan istifa etmiş bulunan Cemaied-din Efendinin yerine meşihata getirilmiş bulunan Rumeli Kazaskeri Ziyaeddin Efendi gördüğü tazyik karşısında, kerhen yukarıda bahse konu ettiğimiz müsveddeyi bir fetva hâline getirip, İmzayı basdı. Böylece de şer'an fetva tamamlanmış oluyordu. Hâl edilmeye lâzım gelen evrak tamamlanıyordu. Sultan Abdülhamid hz.leri 7/rebiüIahir/1327sene-i hicriyye-14/nisan 1325 senei rumi-27/nisan/l909'da salı günü taht-dan indirilirken aynı günde veliahd Mehmed Reşad Efendi saltanat-ı padişah ve makamı hilâfete geçmiş oluyordu. Mahlû hakan ailesinden bazı ferdlerle Selanik şehrine, mec­buri ikamete sevk olunuyordu.

 

 

 

Fetva'ya İhanet Eden İttihatçılar

 

 

Bir görüşe göre gayrimeşru olan fetva ile Sultan Hamid'in hâli kararını aldıran cemiyet, her hâl-û kârda diyanet-i islâ-miyyeyi bir âlet makamında kullandığı halde, padişah Sultan Hamid hakkında verilen bu kararın "şeriat-ı garra-yi Mu-hammediyye" diye uygulatırken, öte yandan eldeki anayasa­nın 11.maddesinde "devlet-i Osmaniyye'nin dinî islimdir." Şeklinde yazılıyken dine uygun şeriata bağlı bir kararın tebli­ğini yaparken, o dinin sâliklerinden olmayan şahsı, bu tebliğ­de istihdam etmek tabii ki gayri kanuni hallerdendir.

 

Çünkü Yıldız Sarayına tebligatı yapmaya gönderilenler arasında bulunan siyonist cemiyetinin, Osmanlının yıkılması­nı teminle görevlendirilen ve Selânik'de bir müddet kalmış, herkesin ne mal olduğunu bildiği Selanik mebusu ve İtti­hatçıların akıl hocası Emanuel Karaso'nun heyetle vazifelen­dirilmesi fetvaya ihanettir.

 

ittihatçılar; kendilerinin hazırlayıp gerçekleştirdikleri 31/mart vakasını 2. Abdülhamid ve onun yakın adamlarına isnad ettiler. Halbuki bizzat 2. Abdülhamid'in sadarete getirdiği A.Tevfik (Okday) Paşa'nın gayretleri vatanseverliği ve işbilirliği sayesinde kontrol altına alınıp,teskin olunmuştu. Eder Abdülhamid ve yakınları bu elîm vak'anın tertipçileri olsalardı, herhalde bu vak'a bittiği gibi değil, başka şekilde neticelenir, padişahı da taht' dan indirecek bir meclis-i me-busan dahi ortada kalmayabilirdi! Sultan Hamid'in Seiânik'e gönderilmesinin peşinden hareket ordusunun ittihatçıları, tam bir kör sadakatle bağlılığı neticesinde saklandıkları de­liklerden fırlayan me'şum cemiyetin azaları ve sabık kabine­nin üyeleri yeniden hükümeti kurmak sevdasına düştüler. Meşrutiyetin ilk padişah ve halifesi ilân ettikleri Sultan Reşad'ı derhal meşrutiyet anlayışının aksi istikametinde yön­lendirmeye gayrete girdiler.

 

Tevfik Paşanın, Sultan Reşad'ın huzuruna çıkıp, kabine üyeleriyle birlikte istifasını sunması ve yeni padişahın Tevfik Paşa'yı görevinde ipka etmesi ittihadçıları bir hayli kızdıran olaylardan biridir. Nihayet dayanamayan Sultan Reşad"ın; "Ben meşrutiyet kanunlarına uygun hareket ediyorum. Siz­ler buna uymayacaktinizda o zaman bizim bilâderin ne gü­nâhı vardıda mahlû eylediniz" demiş olduğu pek yaygındır.

 

Ne varki, komitacılar güruhu padişaha tebelleş oldular faz­la bir zaman geçmeden Hüseyin Hilmi Paşayı yeniden sada­rete getirecek olan kararın birinci merhalesi olan Ahmed Tevfik Paşanın ve kabinesinin azlini emreden irade-i seniyye-yi elde ettiler. Böylece 2. merhalede H.Hilmi Paşa kabinesi kurulduğunda, Mülabei Sıbyan yâni çoluk çocuk kabinesi denebilecek hükümet kuruldu.

 

 

 

Caniler Kabinesi!

 

 

Hüseyin Hilmi paşanın bu ikinci sadareti yukarıda konulan ara başlıkla yâd olunsa yeridir. Çünkü; bu kabineye mümkün mertebe ittihadçıların, dolduruldukları göz önüne alınır ve tatbikata bakıldığında görülecek olan manzara böyle isimlendirilmesinde isabetlidir. Bu kabine evvelâ Yıldız Sarayı yağmasını gerçekleştirenleri temize çıkardı. Daha da sonra yine Yıldız Sarayı baskını sırasında meydana gelen olayların nihayetinde mazlumların hakkını ortada bıraktı. Yine bir çok kişinin nahak yere katline ve idamına seyirci kaldı. Sultan Abdülhamid'i, bankalardaki nakit para ve senetlerini bağışla­maya icbar eden muameleye en azından göz yumması, bir gasp hükümeti olduğunuda ortaya koyar. Nihayet sokaklar­da hertürlü cinayetin, ittihatçılar tarafından işlenmişlerine müsaadekâr tutumları, verilen nâmı almaya hak kazandır­mıştır.

 

Caniler Kabinesi adını verdiğimiz İttihad ve Terakki cemi­yetinin; babıâlî şube-i merkeziyesi, Şeref Efendi sokağındaki ittihatçıların genel merkezi heyeti idare reisleri ilede birleşe­rek, Yıldız Sarayı hümayunun dan aldıkları mücevherat ve diğer kıymete haiz mallan, târihin yazmaktan yüzünün kıza­racağı bir suretde, sarayı hümayunda bulunan hizmetkâr ve kalfalardan, cebren ve işkence yaparak gasp ettikleri elmas gibi pek değerli eşyayı güya pederlerinden mirasmış gibi aralarında paylaştıktan sonra, ahalinin gözünü boyamak kasdıyla bir kaç parça mücevheri Avrupaya gönderip bunla­rın değeri olan üçyüzküsûr bin lirayı bulan küçük bir miktarı, Donanma Cemiyetine yardıma verdiklerini ve bir mikdar mücevher ve de parayı hazineyi hümayuna ve müzehaneye verdiklerini utanmadan ilân etme yoluna gittiler.

 

Şeklinde izahat veren Salahaddin Bey yine şunları söyle­mektedir: "..Bir âleti şer makamında ve her bir hususda is­tihdam olunmak üzere Selânik'den getirilen ve her cihetten şayanı itimat olan Avcı Taburlarının ifâ edecekleri hizmeti di­ğer taburlar, zabıtan ve efradının icra edemeyecekleri cemi­yetçe malum olduğundan, 31/mart hadisesinin ihdası vazife­sini bunlara tahmil İle İstanbul'daki askerlerin efkârın! tahrik ve tahdişe başladığı ve vesaiti şâire ile de sebükmağzanı ehaliyi teşvik ve iğfal ve ordu ile beraber ihitlâl çıkanlmas; temin edilmiştir. Vaka-i faciayı ihzar eden Avcı Taburları za­bıtanı, yevm-i hadisede (olay günü) nefer elbisesiyle, sokak­ları dolaşarak isyan eden, asker İle ehaliyi tahrikden ve va-ka'nın tevessü (genişlemesi) etmesi yolunda bir çok rol oy­nadıktan sonra zaten müretteb olduğu vech ile Selânik'den hareket eden ordusuna iltihak üzere Çatalca ve Hadımköy cihetlerine firar etmişlerdir. Cemiyet ve kabine oynadığı bu oyununun kendi aleyhine dönmesinden havf ederek her biri bir tarafa firara başladıklarından tahlis-i nefs sevdasına dü­şen Hüseyin Hilmi Paşa ve kabinesi dahi istifasını verip firar etmiş olduğundan, memleket hükümetsiz ve hâli isyanda kalmıştır. "Selahaddin Bey'den sonra ise bakın onsekiz sene şeyhülislâmlık görevi yapan Cemaleddin Efendi'de hatırat'ın-da:

 

"31/mart/hadisesinde önayak olan Avcı Taburları, ilân-i meşrutiyet-i müteakip Selânik'den Istanbula getirilmiş ve Kâmil Paşa tarafından geldikleri yere iadeleri teşebbü sünde bulunulmuşsa da, cemiyet kabul etmemişti. Meşrutiyetin muhafazası için getirilmiş taburlar, yaptıkları umulmaz dav­ranışla ittihatçıların var olan tesirlerine dahada güç katmış oldukları dikkat çekicidir." Demektedir.

 

 

 

Mevlanzâde Rıfat Bey'in İfşaatı

 

 

Pınar yayınları arasında neşrolunmuş ve Berire Ülgenci hanımefendinin hazırlamış olduğu Mevlânzadenin 31/Mart/Bir İhtilâlin Hikâyesi adlı eserinde ebedi muhalif, Mevlânzâde Rıfat Bey; Hüseyin Hilmi Paşanın olayın kopma­sı ile birlikte, ipi ucundan kaçırdığını hatırlatırcasına istifasını ve ardından ihtifa eylediğini bu günkü tâbirle saklanmak mecburiyetinde kaldığını ifade etmektedir. Bizde bu mütala­adan istifade etmeyi uygun gördük. Önce Mevlanzâde'nin son değerlendirmesinden bahseden kitabın satırlarına aynen yer verelim:

 

"..Olayların gidişatı, halkın tedirginliğini ve orataya çık­makta olan anar siyi ve durumun kötüye gitmekte olduğunu Başbakan Hüseyin Hilmi Paşa'dan önce gören değerli ilim adamları, acilen ileri gelenlerden Haydar Efendi başda oldu­ğu halde özel bir toplantı yaparak, elle tutulmak derecesine varan tehlikenin ortadan kaldırılmasına veya hafifletilmesine ilişkin görüş ve tartışmalarda bulunsunlar; toplantının netice­lerini ve kararları da; Muallim Fatin Efendi ve bir kaç değerli kişiyle beraber hükümetin başında ve fakat büyük bir gaflet içerisinde bulunan Hüseyin Hilmi Paşa'ya bildirerek alınması gereken tedbirleri bütün ayrıntılarıyla sunup, uyarılarını dile getirsinler de böylece meşrutiyetin büyük Başbakanı da ilmi­ye heyeti mensuplanna-istibdadın ileri gelenlerinin şan'ların-dan olan-büyük bir kibirle, asker arasında kötülüklerin, kış­kırtmaların asla yerleşemeyeceğini, bu konuda Harbiye Nâ­zın Rıza Paşanın kendisine teminat verdiğini söylesin.

 

Hüseyin Hilmi Paşa o sıra Başbakanlıktan başka Dışişleri bakanlığımda yürütüyordu. (Mevlanzâde zühule düşmüş ola­cak H.Hilmi Paşa sadarete inzimamen dahiliye vekâletdı.M.H) Ülkede yalnız kendini işten anlar zannediyordu. Ni­hayet ne oldu? İhtilâl başlar başlamaz makamına gelmedi ve hiç bir önlem almadı. Meşrutiyetçilere ve hürriyet severlere de gidemedi. Doğrudan doğruya istibdada, Abdülhamid'e koştu, sığındı. Saray- da,hayatı derdine düşdü. Orada istifa edip,saklandığı yere geçti."

 

Şimdi târihin; bu gün içinde yaşadığımız, zaviyesinden ba­karsak, günümüzde yaşanan darbeler ve muhtıralar dönemi­nin başka bir versiyonunun o dönemde de yaşandığı nokta­sına varmak kabil olur. Ancak; Mevlanzâde'nin değerlendir­mesinin öncesindeki, bölümlerinden olan ittihatçıların İstan­bul merkezinin mensuplarının gizlenmesi hakkında ki beyan­larına da bir atfu nazar edelim: "..Mahmud Muhtar Paşa'nın görevini terk edip gizlenmesi, yalnız isyancı askerlerin şımar­masına hizmet etmedi. Hükümeti idare eden heyet-i vükelâyı da şaşkınlıklar içinde bıraktı. Evet hükümetin tek dayanağı olan Harbiye Nezaretindeki askeri kuvvetinde isyana katıl­ması haberi şaşkınlığa yol açmıştı. Mahmud Muhtar Paşa'nın kaçış haberi akıllarını zıvanadan çıkarmıştı. İsyancı askerler-se zafer kazanmışcasına tavırlar alıp ve silahlarının kurşunla-rıyla isteklerde bulunmaya kalkışır oldular." Dedikten sonra şöyle devam etmekte: "Vatana karşı hamiyet ve şefkat besleyen akıl sahibi kişiler derin endişelere kapıldılar. Vatan düşmanlarının yok edilmesi için Osmanlıların hayatı bahası­na sahip olunan mavzerleri vatana çevrilmiş görünce yavaş yavaş ümitsizliğe kapılmaya başladılar."

 

Muhterem okurlarım; Gazi Mahmud Muhtar Paşa pek meş­hur Katırcıoğlu Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın oğludur. Çok cesur ve tarikat-ı nakşibendiye'ye müntesib Erenköy'deki Kelâmi Dergâhı Şeyhi Esad efendiye müntesib bir zat olduğu gibi savaş alanlarının eli kılıçlı yaman bir suvarisidir vede,1897 Osmanlı-Yunan harbinde bir huruç harekâtı sayesinde daha yüzbaşı iken Gazilik unvanına erişebilmiş nâdir rastlanır bir askerdi.

 

O dahi hem de kendi milletinin evlâdı olan askerinin şid­detinden havf edip kaçıyorsa, isyan edenlerin hedefi hâline gelmiş kişilerin başında yer alması muhtemel sadrıazamın saklanmayı tercihini anormal karşılayarnıyorum. Zâten bu hususda Mevlanzâde Rıfat bey yine de kitabının 48. sahifesinde, Hassa kumandanı Mahmud Muhtar Paşa,  Harbiye Nâzın Rıza Paşa'dan aldığı ve bu hususda Hüseyin Hilmi Pa­şa ile mutabık kaldığı tedbir kararlarını ifa için isyana katıl­mamış askerle, isyancıların birleşmesini önleyecek tedbirlere teşebbüs hususunda, "Osmanlı askerinin dini duygularını ve şu andaki ruh hâlini dü şünmeden, kararını yalnız vazife de­nilen zayıf bağlar üzerine bina etti.

 

Derhal Harbiye Nezâretinin (şimdiki İstanbul Üniversitesi bahçesi) kapılarını kapattırdı. Askerleri toplayıp kendine has ceiâdetli bir ifadeyle, görev başına davet etti. Vazifenin kut­sallığı hakkındaki sözlerinin askerleri gerçekten etkilediğini kanaat getirip, Harbiye Nezâreti meydanına topladı ve mitralyözler yerleştirerek asilerin hücumunu beklemiye başladı. Mahmud Muhtar Paşanın bu kanaati memleketin ruhuna uy­mayan bir saflıktı." Demiş bulunmakla tedbiri doğru bulma­dığını hatırlatıyordu.

 

Nitekim Ayasofya önlerinden yola çıkan isyancılar yolda işsiz güçsüz ve mürettep bazı kafilelerle karşılaşıp, birbirle­riyle kaynaştılar ve Harbiye Nezareti binası olan, şimdiki İs­tanbul Üniversitesi istikametinde yola revan oldular. Yürüdü­ler. Bayezid'e geldiler. Gelenler, nazırlığın bağçesinde kendi­lerini alesta bekleyen askere meşru hükümete karşı bir ayaklanma olmadığı, bîr kaç dinsizin terbiye edilmesi olduğunu söylediler ve asilerden bir kaç hoca kılığına girmiş ze­vat bahçenin parmaklıklarından geçerek bahçede bekleyen­lerin arasına daldılar. Birbirleriyle ağız ağıza kulak kulağa ve­rip konuştular, halleş- tiler. Bilahire bahçedeki askerin firara başladıkları görüldü.

 

Bu arada Mevlanzâde adı geçen eserinde sahife 58.de şu beyanlar ile önümüze bir manzara seriyor: "İsyancı askerler o kadar coşkuya kapılmışlardı ki en acizleri bile, idam etmek için ittihat ve terâkki üyesi arıyorlardı.(..) Ortada dolaşan söylentilere göre, Hüseyin Cahid (Yalçın) Bey elçiliklerden birine, Cavit Bey (Dönme) Şişli'de bir Fransız'ın evine, diğer­leri de Prens Aziz'in yatına bazılarıda memleket dışına sıvış-mışlardı. Ahmed Rıza Bey ise babıâl'i'de sıkışmış kalmıştı. Asi askerler onu kuşatmış, dışarı çıkmasını bekliyorlardı." Şeklinde bir dil kullanan yazar Mevlanzâde, şöyle bir hüküm ileri sürmekten kendini alamıyordu. Hükümet demek İttihat ve Terakki merkeziydi, onlar savuşup kaçtıktan sonra kendi­ni başvekil zanneden Hüseyin Hilmi Paşa inisiyatif sahibi ol­madığını anlamış ve saklanacak melce olarak Sultan Abdül-hamid'in evini bulmuştur. Demek suretiyle Sadrıazam Pa-şa'yı, müzmin bir ittihatçı muhalifi olarak yerin dibine sok­maktan geri kalmamıştır.

 

 

 

31/Mart İle Alâkalı Mühim Bir İfşaat!

 

 

Son Sadrazamlar adlı kıymetli eseriyle büyük bir hizmetin sahibi olan İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal bey merhum, adı geçen eserinin 1709. sahifesinde: "Tevfik Paşa'nın bana nakl ettiği pek mühim bir maddeyi burada zikretmek, târihe mü­him bir hizmettir. Padişah; ordu'nun gelmiş olması ile duru­munun vahamet kesbettiğini anladığında Tevfik Paşa'ya ma­dem beni istemiyorlar, saltanatı biraderime ferağ ederim.

 

Devleti o idâre et-sin. Fakat; bir komisyon mu? Meclis mi? Ne derseniz deyiniz kurulup, bu vak'a (31/mart vakası)'da dahlim olup olmadığı meydana çıkarılmalıdır. Dediğinde, Tevfik Paşa, doğruca ayan reisi Said Paşa'ya gidip, padişa­hın dediklerini anlatır. Said Paşa: bir meclis kurulur mahke­me edilir, dahli tesbit olunduğunda- kanuun-i esaside-padi-şah mukaddes vede gayri mes'uldür. Nasıl cezaya tâbi tutu­lur? Eğer suçsuz olduğu takdirde! Bizim hâl ve mevkıimiz ne olur? Bu cevap üzerine Tevfik Paşa; ben, size padişahın de­diklerini aktardım. Ne yapacaksa ayan ve mebusan meclisi yapacaktır cevabını vermiştir."

 

Yukarıda yapılan ifşaat yakın târihin ilk defa duyduğu ifşa­attan olmamakla beraber, yeni nesiller yetiştirmekte olan milletimiz geçmişimizde olanları gerek yâd etmek gerekse, de yeni neslin tahlil edebilmeleri için önem taşıyan bu tip İf­şaatları günün konusu hâline getirme vazifesini mazide yaşa­nanlardan ders alınmasını hatırlatanlara adetâ bir vazife ola­rak addetme anlayışı hâkimdir ve bu anlayış nesiller boyu devam etmelidir. Bahse konu ifşaatın son satırı ne kadar sır dolu! Bu kadar mes'uliyetten kaçan bir devlet adamının, do­kuz defa sadarete getirilmesi ne büyük gaflettir. O, bizim hâl ve mevkıimiz ne olur diyen ağız, acaba hangi hakikatleri saklayan kötü bir mahzenin kapısı oldu?

 

 

 

Sultan 2.Abdülhamid Hâl Ediliyor

 

 

Abdülhamid Cennetmekân'ın hâl edilmesine girmeden ev­vel, bu zâtın karşılaştığı muhalefete bir nebze olsun dokun­madan, geçersek çalışmamızda belki nice eksikler bulurken bu hususu atlarsak telafi edilmez bir eksiği biz göz göre göre yapmış oluruz. Bu münasebetle; 2/Mayıs/1992 senesinde İlim Kültür ve Sanat Vakfı Târih Enstitüsü tarafından tertiblenmiş 2. Abdülhamid ve Dönemi adlı, Sempozyum Bildirileri'ni kitaplaştırmış bulunan Seha Neşriyat'ın bu değerli kita­bının her biri değerli tebliğleri sunan muhterem ilim ve bilim adamlarının aralarında yer alan, bahsimize uygun tebliği ile Sayın Erol Özbilgen Beyefendinin, beyanlarından alıntılarla sahifemizi süsleyelim.

 

"Osmanlı Padişahları. Fâtih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kaanuni Sultan Süleyman, Avcı Sultan Mehmed, Sul­tan Mahmud-ı Adlî gibi, çeşitli unvan ve lakablanyla tanınır­lar. Genç Osman, Deli İbrahim, Sarhoş Selim gibi bazılarının hâlleri, bir kısmının belirgin özellikleri de tevatür biçiminde halk arasında yayılmış unutulmamıştır. Dördüncü Murad kuvvetlidir, kahhardır, üçüncü Selim duyguludur, hassastır, Sultan Abdülaziz güçlüdür, pehlivandır, babayanidir. Beşin­ci Murad mecnundur, masondur." Şeklinde beyanda bulun­duktan sonra Özbilgen şunları ifade etmektedir 2.Abdülha­mid Hân hakkında: "Bu bağlamda Sultan 2. Abdülhamid'in resmi unvanı <elGazi>dir. <Zeki ve hassas, tez anlayışlı, mu-tad muamelesi çok nazik, tehdidini hakkıyle yerine getirme­ğe kadir, lüzumunda şiddet göstermeyi veya hiddetini teskin etmeyi biiir> Özellikle muhalifleri tarafından üretilen lakabla-rı ve şöhreti ise, Osmanlı hanedanı içinde en geniş spektru-mu hâizdir; İslamcı, kızıl sultan, evhamlı, cani, kadın düşkü­nü, ırz ve namus düşmanı, hasis <pinti> Ama en önemli özelliği herhalde Sultan Abdülhamid'in Osmanlı padişahları içinde <hatta kalıntıları günümüze kadar devam eden> en güçlü muhalefetin muhatabı, hedefi ve simgesi olmasıdır. Muhalefete sözlüklerle verilen anlamlar şöyle guruplanabilir: I-soyut anlam: Uygunsuzluk, aykırılık, zıtlaşma, karşıtlık. 2-Somut anlam: Çirkin ve fena bir şeye karşı tepkime.

 

3-Mecâzi anlam: Sevişmezlik, düşmanlık, nefret etme. " Di­ye üç başlık altında toplayıp bunların incelenmesine geçen sayın konuşmacı, Düşünce ortamı adıyla açtığı bir bahsin hemen ilk cümlesinde mühim bir tesbite parmak basar; ''Tanzimat ilke olarak Osmanlı devletinin klasik dönem diye­bileceğimiz 19. yüzyıl öncesindeki yönetimiyle, hukuk yapı­sıyla, bilimiyle, diliyle, edebiyatıyla, mimarisiyle, giyimiyle kuşamıyla eğitimiyle, zeokleriyle kısaca kültürüyle zıttaşır, ona tepki gösterir, sevişmez. Yâni; <Tanzimat Deuleti> kendi aslı ile muhalefet halindedir. Her nekadar tanzimat-dönemi­nin ıslahat fermanı ile kapandığı kabul edilirse de, genç gö­nüllere, genç zihinlere yerleştirdiği batı'ya doğru tek yönde açılan bu ictihad kapısı hiç mi hiç kapanmamıştır"

 

Dedikten sonra Tanzimata gönül veren ilk aydınlar adjyla da nitelenen bu nesil, eski ile yeni arasında bir köprü, bir öğ­retmen olarak vazife almak durumunda kalmışlar ve bilgi bakımından ve görgü münasebetiyle hayli kısıtlı oldukların­dan bir sentezde yapmaya muvaffak olamamışlar, sadece gözleriyle gördüklerini tarif etmişlerdir. Bu saydığımız kişile­rin yetişdirdikleri Avrupa aleminin bize göre sehhar hâlini da­ha uzun süre ve daha da pratik alanda kullanabilecek husus­lara dikkat etmişler hatta Pâris'de bir Osmanlı okulu açılma­sını sağlamışlardır.

 

Asetilen gazından elde olunan ışıkla Cahmp Elize'nin ge­celeri gündüz gibi aydınlanmış olmasını görmüşler, Avrupa şehirlerindeki devlet törenleri, faşingler, toplu eğlenceler, ti­yatro ve çeşitli sanat gösterilerini benimseyen bu kuşak ül­keye taşıdığı müşahedeleriyle toplumun yabancılaşmasını sağlarken, bir mücadeleyi de başlatmış oluyordu. Konuşma­cı, bunları batı dünyasından seçtiklerini süzgeçden geçirerek Münif Paşa, Ahmed Midhat Efendi ile Ahmed Rasim ve Hüşeyin Rahmi Beyler gibilerinin edebiyat sosyolojisi olarak nakletmelerini ifade eder. Ben, bu yapılan edebiyat sosyoloji­si aktarımını kaçınılmaz bulduğumdan, bu zevatın çalışmala­rında okuma hususunda coğrafyamızda ne kadar zayıf oldu­ğumuzu hatırlarsak, okumaya teşvik bakımından da faydalı olduğunu ileri sürüyorum.1850 ile 1877 seneleri arasındaki Osmanlı devletinin Rus­ya, Karadağ, Romanya, Sırbistan ve Bulgaristan'a karşı yap­tığı savaşlar, Mehmed Ali Paşanın Mısır meseleleri, Cebe I-i Lübnan velhasıl savaşsız gün geçmemesi ekonominin çök­mesini sağlamış, buna bağlı olarak da bu birikim Abdülha-mid dönemi için her nevi sıkıntının kaynağını teşkil etmiştir. Bütün bunların baskısının kalkmasını islâm dayanışmasında bulan Sultan Hamid panislamizmi devreye soktu. Balkanlar­da alıp yürüyen ırkçı ve milliyetçi düşünce tarzı her bölgede isyan bayrağı açarken padişahın, müslümanlann birliğine ve hamiyyetine sarılmasını pek tabii görmek lâzım. Çünkü insa­na öldüğünde sorulacak olan kimin kulu, kimin ümmeti ol­duğu şeklinde tezahür edeceğinden toplanacak noktai mer­kezin panislâmist anlayış olduğu gün gibi aşikârdır. Bunu sağlayan müessese hilafet de üçyüz şu kadar senedir eldey­ken bu tercihin muhalefet edilecek tarafı yoktur. Bizim Sul­tan Hamid dönemini yazmaya başladığımızdaki bu padişahın kurduğu ilim ve bilim yuvalarını kül türel ortam başlığı altın­da takdim eden konuşmacının beyanlarından, muhaliflerin isimlerine geçerek bu bahsi tamamlayalım. "Şinasi, Namık Kemâl, Midhat Paşa, Süleyman Hüsnü Paşa, Ahmed Rıza, Mahmud Celâleddin Paşa, Prens Sabahaddin, Mizancı Mu-i'ad, yerli masonlar, ermeni çeteciler oe Teufik Fikret, Ali Su-3-Oi, Jön Türkler, Bülent Ecevit'i de, şu hâince satırları hase­biyle bu padişahın muhalifleri arasında görmek kabil. Ecevit'in şu ifadesini konuşmacının tebliğinden almadan geçe­miyoruz:  ".Devleti çağdaşlaştırarak yaşatabilecek ve halkı ezilmekten kurtarabilecek tek devlet adamı olan Midhat Pa­şa' yi yargılamak üzere Fransızların elinden atabilmek uğru­na Tunus'u Fransızlara armağan eden de.., Türk ekonomisi­ni ve mâliyesini yabancı denetime testim eden de, büyük bir donanmayı Haliç'de çürütüp, bağımsızlığı tehlikeye düşüren de.." Sultan Abdülhamid'dir" Demektedir, Bay Ecevit,13/ Ekim/ 1985'de Nokta dergisinin 40. sayısına 20. sahifede yazmış olduğu "Gericilik Osmanlıcılıktan Kaynaklanıyor" başlıklı yazısının muhtevasında. Bir de konuşmacı Erol Bey'i bizlerin, Mehmed Akif Ersoy, Bediiüzzaman, İskilipli Atıf Ho­ca, Abdünnafi Efendiler gibi zevatın muhalefetini söz konusu etmiyor, bu tarafı da pek enteresan.

 

31/Mart Vak'asının tenkilinden sonra, Mahmud Şevket Pa­şa Meclisin toplantı yaptığı Yeşilköy'e gelerek mebusan ileri gelenleriyle Abdülhamid'i taht'dan indirmemelerini tavsiye ettiğini bildiriyor merhum Reşat Ekrem Koçu, buna karşılık meclis bilhassa ayanın azalan teskin olmuyor İllâ hâl edile­cek diyenler ekseriyeti teşkil ediyordu. 27/Nisan /1909'da Ayasofya meydanındaki mebusan binasında toplanan müş­terek meclisin üyesi olan Âyan'dan Gazi Ahmed Muhtar Pa­şa bir konuşma yaptı ve şunları beyan etti: "6u gün Cenab-ı Hakk' meclls-i milliye bir mühim vazife tevdi etmiştir. Millet telâş için-de bu vazifenin ifâsını bekiiyor,heplmiz kalbimizde kararını vermişizdir. Sözü uzatmağa hacet yok, sizlere yalnız iki şey teklif edeceğim. Ve kabulünü rica edeceğim. Devleti­mizde bazen itlaf dahi vukubulmuştur. Kan lekesi milletin şân ve necâbetine yakışmtyacağtndan bu hususdan çekinil-mesini şiddetle iltizam ediyorum. İkincisi bu gibi ahvalde fet­vaya müracaat olunmak adet olmuştur Bu günde bir fetva alınmasını tavsiye ve teklif ederim. Dedi ve alkışlarla kabul olundu." Şeklinde Abdurrahman Şeref Efendi'den nakleden Merhum Koçu, kendiliğinden şu sözleri ilâve ediyor:

 

"Gazi Ahmed Muhtar Paşanın Abdülhamid'in adını ağzına alamayışı şayanı dikattir, büyük adamın devrilirken dahi heybeti vardır, koca mareşal onun tahtdan indirilmesini ko­nuşurken adını söylemeye edebi insaniyet ve şerefi askeriye­sine uygun görmemiştir. Kan dökülmemesinden bahsetmiş­tir, demek mebuslar arasında 2.Sul- tan Abdülhamid'in 76 yaşına rağmen idamını düşünebilecek adamlar vardır ve onların o heyecanlı günde duruma hâkim olmasından kor­kutmuştur." Diyen Reşad Ekrem Koçu Abdurrahman Şeref Bey'in anlattıklarına geçiyor: ".Fetva emini Hacı Nuri Efendi meclise çağırıldı. Celse tatil edildi. Fakat kimse dışarı çıkma­dı. Ayan ve mebusan reisleri ile kabine erkânı (Tevfik Paşa kabinesi) ve mebuslardan fıkıh İlminde bilgi sahibi bir kaç kişi mebusan reisi Ahmed Rıza Bey'in odasında küçük fakat mühim bir encümen hâlinde toplandı, mebusların hazırladı­ğı fetva müsveddesini Hacı Nuri Efendi beğendi: <Tahtdan indirmede meymenet yoktur, teklif edin nefsini azletsin!> De­di. Kâtip, müsveddenin sonunu <hâl olunmak veya istifa teklif edilmek şıklarından erbab-ı hail ü akid hangisini tercih ederse icrast şeklinde tashih etti. Fetva tebyiz edilip Şeyhü­lislâm Ziyaeddin Efendi tarafından imza edildi. İmzada kulla­nılan kalemi hâtıra olarak Afymed Rıza Bey aldı. Meclise gir­dik. Ben de İstifa taraftarı idim, târihimizde tahttan indirme-ler daima uğursuz olmuştu, meclisde ayandan ve mebusan-dan bir kaç kişiye fikrimi açdım, kabul ettiler, fakat ekseriyet <Hal! Hât!> diye bağırmaya başladı. Mebuslar tahtdan inde şeklini kabul etmekle hâkimiyet-i milliyenin kuvvetini göstermek istemişlerdi. Reis Said Paşa fetvanın kabulünü meclisin reyine arzederken ayağa kalktı, fetva ittifakla ayak­ta kabul edildi" şeklinde bana nakletti diyor Abdurrahman Şeref Bey için, merhum Reşad Ekrem Koçu. Bizde hemen ilâve edelim ki, reylerin verilmesi ayağa kalkılmak suretiyle izhar edildiğinden arada bir boşluk gören Sultan Hamid'in dokuz defa sadarete getirdiği Said Paşa, rey vermekle ayağa kalkanları kendisinin hemen yanında durmakta olan ve hı-şimlı bakışlarıyla topluluğu süzen İttihatçılar çetesinin reisi Talat Bey'e dönerek: <Talat Bey ,şu boşluğada bir atf-u na­zar eylesenizde karan ittifak ile alalım> demek suretiyle, bu yaman komitecinin yıldırımlar saçan bakışları o tarafa çevril­diğinde biz de yavaş yavaş ayağa kalktık diyor Abdurrah­man Şeref Bey. Bilindiği gibi Abdurrahman Şeref Bey, devr-i Osmanî'de çeşitli nazırlıklarda bulunduğu gibi Osmanlı dev­letinin son Vakanüvis'idir, yâni son resmî tarihçisidir, Büyük millet meclisinde vefatına kadar da İstanbul Mebusu olarak görev yapabilen nâdir kimselerdendir. Bu meclisin hemen peşinden yaptığı iş, Sultan Hamid'e hal'ini tebliğ edecek he­yeti seçmek olmuştur. Böylece seçilen heyete koymuş oldu­ğu, Selanik mebusu sıfatıyla Emanuel Karaso'yu, Teodor Herzl yüzünden padişahdan işittiği azarın intikamını, onu tahttan uzaklaştırmakla alakalı kararı tebliğ heyetine koy­makla alma fırsatını vermiş olmasıdır. Ermeni Aram'da, ha­bis ur olup heyet'de bulunması bir hakaret idi Padişaha. Hele Draç mebusu Arnavut Esat Toptanî'nin kabalığı: millet seni azletti şeklindeki ifadesiyle ne kadar büyük terbiyesizlik yaptı. Halbuki o zat, Toptani'yi bir jandarma neferliğinden paşalığa irtika ettirmiş, Arnavut kavmine olan muhabbetiyle, sarayının duvarlarını bu kavimden meydana getirilmiş tüfek­çilere emanet etmişti. Toptanî; bu hayasız ifadesiyle, Arna­vutların yüz karası olmuştur, padişahın bu kavime gösterdiği

 

. iltifat karşısında.  Böylece de, Osmanlı Devletinin otuzüçyıl'dır yakalamaya çalışıp, sonunda muvaffak olduğu güç-ıenme, yavaş yavaş dünya'da söz sahibi olma huşu sundaki son hamlesi dış düşmanın, İçteki Dönme, Mason, Irkçı ve Hristiyan amaline hizmet taraftarlarıyla birleştiler, hâinler ile kaynaştılar İsi âmin kılıcı olan devlet-i âliye'yi de uçuruma it­tiler. Mahmud Şevket Paşa'nın hâl esnasında, padişaha, ha­yatınız ordunun şeref ve namusunun teminatı altındadır ifa­desinin söylenmesinde, şüphesizki padişahın hayatını emni­yet altına almakdan kaynaklandığı bilinen husustandır. Seiâ-nik'e gönderilmiş olması da, bazı macereperestlerin, Sultan-ı Mahlû Abdülhamid hân'ın hayatına kasdlarını önlemeye ma­tuf olduğu ileri sürülmesine, pek bir şey demek kabil değildir. Çünkü; Mahmud Şevket Paşa İngiltere'de bulunmuş ve sera­mik üzerine incelemeler yaptığı bunun neticesindede Yıl-dız'daki seramik fabrikasına müdür olarak tâyin olunmuş ve rütbesi de, tümgenerallikteydi. Hareket Ordusu, Selânik'den yola çıktığında da başlarında Hüseyin Hüsnü Paşa idi. Tabi­atıyla Hüsnü Paşa, rütbece Mahmud Şevket Paşadan bir de rece altta olup, padişahça 3.Ordu kumandanlığına da atanan Mahmud Şevket Paşa, işine koyuldu. Ordu kumandanı sıfa­tıyla hareket ordusunun yanına gidip, kendisine bağlı olan Hüseyin Hüsnü Paşayı komutası altına aldı. Bu hareketi du-rudrmak için yaptığı yoklamalar bir netice vermeyince, yapı­lacak işin artık, Sultan Hamid'in hayatının izâlesini önlemek olduğuna dâir çalışmaları yapmaktı. Hâttâ; Ahmed Rıza Bey'in yayımlanmış hatı- ratında, M.Şevket Paşa'nın, Yeşil­köy'e geldikten sonra Yat klüp yanındaki tesislerde de Ah-fned Rıza Bey ile Ayan reisi Said Paşayı ziyaretle, mealen şunları söylediği yazılıdır.    Efendim; biz bu askeri padişahın hayatı tehlike altındadır. Sizi onu korumak için götürüyoruz

 

diye diye yola koyduk. Sakın ola ki, benden şifreli bir şekilde haber almadan öyle, hâl'di falan gibi kararlar almayınız. Bu asker böyle bir şeyi duyduğunda, baş edilmez hâle gelir. Di­ye tenbihde bulunduğunu, daha sonra da, Yıldız Sarayının enternesinin ikmalini tamamladığında söylediği gibi şifreli haberi göndermiştir. Demektedir. Sultan Abdülhamid Hân, kendisinin biraderi 5.Mehmed Murad Efendi'ye nasıl seneler­ce Çırağan'da bakmışsa kendisinin'de orada muhafaza edil­mesini istemesi sistemin yeni sahiplerince, uygun görülme­miştir.

 

Selânik'e Aiaatini köşküne gönderiimiştir. 23/Ekim/1912'de Selânik'in düşmesinden bir hafta önce İs­tanbul'a dönene kadar bu köşkte kalmış ve muhafızı Ali Fet­hi (Okyar-eski başvekil ve meclis reislerinden) Bey'e bu köşkün kendisine satın alınmasını istemişti. Kendisine İstan­bul'a dönüleceği söylendiğinde Balkan Savaşından söz edil­miş ve o da habersiz olduğu bu savaşın nasıl husule geldiğini sorunca vaziyeti anlatmışlar ve meşhur olan şu tedbiri söyle­miştir. <NasıI olur balkan hükümetlerini birbirleriyle ittifak eder hale getirdiniz. Birini bulup Bulgar klişesini, başka biri­ni bulupda Yunanlıların klişesini yaktirsaydınız, onlar dünya da ittifak edemezdi> demek suretiyle dersini vermişti. İstan­bul'a dönmeye itiraz eden Sultan Hamid, bana bir rovelver verin burada kalıp savunma yapalım demek suretiylede ce­lâdet ve hamiyetini göstermişti.

 

Sultan Hamid ve Aiaatini köşkü sakinleri Beylerbeyi sara­yına yerleştiklerinin haftasında Osmanlı devletinin batı'ya açılan penceresi sayılan Selanik, Yunan işgaline mâruz kalı­yordu. Mahlû Hakan, Selânik'de toplam olarak 3 sene, 6 ay, 3 gün süren bir dönemi geçirmişti. Beylerbeyi Sarayına pek rızası yoktu. Yaşı ilerlemiş bu saray'ın deniz kenarında ve rutubetli olması romatizmalarının ağırlaşmasına sebeb olacağı­nı düşünmüştü.

 

Gün geldi, kendisini devirenler 1.cihan harbi esnasında zi­yaret ettiler, akı! sordular. Fakat, yapılacak bir şey kalma­mıştı. Yalnız bir defasında Sultan Reşad'a İstanbul elden çıkabilir bu yüzden başşehri Anadolu'ya taşıyalım veya geçi­ci olarak nakledelim dedikleri bilinmektedir. Bu husus Ab-dülhamid'e de, ifade edilmiş, Sultan Hamid'de: asla böyle bir şey yapılamaz. Biradere söyleyin yerinden kımıldamasın, eğer öyle bir şey yaparsa hanedan-ı âli Osman'a Konya ova­sında koyun çobanlığı kalır dediği pek meşhurdur ve Sultan Reşad'da bu hususda eski padişahdan gelen ifadeye sarıl­mış, teklifleri red etmiştir. Hâttâ, Sultan Vahideddin Hân'ın dahi İstanbul'u terk etmeyip, Anadolu'da işin başına geçmektense o işi yapabilecek birine devredip, burada iki taraflı çalışmak suretiyle de, yeri muhafaza düşüncesi, Sultan Ha­mid'in bu içtihadından geliyor denmesi, yanlış bir şey olmaz. Sultan Hamid'in Aiaatini köşkünden İstanbul için refakatine gelenlerin nazırlardan Germiyanoğlu Dâmad Arif Hikmet ve yine Vezir Dâmad Çavdaroğlu Mehmed Şerif Paşa olduğunu ifade eden Öztuna Bey; "Büyük Türkiye Târihi" adlı değerli çalışmasında, 7. cild, sahife 268'de aynen şöyle diyor: "Sul­tan Hamid'in, muhafızlarının yanında, ikiside bilgin ve de­ğerli eserler sahibi dâmadlarıyla konuşması meşhurdur. Ga­zete okuması yasak olduğu için kulaktan kulağa aldığı bilgi dışında siyasî durumu etraflı şekilde bilmeyen Sabık Hakan dört balkan devletinin ittifakına ve bu ittifakın haber alınma­masına hayret etmiştir. Makedonya'da klişeler meselesinin ortadan kaldırıldığını öğrenince, balkan ittifakını bununla ızah etmiş fakat ittifakın öğrenilmemesi karşısında elçilerin, ateşelerin ne iş yaptıklarını sormuştur. Allah bu hâllere sebeb olanları Kahhâr ismiyle kahretsin, devleti hatırdılar! Dedik­ten sonra teessür içinde gemiye binmiştir" Şeklinde konuş­tuğunu naklediyor.

 

 

 

Abdülhamid Hân'ın Şahsiyeti

 

 

1842 senesinde dünya'ya gelen Sultan 2.Abdülhamid hân, 10/şubat/1918'de vefat etmiştir. Yetmişaltı yıllık bir ömrün otuzüç yılı Osmanlı İslâm Devletini (OİD) yönetmekle geçir­di. 1909'da ittihatçıların taht'dan indirdiği Abdülhamid hân Beylerbeyi Sarayında gözlerini dünya'ya kaparken, D yüce devlet de güneşin batış hızıyla yarışırcasına ittihatçıçete ta­rafından, batırılmanın son kertesine getirilmişti.

 

Sultan Abdülmecid Hân'ın Tirî Müjgân kadınefendi'den gelmiş oğludur. Bu kadınefendi, Çerkeslerin Şipşah kabile­sinden olup, oğlu Hamid Efendi'yi pek küçük yaşda öksüz bırakrak, dâr-u bekâ'ya intikal eyledi. Harem'de büyümeye çalışan hassas çocuk bir gün padişah babası Abdülmecidin yanına geldiğinde, kıvrık kirpiklerinde tomurcuk gibi göz yaşları inci dizisi gibi sıralanmış olduğunu gören Sultan Ab­dülmecid, yavrusunu hemen kaftanına dolayıp, doğruca ha-rem'e geçmiş, kendisine bir çocuk verememiş bulunan Perestû Kadınefendi'nin yanına varmıştı. Prestû Kadınefendide bir Çerkeş hanımefendisi olup, merhume Tirîmüjgân Ka-dınefendinin mensup olduğu kabile olan Şipsahlardandı. Sul­tan Mecid, büyük bir nezâketle vede pek edibâne bir hitâbla: "Hanımefendi Hazretleri, bildiğiniz gibi şu gözleri domur do­mur yaşla dolu yavru, benim merhum hanımım ue sîzin de akrabanızdan Tirîmüjgân hanımefendinin yadigarıdır. Kendi­sinin yetişmesini ve terbiyesini, sizin ehil ellerinize tevdi et­mekten bahtiyarlık duyacağım lütfen ona müşfik bir valide olmanız ve benim de, kocalık hakkım için bu fedakârlığı beklediğimi itiraftan kendimi alamıyorum" Demek suretiyle iknaya muvaffak olmuş zevcine bir yavru veremeyen Perestû Valide Abdülhamid Hân'ın mesuliyetini seve seve deruhde etmiştir. Çok sonraları bir sohbet esnasında üvey valideler­den söz açıldığında, Padişah; benim Perestûvâlide, üvey an­nemdir, fakat kendi öz annem sağ olsaydı o da ancak onun kadar bana bakardı. Demek suretiylede hem bu valideye olan minnetini, ifadeye fırsat bulmuş, hem de hatırşinas bir insan olduğunu sergilemiştir. Târih İlminin devlet idaresinde ehemmiyetine müdrik olarak küçük yaştan beri pek önem vermiş ve daha önceki bahislerde de temas ettiğimiz gibi, Osmanlı sarayı, târihin sadece vakanüvislik şeklinde değil her olayın, davranışın arka plânının bilinip, lâzım gelenlere öğretildiği bir ilim dalıydı.

 

Bu hakikatin idrâkinde olan genç şehzade bu ilme apayrı bir alaka gösterdiğinden, öğrendikleri hasebiyle olayların alacağı istikameti kestirebiime hassasına sahip olmuştu. Me­selâ amucası olan Sultan Abdülaziz'e kızan kardeşlerinin, hiç birisine uymaz, amucasını korumak ve ona yapılan çeşitli ta­riz ve niyetleri bildirmekle, aynı zamanda hilafeti ve devleti korumuş oluyordu. Sultan Hamid'le ilgili çalışmamızın he­men başına koyduğumuz kurduğu müesseseler ülkenin yücelip gelişmesini temine matuf olduğu izahdan varestedir, bu sebeble gelişmeleri pek iyi takip ettiği de böylece kabul edil­melidir. Dünya'da imâl edilen 2.otomobil'in kendisine hediye edildiği pek bilinen ve de şaşırtıcı bir vak'adır.

 

Ancak, bu otomobili çalıştırtıp önünden geçirtmiş ve son­ra da, bu her tarafı müteharrik bir âlet, bunlar çalıştıkça hay­lice aşınır. O parçaların tamiri bizim ülkemizde yapılamazsa dışarıya çok paramız gider. Bizim ne kadar çok vali, kayma­kam, paşalar, kumandanlarımız var, bunların her birine birer otomobil versek devlet büyük sıkıntıya düşer. Onun için bu arabanın parçalarının yapımı, tamirlerini yapabilecek zenaat-kâr yetişinceye kadar koyun garajda dursun demek suretiyle lüks ve şatafata yolu tıkarken, milletin altunlarını dışarı peş­keş çekmemenin çâresini bulmuştur. Bu onun tutumluğunu, sömürüye kapalı bir zihniyetin sahibi olduğunu gösterir.

 

Sultan Abdülhamid Hân, babası Sultan Mecid'in davranışı gibi nâzik ve herkesi ayakta karşılar hâlini bir miras olarak kendine düstûr edinmiştir. Namaz meselesinde çok hassas olup, bu işte temaruz eden bazı şehzadelerini sizinle konuş­mam, benim namaz kılmayan evlâdım olamaz demek sure­tiyle, babalık otoritesini pek nâzik fakat kafi bir ifadeyle ha­tırlatmıştır.

 

Musikî hususunda babası kadar değilse de hayli bilgi sahi­bi olup, Hacı Arif Bey merhumu bir müddet hapsettirmiştir. Yaptığı bir beste ile kendisini affettirmeyi bilen Hacı Arif Bey'e babası kadar pek mültefit davranmamıştır. Hacı Arif Bey'de Sultan Mecid'e gösterdiği saygıyı göstermemiş, hâttâ padişahı çocukken kucağında çok taşıdığını bir defasında da kucağındayken küçük suyunu kaçırdığını uluorta anlatması, edebe mugayir görülmüştür. Tiyatro üzerine çok önem ver­miş, Yıldız Sarayına yaptırdığı tiyatroda saray mensupları ve hanedan üyelerine tiyatro zevki aşıladığı görülmüştü. Ancak, batı musikîsi için daha hoşuna gittiği söylenir. Dedektif ro­manlarını okur, bilhassa, Şerlok Holms'un yazarı Cbnan Doyle'e tenkitler ve tavsiyelerde bulunmuş, öte yandan dün­yanın mühim bir araştırıcısı olan ve Kuduz Mikrobunu bulan Lui Pastör'e araştırmalarına katkı için ceb-i hümayunundan yâni kendi parasından bir kaç defa külliyetli miktarda para yardımı yaptığı gibi bunu pek nezaketli mektuplarla olağan-laştırmaya çalışmıştır.

 

Sultan Hamid şehzadeleğinde, namaz ile olan ünsiyeti kendisini dâima murakabede tutma şansını sağlamıştın Zahir ilimlerle beraber, sosyal ilimlere olan eğilimi, zenaatkârların önemini kavrayan bir insan olduğundan, Avrupa seyahatine Sultan Abdülaziz'in refakatinde gittiğinde, diğerleri kabukla meşgul olurken, Hamid Efendi, cemiyetin ihtiyacı olan me­selelere dâir pek dikkat kesilmiştir.

 

Sultan Hamid çok merhametli bir insan olması hasebiyle, otuz şu kadar yıl sonunda tasdik ettiği idam kararı sayısı beşi aşmamaktadır. Padişah için evhamlı olmamak kabil değildi. Bütün dünya'nin gözü üzerinde olup, kimi ömrüne bereket dilerken, kimileride .bir an önce ölüp gitse diye dua ederdi.

 

2.Abdülhamid Hân, Şazeli Tarikatına mensup olup, Şeyhi Muhammed Zafir Efendinin irtihali üzerine, şeyhliğin kendisi­ne geçtiğini, Zafir Efendi'nin oğluna yazmış olduğu mektup­tan istinbat etmek kabildir. Deli Müşir Fuad Paşa mahdumu Bnb.Asaf Tugay'ın "İbret" adlı Abdülhamid'e verilen jurnaller adlı kitapda padişahın, şeyhini dahi takip ettirdiği geçer, pa­dişaha takibi yapan hafiyelerin raporuyla sabittir.

 

Yavuz Sultan Selim Türbedarı, geçim sıkıntısından yana biraz dertli bir hâle duçar olmuş ve bir gün bu hâlinden şikâ­yet babında Türbede padişahın sandukasına bir şaplak vura­rak, sende de bir şey yok der. Ertesi gün öğleden sonra Sa­ray'dan gelen bir yaverin, türbedara ihsan-ı şahane getirir. Bu arada da yaver türbedara bir daha merhumun sandukası­na şaplak vurma diye,tenbihini yapar. Çünkü Yavuz Selim, Sultan Hamid'in gece rüyasına girer ve türbedarın yaptığını şikâyet eder. Bunun üzerine Abdülhamid hân, hem adamın sıkıntısını gidermek hem de şikâyetin gereğini yerine getir­miş olması mühimdi

 

Birde meczuplar ile alakalı bir vak'ayı anlatalım: Kuşçuba-şı Sami Bey.isimli bir zat, padişahın yanına girer ve Bayezid civarında meczupların sebeb olduğu bazı vak'aları anlatır. Bunun üzerine; bu mecazibin, bunları yapmamasını nasıl te­min ederiz diye düşünüyorlar sonunda bunların üzerinde hayli söz sahibi bir zat olan Fâtih Türbedarı Amiş Efendiye gitmeye karar verirler dolayısıyla, faytona binerler, Amiş Efendinin yanına gelirler Sultan hilafet alâmetlerinden bazı şeyleri Amiş Efendinin önüne fırlatır ve buyrun siz idare edi­niz diyerek, söze giriştiğinde, Amiş Efendi, ağlar ve Efendi­miz benim yapacağım bir şey yok. Beni dinlemiyorlar, diye­rek özür diler ve gene de kendilerinin emrin de olduğunu be­yan eder. Elimden geleni yapmaya çalışacağım demek sure­tiyle takdiri ilâhiyi işmam ettiği görülür. Bu büyük padişahın yüce şahsiyetine dâir aşağıda bazı kanaatler ve bizzat kendi­lerinin anlattığı, hatıratlarda yer alan pek târih kitaplarına açıklığıyla girmemiş malumatları vermeyi uygun bulduk.

 

 

 

Şarkın Gerçeği Ve Abdülhamid Hân

 

 

Sistem Yayıncılığın neşretmiş olduğu "2. Abdülhamid'in Yöneticilik Sırları" adlı eserde sayın yazar Adnan Nur Baykal Beyefendi; önsöz bölümünde iki mühim cümleyi dercetmeyi ihmal etmemiş. İlk cümle adı resmî senariste çıkmış sayın Turgut Özakman'a aid. Demekteki: "2. Abdülhamid ya hiç kusuru yokmuş gibi övülüp göklere çıkarılmakda, ya da hiç olumlu hizmeti olma mış gibi bütünüyle yerilip batırılmakta­dır.." Diğer cümle ise; bir Macar Yahudisi olan Türkolog Vambery'den: "Benim Şarklıların düşüncelerini okumaktaki tecrübem, 2. Abdülhamid gerçeğini, tahlil etmeye yeterli de­ğildir." Bu; iki cümlenin her biri yalnız başına toplu bir mâna aksettirmiyorsa da, birlikteliğinde büyük bir ifadeye ve tesbite götürmesi kaçınılmazdır. O da; başvurulacak olan yol, bahse konu padişahın kendini anlatması esas alınmalı! Bu da kaynaklara bağlıdır ve kaynaklar ne derece inanılır sağ­lamlıktadır? Bu sorunun cevabı, konumuz için kolay veril­mez cinstendir...

 

Sayın İsmet Bozdağ Beyefendinin hazırladığı ve Kervan yayınlarınca hayli baskısı yapılan Hatırat'ın, İstanbul'un 23 merkezindeki Serda Dağıtım Teşkilatı olarak, merhum Salih Doğan Pala, merhum İbrahim uysal, Nazif Keskin ve ben Metin Hasırcı, organize ettiğimiz seyyar kitap satış tezgâhla­rımızda tarafımızca dahi satılanı binleri aştı idi. Aka.binde Dergâh Yayınları; "Sultan Abdülhamit Siyasi Hatıratım" adı ile Ali Vehbi Bey adlı bir zat tarafından Fransızca yazılmış ça­lışma, tercüme edilmiş. Ancak bu kitaba sunuş yazan yayın evi mütercimin adını belirtmediğinden, ortalıkda dolaşan ri­vayetler muhteliftir. Biz yine de Ali Vehbi Bey'in olduğu söy­lenen eserden istifade ederek bazı hususlar da, Abdülhamid hân'ı tanımaya çalışalım. Diyorki Koca Padişah:

 

Said Paşa; görevi kabul ettiğini hatıratında beyan ediyor. Yine bu sadaretinden düşmesine badi olan vakaları paşanın hatıratından özetlemeye girişelim: "Padişah; ülkede kendisi hakkında kötü niyet beslendiğini, İstanbul'da bir ihtilâf ha­vasının husul bulmakta olduğunu, bütün bunlar için Mah-mud Nedim Paşa ile oturup, şiddet tedbirleri almamız husu­sunda kat'i bir lisanla emirleri oldu. Mahmud Nedim Pa-şa'nın bu hususlarda çalışmaları bir kaç seneyi bulmuş ha­zırlıklardı. Fakat ben makam-ı sadaretin ortak kabul etme­yeceğini, benim memleket menfaatlerine dâir görüşlerim ile Mahmud Paşanınkiler arasında derin muhaliflik bulundu­ğundan istifa yoluna gjtdim. Fakat istifam kabul görmedi. Aradan 57 gün geçmişti ki bir gece saraya çağrıldım. Gittiğimde huzuru hümayuna dahil olduğumda, pek sert bir muamele ve bir çok azar ile karşılandım." diyen Sa-id Paşa hatıratında şöyle devam etmekte: Zât-ı şahane oturmama müsaade etmedi. Kendileri de ayakta dolaşarak bir çeyrek saat kadar gönül kırıcı, izzet-i nefis yaralayaci ifadelerde bulundular. Azarlarının sonuna doğru bir gün evvel-Saray'da göz altına alınan Müşir Deli Fuad Paşa'ya isnat edilen bir cürüm hakkında Man mud Nedim Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa'nında bulunduğu huzurda ve Cevdet Paşa'nın kalemiy­le tutulmuş bir istintakname elime padişah tarafından veril­di. Ben bunu okumaya başlayınca zât-ı şahane seri adam­larla bana yaklaşarak aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı ki bakışları, azar dolu ve çok çabuk cevap vermemi emredi­yordu.

 

Varakada yazılanlar ise; padişahın taht'dan indirilmesi için, Dağıstanlılardan meydana gelen cemiyet kurulduğunu ileri süren ihbarlara aid bir tahkikat idi. Cemiyetin bu işdeki aidi, zâtı şahanelerinin kendi muhafazasına tahsis etdiği ve bir nev'i hususi askeri imtiyazı verdiği dağistanh'iardan meydana gelen asker gurubu olup, bu askerin başı sarayın İçinde Dağıstanlı Mehmed Paşa imiş. Fuad Paşa ve sair ba­zı kimseler cemiyette, ben de güya cemiyet reisi irnişim! Seri bir bakışla yaptığım okuma bana bu kadar bilgi verdi. Zât-ı şahane devama imkân bırakmayıp istintakiyeyi elim­den çekip aldı ve: 'Bana ne diyeceksin? Sualini tevcih etti­ler. Cevap verme imkânı kısıtlı idi. Konuşturmuyordu. An­cak; aslı faslı olmayan şeylerdir mânasına gelecek beyan­larla meramımı arzedebildim. Fakat; O azar dolu sözler de­vam etmekteyken, zât-ı şahane mührümü ver dedi. İşte o zaman müşkil mevkiide kaldım. Çünkü mührü hümayun üzerimde değildi. Hatemi âliyi çantamda taşırdım mabeyne çağrıldığımda huzura girereken çantayı adamımda bırak­mıştır. Efendimizden mabeyne gidip çantayı alma müsaade etmesini istediler. Çok daha kızdılar ve pantolonun cebin­den meşin bir muhafaza için- deki küçük rovelveri çıkarıp başıma tuttular. Emanet-i hümayununuzu veririm. Ben de olan emanet-i ilahiyeyi de ondan sonra alırsınız dedim.

 

Bunun üzerine rovelveri başımdan çekip büyük salonun kapısından çıkarak Çantasını getirsinler! Emrini verdiler. Ya­nıma geldi ve rovelveri başıma tutarak, müh rüm çıkmazsa buradan ölün çıkar' diye azar dolu sözlere devam etdiler. Çanta geldi, açıldı mühim teslim edildi. Artık kızgınlık baş­ka taraflara yöneldi. Kendisinin hâl veya imhası hakkındaki sözde karan ciddi ve sahici addediyor. Akabinde Sultan Mu­rat güya tahta çıkmaya hazır, hâttâ sarayında ihtiyaten bir takım kürtler saklanmış itikadında bulunuyordu. Eğer bu hal tahakkuk ederse evvelbevvel beni parçalatacağını sözle­rini ekledikten sonra önüme düşüp, harem ile kendi dairesi arasında bir odaya beni götürdü. Hapsedip, kapıyı kilitleyip gitdi. Diyor hatıratında Mehmed Said paşa.

 

Kıymetli biyografi üstadı İbn'ül Emin Mahmud Kemal İnal merhum bize şöyle sesleniyor; "Paşamın (Said Paşa) 7.defaki sadaretinde kitabet hizmetiyle yanında bulunduğumdan gece ve gündüz, hatta yatakta iken, mühr-ü hümayunun al-tun zincirle boynunda asılı olduğunu gördüm. Mührü yanın­da bulundurmamasından dolayı daha önce azara uğrayışı içine oturmuş ki, o günden sonra koynunda taşımak vazge­çilmez adeti olmuş.

 

 

 

Filibe Vak'ası!

 

 

Tarihler;  1302/1885'i gösterirken dış tahrikler yardımıyla Filibe'ye getirilen bir kaçyüz Bulgar, buradaki hükümet ko­nağını basmış ve valiyi hapsetmişlerdi. Ertesi gün Cuma Na­mazından sonra vekiller heyeti mabeyn (saray)'de toplandı. Bu arada Bulgaristan Prensi Batemberg, gönderdiği beyana­tında, Şarkî Rumeli'nin artık Osmanlı yönetiminde olmaya­cağını, kendisinin idaresinde bulunacağını bildiriyordu. Bu­nun üzerine yapılan toplantıda derhal asker gönderilerek bu­na mâni olunmasını, bu meselede anlaşmalı devletlere bilgi verilmesini reyimle birlikte belirttim ve heyeti vükelâ bu tek­lifi kabul etti. Ancak bu şekli, padişah efendimiz kabul etme­di. Zilhiccenin/14.günü olan 25/eylül/1885 Cuma günü babıâlî'ye giderken, Karaköy civarında bana yetişen yaver ta­rafından mabeyne götürüldüm. Hemen huzura çıkarıldım. Bir saat kadar süren konuşma ve azardan sonra dışarı çıkma müsaadesi verildi. Daha sonra da beklemem emredildi. Ak­şam saatine kadar orada bekledim. Serasker Gazi Osman Paşa bulunduğum odaya gelip, yemek için odasına davet eyledi. O sırada da dâveti padişah vukubuldu. Gittim, iki sa­at bekledikten sonra yalnız olarak huzura alındım. Önce mü­hür istendi verdim. Mahbusiyetim vukua geldi. Bir odaya ko­nuldum. Her an çağrılırım diye üç saat bekledim. Sorunda azarlamaların üzücü te'siri uyumama sebeb teşkil etdi. Dal­mışım. Benim; Filibe'ye asker gönderme teklifim güya zât-ı şahaneyi tahtdan indirmeye donükmüş! Ertesi gün saraydan çıkmama müsaade olunduğunda eve geldim. Kâmil Paşa'nın sadarete, bazı vükelanın da değiştirildiği görüldü. Ben bir ol­du bîttiye karşı çıkarken, başıma saray'da azarlanmakdan tutunda hapsedilmelere kadar neler gelmiyordu" demekte

 

Said Paşa. Hakikaten Berlin antlaşması hükümlerine göre bir vilâyeti­miz olan Şarkî Rumeli yâni Doğu Rumeli'nin Bulgarlarca il­hak edilmesi, karşı çıkalım diyen sadrıazamı götürdüğü doğ­ruda! Bîr de padişahın gözü ve sözü ve hatıratından olanları gözleyelim:

 

Hatirât-ı Sultan Abdülhamid-i Sâni isimli eserde koca sul­tan şöyle diyor: "Şarkî Rumeli meselesinde benim (Sultan Hamid) zaaf gösterdiğimi pek iddia etdiler. Zaaf göstermek mevcud kuvvetden istifade etmemek demektir. Hangi kuv­vet mevcud idi ki, Doğu Rumeli'de hakkımızı koruma husu­sunda kullanılmadı? Bunu düşünen ve söyleyen bir insaf sa­hibini bu güne kadar işitmedim.

 

Bulgar Prensi Batenburg, Filibe'ye müstevli olduktan sonra durumdan hükümetimiz haberdar olabildi. O da Rus sefirine gelen bir telgrafnameden, telgraf nâzın İzzet Efen-di'nin beni haberdar etmesiyle mümkün olabilmişdi. Said Paşa sadrıazam idi. Tahtdan indikten sonra okuduğum bazı beyanat ve yazılarında Said Paşa'nın; vakaları kendi lehine tahrif etmiş olduğunu hayret ve teessüfle gördüm. Said Pa­şa; Bulgarların tecavüz edeceklerini daha evvel haber ala­mamıştı. Olay İstanbul'a aksettikten sonra bir hayli tered-dütün akabinde Şura-yı devlet reisi Akif Paşa'nın beyanatı onu ikna etmişti. O dönemde Filibeye asker şevkinde hem müşkilât hem de tehlike vardı. 93 savaşında tarumar olan ordu henüz toparlanamamıştı. Hazine tamtakırdı. Bazı vilâ-yetlerdeki jandarmalar yirmi-otuz aydır maaş alamıyorlardı. Böyle bir haldeyken sırf namdan ibaret olan hakk'ı hâkimi­yetin adına neticesi meçhul ve karanlık bir harbe girişmeyi tehlikeli gördüm." Diyen hz.padişahın hatıratından şu parag­rafı alarak okurlarımın bilgilerine arz edeyim: "Gavriyel Paşa diye bir Bulgar'ın Rumelî Şarkî valiliğinden kovulmuş olma­sından dolayı gözüm kizararak işe girişseydim, 1328/1910'daki felâketi, o zaman yâni ordusuz, parasız, pulsuz, hazırlıksız bulunduğumuz bir devirde kendi elimle hazırlamış ve davet etmiş olurdum. Hazım gösterip ihtiyatlı davranıp, 1328/1910'da yaşanacakları, 1301/1885 eylü­lünde yaşardık!" Demekte.

 

Said Paşa aynı zamanda Şapur Çelebi lakabıyla ve biraz da küçümsenerek anılmaktaydı halbuki böyle küçültücü bir lakabın bir Osmanlı sadnazamına verilmesi bizce doğru ol­mayan hususattandır. Said Paşa; infisal ettiği bu yukarıda bazı anekdotlar verdiğimiz 4. sadaretinden 1895 yılında infi­sal ettikten sonra bu makama yeniden avdet ettiğinde tam tamına 5 sene, 11 ay, 9 gün gibi bir zaman dilimi geçmiştir.

 

Bununda çalışmamızın baş taraflarında söz konusu ettiği­miz 1897 Osmanlı-Yunan harbinin muzaffer kabinesinin reisi Halil Rıfat Paşa'ya, Sultan 2. Abdülhamid hânın "yaşadığınız müddetçe sadnazamımsınız" sözünü vermesinden ve bu ah­dini yerine getirmesinden kaynaklanmıştır. Mehmed Said Pa­şa; 09/11/1901 tarihinde geldiği makam-ı sadaretden 1 yıl, 1 ay, 26 gün sonra 14/01/1903'de infisal ettiğinde 6. sada­retini yaşamıştı. Aşağıdaki satırlar padişahın yâni Sultan 2.Abdühamid Hân'ın şahsiyetinin içinde mütalaa edilmesi gereken beyanlarıdır.

 

 

 

Kapütülasyon İlgasına Teşebbüs

 

 

 "Kıbns'da kapitülasyonları kaldırmak istediğimiz için, Avrupa matbuatı da Atina gazetelerine uyarak kıyameti ko­parıyor. Sanki biz başkalarının hakkını yiyiyorrnuşuz gibi bir hal yaratıyorlar. Halbuki bitaraf bir kimse, ecnebilere ve­rilen bu kapitülasyonlarla, bizim hakkımızın çiğnendiğini ve adaletsizliğin bize karşı yapıldığını gayet iyi görebilir. Rum­ların elde etmiş oldukları imtiyazları muhafaza edebilmek için, yeri göğü birbirine katmaları tabiîdir. Çünkü Rum kapi­tülasyonları yıkıldığında PanHelenik propogandası yapama­yacakları açıktır. İnşaallah, bu imtiyazları yıkmak hak ve kuvvetini Allah bize kısmet eder."

 

 

 

Hayatımı Muhafaza Tedbiri

 

 

"Hayatımı, bana sadık olanların uyanıklığına borçluyum. Başımdan geçenler, asabı en kuvvetli insanı dahi sarsmaya kâfidir. Bütün bu tecrübelerden sonra ihtiyat lı olmama, şaşmamak lâzım. Bir çok insanların bu sinirli hâlimden fay­dalanmağa çalıştıklarını, hafiyelerin, jurnalcilerin alçak na­mussuz insanlar olduklarını, dini mizinde, müzevirleri tel'in ettiğini gayet iyi biliyorum. Fakat geniş bir haber alma teş­kilâtı kurmamış olsaydım, etrafımı saran tehlikelere karşı kendimi korumam kabil olamazdı.

 

 

 

Hilâl İle Haç Arasındaki Mücadele

 

 

"..Avrupa halkını aleyhimize düşünmeğe sevk eden sofu papazlardır. Haçlı seferleri zamanında hristiyan güruhun memleketimizde yaptıkları mezalimi unuttur- mak, ört-bas edebilmek için, her türlü iftirayı mubah görmüşlerdir.

 

 (.).Kudüs'de ki mukaddes topraklar için her iki tarafında kan dökmesinin önüne geçilebilirdi. Nitekim hristiyan hacı­ların Kudüs'ü ziyaret etmelerine her zaman müsaade etme-dikmi?.(.) Etrafı müslümanlarla çevrili olan bu şehri neden hristiyanlara terk edelim?(.) İsteyen istediğini söylesin, fa­kat mukaddes toprakların sahibi olmak hakkı her zaman bi­zim olmuştur ve Öyle kalacaktır.

 

 

 

Mektep Ve İlahiyat

 

 

Ben tahta çıktığımdanberi, ilk mekteplerin sayısı on mis­line çıkmıştır (20bin mektep). Bu adet maalesef hâla azdır ve haİka kâfi gelmemektedir. Liselerimizin seviyesi gayet yüksektir. Mükemmel oldukları herkes tarafından kabul edi­lir. Ancak daha fazla lise kurmamak bunların yerine mühen­dis, mimar gibi fen adamları yetiştiren müesseselere talebe hazırlıyacak rüştiyeler açmak daha yerinde olur.

 

Memleketimizde kâfi derecede asker ve memur vardır, ulemamızın ifrat derecede muhafazakâr olmasından dolayi-da, yüksek mekteplerimizi modern hâle getirmek çok güç­tür. Kahire'deki El Ezher ilahiyat fakültesinin, talebelerimizi çekmesinin yegâne sebebide zamanın icablarına uymanın elzem olduğunu anlamış ol- malarındandır. İstanbul Dârül-funûn'unu Kahire'dekinin dûnunda (alçağında) kalmıya mahkûmdur.

 

 

 

Edebiyat-San'at Ve Kültür

 

 

Biz Osmanlılar eski ve büyük bir medeniyetin sahibi oldu­ğumuzu unutmamalıyız ve Avrupa medeniyeti ile gözümüz kamaşmamalıdir. Mimari eserlerimiz, iki binden fazla şâir yetiştirmiş olmamız da bunu ispat eder. Bunlardan Fazlı,Lâmiî, Baki gibi şâirlerimizin eserlerinde fevkalade bir gü­zellik ve tam mükemmeliyet vardır. Daha sonra Galib, Per­tev, Kemâl, Abdülhak Hâmid gibi şâirlerimizi sayabiliriz.(.) Hereke'deki halı fabrikamızda ve diğer endüstri sanatları­mızda yabancıları taklit etmekten 'kaçınmalıyız. Sa'nat ve edebiyatımızı kendi toprağımıza ait mevzular, kendi milleti­mize has esaslar üzerinde inşa etmeliyiz.(.) Gençlerimizde memur, asker veya ulemadan olmayı tasarlıyorlar; neden hiç bir Osmanlı, büyük bir tüccar, mahir bir zenaatkâr veya bir fen adamı olmayı düşünmüyor? Ben de marangozluk san'atı ile meşgul olduğumdan halka iyi bir numune sayılı­rım.(.) Bir gün; şerefime bestelemiş oldukları üç marşı al­dım. Bu bir gün için epey fazladır. Muhtelif milletlerden olan ve şahsıma eserlerini ithaf eden bestekârların sayısı, şimdi­ye kadar ikibini bulmuştur. Bu insanları nasıl mükafatlandır-malı? İstanbul'a gelip huzuruma çıkabilmeyi temin eden sa­natkârların her birine neden hediye vermeye mecbur ola­yım? üstelik ağırbaşlı musikîlerini sevmiyorum. Çaldıkları parçaların çok güç olduğuna şüphe yok; fakat ben zihnimi yoran musikîyi değil, dinlendirici musikîyi tercih ediyorum. Klâsik musikîyi tercih edecek kadar musikişinas değilim. Musikîye büyük istidadı olanlardan biri, oğlum Burha- ned-din'dir." (agk:sh. 190/193/202/209/210 Hatırat-ı Abdülhamidi Sânî)

 

Sultan 2. Abdülhâmid 21/Eylül/1842'de doğmuş, vefatı ise 10/Şubat/1918'de Beylerbeyi Sarayında kalb rahatsızlığı ve ciğerin ihtikandan mütevellid vukubulmuştur. İstanbul'un işgaline görmek bahtsızlğına uğramamıştır. Dedesi Sultan 2. Mahmud'un Türbesinde amucası Sultan Abdülaziz Hân'ın yanına defnedilmiştir. Tahta geçtiği târihden indirildiği târihe kadar otuz üç seneyi ikmâle çok az bir zaman kalmıştı. Aşağıya hanımları vede çocuklarını kaydederek peşindende sad-rıazam ve şeyhülislâmlarını belirtecek listeyi kaydedelim.

 

 

 

2.Abdülhamid Hân'ın Hanımları Ve Çocukları

 

 

İlk izdivacını Nâzikeda hanımefendi ile yapan Sultan Ha­mid kendisinden 8 yaş küçük bu hanımla evlendiğinde 2. ve-liahd idi. 1850 doğumlu Nâzikeda hanım, esmer, siyah saçlı siyah gözlü uzunca boylu bir hanım olup, ulviye sultanhanı-mı dünyaya getirdi. Bu târihin 1868 senesi olduğu görülüyor. 1895 senesinde Yıldız sarayında vefatı bulan Nâzike da hanı­mefendi Yenicami'de 5. Murad Türbesine defnolunmuştur. Fevkalade güzel pi-yano çaldığı kaydını koymadan edemi­yoruz.

 

İkinci hanim olarak Sâfi-Nâz Nur efzûn ismi taşıyan zevce­si 1851'de dünya'ya gelmiş ve izdivacından çocuk olmamış­tır. Clzun boylu narin yapılı sansın olan bu hanım, 1915'de ölmüş ve bu hanımını kendi isteği üzerine Abdülhamid hân boşamış ve ömür boyu elli altun maaş tahsis etmiştir. Bu ha­nım daha sonra Safvet Bey adlı Sultan Hamid'in esvabçıba-şısı olan zat ile izdivaç yapmıştır. Padişah hanımlarının bo­şandıktan sonra ba zılarının evlendiğini buna engel olunma­dığını hatırlatmak için bilhassa bu maddeyi kaleme aldık.

 

3. Hanımefendi ise, Bedr-i Felek hanımefendi olup, 1851'de doğmuş 6/2/1930'da vefat etmiştir. Sultan Hamid bu izdivacını 15/11/1868'de Dolmabahçe sarayında evlen­miş bu sırada 2. veliahd idi. Bu izdivacdan ilk oğlu dünya'ya gelen padişahın, Selim Efendi ve Zekiye Sultanın bu hanı­mından doğduğunu kaydetmiş olalım. Bu hanımefendi, ha­nedan üyelerinin yurd dışına gönderildiği dönemde yaşlı olması hasebiyle tercih kendisine bırakılmış o da gitmemeyi tercih etmiştir.

 

Sultan Hamid'in 4. kadınefendisi Bidâr Kadınefendi olup, 1858'de doğmuş ve eşinden 41gün önce 1/1/1918'de dar-ı beka eylemiştir. Yahya Efendi dergâhında şehzade Kemaled-din Efendi Türbesine defnolunmuştur. Vefatı Erenköy'de vukubulmuştur. Üzün boylu, yeşil gözlü güzel bir hanım olup, Abdülkadir Efendi ile Nâime sultanhanımı dünyaya getirmiş­tir.

 

Padişah'ın 5. zevcesi Tiflis doğumlu Dilpesend kadinefendidin Bu hanımefendi 36 yaşı içinde 1901'de vefat etmiş ve Naile Sultanhanımın annesidir. Üzün boylu ve kumral olduğu bindirilmektedir.

 

6.  Zevce ise; Mezîde Mestan hanım olup, 1869 doğumlu­dur. Burhaneddin Efendiyi dünya'ya getiren bu hanımefendi uzun boylu kara gözlü, siyah saçlı bir hanımefendi imiş. Apandisitinin patlamasından meydana gelen peritonitten ve­fatı 21/1/1909'da vukubulmuştur. Yahya Efendi dergâhına defnolunmuştur.

 

7.  zevce ise, Emsal-i Nur ise 1866 doğumlu olup, uzun bir ömür sürüp, 84 yaşında 1950'de Nişantaşında vefat etmiştir. Şâdiye Sultan'ın annesidir. Yahya Efendi dergâhında defno­lunmuştur.

 

8.  izdivaç Ayşe Dest-i Zer Müşfika "Kayıhân" hanımefendi ile olmuş Hopa 1867 doğumlu 16/7/1961'de 94 yaşın için­deyken irtihal-i dâr-ı beka eylemiştir. Ayşe Sultanhanımın annesidir. Müşfika kadın, 2. Abdülhamid hân'ı hiç bırakma­mış adetâ tek eşiymiş gibi oldu hâl vak'asından sonra. Padi­şahın diğer hanımları çocuklarıyla oturma şıkkını seçmişler idi. Diğer bir ismi Ayşe Pertevniyal olup diğer adını padişah

 

taktığından târihe Müşfika olarak geçmiştir. Bu hanımefendi, Ruslarla yaptığımız 1877'deki savaşda şehid düşen Abaza bey'i Gazi Şehid Ağır Mahmud Bey'in Emine hanımdan doğ­ma kızıdır demektedir. T.Yılmaz Öztuna Bey, Hanedanlar adlı kitabının 309. sahifesinde. Vefatında Yahya Efendi dergâhına defnoiunmuştur.

 

9.  Evliliğini Sâz-Kâr Kadınefendi ile yapan 2. Abdülhamid Hân, bu hanımından Refia Sultanhanımın dünya'ya gelme­siyle bir kız evlad sahibi daha olmuş oldu. 1873'de İstinye'de doğan Sâzkâr hanımefendi, padişahla evlendiğinde târihler 1890 yılını göstermekteydi. 1945 yılında vefatında Beyrut'da olduğundan, Şam'da Osmanlı hanedanına ayrılmış bulunan Sultan Selim Câmiinin haziresinde defnolundu.

 

10.  İzdivacını yapan padişah Peyveste hanımefendiyle bu izdivacından doğan Abdurrahim Efendinin babası olmak na-sib olmuştu. Peyveste kadınefendi,  1944'de 2. dünya harbi esnasında Pâris'de vefat ettiğinde yaşı 71 olmuştu. Bobigni islâm mezarlığına defnolundu. Doğumu 1873 senesinde ol­muştu.

 

11.   İzdivacını ise Fatma Pesend hanımefendi ile yapan Sultan 2. Abdülhamid'in Hadice sultanhanım adlı kızı bu ev­lilikten olmuştur. 1876 doğumlu bu hanımefendi, evlendiğin­de takvimler 1896'yı gösteriyordu. Vefatı 1925'de vukubuldu ve Karacaahmed Kabristanında kendi türbesine defnolundu.

 

12.  İzdivaç; Abaza kavminden Behice Maan hanımefen­diyle yapılmıştır. 1882'de doğan bu hanımefendi ikiz olarak Nureddin Bedreddin adlan verilen iki evlâdı dünyaya ge­tirmiştir. 1969'da vefatı vukubuldu. Makberi hakkında bir bil­gi elde edilemedi. Yaşayan torunlarının olduğu bizce malum­dur.

 

13.  İzdivaç ise; 1887 Bartın doğumlu, Saliha Naciye hanı­mefendi ile vukubulmuş bu hanım Abid Efendi ile Sâmiye Sultanhanımı dünyaya getirmiştir. Naciye Kadın Efedi de pa­dişahla birlikte Selânik'e giden kadınefendisidir.  1923'de Erenköy'de vefatı vukuubulmuştur, 2. Mahmud türbesine yâ­ni zevci'nin yattığı türbeye defnoiunmuştur.

 

14.  Evliliğini Dürdane Hanımefendi ile yapan padişah 2. Abdülhamid hân, 1867 doğumlu bu hanımından ayrılmış ve esvabcıbaşısı İsmet Bey'in oğlu Târik Beyle evlendirdi. 1955'de 88 yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Kabri hak­kında kayıt bulamadık.

 

15.  İzdivaç ise İstanbul 1890 tevellüttü Câlibos hanımefen­di ile yapılmış olandır. Bu hanımını boşayan padişah Sultan Hamid, Emin Paşa ile evlendirmiştir. 1955'de sağ olan bu hanım hakkında başka bilgi bulunmamaktadır.

 

16.  ve son izdivaç Nazliyâr Hanımefendi isimli hakkında bilinen boşadığı ve evlendirildiğidir. Yeni izdivacında bir kızı olmuştur. 1876'da Sultan Hamid'in gözdesi olduğunu, Öztu­na Bey kaydediyor.

 

Sultan 2. Abdülhamid Hân'ın kızlarına gelince; bunların, sayısının onüç tane olduğunu söyleyebiliriz. Bu onüç kızdan altı tanesi padişah hazretlerinden önce vefat ettiler. Böylece, altı tane kız evlâdını ve bir de, erkek çocuğunu toprağa ver­miş bir baba olarak görüyoruz Sultan Hamid'i, herhalde bu vefatlar insanı hayli elemnak ve muzdarib eyler sanırım. Bu bakımdan tahtını kaybetmek mânasına da gelse Saray'ı ku-Şatan kuvvetlere, Hareket ordusunu daha Selanik'ten yola çıkar çıkmaz onları Hassa Ordusu vasıtasıyla durmayı teklif edenlere evet demeyip, ben müslümanları biribirine kırdır­mam demek suretiyle merhamet hususundaki yüceliğini seriliyor. Tüfekçibaşı Tâhir Paşa'nın yalvarmaları karşılığında verdiği emir şöyledir: Ben mü'minlerin birbiriyle dövüşmesi­ne rıza gösteremem, şimdi git, Saray'ın Orhaniye tarafındaki kapısını açtır ve ne kadar muhafız ve de silahşor varsa gön­der demek suretiyle düşüncesini tatbike koyar. Harekâttan sonrada Tahir Paşa, mahkemede verdiği cevaplarla ünlü mert bir insan olduğunu göstermiş Heyet-i hâkimeye bırak-saydı, sizleri Selânik'e kadar kovalardım demiştir. Neyse biz şimdi Sultanhanimlann kısa kimliklerini vermeye gayret ede­lim:

 

1-CIlviye Sultahanım; Dolmabahçe sarayında 1868'de doğdu ve 5/10/1875'de kibritle oynarken nedimesi çocuk bir câriye ile birlikte yanarak vefat ettiler. Yenicâmi türbesine defnolundu.

 

2-Zekiye Sultanhanım; 21/1/1872 Dolmabahçe sarayında doğup, 1950'de Fransa'da 78 yaşında vefat etti. İlk izdivacını Gazi Osman Paşa'nın oğlu Ali Nureddin Paşa ile Yıldız Sara­yında 20/4/1889'da evlendi. Zekiye Sultan sarayında toplam 200 kişilik bir hizmet kadrosuyla yaşarken, Fransa'nın Pau kasabasında küçük bir otelin tek odasına sığındılar yurd dışı­na çıkarıldıklarında. Otel sahibi bir Ermeni olup, Gazi Osman Paşa'nın oğlu olduğu için, Ali Nureddin Paşa'dan vefatlarına kadar ücret almadı. Zekiye Sultanhanım vefatında yaşadığı Pau'da defneolundu.

 

3-Fatma Nâime Sultanhanım 5/8/1876'da babasının l.ve-liahdlığı esnasında dünya'ya geldi. Tirana'da 1945'de 69 ya­şında olduğu halde vefat etti. Oraya defnolundu. Bizim ço­cukluğumuzda yüzdüğümüz Ortaköydeki Lido Havuzunun bulunduğu yer Nâime Sul tannanımın sarayı imiş. 1938'de Arnavutluk'da Tirana'ya yerleşmiştir. Mısır Hidiv'i Abbas Hil­mi Paşa Nâime Sultanhanımla izdivaç etmek istediysede, Sultan Hamid, talibin dedesi İsmail Paşa'dan nefret ettiğinden teklifi red etti. Hâttâ kendi cariyelerinden birini Hıdivle evlendirdi ve ona bir Hânedan-ı ÂI-i Osman nişanı verdi, Mı­sır tarafından yönetilen Taşoz Adasını alıp Selanik vilâyetine bağladı. Bu Sultanhanım, Dâmad Mehmed Kemaieddin Paşa oldu ki bu Paşa Gazi Osman Paşanın 2.oğlu idi. 6 sene süren izdivaçları noktalandı. Dâmad Paşa rütbe ve nişanları alın­mak suretiyle Bursaya sürgüne gönde rildi, Nâime Sultan 2. Evliliğini İşkodralızâde Mahmud Celâleddin Paşa ile yaptı.

 

4-Nâile Sultanhanım 1884'ün birinci gününde doğdu. 25/10/1957'de Erenköy'de vefat etti. İzdivacını Germiya-noğlu Arif Hikmet Paşa ile Kuruçeşme Sarayında 27/2/1905'de yaptı. Bu dâmad Paşa, hayatını 1942'de Bey-rut'da tamamladığında 69 yaşının içindeydi.

 

5-Seniyye Sultan (1884'de doğup, aynı sene vefat etdi. 6-Seniha Sultanda 1885'de doğup, aynı sene vefat eyledi. 7-Şâdiye Sultanhanım ise, 1886!da Yıldız Sarayında doğ­muş vede en yaşlı padişah kızı olarak 91 yaşın içinde olduğu halde yaşadığı Cihangir'de 20/11/1977'de vefat etmiştir. Amerika'da dâhil, bir çok ülkeyi dolaşmıştır. Kendisiyle ev­lenmek istiyen, Said Paşa'nın mahdumunu, hâl vak'asında, babasına nice kalleşlikler yapmış olan müstakbel kaimpeder yüzünden bu teklifi red etti. Enver Paşanın talebine ise, ba­basını tahttan indirenlerin arasında ve mühim biri olduğun­dan onu da red etti. Enver Bey'de, Sultan Reşad'a yaptığı baskıyla Naciye Sultanhanımla izdivaç talebini iletti. Bu ha­nım Şehzade Abdürrahim Efendi ile nişanlıydı ve bu şehzade Sultan Hamid'in oğluydu. Bu nişan bozularak, izdivacı ger­çekleştirdiler. Şâdiye Sultanhanım; İlk izdivacını Fahir Beye­fendi ile 1910'da yaparak,  12 seneye yakın birliktelik sür­dürmüşlerdir. Fahir Bey, 1922'de Nişantaşı sarayında vefat ettiğinde evlilik son bulmuş oluyordu. Şâdiye Sultan 2. evliliğini de,   1885'de doğmuş Reşad Hâlis Bey ile yapmıştır. Bu evlilik 1931'de gerçekleşmiştir. Reşad Hâlis Bey'in 1944'de-ki vefatıyla son bulmuştur. Şadiye Sultanhanım vefatında 2.Mahmud türbesine defnolunmuş böylece de babası Abdül­hamİd'in yakınında son uykusunu uyuma şansını bulmuştur. 8~Hamide Ayşe Sultanhanım  1887'de; Yıldız Sarayında dünya'ya gelmiştir. Vefatı ise Ağustos/l960'da Beşiktaş Se-rencebey'de Gazi Osman Paşa konağında vukuubulmuştur. 73 yaşını sürdürmekteydi vefatı esnasında. Kabri Yahya Efendi dergâhındadır. Hanedan ile birlikte seyahat mecburi­yeti başlıyan bu Sultanhanım'ın târihe büyük hizmetini unut­mayalım ve "Babam Sultan Abdülhamid" adlı eseri bunu sağlamıştır. Mehmed Şevket Eygi bu eseri basmıştır. Ayşe Sultan 2 defa evlenmiş ilkini  1873 Beyrut doğumlu Ahmed Nâmi Bey'le 1911 'de Sultan Reşad'in huzurunda Dolmabah-çe sarayında kıyılan nikâhla gerçekleşmiştir.  1921'de talak vukuubulrnuş, 1926-1928 arasında kendisini Abdülhamİd'in damadı ve torunlarının babası olarak seçim propogandasında takdim etmiş padişaha olan sevgi bu zatı Suriye devlet başkanlığı seçimlerini kazanmaya taşımıştır.

 

Ayşe sultanhanım 2. izdivacını 1877'doğumlu İstanbullu Mehmed Ali Beyefendiyle, 3/ 4/1921'de Yıldız Sarayında yapmıştır. Bu zat son üç padişahın yâveriiğini yapmıştır. Bu padişahlar, geriden öne doğru, Sultan Vahideddin, Sultan Re­şad ve 2.Abdülhamîd'dir. Ayşe sultanhanımın her iki evlili­ğinden de çocukları olmuştur.

 

9-Refia Sultanhanım ise; Yıldız sarayında 1891'de doğ­muştur. 47 yaşında olduğu halde 1938'de Beyrut'da vefat et­miştir. Piyano çalar, resim yapar bir sultanhanım olup, kabri Suriye'de Şam'da Sultan Selim Câmiindedir. İzdivacını, 1885 doğumlu Ali Fuad Beyefendi ile 1911'de Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi tarafından kıyılan nikâh sonrasında yapmıştır. Damad Beyin babası meşhur Ahmed Eyyüb Paşa'dır.

 

10-Hadice Sultanhanım, bu dünyadan 7 ay kâm aldı. 1897'nin 7. ayında doğup, 1898'in 2. Ayında irtihal eyledi. Yahya Efendi dergâhına defnedilen Sultanhanımın Kuşpala-zından vefatı vukubulmuştur. Sultan Abdülhamid Hân-ı Sâni Şişli Etfal Hastanesini bu kızının ruhu için yaptırdı.

 

11-Aliyye Sultanhanım; 1900 yılına doğru bir kaç günlük­ken vefat eyledi.

 

12-Cemile Sultan da aynen oldu.

 

13-Sâmiye Sultanhanimda, 1 sene, 9 gün berhayat oldu ve zatürrie alıp götürdü.

 

Sultan 2.Abdülhamİd'in Oğullarna gelince bunların sayısı sekizdir. Bunların ilkini Mehmed Selim Efendi 11/1/1870'de Dolmabahçe sarayında dünyaya gelmesiyle teşkil eder. 5/ 5/1937'de Cünye Sarayında Beyrut'ta ömür defterini tüketir. Kabri Şam'da bulunan Sul tan Selim Câmiindedir. Babasının amucası Sultan Aziz 1200 tonluk muhribe bu şehzadenin adını verdi. TBMM'de yapılan halife seçiminde bir rey de Se­lim Efendiye çıktı. İngilizler; petrol yatağı olan Musul'u ver­memek için çıkarttığı isyanı, Fransızların pek kanlı bir şekil­de bastırdığını görüyoruz. Şeyh Said'in 1925'deki isyanı üze­rine okutulan hutbede Selim Efendinin adına okutulurken, bu zatın olanlarla hiç bir alaRası yoktu. Selim Efendi 4 izdivaç yapmış, bunlar Deryâl, Nilüfer, Pervîn Dürri Yekta ve Gülnâz hanımefendilerdir. Bu hanımlarından Emine Nemika sultan­hanım adlı bir kızı, üç yaşında vefat eden adı Mehmed olarak verilenden sonra, Mehmed Abdülkerim ve Harun Efendiler dünya'ya gelmiştir.  

 

2. Oğul Mehmed Abdülkâdir Efendi, 16/1/1878'de Dol-mabahçe sarayında doğmuş ve 1944'ün 1. ayın da Sofya'da vefat etmiştir. Batı Musikî ilminde mühim bir kimse olan Aranda Paşa, şehzadeye bu ilminden hayli bilgi aktarmıştır. Bu şehzade, kemân'ın bir başka versiyonu olan Viola, Ke­man, Piyano da pek usta bir icra gücüne sahipti. Hanedan yurt dışı edildiğinde önce Macaristan'a giden Abdülkâdir Efendi sonunda Sofya'da ikamete karar vermiştir.

 

2.Harb esnasında Sofya'da bulu nan Balı Efendi'nin türbe­sini yeniden inşa ettirdi. O sırada Bulgaristan'ı havadan bombardımana tâbi tutanların hava hücumundan korunmak için, girdiği bir sığınaktan geçirdiği, kalb krizi sonunda, ha­yatı terk etmiş olarak çıkarıldı. Abdülkadîr Efendi'nin altı iz­divaç yaptığını,bunların ilkinin, Misli Melek, ki boşamıştır. 2.sini Sühandan Hanım teşkil etmişsede bunu da boşamıştır. 3.Mihriban hanim olup, 4.Hadice Mâcide, 5.si, Fatma Mezi­yet hanımdır. 6.izdivacının bir Macar olup, bu izdivacı Halife Abdülmecid tanımadı.

 

3.Oğul ise Ahmed Nuri Efendi olup, 1878'de Yıldız sara­yında doğmuştur. Miralaylık rütbesine yükselerek askerliğe heves ettiği bilinir. Ayrıca ressamdır. Fransa'da Nice şehrin­de 1944'de vefat etti Şam'da bulunan Sultan Selim Camiine defnedildi. Çocuksuzdu.

 

Sultan Abdülhamid'in 4.erkek çocuğu Mehmed Burhaned-din Efendi, 1885'de Yıldız Sarayında doğdu ve 15/6/1949'da New-York'da vefat eyledi. Cenaze İstanbul'a getirildi ve dev­let görevlileri kabul etmeyince Suriye'ye Şam'daki Sultanse-lim Camiine defnedildi. Burhaneddin Efendi, 1913'de Osmanlıdan ayrılmış olan Arnavud devleti krallığına geçmesi teklifine iet cevabı verdi. Daha sonra da, yâni 1936'da frak'da söz sahibi olan Osmanlı dönemi paşalarından Cafer Askerî Paşa- Burhaneddin Efendiyi Irak Tahtına davet etti. İngi­lizler, prestiji hiç sarsılmamış bulunan 2.Abdülhamid'in bu sevgili oğlunun krallığına engel oldular, aynı senenin sonuna doğru Cafer Askerî Paşa'da bir suikastle katledildi.

 

5.erkek evlâd olan Abdürrahim Efendi 1894'de Yıldız'da doğdu. 1/1/1952'de Pâris'de vefat etti. Pâris'de müslüman mezarlığında defnolundu. 2.WiIhelm'in Hassa alayında topçu üsteğmen olarak bulunarak, askerliğe olan yakınlığını isbat ederken, 1.cihan harbinde topçu alay komutanlarımızdan bi­ri olarak vazife aldı. Bu sırada Albay rütbesinde idi. Enver Paşa, tümen komutanlığı teklif ettiyse de, erken bularak ka­bul etmedi. Osmanlı devletinin bir çok konferanslarda tem silciliklerini başarıyla yaptı. Abdürrahim Efendi'nin türr.M komutanlık teklifini kabul etmemesinde, Enver Paşa'nın şeh­zadenin nişanlısı Naciye Sultan'dan, Sultan Reşad kanalıyla nişanı bozdurup bu sultanhanımi tezviç etmesinden kaynak­lanması tabiidir. Öztuna Bey, değerli eseri Hanedanlar'da Ab­dürrahim Efendi'yi, M.Kemâl Paşa, Enver Paşayı sevmediği için pek tutardı, demektedir.

 

6.oğul olarak Mevlâmız; Sultan 2.Abdülhamid Hân'a, Ah­med Nureddin Efendiyi lûtfeyledi. 1901'de doğan bu şehza­de, 1944'de Pâris'de dâr-u beka eyledi. Bu şehirde müslü­man mezarlığına defnolundu vefatına zatülcenb rahatsızlığı vesile oldu. Çocuksuzdu.

 

7.oğulu padişahın iki yaşı civarında olan Mehmed Bedred-din Efendi idi. Menenjit hastalığı vefata vesile oldu. Yahya Efendi türbesine defnolundu ve târih 1903 senesinin, ekim ayının 13.günü idi.

 

Sultan Abdülhamid Hân'ın son ve 8. Çocuğuysa Mehmed A'bid Efendi, 1905'de Yıldız Sarayında doğmuştu. 8/Ara-lık/1973'de Beyrut'da hayat mücadelesini ikmâl eyledi. Çok mükemmel bir tahsilin sahibiydi. Galatasaray lisesi, Harbiye mezunu, Şorbon'dan hukuk fakültesinden 1936'da mezun oldu.

 

Yine Ekol Nasyonalden, Fars dili ve Edebiyat mezunu,eri son ölen padişah oğlu bu zattır. Japonlar; A'bid Efendi'yj Türkistan imparatoru namzeti olarak davet ettiler. Japonlar Sultan Hamid'le iyi münasebetlerinin neticesi olarak yaptık­ları teklife Efendi'den red cevabı aldılar. Daha sonra da, Ar-navutluk'da bulunduğu sırada Musollini ve Hâriciye nâzın Kont Ciano, Efendiyle görüştüklerinde Roma'ya davet ettiler ancak Türkiye üzerinde bir hesapları olabileceğini hisseden A'bid Efendi daveti red etti. Arnavutluk Kralı Ahmed Zo-go'nun yeğeni 1908 doğumlu Prenses Seniyye hanımefendi ile Aralık 1936'da Mat şehrinde evlendiler. Â'bid Efendi ço­cuksuz olarak hayatını ikmâl etmiştir

 

 

 

2.Abdülhamid Hân'ın Sadrıazam Ve Şeyhülislâmları

 

 

Sultan 2.Abdülhamid Hân taht-i Osmaniye kuud ettiğinde, makam-ı sadaret de, Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa bulun­maktaydı. Tâbiiki bir, komitacılar çetesi de, bu idareye ortak idiler. Tahta oturan yeni padişah sadnazamı görevinde ibka eylediyse de,  19/Aralık/1876'da azledip, yerine Midhat Pa-şa'yi getirdi. Böylece de, çetenin içinden seçtiği halef ile se­lefin arasında bir soğukluk temine muvaffak oldu, Midhat Pa­şa. 1 ay 17 gün kaldığı makamdan eve gitmeğe vakit bula­madan îzzeddin Vapuruyla yola çıktığında takvim yaprağı, 5/Şubat/1877'yi gösteriyordu. İbrahim Paşa'ya mührü veren padişah bu kişiyle 11  ay, 4 gün çalışıp,  1 1/Ocak/l 878'de onu da gönderip, yerine Ahmed Hamdi Paşa'yı getirdi ve 24 ün sonra yâni 4/Şubat/l878'de Ahmed Vefik Paşayı sada­rete aetirdi ve 2 ay, 9 gün sonra onu da değiştirmeye kendini mecbur hissetti. Mehmed Sadık Paşa, 1 ay, 10 gün süren sa­daretini 28/Mayıs /1878'de tamamlamış oldu. Bu sefer tahta Ciktığındaki sadrıazama döndü ve Mütercim Mehmed Rüşdü paşanın eline mührü verdiğinde 3. ve son sadaretine getirmiş oluyordu. Mütercim Paşa bu işi, 7 gün yapabildi ve yekûn olarak 2 sene, 23 gün süren sadrıazamlık hayatını noktala­mış oldu. Sadareti bu defa 4/Haziran/l878'de Mehmed Es-'ad Safvet Paşaya verdi. Bu zat'da tam 6 ay sonra mührü teslim ettiğinde târih, 4/Arahk/1878'i gösteriyordu. Tunuslu Hayreddin Paşa makam-ı sadarete getirildi vede, 7 ay. 26 gün sonra Ahmed Arifi Paşa 29/Temmuz/1879'da İç başı yaptı. Dayanma gücü 2 ay, 20 günün sonunda tamamlandı. 18/Ekim/1879'da maratoncu bir sadrıazam ilk geliş olarak vazifeye başladı. Bu zat, dokuzda defa bu makama gelip git­miştir. Bu da Erzurumlu Küçük Mehmed Said Paşa olup, lâ­kabı da Şâpur Çelebi'dir. Bu zâtın ilk sadaretinin 7 ay, 20 gün sürdüğünü görüyoruz. Cenânîzâde Mehmed Kadri Paşa, 9/Haziran/1880'de başladığı görevi 3 ay, 3 gün sonra 12/Eylül/1880'de bıraktı. Sadaret yine Said Paşa'ya tevcih olundu. Bu sefer 1 sene, 7 ay, 20 gün sürdü Said Paşa 2/Ma-yıs/1882'de is tirahate çekilirken, Germiyânoğlu Abdurrah-man Nureddin Paşaya tevcih olundu.. 2 ay; 11 gün süren sa­dareti sonunda halef yine Mehmed Said Paşa oldu. Bu sefer­de 4 ay, 20 gün sonra iki gün sürecek sadarete Ahmed Vefik Paşa getirildi. 3/Aralık/1882'de Said Paşa mühre yine sahip oldu. Bu seferde sadareti kısa olmadı 25/Eylül/1885'e kadar sürdü ve 2 sene,  1  ay, 23 gün sürmüş oldu. Bu seferinde Kıbrıslı Mehmed Kâmil Paşa 5 sene, 11 ay, 19 gün sürecek ve 4/Eylül/1891'de nihayetlenecek şada- retine başladı. Bunun yerine Kabaağaçlızâde Ahmed Cevad Paşa, bu sadareti teslim alıp, 3 sene, 9 ay, 4 gün sürdürmeye muvaffak oldu. Efendim, bu Cevat Paşa daha harbiye talebesiyken, İstan­bul'da Aksaray'da devam ettiği Tekke'nin Şeyhinin yanına yine bir gün gittiğinde bir esmer vatandaşın şeyh'e bir rüya anlatmakta olduğunu görür. Edeben biraz uzaklaşır, beyan edilenleri duymasın düşüncesiyle. Az sonra Şeyh Efendi, Ce­vat Paşa'ya döner iki mecidiyen varmı diye sorar. Var ceva­bını alınca ver bana der ve sonra esmer vatandaşa döner, bu rüyanı bu zabit mektebi talebesine satarmısın diye sorduğun­da tabii diyen çingene Şeyhin verdiği iki mecidiye'yi aldığı gibi eyvailahı çeker. Şeyh Efendi yine Cevat Paşaya tevec­cüh eder derki, koskoca sadaret makamını bu adama bıra­kamazdık! Der. Böylece Cevat Paşa bu sadaretini daha tale­beyken iki mecidiyeye satın aldığımda hatırlar bu arada vede şeyhinin kerametine bir defa daha meftun olur. Bu zâtı da, sürgüne gönderir Sultan Abdülhamid Hân. Halikarnas Balık­çısı diye anılan Cevat Şâkir Kabaağaçli, bu zâtın yeğeni olup kendi babasını öldürdüğünden mahkum olmuştur. Cevat Pa­şanın sadaretinden sonra sadaret mührü yine Said Paşa'y3 3 ay, 24 gün kalmak üzere avdet eder. 2/Ekim/1895'de Kâmil Paşa 2. sadaretine getirilirse de, bu sefer vazi reyi 1  ay, 6 gün sürdürebilir, 7/Kasım/1895'de Halil Rıfat Paşa'ya verir. Bu zatın dönemi, 1313/1897'deki Osmanlı/Yunan Savaşında muazzam bir zafer kazanan ordumuzun sayesinde taçlanır. Bundan çok sevinen padişah, sadnazamına ve seraskerine ölünceye kadar görevlerinizde kalacaksınız demek suretiyle memnuniyetini belirtmiş ve Halil Rıfat Paşayı vazifesinde ölünceye kadar muhafaza etmiştir. Serasker Mehmed Rıza Paşaya gelince onu da görevinde ipka etmekle beraber meş­rutiyetin yeniden meriyete konması üzerine Serasker Paşa

 

çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Vefatı üzerine boşalan makama 9/Kasım/1901'de Said Paşa, 6. sadaretine oturu­yordu. 1 sene, 1 ay, 26 gün süren görevi 14/Ocak/1903'de Avlonyalı Mehmed Ferİd Paşa'ya devretti. Bu zat da, 5 sene, 6 ay, 8 gün süren sadaretinden sonra 22/Temmuz/1908'de 14 gün sürecek bir sadaret için mührü Mehmed Said Paşa'ya devretmek mecburiyetinde kaldı. Said Paşanın bu 7. sadare­tiydi ve 5/Ağustos/1908'de mührü alan ve    göreve gelen Kıbrıslı Kâmil Paşa oldu.  14/Şubat/1909'da 6 ay,  10 gün sonra vazifeden ayrıldı. Yerine 3.Ordu havalisi umûm müfet­tişliği yapmış bulunan Hüseyin Hilmi Paşa getirildi ve 14/Ni-san/1909'da ise 31/Mart Vakaları çıkınca bu sadrıazam pa­dişaha sığınmaktan başka bir şey yapamadı. Sadareti 1 ay, 28 gün sürmüş oluyordu. Bu sefer vazife hariciye eski nazır­larından Ahmed Tevfik (Okday) Paşaya verildi. Böylece pa­dişah son sadrıazam tâyinini Tevfik Paşanın bu sadaretiyle tamamlamış oluyordu.

 

Sultan 2. Abdülhamid, otuzüç seneyi, 18 ayrı şahsiyetle, 7 defa bir kişiyi, 3 defa bir kişiyi, 2 defa 3 kişiyi, 1 defada 11 kişiyi getirmek suretiyle tamamlamıştır. Diğer bir deyimle, mührü hümayun, 27 defa gidip gelmiştir.

 

Şeyhülislâmlara gelince: Suttan Abdüharnid Hân Cennet-mekân makam-ı sadarete geldiğinde 155. Osmanlı Şeyhülis­lâmı Hacı Kara Halil Efendiyi makam-ı meşihatde bulmuştu. 18/Nisan/1878'e kadar bmzatı görevinde ipka eyledi. Aslın­da Amucası Sultan Aziz aleyhine, sağda solda: "ben bunun hâl'ine çarşaf kadar fetva veririm" dediğini unutması imkân­sızdı. Yerine getirdiği Ahmed Muhtar Efendi 1 sene, 9 ay, 5 gün süren toplam iki meşihatinin, 7 ay, 16 gün olanını bu se­ferinde tamamladı. Önceki meşihati Sultan Aziz'e idi. 4/Aral'k/1878'de makama üryanizâde Ahmed Es'ad Efendi getirildi ve 10 sene, 1 ay, 14 gün süren dönemi tamamladı ve ömrüde böylece ikmâl oldu. Yerine 17/Ocak/1889'da Bod­rumlu Hacı Ömer Lütfü Efendi 2 sene 7 ay, 18 gün süren ve 4/Eylü]/1891'de biten vazifeye gelmiş oldu. Osmanlı Şeyhü-lislâmalnhın 159.su olan Mehmed Cemâleddin Efendi bu zâ­tın yerine geldi ve 14/Şubat/1909'a kadar, 17 sene, 5 ay, 10 gün süren şeyhülislamlık görevinde bulundu. Abdülhamİd Hân'ın son Şeyhülislâmı 14/Şubat/1909'da münasip görülen Dağıstanlı Mehmed Ziyaeddin Efendi'dir, hâl fetvasını bu zâta verdirmişlerdir ittihatçılar. Böylece de, Sultan Hamid Cennet-mekân, otuzüç yılda altı şahsiyetle makam-ı meşihati yürüt­müştür.

 

 

 

Netice

 

 

Dünyanın üzerine gözünü dikmiş olduğu Osmanlı devleti, Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'nin dillendirdiği gibi, iki asırdır, düşmanlar dışarıdan, biz içenden yıkamadığımız devlet tabii ki dünyanın en kuvvetli devletidir ifadesine, Sultan Abdülha-mid'de hak vermiş bir an evvel ülkenin muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmasına pek ehemmiyet vermiştir. Mektepleri kurmuş, sayılarını çoğaltmış, denge politikasıyla uzun yıllar savaşsız bir dönem sağlamış, diplomasi dünya­sında Osmanlı devletini hesaba alınır bir onura taşımıştır. Biz bu eserde, vefatını târih safahatı içinde Sultan Reşad döne­minde vukuubulmasi hasebiyle o bölümde yazacağız.