SULTAN ABDÜLAZİZ :

 

Babası: Sultan II. Mahmûd Han

Annesi: Pertevniyâl Vâlide Sultan

Doğum Tarihi: 1830

Vefat Tarihi: 1876

Saltanat Müd.: 1861-1876

Türbesi Istanbul Çemberlitaş

 

 

H. 1277-M. 1861 senesinde Osmanlı tahtına cülus etmiş­tir. 24 yaşlanndaydı. Sultan 2. Mahmud'un oğlu olup, Abdüi-me.Cid han merhumun küçük kardeşidir. Taht'a geçen Abdü-laziz han, makamı sadarette, Kıbrıslı Mehmed Paşa'yı bul-muştu. Şeyhülislam Saadeddin efendi idi. Hasan Rıza Pasa ise seraskerlik makamında oturmaktaydı. Devlet içinde vazi­fe yapmakta bulunanlar çıkartılan bir ferman ile bulundukları yerlerde vazifelerinedevamları bildirilirken, bahse konu fer­manda Tanzimat-ı Hayriyenin tasvibe şayan olduğu açıkça görülmekteydi. H. 1272/m. 1856 fermanını kapsadığı gibi. Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa'nın 1270/1854 yılında vermiş bulunduğu lâyihanın üzerine kurulduğu metinden kolaylıkla anlaşılır.

 

Fermanı aşağıya alıyoruz. "Vezir-i meâl-i semirim Mehmed Emin Paşa. Bu defa Cenab-ı malikül mülkün, irade-i lemye-zeliyesiyle ecda-d-ı İzamımızın taht'ı saaded-i bahtına, cülu­sumuz vukubulmuş olup senin mücerreb olan dirayet ve sa­dakatin cihetiyle hutubcesim-i sadareti uhde-i rüyetinde ifa vesair vükela ve memurlar da yerlerinde bırakılmıştır. Dev-let-i âliyemizin bimennihi Teâla ikmal-i saaded-i hâl ve bila­istisna bilcümlei teb'ai-yi saltanat-ı seniyemizin istihsali refa-hu saadetleri azim emelimiz olduğunu ve bu emniye-i hayri­yenin husulü ve kâffe-i sekene-i memalik-i mahrusemizin (temin-i can ve arazi ve malları zımnında) tesis olunmuş olan kavanin-i esasiye-i adüye tarafı bizden tamamen tekiyd ve te'yid kılındığını cümleye ilân ederim. Saltanat-ı seniye­mizin medarı te'yid vasais-i şevketi olan şeriat-ı şerife ki. adalet-i mahzadır. Onun ahkâm-ı menfaası cümlemize delü'1

 

k-i selâmet olduğu cihetle umur-u seri7 yeye ziyadesiyle rfkkat olunması matlub-u katiyemizdir. Her devletin bais-i devam-ı ve tezyid-i şevket-i ve asayişi kanunu mevzuaya herkes tarafından tamamiyle mutavaat olunmak ve kibar-i jr ve kübera cümleten hakk ve vazifesi dairesini tecavüz tmemekle olacağından bu yolda hareket edenier tarafımca mazhar-i mükâfat olacakları misillü, hilafında bulunanların­da mücazatını görmeleri muhakkaktır.

 

Binaenaleyh umur-u mütenevia devlet-i âliyemizde bil­cümle daiyan ve bendegân ve memurin'in istikametle hizmet ve sadıkane ifa-i vazaifle memuriyet etmeleri cümle evamir-j müekkide-i şahanemizdendir. Muazzamatı mesalih-i düveliye hazreti muvafıkul umurun tevfik-ı ve erkân-ı devletin akdem ve ittifakıile kârin-i hasen netice olageldiği müsellemettandır. Devlet-i âliyemizin umur-u mülkiye ve maiiye işleri derece-i matlube-i intizam ve mazbutiyete isali, işte şu kaidei müsel-lemeye kemâli tevesülîe, yâni cümle tarafından halisane ve müstakımane ihtimam ve gayrete menut olup tarafım dan ol babda her türlü, nezaret ve ihtimam olunacağını ve bir müd­detten beri, esbab-ı muhteiifeden nâşi, mesalihe arız olan. müşkülâtın biavn-i Tealâ kariben defi hakkında masruf ola­cak himem-i mahsusai şahanemize her daire ve idare cani­binden hakkıyla ve tamamiyle ittiba olunarak ve zâtımızca, devletimizin iade ve tezyid-i maliyesinden ve teba'mızın refa­hından başka fikir ve emel olmadığı bilinen emval-i devletin istihsali ve sarfında tasarrufat-ı kâmiley-i ve beyhude telefat ve sarfdan vikayesini mucib olacak ıslahatın peyderpey tara­fımıza arzolunmasi ve devleti âliyemizin ahd-ı esbab-ı şevke­ti olan asakirberriye ve bahriyemizin dahi her hal ve mahalde muhafaza-i ni zam ve intizamı İle refahlarına dikkat edilmesi Ve saltanat-ı seniyemizin dost, müttefik olan düveli ecnebi-Vede câri bulunan münasebatı müvalatkâranesinin anbean tekid'ine sarfı mec'hud ve muadehat-ı münakide ahkâmına müstemirren riayet kılınması, velhasıl idarei devletin her ci­het ve fur'unda vazaif-i vaza-if-i nazaifî istikametle, iffet sa­dakat ve gayreti cümlenin kendisine esas hareket ve bais-i felahı selâmet bilmesi irade-i katiyemizdendir.

 

Şurasını dahi ilan ve ilave ederimkİ, (tebeam'ın asayiş ve refahı hakkında olan arzuyu şahanem istisna kabul etmeye­ceğinden edyan-i akvamı muhtelifeden bulunanları dahi cümleten tarafı hümayunumdan adalet ve himmet ile temin-i hasen halleri emrinde dikkat-i mütesaviye göreceklerdir.) ve Cenab-ı Hakk'ın mülkümüze ihsan buyurmuş olduğu esbab-ı azimeyi servet ve sâman'in tevessü-ü tedriciyesiki, saye-i makderi tevaihi saltanatımızda cümlenin saadet-i halini mucib olacak, terakkiyat-ı sahihedir. Onların ve devleti âliyemi-zin istiklâl hâli kaziye-i mühimmesinin indimizde itirafkâr ol­duğunu dahi tekrar ederim. Hazreti Feyyaz-ı mutlak, Habibi Ekremi hürmetine cümlemizi muvaffak buyura. Amin. fi/23/zilhicce/1277-m. 1861 Görülüyorki, 1277/1861 senesi nihayetinde devletin, siyaset ve dahili idaresi programı yuka­rıdaki satırlarda mevzu edilen maksaddan ibaretti. Hakikaten mali buhran sıkıntıyı son derece çoğaltmış, Karadağ mesele­si büyümüş, Hersek ayaklanmış, avrupada müdehale etme­ye bütün bütün niyetlenmişti. Bilhassa Sırp, Kara dağ sözleri pek kuvvetli olarak ortalıkta konuşuluyordu. Tarih-i Lütfi, Rı­za Paşanın seraskerlikden azliyle ve Namık Paşanın tayini, Valide Sultana bin kese maaş tahsisini ve şehzadelerin hazi-ne-i hassa'dan 419 bin kuruş aylık maaşiarı, sutanlann ma­aşları gibi hazine-i maliyeye naklini yeni yapılacak işierin bi­rincisi olarak gösteriyor.

 

Abdülaziz Han, tahta çıkışının 3. günü Eyyüb Sultan Ca­miinde kılıç kuşanma merasim ve alayını yerine getirdi. Tah­ta geçmeğe 3 sene kala 1274/1858'de dünyaya gelen vaktin sulu icabı gizli tutulan şehzade İzzeddin efendinin doğum tarihi hatt-ı hümayun ile ilan edildi. Abdülaziz Han, tahta ge-ceCeği zamana kadar, Mekke Mollası Ali Satı Efendizâde Kadri Beyin, Eyübsultandaki evinde gizlenmişti. Hariciye ne­zareti, âli mecalis-i tanzimat, meclis-i vâla İle birleştirilerek, ahkâmı adliye eski adıyla reisliğe Şam'da bulunan hariciye nâzın Dr. Mehmed Fuad paşalara ihale olundu. Ahkâmı adli­ye meclisi, biri mülkiye idaresine ve diğeri tezakir-i ve tanzi­mi kavanin ve nizamata, üçüncüsü ise, hemenceilan olunan cinayet divanları nizamı gereğince, havale olunması ait mah­kemelere mahsus olmak üzere üç kısma ayrıldı. Vakanüvis (resmi devlet tarihçisi) tanzimat meclisinin Damad Mehmed Ali paşa ile sarraf Cezayirlioğlu Mıgırdiç arasındaki, mühür meselesi denilen olaydan münakaşalara vesile olup, dava lâ­zım gelen şekilde hal olundu.

 

Bundan böyle de adı geçen meclis'in kaldırılmasına lüzum görüldüğünü beyan edip, ilave etmekte olduğu satırlarda di-yorki: Tanzimat meclisinin lağvı ile reisliğine ait 71275 kuruş ile meclisi vâla reisliğinin 60 bin 209 kuruş ve hariciye neza­retinin 67 bin 675 kuruş ve ticaret nezaretinin 49 bin 675 kuruş maaşları birleştirilerek aylık 248 bin 884 kuruşun, 75 bin kuruşu hariciye ve 70 bin kuruşu meclis-i ahkâmı adliye başkanlığına ve 35 bin kuruşu ticaret nezaretinde bulunan Safvet efendiye tahsis olundu. Hazîneye 68 bin 884 kuruş

 

kaldı. Sultan Abdülmecid merhumun, israf ve mest-i müdam ol­maya yatkın eğiliminden, kâğıd kaymenin meydana getirdiği zararları yüzünden, husule gelen emniyet ve güven eksikliği­nin sonundan dolayı kendisi hakkında ahalinin şikayetleri Çoğalmıştı. Yeni padişahın mizacı, geleneğe, dine bağlılık gösterecek ümidini vermişti. Milletin hakimiyeti adına Os­manlının ilk devir idare usulüne bağlı olacağını ümid etmek

 

isterken, böyle bir hatt-ı hümayunun okunacağını zannede-miyordu. Bu sırada Londra'da bir borç alım antlaşması imza­lanmıştı. 1862 borçlanması adıyla meşhur olan bu borçlan­ma, Meyres istikrazının (borçlanmasının) başarısızlığını ka­pamak, problem olan kaymeyi ortadan kaldırmak arzusuna dayalıydı. Şam ve Karadağınhadiseleriyse kaymenin kaldırıl­masını değil, fazlalaştırılmasını gerektiriyordu. Kaymenin miktarı 250 milyon frank olarak sanılıyordu.

 

Nakit olarak ödenebilmesi için 500 milyon franklık, yeni bir borçlanmaya girmek icab etmekteydi. Ancak bunu'yapa bilmek, adeta gayri kabildi. Vaziyet böyle olduğundan dola­yı, %40 nakit ve %60 yeni eshamyani senetlerle değiştirilmek üzere yıllık %6 faiz ve %2 anapara emvartismaniı 200 milyon franklık borç antlaşması yapılıptütün, tuz, damga, patent ge­lirlerinden senelik 16 milyon frank ayrılması gerçekleştirildi. Hazinenin darlığa düşmesi şu kadar had safhaya gelmiştiki, borçların faizlerini ve maaşlarını öde yebilmek mümkün ola­mıyordu. Bu yüzden evrakı nakdiyeye müracat ediliyordu.

 

Padişahın ihtiyat hazinesinde para olduğu 1277/1861 tari­hine aid taviz olayı meselesi denen, şöyle bir vaka cereyan etmiş: <Bazı çok mühim zamanlar ve olaylar karşısında dev­let işlerinde kullanmak üzere düzenlenmiş olan ihtiyat (ye­dek) hazine çok önemli askeri masraflara harcanmak ve ra-mazan-ı şerif münasebeti ile bütün maaşların tamamen ödenmesi için borç almak suretiyle taraf-ı şahaneden maliye hazinesine 40 bin kese 240 bin lira ulaştırılmıştır. Aradange-çen zaman çok uzamadan alman meblağın maliye tarafından borcu terk ettiği görüldü. O sırada sipariş olarak verilmiş bu­lunan ve inşasına başlanmış olan üç tane kalyon masrafına bırakılması emrolunmuştur. >

 

1278/1861-62 yılı vakaları içinde Ali paşanın 4. defa ol­mak üzere makamı sadarete getirilmesi önem taşır.  Kıbrıslı Mehmed paşa aklı gidip gelen, dürüst cesur fakat sinirli bir kimse olması hasebiyle görevden alınmıştı. Hariciye nezare-- e Şam'da bulunan Fuad paşa, meclisi vâla reisliğine Ka­mil paŞa tayin ve nasb olundular. Yine bu sene nişan-i Os-mani ihdas ve 23 bendi ve 5 fasıldan ibaret olan nizamna­mesi yayımlandı. Mali işlerin yeniden düzenlenmesine dair makam-i sadarete gönderilen padişah tezkeresinde: <tenki-nat ve tenzilat, devleti âliyenin mevcud kuvvetine zarar ver­meyecek yerlerde aranılmak icabatıyla beraber fazla kısıntı­dan bir parçanın yavaş yavaş mevcud kuvvetinin ikmaline tahsisi ve tersane tahsisatına mikdar-ı yeterli bir şeyin ilave olunması> beyan olunmuştur.

 

Deniz kuvvetlerimizin mükemmelliğini temin için tahsisatı­na ayda 4 bin kese ilave edilmiştir. Bu devrin tenkihatı (me­mur ücretleri ve maaşlarında indirim) daha sonra yine mali­ye hazinesinden ve rilmek üzere erbabı havale devri yahud az sonra yine aid oldu ğu yere iade muamelesiydi> Bu za­manlarda vekillerin ve memurlar ile kalem memurlarının ta­yınları vardı. Hatta fetva makamının elimize geçen tayınat pusulası şöyledir: <1500 okka ekmek, 350 okka pirinç, 210 okka ot, 300 kilo arpa, 150 kantar saman, 90 çeki kömür, 2700 okka kömür> ki o zamanın fiyatıyla 500 lira tutuyordu. Cemiyeti tabiyyenin kurulması, yeni kurulmuş bulunan İtalya Krallığının tasdiki ve İngiliz Fransız, İtalya devletleriylen, tica­ri antlaşmalar imzalandı. Ticaret nizamnamesinin uygulama alanına sokulması, hatta Ali paşanın azledilip, Fuad paşanın sadarete tayini, bütçe usulünün tesisi, divan-ı muhasebat ku­rumunun faaliyete geçirilmesi bu seneye ait vakalardandır. Kavaim-i nakdiye hakkında deniliyor ki; <O esnada nakit Verine olmak üzere piyasada dolaşmakta olan kavaim-i nak-d|yenin itibarına sekte gelmesine dayanan yüzlük altun, ka- ile yüzseksenİ aşmış olduğundan erzak ve çeşitli eşyalann fiatlarını yükselmişti. Zahirenin kilesinin 65 kuruşa yük­selmesi ekmek fiatının kıyyesinin yüzon, francalanın yüzkirk paraya satılmasına karar alındı. Sonraları altunun değeri yükseldi. Hatta 400'e kadar fırladı.

 

Memleketeynin birleşmesi gerçekleşti. Kuze Bey'in yöneti­minde olan bu birleşme harekatı, prens 1. Aleksandr Jan adıyla kurulan imaret sandalyesine oturması, CJlah ve Buğ­dan parlamentolarıyla kabinelerinin, tek pa-şamento ve tek kabine şekline dönüşmesi merkezi hükümet n Yaşşehrinden, Bükreş şehrine naklide gerçekleşti. Yunan Meselesi: Tebamiz olan Yunanistan çok büyük bir isyan ve ihtilal karşısında kal­ma emareleri gösteriyordu. Bu sebeble ihtiyatlı olmak bakı­mından tedbirlere baş vurmak icab etti. Rumeli ordusu ko­mutanı Abdi paşa ve Yenişehir'de bulunan ferik Piri paşanın kumandalarında hududa asker yığmayı yerine getirdik. Yu­nanların yeni tarihçilerinden biri diyorkİ:

 

<Eğer Kırım savaşı sırasında Yunanistanın başında Kont Kavur gibi tecrübeli, liyakatli bir diplomat bulunmuş olsaydı, Piyemon hükümetine benzer bir devlet, Osmanlıların mütte­fikleriyle muhabere kurup büyük ihtimaldir ki;daha kazançlı çıkılırdı.> Yunanlılar 1854 yılında Çar Nikola'nın memurları tarafından Türkler aleyhine yaptıkları haçlı teşviklerinin oyu­nuna gelerek sonu yanlış bitecek bir hesab yapmışlardı. Fa­kat avrupada, kavimcilik anlayışı politikasının geçerli hale gelmiş olması, o devrede onlarında emel ve arzularının ay­nen İtalyan arzula-rına tetabuk etmekteydi. İngilizlerin dü­zenlediği tertip ve iğfalatın sonunda 600 kişilik vatanseverini Kral Oton'un aleyhine kışkırtan partinin reisi Aleksandır Mavro Kordato 1848'de hürriyet düşüncesi ve kavmiyetçilik anlayışında olarak Yunanlılar için bir program düzenleyip ya­yımlamıştı. Bu programlar genişleme ve katılım yani iltihak meselesiniihtiva etmekteydi. Çünkü bu programda Yunanistan

 

n hangi memleket ve diyarları kendine katabilmesi Ümkündür sorusuvardi. Kısmen dahi olsa yunanlıları bir hükümet altında toplayabilmek için, hükümetin Yunan ırkına it çoğunluğun bulunmakta olduğu Teselya, Makedonya, Foir ve Girit adası gibi ilk adım atacağı yerler olarak göster­mekteydi. Mavro Kordato İngiltere başvekili Lord Palmers-ton'un müttefik ve ortağıdüşünceler taşıdığından bu sayılan memleketlere Cezayir-i sebayı koymamıştı. Yunanistanın di-öer hülyası ise ancak Bizans devketi zamanında toplayıp bir­leştirdiği gözönüne alınırsa İstanbul'a doğru bakmağa başla­dıkları görülür.

 

Nasıl ki; İtalyanlar Roma'ya göz dikmişlerse... İşte kral Oton da 1855 senesinde Osmanlılar aleyhinde harekete geç­meye bu fikir sebebinden dolayı kalkıştı. Pire'yi üç sene İngi­liz ve Fransız askerlerinin işgalinde bulundurmasına göz yumdu. Paris antlaşması Yunanlıların kabahatlerini ortadan kaldırdıysada Yunanlılar kral Otton'u affetmediler.

 

1272/1856'da yayımlanan ferman ile müslüman olmayan tebanın can, mal ve ırzı nadesi bütün bütün kızmalarına se­bep oldu. Müslümanlarla müslüman olmayanların barışması yunanlıların ümit bağladığı düşünce tarzına büyük bir darbe olmuş, onları büyük bir mağlubiyete düşürmüştü. Bu yüzden hırslarını zaten az akıllı ve hükümet işinden bıkmış olan kral­larından aldılar. Esasında Otton yunan emellerine lakayıt kalmayıp hissen ve siyaseten onları teşvik edip, yardımcı oluyordu. Ancak onu anlayamayıp hesab edemediler. Kana-r's, Bulgaris gibi Yunan istiklâline emek vermiş kah ramanla-nn kral Otton aleyhine yürüttükleri muhalefet hareketleri bü­tün partiler tarafından desteklendi. Yunanistanda krallık sar­sıntı geçirdi.

 

1254/1839 senesinden beri, İngiltere devleti Oton'un mensub olduğu Bavyera krallığı sülalesini, Yunanistandan

 

söküp atmak düşüncesini taşımaktaydı. İtalya kralı Wiktor Emanuel de buna onay vermekteydi. Çünkü Emanuei'in kardeşi Dük Dojen bu işe İngilizler tarafından uygun bulunup ileri sürülmüştü. Ancak bu durum Kont Kavur tarafından müsbet karşilanmayıp net bir tarz içinde red olundu. Diğer taraftan kra!, İngiltereden gördüğü sıkıntı dolu tehditlere, yu­nanlılardan maruz kaldığı hakaretlere 1277/1861 senesinde İtalyan Garibaldi, Kra! Oton arasındaki bir takım müzakereler yapılıp, bundan maksad Yunanlıların kıyamı karşısında, su-küneti temin için ihtilal ordusu getirmek yolunu bulmaktı.

 

Wiktor Emanuel buna da evet demişti. İş olup bitmek üze­reyken Atapoli ile Şiyre'de bulunan Yunan askerleri ih tiİal hareketini başlattılar. Ruslar ise kral Oton'dan memnun de­ğildiler. Hatta onun yerine 1. Nikola'nın torunu DÖlehtenburg ikame olunmak isteniyordu. Bu vaziyet karşısında her taraf­tan yapılan hücumlar karşısında yardıma muhtaç hale geien kral Ot on, bütün vilayetleri dolaşarak kendisine taraftar top­lamak ve kuvvetlenmeyi esas almıştı. Atina'dan ayrılır ayrıl­maz 1862 yılının Ekim ayında bazı vilayetler halkının, apan­sız payitahta saldıracakları haberleri Atina'da dolaşmaya ve kulaktan kulağa yayılmaya başlandı. Her ne kadar bu husus­ta askerlerin muhalefeti zararlı görülmüş isede, ahalinin kral aleyhine anlaşmış bulunduklarını deklare etti.

 

 

Böylece askerler iîe halkın arasında çok hafif, dostlar kav­ga görsün misalinden olarak bir müsademeden sonra kucak­laşma oldu. Vakit geçirmeden meclis azalarından Buigaris, bahriye nazır vekili Kanaris ile sabık vekillerden Rufo'dan meydana gelen, geçici bir hükümet kuruldu. Bu hükümet kral Oton'un tahttan indirilmesine, eşinin ve hanedanının her hangi bir azasının, Yunan hükümeti üzerinde bir hakları kal­madığını ilan vazifesinide yerine getirdi. Kral bu duruma an­cak dönüş esnasında muttali oldu. Atina'ya bir iki saat me-

 

afede bulunan Pire limanında içinde bulunmuş olduğu Emili simli Yunan gemisinden inip İngiliz gemilerinden olan Sekil adlı savaş gemisine binerek avrupaya gitme yolunu seçti. İn-

 

|izler Rusların bulduğu INikola'nın torunundan endişeli ol­duklarından, Danimarka kralının oğlu prens Yorgi'yi teklife ve Cezayir-i seba'yı Yunanistana katmaya rıza gösterdiler.

 

Sözkonusu adalar 1815 yılından beri İngilterenin idaresin-deydi. Perns Jorj; 1863 senesi mart ayının 30. günü kral ila-nolundu. Bu netice Yunan arzu ve emellerine adeta bir bahşi-soldu. Yunanlıların megalo ideallerine hazırlanmış bulunan Girid'e el atmaları, söz konusu gelişmelerden sonra başla­mıştır. Dünyada hemen hemen dünkü tebamsz üzerinde boy le hesaplarla planlamalar yapılıp kuvveden fiile çıkarılırken, bizler neleri gerçekleştiriyorduk? Söyleyelim: esasen 4. veya 5. dereceden meşguliyetten sayılabilecek işlerden olan, usul-u teşrifatiye'ye ait düzenlemeyi, hayli zaman ve şiddet içinde şekle bağlamaya muvaffak olmuştuk.

 

İşte bu çalışmanın neticesinide aşağıya alalım: Rütbe-i müşiri vezaret, Sudur-u rumeli ve anadolu payesi, rütbe-i bâ­lâ ricali, İstanbul payesi, feriklik rütbesi, rütbe-iula sınıfı ev­veli, Rumeli beylerbeyliği payesi, Mirlivalık rüt-besi, Mirmi-tanlık rütbesi, Rütbeiûla sınıfı sânisi, bilâd-ı hamse mevleviy-yeti, miralaylık, rütbe-i sâniye-i sınıf-ı evvel mütemayizi, mahreç mevleviyyeti, rütbe-i sânii sınıf-ı sânisi, kaymakam­lık, Istablİ amire müdürlüğü payesi, Kİbar-ı Müderrisinler bin­başılık rütbesi, rütbe-i sâlise, Kapıcıbaşılık, Muvassalai ouleymaniye madununda bulunan müderrisler, Alay eminli-gi, Rütbe-i râbi, kolağalık, hocalık, yüzbaşılık.

 

Dar-ı şurâi askeri reisliği lakab bakımından balâ sırasında olup, mertebece rütbe-i balâ üzerinde, yani o zaman maariftaretinin alt tarafındaydı. Subaylara ve komutanlara, lakabıresmi tahsis kılındı. Osmanlı nişanı (madalya)'nın verilme alanları genişetildi. Hatta bazı kimselere verilen dört kıta mu­rassa Osmanlı nişanlarına 980 bin 475 kuruş sarf olunmuş­tur.

 

Genç ve yeni padişah Abdülaziz han, Bursa'ya bir seya­hatte bulunarak, devletin kurucusu ve dedelerinin dedesi, Osman Gazinin türbesini ziyaret ederek dualar eda ettikten sonra, İstanbula avdet etmiştir. Galatada Rizeli Sofu baba adı ile tanınmış birinin çırağığı olan, ancak kaderin icabından saraya damad olmuş nice mühim ce makamlara geldiği gibi, bu arada da makam-ı sadarete gelen, Mehmed Ali paşa, üzerinde mabeyn müşirliği olduğu halde defaetler serasker­lik, kaptan-ı deryalık, Tophane ve Sıhhiye nazırlıklarına ve bunların üzerine de hazine-i hassa nezareti verilmesi gibi ga-rib bir saltanat sergilendi. Paşa kanaat sahibi bir zat olduğu için, yalnız kaptanı deryalık maaşını almış ve hazineye bu yüzdende her sene 2500 kese yani 12500 lira istifade etme şansı vermiş bulunmaktadır.

 

Öte yandan Karadağ savaşı şiddetlenmiş ve Abdül Mecid han merhumun son zamanlarında Bağdad ıslahatına vazife­lendirilen Serdar-ı ekrem Ömer paşa geri gelmiş ve 2. defa olarak Karadağ'ın terbiyesine görevlendirilmişti. 1852'de ya­ni on sene evvel meydana gelen cezalandırma da 4500 şe-hid ve 5 bin yaralı vermiştik. 30 şu kadar milyon kuruş sar-fetmiş ve Avusturyanın verdiği ültimatom üzerine işi yüzüstü bırakmıştık. Fakat bu seferde meydana gelen Garahova sa­vaşında Hersek'te bulunan slav gayreti uyandırılmıştı. Bura­ya gelince bir miktar islav, panslavizmden yani ıslavların bir­leşmesinden bahsedelim. Bu birleşmenin gayesi, ictihadla olmazsa kuvvetle ortodoks mezhebinin bütün gücü ile dini fikr yoluyla birleşmiş olan cinsiyet fikri ile şark dünyasının Rusya niyabeti altında yeniden kurulmasıdır.

 

1274/1856 senesinde Moskova üniversitesi kurucu ve ko­yucusu Bahmatyef in reisliğinde Poğodin ile Popof'un yar-. mıarı ile slavlar lehine olarak bir yardım komitesi kurul­uştu. Hükümet tarafından da tahsisatla desteklenen Sırplar •ıe Bulgarlar arasında pek muazzam faaliyet göstermiş bulu-an bu komite, on sene sonra üniversitenin yüzüncü yıldönü­mü hasebiyle toplanan Moskova kongresinde takdis oluna­rak Slavların birleşmesi hususundaki nazariyeyi kabul ettirdi. İşte Rusyanın, Hersek taraflarında açdığı isyan bayrağı, bu panislavizmin tesiriyledir. Hersekliler Mostar'daki ecnebi dev­letler konsolosluklarına verdikleri dilekçede <OsmanIi me­murları ile milli hükümetleri arasında kendi menfaatlerini gö­zetecek bir kocabaşı bulunması dinlerine hürmet edilmesini, klişeler ve klişelerine çan kulesi inşa kılınmasını, kendi mil­letlerinden bir piskoposun reisi ruhaniliğinde bulunmalarını, mektebler açabilmelerini, zabtiyelerin hanelerinde ikamet et­memelerini, beylere zirai mahsullerden dörtte birden fazla vermemelerini, verilen dörtte birlerin vekilleri tarafından tah­sil olunması vergilerin hane başına maktu olarak tesbiti ve tahsillerini kocabaşların yapmasını taleb ediyorlardı.

 

Hükümet Hersek'te kopan patırdıları teskin için serdar-ı ekrem Ömer paşayı yollamıştı. Bu sırada ise Karadağ, Mirko yâni, Garahova galibinin idaresinde bulunuyordu. Eşkiya çe­teleri hududu tecavüz edip, Hersekli asilere yardıma başladı­lar. Sotirina, Nakşik gibi mevkiler ellerine geçti. Osmanlı as-keriyse hudud boyunca bir güvenlik kuşağını tesis etmişti. Donanmamızın gemileri bunların limanlarını ablukaya almış­tı- Karadağ prensi de bu ablukayı protesto etti. Fakat Ömer paşa yeter miktardaki askeriyle Hersek'e gelmişti. Eşkiya C>oga boğazında Diyobu'da başarılı olup toplandılar. Biyava denilen bölgede Ömer paşa'yı beklediler. Ancak; Ömer paşa °unlan pek feci bir hezimete uğrattı. Karadağ beyi, hâlâ bitaraflığmı muhafaza ettiğini ilan ediyordu. Diğer taraftanda as­ker toplamaktaydı. Bu vaziyet karşısında babıâli, askerini dağıtması hususunda ihtarda bulundu ve red ile karşılaşınca bütün sının abluka altına aldı. Tarihler 1278/1861-62 senesi­ni gösterirken, Serdar-i ekrem 60 bin kişilik kuvveti ile yürü­yüşe geçti. Tarih-i Osmani yazarı, Dö La jönkiyere göre: <Karadağ reislerinden devamlı olarak, gerek kuzey batı ge­rekse güney batı yönlerinden Nakşik ve Espoz kalelerinin hakim oldukları vadi ile toplanmış iki müselles (üçgen)'den meydana gelmiştir. Derviş ve Abdi paşa kumandalarında bu­lunan iki kolordu iki noktadan hareket ederek Duga vâ dişi ve boğazını tazyik edecek ve merkezde birleşecek idi. Hüse­yin Avni paşa kolu; düşmanı, Berda tarafına çekerek iki ko­lordunun da hareketini kolaylaştıracaktı. Ancak Hüseyin Av­ni paşa bu vazifeyi yerine getiremedi. Liyn boğazında bozul­du. Böylece prens Mirko tastamam iki ay Derviş ve Abdi pa­şaları tevkifat altında tutmayı başardı. En sonunda Derviş paşa tarafından çok ustaca yapılmış bir manevra ile Doğa boğazı çevrildi. Osmanlı askerini Osteroğ'un altına getirdi. Mirko İki ateşarasında kalarak kaçmadan başka çare bula­madı.

 

Fakat, Karadağlılar, Osmanlı askerlerinden esir düşenlere reva görüp uyguladıkları vahşet, nefretleri toplayacak bir haldeydi. Burunlarını, kulaklarını kesip salıveriyorlardı. Yara­lılar bu vahşet veren görüntü yüzünden İstanbul hastaneleri­ne getirilmeyip, Kale-i Sultaniye yâni Çanakkalede bulu-nan hastanelere yatırıldılar. Tedaviden sonra İstanbula gönderil-meyip memleketlerine sevk olundular, bunun için peşlerin­den cerrah bile yollanmıştır. Avrupa devlet ve hükümetlerinin hiç birinden ne bir ses nede bîr soluk işitiliyordu. Yalnız Papa 9. Pi, Arnavutlukta bulunan katolik piskoposlarına bir beyan­name göndererek katoliklerin Türklere yardımda bulunmalarını emr eyledi. Zaten Ömer paşa plânını değiştirmişti.

 

Cernoviçka ile Rika boyunca çıkarak, Rika'da meşhur Mirkopek feci bir mağlubiyete uğrattı. Çetine üzerine yürüyü-Vaziyet bu şekle bürününce, avrupa diplomasisi kendini duyurmaya başladı. Sulh yapılmasına karar verildi. Osmanlı ordusu yapılan sulh sebebi yüzünden Çetine'ye gi­remedi. Kumandan Ömer paşanın ortaya koyduğu şartlar Karadağ'ın devamlı olarak Osmanlı tabiyetinde ka imasını temin eden şartlardandı. Mirko'nun Karadağ'da ikamet ede­memesi, Karadağdcjn geçip, İşkodra'dan Hersek'e giden yol üzerinde Blakhavzlar inşası şartlan müzakerenin başhcala-rından idi. Karadağın kılıcı olduğu söylenen Mirko'nun uzak­laşması şartı, daha sonra ortadan kaldırıldı. Çünkü tenezzül edilmez bir şartidi.

 

2. şarta Ruslar itiraz ettilersede, hükümet hemen Karadağ toprağı üzerinde bir bina inşa ettirdi. Avusturya ile Fransa yı­kılmasını istediler. Müzakereler sonunda yolun açık kalması meydana gelecek yolcu kaybının, Karadağ tarafından tazmin edilmesi kararı alındı. Yapılmış bulunan ve adına blokhavz denen binanın yıkılmasında anlaştılar. Ancak hudud boyuna böyle binalardan epeyi sayıda inşa edilerek Karadağ kontrol altına alınmış oldu. Karadağın teskini, Hersek'ıe uç veren ih­tilalin teskin olunmasmıda sağladı. Ancak panslavizmin tes­kini artık mümkün olmayacak dereceye varmıştı. Hatta beş ay sonra çıkan Girid isyanı sırasında balkanlarda şu mealde bir nağme-i ittihad yani birleşme türküleri dolaşmaktaydı:

 

<Ey şahinler, kalkınız, islav namını kemal-i asaletle taşı­nmağa çalışınız. Haydi şimdi ellerimizi şimal (kuzey)'in kartal-lar|na verelim. Bulgar, Rus, Çek, Sırp, Kaaradağ, bunların hepsi aynı ananın çocuklarıdır. Hepsi aynı din ve aynı kanın kardeşleridir^ Bütün bu harekat, bu teşvikler, kavimlere hür­riyet vermek bahanesiyle yürütülen bütün hissiyat Romanof'ların yani Rus imparatorluğu hanedanının menfaati hesa­bına idi. Meşhur Katkof ile dostlarından olan diğer panisla-vizm taraftarları Rus idaresi altında toplanma isteklilerinden olduğundan başka, hakiki islavlar olmadıklarını beyan edi­yorlardı. Bunlar Çarlarının istibdat ve hırsının koru yucuları idiler. Panislavizmi doğrudan doğruya dil ve ırk bakımından ustaca birleştirebilmiş, hukuki bahanelerle sırf istila politika­sına ait bir entrika olmuştu.

 

 

 

Sırbiye:<Bosna-Hersek>

 

 

meydana çıkan ihtilal ile Karadağ savaşları, Sırplarda bir­birlerine yaklaşma istikametinde tahrik vazifesi görmüştü. Bu bakımdan Sırbistan hududunada asker gönderilmesi yolu­na gidildi. Bu askerin çoğunluğunu başıbozuklar teşkil et­mekteydi. Sırbistanda kurulmuş olan Obranoviç sülalesi, sırp hükümetinin kaidelerine büyük saygı duymakla beraber is-tiklal-i tammeye çalışıyordu. Diğer taraftan Belgrad, Semen-dire, Sokod Oviça, Sabaç kalelerinde Osmanlı askeri bulu­nuyordu.

 

Çünkü 1830 senesinde imzalanan bir mukavele mucibince müslüman halka bu, altı tane kale dışında ikamet etmek ya­sak, bu altı yerden başka yerlerde, Sırpların kanunları geçerli idi. Ecnebi tarihlerin söylediklerine bakarsak: "Osmanlı hü­kümeti yazılı mukavelelere riayet etmiyor, hatta Belgradda bulunan muhafız paşa bu memleketin işlerine müdaheie etti­ği gibi müslüman ahaliyede hristi yanlarla dolu şehirde, bir mahalle kurdurtmuştu. Bundan ayrıda köylerde bulunan Os­manlı halkı sırp kanunlarını takmıyordu. Sırbistan prensliği islav karışıklıklarından istifade edip, Obranoviç hanedanını halkın vanında daha makbul hale getirmek düşüncesiyle ve bu şikayeti için İstanbula Garaşinin'İ saldı. Babıâli bir karma komisyon kurarak tahkikata başladı.  Ele geçense;  baştan avma bir cevabla iktifa oldu. 1861 senesi aralık ayının 21. nünü Âlî paşa, Sait efendi isimli birinin komiser tayin edildi-öini bildirdiysede, adı geçen zat Sırbistanın prenslik müdür-lüaünden Ristiç'in ısrarına rağmen İstanbul'dan yola çıkma­ya bile lüzum görmedi. Bununla beraber Sırpların durumu her aeçen gün vahim vaziyete eğilim gösteriyordu. Sırplarla, müslüman ahali arasında her an münakaşa ve büyümeyen itiş kakış oluyordu. Bu sırada 1 O/haziran 1862 günü Belgrad civarında bulunan, Topçudere isimli yerden, bir Osmanlı as­keri çeşmeden su almak için gittiğinde sebebsiz çıkan ani bir kavga esnasında bir Sırplıyı öldürdü. Katili yakalamak için koşmakta bulunan jandarmanın üzerine Osmanlı karakolun dakiler tarafından ateş açıldı. Bu ateşin sonucunda polis ter­cümanı bir Sırplıda vuruldu. Belgradlılar olayın duyulmasıyla silaha sarılıp Osmanlı karakollarına hücuma geçtiler. Bazı karakolları da zorla ele geçirdiler. Garaşnin, ahaliyi teskine, çalışarak esir edilen Osmanlı askerlerini ve sırp askeri müf­rezesi koruyuculuğunda olarak kaleye yolladı. Fakat bu as­ker kale önüne geldiğinde kendilerini tehlikede görerek, Sırp müfrezesi üzerine ateş açtılar. Bu vaka Belgrad halkını ayağa kaldırdı. Şehirden kalenin kapılarına kadar sipere girdiler.> Sırp idaresi müdürü ile Osmanlı kale muhafızı paşanın arası­nı ecnebi konsolosların yardımıyla cereyan eden müzakere­ler neticesinde şehrin Osmanlı askeri tarafından tahliyesiyle bulmaları kabil oldu.              *

 

Graşanin; Osmanlı askerinin kale içine girene kadar, taar­ruza uğramayacaklarını ve müslüman halkın, can, mal ve nnülklerininde emniyet altında bulunacağının teminatını ver­di- Ancak askerler ahali kaleye sığınınca Belgrad şehrini to-pa tuttular. Tabii ki bu hadise avrupaya dehşetli mübalağa ile duyuruldu. Fransa hükümeti yani 3. Napolyon, Rus çarı 2.Aleksandr'a hulus çakmak niyetiyle İstanbul'da bir konfe­rans toplanmasını teklif etti.

 

Osmanlı hükümeti, Belgrad hadisesi tahkikatına ecnebi konsoloslarınında katılması teklifini istiklalinin aleyhinde gö­rerek kabul etmeyip red eyledi. İstanbul konferansın da Avusturyanın, Belgrad konsolosu mösyö Wasich'in muhafız paşayı şehri bombar dımana teşvik ettiğini öne süren şüphe­ler dile getirildi. Avusturya zaten Sırpların aleyhinde bulun­maktaydı. Hatta İstanbul sefiri Sir Hanrî Bulver, on madde­den meydana gelmiş bizim bakış açımızdan gayet uygun bir layiha ile tekliflerde bulunduki, bunda hükümetin, Belgrad şehrini bombardıman etemekte haklı olduğunu ileri sürüp, tasdik ettiğini açıklıyordu. Fransa elçisi mösyö Muster ise, bağlı bulunduğu hükümeti adına Belgrad ka leşinin Türkler tarafından terk edilmesini kabul ettiremedi. Velhasıl 1862 se­nesi Eylül ayının 8. günü düzenlenen protokolde Sokot ve Oviça kalelerinin Sırplara bırakılması müslümanların kale içine çekilmesi, Belgrad dahilinde bulunan karakolların kal­dırılması Osmanlı muhafız askerleri tarafından işgali, karma bir komisyon tarafından tensib edilecek yerlerde Osmanlı hükümeti tarafından yaptırılacak istihkamların inşaatında, kullanılacak emlak, sahipleriyle anlaşmak için Sırbistan hü­kümetiyle antlaşma yapılması, dîni maksatlar için kullanılan binalara dokunulrnaması karar altına alındı.

 

Siyasi vakalar olduğunda görüldüğü gibi Osmanlı hükü­meti 3 sene sonra kale dışında bulunan bütün emlak ve bi­naları aldığı nakdi tazminat karşılığında Sırbistana terk etme yoluna gitmiştir.

 

İç meselelere gelince: Sultan Abdülaziz han, askeri işlere ve ticarete çok önem vermekteydi. İzmit'te inşa olunmakta olan ve tamamlanmış bulunan Rehber-i Nusret gemisinin de­nize indirilmesinde yanında Mısır valisi Said paşa olduğu hal hazır bulunmuştur. Tarih-i Lütfi bu münasebetle diyorki: <Said paşa gezip tozduktan sonra İstanbul'a geldi ve bir müddet sonra yine geze geze Mısır'a döndü. Seyahati sıra­sında Girid adasına bile uğramış imiş?. Girid'de kaldığı bir kaç gün zarfında vila yet tarafından kendisine yapılan hür­met ve riayete mukabil bazı memurlar ile askeriyeye men-sub kimselere verdiği paraların taksimiyle fakat vali, ekse­lans İsmail paşaya özür bildirerek, buna karşılık ısrar edildiği 2500 altun irade çıkıncaya kadar yanında bulundurup bek­lettiğini ve selefi vali paşaya Önce bu yolda 5000 lira verilmiş olduğunu sorması üzerine, adı geçen paranın kabulüne izini bildiren emirname gönderilmiştir. 1279/1862 senesinin mü­him vakalarından biri de istanbul sergisinin açılması, Varna, Rusçuk, demiryolunun inşaasına başlanması, Karadağ me­selesinin sona erişi, Fuad paşanın sadaretten alınıp, yerine Mısırlı Kâmil paşanın getirilmesi, devlet-i âliyenin bütün ka­nun ve nizamlarını içine alan Düstur'un neşri, Mısır valisi Sa­id paşanın ölümü üzerine İsmail paşa'nın vezaret rütbesi ile tayini zırhlı donanmanın İngiltereye sipariş edilip, imalata ne­zaret etmek üzere Ateş Mehmed paşa'nın kaptan-ı deryalığa tayini ve mali ıslahata dair sert bir hattı hümayun çıkarıldı. Bu çıkarılan hattı hümayun az aşağıda sahifelerimizi süsleye­cektir. Vaziyetin tahkikatı ve bütün ülke çapında ve anadoiu-ya ve rumeli taraflarına birer heyeti teftiş etme görevi ile gönderildi. Sultan Abdülaziz'in Mısır'a seyahati, Mısır'da an­garya usulünün kaldırılması, Süveyş kanalının tarafsızlığının temini Prens Kuze'nin Memleketyn'de icra etmekte olduğu ıstibdad dolu idaresinden dolayı karışıklıklar çıkması. <şimdi burada Ahmed Rasim bey merhumdan; şu alıntıyla süsleye-lim! Bir hattı hümayunda denilmektedirki: hazinenin muva­zenesinin sağlanıp yerine konması, yani gelir ile masrafın karşılaştırılması tarafımızca mühim bulunduğundan ve buna apaçık delil olmak üzere ihtiyatlı olmak için ayrılması lâzım gelen aylık 5 bin kesenin iş bu şubat ayı başından sonraya terk olunarak kesilip ve sultanların maaşlarının dahi iptali pusulalar gereğince düşürülmesi irade-i mahsusamizm ica-batından olduğu gibi asla hatır ve gönüle bakiimayarak İs­tanbul ve taşra'da bulunan lüzumsuz memurların hakkani­yete uygun olarak düzenleyerek sahihlerinin hakiki ihtiyaç­ları bulunmadığı halde sebebsiz olarak tahsis kılınmış nor­malden fazla olan maaşların ve kavaim-i nakdiyenin kaldırıl­masıyla layık oldukları yere çıkarılıp devletimizin geliri kabil olduğu müsadeye kadar ilerleyiş sebeblerinin elde edilmesi ile hazinenin dengesinin sağlanması...> Rasim Beyden 2. alıntıma Mısır seyahati olup şöyle: <29/şevvalinin cuma se­lamlığının ifasından sonra, sarayı hümayunda toplanan ve­killer ve memurlar padişahın iltifatlarına nailiyete ererek bü­yük sevinç içinde ve yanlarında genç şehzadelerde bulundu­ğu halde, serasker Mehmed Fuad paşa ve padişah hocası <AkşehirIi Hasan efendi v. s bendegan ve yakınları bulundu­ğu halde Fevz-i Cihad isimli vapura binerek Akdeniz istika­metlerinde hareket etmişlerdir. İstanbul'a dönüş gecesinde çarşı ve pazarlar açılıp, ahali sabahlara kadar sevinç avaze-leri içinde şenlikler yaptılar. Şehzade Yusuf İzzeddin, kara, Mahmud Celaleddin efendi, deniz askerliği mesleğine kayıt olundular. Mısırdan dönüşte bütün İstanbul ahalisinden ola­rak 10 bin 47 imzalı bir dilekçe ile Kağıdhane kasrında tak­dim olunan ve herkesçe görülmesi ve bir yadigar olması için padişahın resminin yayımlanması istekleri ve bununla iftihar etmeleri istikametindeki arzuya, müsaade olunduğuna hatt-ı hümayunla müjde verildi. Serasker kaymakamı, Hüseyin Avni paşa kumandasında olarak, ilk defa askeri talim yapıl­maya başlandı. Payitaht dışındaki vezir ve valilerinin ve me­murlarının İstanbul'daki kapı kethüdaları kapıçukadarlarının ata mahsus olmayıp resmi devlet memurları arasına alın­ması bütçe ihdasını Saltanatı seniyenin şân ve şerefli mali-sinin(?) jyj ve kötü durumda olduğu ortaya çıktı. Daha sonra borçsuz yaşanmaz sözü ifade olundu. Çünkü ilk defa hakiki vaziyete vakıf olanlar ileri gelenlerdi. Her ay hazine­nin defteri muvazenesi tanzim olunup padişaha gösterilirdi. Durumu padişah ve vekiller heyetide bilirlerdi.(!) Önce İsan-bul sarraflarına el altından bir işaret ile ve duyurulan emirle bir günde tahvilsiz mahvilsiz binlerce kese alınır, verilirdi. Müzakere usulünün kurulmasından sonra bu itibar birdenbi­re ortadan kalktı. (Lütfi efendi yanılıyor. Yazılan usul evvel­ki ver-al muamelelerinin itibarımızı bozduğu ortaya çıktı) Ecnebi bankerleri diye ced beced devleti âliye tebasından olduğu halde, Sakızlı Zarifi ve Yanyalı kasap Hristo gibi, bir takım başları şapkalı kimseler hazine-i maliyeye koşuştular. İltizam almaya ve fahiş olarak işlemiş faizlerle hazineye borç vermeye başladılar. Hesabsız paralar kazandılar. Mali­ye hazinesinin birer kasası durumunda olan yerli sarrafların birer ikişer odaları kapanıp rehinsiz borç alınamamağa baş­ladı. Bu sarraflardan az çok sermayesi olanların çoğu Gala­ta tarafına geçip, muamelelerinde ecnebi bankerleri taklit ile uyma yoluna gittiler (Tarihi Lütfi) Fransa imparatoru 3. Napolyon'un zatı şahaneyi davet edildiğini yazdıktan sonra 1279/1862-63 senesi muvazenesini şu rakam ile gösteriyor.

 

Kese Küsur umumi gelir:

 

3.010.539 335                 '*

 

2.969004 492

 

41.534.843

 

41534 843 A. Rasim Bey üstad merhumun bir izahatı vardır ki aynen alıyoruz.

 

"Tarafı padisahiden Fransa imparatoruna yazılan cevabi mektupda: avrupanın hali hazır durumundan bahisle duru­mu tanzim ve istikbali temin için gerekecek tedbirlerin te­dariki hususunda beraberce müzakere ederek seçilmesi için kongre şeklinde toplanma lüzumunu belirten halisanemize göndermiş olduğunuz name-i fahametnamelerini sefirleri elinden aldım. Bu vesile ile hakkımda izhar buyrulan efkâr-ı hahsa-i vedadiyelerinden dolayı zatı haşmet simat fehima-nelerine ansamimi ülbâl teşekkür ederim Bu babda efkârı halisanemizin temame-i tekabülüne ve uzun zamanlardan beri iki devletin arasında kurulmuş bulunan rabıta-i kadime-i vedadiyenin teyid ve tahkimin ne derece gerekli bulundu­ğunu ispat etmekliğim emel ve arzum bulunduğuna inan­malarını rica ederim. Menfaatler ve saadetler başlıca hal olarak da sulhun devamı ve muhafazasıyla mümkün ve merbuttur. Bu gayelere bağlı bir devletin padişahı bulundu­ğum cihetle, sulhun bir esas-ı kavi ve sebat üstüne kurul­muş bulunduğunu görmekle hakikaten çok sevinç duyaca­ğım şüphesizdir. Cenab-i haşmeti imparatorlarının teklifi hakkında bilinen düşünceme gelince, bu hususda büyük el-çileriyle vukubulmuş olan sohbetimizden cenab-i fahimane-lerinde bulunan büyük elçimizi devleti fahimanelerine icrası­na memur etmiş olduğum tebligat-ı dostaneye müracaat eder, fahameti celbi imparatorilerine olan muvalaat-ı halise-min kabulünü dilerim.>

 

 

 

Diğer İşler

 

 

Bunu müteakip akçaları ceb-i hümayundan verilmek üze­re tersane-i amire için avrupadan defalarla zırhlı gemiler si­pariş ediîdi. Tesisat-ı medeniye namına, cemiyet-i tedrisiye-i islamiyenin kurulmasıyla Örücüler civarında açılan mektepte talebelerin bedava okuyup, yazmaya, tarih, coğrafya, hesap qibi lazım gelen ilmin öğretilmeye başlanması, maarif-i umu­miye nezaretince bazı ıslahatlara başlanılmış olması, darülfü­nun (üniversite)'de dahi herkes için hikmet-i tabiye ve hen­dese gibi diğer ilimlere aid dersler verilmeye başlanması çok sevindiricidir. Şişhane!! tüfeklerden Londra'ya sipariş edilen 7 bin tanesi gelerek bunlardan Tophane'de imaline ve büyük toplar dökümüne Akdeniz boğazının büyük istihkamlarına ilaveler yapılarak inşaasına ait peşpeşe iradeler çıkmaktaydı.

 

Bizce en önemli olay, Mithad paşanın hatıralarında yazılı bulunan satırlardaki şu hülasadır. "Prizren eyaletindeki ihti­lal, Midhat paşanın akıllı çalışma ve gayretleri ile bertaraf o-lunmuştur. Emniyet ve asayiş son derece düzelmiş, Niş eya­leti üç sene içinde önemli ilerlemeler göstermişti. Halende bir çok kişinin takdir ve güzelliklerin olduğunu söylediği görül­mektedir. Önceki zamanlarda ecnebiler tarafından ve bilhas­sa Sırbistan tarafından tahrik edici hareketlerin şikayet vesi­lesi olmak üzere kullanılan sözlerin tabiiki arkası kesilme-mişse de, Vidin ve Silistre eyaletlerinin hali ve idareleri uy­gun gitmiyordu. Bu iki eyalette ve bilhassa balkan tarafların­da bulunan Bulgarların mağduriyet ve mazlumiyetine dair Rusların avrupaya duyurmaya çalıştıkları vilayet usulüne. 'nıthad paşanın Niş eyaletinde meydana gelen icraatının çok büyük kısmını iyi bulmuş olduklarından bu düşüncenin kara-nnın birlikte müzakeresi 1280/1864 senesinde Midhat paşa acilen İstanbul'a davet olunan Midhat paşanın İstanbula gel­mesi üzerine sadrazam Fuad paşa tarafından kabul edilip görüşmede sadrazamın vermiş olduğu izahata göre Silistre Vidin ve Niş eyaletleri birleştirilerek ve bu birleştirilen bölge­ye mahsus olmak üzere yeni bir düzenleme yapılıp bunun is­tikametinde bir idare tarzı gerçekleştirilecektir. Bu vilayetin ismine Tuna vilayeti adı verilecekmiş. Eğer burada yapılan yeni düzenlemeler takdire mazhar olursa, diğer eyaletlerde bu düzenleme örnek alınarak tatbike konup, teşmil olunaca­ğı söylenmiş. Fuad paşa; Midhat paşa hakkın da vekillerle yapmış olduğu istişare neticesinde Tuna vilatleri valiliği vazi­fesini genel istek istikametinde Mİthad paşanın uhdesine ve­rilmesi kararı aldığını tebliğ eder. Bu hususda padişahdan da irade-İ seniyenin alındığını beyan eder. Şu kayıtta en çok dikkat çeken, Alî ve Fuad paşaların mebuslar meclisine giriş olacak hazırlıkları sergilemeleridir.

 

Yeni kurulacak vilayete esas olacak olan bu usul, devletin İlk idari taksimatı olan sancak ve beylerbeyliği usulünden ibaret bulunan eyalet sistenminden, yâni bir kaç sancağın birleştirilmesinden meydana gelen şekli gayri sabitin, ıslahiy-la avrupa tipi idari taksimata uyan bir taklidçilik idi. Nahiye, kaza, sancaktan meydana gelen ve her bir kısmında genel­likle azalarını hariç bırakmak üzere Âli paşa ile müstakil ve me'sul bir hey'eti vükela kurmaya muvaffak olamazsa, çe­kilmeğe karar verdi. Mustafa Fazıl paşaya emri altında bu­lunmak üzere Paris'de bir nevi idare-i merkeziye kurmuş olan yabancı ülkelerde ikamette olan Genç Türkiye fırkası, itimada şayan görülmüyordu. Bu fırkanın en delice bir icra­ata teşebbüs edeceğine hatta hürriyet severlikleri dahi şüp­heli görünmekteydi. Abdülaziz han 1863'de olduğu gibi (bu tarihte Âli ve Fuad paşalar çekilmek istemişlerdi) mutaasıbardan veya statükocu olanlardan eskiden beri mesai birliği jki vezir ıslahatperveri tercih etmek mecburiyetinde yap*31

 

kaldı.

 

Sonunda Fuad ve Âli paşalar galib geldiler. İşte bu şekilde ktidara gelebilen tutarlı heyeti vükela ıslahata başlayabildi. Birlik ve güçten mahrum bir hükümet yerine daha azimkar ve usullere daha fazla riayet eden bir idare gelme şansı elde edildi. 1283 ramazan/1867 ocak ayında Fransa tarafından 1856 hatt-ı hümayununa dair babıâliye bir nota verildi ki, bu notada 16 maddeden ibaret ıslahat talebi yer alıyordu.

 

Bu vesikanın hemen baş tarafında maarif-i umumiyeden bahs ediliyordu. Bilhassa hristiyanların dahi kabul edebile­cekleri müslüman mektepleri veşubeleri kurulması, müslü-manlar yanında tahsil~i iptidaiyenin yayılması için Öğret­menler yetiştirilmesi, fen, tarih, idare usulü, hukuk tahsili için bir üniversite ile çeşitli mesleklerdeçıkış verebilecek yüksek mektebler kurulmasına, umumi kütübhaneler açılmasına, işaret olunuyordu. Fransa hükümetinin en büyük ümidi ma­arifi umuminin yayılıp ileri bir seviyeye gelmesi idi. Herşey-den evvel terbiye meselesini ortaya seriyor, diğermeselelerin tamamını buna bağlı olarak ve muhtaç olduğunu söylüyor­lardı. İşte mekteb-i sultani'nin açılması bu maksada istinad eder. Artık ülkede eğitim ve Öğretim için arzular hareket ha­line gelmişti.

 

 

 

Cemiyet-İ Tedrisiye-İ İslamiye

 

 

Sultan Selim'deki Darüşşafakanın esasını kurmuş, babıse-raskeri tarafında bulunan eski matba-i amire darulmuallimin yani Öğretmen okulu olarak seçilmiştir. Bükreş'de ise Bulgar komitesi adlı bir kuruluş bu zamanın meşguliyetinden bilisti­fade faaliyetlerine başladı. 1856 fermanında var olan ancak bu güne kadar tatbik alanına konulmayan ecnebilerin Osmanlı topraklarında mallarını kullanmayı bildiren karar bir ferman ile ilan olundu. Bu kanunu beş madde teşkil etmişti Sonradan tebaiiyyet değişikliği yapmış olanlar müstesna ol­mak üzere Osmanlı tebasının tabii oldukları teklif ve rüsum­ları ifa etmek, kanun ve zabıta nizamına ve belediyeye uy­mak, emlak ve ona bağlı davalarda, iflas halinde mahiyeten venizam bakımından borcuna karşılık olması mecaz olan emlakin; satılması hususunda devletin mahkemesine müra­caat etmek vasiyet ve hibe selahiyetini haiz olmak üzere Hi­caz arazisinden başka Osmanlı topraklarının her tarafında emlakini kullanma hukukundan istifade edebilecekleri yazı­lıydı.

 

Bu kanun yardımıyla, Âli paşa eski antlaşmanın ecnebiler­le alakalı olan madde fıkralarında bazılarını değiştirme şansı­nı elde edebilmişti. Mesela konsoloslukların bulunduğu şehir­den 9 saat veya daha fazla uzak bölgelere mahalli hüküme­tin daveti üzerine ihtiyar meclisi azasından üç kişinin bunun İle konsoloshane memuru hazır bulunmadan çok acil ve Önemli hallerde ve bazı belli suçluların aranmasına ve tahki­katına bağlı olmak ve icab edecek usuli dairesinde tutulacak zabıtname hiç vakit geçirilmeden en yakın kosoloshaneye gönderilmekşarti ile bir ecnebinin ikametgahına girmeye izinli olmaları, yine böyle uzak yerlerde bin kuruşu aşmayan davalarla en yüksek haddi olarak 500 kuruş nakdi cezayı gerektiren kabahatlerde ecnebilerin kaza mahkemeleri tara­fından davalarına bakılmalarına, fakat hükmün tercünman bulunduğu halde Liva mahkemelerinde yeniden bakılmasına izin verildi.

 

Ecnebi tebalıların her yerde dava vekaleti etmeleri ve ter­cümanları ecnebilere bağlı davalarda hazır bulunmaları esa­sı, teyid olunmak üzere konuldu aynı zamanda arazi-i emiri-ye ve mevkufe hakkında kararlaşmış olan tapu usulünün gede kararlaştırıldı. Mısır valisi İsmail paşanın talebkin olmak ve miras olan hükümetinin şanına uygun olmak üzere devlet tarafından kendisine bir unvan verifmesiy-

 

H'  Hatta İstanbul'da bu meseleyimüzakere etmek üzere Mısır yabancı işler dairesi müdürü ermeni Nubar paşa gelmiş bu­lunuyordu. Abdülaziz; Hidiv-i Mısır' unvanını ihsan etti. Nu­bar paşa Mısır sahillerinden Mahruse adlı vapura binerek İs-tanbula geldi. Fevkalade iltifatlara nail edildi.

 

Devle Jonkiyer yazdığı tarihinde diyorki: <Osmanlı devle­tinin düşmüş olduğu mali sıkıntılardan istifade ile her gün peşin para ile yeni yeni imtiyazlar eide ediyordu. 1867 se nesinde hemen hemen hükümdarlık sayılacak bir unvan olan Hıdiv unvanını aldı. Hidiv bunları borç olarak alıyor, bu tarafa veriyordu. Bu defaki İstanbula gidişinde İngiliz ban­kalarından 8 milyon liralık bir borç daha almıştı. Zırhlı ge­miler alıyor, Süveyş kanalının açılışına yakın zamanda kendi adına yabancı hükümdarları davet, Kahire'de de bir meclis heyeti kuruyordu.>

 

 

 

Sultan Abdülaziz Han'ın Avrupa Seyahati

 

 

Padişah, 3. Napolyon'un vaki daveti üzerine ilk defa ol­mak üzere bir Osmanlı padişahı sıfatıyla avrupayı ziyaret et­ti. Bunu İngiltere sefirinin Londra'ya daveti takip etti. 18/se-fer/128422/haziran/1867 cuma selamlığından sonra, bera­berinde veliahdşehzade Sultan Murad, onun küçüğü şehzade Abdülhamid, büyükoğluşehzade Yusuf İzzeddin efendi ile ha­riciye nazın Dr. Büyük Mehmed Fuad paşa, padişah hocası Akşehirli Hasan efendi, diğer memurlar vardı.

 

Ayrıca Fransa sefiri ile İngiliz sefareti baştercümanıda yan­ların da bulunmaktaydı. Dersaadet'ten yola çıkılmış Âli pasa ise saltanat naibi olarak kalmıştı. Fransız donanması derhal karşılama için Seddülbahir açıklarında bulunuyordu. Padişa­hın içinde bulunduğu vapur, Malta, Napoli yolu ile 9. günü Tulon limanına varmıştı. Fransız donanması askeri törenle padişahı selamlamıştı. Parisde İmparator tarafından beklen­mesi gereken bölgede karşılanmış, Elize sarayı ikametine tahsis olunmuştur. Fransızlar padişaha büyük misafirperver­lik gösterdiler. Avusturya ve Prusya sefirleri, hükümdarlarının padişahı Berlin ve Viyana'ya teşrif dileklerini bildirdiler. Lon­dra'da Bukinham sarayında ikamet olundu. Koblenç'de Prusya kralı tarafından karşılanarak, Viyana'da hakkında fevkalade ikram ve izaz gösterildi. Seyahatin 30. günü Viyana'dan hareketle Varna yolu ile Istanbula dönüldü. Padişahın payitahta gelmesiyle üçgün üç gece şenlikler yapıldı. Seya­hatin tamamı 47 gün sürmüş oldu. Padişah bu münasebetle çıkarmış olduğu bir hattı hümayunda demektedirki:

 

<Hükümdaranece en tatlı mükafat, asayişin ilerlemesi ve ve umumi servet için masruf olan çalışmalara tebaları tara­fından kemal-i muhabbet ve sadakat ile mukabele görme anıdır. Binaenaleyh bu defa da bütün ahali tarafından şahid olduğumuz apaçık delille belli olan hulus ve sadakat indi­mizde makbuliyeti çok ve kıymettar olduğundan bütün te-bamızin gösterdikleri hamiyet ve koruyuculuklarının çoğal­ması mamuriyet ve rahatları vazifesi indimde bir kat daha teyid etti. Ve din ve icab-ı kaza hükmüne girdi..>

 

Panslavizm harekatından yalnız biz değil Avusturya da çok fazla mutazarrırdı. Rusya politikası bir kâbus gibi Avus­turya'nın üzerine çökmüştü. Çünkü panslavizm saklanacak hiç bir harekette bulunmuyordu. Doğrudan doğruya vaziyete tesir etmedeydi. Öyle bir halde ki , Avusturyanın iki tarafı,

 

Avusturya/Macaristan bölümü bu tesirin altında kalmaktay-a Slav ırkına men-sup olan Çekler, Viyanadaki Rayşart'a mebuslarını göndermediler. İmparator Fransuva Jozef ta Prakadar giderek Çeklerin gayrımemnunlarını itidale davete mecbur oldu.

 

Aynı zamanda Galiçya eyaletide Macarlar gibi bir heyet, vükela, parlementolu bir muhtariyet idaresi talebinde bulun­mağa başladılar. Bohemya'dakilerde aynı sazı çalmaya baş­ladılar. Liyabah'da, fliryalılarda, Karniyol, İstirya, Karati, hat­ta Dalmaçya da içlerinde olmak üzere bir Eskolavan krallığı kurmak fikrini ileri sürmeye başladılar. Etrafa serpilmiş olan bu çeşit tahrik unsurlarından tabiatıyla bizde hariç kalamaz­dık. Sırbistanda Karayorgiviç ve Obronoviç hanedanları ara­sındaki mücadele bu sıralarda en üst seviye ve had safhaya gelmişti. Kara Yorgi.yeviçin taraftarları prens Mihal bey'i, 1868 senesi haziran ayının içinde öldürdüler. Yeğeni olup, 14 yaşlarında bulunan prens Milan henüz, Paris'de Lui lögaran lisesinde tahsildeydi. Mihal beyin yerine geçti. Hariciye mek-tupçumuz Kâmil bey, menşurunu götürüp, teslim etti. Diğer taraftan panslavizmin reisi bu sırada jstanbulda bulunmak­taydı.

 

Bu zat slav ittihadının, panslavizm görüş ve düşüncesinin en kurnaz ve ehliyet sahibi reisiydi. 1285/1868'de bu ittihad, bu bir araya gelme hareketlerinin başında general İgnatiyef vardı. Ve bu zat bu sıralarda f^usyanın babıali nezdindeki bü­yük elçisiydi. Slavlar bu adama ve Ruslara büyük güven i-çindeydiler. Hatta Eflak'ta bulunan Bulgar komitesi, doksan kişilik bir haydut gurubu sevk ederek, Tuna vilayetinin asayi­şini bozmaya teşebbüs ettirdi. Aynı zaman dilimi içinde de Romanyada dahi, bazı hususi şekilde hazırlanmış hareketlere  olundu. Romanya prensliği Bulgar fesat ve iğfal ha-rekatını himayeden geri durmuyordu.

 

Reis-i müdiran Bratyano ordunun halihazırda 78 bin, harb halinde ise 174 bin kişiye çıkartılmasına dair her iki meclise de birer layiha verdi. Babıâli bu teşebbüsve müracaat cesa­retinden irkildi . Sadrazam Âiî paşa bu davranış aleyhinde Romanya'ya tebligatta bulunmak zorunda kaldı. Fakat Brat­yano gayetle hükmedici bir tavırla cevap verdi. Prens; Prus­ya ve Fransa'nın göstermekte oldukları teveccüh dolu haller­den dolayı, kendilerini müstakil bir devletin .sahibi olarak görmeğe başlamışlardı. Bu sırada Dr. Büyük Mehmed Fuad paşa , sıhhati bozulmuş olduğundan dolayı, avrupaya tedavi­ye gitmek mecburiyetinde kalmıştı. Ancak fazla bir vakit geçmemiştiki; nefes sayısı tükendi, emaneti sahibine iade et­ti .

 

Naşı İstanbul'a getirtildi. O gün memurlar resmi devairi ta­tile sokarak merhuma hürmetlerini gösterme fırsatı bulurlar­ken, makamı hükümet mesulleri bu tatile girişe isabet dolu ve kadir bilme gözü ile bakmayı bildiler. <Fuad paşanın vefa­tı, osmanlı devleti için bir vilayet kaybından daha üzücüydü. Alî paşa bu kayıpla sanki gücünün yarısını zayi etmişti. Bu iki işbilir vezir biribirlerinin noksanlarını tamamlamaktaydılar. Fuad paşa; iktidar sahibi arkadaşının pek başarılı olamadığı faaliyetten olan fikri teşebbüsata malikti. Batıl itikatlardan tamamen kurtulmuş, tedbir almak ve icraata teşebbüsde pek seri idi. Kırım savaşından beri, ülkeye faydalı olarak ne yapılmışsa bu müstesna zekanın yardım ve delaletiyle husu­le gelmiştir. Velhasıl ıslahat ve tarafdarlarını bu kayıp adam akıllı üzmüş, çünkü güç odaklarının uç noktasınıkaybetmiş-lerdi.>

 

Hüseyin Avni paşanın seraskerliğe, Şirvanizade Rüşdü pa­şayı hazine-i hassa nezareti üzerinde kalma şartıyla yeniden tanzim olunan dahiliye nezaretine, şura-ı devlet reisi Midhat asanın Bağdad vilayetine tayini de bu, sene meydana gelen değişikliklerdendir. 1285/1868

 

Midhat paşa hatıratında diyorki: <Nizamat ve inşaata ait islerin tamamı şura'nın esas işi hükmündeydi. Tedkik ve mü­zakerelerin burada yapılması lazım gelirken demiryollarının, diderlerinin şura-i devlet toplantılarından hariç yerlerde ya­pılması gerek üyeler gerekse Midhat paşa da üzüntüye vesile olmuştu. O sırada boşalan Bağdad valiliğine sıcak bakan Midhat paşa, Âlî paşanın da müsaid karşılaması neticesinde 6. ordunun nezaretide emrinde olmak kaydıyla Bağdad'a vali tayini yapılmıştır.> Midhat paşa Bağdad'a vardığında yakın yerlerdeki arazi ve bahçelerden elde edilen mahsulattan şer'i olan öşürü almak istedi. Zaten burada yeni vilayet idaresi usulünü yerleştirmeye kararlıydı.

 

Hükümet iltizam şekliyle maktu olarak havale edilmiş olan aracıyı mukattaindan çıkararak sancakların kaidesine uygun halde kurdu. O zamana kadar da Irak ahalisinden askere kimse alınmamaktaydı. İlk Önce kura usulünü, Bağdatta uy­gulamaya kalktı. Ancak ahalinin tepkileri bir ihtilal alâmetleri gösterme şeklini aldı. Yeni bir Şam vakası husul bulmasın di­ye, derhal tesirli tedbirlere başvuruldu.

 

Tedbirlerin alınmasından sonra da, kura usulü ahalisi ko­nar geçer olan Mümtefik, Deliym, Ammara gibi yerler hariç , her tarafta tatbike kondu. Bütün İrak'a yaymak kabil oldu. Değara hadisesi adı ile anılan (bedevilerden vergi toplanmak maksadıyla yapılan askeri sevkiyata karşılık bunların kala­balık bir halde hücum ve çatışmasından ibaret büyük olay, alınan özel tertibatlar sayesinde iyi bir netice verdi. Reisler­den bazılarının idamını yerine getirmekle beraber, oralarda da hükümetin kuvveti gösterilip, devletin nüfuzu kabul ettiril­di. Mithad paşa bu vakada işi tatlıya vardırınca gözünü arazii hariciyeden olan tasarruf-u hukukiyesi adeta emlak-i saire ve miri çiftlikleri gibi devlete aid ve içinde bulunan ziraatci aileler, çiftlik hademesi, ortalıkçı, yarıcı kabilinden olan der­vişlerin ıslahına çevirdi. Çünkü buranın ziraat yapmaya uy­gun olan arazisi mukattaat adıyla değişik kıtalara bölünmüş­tü.

 

Miri (devlet) yalnız tohumu verip, ahaliye ektirir mahsûlün 3 de 2sini alır, üçde biri fellahlara kalırdı. Anlaşılıyorki, ahali burada bir karış yere sahip olmayıp, mültezimlerle, şeyhlerin zulmü altında inlemekteydi. Bu bakımdan ev yapmak, hay­van beslemek, ağaç dikip yetiştirmek işi onları hiç enterese etmiyordu. Bu sebebden de, sefil ve avare olan bu insanlar her türlü ifsad ve iğfalata açık bir haldeydiler.

 

Mithad paşa, bir memleket ahalisinin o memleketin sahibi ve bütün medeni hukukundan istifadesi ve tasarrufu elinde olursamemleketin menfaatlerini ve ileriye gitmesini temin ve muhafaza gayretinde olur kaidesine uygun olarak, mevcud miri araziyi tapu vererek dağıtma usulünü bütün teferruatıyla tatbik etti. İlk senesinde 100 bin liradan fazla bir gelir elde etti. Diğer tarafdan ahali arazi sahibi olarak, elindekini imara çalıştığı gibi diğer taraftanda, memlekette asayiş düzelmeye başladı. Eskiden 8-10 bin kese gelir ile mültezimlere verilen mukattaa hindiyye rnukattaasi meselesini de hazine hissesini %50'ye (evvelce %66 idi) düşürerek bir takım aidatlarla masrafı kaldırarak, değiştirmek suretiyle, hal yoluna koydu. Değare meselesinde en çok hindiyelilerden korkulurken, bunlar 15 bin eli silah tutan kimseler olmasına rağmen yerle­rinden kımıldamadılar. O sene en verimli senelere kıyasla 6 milyon kıyye pirinç (7. 680. 000 kg.) hasılatı elde edildi. Dicle'de 8 vapurdan meydana gelen bir vapur işletmesi ku­rulduğu gibi, Süveyş kanalının açılması münasebetiyle, Bas­ra körfezi ile CImman ve Necid sahillerinde ve Kızıl denizde islemek üzere Babil, Ninova, Necid, Asur isimlerinde büyük­lü küçüklü 4 vapurdan meydana gelen bir Osmanlı vapur kumpanyası da kuruldu.

 

Bunlardan başka, bir emniyet sandığı, hastane, islahhane, memleket bahçesi, su makinesi, pirinç fabrikası, Kâzimiye tramvayını kurduğu gibi gaz madeni açılışı (petrol kuyusu olacak herhalde) teşebbüsünde bulunarak, Müntefik'te Önce iskan yeri olmak üzere Iİasıriye isimli bir kasaba kurdu. Şim­diki halde, İngiltere ile kavgalı olan Kuveyt'i, devlet-i âlîye adına düzeltip sancağ-ı Osmanî'yi çektirdi.

 

Velhasıl; Arab yarımadasını istila eden Şimar aşireti reis ve şeyhilmeşayihi Abdülkerim'i Diyanbekir valisi Kurt İsmail paşa ve Müntefik mutasarrıfı Nasır paşanın yardımlarıyla so­nu gelmez sanılan mücadelede, yaralı olarak yakalamaya muvaffak olarak nihayete erdirdi. Adı geçeni istanbul'a sev-ketmişse de, Musul'da idam edilmiştir. Bundan sonrada Ne-cid'in ıslahına başladı. Necid seyahati esnasında ise, Suud'u tenkil ettirip, İhsa livasını kurup, bunu da Katar topraklarını kattı. Lübnan ve İskenderiye korvetlerine binerek Bahreyne kadar gitti. Midhat paşanın bu seyahatinde İngilizlerin bir bahriye müfrezesi takipetmişse de, paşa Bahreyn hakimi şeyh Isa ile görüşerek, mülakat neticesinde şeyh, limanda kömür mağazası ve teferruatı için istenilen yeri hiç bir bedel almadan vermiştir. Paşanın Necid'de gösterdiği bu başarı ba-bıâli tarafından takdir olunarak kendisine gayet kıymetli taş­larla tezyin olunmuş bir kılıç hediyeolundu.

 

Tunus: Vilayetlerin iç ve dış borçlarının birleştirilerek %5 faiz verilmesine karar alınması, fakat faiz ile ödeme dine gö­re, seçilecek tedbir ve teşebbüslerin Tunusda bulunan ecnebi devletler konsoloslarının kontrolü altında olarak yapmak yönü kararlaştırıldı. Fransa, İngiltere, Avusturya devletleriyle anlaşılarak Tunus ve Fransız memurlarından meydana gelen bir komisyon kuruldu. Fransa kraliçesi Ojeni Süveyş kanalı­nın açılışını müteakip, İstanbul'a geldi. Avusturya imparatoru Fransuva Jozef de iadei ziyaret münasebetiyle gelmişti.

 

Mecelle cemiyeti bu sene faaliyete geçti. Bu cemiyet top­lantılarını babıâlide yapmaktaydı. Ne varki; şeyhülislam Ha­san Efendi (Kezubi Hasan efendi) itirazlarda bulunmuş ve cemiyetin reisi Cevded paşa, anadolu ve rumelideki çeşitli vilayetlere gönderildi. Tabii bu görevlere gönderilirken, me­celle heyeti reisliğinden azledilmişti. Yine bu sıralardaydı ki, Âlî paşa Mısır Hıdivi İsmail paşanın imtiyazlarından kaynak­lanan israflarına ve dışa dönük gösterişlerine son vermek için ferman almasının gerektiği- kanaatine varıp, tatbik etme ameliyesine başladı. Sururi efendi isimli bir memurla düşün­celerini duyurdu. Bu fermanda yazılanlar, Hıdiv İsmail paşa­ya yazılmış bir ültimatomu andırmaktaydı. Şiddetle ihtiyaç olmadıkça yeni bir vergi alınmaması, babıâli müsaade etme­dikçe avrupadan borç alınmaması, anlatıldı. Mısır hidivliğide kendine almış olduğu İbrahimiye, Muzafferiye, Hayriye isim­leri verilmiş zırhlı harp gemilerini padişaha terke mecbur kal­dı. Hidivin bu tarz harekat ve davranışını bir kayıt altına al­mış bulunan Âlî paşaya sultan Aziz 20 binlira mükafat verdi. Ertesi sene yani  1285/1868 senesinde mahkemelerin usullerini tanzim meselesi ortaya çıktı. Devletler arası müza­kereler yapıldı. Bunların neticesinde anılan mahkemeler baş-kanlıklarıyla yarı azasının mahalli ahaliden ve diğer yarısının ecnebilerden tayin edilmesi kararlaştırıldı. Mısır hattının se­nelik geliri 7 milyon 347 bin liraya yükselmişti. 5miİyon 899 bin 55 lira masrafı düşülüp  1  milyon 500 bin liraya yakın fazlalıkta gelir bulunmuştu.

 

 

 

Avrupa'ya Bir Nazar

 

 

Gerek batı gerekse avrupanin ortasında harp alametleri kendini göstermeye başlamıştı. Bunu gözlemekte olan Bis­mark, Kuzeyalmanya birliğini gerçekleştirdi. İlk Önce Hes-Kasil ve Frankfurt'un iltihak ettirilmesiyle Prusya'nın birleş­mesi tamamlandı. Vakti zamanında İngiltere krallığı sülalesi­ne aid olan Hanover krallığını alarak, hükümeti Rusya hudu­dundan Fransa hududuna kadar genişletti. Genel seçim usu­lünü kabul ederek, Almanmilli hislerini arkasına alarak hem birleşmeyi sağladı hemde istiklallerinin yok olmasından do­layı vehm eden küçük hükümetleri tatmin eylediğinden top­lanan heyet Berlin'de rayiştag denen meclisle ortaya çıkmış oldu. Diğer taraftan Alman prensleri ve bilhassa Prusya kra-lı'nın vekillerinden meydana getirilen bir Bundeşrat meclisi kuruldu ki rayştag meclisinin teşebbüslerine karşı bir dizgin mesabesindeydi. Bismark, bu iki meclisin tesirine kapılma­dan ve adeta onlardan bağımsız bir halde, yalnız kralın ya­nında mesul olmak üzere birleşik heyet şansölyesi (başvekil­lik gibi) idi.

 

3. Napolyon bu birleşmiş heyeti iyi gözle seyretmedi, Ren nehri ikliminde meydana gelen bu kavi hükümet, İtalya hü­kümetine benzemiyordu. Kuvvetler dengesi bozulmuştu. O yüzden İtalya'dan Alp dağlan hududundaki Savoa ve Miş'i aldığı gibi bir taraftan da kaybettiği bir şeye karşı bir şey ka­zanmak istediysede Bismark red cevabı ile yetindi. Bunun üzerine Hollanda kralına müracaat ederek Lüksenburg bü­yük dukalığını para karşılığında satın almak arzusunda bu­lundu. Anlaşma mümkün oldu. Pazarlık edildi. Feragat ve in­tikal senedi imzalanırken Bismark, heylulet, yani araya girerek işi bozdu. Fransa, Meksika seferinin hatasından dolayı

 

yıpranmıştı. Paris Bismark'ın muhalif elini kıramadı. Lüksen-burg dukalığının bitaraflığını ilanıyla gördüğü hakareti çiğne­di. Askeri bakımdan kuvvetlenip teşkilatlanmaya kuvvet ver­di . Bir fransız tarihi diyorki: <Lüksenburg meselesinde İsa­betli hareket eden fransa haysiyetini ilan ve ihtilalci fırkalar tarafından tehdid altında bulunan mevkiini sağlamlaştırmak için, 3. Napolyon'un bir harbe ihtiyacı vardı. Almanların hü­kümetini Prusya'nın büyüklüğü altında birleştirebilmek için Kont Bismark'da aynı hisleri duyuyordu. Böylece su-i tefeh­hümü yani yanlış anlamayı harbe hazır olmayı teşvik olarak görünmedeydik

 

Bu aralık İspanyollar, kraliçe 2. İzabellayı tahttan indirmiş­ler, daha çok hürriyet sever ve verir bir hükümdar aramaya çıkmışlardı. Geçici hükümet reisi görevi deruhde eden mare­şal Pirim, İspanya krallığı tacını Prusya kralının yeğenlerin­den Leopold dö Hohenzollerne teklif etti. Fransa hükümeti bunu protesto etti. 4/temmuz/1870 tarihinde Prusya hükü­metinin nezdindeki sefiri mösyö Benedetti'yi Ems şehrinde Prusya kralı 1. Gilyoma yolladı. Vazifesi, akrabasından bulu­nan Leopold dö Hohenzolleri İspanya kralığını kabul etme­mesini sağlamak için, yardımlarını istemekti. Kral uygun davrandı. Prens itaat etti. Böylece Fransa büyük ve önemli diplomatik bir başarı göstermiş olmakla avunmaktaydı. Fa­kat Fransada var olan savaş taraftarları Prusyanın pek daha çok güçlendiğini görmek istiyorlardı.

 

Fransa hariciye nazırı mösyö dö Garamot, sefir Benedet­ti'yi, prensin İspanya krallığı teklifine göstermiş olduğu çe­kinmeden vazgeçerek bir daha evvelki fikre dönmemesi hakkında kraldan taahhüt almasını istedi. Kral bu sefer red cevabı vermeyi uygun gördü. Prens Bismark bu olan bitenle­ri telgraflarla haber almakta idi. Fransızlara göre Bismark, Prusyanın Fransadan daha kuvvetli ve hazır olduğunu bildibinden fırsatı kaybetmemek için, kralın telgrafını değiştire­rek gazetelere: <fransa sefirinin yaver-i harbi tarafından, kapıya kadar getirildiğini, elçinin bu hakarete müstehak ol­duğunu, kralın yanında meydana gelen hareketteki ısrarı pruSya hükümeti için, aynı hakaret demek olacağını göste­receği tarzda yazılmış bir telgrafname tebliğ etti. Alman ga­zeteleri bu notayı istedikleri gibi evirip, çevirdiler ve bu ha­ber Fransa hükümetine ulaştığında da savaşın ilanı tahak­kuk etti. >

 

Fransa ahalisi ayaklandı. Durumun sabırla metanetle madde, madde tetkik edilmesini ve mecliste olayın müzake­resinin yapılmasını tavsiye eden meşhur Tiyers'i hain ve Prusyalı diye tahkir edip adamın camlarını taşladılar. Sokak­larda, Berline! Berline! diye bağırıştılar. O gece meclisi me-busan ilanı harbi tasdik etti. Bismark Fransız hükümetinin hatasından istifadeyi bilmişti. Fransa müşkül bir duruma düşmüştü. Avusturya, Rusların tehdidi yüzünden kımıldıya-miyordu bile. Fransa ile anlaşarak müşterek bir hareket yap­ma arzusunu taşıdığı halde tehdidlerden dolayı, bir şeye te­şebbüs edemedi.

 

İtalya, 3. Napolyondan Roma'nın kendisine verilmesini te­min hususunda talepte bulundu. Napolyon razı olamadı. İn­giltere ise, Fransanın küçülmesinden dolayı her halde bir üzüntüye kapılacak değildi. Savaş, 3. Napolyon'un ummakta olduğu neticeyi vermedi. Meç ve Sedan mağlubiyetlerini Pa-ns'in muhasaraya maruz kalması takip etti. Sonunda Pa-ris'de düştü. lO/mayıs/1871'de Frankfurt şehrinde yapılan anlaşma gereğince Fransa; beşmilyar frank savaş tazminatı Ödemeğe ve Arsas-Loren'i terke evet demek durumuna razı oldu. imparatorun Sedanda esir düşmesi üzerine Fransızlar 4/eyIü!'de müdafaİ milliye hükümeti idaresinde olarak cum­huriyet ilan etme yolunu seçtiler. Meç Prusyalıların eline düşmek üzereyken, Rusların hariciye nazırı Gorçakof, büyük devletler kabinelerine, Rusya'nın Pariste yapılan sulh karar­larını yok sayarak Karadeniz'deki hukuku hükümranisini ye­niden tanzime karar verdiğini bildiren, genel bir layiha gön­derdi. 29/ekim/1870'de yazılan bu layiha avrupanın tama­mında büyük heyecanlar duyulmasına sebeb oldu.

 

Fransa, bunu bir kahpelik olarak kabul etti. BabıâÜyi ise, müthiş bir telaş sardı. Bunlar olmaktayken Osmanlı devleti­nin içişleri ve siyasiyesi de şu durumdaydı: On senedenberi maliyenin vaziyeti vahim durumunu devam ettirmekteydi. 1287/1870'de muntazam borçların yekünü 1 milyar franka yükselmişti. Âlî paşanın vefatı sırasında hazinenin 130 mil­yon lira borcu olduğunu Lütfi tarihi yazmaktadır. 1869'da ya­pılan; büyükborç (mazinin hesapları) temizlenmeden vede istikbal teminat altına alınmadan sarfetmeye devam ediliyor­du. Memurlar ve müstahdemler maaşlarını zorlukla alabili­yorlardı. Mal sandıklarında para bulunmuyor, hatta hazine tahvilleri dahi ödenememekteydi.

 

Bu hal hükümetin iflasının pek yakın olduğunun gösterge­siydi. Vergi koyma ve toplama düzeni şekillerinin ıslah edil­mesi hâlâ düşünce planında kalmakta idi. Düşünülen tedbir­lerin en belirgini, gerek kara gerekse deniz askerinin sayısı­nın azaltılmasından ibaretti.

 

 

 

Ordu'nun Dürümü

 

 

1286/1870'de silah altında bulunan asker miktarı 160 bin kişi civarındaydı. Bunlar hassa askerleri ile beraber 6 orduya taksim edilmişti. Bu altı ordu, 36 tane piyade nizamiye alayı­nı teşkil etmişti. Bu hesaba göre piyade asker yekünü 120 bin civarında olmaktaydı. Her ordunun 6 alay piyadesi vardı. 4 alay süvarisi, 1 alayda topçusu, 5 batarya topu mevcud olup, iki fırkadan meydana geliyordu. Bu 6 ordudan başka

 

f rka daha vardı ki, biri 10 bin kişiden mürekkep olduğu İde Girid'de, 5 bin kişilik başka bir fırka Trablusgarb'da,

 

_      5 bin kişilik firkaysa da Tunus'da bulunmaktaydı. Bunlardan başka Beyoğlu kışlasıyla Çanakkalede, Tuna sahilin-

 

Venedik körfeziyle Bozcaada, Midilli ve anadolunun bazı kalelerinde 5 bin asker daha vardı.

 

Kura ile asker almak icab ettiğinde asker veren eyaletler şunlardı: Arnavutluk, 10 bin-Bosna, 30 bin-Sırbiye, 20 bin-Memleketeyn (Romanya), 7 bin-Mısır, 20 bin-Tunus ve Trab­lus 10 bin-genel yekûn ise 97 bin kişiyi buluyordu. Bunlar­dan başka gerektiğinde başıbozuk adı verilen gönüllü asker toplanmaktaydı. 1870 sonlarında Asir taraflarında asayişte mini için, 7. ordu adıyla bir ordu düzenlenmesine girişildi.

 

Asir emiri Mehmed bin Ayd, Tihameye kadar yürümüş, hatta Hadide'yi basmış. Bu sebeble Yemen olsun, Mekke ta­rafları olsun birtakım sıkıntılara düşmüştü. Ferik Redif paşa komutasında Yemene 18 tabur ve Mısırdan 20 bin asker sevk olunmuştu. Bunun sonucunda Asir meselesinin kapan­dığı görüldü. Yeniden bir Yemen vilayeti kurulmasına girişildi. Girid ihtilali sırasında ordu İle donanmanın noksanları ortaya çıktı. Tarih-i Lütfide; donanmanın 4 kıta zırhlı kapak ile bir kapaktan başka 8 firkateyn, 9 korvet, 13 aviz Ö, 4 duba, 28 nakliye vapurundan meydana gelmekteydi, yani 66 par­çadan ibaretti ve 1700 topu ve bunlardan başka biri kapak, biri firkateyn 15 adet korvet olarak 63 tane yelkenli gemi vardı dedikten sonra biraz a'şağida, 94 parça harp gemisi mevcud olup, bunların yekünü 5 bin bu kadar beygir kuvve­tinde idi. Bunlardan başka, biri taş tezgahında hemen yapı-"P ve diğeri Tiriyeste'den hazırlanıp gönderilen 5yüzer bey­gir kuvvetinde iki zırhlı daha mevcud olup, sefine yani gemi bulunduğu, devamlı 12500 tüfeklininhazır olduğu o zama­nın evraklarında görülmüştür. Diyor.

 

Fethi Bülend'de bu sene gelmiştir. Hüseyin Avni paşanın yaptığı tensikat yani, orduda mevcudu azaltma hareketinden sonra, askeri kuvvet 4 sene nizamiye, 1 sene ihtiyat ile redif sınıfı Öncesi, redif sınıfı sonrası ve başıbozuklarla yerli asker­lerden ibaret olup, tahminen yekünü 792 bin nefere varır. İş­te bu teşkilat üzerine rumeli şebeke-i hudududiyesinin kurul­ması meydan buldu. Rumeli kumpanyası dediğimiz Baron Hirş kumpanyası (şirketi) bu sırada imtiyazlar elde etmek suretiyle bir taraftan İstanbul üzerinden, diğer tarafdan Dede-ağaç cihetinden ve Selanik yönünden inşaata başladı.   '

 

Ziraat ilerleyememiş, köylüler için çok ağır olan yol bedeli parası valilerin menfaatine yaramaktan başka bir şey değildi. Maden ve maden ocakları kanunu karışık bir tarzda tanzim edilmesi gerçekleştirilmiş, içdeki gümrükler iç ticaret ve sa­nayii sektelere uğratmış, maliye de intizam ve düzen yeter­sizliğinden mahvolmuştu. Aşar meselesi ahalinin başına bir bela kesilmiş, vergi alım ve hesaplamaları iyice bozulmuştu.

 

Fransa ile Almanya arasındaki savaşın sonucu ve onun getirdiği siyaset havası Osmanlı hükümetini de, alakadar ha­le koyup Prusya-Rusya-Avusturya arasında yakınlaşma baş­laması, Fransızların mağlubiyeti, babıâiiyi düşüncelere sal­mıştı. Bizde, vekiller heyetinde sıkı bir merkeziyetçilik politi­kası seçilme yolu tatbike itina gösterilmeye başlandı. Zaten bunun neticesindendirkİ, Alî paşa Mısır Hidivi'nin serbest bir tarzda yaptığıişlemleri tahdid ile durdurmuş ve elindeki zırh­lıları ve diğer malzemeleri İstanbul'a getirtmiş, Mısır üzerinde tatbike konulan bu muamele, Tunus ile Trablusgarb bölge­sinde bir ders-i ibret, niyetine oralardakilerde hisselendi.

 

Öte taraftan, Balkan yarımadasında, Atina-Bükreş-Belg-rad arasında devamlı bir haberleşme gözlemleniyordu. Avru­palıların vaziyetleride son tahminlere göre şu durumdaydı: Cermanya Almanlar birleşmesi sağlanmış, 2. veya daha aâı derecede bulunmakta olan bazı Alman hükümetine fak muhtariyetler verilmiştir. Ancak meydana gelen yeni hükümet, askerlik bakımından bir atfınazar yapılırsa sulandı­rılmış bir Almanya idi. Gerek askeri görünüşü gerekse siya­set dünyasına getirdiği tesir ile en birinci imparatorluk oldu-âunu göstermekteydi. İtalya tabii ki, Almanya'ya tutkundu. O da, milli tekamülünü sağlamak üzereydi. Arzu etmiş oldu-qu payitaht Roma'yı elde etmişti. Sadova savaşı akabinde Venedik'i, Fransa savaşı neticesinde Roma'yı aldı. Şunun bu­nun felaketi üzerine kurulmuş bir hükümet ortaya çıktı. Hatta Fransa'ya düşman kesildi. Donanmasını çekememeye baş­ladı. Avusturya'nın varlığına rağmen, Petrevil ve İstirya vila­yetlerine göz dikti. Avusturya menfaatini gözetmek için itaat­li bakışlarını Berlin'e çevirmişti. Rusya'ya karşı, dikkatli, do­ğuya bakarken Almanların hususi himayeleri içinde, müte­caviz bir vaziyet sergiliyordu.

 

Şimdi, üçlü ittifakın başlangıcı bu siyasi vaziyettendir. Fransa; büyükçe bir cumhuriyet şekline girdiğinden Alman­ya için, tek hükümet şeklinde bulunan her hükümet için şüp­heli bir komşu sayısına katılmış oldu. Rusya ise oda başlı ba­şına bir tehlike kesilmişti. Paris antlaşmasını kendi eliyle yırt­tı. Ancak istediğine tamamen sahipotamamıştı. Prusya'ya savaş esnasında göstermiş olduğu anlayışlı tavrının hakketti­ği mükafatı görememişti.

 

2. Aleksandr ile 1. Gilyom abasında gayet büyük bir gizlilik içinde yürütülmekte olan dostluk görüldü. Böyle olmakla be­raber Çar, doğuya aid tasavvurlarındaki sebatı saklamıyordu. İngiltere 1870 savaşında adeta dilini yutmuş gibi hiç ses et-memişti. Bunların başında bulunan lord Gladaston, iç işlerde 'slahata dalmış, barıştan başka bir şey onu cezbetmiyordu. ^ynca, İngilterenin Ruslara muhalefeti her zaman için Fran­sa'nın yardımını hemen yanı başında bulmasına bağlıydı.

 

Fransa ise kanadı kırık bir hal içinde çabalamaktaydı. Rus­ya'nın arzu ve niyetlerine doğrudan doğruya Avusturya'da pek karşılık veremezdi. Çünkü sırtındaki İtalya da onun ayrı bir sıkıntısıydı. Bu vaziyet karşısında Osmanlı devleti için ufuklar pek aydınlık değil, bilakis karanlıktı. Hakikaten 4 se­ne sonra büyük bir fırtına çıkması neticesinde Berlin antlaş­ması hükümlerine boyun eğmek mecburiyeti doğdu. Rusya hariciye nazırı Gorçakof'un yazısı Paris antlaşmasına bundan evvel indirilmiş darbelerin tamamlayıcısıydı.

 

Bundan evvel, Eflak ve Buğdan'ın birleşmesi de yazılı ant­laşmanın hükmünün kaldırılmasına bir giriş dense yeridir. Özellikle avrupa 1272/1856 ıslahat fermanının yerine getiril­memiş olduğuna kani idi. Hatta o zaman adı geçen ferman hakkında ve içinde yazılanlara göre İngiltere, Fransa, Rusya hatta devlet-i âliye taraflarından yapılan tetkikler, neti-cede şöyle bir hükme varmak kabil olmuştu: "Tanzimat cedve-lînde ihmal edilen vaadler, elde edilen ilerlemelere nazaran tesbit kabul etmez derecede çoktur." Bu hüküm 1868 sene­sinde verilmişti. Fuad paşanın hariciye nazın bulunduğu sıra­da 25 bendden meydana gelmiş 1868'de Londra, Paris, Vi­yana, Berlin, Petersburg ve Floransa da bulunan, Osmanlı elçilerine gönderilmiş layihada bu tarafı pek çok örtülü bir şekilde itiraf edilmiştir, "resmi yazışma muharrerat-ı resmi­ye sh. 90-102" Gorçakofun yazısı üzerine İngiltere şiddetli bir protesto çekti. "İngiliz hariciye nazın tarafından yazılan cevapda: anlaşmış devletlerden hiç birinin rey ve rızası alın­madan fesh etmeye kalkışmak, İngiltere devletinin uygun görmeyeceği hususattandır. Şeklinde olan bilgiyi veren İngili-z elçisine Rus başvekili Gorçakof, bahsolunan eski maddeyi-feshetmeye kesin kararlı olduklarını söyleyerek eğer, Os­manlı devlet adamları buna muhalefet edecek olurlarsa Rus­ya devleti ordularını bir tek kişi ilave etmeden himayesi altında görünmekte olan doğu hristiyanlanna bir işaretle dalgalar halindeisyan hareketlerine girişeceklerini ifade etmişti. (Mirat-ı hakikat) Versay'da yani Paris'de bulunan prens Bismark ile haberleşmeye girişti. Rusya'ya karşı harp ilan etmeyi ta­lep etti. Avusturya da söz konusu yazıdan dolayı pek üzüidü. Bismark, Avusturya-nın Fransa ile birleşmemeleri için Rus­ya'ya eğilim göstermeğe muhtaç olduğundan epeyi sıkıldı. Diğer tarafdan, Fransanın lehinde olmak ihtimali bulunan İn-giltereyi de kırmak istemiyordu. Paris antlaşmasına imza koymuş bulunan büyük devletlerin, yeni bir konferans toplu-yarak, vaziyeti tetkik etme teklifinde bulundular. Bu teklif hem Petersburg'da hem de Londra'da kabul olundu.

 

Londra konferansında, 1856 antlaşmasının söylemekte ol­duğu Tuna nehrindeki gemilerin serbest şekilde dolaşmaları­nın açılmasıyla devlet-i âliyenin boğazları açıp-kapamak hakkını yeniden tasdik etmekle beraber, Karadeniz'in taraf­sızlığını temine muvaffak olamadı. Rusya'nında istediği buy­du. Osmanlı devletine ait deniz gücü dünyada 2. derecede bir donanma olma vaziyetine ulaşırken, 20 den fazla zırhlı gemisi 80-100 kadar da ahşabtan da olsa harb gemisine sa­hipti.

 

MAHMÜD NEDİM PAŞA'NIN SADARETİ

 

Ali paşa, 1288 cemaziyelahirinin 21. /8/eylül/1871'de Be-bek'deki yalısında vefat etti. J3u vefatın neticesi Büyük Mus­tafa Reşid Paşa ekolünün sona ermesi demekti. Buna karşı­lık istibdad kapısı sonuna kadar açılmış oldu. Padişah ne hikmet ise, Ali paşadan çekinirdi. Hatta yakın ve sevdiklerin­den birisine birdefasında: "Şu kanapeyi görüyormusun? Âlî Paşa, bana nice geceyi bunun üzerinde sabahlattirdi." De­miştir. Alî paşadan sonrada sadarete Mahmud Nedim paşa geldi. Hariciye nazırlığı Sururi paşaya verildi.

 

Sultan Abdülaziz, Âlî paşanın vefatı üzerine geniş bir nefes aldığı halde, devletin içişleri yeni bir sıkıntı ile karşılaştı. Mahmud Nedim paşa sadrazam olunca Âlî paşa ekibi de bi­rer birer iktidar mevkiinden sükut etmeğe başladı. İşlerimiz i-daresinde bir sağdan geri dönüş görülmeye başlandı. Haki­katte padişah, sadaret fermanını takip etmek bir dereceye kadarda göz boyamak fikriyle: "CIygun gördüğümüz ıslaha­tında tamamının yerine getirilmesi, hukuk-u umumiyenin muhafazasının temini, bütün ahalinin adaletin en mükem­meli ile yönetilmeleri hususuna büyük bir dikkat ve itina gösterilmesiyle beraber yinede, bütün şer'i mahkemelerde ehliyet ve iffet sahibi istikametleri sağlam kimselerin bulun­ması, nizamiye mahkemelerine havale olunan işlerin de, sa­hih adalete uygun ve hakiki hukukiyeye tevsiki.." Mealinde bir yazıyı göndermişti. Fakat Tarihi Lütfi diyorki: <Bir müd­det sonra anadolu ve rumeli taraflarında, şimendi-fer(tren)ler yapımına başlandı. Nehirler vasıtasıyla da mu­amelelerde kolaylık, ticari ve sanayi bakımdan mahallerin yaygın şekilde istifadesine dikkat olunmasını beyan eden bir tezkere-i seniyye babıâliye gönderildi ve bu da ilan olun­dum Azbir müddet geçtikten sonra padişahın dama oynama düşkünlüğünüanmak için; "valiler dama taşına döndü!" söz­leri işitilmeye başlandı.

 

Mahmud Nedim paşa, sadaretinin başlangıcında, valilerin değiştirilmesini uygulamaya koydu. Mevkiini sağlamlaştır­mak için, Şura-ı devlet reisi Kâmil paşanın, maaşını 25 bin­den, 75 bine yükseltti. Rüsumat emanetine; 10, bahriye neza­retine 75 bin, nafıa ve ticaret nezaretine 50 bin kuruş zam, hariciye ve maliyenezaretlerine de birer müşir tayin ettirdi, iç işlerde meydana gelen olayları takip edecek olursak, işlerin idare tarzının dabaşka bir kalıba döküldüğünü müşahede edebiliriz. Rus sefiri İgnatiyef de, Âlî paşanın vefatından sonda, geniş bir nefes almış, artık icraatının gücünü sergile­yebilirdi-

 

 

 

Tunus

 

 

Önem taşıyıp çok alaka çekici bir olayda Tunus mesele-siydi Tunus valisi Sadık paşa tarafından özel bir vazife ile Floransa'da Hayreddin paşa bulundurulmaktaydı. Paşa, ital­ya ile yapılmış istikraz yani borç meselesinin çekişmelerini, babıâli'ye anlatmak için İstanbul'a gelmişti. Dönüşü sırasın­da Tunus valiliğine dair bir fermanı da götürdü. Bu ferman da, Tunus eyaletinin (imtiyazlı veraset) ile verilmesi ihalesi beyan edildiktensonra deniyorki: <Eskîden beri geçerli oldu­ğu gibi orada hutbeve basılan sikke (para) padişah adına olup, sancak aynı şekil verenkde kalmak, savaş çıktığı za­man iş becerecek asker ile hizmete koşmak, bağlılığı elan olduğu gibi ve geçerli olmak üzere muhafaza ederek, vilaye­tin veraset yolu ile hanedanında bulunması, eyaletin iç işle­rinde şer'i şerif ile idare, ahalinin can ve mal ile ırzlarını te­mine kâfi ve zaman ve vaktin mukteziyatınca uygun kanun-u adliyeme bakılarak yerine getirilmesi şartıyla memurin-i seriye, askeriye ve mülkiye ile maliyesinin azil ve tayininde Tunus valisi murahhası ve hukuku mülükdariye'ye aid siyasi maddelerden başka yabancı devletler ile olan muamelesin­de izinli bulunması, vefatı vukuunda hanedanından olan bü­yük varisin geçmesi, eşrafın saltanatı seniyeme takdim olu­nacak haber üzerine vezaret v£ müşirlik ve menşur-u hüma­yunu ve mri alışanımın gönderilmesi hususlarına irade-i se-myye-i mülükanem şeref sudur buyrulmuştur.> O sıralarda bü ferman Tunus'un ecnebi devletler poitikasına karşı, hu-kuk-u padişahı ile onun himayesi altına girmiş olduğunu ve verasetin icabatından valilerin istiklali olduğunu kuvvetlendi-ren bir husus olarak telakki edildi. Tebeddülat yani değişiklik, tevcihat, tenkihat, tasarrufat, birbirini takip etti. Tenkihat ve tasrifat komisyonunun 50 bin 200 kese (25 milyon  100 bin kuruş) masraf düşürdüğü ilan edildi.

 

Tarih diyorki: <Önceleri her gün bir türlü duyulan icraat ve düşüncelerin deliceleri, akıllı kimseleri şaşırtır hayretlere düşürürdü. Hele Istanbulda basılan ve avrupadan gelen ga­zetelerde yazılan icraatlar alaycı düşüncelerle çok ayıplanı­yordu! > Hatta bu karışıklık arasında ilanı yapılan vekiller he­yeti programı, birincisi kara ve deniz kuvvetleri, 2. maliye, 3. adliye 4. maarif, 5. zabıta idaresi, 6. da vilayet idaresi usulü olmakla ne var ki, hariciye unutulmuştur.

 

Abdülaziz han'ın, Mahmud Nedim paşaya yaptırdığı ilk iş ve emri belki de başhcası, otuzbeş senedir devlet idaresinde devam etmekte olan ve tanzimat-ı hayriyenin esasını teşkil eden can, mal ve ırz emniyeti maddesini baltalayan sürgün ve uzaklaştırma emirlerini verebilmesidir. Keyfi idare, şahsî garaz devletin geleceğini mahv etmekteydi.

 

Bu cümleden olmak üzere serasker Hüseyin Avni paşa as­keri masraflar dolaysıyla doğum yeri olan İsparta'ya, İşkodra valisi müşir davetçi İsmail paşa Trabzon'a sürgün yollanarak maliye eski nazırı Şirvani Rüşdü paşa, veliahd şehzade Mu-rad efendiye kendini yarandırmak için Kurbağalıdere cadde­sini düzeltmekleri itham ve şehremini Haydar efendi, ma-beyn başkatibi Emin bey, zabıta nazırı Hüsnü paşada çeşitli yerlere sürgüne gönderildi. Bu işlere ait yazılan tezkerelerde­ki: Yapılmış bulunan tahkikatta ve tetkikatta bundan böyle ortaya çıkacak vaziyete göre cezalarının şiddetlendirileceği şimdi halde tahakkuk eden, kötü idare ve kullanımdan dola­yı uzaklaştırdıkları.. Satırları şeklindeydi ki, bu tarz daha sonra keyfi sürgünleri usulü olmuştur. Bu sürgün meselesin­den Bağdad valisi Midhat paşa da nasibini almıştı. Paşa Bağ-dad'da ortaya koyduğu ıslah, terakki dolayısıyla o vilayetten devlet hazinesine para göndermek ve emsalinde karşılaşıi-madıgı halde, senede 250 bin lirayı göndermeyi taahhüd et­mişti- Ancak Mahmud Nedim paşanın ıslahat komisyonu işin bu tarafını göz önüne almıyarak, vilayetin genel masrafından 24 bin kese tenzilat yaparak, nakit olarak istemiş ve bunun üzerine paşa istifa yolunu seçmiştir.

 

Yolculuğunda Sivas'a tayinini haber aldı. Hayat-ı Siyasi-ye'de deniyor ki: "Vaziyete göre Mahmud Nedim paşa, Rus­ya politikası tarafdarından olduğu için sadaret makamına aelmesiyle birlikte elçi general İgnatiyef in tavsiyesiyle Bul­garların rum patrikliğinin otoritesinden ayrılarak müstakil Exsharzhk idaresi kuruldu. Bu da, devleti başka bir idare şekline koymak niyetiyle geçmiş dönemde yapılan her şeyin tamamını bozmaktı. Evelce yapılmış bulunan demiryolları mukavelesini feshetmişti. Vilayetler nizamlarını değiştirip, küçük, küçük valilikler kurmaya kalkışıp, bu yeni düzenin gereğinden olmak üzere, Sofya'yı Tuna vilayetinden ve Şar-kikarahisarı, Trabzon'dan, Maraş'i, Adanadan ayırıp başka başka valilikler teşkil etmiş olduğu gibi, Bosna'nın öbür ucunda olan Hersek sancağını, daha yakında olan Yenipazar ile birleştirip orayı da bir valilik yapmış ve bütün vilayetlerin tahsis ve masraflarında hesapsız ve ölçüsüz indirim ve yük­seltmeler yapmış olmasıyla, her mahallin idaresi bundan menfi olarak etkilenmişti. Bu etkilenme sonucu, memurla­rın suistimalleri, zabıta ve vergi memurlarının her birinden şikayetler başlamıştı." En tşarib karşılanı da payitaht dışın­daki memurların çoğunluğunu belkide tamamı ya azil ya da yerlerinden başka mahallere nakil olunmasıydı. Devlet böy-!ece adeta bir müteharrik kitle haline gelmişti... Mithad paşa Sivas'a gitmedi. Tayini Edirne valisi olarak yapıldı.

 

Çok dikkat çekici idari tedbirlerinden biri de, jurnalci me­murların ihdasıdır. Bu memurların işi babıâiiye durmadan tetkik için evrak göndermeleriydi. Mahmud Nedim paşa bu sırada tanzim etmiş olduğu bütçede üçmilyon lira fazla gelir göstermekteydi. Öte yandan da, maliyeyi Galata sarrafların­dan 1 milyon 100 bin lira borç almış olarak ilan ediyordu. Eski bir cedvele göre harici ve dahili genel devlet borcu 138 milyon 674 bin 780 ve her iki borcun faizi senede 8 milyon 457 bin 485 lira idi.

 

1288/1872 bütçesinin dengesine göre umumi gelir: 20 milyon 700 bin lirayı aşmış olduğu görülüyor idi. 1289/1272 senesi, Bulgar eksharzliğınm kuruluş tarihidir. Eksharzh"ın İs­tanbul'da oturmasına karar verildi. Hatta huzura çıkarak bir teşekkür konuşması yaptı. Padişah da, bu nutka uygun bir nutukla cevap verdi. 1286/1869 senesinde Âlî paşa daha sadrazamken düzenlenmiş bulunan fermanda Eksharzhın icab ettikçe Fener semtinde bulunan Bulgar papashanesinde ikamet etmeye izinlidir açıklaması yer almıştı.

 

Mahmud paşa vilayetlerin tahsisatını keserek, elde nakit bulundurmak için, görünüşde %10 esasda %20 faiz ile Küçü-koğlu Agop isimli birinin vasıtasıyla tezelden 10 milyon lira­lık borç antlaşması yapmıştı. Burada Rasimbey'den bir not aklıma geldi. Takdim ediyorum, Rus sefiri ignatiyef gerek sa­raya gerekse sadrazama kendini kabul ettirmişti. Fransa ve İngiltere ile hem bizimle iyi ilişkiler kurarak mesleği dolay-sıyla babıâliyi ele almıştı. Sureti hakdan görünüp de nice hile ve ifsatlar ve nice suistimaller ile tanzim-i usulü ihlal edici yollar açmıştı. Âli paşa tarafından tehiri yapılan Bulgar eks-harzhlığı beratını, Mahmud Nedim paşa Rus sefirin talep ve teklif etmesiyle birlikte hemen vermişti. Böylece Bulgaristan da Rusların tesir ve nüfuzunun fevkalade kuvvetlenip de ge­nişlemesine müsaade etmiş oldu.

 

Rumeli demiryol hattının yapılmış olması Rusyanın işine, gelen bir husus değildi. Tabii, Önlemeye çalışacaktı. Rus elçisinin tavsiyeleri neticesi adını andığımız demir yollarının Yapılması müteaahid Baron Hirş'len yapılmış mukavele ça-lısma masrafının ve imtiyaz müddetinin uzunluğu vesile edi­lerek değişikliğe uğratıldı. 2300 km. lik inşaata mahsus 1. 980 bin hisse senedi o vakte kadar bitmiş olan yarısı kadar imalata ve imtiyaz bakımından indirilmeye matuf müddete karşılık, Baron Hirş'e terk edilerek yüzbinlerce liralık irtikap yapıldı. (Mirat-ı Hakikat)

 

Bu parayı saraya yetiştiriyordu. Paşa, bahriye nazırlığında bulunduğu sıralarda bile, padişahın hoşlandığı hususlarda bilgi sahibi olmuş bütün lezzet ve iştahını genişletmeye çalı­şıp bir hayli hizmetler etmiş olduğu gibi, sadrazamlığında da­hi, saraydan akla gelen ne olur ve istenirse hiç bir engel çı­karmadan yapmaya başlamıştır. Bir zamanlar resmi çalışma ve muamelesinde babıâlinin imtiyaz kuvvetine ve nizam ile kanunu devletin hükümlerine riayet etmeyi seçen padişah, bundan sonra bu şekil davranıştan vaz geçti.

 

Bir sene içinde Sultan Abdülaziz, tamamen değişmişti. Bu sıralarda da Hanri Martin tüfeklerinin ordu tarafından kabulü bu sene içinde gerçekleşmiştir. Padişah, sadrazam M. Nedim paşanın ahali arasında çoğalmakta bulunan itibarsızlığını kö­tü idaresini haber almaktan uzak kalmıyordu. Hatta çok geç­meden azlederek yerine Edirne valisi Mithad paşayı sadaret makamına getirdi. Şimdi burada A. Rasim bey iki ayrı müta­laa vermiş onları nakledelim: <Padişah, Âli paşadan yüz çe-viripde sadarete nail olmak 'için akla hayale gelmez çeşitli fitne ve fesad icad ve gayri meşru paralar takdimiyle mevki­inde kalabilmiş ve bu garaz dolu mesleği yani yolu devam için: "efendimiz, bir padişahı müstebidsiniz. Her emrü fer­manınızı yerine getirmeye muktedirsiniz mealindeki sözlerin ifade edilmesiyle Sultan Abdülaziz'in bağsız bir aslan gibi etrafa atılıpda keyfe göre hükümleri icra etmek emeline ve

 

arzusuna düşürmüş olduğundan Âli paşa irtihal-i dan beka eyledikte, Mahmud Nedim paşa sadarete gelince Sultan Abdülaziz'i talim ettiği yola sevk etti. Yine: Sultan Abdüla-ziz tarafından M. Nedim paşanın açtığı yoldan aldığı lezzed-den, bir taraftan da icraatların bırakmış olduğu kötü tesir­lerin neticesinden çekinmiş olduğundan genel bir hosnud-suzluk karşısında bir özür, bir tarziye makamında olmak üzere Nedim paşayı geçici olarakda olsa feda edip, gerek ahali gerekse ecnebilerin nazarında ona mesuliyet yükledi. Hüseyin Avni paşa gîbi sözü geçen kimsenin kin ve düş­manlıklarından gelecekte de nefsini koruyabilmek tedbirine başvurarak, Midhat paşanın Bağdad valiliğinden dönüşün­de, Edirne valiliği ile İstanbul'dan uzaklaştırılması için, M. Nedim paşanın İsrar ettiği bir fikri seçmesi garazkârlıkla tefsir edip Midhat paşayı sadaret makamına getirip, Mah­mud Nedim paşayı da, görünüşte ikbal makamından indirip, uzaklaştırmakla efkarı umumiyeyi taraftar saydığı birişie tatmin etti zannma kapıldı.

 

Lütfi tarihi diyorki: <Sadaret değişikliği gerek içde gerek­se hariç de pek büyük bir memnuniyetle karşılandı. Daha üç gün olmamıştı ki babıâliye bu vaziyete sevindiklerini be­lirten telgrafların sayısı ikibine vardı. Midhat paşa sadrazam olur olmaz, ilk aldığı darbe, Mahmud Nedim paşanın vilayet usul-ü kanununu iptal etmiş olmasından doğan karışıklıktı. Hüseyin Avni paşa, Şirvanizade Rüşdü paşa ve arkadaşları sürgün yerlerinden dönmüşlerdi. Bu defa dahi M. Nedim pa­şa tarafdarı teşkilatından olan, Maraş valisi Cevded paşa ile Karahisarı Şarki valisi Rasim paşalar da döndüler. Şirvani­zade evkaf, Cevded paşa maarif, İzmir valisi Sadık paşa maliye, Paris sefiri Cemil paşa hariciye nazırlıklarına tayin edildiler. Eski sadrazamın ıslahat meclisini fesh, şura-i dev­let, dahiliye ve tanzimat isimleri altında ikiye taksim olundu. Midhat paşa, 10 milyon liralık borç alımında aracılara, 100 bin lira verilmiş olmasından M. Nedim paşayı vükela meclisinde sorgulamaya aldı.> Mirat-ı Hakikat diyorki: <Bu 100 bin altun saraya verilmişti. İş bu komisyon, borç aracı­larına verilmesi hakkında Sultan Aziz'in özel iradesi varken inkar etmiş olması ve M. Nedim paşanın padişahı tekzib et­memek için iradesinin bulunduğunu söylemekten İstinkâf etmesi 100 bin altunun kendisinden alınması hükmü bahs oldu.

 

Ancak hakiki durumu bilen padişah, Mahmud Nedim pa­şanın uğradığı bu ödeme cezasını af etti ve Kastamonu va­liliğine tayin ederek gönlünü aldı. Şimdi burada Rasim bey merhumdan bir alıntı yapıyoruz: Senebesene ilan edilmekte olan bütçe muvazene (hesap) defterlerinde görüldüğü gibi masrafların 2 milyondan fazla olduğu bununda üzerine Mah­mud paşanın sadarete gelmesiyle birlikte Küçükoğlu Agop efendi vasıtasıyla avrupadan alınan 10 milyon liralık borç fa­izinin ilave edilmesiyle denklik açığının miktarı 3 milyon lira­yı geçmişti. Müşarileyhin yani Mahmud paşanın babı-âlide tenkihat ve ıslahat komisyonu adı ile kurmuş olduğu meclise yaptırdığı ve mabeyne takdim ettiği defterde gelir ve gider karşılaştırılmış olduğundan başka, gelirin 500 bu kadar binii-ra da fazlası olduğu gösterilerek, işbu fazladan 100 bin lira sarayı hümayunun tahsisatı seniye haricinde yani saraya ve padişaha ayrıları paranın dışında sarf olunmak üzere gelişi güzel bir hesapla mabeyni hüfmayuna takdim edilmiş ve 350 bin lirasıyla İngiltereye bir zırhlı harp gemisi daha sipariş edilmiştir. Midhat paşanın sadareti üzerine maliye nezareti tarafından gelen taleb üzerine bu sefer verilen deftere göre, gelirin fazla olması şöyle dursun, Mahmud Nedim paşanın v'Iayetlerden, yapmış olduğu tahsisat indirimi makul olanlar dahil hesablansa bile yine genel masraf açığının 3 milyondan aşağı olmadığı, gösterilmiş ve o zaman söylenip, yazılan faz­layı tasdik etmiş denilen komisyon azalan getirtilip, toplan­mış ve sorgulara maruz kaldıklarında, hesabın hazine kayıt­ları üzerine olmayıp, Mahmud Nedim paşanın tarif ve ifadesi­ne göre yapıldığı, verdikleri cevapdan anlaşılmakla işin haki­kati ve rengi ortaya çıktı. (Midhat Paşa-Hayatı Siyasiye) Mithad paşanın sadareti 2 buçuk ay devam edebilmiştir. Bu sırada Bağdad, Vidin demiryolları, Hicaz telgraf hattı, terazi­lere ve ölçülerin onda bir usulüne göre tatbiki gibi hususlarla uğraşılmışsa da, tamamı akim kalmıştır. Mısır Hidivi İsmail paşa, avrupadan borç para alabilmek için padişahdan izin talebinde bulunarak aynı zamanda Mahmud Nedim paşanın vukubulan azlinin üzerine bu talebde geri kalmıştı. Şimdi ta­lebini yinelemekteydi. Midhat paşa, bu izinin sebeb olacağı sıkıntıları gördüğünden hatta Mısır'ın elden gitmesine sebeb olacağını anladığından hemen teşebbüse engel olmuştur. Fa­kat, padişah Hidiv İsmail paşaya söz vermiş imiş! Bu yüzden bir dereceye kadar padişahın sözü yerine gelsin diye, Mısır Hidivine izin manasında olmıyarak, ileri de buna yakın bir vaadmışça olmak üzere bir fermanyazıldı. Tabiatıyla Hidiv bu fermanı kabul etmedi. Mabeyne bildirdi. Bunun üzerine ma-beynden re'sen izin sayılan, bir ferman çıkarılarak yollandı. Tarihi Lütfi diyorki: <Fermanın Mısıra varması üzerine sıcağı sıcağına %13 faiz ve %birbuçuk komisyonlabir milyon lira borç ahnıvermiş.> Padişah, Midhat paşanın kullandığı muha­lefet politikasından serrişte yani ipucu seçti. Paşayı azletti. Büyük Rüşdü paşa sadarete geldi. Ancak o da, tutunamadı. Artık sıra serasker Esad paşaya gelmişti. Hükümet günden güne padişahın keyfi davranışlarından dolayı kuvvetini kay­betmekteydi. Yabancı kalemler bile Sultan Aziz için nefsine uygun işlerle vakit geçirip, Ömrünü sarayda geçirip paraları vapur yapımına harcadığını yazmaktaydılar. Hatta; Debid ör,

 

Hivorki: <Osmanh devleti Sultan Aziz idaresinde birer parça halinde kopup düşmekteydi. Mısır Hidivi para için 1868 ile 1872 tarihleri arasında 2 tane ferman elde ettiki, neredeyse istiklâl idi. Vilayetlerin çoğundaki valiler hükümdar gibiydi­ler. Avrupadan çok yüksek faizlerle borç alındığından mali­yenin hazinesi bomboştu. Memurlarında askerlerinde maaş­ları senelerdir bir miktar beklemede kalmaktaydı >

 

Ali paşa vefat edince padişaha çeşitli hediye ve hesapsız nakit ve mal takdiminde bulunan Hidiv, sarrafı İbrahim bey ki sonradan Mısır kapıkethüdahğına da tayin ve uhdesine vezaret rütbeside tevcih olunmuştu. İşte bu adamın vasıta­sıyla vükela, devlet adamı, lüzumlu, lüzumsuz pek çok kim­seyi de, doyurup fevkalade bir nüfuzla şöhret sağladıktan sonra, artık bol bol alma vakti gelmiştir hevesine düştü.

 

Hatta Şirvanizade Rüştü paşa sadaretteyken İstan-bula gelerek, padişaha, vekillere, kurenaya tam beşyüzbinlira harcayarak, avrupadaki devletlerle mukavele yapma ve borç alabilmek iznini, Âli paşanın büyük zorlukla kabul ettirdiği kararın iptalini, müsadeyi havi bir ferman aldı. Bu alış veriş­ler sırasında padişahın yakınlarından aklı fikri para olan sefil­ler, yüz-yüzellişerbin lira kazanıp mutlu oldular. Lâkin şu hır­sızlıklar ve rüşvetler, hayır sahibi devlet adamlarının indinde üzüntülere badi olduğu avrupada bile yeis ile karşılanıp la­netlenmesine, şu fıkra delil sayılır. "Almanya imparatoru o sırada ziyaret için İstanbula gelen İran Şahı Nasıriddin Şa­ha, sen Öylece bir padişaha 'misafirliğe gidiyorsunki; kendi eliyle kendi kolunu kesmiştir." diyerek, Mısır'ı devleti âliye-den ayırmak demek, sayılan fermanın verilişini alay konusu olarak dile getirdiği kesin olarak duyulmuştu.>

 

254

 

Hersek İhtilâli

 

 

Padişah, "NedinV'siz olamıyordu. Sultan Abdülmecidin saltanatının sonlarına doğru 25 milyon derecesindeki Os­manlı borçları 12 senede 250 milyona vardı. Sultan Abdüla-ziz elan Mahmud Nedim paşa'nın sadaretini özlemekteydi. Onun azlettikten sonra Mithad paşa ve büyük Rüşdü pasa, Şirvanizade Rüşdü paşa hatta Hü-seyin Avni paşa sırasıyla sadrazam oldukları halde, iktidarda fazla kalamamışlardı. Ef­karı umumiye ise, Mahmud Nedim paşanın adamakılli aley­hinde idi. Efkarı umumiye yalnız bunun aleyhinde olmayıp, Paris antlaşmasından sonra diğer devletlerin kefaleti altına alınmış olan Osmanlı mülkünün tamme-i istiklali, Romanya, Sırbiya, hatta Karadağ muhtariyet idareleriyle bozulmuş, Londra konferansı bunlara tüy dikmişti.

 

Avrupanın müdehalesi yüzünden ortaya çıkan ıslahat fikri­nin de hristiyan reayayı itidal ölçüsünden çıkarmasından da memnun değildi. Şirvanizâdenin sadrazamlığı esnasında meydana gelen bir hadiseyi buraya yazmadan geçemedik. Bu hadise 1291/1874 tarihli, bir mebuslar meclisi kurulma­sına aiddir.

 

Rüşdü paşa yalısında, toplanan adliye nazırı Midhat paşa ile beraber bir kaç vekilden ibaret bulunan özel bir encümen devletin halini ahvalini ortaya koyup meydana çıkan kötü vaziyeti mümkün mertebe önlemek ve tanzime başlangıç ol­mak için, bir layiha kaleme alınmasına karar vermiş ise de, Şirvanizade huzurda, mebuslar, kanunca sözlerinin meydana getireceği tehlikeyi anlayamadığından, böyle bir layiha hazır­lığından bahsederek, Midhat paşanın Selanik valiliği ile uzak­laştırılmasına, biraz sonra da kendisinin Halep valiliğine tayin ile sadaretten düşmesine sebeb olmuştur. Midhat paşa tara­fından kaleme alınmış bu layihanın bir kısmında o zamanın rlüsünce-i umumiyesindeki şu anlayış: <Bir vakitler devletin aaf ve inhitatına müteallik olarak söylenmiş sözler, bu gün ahalinin tamamında devletin izmihlali (çökme) zevali husu­sundaki tabirler açıkça söylenmeğe başlamıştır. Bu tarzda ifade eylediği gibi çare-i salah oimak üzere bermutad, kanun ve nizamların tatbike konulup, büyük, küçük, erkek, kadın bütün tebanın kanun hükümlerine ayırımsız ve eşit uyması, meclİsve muhakeme ve diğer hayır kuruluşlarının yerine ge­tirilmesi, üzerine düzeltilip yeniden kurulması, bütün işlerin eskidenberi devletin mercii olan babıâli tarafından görülüp, orada karar verilip, hakipayi şahanelerine arz ile irade-i seni-ye-i şahaneleri şeref sünuh buyruldukça devletin hukuku mülkiye ve maliyesine bağlı hiç bir şey yapılmaması ve ida-re-i devletin ruhu olan mali işlerinin kuvvetli bir esas üzerine yeniden oturtulması, babıâli'nin rey ve tasdiki manzum ol­madıkça hiç bir yere bir akça sarf edilmemesi ve küçük bü­yük bütün memurların ve hademei devletin vazifeleri yeniden tahdid ve tayin olunup, işbaşında bulunan memurların dere-ce-i mesuliyetlerini bir karar altına alınması gibi> Deniliyor.

 

 

Görülüyorki, ecnebilerde, hemşehrilerde devlete ıslahat yapmasını tekrar tekrar talep ve tavsiye etmekteydiler. Anla-şılıyorki, burada devlet bir maneviyat-ı mazlume, yâni lâzım gelen, ıslahat ve tensikatın yani düzenleme ve hafifletme işi­nin son şekil ve tesir derecesini bilemeyen bir kitİe-i kötülük­tü, işte bundan biraz sonraydı ki, Panslavizm propogandass, Hersek ve Bosna'da çok önem taşıyan bir ihtilali uyandırı­yordu. Avrupalıların dedikleri gibi Osmanlı hükümetinin du-Çar olduğu ve ödemesi gereken derd, günden güne daha da ağırlaşıyordu. Her 15-20 senede bir şiddetli bir sıkıntıya tutu­larak, avrupayıda sarsmaktaydı.

 

2. Aleksandr'da, Çar Nikola gibi, kendisine bir tabii koru­yucu bakan milyonlarca ortodoksu korumayı mukaddes bir vazife gibi sayıyordu. Londra konferansının da söylemediği Paris antlaşmasının hakaretinin acısını çıkarmak arzusunu taşımakta olup, yine bu tarihlerin anlattığına göre Gorçakof, Almanya başvekili Bismark'ın sahip olduğu başarıyı çeke­mediği için, siyasi hayatına şanlı bir netice koymak arzu ve emeliyle çırpınıyor, Bismark'ın şan ve şerefi çaresiz Gorça-kofa gözünü yumdurtmuyordu.

 

Diğer tarafdan panslavizm neşriyatı dinsel siyasetin, neti­ceye verdiği başarı ile hergün büyüyor, Romanya, Sırbiya, Karadağı harekat merkezi seçmiş, buralardan adalara yaptı­ğı teşviklerle Bosna ve Hersek'i Bulgaristanı hercü merç edi­yordu. Eyalet ve akalimi Yunaniye panslavizmin gözünden düşmüştü. Panslavizm, büyük yunan devleti fikrini, maksadı­na uygun görmüyor, Viyana kabinesinin Belgrad ve Bükreş üzerinde tesis etmiş olduğu baskıdan kuşkulanıyordu.

 

Avusturya 1291/1874de Sırbiya ve Romanya İle ticaret antlaşması yapmıştı. 1292/1875 senesinde Rus memurları güney Tuna'da faaliyetlerini arttırarak kendilerini gösterme­ye başladılar. Bu arada Es'ad paşa sadarete, Derviş paşa Bosna-Hersek valiliğine getirildi. Babıâli her tesirden uzak, saray ise devletin idaresini ele almıştı. Ancak bu idare tarzı son derece keyfi olmaktaydı. Mirat-ı Hakikat ihtilal öncesini şöyle anlatıyor: <...Görünen sebeb odurkî: Hersek sancağı­na katılmış bulunan Nevesin kazası hristiyanlarından 160 kişi koyun vergisinin çokluğundan, zabıtaların zulmünden dolayı, Karadağa geçerek şikayet etme mecburiyetinde kal­dıklarından Karadağ prensi Nikola vakayı anlatışınızı Rusya devletinin İstanbul sefirine yazarım. Şikayet ettiğiniz Öde­melerin tahakkuku hususunda Osmanlı devletinden, özel bir memur gönderilmesini iltimas ettiririm.> der. Şikayetçi­ler ise, "Karadağ'a sığınmamızdan dolayı Osmanlı devleti bizi azarlar" cevabı vererek köye dönüşte tereddüd gösterdiklerinden Balkan kavimlerinin isyanları daima ya vergilerin tahsilindeki suistimallerden yahud umumi tekliflerin, eşit bir şekilde taksim edilememesinden veya vergi bahanesiyle zu­lüm yapılmasından ortaya çıkmıştır.

 

prensde Rusya elçisi general İgnatiyef e vaziyeti bildir­mekle beraber bunların uzun zaman iaşe ve ibatelerini, Ka­radağ'ın kaldıracağı yükten değildir. Osmanlı devleti tarafın­dan biran evvel yerlerine dönmelerini sağlamalarını elde edi­niz, şeklinde ricada bulunmuş imiş.

 

Esad paşa bu fesadın içinde Rusların tahriklerinin bulun­duğunu ve nice senelerden beri gerçekleştirilmeye çalışılan­ların, Bulgaristanda yapılmaya çalışılan ifsat hareketlerinin, Sırbistan ve Karadağ yardımları ile Bosna tarafından meyda­na getirilmek için yapılan, bir planın başlangıcı bulunduğunu anladığından ürküp, şaşırmış vede herhangi bir şeyi yapma­ğa iktidarı olmadığından, tereddütler içinde kalmış, vaktin geçmesi hadisenin büyümesini sağlayıp vehametin artmasını getirmiştir.

 

 

 

İsyanlar

 

 

Sadrazam ve serasker Saip paşanın Derviş paşa ile arası açıktı. Firarilerin tahkikatını ona havale etti. Esasen ihtilalin tertipçisi olan rus elçisi ignatiyef, padişah ile Esad paşaya is­yanın teskini hususunda kan dökülmeyip, gerek Rus gerekse diğer devletler konsoloslarına tahkikatın havale edilmesini tavsiye ve kabul ettirdi. Namus ve istiklali devlete kendi elle­ri ile bir darbe indirtmeye muvaffak oldu. Çünkü daha evvel böyle büyük işlerin kararlan kimseye sorulmadan mabeyni hümayuna bağlı ve oraya aid işlerdendi.

 

Nevesinliler, Karadağdan zafer kazanmış olarak dönünce mültezimlerin zulumlanndan ve vergilerinin servet ve iktidarlan derecatıyla mütenasip uygunlukta olmadığından, emlak senetlerinin değişmesi, karşılığında Osmanlı hükümetinin hazine iç- in vergi almak gibi teşebbüslerinden dolayı hem-şehrileriyle bir cemiyet-i ihtilaliye kurarak müdürü tehdit ederek firara mecbur kıldılar. Üzerlerine giden zabıtaları da öldürdüler. Bu arada Bosna valisi hâla babıâlinin reyini sor­maktaydı. Eşkiya ise Nevesin caddesine siperler yapıp en­gelleri ortadan kaldırıyorlardı. Hatta nasihat etmeye giden mirliva Hüseyin paşa ile Kostan efendiyi de koğdular. Babıâli sert ve şiddetli muamele yapmaktan ve Karadağlıların -harp etmeye olan eyilimlerinin bir ecnebi müdehaleye sebeb vere­ceği endişesi taşımaktaydı. Bu yüzden gösterilmesinin tavsi­ye olunduğu yumuşak tavır, vilayet tarafından yapılan kötü ve yanlış hareket üzerine, ihtilal ateşi Lapoşka'dan Gabele-ye, Mostardan, Avusturya hududuna kadar yayılacaktı. Bazi-yac, Banal ve Piyeveh nahiyelerinin asilerince Karadağ ve Dalrnaçya taraflarından ihtilale katılımlar çoğaldı. Avustur­yalılar, Dalmaçya'ya girecek haydutların silahlarını almak, katılacak olanlara engel olmak bahanesiyle Mitokaviçeye as­ker topladılar.

 

Maksadları Hersek voyvodalarına Rusyadan yardım müm­kün olmadığını anlatmaktı. Ancak Rusyada yayımlanan ga­zetelerin yazılarının bu planı bozduğu görüldü. Gerek Avus-turyanin gerekse Karadağın bitaraflık ilanları Osmanlı devle­tini oyalama düşün cesinin neticesiydi. Çünkü isyanın Sırbis­tan, Bulgaristan ile Karadağa bulaşması onların hesabına uy­gun sayılırdı. Hakikaten isyan Hersek'den Bosna'ya sıçradı. Banaluka sancağında Kuzara'Garadşika, Rebke sancağında-ki Peridor taraftarıyla Gaçika, İstolçe Beyleke, Terebin kaza­ları kazaları köylerini de sardı. Müslüman hanelerini yakıp geçti. Ferik Selim paşa ricat etmeye mecbur oldu. Eşkiya Karadağ hududuna yakın ve Raguza ile Klaik, Lobeyn, SileL-e yollarının birleştiği noktada bulunan Trebeyni muhasara ettiler. Bundan başka Raguza yolundaki Çarina, Zeviçe, Is-toryine kaleleriyle istolçe, Lobin zapt olunup, Nakşik kalesini de kuşatmak ameliyesine başladılar. Vâli'nin gerek veziri­azam gerekse serasker ile arasında olan küskünlük cevap alamaması gibi aklın alamayacağı bir durumla karşılaşıyor­du. Daha sonra da vali azledildi. Yerine tayin olunan Ahmed Hamdi paşa, harekatı idare etmekten aciz bir kimseydi. Bu sırada ise, Hersek'de ıslahat yapılması hususunda ecnebi devletler tarafından ortak bir tebliğ yayımlamış bulunuyorlar­dı.

 

Rusya, Avusturya, Almanya (Bismark'ın Osmanlı devleti aleyhinde bu işde teşebbüsleri görülmüştür.) Bir tarafdan, İn­giltere diğer tarafdan ıslah niyetlerini ve konsoloslarına ver­dikleri talimatta Herseklilerin şikayetlerini Osmanlı devleti fevkalade komiseri tayin edilen şura-i devlet reisi Sururi pa­şaya arz etmelerini bildiriyorlardı. Sururi paşa Mostara gitti. Hersek'de 30 tabur piyade 4 bölük süvari askeriyle bunlara karşılık 8-10 bin haydut vardı. Çarpışmaların devam ettiği görülüyordu. Duga boğazı eşkiya elinde bulunduğundan Nakşik'de muhasara altına alınmış bulunuyordu. Peküpolo-viç Levi, Byratiç, Lazarso ve Behke bölgelerinde Noverin, Mesaronoviç, Buğdan Simvoniç isimlerindeki haydut reisle­riyle Rauf paşa kumandasındaki Şevket ve Osman paşa uğ­raşmaktaydılar. Rauf paşanın rahatsızlığı yüzünden Ahmed Muhtar paşa Bosna- Hersek baş komutanlığına tayin edildi.

 

 

 

Mahmud Nedim Paşa Siyaseti

 

 

Hükümeti keyfiyeyi Aziziye iflasa, isyanların genişlemesi ve devam etmesi azim bir sıkıntıya gidileceğini göstermek­teydi. Mali ve siyaseti dahiliye ile harici münasebetler nokta-j nazarından en müthiş çukurlara körü körüne düşen bu hükü­met Mahmud Nedim paşanın ihtiraslı elleriyle idare olun­maktaydı. Padişah Esad paşayı azil, Atina valiliği görevinde bulunan Mahmud paşayı sadarete getirmek için 1292/1875de Mahmud paşayı Şura-ı devlet riyasetine getir­di. Üçüncü günü de sadaret makamına getirdi. Mithad paşa­yı adliye'ye, Sururi paşayı Şuray-ı devlete, Hüseyin Avni pa~ sayıda serasker olarak tayin eyledi. O zaman yaptığı siyaset­te İgnatiyef meramını anlatabiliyordu. Hersek isyanının Sır-bistana ve Karadağ'a bilhassa Bulgaristana sıçradığı yağlı paçavralar icab eden işgal kuvvetlerine sahipti. Mahmud pa­şa tutuşmaya hazır olan bu maddelere bir kibrit çakmak ka­bilinden olmak üzere ilk önce mali vaziyeti ıslahen garib bir teşebbüsde bulundu. 1291/1874 sene-i maliyesi bütçe den­gesinde Smilyon lira açık vardı: <devletin dış borcu ve de­miryolları tahvilatı ve bütün senetlerin bedeli ikiyüz ve halkın elinde bulunan bütün senetlerin kıymetide, 106 milyon lira civarında idi. Böyle büyük bir yeküne varan muntazam bor­cun senede avrupaya 14 milyon lira faiz ve ana para ödeme­si mecburiyetinde kalınmıştı. M. Nedim paşa bu 5 milyon açığı kapamak için bu 14 milyonu yarıya indirdiğini ilan etti. Bu ilanın hemen arkasından gerek dışda gerekse içde büyük bir buhran şikayetini ortaya çıkardı.

 

 

 

İç Buhran

 

 

Kelimenin tam anlamıyla-malını mülkünü satarak elde et-tiâini ayda bir liraya bir kuruş getiren sened-i umumiye ve demiryolları senetlerine yatırmak gafletinde bulunan Osman­lı tebasının bir çoğu elleri boyunlarında kalmasından bu ka-Öıtlarla yapılan evkaf ile eytam (yetim) akçalarını havaya eritmekten, dış buhran ise, avrupalıların gözünde zaten, bor­cu borç ile ödemek gibi kötü bir mali leke ile yaşadığımızdan böyle hakiki iflasdan bir sonuç çıkıyordu.

 

Fransa ve İngilterede bulunan senet sahipleri, elçilerimizi hakarete tabi tuttukları gibi gazeteleri dahi: <Türkler bizt do­landırdılar. AKunlarımızı sefahat uğrunda telef ettiler. Bun­ların devam etmesi avrupaya zararlıdır.> Mealinde şiddetli başlıklarla donatılmış yazılar yazdılar. İşte bu sırada ünlü Gladeston hakkımızda aleyhimizde olmak üzere nutuklar at­maktaydı. Mali siyasetimiz tamamen mahvolmuştu. Bu se-bebler yüzünden içde hükümet aleyhine mühim ve çok kuv­vetli memnuniyetsizlik doğdu. Dünyada yapılan siyasi politi­kada muhibbimiz olduğunu sandığımız Fransa ve İngiltere kaybedildi. Fakat Ruslar, kazanıyordu.

 

Diğer taraftanda Bulgaristan da alıp vermekteydi. Genç Bulgar kitleler büyük göçler gerçekleştiriyorlardı. Rusya ve Sırplardan silah almaktaydılar. Rus konsolosluklarının Kızan­lık, Eski Zağra, Çırpan, Hasköy kazalarında Filibe ile Rus-cuk'da yapmış oldukları ihtilal* teşvikkârlığı nihayetinde ihti­lal komiteleri kurulmuştu. Zağra ve Kızanlık memurlarının şarta bağlı çalışmaları sayesinde fesatçılar yakalanıp, hapse­dildiler. Bulgarların ihtilallerini yapmak üzere oldukları anla­şıldı.

 

Rus sefiri İgnatiyef M. Nedim paşayı tehdid ile Edirne vali-si Hurşid paşayı azil, Filibe mutasarrıfı ile Zağra ve Kızanlık kaimmakamlarını değiştirip, hapisde bulunan Bulgarları salı­verdirdi. Gösterilen bu zaaf Bulgarlara ne duruyorsunuz? Ars ileri komutası yerine geçmişti. Bu kumanda İgnatiyef tarafın­dan Sırplarada adeta ve- rilmiş gibi bir hal zuhur etti. Hüse­yin Avni paşa bir taraftan Bosna ve Hersek'e ihtilalci ihraç eden, diğer yandan da, Bulgaristana saldın adımları atmak düşünce ve hareketlerinde olan Sırpların yapacakları muhte­mel harekatlarına karşı, Niş, Vidin kalelerinde önemli miktar­da asker toplamaya muvaffak olmuştu. İgnatiyef buna da iti­raz ederek, Hüseyin Avni paşayı azlettirdi. Padişah yazdığı­mız kuvvetin geri çekilmesini emretti. Ancak yeni serasker Namık paşa bir mazbata yazarak, söz konusu emri engelle­meye muvaffak oldu. Hakikaten prens Milan geniş bir Slav hareketinin başında bulunmak istiyordu. Rus generallerinden Çerniyef, Sırbistanın hizmetine girdi. İlk işi sınır istihkâmları­nı teftiş etmek oldu. Bu sırada idiki Berlin'de toplanmış olan üç kuzey devlet baş vekillerinden Avusturya ve Macaristan başkanı Kont Andiraşinin bir layihası öne çıktı. Bu layiha şu mealde idi:

 

1-Hristiyan ahalinin ayinlerini serbestçe yapabilmeleri. 2-Iltizam usûlünün kaldırılması.

 

3-Ziraat arazisinin kullanılabilmesi bakımından İslah du­rumları.

 

4-Azaları müslim ve gayrımüslüm kişilerden meydana gelmek üzere bölgesel bir kontrol meclisi kurmak.

 

5-Vergilerin mahalli ihtiyaçlar için sarfı. Bu teklif henüz tebliğ edilmemişken Midhat Paşa adliye nezaretinden çekil­miş olduğu gibi Mahmud Nedim Paşa da yazılı layihaya kar­şılık adalet fermanı adıyla bir ferman yayımladı ki şunlar vardı: "Bosna ve Hersek taraflarında en çok şikayet edilen husus arazi bölüşümü ve vergi toplama usulü gibi madde leİslahına ve tanzimine başlanarak 1272/1856 ferman münderacatından olan serbestliği bütün din ve mezheplerin hür olma teyyidi, hristiyanlardan alman askerlik bedelinin azaltılması, değiştirilmesi ve bazı mahkemelerce bazı düzelt­melerin yapılacağına, gerek meclis gerek mahkeme azaları seçim hakkının genişletilmesine, memuriyet vazifelerini kötü yönde kullananlar hakkında ahalinin şikayet etme selahiyet-leri olmasına ve bazı şeylere dairdi.

 

Bu fermanın maddelerinin izahını tetkik için bir de icraat meclisi kurulduğu gibi adliye nazırı Cevdet Paşayla bu işleri tanzim üzre Sofya'ya yolladı. Fakat adalet fermanına kimse inanmadı.

 

Kont Andraşi layihası Bâbaaliye sözlü olarak tebliğ olun­du. Bâbaali kendi içinde yaptığı müzakere neticesinde şöyie böyle söz konusu layihanın dört maddesini kabul etti. Vergi­nin mahalli ihtiyaçlar için sarf edilmesi maddesini "Devletçe fayda sağlayıcı işler için müsait meblağın elverdiği imkanda miktarının arttırılabileceği" düşüncesi hoş görüldü. Halbuki layihanın girişindeki: "Hristiyanların gerek fiilen gerekse hu­kuken İslam dini ile tamamen eşit tutularak müsaade şekline vermek değil mazhar-ı tastık ve riayet olması" kaydı devlet­lerin hristiyan teba haklarında apaçık özel bir bir cümle ile himaye edici bulunduklarını, Rusların hristiyan tebanın esir gibi yaşadıklarına dair olan önceki ifadelerine uygunluk gös­termekte idi. İcraat meclisi dikkat nazarlarını bu yöne çevire­medi. Yine bu sırada Rusya sefiri general İgnatiyef'e nahiye­lerin idaresi hakkında bir teklifte bulundu. Bu layiha Mithad Paşanın hatıratında yazıldığına göre: "Rumelide bulunan ka­baların müslim ve gayrımüslüm ahalisinden hangi sınıf yani hangi taraf çoğunlukta ise o kazanın Hâkim ve Kadısı onlar­dan olmak, Bulgarlardan milis askeri yapılmak, Çerkezleri Anadoluya sevketmek. Devletin gelirinin belli bir suretle, bel-

 

li yüzde miktarıyle hazineye alınıp kalanı milis askerine sarf edilmek üzere mahallinde bırakılmak yoluna gidilmesi başka yerlerde de nizami asker bulundurulmamak gibi mühim şart­lar bulunmaktaydı. Bu layihanın birinci maddesi tetkik olun­duğu takdirde çıkan netice Rumelinin Bulgarlara tamamen teslim edilmesini zaruri kılmasıydı. Babıali böyle körükörüne uğraşmakta ve Avusturya layihasının kabulü yüzünden Her­sek ihtilalinin sönmesini beklemekte iken, Karadağlıların Do­ğa boğazındaki Osmanlı askerini kuşatma altına almış oldu­ğu haberi erişti.

 

Ahmet Muhtar Paşa kışın büyük şiddeti yüzünden Nak-şik'e zahire gönderemediyse de ilkbaharda iki koldan hare­kete geçerek eşkıyayı dağıtmak yoluna gitti. Pıraşika mevki-ne dönüldüğünde ve Nevezere'de karşılaştığı eşkiyayı bir de­fa daha bozdu. Bunların kalabalıklığına göre Karadağlıların da iltihak etmiş oldukları manası anlaşıldı. Bunun üzerine padişah İşkodrada kuvvetli bir askeri alayın bulundurulması­na ve eski serasker Rıza Paşanın seraskerliğe yani başkomu­tanlığa getirilmesini emreyledi. Osmanlı devleti Hersek ihtila­linin ileri gelenleri ile Sırbistan ve Kardağa karşı 148 tabur asker bulundurmakta iken Hersek'e 10 İşkodra'ya da 20 ta­bur asker şevkini kararlaştırdı Mirat-ı Hakikat diyor ki: "Bu taburların çoğu 2-3 yüz erden mürekkep olmakla ortalama hesapla yekûn 70000 kişi olup silahlı askeri 50000 kişiye, erişmiş erişmemiş gibiydi.

 

Yalnız Hersek isyanı, 30 bin Hersekli, Sjrbistanın kuvvey-i askeriyesi 80. 000 ve Karadağlılarında 40000 den aşağı ol­madığı itibariyle o günkü günde savaşmak üzere bulunan şu üç yönün 150. 000'i aşan ordularına 50000 kişilik askerle karşı koymak mecburiyetinde kalınmıştı." Diğer taraftan Os­manlı devleti Rusyanin tehditlerinden ve Bulgaristana karşı uyguladığı açık himaye ve sevkiyatından çok şikayetçiydi.

 

Mahmud Nedim Paşa siyasetteki atağı İgnatiyef in eline kap­tırmıştı.

 

 

 

Otluk Köyü Vakası

 

 

Kırım savaşında Rusya casusluğuyla itham olunduğundan kaçma yolunu seçen Taydın Kerof isimli bir Bulgar bu sırada Rusların Filibe konsolosluğunda bulunmaktaydı. Bu adam, yerli ahaliden konsolos tayini caiz olmaz kaydının aksine olarak tayin edilmiş ve eline bir de ferman verilmişti. Filibe-de geceli gündüzlü çalışarak Sırbistan ve Viyanadan gelen mektep hocaları, metropolit Panartosun kardeşi Asmas ile birlikte ihtilal hazırlıklarına girişmişti. Böyle bir durumdak; Balkanların eteğinde bulunan Otluk köyü ile Avraialar mevkileri civarı kuvvetli istihkamlarla asker ve cephane ba­kımın dan kuvvetlendirilmişti. İstihkamlara demir çemberler ve katranlı iplerle sarılı ağaç toplar, kadınlar için süngülü so­palar koymak gibi cesaretler gösterilmişti. Resmi şahitlere göre: Derbent ve boğazlar civarında bulunması zararlı olan Bulgar köylerinin kendileri tarafından yakılması, kadınlarla çoluk çocuk ve yaşlı insanların bu köye nakli, eli silah tutan­ların Balkan geçitlerine sevk edilmesi bundan başka Filibeye 16 ve Pazarcık'a 12 yerden ateş verilmesi, bura ahalisi yan­gınlarla meşgulken köylerden hücum edilerek müslümanff-rırı öldürülüp ve mallarının yağma edilmesi, Edirne ile Sof­ya'ya dahi köyler-den adam gönderilerek yakılması komite tarafından kararlaştırılıp 20 Nisan 1876'da işe başlanmıştır.

 

Hakikaten Bulgarlar; Otluk köyü ve Pazarcıkta en alçakça cinayetleri işlediler. Filibe mutasarrıfı Aziz Paşa önceden ihti­lal hareketlerini haber alıp lazım yerlere bildirmişken maale­sef kaale alınmamıştı. Bu vaka üzerine lazım gelen tedbirlere başvurulduysa da Bulgarlar Pazarcık ve Filibe kazalarına bağlı köyleri dahi yakıp rastgeldikleri erkek olsun kadın ol­sun yeter ki müslüman olsun dediklerini öldürüp, telgraf hat­larıyla köprüleri tahrip edip Balkan geçitlerindeki kaleleri ku­şatma altına aldıkları gibi Beleveh tren İstasyonunu içinde buldukları insanlarla beraber Avratalan nahiyesi müdürüyle onun eş ve çocuklarını, başkatip ve onun zaptiyelerini tama­men idam ettiler. Hatta müdürün kızını katlettikten sonra av­ret yerini keserek bilezik şeklinde teşhir eylediler. Ötede beri­de İslam çocuklarını katranlara bulayıp yaktılar. Mirat-ı Haki­kat sahibi Mahmud Celaleddin Paşa diyor ki: "Sonunda Ot­luk köyünde haydutluk ateşi alev aldı. Aziz Paşa bir tabur ol­sun asker gönderilmesini büyük bir ehemmiyet içinde Bâba-aliye yazmış olmasına rağmen buna Rusya sefaretiyle arizai mahalliye şekli verilerek büyütülmemesi yolunda söyledikleri ihtarıki hasbel memuriye yani memuriyet icabı isyancılarma-lum olmuştur. Ona binaen asker şevkinden birkaç gün kaçı­nılıp isyancıların durdurulması için Edirneye sadece emirler verilmiş olması ihtilal çemberinin genişlemmesiyle Fiiibe ve Pazarcık kazalarında hemen 25 İslam ve hristiyan köylerinin yakılmasını ve bunca canın yok olmasına sebep teşkil etti." Bu sırada Edirne valisi Akif Paşa dikkatli ve harekata hazır davranarak demiryolu köprü ve hatlarını korumak ve redi-faskerinin toplanmasına emirler verdi. İstanbul'dan da beş altı tabur asker ve bir batarya top sevk olundu. Serasker Derviş Pa şa 15. günde azledilip, boşalan mevkiine bahriye nazın Abdi Paşa tayin olundu. Filibe havalisi kumandanı Ha­fız Paşa Otluk Köyü ve Avrat alan köylerinin zapt ve tanzimi­ne vazifelendirilerek 29 Nisanda diğer livanın kumandanı Se-lami Paşa ile ya pılan askeri harekat, altı saat kadar devam etti. Bulgarlar savunmalarında devam edip, ağaçtan yapılma toplarıyla atışlar yaptılar. Otluk Köyü ikîbin hanesi olan bir yerdi. Sağlam olduğu gibi tahkimatla bu sağlamlığı artırılan evlerini bir istihkam gibi kullandılar. Neticede mukavemetleri kırıldı. Bir kısmı aman diliyerek teslim olurken, büyük bir kısmı da balkanlara doğru kaçtılar. Bereket versin, hüküme­tin buraya vaktiyle asker göndermediğini gören müslüman ahali, boş durmamış, Bulgarlardan gelecek bir tehlikeye kar­şı, silahlanma tedbirine başvurmuştu. Bu silahlanma, Bulgar taarruzu karşısında karşılıklı kavga demek olan bir mukate-leye dönüşmüştü. Olay sadece Otluk köyünde değil Yatak köyünde de feci boyutlara varan çatışmalar meydana geldi. Ne çareki avrupaya akseden feryad: "Türkler, hristiyanlan kesiyorlar!" olmuştu. Bu haksız ve yalana dayalı feryadlann akabinde Osmanlı devletini büyük ithamlar altına iten nüma­yişler gerçekleştirildi. Mahmud Nedim Paşa'nm gütmekte oi-duğu siyaset devleti büyük sıkıntılara duçar ediyordu. Avru­palılar senetler meselesinden uğradıkları zararlar sebebiyle Osmanlı devletine bir hayli kızgındılar. Hatta bu kızgınlık o dereceye vardı ki, kendi kendilerine tahkikat memurları gön­derdiler.

 

Mahmud Nedim Paşa; bu davranışa son derece kısır an­layış içine girdiği gibi, bu tahkikat memurlarının maiyetlerine Babıali'den bazı memurlar tayin ederek büyük bir müsama­ha gösterdi. Ruslarda bu müsamahadan bir hayli istifade edip, onlar da memurlarını bu heyet içine sokma şansı bul­dular. Halin böyle olması yüzünden heyetin verdiği raporlar tabiatıyla Rusların arzu ve emellerine uygun tarzda gelmek­teydi. Bütün dünya maatessüf Bulgarların mağduriyetlerini konuşur olmuştu. Mahmud Medim Paşa; vaziyete hiç bir şe­kilde göz atmıyordu. Devletin bütün borçlarını birleştirerek, beş-on milyon daha sokuşturmak üzere yeniden büyük bir borç antlaşması için avrupa sarrafları vekilleri ile gizli müza-rekeler yapmaya devam ediyordu. Mithad Paşa'nın hatıratın­da kayıt edildiği gibi, bu borçlanmanın kontratosu imzalandığı anda mabeyne bir milyon lira takdim olunması kararlaştı­rılmış hatta Zarifi imzasıyla Sultan Abdülaziz'e verilmiş olan taahhüd senedi, çok zaman geçmeden tatbike konan Abdü-laziz'i hal etme vakasından sonra ortaya çıkmıştır.

 

 

 

Abdülazizin Hal Vakasına Doğru

 

 

Sultan Abdülaziz'in hâl'i hakkında en aydınlatıcı malumat­ları târih kitaplarından ziyade, hatıratlardan elde etmek ka­bildir. Ancak; bu hatıratların objektifliğinden ziyade doğrula­rın sözcüsü olması lâzımdır. Kanaatler ve eğilimdeki hassasi­yet doğruları katleden bir sebeb olmamalıdır. Olayın vuku­undan taa günümüze kadar, şehadetmi? İntiharını? Sorusu hâla kesinleşmemiş, ekseriyetin şehid edildiği kanaatına gö­re resmi olan kanaat intihar şeklinde olup, cumhuriyet aydı­nı, takipçileri olduğu hâl kadrosunun ki, bunların başında Midhat Paşa gelmektedir, Askeri mektepler nâzın Süleyman Hüsnü Paşa ilk Türkçülerden olduğundan ve olayı ortaya çı­karmak için seneler sonrası Sultan Abdülhamid'in Yıldiz'da kurduğu fevkalâde mahkemeden çıkan karara muhalefet edenlerde, cumhuriyet kadrosunun takipçisi oldukları gurubu vikaye için bu kararların haksız ve düzme bir mahkemenin kararı olarak kabul etmek suretiyle Abdülhamid'i suçlama trampleni yapmayı tercih etmişlerdir.

 

Ahmed Cevdet Paşa gibi büyük bir hukukşinas'ın bu he­yetin dışında olmadığını, Gaazi Osman Paşanın ve daha nice anlı şanlı paşaların mahkeme kararlarını tasvip eder tasdik­lerini görmezden gelirler. Eğer; haksız bir idam kararına uy­gulansın hâttâ uygulamazsanız, kötü bir yolun açılmasına sebeb olursunuz sözlerinin sahibi bizzat Gaazi Osman Paşa olduğuna göre bu vaziyet karşısında bu kahraman insanı ya sileceksiniz yahutda infaz isteğinde haklı bulacaksınız! Bu­nun ortası olmaz. Mensup olduğumuz dinin Yüce Resulü  (s.a.v) Efendimiz'in "Haksızlık karşısında susan dilsiz, şey­tandır" hadis-i nebevisi muhatap olarak mü'minleri almıştır ve Gaazi Osman Paşa da dahil olmak üzere bu tasdikçilerde, karşı çıkıcılarda bizim gözümüzde müslüman insanlardır. Şimdi burada kendi kanaatlerim yerine, bir balkan çocuğu ve Arnavut kavminden olan ve akraba-i taallukatım gibi İs­tanbul'umuzun Pendik sayfiyesinden olan ve yazmış olduğu Petrol Fırtınası adlı eserin arkasından çok geçmeden bir otel­de vefat etmiş olarak bulunan Râif Karadağ merhumun, "Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar" adlı 1971'de yayımlan­mış baskısının önsözünde yer alan şu satırlarla sayfamızı süslüyor ve kanaati kanaatima uyan bu merhum yazarı da rahmetle ve minnetle anıyor, fatihalar hediyeyi görev addedi­yorum.

 

 

"..Sultan Abdülaziz Hân'ın Hâl'i ve katli hadisesini ele al­dık. Zira bu mevzu üzerinde Türk milletinin selahiyetli bildi­ği zevatın hemen hepsinin yazdıkları, birbirlerinin devamı veya teyidi mâhiyetinde olarak dâima bir istikametde geliş­miş ve hepsi bir noktada ittifak etmişlerdir. <Sultan Ab­dülaziz katledilmemiştir.>

 

Biz, bu iddianın karşısına çıkmış tek insan değiliz, bizden evvel de bu iddianın karşısına çıkmış olanlar bulunmuşve id­dialarını isbat etmek için gayret sarfetmişlerdir. Onların bu gayretleri bir çok vesaikin gün ışığına çıkmasına yardımcı ol­muş, böylece bu vesikaların ışığında yaptığımız tetkikbizi ha­disenin mâhiyetini tamamen değiştiren bir neticeye götür­müştür. <Sultan Abdülaziz Han intihar etmemiştir. Fakat ka-tledilmiştir.>Demek suretiyle merhum Karadağ bunun böyle olduğunu ortaya koymak için çok güçlü kaynaklara başvu­rarak beşyüzküsur sayfalık bir eseri ortaya koymuştur. Biz bazen bu eserin münderecatına müracaatla Sultan Aziz dö­neminin klasik bilinenmotifler yerine yaşanmış ve milletten saklanmış motifleri ortaya koymaya ve çalışmamızın: "nihan (saklı) kalmasın hiçbir hakikat bu âlemde" anlayışına hizmet etmesini sağlamış olalım. Aziz okurlarım, tefavuk kelimesi­ne ben şahsen pek önem veririm. Buna bağlı olarak, mahke­melerin ve hâkimlerin adaletin tecellisinin Önemli unsuru ol­duğuna ve şahsi muarefenin yâni tanışıklığın, böyle hallerde bazen sanık lehine bazen de aleyhine netice verdiği bir vakı­adır. Zaten hukuk da redd-i hâkim tâlebininde var olmasın­daki hikmetin, bu yazdığım esbabı mucibenin var olduğu malumdur. Bir ağızdan yapılan telkinler, insanların zaman zaman en doğrular hakkında bile tereddüde düşmesi ben-i beşer'in başına gelmesi muhtemel hâllerdendir. Aynı mevzu­da tez ve anti-tez tetkikinde bulunmuş olanlar, sentezleme-deki, bu halk tabiriyle İkirciğe düşebilir.

 

O zaman istianede bulunduğu vasıtalardan biri, mevzuun otoritesi veya tefeüldür. Bir Kur'an sahifesinden, bir âyeti hasbel şansla açar ve mânai münife bakar tereddüdünde kaldığı meselede ondan bir çıkış yolu arar insan. Şimdi bende, şu satırları yazarken, Karadağ merhumun, yukarıda adı geçen eserini mevzuun önemli antitezlerinden addetti­ğimden, kitabının rastgele bir sayfasına müracaat ettim. Lüt­fen inanın efendim şu satırlar karşıma çıktı ve sizle paylaşı­yorum: "..Mahkemenin bitaraf olmadığını iddia edenler; Midhat Paşanın oğlu Ali Haydar Midhat'ın Hatıralarım, adlı hatıratını okumak zahmetine katlanabilirlerse bu zâtın, mahkeme reisi Sururi Efendinin, Midhat Paşa ile sevişme­dikleri için, paşanın sorgularında yerini Hristoforidise terk ederek celseden çıktığını okuyabilirler. Böylesine adli bir is­tikamet içinde ve böylesine bitaraflık hissi ile hareket eden bir mahkemeyi itham etmek insafın da, izanın da dışında­dır."

 

Böylece görüyoruz ki, Midhat Paşanın oğlu Ali Haydar Midhat Bey mahkeme reisinin adetâ, kendi kendini duruş­madaki sorgu safhasında ayrı tuttuğunu belirtmesi, Râif Bey merhumun çıkardığı makbul bir açıklama olmayabilir ve biri çıkıp da ona o kadar düşmandı ki, sorgulanmasına bile kızı­yordu diyebilir fakat şu bir hakikattir ki, her şey Allahûâlem-dir. O her şeyi bilir bizler, zanlar dünyasındaysak da, adalet­ten ayrılmadan tarafgir olmamalıyız. Ben, bahsi geçen hatı-rat'daki ifadeyi Râif Bey merhum gibi telâkki ediyorum.

 

 

 

Girid'den Seraskerliğe

 

 

Bir insan devlet hayatında görev olarak aldığı işleri muvaf­fakiyete erdirdiğinde irtikaya yâni mevkiinin, ücretinin yük­seltilmesini ister. İşlerini Allah ve vatan için yapanlar dahi bu imtihanın dışında kalamazlar. Bazen bu yükselme de hayır bulunur, bâzende nefsinin mağlubu olanlar ise kendilerine de, kendilerini yükseltenlere de, milletine de zarar vermekten tevakki edemezler yâni kaçamazlar.

 

Girid'de, Ömer Paşanın yerine tâyin edilmiş bulunan Hü­seyin Avni Paşa'nın herkes müttefiktirki, geçen bir buçuk yıl zarfında başarıları takdire şayandır. Bu başarıyı takibende 1868 târihinde Girid'de kurduğu iyi idarenin mükâfatı olarak Seraskerlik görevi ile İstanbul'a çekildi. Fakat bu makam da fazla kalamamasına mahiyeti meçhul masrafları ve saray haremine o târihe kadar görülmemiş bir tarzda bakışlar fır­latması şüyu bulunca İsparta'ya ki paşanın memleketidir, oraya sürülmüştür.

 

İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal merhum,bu sürgün hak­kında Abdülaziz Hân hakkında yazmış olduğu eserde şunları dile getirir: "Hüseyin Aoni Paşanın sürgününe bir kaç sebeb gösteriliyor. Müşarünileyh Serasker ue Mahmud Nedim Paşa bahriye nâzın iken iki dâirei askeriye muamelatından dolayı beynlerinde (aralarında) tahaddüs (ortaya çıkan) bürudet( soğukluk) bilahire munkattbi adavet (düşmanlığa dönüşme) oldu.. Hüseyin Auni Paşa Serasker iken, selamlık resminde seyre çıkan harem-i hümayun mensubaündan bazılarına harfendazlıkta (laf atmak) bulunduğu istima (duyulması) olunması ile Valide Sultan Sadnazam Âlî Paşaya bast-ı şek­va ve Hüseyin Avni Paşaya bilvasıta tenbihat-ı müessire icra etmişti " Demekte.

 

Hemen ilâve edelim ki; sadareti esnasında, Hüseyin Avnİ Paşayı seraskerlikten alıp, İsparta'ya sürgüne gönderen Mahmud Nedim Paşa Üssi İnkılap adlı esere yazdığı matbu olmayan reddiyesinde şöyle demekte: "Hüseyin Avni Paşa­nın nizamiye hazinesince dâire-i hümayun mefruşatından beşbin kese ihtilas ettiğini Es'ad Paşanın mabeyn-i hümayu­na bildirmesi ve sahilhanesi civarında Müteveffa Darbhor Reşit Paşa familyasına aid araziyi gasp eylediğine dâir vere­se canibinden padişaha takdim edilen arzuhal üzerine Hü­seyin Avni Paşanın yazdığı tezkerede şedidül meal sözler is­timal eylemesi sebebi teb'it olduğunu.."

 

 

 

Hüseyin Avni Paşa Avrupa'da

 

 

Hüseyin Avni Paşa tedavi maksadıyla gitmiş olduğu Av-rupada, bir yandan istirahatinin gereğini yerine getirirken öte yandan da Londra ve Paris başkentlerinin ricali ile gizli ve dostane münasebetler kurmuştu.

 

Sultan Abdülaziz'İn bir denge politikası ile Rus politik an­layışına sûn'î bir inhimak göstermesinin avrupaca hoş karşı­lanmadığı bir hakikattir. Bu devletlerin avrupayi iki asırdır, Rus tehlikesinden korumuş olan Osmanlı devletine bu tabii vazifeye devamı sağlamak için yardım etmesi gerekirken, padişahı tahttan indirme çalışmalarına hız verdikleri çok açık olarak görünmüyordu, fakat nice Osmanlı devlet adamları

 

Üzerinde drenaj yaptıkları da daha sonra yayımlanmış gerek hatılı devlet adamlarının hatıratlarında gerekse bizim ricalin birbirlerine düşmeleri esnasında "tencere dibin kara, seninki ben den kara" misalinde olduğu gibi ortaya dökülmeğe baş­lamıştır. Bu drenajların başarı sağladığı şahıslar arasında Midhat Paşa olduğu gibi Hüseyin Avni'ninde bu avrupa se­yahatinde drenaja müsbet yaklaştığını görmek kabildir.

 

Böylece de, ülkemizde makamı sadarete ve seraskerliğe yükselmiş zevatın, hristiyanlığın, beynelmilel birer teşkilat olan ve yahudi emellerine hizmeti kuruluş sebebi olan ma­sonluğa intisapları, İngilizlerin dünya hükümdarlığı siyasetine yardımcı olan insanımız olmaları bizim için ne kadar kahre­dicidir.

 

Aziz okurlarım; şu kadroya bir atf-û nazar edelim ve devlet adamlarımızın bu drenajlardan kendini kurtaramamış olan ve hainlik damgasını hak etmişlerin adlarını hafızamıza kazı­yalım ve yerleştirelim, müslümana dâima hüsn-ü zân, fakat ademî itimat içinde olduğumuzu sadece kendimize inandır­mak değil geleceğimizin te'minati olan gençlerimize bunları duyurmanın ve onları bu işlere hassas olmaya sevk etmemiz vazife-i islâmiyye ve vatan-ı muhabbetiyedir. Kadrolara ge­lince: "Midhat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Askeri mektepler Nâzın Süleyman Hüsnü Paşa, Bahriye Nâzın Kayserili Ahmed Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemâl, Ali Suaoi, Çapa­noğlu Agâh Efendi, bunlara inzimamen bütün Yeni Osmanlı teşkilât mensupları ve bunlarbiçeşitli eylemlere imâle edenler olarak da,ülkemizin her şehrinde adetâ mantar biter gibi ço­ğalan ingiliz, Fransız konsolosluklanyla, İstanbul'da daha zi­yade Galata ve Beyoğlu cihetindeki tatlı su frenklerl, Sabate-yıstde denilen Dönmeler, Rum, Ermeni ve Yahudiler ile bütün bunların başı sayılacak olan İngiliz B.elçisi Sır Henri Elli-ot ile Fransız B.elçisi Forniyer den meydana gelmişti. "

 

Kadronun Lideri Midhat Paşa

 

 

Gülü tarife hacet yoktur,o kendini bilenlerce malumdur. Midhat Paşa valilik görevi esnasında hayli yeni ve makbul ol­ması gereken işleri yapmış ve takdire mazhar olmuştur. Da­ha sonra kabına sığamayan bu adamın içkiye olan fart-ı mu­habbeti, zaman gelmiş şu hâzin ve hiç bir devlet adamının dile getiremediği şu ifadeyi dillendirmesi, nelere gebe oldu­ğunun bir misâlidir: "Âl-Î Osman gider, Âl-Î Midhat gelir" Sarhoşluk üzerine hayli tıbbi ve içtimai tahlillerin yapıldığı oakı'dir. Bunların içinde biri hukuk mantığı diğeri mânevi hisleri öne çıkaran bir mutasavvıfın beyanlarıdır. İlki İtalyan ceza hukukçusu Gaeotano Moska'dır ve der ki; insanlar şuur altında sakladıklarını içkili oldukları anlarında, sarhoşluk semptomuna sararak dillendirmeyi tercih ederler ki, bu onla­rın en çok kendilerine hâkim oldukları andır" Demektedir.Yi-ne: "Benim çok zaman ellerinden öptüğüm, Karagümrük'de­ki Mureddin Tekkesi ki Cerrahilerin Tekkesidir bu tekkenin türbesinde sırlanıp saklanan şeyhi, Sahhaf Hacı Muzaffer Ozak Efendi hazretleri de şunları söylerdi. Ben sarhoşluğa inanmıyorum. Çünkü kim sarhoşum diyorsa, hep başkası­nın anasına sövüyor. Kendi anasına söuene rastlamadım." Derdi rahmetli.

 

Bu iki ifade de, bize Midhat Paşanın yukarıdaki beyanla taht için iç dünyasında hissettiklerini sığındığı sarhoşluk ba­hanesiyle dışarı çıkarmış ve ortalığı İskandil etmiştir. Böyle­ce efkâr-ı umumiyenin ciddi saymaması onun en büyük mağlubiyeti olmuştur.

 

 

Çünkü; mü'minler hanedan-ı âl-1 Osmandan memnundur. Bu gün bile belki padişahlar suçlanır ve hataları münasebetleriyle târihi şahsiyetler olması hasebiyle ehl-i tahkik ve ehl-i târih olanlar tarafından da bazı iddialara muhatap olmaları mümkündür. Fakat kendini bilen hiç bir kimse hanedan-ı âlî Osmandan şikâyetçi olmamıştır. Maalesef o hanedan arasın­da mason olan çıkmışsa dahi hâin-i vatan zuhur etmemiştir.

 

Midhat Paşa bu ihanet kadrosunun tabii lideri olduğundan itibaren, İngilizlerin emellerine hizmet eden bir âlet hâline gelmiştir. Bu kadronun bir kolu olan ve mutlaka Midhat Pa­şanın maksad-ı süzgecinden geçmiş 1870'de Cenevre'de in­tişar eden İnkılap gazetesi sadece millet ve devlete değil pa­dişaha da ağır hücumlarda bulunurken,şu ifadeye bir bakın: "Bir hükümetin mahvı zamanı geldiğinde Cenâb-ı Hakk' ev­velâ reisinin aklını alır. Onun için padişah-ı zaman çıldırdı. İşi gücü pehlivan güreştirmek, Zuhuri kolu oynatmak, koç ve horoz döğüştürmek, Cedd-i âlâsının sandukasına aslığı Osmanlı nişanını ki iftihar ve mükafat nişanı olacaktır döğü-şen koçların ve zuhuri kolu maskaralarının boynuna, boy­nuzuna takmak, zavallı deli hainler elinde zulüm ve fesat aleti olmuş, hilafet sakıt ve hâl'i vaciptir... Cülusunda yirmi-milyon lira borcu olan devletin vârisi olduğunu lisan-ı tees­süfle beyan etmişken, padişahlığı daha on seneye varma­mışken ve Kırım savaşı gibi bir savaş çıkmamışken devletin borcunu yüzmilyona çıkardı. Aferin himmetine.." Diye yaz­mıştır.

 

Şimdi bakın ikibin yıllanndayız dünya'da milletlerin riyya-setini üstlenmiş, ister kral, ister reisicumhur olsun, buz pa­tencilerinden tutunda, en güzel köpek yarışmacısının boynu­na madalyasını takarken, dünya güzellik kraliçesinin yanak­larından öperek mükâfatlarını takdim ediyor, hiç değiise Sul­tan Aziz efkâr-ı umumiye önünde tâifei nisa'ya böyle tekar-rüb etmiyordu. Hani derler ya dinime tân eden bari müsel- olsa! Hesap, halifeliğinin sakıt yâni düşmüş olduğunu iddia eden yazarın encam-ı ne ola? Tabii her zaman olduğu gibi bu sözlerin, bu yazıların bizim insanımızdan çok, milleti­mizin düşmanlarının eline koz verdiğini de söyleyebiliriz.

 

Nitekim; Fransız akademi azasından olan Mösyö Ernest Rönan bunların cephesine kuvvet temini için pek ünlü risale­si olan "İslâm Dini Terakkiye Mânidir" adlı çalışmayı, hem yayımlamış hem de, seri konferanslar halinde bir çok mahfil­lerde beyana koyulmuştu. Devrin, pozitivist yak laşımları da bu beyanlara güç. katarken, bizim gafillerden Namık Kemâl, aklını başına almış ve Midilli adasında mutasarrıf bulunduğu esnada bu müsteşrikin, bu ajanın sakîm iddialarını çürüten, Renan Müdafaanamesini yazmak suretiyle bazı kimselerin intibaha gelmesine vesile olmuştu.

 

İhanet kadrosunun diğer bir yöneticisi, İngiltere B.elçisi Sir Henri Elliot yaptığı bütün plânların boşa çıkmasını sağlayan faktörde 5.Murad unvanıyla tahta çıkan padişah, amucası Abdülaziz'in katlinden ve ihtilâlin kararlaştırılan gününden bir gün öncesine alınması buna bağlı olarak daha önce hiç tanı­madığı Süleyman Paşayı da kapısında görünce, plânın öğre­nildiğini ve karşı harekâtın başladığını sanmasının verdiği korkunun, yıprattığı sinirleri, ona düzelmez bir hastalığın ya­pışmasına sebebiyet vermişti. Böyle bir netice Elyot'un he­saplarını allak bulak etmişti. Sultan S.Murad'da, zaten dok­san gün sonra yerini 2.Abdülhamid unvanıyla taht'a çıkacak kardeşine bırakacaktı.

 

Son devir araştırmacı yazarlarından olan ve Tepedelenli ailesinden geldiğini ileri süren Nizamettin Nazif Bey, tarihçi­lerin çoğunun haber vermediği bir bilgiyi "Sultan 2.Abdülha-mid Hân" adlı kitabının 337.sahifesinde aynen şöyle yaz­maktadır: "Sir Henri Elyot'un Abdülaziz Türkiyesini tenkit et­meğe yeltendiği iş bu 1875 yılında, İngiltere bütçesinin bu faslından, tam yedi milyon İngiliz altunu gelir sağlamış bulunuyordu. Muhterem B.elçinin İstanbul'da muhteşem bir ha-uat sürmek ve hürriyet taraftarları adını taktığı kendi taraf­tarlarını geçindirmek için, bir yandan gizli Karbonari Vantla-rına bir yandan da ileri fikirli dediği bazı softalara el altından dağıtmak için kullandığı pek dolgun tahsisat işte böyle bir bütçeden veriliyordu."

 

Kimi yazar ve tarihçiler; Osmanlı devletinin Padişah Abdü­laziz dönemindeki düzenin pek berbat olduğunu kaydederler. Bu arızayı gidermek için, otoritenin sertle.ştirildiğini ileri sü­rerler. Halbuki; o sıralardaki hürriyet asıl 1876'dan sonra yok olacaktır. Hakikat şudurki diyen, N.Nazif Tepedelenlioğlu şunları ilâve eder: "..Musa Paşa (köse) ile Kabakçı Musta­fa'nın, 3.Selim'i devirişi, Rus ve İngiliz tahriki idi. Alemdar Paşa'nın 4.Mustafa hân'i deuirişide, Fransa elçisi Sebastiya-ni'nin tahriki eseridir." dedikten sonra da şu hükmü ortaya koyar: tıMidhat Paşa ve Serasker Çete'sinin Abdülaziz hân' ı deuirişi de İngiliz tahriki ile olmuş bir iştir.

 

 

 

Mıdhat Paşa - Elyot Gizli Buluşması

 

 

İngiliz sarayı diye anılan elçilik binasında bir mülakat tale­bi üzerine Osmanlı devlet adamı Midhat Paşa İle B.elçi ce­napları karşı karşıyadır ve şunlar görüşülmüştür:

 

-Her vilâyet acınacak bir durumdadır. Rejimin değişmesin­den başka bir çâre görmüyorum! Diyen Midhat Paşa, bu ifa­desiyle Osmanlı asalet ve islâm anlayışı içinde bunu dile ge­tirmesi hasebiyle herhalde doğru bir iş yapmıyordu. Çünkü devletin padişahından, malum arkadaş gurubunun dışında u'kenin hiç bir resmi bölümünde bahse konu olmamış tasav­vurları, bir darbe girişiminden başka bir şey değil de nedir? Ancak; çiftliğindeki gizli toplantılarda çâre diye bulduklarını [ardı bu İngilizler? Maalesef, serasker çetesine aleyhtar olan­ların, farkına varamadıkları ve bundan ötürü de merak ede­medikleri bu izin işi pek önemli idi. Ve bazı harp gemilerinin Haiç'den limandan, Marmara'dan ayrılıp Çanakkale'ye yol­lanmaları da aynı sebebden ileri gelmekte idi. Bu gemiler pa­yitaht sularından kasten uzaklaştırılmakta idi. Ve bu İngiliz uzmanlarda sırf İstanbul'da kalmak için izin alıyorlardı. Da­ha doğrusu kendilerine izinli oldukları bildiriliyordu..."

 

Evet yukarıdaki satırlarda okuduklarınızı, darbe harekâtı içinde olduğunu daha önce yazdığımız ve daha sonra da, Çerkeş Hasan'ın Midhat Paşanın konağına yapacağı asrın en cesurâne harekâtlarından biri olan baskında yaralanan Kay­serili Ahmet Paşa idi. Bunun Osmanlı hizmetinde olan; İngiliz asıllı Hobart paşada, büzüktaşı olup, uzmanları izin vermek suretiyle seyahatten alıkoymuştu.İstanbul'a o sırada gelmiş bulunan İngiliz Do nanmasının amirali James Drumon'du Ahmet ve Hobart Paşalar günde birkaç defa hoş geldiniz, zi­yareti adı altında Tanabya ile Kasımpaşa arasında bitmez tü­kenmez yolculuk yapıyorlardı.

 

İstanbul'dan uzaklaştırılan donanmamızın gemilerinin bü­tün personeli, amiralinden, miçosuna kadarı, padişahın do­nanmaya az rastlanılır derecede, muhabbet ve alakasından mütevellit fart-ı sevgiyle padişaha bağlıydılar. Bunlar darbe esnasında merkezde bulundukları takdirde işler hayli karışa­bilir belki de darbecileri bir katliamdan padişahın ricaları bile kurtaramayabilirdi. Nitekim; darbe sonrasından çok geçme­den zuhur eden Çer-kes Hasan Vak'ası, bunun   bir nişanesi olarak düşünülse hiç de yanlış bir temmül sayılmaz. Bütün bunlardan sonra serasker çetesi uzun sayılmayacak bir za­man içinde ancak çok seri bir çalışma içinde, darbeyi bilhas­sa Sir Her.ri Elyot'un sağladığı, kolaylıklara istinaden tatbike koymaktan hiç vazgeçmeği düşünmemişlerdir. Abdülaziz ye­rine Osmanlı tahtına seçilen kişi Sultan Mecid oğullarından Vefiahd Şehzade Murad Efendi idi. Londra'ya bu hususu şu söyle rapor ediyordu: "Vakıa Abdülaziz kardeşinin (Abdül-mecid'in) çocuklarını kapayıp hapis altına almışsada, hürri-uet taraftarlarının ileri gelenleri Murad Efendi ile temas kur­mağa muvaffak olmuş ve tahta câlis olduğu vakit, hükümet-i şahsiye yerine meşrut-i bir hükümet usûlünü kabul edece­ğine dâir Murad'tan vaad almışlardı. "Görülüyor ki,bu vaad alma işi Osmanlı taraftaran-ı hürriyetlerince elde edilmesine rağmen, İngiliz b.elçisinin bunu üst makamı olan hariciye nazırına rapor etmesi ilişkilerin hangi merkezde olduğunu gösterir.

 

 

 

Doktor Kapoleon (Kapolyone)

 

 

Bizim; bu târih çalışmamızda, bilhassa tanzimat sonrası dönem hakkında tetkiklerimiz kronolojik bir târih akışı anla­yışına göre değildir. Perde arkası olaylara bakarak döneme ışık tutucu bir çalışma azmi içinde devam ediyoruz. Çünkü, kanaatımca belge diye tutturanlar, bir gün ajitatör ve şüpheci kişi ve fikriyatı ortaya çıkarak, sizin lisanınızdada "kitabına uydurmuşlar" deyimi yer almaktadır, bu bakımdan sizin bel­ge dedikleriniz kita bina uydurma ifadesinin varakpareieridir derse, ifadenin muhatabı da bunları, hatıratların ortak alan ve yaklaşık ifadeleriyle karşılamaktan vede onları ileri sür­mekten başka bir çâreye başvuramayacaktır. Bu bakımdan biz bilhassa hatırat ve dönemlere aid tezler ve antitezlerle ça­lışmamızı götürmek istiyoruz.

 

Nitekim; Napoli'de doğmuş ve de katolik bir Arnavut olan Dr. Kapolyone, 1836'da tabib asker olarak maceralı bir geç­mişe sahip olup, verdiğimiz târihde, Osmanlı devletine sığın (ardı bu ingilizler? Maalesef, serasker çetesine aleyhtar olan­ların, farkına uaramadtkları ve bundan ötürü de merak ede­medikleri bu izin işi pek önemli idi. Ve bazı harp gemilerinin Haiç'den limandan, Marmara'dan ayrılıp Çanakkale'ye yol­lanmaları da aynı sebebden ileri gelmekte idi. Bu gemiler pa­yitaht sularından kasten uzaklaştırılmakta idi. Ve bu İngiliz uzmanlarda sırf İstanbul'da kalmak için izin alıyorlardı. Da­ha doğrusu kendilerine izinli oldukları bildiriliyordu..."

 

Evet yukarıdaki satırlarda okuduklarınızı, darbe harekâtı içinde olduğunu daha önce yazdığımız ve daha sonra da, Çerkeş Hasan'ın Midhat Paşanın konağına yapacağı asrın en cesurâne harekâtlarından biri olan baskında yaralanan Kay­serili Ahmet Paşa idi. Bunun Osmanlı hizmetinde olan; İngiliz asıllı Hobart paşada, büzüktaşı olup, uzmanları izin vermek suretiyle seyahatten alıkoymuştu.İstanbul'a o sırada gelmiş bulunan ingiliz Do nanmasının amirali James Drumon'du Ahmet ve Hobart Paşalar günde birkaç defa hoş geldiniz, zi­yareti adı altında Tarabya ile Kasımpaşa arasında bitmez tü­kenmez yolculuk  yapıyorlardı.

 

İstanbul'dan uzaklaştırılan donanmamızın gemilerinin bü­tün personeli, amiralinden, miçosuna kadarı, padişahın do­nanmaya az rastlanılır derecede, muhabbet ve alakasından mütevellit fart-ı sevgiyle padişaha bağlıydılar. Bunlar darbe esnasında merkezde bulundukları takdirde işler hayli karışa­bilir belki de darbecileri bir katliamdan padişahın ricaları bile kurtaramayabilirdi. Nitekim; darbe sonrasından çok geçme­den zuhur eden Çer-kes Hasan Vak'ası, bunun   bir nişanesi olarak düşünülse hiç de yanlış bir temmül sayılmaz. Bütün bunlardan sonra serasker çetesi uzun sayılmayacak bir za­man içinde ancak çok seri bir çalışma içinde, darbeyi bilhas­sa Sİr Heari Elyot'un sağladığı, kolaylıklara istinaden tatbike kovmaktan hiç vazgeçmeği düşünmemişlerdir. Abdülaziz ye-]ne Osmanlı tahtına seçilen kişi Sultan Mecid oğullarından Veliahd Şehzade Murad Efendi idi. Londra'ya bu hususu şu söyle rapor ediyordu: "Vakıa Abdülaziz kardeşinin (Abdül-mecid'in) çocuklarını kapayıp hapis altına almışsada, hürıi-uet taraftarlarının ileri gelenleri Murad Efendi ile temas kur­mağa muvaffak olmuş ue tahta câlîs olduğu vakit, hükümet-i şahsiye yerine meşrut-i bir hükümet usûlünü kabul edece­ğine dâir Murad'tan vaad almışlardı. "Görülüyor ki,bu vaad alma işi Osmanlı taraftaran-ı hürriyetlerince elde edilmesine rağmen, İngiliz b.elçisinin bunu üst makamı olan hariciye nazırına rapor etmesi ilişkilerin hangi merkezde olduğunu gösterir.

 

Bizim; bu târih çalışmamızda, bilhassa tanzimat sonrası dönem hakkında tetkiklerimiz kronolojik bir târih akışı anla­yışına göre değildir. Perde arkası olaylara bakarak döneme ışık tutucu bir çalışma azmi içinde devam ediyoruz. Çünkü, kanaatımca belge diye tutturanlar, bir gün ajitatör ve şüpheci kişi ve fikriyatı ortaya çıkarak, sizin lisanınızdada "kitabına uydurmuşlar" deyimi yer almaktadır, bu bakımdan sizin bel­ge dedikleriniz kita bina uydurma ifadesinin varakpareleridir derse, ifadenin muhatabı da bunları, hatıratların ortak alan ve yaklaşık ifadeleriyle karşjlamaktan vede onları ileri sür­mekten başka bir çâreye başvuramayacaktır. Bu bakımdan biz bilhassa hatırat ve dönemlere aid tezler ve antitezlerle ça­lışmamızı götürmek istiyoruz.

 

Nitekim; Napoli'de doğmuş ve de katolik bir Arnavut olan Dr. Kapolyone, 1836'da tabib asker olarak maceralı bir geç­mişe sahip olup, verdiğimiz târihde, Osmanlı devletine sığınmıştır. Kavalah Mehmed Ali Paşa isyanı döneminde Osmanlı donanmasından kara kuvvetlerine verildiği görülmüştür.

 

Kırk yıla yakın padişah sarayına doktor (hekim) olarak gi­rip çıkan Dr.Kapoiyone, Sultan 2.Mahmud'un ve oğlu Abdül-mecid'in, onun peşinden de veliahd Murad Efendinin müdavi hekimi olmjjştur. Bunların sağlıklarıyla meşgul olurken, bir yandan da Kont Kavur'un, maaşlı bir casusu olarak sızdırdığı envai tür bilgileri, dünyanın en eski mesleği olanlardan biri bulunan casusluk ilminin vasıtalarıyla yaparken, Osmanlı devleti intelejiyansında yâni üst seviyesindede Karbonari teş­kilâtını meydana getirmeye muvaffak olmuş, kurduğu kar­bonari teşkilâtının başı olan Kapolyone, Beyoğlu sarraflarının da yardımıyla Sarraf Hrİstaki'yi ve 1858'de, meşhur Ziya Pa-şa'y'da karbonari yapmaya imkân bulmuş sacayağı, Kapol­yone, Hristaki ve Ziya Paşa şeklinde teşekkül etmiştir. "Tür­kiye Masonlarının Gizli Târihi" adlı kitabın yazarı Kemalettin Apak, ki oda bir masondur Ziya Paşa da, talebesi şehzade Murad'ı 1861'de mason yapandır ve tekrisini, yâni masonlu­ğa giriş merasimini yaptığını da beyan etmektedir. Tabii Ka­polyone; Şehzade Murad Efendinin sağlığını kontrol ederken, Sarraf Hristaki ise; Murad ve validesinin mâli konuları ilede alakalanan müşaviri olup, bu familyanın hiç bir zaman mâli istikrarı olmadığı ve borç içinde yaşamaktan kurtulamadık­ları pek bilinmektedir. Bu da; müşavirin kendilerini iyi enfor-me edemediğini veyahud bir güzel tırtıkladığını düşünmemiz kabil. Ziya Paşa'ya gelince; gayesi mutlaka, Şehzade Murad'ı Osmanlı tahtına çıkarmak ve kendi ikbalini bunun yüksel­mesine bağlamıştı. Şiirlerinin muazzamlığı,sadrıazam Alî Pa-şa'nın aleyhine yazdıkları ise müthiş şeyler olup, bu değerii sadnazamın sinirlerinin yıpranmasına da büyük etkiler yaptı­ğı bilinen hakikatlerdendir. Söylediği tasavvufi deyimlerle de,

 

ortaya koyduğu fevkalâde güzellikteki beyitlerse, günümüz­de bile istimal ettiğimizi itirafdan çekinmemeliyiz. Yoksa; Zi-va Paşa avrupaya kaçtığında o güzel beyanlarını gölgeleyen en adi gizli işlerin içinde yer alan bir ajandı diyen Nizamettin Nazif beyde, önce İtalyan menfaatlerini bilahire İngiliz tarafını tercih eden biriydi. Demektedir.

 

Bütün buraya kadar sevgili okurlarımıza nakle çalıştığımız hususlar ve bunların içyüzünü anlatan ifadeler, ihanet zinciri­nin baklalarını nice vezir ve paşalar ve daha alt seviye deki eşhasın hatta haremin hizmetkârlarının dahi bulunduğunu hatırlatmak ve padişah sarayınında bir ihanet yuvası halinde olduğunu da nazarı itibare almalarını ve padişahın sarayının, bakkal Ahmed Ağa'nın mütevazı hanesine benzemediğini de göz önüne alma gerektiğini hatırlatmaktır. Abdülaziz hakkın­da geldiğimiz nokta ise, bütün şer güçler, cesur, güçlü ve din-i bütün bir vatansever olan Abdülaziz'İ öldürmeye kararlı ve.Osmanlıyı istedikleri gibi idare edecek bir mecnuna taht bulmaya uğraştıklarını ortaya koymaktır.

 

Bu arada padişah, Mütercim Mehmed Rüşdü Paşayı azlet­meyi, yerine Mahmud Nedim Paşayı, seraskerliğe ise, Derviş Paşayı tâyine karar kılmışken,    görüştüğü Mahmud Nedim Paşa şu şartı ileri sürmüştü: Midhat, Mehmed Rüşdü ve Hü­seyin Avni Paşalar İstanbul dışına gönderildikleri takdirde alabileceği idi. Râif Karadağ merhum bakın değerli çalışması "Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar" adlı kitabının 330.sahi-fesinde ne diyor:    "Hüseyin Auni Paşa padişahın kararını derhal haber almıştı. Paşa haberi, metresi olan başhazinedar Arz-ı Niyaz Kalfadan öğrenmiş derhal Midhat ue Süleyman Pa-şalarla bahriye nâzın Kayserili Ahmed Paşayı durumdan haberdar etmişti" Demekte. Bunun üzerine işe ortak olanlar arasında müdavele-i efkâr hızlanmış, herkes biribiriy ie görüşür olmuştur. Son kararın verilmesi ise, 26/rnayıs/1876 ge­cesinde Ispartali'nın Paşalimanı'ndaki yalısına bırakılmıştı.

 

 

 

Hüseyin Avni Paşanın İstihbaratı

 

 

Yukarıda padişahın    mabeyinin yâni sarayının, daha bir başka tâbirle evinin bir çıfıt çarşısını andırdığını imâ etmiştik. Yine Râif Karadağ merhumun adı geçen eserinden şu satırla­rı alıntılayarak bu hususda bir fikir vermeye çalışalım ve he­men ilâve edelim ki, bütün devletlerin sarayları böyle olduğu gibi yine de Osmanlı sarayının, bunların yanında yedi defa yıkanmış olduğunu da   belirtmeden geçmeyelim. Böylecede, böyle bir yapı da   hadım ağalar ile hizmetlerin yürütülmesin­deki tedbirinde az çok mânası anlaşılır.  "..Hâl ve keyfiyeti böyle nâzik bir duruma gelmiş olumasına rağmen Hüseyin Auni Paşa, Dildâdesi yâni metresi Arz-ıniyaz Kalfadan da bir türlü uzaktaşamtyor, onu ilende padişahın katledilmesinde birinci derecede yardımcı olarak dâima el altında tutmak için onunla meşgul oluyordu. Nitekim; Mahmud Nedim Pa­şanın padişah Sultan Abdülaziz han tarafından kabulü me­selesini kendisine derhal ulaştıran Arz-ı niyaz Kalfa ile aynı geceyi beraberce geçirmekten kendisini alamamıştı. Paşa, çok düşünceli olmasına rağmen bu şuh ue hakikaten güzel saray kalfası ile geçireceği gecenin hayali içinde, saray erkâ­nının bu arada padişahın oğlu Yusuf İzzeddin Efendinin ken­di hakkında neler düşündüğünü de anlamak istiyordu..." Bu da göstermektedir ki, Sultan Aziz'in veraset usûlünü de­ğiştirme teşebbüsü sonrasında velîahdliği gündeme gelen Yusuf İzzeddin Efendiyi belki de Murad Efendiye karşı kendi adına tahta çıkarmayı kuruyor olabilir böylece de, Midhat Paşanın tahta çıkacak padişaha enyakın  olacak olana yakın olmasını önlediği gibi, Yusuf İzzeddin Efendi padişah olduğunda da makbul olmak ve sadareti Hüseyin Avni'ye kayd-ı hayat şartıyla verir düşüncesini aklı na getirmiş olması hiç de gayrikâbil değildir.

 

Yukarıda Osmanlı donanmasının gemilerini vazifeli olarak İstanbul dışına sevkedenin Kayserili Ahmet Paşa olduğunu kaydetmiştik. Bunu yapmalarının sebebininde donanma ile meşguliyeti hayli fazla olan Hz.Padişaha sevgileri hayli fazla bulunduğundan o padişahın hâl'ine bigâne kalmayıp müda-hele edecekleri korkusuydu. Buna bağlı olarak Sir Elyot, bü­tün tedbirlere rağmen hâl işinde istenene ulaşılamazsa, son tedbir olarakda İngiliz donanmasını Beşike limanına getirt­miş, Amiral Cumingham ise İngiliz donanmasının sancak ge­misiyle Büyükdere Önlerinde demirlemişti. Teşebbüs ademi muvaffakiy yetle neticelendiğinde artık işe Beşike limanında demirlemiş İngiliz donanması el koyarak harekete geçecek ve Osmanlı tahtına, meşruti idare getireceğine söz veren Mu­rad Efendiyi geçirecekti bu bir iddia olmaktan ötede serasker çetesinin bildiği ve razı geldiği bir vaka idî ki, bunların ne ka­dar cibilliyetsiz kimseler olduklarına bu olay dahi yeterli ce­vabı vermektedir.

 

 

 

Valide Şefkati'nin Sonucu

 

 

Vâlidesuîtanların en önemli görevlerinden biride devlet adamlarının padişah hakkındaki tavır ve ifadelerine vede ni­yetlerine dâir bilgileri istihbar tedip, münasip bir lisanla oğlu­na ulaştırmasıdır. Padişah'a hiç kimsenin söylemeğe cesaret edemeyeceği beyanları onun aynı zamanda olan validesi an­neciği söyleyebilirdi. Bu bakımdan; padişah lehinde olan kimselerin Pertevniyal Vâlidesultan'a böyle nice arzları ol­muştur. Nitekim; Sultan Abdülaziz'in Mahmud Nedim Paşayı a2İ, Hüseyin Avni Paşa'yı sadarete getireceği istikametinde bir haber alan Mahmud Nedim Paşa Vâlidesultan'a şu haberi gönderiyor:

 

"Efendimiz beni Hüseyin Auni Paşa ile korkutmak istiyor! Fakat enbüyük olduğu için kendileri ondan korksunlar. Zira iş işten geçiyor. İşin akıbeti pek vahim görünüyor" şeklindeki haberi, Vâlidesultan; "Arslanıma böyie lakırdı söylenirmi" cevabı verdiği yaygın rivayettendir. Bu cevap ile oğlumu üzeceğim düşüncesine kendini kaptıran Pertevniyal Valide oğlunu koruması gereken bir işi, şefkati yüzünden yerine ge­tiremedi. Bir müddet sonra da yine Mahmud Nedim Pa-şa'dan "Oğlunuza suikast memul (ummak)dili: Zira ortalık bu hususda havadisle kaynamaktadır" şeklinde haber gel­dikten ve ihanet çetesinin başmabeynci Hafız Mehmed Bey'e yakınlaştığını hatırlattıktan sonra, artık Vâlidesultan'a düşen iş bunları bir bir padişaha anlatmaktı. Bunu yapmamakla her ne kadar vazifesini yapmamış sayılsa da evladına kıyacağı düşünülmeyeceğine göre, elhükmülillah'dan başka ne denir ki..

 

Sultan Abdülaziz Hân'ın şehadetİ hakkında ifadatımızı Sul­tan Abdülhamid devrinde yapılan meşhur Yıldız Mahkemesi sonuçlarına bakarak izahat getirmemiz gerektiğinden aşağı-daki Sultan Abdülhamid'in bir muhtırasından alıntıladığımız bilgiyle son verip mütebakisini, 2.Abdülhamid dönemini ka­leme alırken okurlarıma arzdeceğim.

 

İbnül Emin Mahmud Kemâl İnal Merhum, "Son Sadrı-azamlar" adlı muhteşem eserinin 530. sahifesinden Atıf Bey'e atfen diyorki: "Mahallelerde münâdilerin bazısı padi­şah Sultan Abdülaziz vefat edip, Sultan Murad Cülus etti di­ye bağırmışlar. Böyle yapmaları ahalinin zihinlerini taglit yâ­ni karıştırmaktır."

 

Hafin askeri ve ahaliyi iğfal edecek tarzda iiân ettirildiği aşağıda sunacağımız Sultan Abdülhamid'in verdiği muhtıraclaki ifadatla bir daha te'yid olunuyor. "Hâl'den yirmi-otuz sa­at mukaddem (önce) Moskoflann istanbul'u istilâ edeceğini isaa (yaymak) ederek ve şehrin ve ateş zuhurunda sarayla padişahın sanki muhafazası zımnında suiniyetle (kötü ni­yet) saraya gelenler üzerine ateş etmelerini emreylerek Sulta­niye Vapuru ile vücut etmiş olan Şamlı bir kaç tabur askeri saray pişgâhına (önüne) çıkarıp sarayı bu askerlerle kuşat­mışlar ve esnay-ı hâl'de gerek askere gerek ahaliye evvelâ Sultan Abdülaziz vefat eyledi diye ilân ve muahharan (daha sonra) hakikat-ı hâli izhar (açıklama) ite cümleyi (herkesi) iğfal eylemişlerdi... Esnây~ı hâl'de sarayı ihata (kuşatan) eden taburlar binbaşılarından İzzet Bey, şevketmeab efendi­miz (Abdülhamid hân) dâireleri pişgâhında askere hitaben <siz'ı ve bizi ve memleketimizi Sultan Aziz, Moskoflara teslim etmek istiyordu. Sultan Murad, sizi ve memleketi kurtardı. Sultan Aziz'in yerine padişah oldu. Onu muhafaza ediniz Sultan Aziz'i kaçırmayınız yollu hezeyanlarda bulundu."

 

 

 

Sultan Abdülaziz'in Şahsiyeti

 

 

Sultan Aziz; kumral, ela gözlü genişçe yüzünü hafif bir sa­kal çevrelemiş güzel yüzlü, pehlivan yapılı bir insandı. Pehli­van yapılı olmakla beraber yakınlarının ve davet ettiklerinin seyredebildiği, güreşler yapardı. Cidden kispet giyer, yağla­nır ve güreşirdi. Eniştesi damat Halil Paşa delaleti ile güreşe­ceği pehlivanlara "benim padişah olduğumu unutsunlar mertçe güreşsinler" tembihini yaptırırdı. Güreş vede yüzücü­lükte ustası Yozgatlı Kel Hasan'dı. Arnavutoğlu Ali Pehlivan ise, onunla güreşmiş muhteşem bir pehlivan idi. Merhameti bol, sevgisi çok ve samimi olup, ülkenin imârı, askerin fev­kalâde güçlü olması arzularının en kuvvetlisini teşkil ederdi. Amma denizi ve donanmayı, göz bebeği gibi mühim bulur, bu ikili de en son icatları görmek zevkten bayıldığı husus idi.

 

Fedakârlık hislerini kendinde hayli toplamış bir şahsiyetti. Ağabeyi Abdülmecid döneminin ısrafatından neşet eden mâli buhranda saray'ın tahsisatının kısıtlanmasına itirazı olmadığı gibi güle oynaya bu isteği karşılamıştı. Hâttâ Reşad Ekrem Koçu merhum, "Osmanlı Padişahları" adlı çalışmasında Sul­tan Aziz'in nasıl ve korkunç bir mâli sıkıntı döneminde tahta çıktığını göstermesi bakımından eserin 4O5.sahifesinden şu satırları al mak suretiyle bir ölçü olarak vermeye çalışalım: "Müverrih Cevdet Paşa Maruzat adlı Sultan Abdülhamid'e sunduğu eserde şunları yazmakta: Sadrıazam Fuad Paşa, saraylarda, konaklarda altun ve gümüş eşyann kullanılma­sını yasak etmek ve herkesin elinde olan altun ve gümüş kapları toplayıp sikke (para) kestirmek tedbirini ileri sürdü. Bunun için şeyhülislâmdan bir de fetva aldı. Sultan Aziz bu­na dâir Fuad Paşa ile konuşurken:

 

-Bu iş nasıl olur? Sultanların kabı kaçağı nasıl alınır? Me­selâ onların mesirelerde su içtikleri gümüş tasları var bunlar-damı alınır? Diye sordu. Fuad Paşa:

 

-Hay hay efendim, onları da alırız. Allah göstermesin Dev-tet-i âliyeye bir fenalık gelip de Efendimiz Konya'ya doğru gi­derken bizlerde rikabınıza düşüp giderken sul- tanlar bu tas­larla Ayrılık Çeşmesinden su mu içecekler? Mukabil sorusu­nu sorar,"

 

Sultan Abdülaziz; devlet ricaline pek güvenirdi. Âlî ve Fu­ad Paşaların vefatları sonrasın da onların bıraktığı boşluğu doldurabilecek adam yerine, bilakis boşluğun cesametini artıracak kaht-ı rical husule gelmişti. Âlî Paşa cidden bütün avrupanın ve devlet adamlarının parmakla gösterdiği bir ri-câl-i devlet idi. Abdülaziz Hân, vefat haberini aldığında evve­lâ onun vesayetinden kurtulmuş olmanın memnuniyetine geçtiğini daha sonra eksikli ğinin nelere duçar olunmanın se­bebini teşkil edeceğini İdrak ile düşünmeye başlamıştı. Bu düşünme esnasında da bir aşağı bir yukarı gidip gelmeğe baslarnış. Bu durumu gören kurenadan biri Efendimiz, niye böyle telâşlısınız diye sorduğunda, Âlî Paşanın vefatı, büyük bir boşluk bıraktı, bunu kimle dolduracağım, onu düşünüyo­rum cevabı veren padişaha, Efendimiz kulunuzun ne günahı var? Dediğinde Sultan Abdülaziz'in cevabı pek zarif ve diplo-matçadır: Bu iş ciddi bir iştir! Demek olmuştur. Bu ifadeden de anlaşılıyorki, Abdülaziz Hân, kıymet bilir padişah olarak hassasiyetini ince bir nükte ile belirtmekten geri kalmıyor.

 

Ziya Paşanın, Âlî Paşa aleyhtarı olduğunu yukarıda dermi-yan etmiştik. Meselâ Hidivlik beratı İsmail Paşaya verilirken, sadrıazam, Midhat Paşa idi ve bu işde Yeni Osmanlılar cemi­yet üyeleri methaldarken, Âlî Paşa ise bu Hidivliği senelerce önlemişti ve herhangi bir parayı ve menfaati değil, deviet menfaatini gözetmişti. Nâmık Kemâl Bey'de "Bilmem nedir lüzumu vücudi hâbisinin/Dünya'yı boynuz lan nmı tutar ey öküz teres?' Derken Ziya Paşada Âlî Paşanın vefatında "Nâşi murdarını seylaba atın!" Demek suretiyle düşmanlıklarını di­le getirmişlerdir, merhum sadrıazama.

 

Padişah ve halife olan Osmanlı sultanları, Abdülmecid'den sonra hayatlarını umumiyetle, Dolmabahçe ve Yıldız Saray­larında geçirdiler. Topkapı Sarayı, Sultan Mahmud ile başla­yan terke yerini bırakmıştır. Sultan Abdülaziz Dolmabahçe'yİ padişahlığı boyunca terketmezken, 2.Abdülhamid hân'da Yıldız'ı hiç terketmemiştir. Sultan Aziz çok dindar bir kimse olduğundan sabah namazına *yakın kalkar, Kur'an okur na-rnazı kılar, güneşin yükselmesinden sonra yeniden yatardı. Devlet işleriyle meşguliyeti öğleyle birlikte başlar, gece yarı­larına kadar devam ettiği görülürdü. Yaz gecelerinde dâiresi-nın pencerelerini açar ney çalmaya başlar ve bu insana en yakın enstrümanın çıkardığı nağmeler asumana yayılırken, duyanlar bu ney'in efsunkâr terennümünden dolayı kendile-

 

rînden geçerdi. Çoğu bunu çalanın Sultan Abdülaziz olduğu­nu bilmezdi. Erbâb-j ve kurenasıda, açıklamaktan içtinab ederlerdi. Çok sevdiği hanımı Mihrişah Sultan için güfteside, bestesi de Sultan Aziz'e aid olan ve fakirin de program yaptı­ğı 101.2 Radyo Çağ'da sık sık aid olduğu CD'den dinletmeyi adet edindiği ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin, Kültür A.Ş tarafından Lâlezar topluiuğunca icra edilen eserin güftesi şöyledir:

 

"Bi-huzarum nâle-l mürg-l dtl-i diuâneden Fark olunmaz cism-i bimârım bozulmuş İaneden Bunca derd-i mihnete katlandığım âyâ neden, Terk-l can etsem de kurtulsam şu mihnet haneden"

 

 

 

Taht'ın Esareti

 

 

Sultan Abdülaziz; avrupaya davet teklifine evet dedikten bir kaç gün sonra mabeynci Hafız Mehmed Bey'e tam bir samimiyetle içini döker ve ibretnûma olarak şu beyanı ya­par: "..Zaman zaman ne isterdim bitirmişin? Ya kapalıçar-şt'da ya Asmaaltında küçük bir dükkânı olan esnaf, yada bir zanaatkar olayım. Sabah evimden çıkayım, İşime gele­yim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk çocuğumun nafakasını alayım, atıma değil hatta eşeğime bineyim, yor­gun argın,amma kafamın içi bin bir dertle dolmamış,evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşıla­sın. Yunayım, sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içe­lim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, bü­yük meselelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Âlî ile Fuad ille de, Frengistana gitmeli derleriken de, ne is­terdim, bitirmişin? Cebinde harçlığı olan hâli vakti yerinde, unvansız, makamsız kişi olarak avrupa'ya gitmek! Ben de is-temezmiyim oraları görmeyi? Amma gelgeldim bu koskoca

 

Ülkenin padişahısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde Adım atışın, bakışın dudaklarının kıpırdayışı bile merak unandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memle­ketlerinde, halk ortasında rahat nefes alabilirmi? Meylersin ki bu tahtında esareti var" Padişahın bu samimiyeti pek dü-rüstçedir. Çünkü büyüklüğün faturası hep böyledir ve Sultan Aziz bunu pek güzel dile getirmiştir.

 

 

 

Diplomatik Tesbitler!

 

 

Avrupa âleminin üç hükümdarı olan,Kraliçe Viktorya, Fransa imparatoru 3.Napolyon ile Prusya kralı l.Gilyom, Sultan Aziz'i beklediklerini deklare ederken, Paris'deki b.el çimiz Cemil Paşa'dan gelen şifreli haberde, Rusların Paris'te­ki b.elçisi Kont Bütberg, Sultan Abdülaziz hân'ın Paris'de bu­lunacağı zaman dilimi içinde, Çar Aleksandr'ında orada bu­lunup, iki hükümdarın aralarında anlaşmazlık konusu mese­leleri halletme fırsatı yakaladılar, dediğini bildiriyordu. Fuad ve Âlî Paşalar bu telgrafı okuduklarında gülmekten kandilari-ni alamamışlar ve şöyle muhavere yapmışlardı: "Fransızların padişahı Rus Çarı ile karşılaştırarak iki devlet arasındaki me­selelerin barış yoluyla halledilmesine imkan vereceklerini düşünmek için çok saf olmak gerek!" Dediler.

 

Biz şimdi bu seyahatle ilgili 5.Murad unvanıyla tahta geç­miş olup, 93 gün süren padişahlıkdan sonra taht'dan indiri­len, Veliahd Murad Efendi şu ifadeyle ne büyük bir gaf yapı­yordu: "Sanıyorum ki bu gezide pek çok üzüleceğim ue hat­ta utanacağım. Çünkü amcam resmî ziyaretlerde görgü ku­rallarına uymazsa alay konusu oluruz. Hele serbest olduğıı- günlerde kollarını sıvayıp yemeğe başlarsa arkamızdan ilir neler söylerler!" demek bahtsızlığını göstermiştir. Bu avrupa seyahatine katılmış bulunan ve İstanbul Şeh- olan Ömer Faiz Efendi'den bu bahsi geçmeyelim. Bu zâtın; görevi Dersaadet Şehremanetliği olup, bu günkü bele­diye reisliğine muadildir. Devletin ileri gelenleri ki, bunlar, Âlî ve Fuad Paşalarla, Yusuf Kâmil ve Mustafa Fazıl paşalar gibi zevatın yalı ve köşklerinde kendisine tahsis ettikleri bir dâire­si vardı. Alî ve Fuad Paşaların vefatlarından sonra Saray'dan ayağını kese rek, sadnazam Mahmud Nedim Paşaya hiç ya­naşmadığını gören Sultan Aziz bir gün Hafız Ömer Faiz Efen­diye sormuş: "Efendi siz önce bülbül idiniz. Ne için şakımaz-sınız? Bu soruya Efendi, Keçecizâde İzzet Molla ki Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşanın pederi olup eski şeyhülislâmlardandır bu zâtın beytinden bir kelime değiştirmek suretiyle şunu söy­ler:

 

"Bir meusim-i bahasına kaldık ki alemin, Bülbül hamûŞıhavuz tehiy,gulustan harap."

 

 

 

Medrese Talebesi

 

 

Takvimler 15/r.ahir/1293-10/mayis/1876'yı gösterirken medrese talebesinin ve bilhassa Fâtih, Süleymaniye ve Ba-yezid medreselerinin talebeleri sadnazam Mahmud Nedim Paşa ile benzeri Şeyhülislâm Hüseyin Efendiyi memleketi fe­lâkete sürüklemekle ithama tevessül ederek derslere girme­mek suretiyle bunların görevden azillerini padişahdan istedi­ler. İstanbul sekenesinin yâni ahalisinin ayaktakımı, işsizi, güçsüzü silahlarını hâmil olarak bu boykota destek verince işin rengi tehdit edici bir hâl aldı. Bunun üzerine, padişah azil talebini kabul ettiği an artık partiyi kaybetmeğe başlamıştı ki bu her geçen gün Sultan Aziz aleyhine gelişmeğe başladı. Mütercim Rüşdü Paşayı boşalan makamı sadarete getirdi. Bu adam çok güzel tenkit yapan fakat icraata gelince nafile bi­riydi.

 

Zamanlar bu zâta; deniz feneri gibi, yanar döner adam" di­yen kimseler hayliydi. Vü kelâ arasındaki her çeşit ihtilaftan anında haberdar olan padişahlar gibi Sultan Aziz'de, bu laka­bı duymuş bulunduğundan, Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa­ya sadareti tevcih etme anında, "sizi halk istediği içindir ki yeni kabineyi kurmaya memur ediyorum!" dediğinde,yeni sadrıazamda "Halk bizi ne tanısın padişahım. Şöhretimiz var­sa zât'i şahanenizin teueccühündendir!" dedi ve meydana getirdiği kabinede ise padişahın üç azılı düşmanı yer aldı. Bunlar, Şeyhülislâm Hayrullah adlı şerrullah, seraskerlik Is-partalı Eşekçi Hüseyin Avni Paşa Bahriye nâzın da Kayserili Ahmed Paşaya verilmiştir. Bu kabinenin ilk içtimaında ilk toplantısında konuşulan padişahın taht'dan indirilmesi hakkında yapılan konuşmalar olduğunu merhum Reşat Ek rem Koçu, "Osmanlı Padişahları" adlı eserinin 41O.sahifesînde dile getirirken meâlen şunları söylüyor: Saltanatı devirme işini ancak ordu ile işbirliği gerçekleştirebilir kararında ittihat ettiler. Serasker kelime olarak başkomutan gibi kabullenilir. Hüseyin Avni Paşa şûraî askeriye reisi Redif Paşa' ya duru­mu gizlice açtı. Bu paşa bu işde kullanılacak adamı seçti. Bu zatda, Askeri Mektepler Nazın Süleyman Hüsnü Paşa idi. Bu zât mert ve dobra bir adam olarak tanınmıştır. Hâi'den sonra bir türlü meşrutiyet kurulmayınca Süleyman Paşa, Midhat Paşaya dikilmiş ve nerede meşrutiyet sorusunu tevcih etmiş aldığı cevap tatmin etmediğinde bu seferde: "Meşrutiyeti ilân etmeyecektik, ne b.k yedik de padişahı devirdik demesi bir Çok târih kitaplarında ve hatıratlarda yer aldığı gibi Midhat Paşanın totaliter bir idare taraflı sı olduğunu da ileri sürer Şıpka kahramanı olarak bilinen Süleyman Hüsnü Paşa!

 

 

 

Sultan Aziz Hakkındaki Fetva

 

 

TTK'yâni Türk Târih Kurumunca neşredilen Osmanlı Târi­hinin İsmail Hakkı Gzunçarşılı'nın vefatı üzerine devam etti­ren Prof.Dr. Enver Ziya Karal, adı geçen eserin 7. Cildinde 106. sahifede hâl fetvasına dâir bilgileri şöyle naklediyor, ve biz de meâlen nakle çalışalım: "Çalışmamızın başka fasılla­rında nakletiğimiz gibi Serasker Hüseyin Avni Paşa'nin Sul­tan Aziz hân hazretlerine düşmanlığı, onun izalesine kafi ka­rar eyleyecek dereceye kadar vardırmıştı işi. Serasker bu halde iken, devletin o sırada en popüler adamlarının başında gelen Midhat Paşa, Mirabo'nun Fransa kralına gösterdiği duruma benzer. Bu zâtın kafasında bir ideal hâline getirdiği teşkilat-ı esasiye yapmak ve parlamenter sistemle monarşik bir idareye geçmek idi. Padişaha genellikle bu fikri aşıla ma gayretleri içinde olmuştu. Zâten bu ısrarı Âlî ve Fuad Paşala­rın vefatı yüzünden hu şule gelen devlet adamı kısırlığı padi­şahın, Mİdhat Paşa yerine, Mahmud Nedim Paşaya iltifatkâr olmasını sağladı. Nitekim, eski sadrıazamlarımn ısrarlı tu­tumlarını hatırlıyarak, Mahmud Nedim Paşa'daki bu ubudi­yeti karşılaştırdığında, Alî ve Fuad    Paşaları der hatır eden Sultan Aziz bunlara benzerliği Midhat Paşa da da görmektey­di. Bir gün huzurda el pençe divan durmakta olan Mahmud Nedim Paşaya dikkat eden padişah, kendi sinin sağ ayağının başparmağı hizasına doğru baktığını hissettiği vezirine, duru­mu sordu ğunda aldığı cevap, Efendimiz, kula düşen padişa­ha hürmet onun ayak ucuna nazardan başlar demek suretiy­le fevkalâde bir tabasbus gösterir ve Sultan İbrahim'in sadrı-azamı, Semin Mehmed Paşa'nın, beyan ettiği: "Siz afitab-ı ci­hansınız Efendimiz! Sizden hata südûr edermi?" cümlesini târihde yanlız bırakmayan bir ifade de bulunmuştur.

 

Yine bu padişahımızın dönemi hakkındaki çalışmamızın başka bir bölümünde bahsettiğimiz medrese talebelerinin kı­vamı günü, H.Avni Paşa ve Midhat Paşanın hâl hususundaki tasavvurlarının kayıtlarına rastlandığı sayın E.Z.Karal Hoca mezkûr eserinde belirtiyor.

 

Sultan Aziz, medrese talebesinin kıyamı sonrasında sada­rete getirdiği Mehmed Rüştü Paşa, bir gün padişahdan para talebi geldiğinde, eş dost arasında para yok ben nereden bu­layım diye yüksek sesle düşünürken,- duruma şahid olan Midhat ve H.Avni Paşaları bu hâl hususunda Rüşdü Paşayı iknaya çalıştıklarını öğreniyoruz ve Rüşdü Paşanın en başta­ki tereddüdünü göz önüne alan Midhat Paşa, sadrıazama: "Eğer maksatta ittifaktan ayrılırsan Bayezid Meydanında mil­letin seni pare pare edeceğini düşünmelisin"diyede tehdit et­tiğini kaydeder, Prof.Karal.

 

Prof.Karal; bu safhadan sonra Şeyhülislâm Hayrullah Efendinin ikna edilmesine geçildi haberini verirken, Midhat Paşanın konağında Anadolu Kazaskeri Kara Halil Efendi'nin, yapılan toplantı esnasında, Padişahın, mülk ve milleti tahrip, beytülmali israf ettiği öne sürülerek hâl'i için fetva meselesi görüşüldüğünde adı geçen Kazaskerin, "..bu eırtr-i hayra, çarşaf kadar bir fetva veririm" demesiyle birlikte, işin şer'î ta­rafı da yoluna sokulmuş oluyordu.

 

Yine bu esere göre, ahalinin vaziyeti hakkında, şu gözlem­ler ileri sürülmektedir: basın üzerinde sansür azaldığından dolayı, dikkat çekici makalelerin ve haberlerin, yazıldığı gö­rüldü. Padişah hakkında net bir tenkit görülmemekle bera­ber, M.Nedim Paşa hakkındaki neşriyat, Rusya taraflısı politi­ka ve Rus elçisi İgnatiyef'le alâkalı neşriyat pek kesif idi en-. teresandır ki bu arada sadaret M.Nedim Paşa da değildir. An­cak anlaşılan o dur ki, padişah, bu kendine muti devlet ada5 mini yeniden sadarete getirme tasavvurundadir böylecede yapılan neşriyat bu tâyini önlemek veya işi kızıştırmak için yapılmaktadır, hükmüne varılabilir.

 

Öte yandan efkâr-i umumiye basının yazdiğıyla kendini yönlendirirken, Süleyman Hüsnü Paşa'nın, fetva makamına gittiği görüldü. Müşahede olunan oydu ki, Hayrullah Efendi yeniden tereddüde düştüğü idi. Sert ve asabi mizaçlı Süley­man Paşa, şeyhülislâma: "Efendi hazretleri artık iş işten geç­ti. Şu dakikada bir çok muhterem paşalar bir dâimi tehlike içinde bulunuyorlar. Bunların hayat ve selameti sizin'eliniz­dedir" şeklinde ki beyanıyla Şeyhülislâm Hayrullah Efendi­nin işi yapmayacak hâle gelmesini bu sözlerle önlemiş oldu. Halifenin hâl'i için ya mecnun (ne yaptığını bilmez olması) veya küfrüne karar verilebilecek hareketlerin sahibi olmasıy­dı fetva tanzim edilmesi için. Birinci yol yâni, mecnunluk bahsini öne almak tarafını seçti ve şu sözlerle fetvanın yazıl­dığı kâğıdı donattı: "Emirilmü'minin olan Zeyd, muhtelişşuûr ve umuru siyasiyeden bibehre olup, emuâl-i miriye'yi mülk ve milletin takat ue tahammül edemeyeceği mertebe masarifi nefsaniyesine sarf ue umuru diniye ue dünyeuiyeyi ihlâl ue teşviş ve mülk ue milleti tahrip edip bekası mülk ue millet hakkında muzır olsa,hâl'i lâzım olurmu? Elceuap otur " Şek­linde tanzim olunan fetvaya göre; Abdülaziz hân, şuuru muh-tel yâni mecnun idi bundan dolayı da siyaset işlerinden anla-mıyordu. Buna bağlı olarak böyle halife mülk ve millete za­rarlı idi. Bu bakımdan azli gerekirdi! Peki bu fetvayı vereni, isteyenleri bulundukları göreve getiren o zâtın tâyin ettikleri kimselerdi ki bu da hayli mühimce bir tenakuz idi!

 

Sultan Abdülaziz; avrupa'ya seyahat yoluyla giden ilk ve son Osmanlı padişahıdır. Diğerleri ise, ya savaş, ya fetih ya da vatan^üda olduklarından gitmişlerdir bu kıta'ya. Sultanın gezisine katılmış bulunan İstanbul Şehremini Ömer Faiz Ffendiye, sadrıazam Âlî Paşa ve Hâriciye nâzın olan Dr.Büyük Mehmed Fuad (Keçecizâde) Paşa, Faiz Efendiye müşa­hedelerini bir müsvedde hâlinde yazmasını ve devlete ver­mesini istediler bunun önemli bir vatan hizmeti olduğunu ha­tırlattılar. Hafız Ömer Faiz Efendi cidden münevver bir kimse olarak gördüklerinden dersler çıkarabilecek kapasiteye hâiz bir insandı. Sahifelerimizi bu zâtın tutmuş olduğu notları, bize "Avrupa'da Sultan Aziz"adlı kitabı okuma şansı vermiş bulu­nan Midhat Cemal Kutay'ın bu eserinden ilk olarak Faiz Efen dinin şu müşahedesini, böylecede ne kadar hassas bir vatan­perver olduğunuda ortaya koymasını anlatan satırları, sahi-femize dercederek sizlere duyuralım muhterem okurlar" "..Burada büyük bir acı kalbimizi parçaladı. Sarayın bahçe­sinde meuzi tutmuş Fransız müstemleke askerleri içinde Ce­zayir taburunu da gördük. (İçyüz yıl bizim olan Barbaros Hayreddin'in diyarının eulâtları şimdi eski Hakan'larını baş­ka bir deuletin silahları elinde, başka bir devletin üniforması ile selâmlıyorlardı..."

 

 

 

İngilizlerin Dizbağı Nişanı

 

 

İngiliz devletinin ihdas ettiği yaşayan yirmi kişiden her­hangi biri ölmeden, yirmibirinciye verilmiyen dizbağı nişanı dedikleri nişanın Sultân Abdülaziz'e bu seyahatte verildiği dünyanın malumudur. Sultan Aziz'e bu nişanı verme törenin­den o dönemin İstanbul Şehreminî olan Hacı Ömer Faiz Efendinin raporundan okuyalım, tabii bu raporun müsvedde­lerini arşivinde bulunduran, Midhat Cemal Kutay'ın Avru­pa da Sultan Aziz adlı çalışmasından alıntıladığımızı da ket-meden vicdanen ifadeye mecburuz. Şimdi biz burada önce bu nişanın doğuş hikâyesini nakledelim sonra da Osmanlı Hâriciye nâzın Dr. Mehmed Fuad Paşa'nın nişan doğuş hikâyesi yüzünden midesi bulanıp, kendine verilmek istenen ni­şanı ret ve istiskal etmesin diye atmak mecburiyetinde ken­dini hissettiği kıtırı nakledelim ve devlet adamlarınin, iş be­ceren yalanın, fitne çıkaran doğrudan efdaldir anlayışına mi­sâl olarak gösterilebilecek vak'adan olduğunu da hatırlatmış olalım.

 

İngilizlerin, her kefere-i fecere gibi kralları da kendi hanım­larından başka hanımlara sarkarlar idi. Nitekim; bunlardan biri olan 3.Edvard, 1348 senesinde metresi, Salisböri Konte­si şerefine bir balo tertip etmiştir. Baloyu açış dansını da.ta-biiki çapkın kral, metresiyle yapmak suretiyle gerçekleştirir. İşte bu dans sırasında Kontes'in mavi renkii dizbağı, yâni uzun konçlu çorabın üst kısmını tutan ipek kumaştan mamul bağ, önce gevşemiş daha sonra da aşağı kayıvermiş. Bunun üzerine Kontes fevkalâde mahcup kızarip, bozarmış ki bu sı­rada Kral 3.Edvard, yere eğilip düşen ipek bağı eline almış ve doğrulduğunda: "Kötü düşünenler nadim olacaklardır. Çok yakında bu dizbağına kavuşmak için yapmadıkları fe­dakârlık kalmıyacaktır" Dedikten sonra kontesle dansı ta­mamlar bir kaç gün sonrada Britanya devletler camiasının en büyük nişanı olarak Dizbağı adı verilen nişan ihdas olu­nur. Sevgili okurlara hemen hatırlatalım ki, bu nişanı cazip­leştirmek için tüzüğüne Karter adı verilmiş, nişan yaşayan yirmi kişiden bir fazlaya verilmeyecek nişan takma işi baş­piskoposa verilmek suretiyle dizbağı nişanını dindar bir kim­senin talik etmesine yâni takmasına bırakmak suretiyle 3.Edvard, metresinin dizbağını batıl din hristiyanhğm bir batı­la daha yardımcı olmasını sağlıyordu.

 

Yine Karter nizamnamesine göre de,nişan takılan kişi as-kerse, kılıcını başka bir meslek erbabı ise, o mesleğin sem­bolünü teslim ettikten sonra, Kral'a ebediyen sadık kalacağı­na dâir sadakat yemini yapacaktı. İslâm dünyasının halifesi ve Osmanlı devletinin hükümdarı bu tarz macerası olan nişa-ret eder endişesiyle büyük diplomat Keçecizâde Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'yı şark insanının târih bilenlerince mert bir düşman olarak kabul ettiği İnglizlerin Haçlı seferleri esna­sında Kudüs'ü almaya gelen kralı Arslan Yürekli Rişar'a me­ziyeti olan hali hasebiyle Sultan Selahaddin Eyyûbi Hz.lerinin muhatabı olabilmiş olmasından dolayı, Rişar'a diğer kefere-i fecereye baktıkları kadar sert bakmazlar, bunu tesbit etmiş bulunan Fuad Paşa, Sultan Aziz'e bu nişanı, Rişar'ın İngilte-renin dostlarına verilen bir nişan olarak ihdas ettiğini söyler ve diğer teferruatıda İngiliz ilgililerle konuşarak, kılınç verme yemin etme gibi usûl-ü kadimden sarf-ı nazar ettirir. Böylece seyahatin tatsız bir vaka ile bitmesini engellemiş olur.

 

Sultan Aziz'in avrupa seyahati esnasında milletimizin üst makam sahibi kimselerin aynı zamanda ne kadar güçlü bir insan olduğunu ortaya koyan, yaptıkları bir alete Türk Kafası adı koyupda onları kollarının gücünü göstermek isteyenlere vurdurtan zihniyete tokat gibi bir cevap olan Halil Paşanın yumruğu hadisesi vardır. Bu hadisenin önemli tarafını padi­şahın mümkün mertebe bu gezisini pek gizli yaptığı, ortalığı debdebeye gömmeye fırsat vermez şekilde gerçekleştirmesi de takdire şayan bir hareket kabul edilmiştir.

 

İşte dikiş makinelerinin ayaklı olanlarının ilk defa yapıldığı bir dönemde bu sergide dolaşılırken, adarî kuvveti ölçen bir dinamometreye rastlarlar, üstü kırmızı bir bezle örtülü ve bir yay'a bağlı yuvarlak kafaya vurulunca yay, kendine bağlı ib­reyi yükseltiyor, bu ibrede üzerinde müteharrik olduğu ced-velin üzerindeki rakamların birinin hizasında duruyor ve böy­lece vuruşun sıkletini gösteriyordu. İşte yumruğun vurulduğu yere Türk Kafası adı vermişler, oyunlarında bile Müslüman Türk milletine düşmanlık taşımalarına gayret etmekteydiler asanlarının. Sultan Aziz bu ifadeyi görünce çok kızdı ve aynı zamanda Damat olan Halil Paşaya: "Haydi Halil göreyim se­ni! Şunlara Müslüman Türkün kotunun kuvvetini göster." emrini verir. Fransız kol kuvvetine göre yapılmış olan güç ölçme aleti Halil Paşanın yumruğu vurmasıyla birlikte, maki­ne dağılmış, ibre cedvelden fırlayarak bir pervane gibi hava­da uçmuş. Bu vuruşu merakla seyreden ahali durumu ağzı açık ayran budalası gibi seyretmek durumunda kalmış. İngi-İiz yaver üstelik Sen-Sir mezunu kurmay bir subay olarak: "bu Türk Kafası değil, Türkün kafasına vurulmaz. Bu ancak aurupa kafasıdır ki bir vuruşta dağıldı"demekten kendini alamamıştır.

 

Avrupa seyahatinin, pek mühim dersler çıkarılması lâzım geldiği idrâkinde olan İstanbul Şehreminî Hafız Ömer Faiz Efendi, döneminin meselelerine çözüm arayan bir anlayışa sahip olduğundan, onun Ruznamesinin içinden bazı pasajlar seçerek, günümüzde ilericilik-gericilik kavgası ihdas etmek isteyen bozgunculara, kullanacakları insanların, bu bilgilere hâiz olduktan sonra o bozguncuların oyununa gelmeyecekle­rini ümid etmek istiyorum.

 

 

 

HALK-UCUZ AŞ-BELEDİYE

 

 

 

Yukarıdan beri takdime çalıştığımız İstanbul Şehremini Ha­fız Ömer Faiz Efendinin Ruzname'sinden şu nakille 19.asır 2.yansının avrupasından bir belediye reisimizin tespitlerini aktarmaya devam edelim: Halimi Efendi biraderimizle yine böylece pek kimselere görünmeden Paris'i dolaştık. Sergi do­lay siy ta dünyanın dört yanından onbinlerce kişi gelmiş, bunlar arasında bizim gibi festiler de çok olduğundan pek dikkati çekmiyorduk. (.) Kalabalık ve zenginlerin yaşadıkları meydanların civarında umumi yemek yerleri gördük. Bura­larda yemek yiyecekler kendi kendilerine hizmet ediyorlar, tabaklarını alıyorlar, az bir para ile tek çeşit yemek doldurtu-yorlar, temiz masalardan birisine oturuyorlar, hasır sepet içinde ekmekten de alarak karınlarını doyuruyorlar, sonra tabaklarını bulaşıkaneye bırakıyorlar, hatta masayı temizli­yorlar. Buralarını belediyeler hiçbir kâr gözetmeden işletiyor­lar. Hârice göre o kadar ucuz ve aynı zamanda temiz, doyu­rucu yemek veriyor ki, işçiler, talebeler, az gelirli memurlar yemeklerini burada yiyiyorlar. Muhtelif zümre ve sınıftan ka-dın-erkek-çocuğu bir arada aynı masa etrafında görmek bizi çok mütehassıs etti. Biz de olmasına imkan yok, çünkü ka­dınlar gelemezler. Halbuki bir milletin kadın ve erkekleri de­ğil, ikisi içinde de fakir ve zengin olanlar vardır. Halimi Efen­di biraderimiz ile düşündük, fakat bir hâl çâresi bulamadık." Aslında merhum Ömer Faiz Bey, farklı toplum anlayışını göz önüne almadan hayranlığını belirtmiş, yoksa o bu satır­ları yazdığında, Osmanlı genç kızları darülfünunda okuyorlar, hâttâ kendilerinin biz erkeklerle aynı kapıdan mektebe giriş çıkış yapmak istemiyor bunun çâresinin bulunmasını istiyo­ruz dediklerinde, darülfünunda hemen bayanlar için okula gi­riş kapısı ayrı cihetten yapılmış, bunu Cevdet Paşanın keri­mesi Fatma Aliye hanımın olsun, gerekse Prof.Mehmed Ali Aynî merhumun "Darülfünun Târihi" adlı çalışmasını Os-manlıcadan çevirmiş ve Pınar yayınları arasından neşrettir-miştik ki bu ifade orada da yer almaktadır. Tekkelerin fakire sahip çıkışını merhum Belediye reisi hatırlayamamış. Nice imaretlerin bu vazifeyi yüklendiğini hesaba katmamış. Mak­sat aynı olunca vasıtaların farklı olması o kadar mühim de­ğil. Bakınız o devirde yardımlar gizlice ve alan vereni görme­sin anlayışında yapılırken, şimdi şehrin en büyük meydanla­rında ahalinin birbirine girmesi, biribiriyle döğüşmesini mey­dana getirir tarzda yardımlar yapılıyor ve milletin izzet-i nefsi rahnedar olunuyor.

 

Bizim bu satırları koymamızın sebebi merhum Ömer Faiz Efendiyi tenkit değil, okurlarımıza efendinin yazdıklarını biraz teemmül etmeleri içindir. Zaten; Ömer Faiz Efendi, Halimi Efendi ile hâl çâresi aramışlar ama bir neticeye vâsıl olama­mışlar. Çünkü; islâm ahlâk ve anlayışını dışlayarak düşünme hatasına düştüklerinden çözümleyemiyorlar. Halbuki kadın­lara sadece onların gidebildiği Pazar kurulduğu bizim istan­bul'umuzun yapısında mevcut olup, zaman içinde    bu tarz pazarın sadece adı kadınlar pazarı adıyla yaşamaktadır. Çünkü sokak hürriyeti şartların ve kıyasın getirdiği çözümler yoluyla değiştirilmiş bu günkü hayattan daha mütevazi ve edebli hâl yaşanmıştır. Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, bazı hayır kurumları, Kızılay, Yeşilay, Çocuk Esirgeme ku­rumlarını büyük şehirlerin fakir ve gariblerini günde hiç de­ğilse bir öğün doyurabilecek hizmete organize edilebilseler ne güzel olur. Kırk sene evvel, İstanbul'da Sansaryan han'da emniyet müdürlüğünün bulunduğu yer- deki Emniyetin tabl­dotunda pek ucuza, sivil halkında girip öğlen yemeği yediği dönem olmuştur.

 

 

 

Sultan Aziz'in Özellikleri

 

Bir insanın ahali tarafından şahidi olunmayan hususiyetle­rini yakınları ve de çalışma arkadaşları biiirler.Bunlara bir de vazifeleri o kişiye hizmetle görevli olanlar şahsi ahvaline muttali olurlar. Padişahlar da böyle olup, Sultan Aziz hazret­leri de bunlardan biridir, nitekim, Şeyhülislâm Hoca Saded-din Efendinin babası, Hasan Çan'ın oğluna anlattıkları olma­sa ve merhum şeyhülislâm, bunu târihlerin muhteşemi olan Tâc'üt tevarih'de yazmasaydi nereden öğrenecektik bunları misali, Abdülaziz han'inda hizmetinde bulunanların padişahın ahvaline vukufları tabiidir. Bu hususta saray hizmetinde olan­ların anlatımında ortak noktalar pek ziyadedir.

 

Adetâ söz birliği etmişlercesine ifadeleri, önce namaz hu­susunda olup, evkat-ı hamseye, yâni beş vakte hassas oldu­ğunu sabah namazının ise müdavimi olduğu, namazdan bir vakit sonra yeniden yaptığı Sünnet-i Resulallaha ittiba ile Kaylule yapmasıdır. Devletin işleriyle meşguliyeti daha ziya-je öğleden sonraki vaktini alırdı demektedirler. Tasavvufi an­layışındaki derinlik, onun nısfiye çalışında kendini belli ettiği­ni söyleyenler ekseriyeti teşkil ederler. Geceleri çok geç ya­tarlar fakat sabah ezanını huşu içinde dinlerdi. Yaz geceleri saray'ın salonunun geniş pencerelerini açar 3.Selim gibi Bo-ğaziçine doğru yönelerek elindeki ney'i üfler, denizin hışırtısı­na o yüce sazdan çıkan nağmeler eşlik ederdi. Yorulmak bil­mez saatlerce ney'ini üflerdi. Şarkılarının çoğunu kendi güf­teleri teşkil etmektedir. Muhayyer devr-i hindî makamına bir hâne ekleyecek kadar nota'ya vakıf olup, amcası 3.Selim ve pederi 2.Mahmud'un seviyesine yükselmiş besteleri vardır. Aşağıda güftesini vereceğim eseri, sevgili hanımı Mihrişah Sultan'm, hastalığı esnasında ön ce güfteyi yazmış, bilahire bestelemiş ve kendisine hediye etmek inceliğini gösterecek kadar da hassas bir aşık olabildiğini sergilediği söylenir bir çoklarınca..

 

" Bihuzurum nâle-i mürg-i dil-i divaneden Fark olunmaz cism-i bimarım bozulmuş ianeden, Bunca derd-i mihnete katlandığım âyâ neden? Terk-i can etsem de kurtuls^m şu mihnethâneden."

 

Askeri doktorlardan miralay Galip Bey, padişahın irtihali sonrasında padişahın evrak-i metrûkesini tasnif için vazife­lenmiş heyete riyaset ederken, Sultan Aziz'in eünden çıkma rika ve sülüs levhaların hattına hayran olduğunu belirtmek­ten kendini alamamış dahası bir kaç tane kara kalem tablo­yu, yarım bırakmış olduğu şarkı bestelerinin hükümet kara-nyla Sultan Aziz'in büyük oğlu Yusuf İzzeddin Efendiye verildiğini ifade ederken her birinin san'at eseri olduğunu söyle­meden edemediği görülür.

 

Çok kuvvetli bir itikada sahip olan Sultan Aziz'in Şeyhi, Sadreddin Çelebi olup, şer'î ilime Rumeli Kazaskeri, Eğinli Zeynelabidin Mehmed Efendi'nin hocalığında vukufiyeti ol­muştur. Pek güzel üflediği nay(ney)de üstadı Ferik Neyzen Yusuf Paşadır. Musikî ve hat derslerinde hocası ise 1801 ile 1876 yılları arasında Ömür süren Mustafa İzzet Efendidir. Bu zât son dönemin en'lerinin başında gelir, nâkiybüleşraf, bü­yük hattat, müthiş bir bestekâr, güfteleri hayli olan şâi-r, mü­ellif yâni bu günkü lisanla yazar, hânende(şarkı söyleyen), ney virtiözü olup, hem Kadiri hem de Nakşi idi. Padişahın di­ğer bir hocası Rumeli pâyeli Akşehirli Ömer Efendidir. Müm­taz Efendide Fransızca, Coğrafya ve Târih dersinin hocasıy­dı.

 

Efendim Sultan Aziz'in çok güzel bir bestesi de acem-i kürdî sirtosudur. 2000 yılı yazının ortalarındaydik. O sırada Radyo/Çağ'da târihi vak'aları ağırlıklı olarak anlatmağa çalıştığım Metanet Köprüsü adı verdiğimiz bir programım vardı iki saat sürüyordu târihe merak duyan dinleyenlerim ri­calar da bulunurlar, bu sohbet esnasında padişahların bestelemiş oldukları eserleri çaldırmamı isterlerdi. Fakir de; İstanbul Büyükşehir Belediyesin ce, Kültür Anonim Şirketinin delaletiyle Lâlezar Mûsikî Topluluğuna yaptırtmış olduğu CD'lerden mürekkep güzel bir albümü, bizzat İstanbul Şehre-minî olan, Ali Müfit Gürtuna Beyefendi bize ihda buyurmuş­lardı. Ben de o parçalan çalardım. Böylece eserden müessire biz de, dinleyende vecde gelirdik bu padişah bestelerinin ne­fasetinden. İşte bir gün program saatime giderken Kısıklı'da otobüsten inmiş ve Küçük Çamlıca'ya tabanvayla çıkaca­ğımdan, Kısıklı Abdullah Efendi Camii şerifinde namazı İade edip, yokuşa kendimi öyle vurayım dedim. Hemen camiin volunu tuttum. O sırada volkmenimin kulaklığından Sultan Aziz hân'm bestesi olan acemi kürdi sirtonun o nefis nağme-|erjni duymağa başladım. Camiin kapısına yaklaşıyordum ve ben de adımlarımı küçültüyor, yürüyüşümü yavaşlatıyor­dum. Parça bütün nefasetiyle icra olunuyor, ben huşu içinde dinlemekteyim. Fakat bitmiyor, ben ise her küçük adımla câmün kapısına yaklaşıyordum. İçeri girmeden icra tamam­lansa diye dua ederken, meyana geçen icraacılar beni, parça bit- meden içeri girmeme kararına vardırdılar. Kapıda dikil­mişini, parçanın nihayete ermesini bekliyorum ve de bir elimle usûl tutuyorum. Arkamda bir ses, ya gir ya çekil!

 

Diye seslendi. Yol verdim geçti. Parça bir kaç saniye sonra nihayetlendİ. Kün emrinin yâni ol emrinin verildiği anın; kaf -dan, nuna gelen zaman diliminin o yakalanamaz ahengini bir çoban, dağlarda tepelerde ararsa, bir sultanda saray salonu­nun akıp giden boğaz sularına bakarak ne için aramasın? Bi­zim gibi bir nadan da, o arayıcının eseri olarak düzene gir­miş, acemi kürdî sirtoyu dinlerken farkında olmayarak, ca­miin kapısını varsın tıkamış olsun ne çıkar.

 

 

 

Kutay'ın Kaleminden Hâl Ve Katl

 

 

Kim ne derse desin, insanlar kendi fikirlerini müdafaaya kimseye hakaret etmemek şartıyla tabii hak olarak görüp bunu yaşayabilmelidir. Bir çok kimse ve ben de kimilerinin yorumlarına katılmasamda, târih ilmine, millet hafızasına yaptığı hizmetleri göz önüne ctîarak kimseyi sıfırlamam ve bu mevzuda şöyle düşünüyor, bu bakımdan bütün düşünceleri keen-lemyekün'dür demem. Her çiçekte bal olacağını düşü­nürüm. Midhat Cemal Kutay büyük yanlışlarının yanında millet hafızası olan târihimize ait nice hatıratı, vekayii yâni olayları, engin osmanlıcasıyla gün yüzüne çıkartmış, nice nisyana düşürülmüş millet evlatlarının yeniden okunmasına öğrenilmesine yol açan ifşaatlara imza atmıştır. Bu gün yüz yaşına yaklaştığında berrak hafızası ile târihe bakışını devam ettirebilmesi kendisi için bir nimettir. İşte bu zâtın; Avrupa'da Sultan Aziz adlı kitabının 267.sahifesinden şu alıntıyla bas­lıktaki ifadeyi değerli okurlarıma nakledeyim diye karar ver­dim. "Sultan Abdülaziz'i tahttan indirmek isteyenlerin başın­da Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüş­tü Paşa ile Şeyhülislâm Hayrullah Efendi vardı. Bu hava içinde Sultan Aziz'e nihayet, Sultan Aziz'e karşı bir darbe hazırlan mış ve plânlanmıştı. Bu plan 30/mayıs/1876 Salı gecesi uygulamaya konuldu. Sultan Aziz'in kaldığı Dolma-bahçe Sarayı derin bir sessizliğe gömülmüş uykuya dalmış­tı. Hafif bir yağmur yağıyor boğazdan esen rüzgârın etkidiyle çırpınan dalgalar Dolmabahçe Sarayının rıhtımını dövüyor­du. Padişahın kendisine karşı hazırlanan darbe teşebbüsün­den haberi yoktu. Harp okulu öğrencileri her akşamki gibi yat borusu yla beraber atakhanelerine çıkmışlardı. İki saat sonra Taksim tarafından bir araba gelerek Harpokulu'nun kapısının önünde durdu. Arabadan Süleyman Paşa indi. Okulun subayları tarafından karşılanan Süleyman Paşa,ku-mandan odasına çıktıktan sonra subayların hepsini topladı ve şunları söyledi: <.Arkadaşlar devlet ve millet bu gece siz­lerden büyük ve kutsal bir görev beklemektedir. Eğer bu gö­revi yerine getiremezseniz devletimiz yıkılacak ve milletimiz perişan olacaktır Devlet işleri Rusların eline düştü. Babıâli Rus elçiliğine döndü. Vükela ve ulema Sultan Abdülaziz'in tahtından indirilmesine karar verdi. Hizmetin büyüğünü siz-leşe emanet ettiler. Öğrencilerle birlikte doğruca saraya gide­rek padişahı tahttan indireceğiz> Şeklinde hi tabesine başla­yan Süleyman Hüsnü Paşanın şöyle devam ettiğini ifade ed­er Kutay: "Subaylar bu teklifi kabul etti ve kalk borusu çaldırarak topladıkları öğrencileri silah- [andırıp yola çıkardılar,  öğrencileri Gümüşsüyü kışlasının arkasından  Dolmabahçe sarayının önüne geldiler. Paşalar bura­da bulunuyordu ve saray askerler tarafından sarılmıştı. Sü-leuman Paşa yanına aldığı bir kaç subayla beraber Şehzade Murad'ın kaldığı dâireye gitti. Şehzade Murat'ı uykusundan uyandırdılar. Süleyman Paşa; telaş ve heyecan içindeki şeh­zadeye şöyle dedi: <Amcanız Sultan Aziz millet ve vükela ta­rafından tahtından indirildi. Siz tahta çıkarıldınız> Sultan Murat'ı tahta çıkarmak için bir arabaya bindirerek saraydan Serasker kapısına götürdüler. Hemen cülus ı<v: in atıldı. Top seslerinden uyanan Sultan Abdülaziz heyecan ve tedirginlik içinde:

 

-Bu toplar cülus topuna benziyor! Dedi.

 

Sultan Aziz'in annesi içeri girerek, Murat'ın taht'a çıkarıl­dığını soluk soluğa oğluna bildirdi. Abdülaziz neye uğradığı­nı şaşırmıştı, üzgün oe endişeli bir tavırla sara- yın salonun­da dolaşmaya başladı. Paşalar, Sultan Aziz'i Topkapı Sarayı­na götürmeyi kararlaştırdılar Karar Sultan Aziz'e bildirilince kendisi gitmek istemedi fakat ik- inci defa aynı karar kendi­sine iletilince kılıcını beline kuşandı. Yanına şehzadelerinden Yusuf İzzeddin Ue Mahmud Celaleddin'i alarak Dolmabahçe sarayının rıhtımına indi. Rıhtımda duran çifte saltanat kayı­ğına binerek Topkapı Sarayına götürüldü. Tahttan indirilen Osmanlı padişahını Topkapı Sarayında 3.Selim'in öldürül­düğü odaya koydular. Bu^duruma çok üzülen ve telâşa kapılan Abdülaziz: <Amcam Sultan Selim'in kaldığı oda bu­rasıdır diye endişesini belirtti. Kendisininde öldürüleceği düşüncesi kafasının içine bir hançer gibi saplanan 32. Os­manlı padişahı Sultan Aziz'in manevi gücü yıkılmıştı. Bu hava içinde oturup yerine geçen 5.Sultan Murad 'a şu mek­tubu yazdı: <..Önce Cenab-ı Hakk'a sonra da size sığınıyorum. Millet hizmetinde çok çalıştım. Fakat muvaffak olama­dığıma çok üzülüyorum. Sizin muvaffakiyetinizi temenni ederim. Kendi silahlandırdığım askerlerim beni bu hâle sok­tular Duyduğum acılardan beni kurtarmak için başka bir yere naklimi rica eder, Osmanlı saltanatını Abdütmecid Hân nesline terk ederim.> Sultan Aziz bu mektubu yazdıktan sonra yanındakilere: <beni öldürecekler> diyerek korkunç endişesini tekrarladı.

 

Taht'a çıkan 5.Murad, saltanatının kendisinden önceki sa­hibinin mektupta bildirdiği isteğini kabul etti ue Sultan Aziz'i Feriye Sarayına naklettirdi Sultan Abdülaziz, tahtdan indiri­lişini bir türlü İçine sindiremiyor geceleri gözü uyku tutmadı­ğı için sinirli bir halde odasında dolaşıp duruyordu. Abdüla­ziz, Feriye Sarayında geceli gündüzlü Kuran-ı Kerim okuyor, namaz kılıyordu. Sultan Abdülaziz'in bir hapis hayatı içinde günlerini geçirdiği Feriye sarayının çevresini asker kuşatmış­tı. Nöbetçi subaylardan birinin, kendisine Aziz Ffendi diye hitab etmesi, bir iki gün öncesinin saltanat temsilcisi eski padişahı çok üzmüştü, adetâ kahretmişti. Sultan Aziz'in tahttan indirildiğini duyan Rus büyükelçisi de çok şaşırmış ve adetâ deli'ye dönmüştü. Büyükelçi; Rusya'nın bu işe rıza göstermeyeceğini söyleyerek tehditlere başlamıştı. Ruslar el­çilik binalarına da bayrak asmamışlardı. İngilizler ve Fransız­lar İse Sultan Aziz'in tahttan indirilmesini memnunluka kar­şılamışlardı. Feriye Sarayında sonu endişeli bir bekleyiş için­de Sultan Aziz'in gün geçtikçe sinirleri bozuluyordu. Sert mi­zaçlı ue iri yapılı Sultan Aziz'den paşaların hepsi çekiniyor­du. Hüseyin Auni Paşa, padişaha belindeki kılıçla, öteki si­lahları aldırtmıştı. Bu olaydan sonra Abdülaziz'in öldürü­leceği yolundaki endişesi kâbuslu bir inanç hâline gelmişti. Ve biliyorduki, kendinden önce tahttan indirilen padişahla­rın hepsi öldürülmüştü.(Bu ifadeye katılmak mümkün deâil.m.h) Osmanlı saltanatının bu acımasız ve kanlı geleneği şimdi kendisini bekliyordu. Bu korkunç inanç içinde kıvra­nan Sultan Abdülaziz geceleri sık sık uya- nıyor yatağından fırlıyor ve pencerenin Önüne koşuyor endişeli bakışlarla dışa­rısını gözlüyordu. Sultan Aziz; bir sabah kahvaltı için bir kâ­se çorbayla ekmek istemişti Çorba olmadığından, kendisine lapa gönderilmişti, üzüntü ue sinir cenderesindeki Abdülaziz lapayı yemiyerek geri göndermişti. Bu haua içinde Sultan Aziz son günlerine geldi ue tahttan indirildikten otuzbeş gün sonra, esrarı bugün de kesinlikle aydınlanmamış bir biçimde intihar etti veya öldürüldü. Sultan Aziz,4/haziran/1876 Pa­zar tesi günü Mabeynci Fahri Bey'i çağırtarak ondan günlük gazeteleri istedi. Gazeteleri inceden inceye okuyan Sultan Aziz gördüki, hayat kendisinin dışında akışına devam et­mektedir Annesinden sakalını düzeltmek İçin bir makasla bir ayna istedi. Târihin esrarı işte bu makas üzerinde dü­ğümlenmektedir. Olayın bundan sonrası târihte iki ayrı şe­kilde yer almaktadır. Önce birinci şeklini anlatalım. Sultan Aziz'in bu makasla biteklerini kestiğini kabul eden rapor ola­yı şöyle ortaya koymaktadır; <Suttan Abdülaziz annesinden makas aldıktan sonra yattığı odanın kapısını kilitledi. Maka­sı eline alarak her iki kolunun kan damarlarını o küçük ma­kasla kesmiş, fazla kan kaybından yere düşerek ölmüşlüı:> Sabahleyin odanın kapısı açılmayınca ve içeriden bir ses alamayınca, kapıyı kırıp içeri girenler Sultan Aziz'in kanlı cesedini minderin önündeki tyasırın üzerinde buldular.

 

Abdülaziz'in ölümünü bir intihar değilde cinayet olarak kabul eden görüş ise hazin olayı şöyle anlatır: "Sultan Abdü-laziz'i tahttan indiren Mütercim Rüşdü Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Midhat Paşa, Şeyhülislâm Hayrullah Efendi herşeye hâkini durumdaydılar. Bu ıslahatçı gurup, Sultan Aziz'i tut­mak maksadıyla kuvvetli ue iri yapılı dört pehlivanı Feriye Sarayına gönderdiler. Bunlar Cezayirli Mustafa Pehlluan, Yozgatlı Mustafa Pehlivan, Mustafa Çauuş ue Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivandı.

 

Mabeynci Fahri Bey'de hükümetin adamı olarak buraday­dı. Fahri Bey de güçlü kuvvetli bir bünyeye sahipti Geceyi karakolda geçiren pehlivanlar sabaha karşı Fahri Bey tara­fından Feriye Sarayına alındılar Fahri Bey, Yozgatlı Mustafa Pehlivana beyaz saplı keskin bir çakı verdi. Ali ve Necip ad­larında iki subayda bu pehlivanlara yardım etti Pehlivanlar Abdülaziz'in yattığı odanın penceresinden içeri girdiler. Tav-şan uykusu denen hafif bir uykuyla kendinden geçmiş olan Sultan Aziz,iri kıyım pehlivanları karşısında görünce birden yerinden fırladı. Bu sırada bir pehlluan kadar kuvvetli olan Mabeynci Fahri Bey,eski padişahın üzerine atılarak kollarını tutup arkasında çaprazladı. Cezayirli Mustafa ile Boyabatlı Mehmed, Sultan Aziz'in dizlerinin üzerine oturup onu hare­ketsiz duruma getirdiler, Yozgatlı Mustafa da elindeki çakıyla Abdülaziz'in bilek damarlarını kesmeye hamlettiği sırada Sultan Aziz, kahveci çıraklığından mabeynciliğe getirttiği Fahri Bey'e şöyle dedi:

 

-Şu kestirmeğe kıydığın eller sana bir kaç gün önce sedef bir teşbih vermemişmiydi? ..Sultan Aziz sözünü tamamlaya-mamıştıkı, çakının damarlarının içine girmesiyle:

 

-Aman Allahım! Diye feryat etti. Sultan Aziz'in ağzına mendil tıkadılar. Bu dehşet verici cinayetin işlendiği odanın kapısını Necip ve Ali adındaki subaylar tutuyordu. Sultan Abdülaziz kanlar içinde yere yuvarlandı. Odadaki makası da olaya cinayet süsü uermek(vermemek olması lâzım! M.H) için cesedin yanına bıraktılar. Bu kanlı cinayetin işlenmesi ve suçlularının kaçması beş dakika kadar sürmüştü. Sultan Azı z'in öldürüldüğünü duyan cariyeler ve annesi Perleuni-yal Sultan feryada başladılar Annesi, oğlunun kanlar içindeki cesedine kapanarak göz yaşı döktü. Hüseyin Avni Paşa Kuzguncuk'taki yalısından beş çifte kayığına binerek kısa zamanda Feriye Sarayına geldi. Abdülaziz'in cesedi karalola aötürülerek, oradaki kahve ocağının yanında erlere mahsus olan ot minderlerden birinin üzerine konuldu ve üzerine de pencerelerden birinin perdesini çıkarıp örttüler. Aradan çok. geçmeden yabancı elçiliklerden doktorlar gelerek, Sultan Az­iz'in intihar ettiğine dair rapor verdiler "

 

Böylece 1950'den beri ülkede bir takım târihî vak'aların arka plânını sunan Midhat Cemal Kutay'ın Abdülaziz Hân, Öldürüldümü? İntiharını etti? Sorusuna dâir iki hususuda, nakletmiştir ve bizde sahifelerimize alarak tercihi okura bı­raktık.

 

18/Şubat/1830'da dünya'ya gelen Abdülaziz Hân, 46 se­ne, 3 ay, 6 gün berhayat olduktan sonra 4/Haziran/I876'da irtihal-i dâr-ı beka eyledi. Sultan Mahmud Türbesine defno-lundu, bu türbede daha sonra da 2.Abdülhamid Hân'da def-nolunduğundan, Çenberlitaşla Di vanyolu yolu arasında ve Türbe durağı olarak anılan yerde, Köprülüler Kütüphanesi ile karşı karşıya olan türbede üç padişah, Sultan 2.Mahmud, Sultan Abdülaziz ve 2.Abdülhamid Hânlar ebedi uykularını uyumaktadırlar. Sultan Aziz, 32.Osmanlı padişahı olup, 24.Osmanlı halifesidir.

 

 

 

Sultan Abdülaziz'in Hanımları Ve Çocukları

 

 

Sultan Abdülaziz Hân; beş hanım ile izdivaç yapmıştır. Bu hanımlarından yedi tane kızı altı tane erkek evlâdı olmuştur. Bu izdivaçlarının ilkini, Batum 15/mart/1835 doğumlu Dürr-i Nev hanım ile 1856'da Dolmabahçe sarayında yapmıştır. Bu hanımefendi'den birinci evlâdı olarak, Yusuf îzzeddin Efendiyi dünyaya getirmiş, peşinden de Salına Sultanhanımı Abdü-laziz Hân'a vermiştir. Sultan Aziz'in saltanatı boyunca başka-dınefendi olarak ömür sürmüştür. Evlilikleri 20 yıl sürmüştür. Padişahın şehadeti ile evliliğin sonu gelmiştir. Bey'inin arka­sından 19 sene, 6 ay berhayat olmuştur.4/aralik/l 895'de Feri ye Sarayında irtihal-i dar-i beka eyleyen Dürr-i nev ha­nımefendi, Abdülaziz'inde defne edildiği Sultan 2. Mahmud Türbesine i'tırnak olunmuştur. Meşhur tenisçilerimizden Enes Talay, Dürrinev kadmefendi'nin yeğeni olup, yine meşhur Ressam İbrahim Çallı'mn kızı Belma hanım ile izdivaç-yap­mıştır.

 

Sultan Abdülaziz Hân, 2. izdivacını da Edâdi! hanımefendi ile yapmış olup, bu hanımın 1845'de doğmuş olduğunu, izdi­vacın ise 1861'de vukubulduğunu bu evliliğin meyvesi oia-rak şehzade Mahmud Celâleddin Efendi ile küçük yaşta vefat eden Emine Sultanhanımı dünya'ya getirmiştir. Evlilikleri 14 sene sürmüş Edadil hanımefendi 30 yaşında olduğu halde 1875'de vefat etmiştir. Makberesi Sultan 2.Mahmud türbesi olmuştur.

 

3.  İzdivacını Sultan Abdülaziz Hân,1846 doğumlu Hayran-ı dil hanımefendi ile yapmış, bu hanımefendi Kars doğumlu olmakla beraber Çerkesler'den olduğunu da söyleyelim. Bu hanımefendi ilk olarak Nâzime Sultanhanımı dünya'ya getir­miştir. Bilahire, sadece halife sıfatıyla Osmanlıyı temsil ede­cek olan, Abdülmecid Efendi dünya'ya gelmiştir.

 

26/Kasım/1895'de 49 yaşında olduğu haide Ortaköy'deki saray da vefat eden Hayran-ı dil hanim, Dürrinev hanımın vefatıyla 1.kadınlığa irtika eylemişti. Sultan 2. Mahmud türbesine defnolundu.

 

4.  Evlilik, Sultan Abdülaziz'e Neşerek hanımefendi ile na­sip oldu. 1848'de İstanbul civarında dünya'ya gelmiş olan bu hanımefendinin asıl adının Nesteren, kısaltılmış olarak Nesrin olduğunu T.Yılmaz Öztuna Beyefendi, Hanedanlar adlı eserinde kaydediyor. Vefatı maalesef, hâl esnasında hasta olan bu hanımefendi,o haliyle sandal'a bindirilmiş yağan yağmur altında ıslanması hastalığın ilerlemesine sebeb ol­muş 1 l/haziran/1876'da 28 yaşında olduğu halde padişah kocasının şehadetinden 7 gün sonra vefat eylemiştir. Bu ha­nımefendi Çerkeslerden Burahay kabilesi şefi Gazi İsmet Bey'in kızı idi. Kuzey Kafkasya muhaceratı esnasında Siliv­ri'ye gelip yerleşmişlerdi. Yenicâmi Türbesinde gömülüdür. Hüseyin Avni Paşa'yi, Midhat Paşanın konağında basıp öldü­ren, şehid-i aziz Yüzbaşı Çerkeş Hasan Bey, bu hanımefendi hazretlerinin kardeşidir. Bu zât hakkında ilerliyen sahifeleri-mizde asrın en cesurane hareketini anlatan ve daha önce Cuma Dergimizde yayımlanmış bir yazımızı okuma parçası lejandı altında okuyacaksınız.

 

Padişah Abdülaziz Hân'ın 5.hanımefendisi,8/Temmuz 1856 Hopa doğumlu Gevheri kadınefendidir. İzdivaçların! gerçekleştirdikleri târih 1872 olup, Esma Sultan ile Şehzade Seyfeddin Efendinin valideleridir. 6/Eylül/1884'de 28 yaşın­da olduğu halde ahiret yolculuğuna çıktı. Yenicâmi 5.Murad Türbesine defnolundu.

 

Sultan Abdülaziz Hân'ın kız çocuklarına gelince bunlar, sı­rasıyla 1862'de doğan Saliha, 25/Şubat/1866'doğum!u Ma­zime, 30/Kasım/1866 doğumlu Emine, 21/Mart/1873'de doğmuş bulunan Esma ve 1874'de Fatma, 24/Ağus-tos/1874'de doğmuş bulunan Emine ve babasının vefatından sonra 1877'de doğup aynı yıl vefat eden Münire Sultanha-nımlardır.

 

Bunlardan; Sâliha Sultanhanım, 1941'de Kahire'de 79 yaşında olduğu halde vefat etmiştir. İlk nişanlısı, Prens İbra­him Hilmi Paşa olmuş fakat Sultan 2.Abdülhamid tarafından nişan iptal ettirilmiştir. 20/nisan/1889'da Zülküfl Ahmed Paşa ile izdivaç ettirilen Saliha Sultanhanımın evliliği 53 sene imtidat etmiştir. Paşa 1941'den sonra vefat etmiştir.

 

Nâzime Sultanhanım, 25/Şubat/1866'da Dolmabahçe sa­rayında doğmuştu. 1947'de Beyrut'un Cünye kasabasında 80 yaşında olduğu halde vefat etmiştir. Dadssı Tâhir Mevlevi Olgun'nun annesidir. Şam'da, Sultan Selim Camiinde med-fundur. Bu sultanhanım Damad Ali Hâlid Paşa ile Yıldız Sara­yında 20/Nisan/1889'da evlendi. İzdivacı 58 yıl sürerek 1947'de vukubulan vefatıyla sonuçlanmıştır.

 

üçüncü Sultanhanım olan Esma Sultan 21/Mart/1873'de dünya'ya gelmişti. Esma Sultan: 20/Nisan/1899'da ablaları­nın düğünüyle birlikte yaptıran Sultan 2.Abdülhamid, Kaba sakal Çerkeş Mehmed Paşa ile evlendirdi. İzdivacının 10. yılı­nın 17. gününde eskilerin vâz-ı hami dedikleri doğum esna­sında şehîden vefat etti. Kabasakal Çerkeş Mehmed Paşa 2.Meşrutiyetin akabinde vukubulan 31/Mart hadisesi sonra­sında İttihatçılar tarafından idam edildi.

 

4. kız olan 24/Ağustos/l 874 doğumlu Emine Sul­tan, 12/Eylül/l 901'de Yıldız Sarayında Damad Mehmed Şe­rif Paşa ile izdivaç etti ve bu 18 sene, 4 ay, 17 gün süren bir evlilik dönemi geçirdi. Emine Sultanhanım, 46 yaşın içinde olduğu 29/Ocak/1920'de vefat ederek, 2. Mahmud Türbesi­ne defnolundu. Diğer üç kızı ise bir biyografi verecek kadar yaşayamadılar.

 

Sultan Abdülaziz'in erkek çocuklarına gelince 1 l/Ekim/1857'de dünya'ya gelen ve Yusuf İzzeddin adı veri­len şehzade, o sıralarda şehzadelerin çocuk sahibi olmaları memnu yâni yasak olduğundan, bu şehzade, babası Abdüla-ziz padişah oluncaya kadar Eyübsultan semtinde Kadri Bey adlı bir zâtın evinde büyütüldü. Bu ızdırab verici hâli bizzat yaşayan Sultan Aziz padişah olduğunda, şehzadelere çocuk sahibi olma yasağını kaldırma suretiyle bu gelenek ilga edil-oldu.  Enteresandırki, bu veliahtda pederi Sultan Aziz'in irtihali gibi meşkûk kalmış bir intiharmı? Cinayetmi? Sorusu­nu sorduracak tarzda hayatı noktalanmıştır. Veliahd Yusuf İz­zeddin Efendi'yi, İttihatçıların tertiplediği bir cinayetle öldü­rüldüğü, Tank Yılmaz Öztuna gibi ciddi bir târih araştırmacı-smca da iddia olması hayli düşündürücüdür. Çünkü bu zât, İttihatçıları hayli çatıyor, Mehmedçiğin 1. harbin cereyanı sı­rasında boş yere harcandığını müessir şekilde ortaya koy­maktaydı. Ne varki, yine veliahd'ın hayatı hakkında kanaat­lerini belirten hatırat sahipleri, bu zâtı akli bakımdan biraz te­reddide bulduklarını kapalı şekilde ifade ederler. 1/Şu-bat/1916'da 58 yaşında olduğu halde esrarengiz bir şekilde ölümü vukubuldu. Dedesi; Sultan 2. Mahmud'un türbesinde defnolundu.

 

Sultan Aziz'in 2.oğlu ise saltanatın ilgasından sonra sade­ce halife olarak hanedanı temsile vazifelendirilen ve 2. Ab-dülmecid dense yanlış olmayacak olan Abdülmecid Efen-di,29/Mayıs/1868'de Dolmabahçe Sarayında doğmuştur. Validesi Hayran-i Dil Kadınefendidir İslâmm zahiri hilafette sonuncusudur. Milli mücadeleyi bütün açıklığı ile beğenmiş ve desteklemiştir. Oğlunu Anadolu'ya geçmesi için yollamış­tır. 1908 Meşrutiyetinden sonra sokaklarda bir başına gezdi­ği, Beyoğlunda kitapçı dükkânlarından alış-verişi bizzat yap­tığı görülmüştür. Çok muazzam bir ressam idi. 23/Ağus-tos/1944'de Paris'de 76 yaşında olduğu halde kalp krizi neti­cesinde terk-i hayat eylemiştir. Borçlar yüzünden nâşi 30/Mart/1954'e kadar Paris'de bir klişede kalmıştır. Zikretti­ğimiz târihde Medine'de Harem-i Şerifde defnolunmuştur. Beş lisanı, Arabça, Farsça, Fransızca, İngilizce ve Almanca-yı bilirdi. Batı dünyası müzelerinde yapmış olduğu resimlere rastlamak kabildir. Hazindir ki, Halife Abdülmecid Efendinin İstanbul'u terke mecbur bırakıldığı gece h.1342 yılının Miraç kandilinin te'sit olunduğu yıldır. Bilindiği gibi, İki Cihan Ser-verİ Efendimiz o miraç gecesinde dostun yanına irtika eder­ken, 1342/1924'de hilafet yokluğa itilirken, halife ise yâd el­lere sürülüyordu. Hemen ilâve edelimki, şedid emirlere rağmen, halifeyi yola koyan devrin İstanbul Valisi ve Şehre-minî Ali Haydar (Yuluğ) merhumun ve devrin İstanbul Emni­yet Müdür Sadeddin Bey, sabırla meseleye yaklaşıp, şahs-ı mâneviyi asla kederdide edecek ahvâle giriftar etmemişler­dir.

 

 

Sultan Abdülaziz Hân'ın 5/Haziran/1872'de Dolmabahçe Sarayında Mehmed Şevket adı verilen bir şehzadesi daha dünya'ya geldi. 22/Ekim/1899'da vefat eden Şevket Efendi fevkalâde piyano çalan bir şehzadedir. Babası şehid edildi­ğinde 4 yaşında olan Mehmed Şevket Efendiyi 2.Abdü!ha-mid Hân çok sevmiş ve hep himaye etmiştir. Bu zâtın kabri hakkında malumat elde edememİşizdir.

 

Mehmed Seyfeddin Efendi ise 22/Eylül/1874'de dünya'ya gelmiş 3.oğul olup, 19/Ekim /]927'de Fransa'nın Nis şeh­rinde hayatının sonuna gelmiştir. Şam'daki Sultan Selim Ca­miinde defnolunmuştur. Seyfeddin Efendi mûsikî dünyasında besteleri ile pek ünlüydü. Güzel sanatların bir çok dalında üstad mesabesinde olduğu bilinmektedir. Türkiye'de bulunan en mükemmel org, bu zât tarafından Paris'ten satın alınıp getirilmiş, daha sonra da, 1924 senesinde Fransa İstanbul elçilik klisesince bu org satın alınmıştır. Seyfeddin Efendi 1924'de Çamlıca da Bağlarbaşında Necib Molla'dan satın alınan köşkünde İstanbul Boğazı şeklindeki büyük havuz'un hâla durduğu, İbrahim Hakkı Konyalı merhum tarafından bil­dirilmektedir.  

 

                                       

 

Abdülaziz Hân'ın Sadrıazamları

 

 

Osmanlı tahtına çıkan Sultan Abdülaziz, biraderi Sultan Mecid'in yadigârı olarak Emin Mehmed Paşayı makamı sa-daretde buldu ve Kıbrıslı bu paşayı 6/Ağustos/1861'e kadar birlikte çalışmaya ikna etti. 184.Osmanlı sadnazamı olan bu zâtın yerine Büyük Mustafa Reşid Paşa yetiştirmesi ve de tanzimatın üç rüknünden biri olarak kabul edilen 181. Os­manlı sadnazamı Mehmed Emin Âlî Paşa'yı yukarıdaki târih-de tâyin etti ve 22/Kasım /1861'e kadarda görevde istihdam etti. Âlî Paşanın bu sadareti 4.sadareti İdi ki bun dan önceki sadaretleri Sultan Mecid'e olmuş, Sultan Aziz ile ilk sadareti olmuştu. Âlî Paşa infisal ettiğinde, Keçecizâde Dr.Büyük Mehmed Fuad Paşa'nın ilk sadareti 22/Ka sım/1861'de baş­lamış oldu. Mevlevî dervişi olan bu zât, sadareti 5/Ocak/)863'e kadar elinde tutabildi ve l'sene, 1 ay, 13 gün sonra yerini Osmanlı sadnazamlarının 187.si olan Yusuf Kâmil Paşa bu târihde 4 ay, 27 gün sürecek sadaretine baş­ladı. l/Haziran/ 18 63'de infisal etti. Mührü hümayun yine Mehmed Fuad Paşaya verildi. 3 sene, 4 gün, süren sadareti başladı 5/Haziran/1866'da infisal etti.Bu sadaretiyle sadrı-azamhğı noktalanarak iki defa geldiği sadaret makamında toplam olarak 4 sene, 1 ay, 17 gün kalmıştır.

 

Fuad Paşadan sonra makam-ı sadaret, 185. sadrıazam olarak Mütercim Rüşdü Paşaya verildi bu zâtın 2. sadareti idi. 5/Haziran/1866'da 8 ay, 6 gün sürecek görevi başladı. Azil esnasında târih ise, 1 l/Şubat/1867 idi. Bu sefer mührü Mehmed Emin Âlî Paşaya verilerek, 4 sene, 6 ay, 24 gün sü­recek ve bu zâtın 5. Yâni son sadareti olan ve toplamı 8 sene 3 ay, 9 gün sürmüş sadaretlerinin sonuncusu oluyordu. Vefa­tıyla görevden ayrılmış oldu ve târih 7/EylüI/187Ti gösteriyordu. Bunun peşinden Mahmud Nedim Paşa ilk sadareti ne getirildi. 10 ay, 20 gün süren bu sadaret, 31/Tem~ muz/1872'de tamamlandı. 189. Osmanlı sadrıazamı olan Ahmed Şefik Midhat Paşa, 2 ay, 19 gün süren ilk sadareti vukubuldu. Ayrıldığında 19/Ekim/1872'ye gelinmiş ve yeri­ne Mütercim Mehmed Rüşdü Paşa getirilmişti. Bu sadaretin müddeti de 3 ay, 27 gün sürdü. 190. Osmanlı sadnazamı Ahmed Es'ad Paşa makama getirildi ancak, 1 ay, 28 gün,sü­ren sadaret 15/nisan/1873'de nihayetlendi. Şirvânizâde Mehmed Rüşdü Paşa 10 ay sürecek sadaretine başladı.. Gö­revi bıraktığında 191. sadnazam olarak görev yapmış târih ise, 15/Şubat/1874 olmuştu. Yerine, Eşekçi lakablı Hüseyin Avni Paşa getirilmişti. 1 sene, 2 ay, 9 gün süren sadaretini tamamladığında târih 26/Nisan/1875'i bulmuştu. Ahmed Esad Paşa yine sadarete getirilmiş ve bu sefer, 26/Ağus-tos/1875'de biten sadaret müddeti tam 4 ay sürmüştü ve iki defa geldiği makam da, toplam, 5 ay. 28 gün kalabilmiştir. Celâl Es'ad Arseven mahdumudur bu paşanın. Bundan son­ra Mahmud Nedim Paşa 2. sadaretine başladı ve bu defaki de pek uzun sürmeyip, 8 ay, 17 gün sürdü. Yerine gelen Mü­tercim Mehmed Rüşdü Paşa da 12/Mayıs/1876'da vazifeye başladı ve Abdülaziz Hân'ın mührünü teslim ettiği son sadn­azam oldu. Sultan Aziz, Medrese talebesi olayında, bu zâta mührü verirken, sizi halk istedi diye bu göreve getirdim, de­mişti ve bu zatın döneminde halli ve katli vukubulmuştur. Sultan Abdülaziz; on sadrıazarnla çalışmış onbeş seneyi ve onbeş defa mührü hümayunu alıp, vermiştir.

 

 

 

Abdülaziz Hân'ın Şeyhülislâmları

 

 

Abdülaziz Hân, tahta çıktığında makam-ı meşihat'de Ho-cazâde Mehmed Saadeddin Ef-ndi bulunuyordu. Yeni padi­şah bu zâtın görevine karışmadı ve 23/Kasım/1863'de bo­şalan makama Atıfzâde Ömer Hüsameddin Efendi tâyin olundu ve bu zâtın meşihati, 2 se ne, 8 ay, 16 gün sürdü, 9/Ağustos/1866'da noktalandı ve vazifeyi Hacı Mehmed Re­fik Efendiye tevcih buyurdular. Bu zât; 1 sene, 8 ay, 22 gün sonra 30/Nisan/1868'de Akşehir li Hasan Fehmi Efendiye devretti. Bu zâtın meşihati de, 3 sene, 4 ay, 17 gün devam etti-ğinde takvimler, 17/EylüI/1871'i gösterirken, Ahmed Muhtar Beyefendi'ye makam-ı meşihat verildi, bu zât, 1. Ab-dülhamid Hân'ın kızının torunu idi ve 1 sene, 1 ay, 19 gün vazife yaptıktan sonra 151. Osmanlı şeyhülislâmı Turşucuzâ-de Hacı Ahmed Muhtar Efendiye 6/Kasım/1872'de devretti. Turşucuzâde, 1 sene, 7 ay, 5 gün süren meşihatden sonra 1 l/haziran/1874 târihinde Hünkâr imamı (Müfsid İmam), Hafız Hasan Hayrullah Efendiye devrettiysede, bunun meşi­hati sadece 1 ay, 8 gün sürebilmişti.. 149. şeyhülislâm Akse-hirli Hasan Fehmi Efendi 2. meşihatine getirildi. Vazifede 1 sene, 9 ay, 23 gün kalarak iki meşihatinin toplamı, 5 sene, 2 ay, 10 gün şeyhülislâmlık yaptı ve görevi, 11/ Ma-yis/1876'da yine Hasan Hayrullah (Şerrullah) Efendiye dev­retti. Bu şeyhülislâm, Sultan Aziz'in tâyinini yaptığı son şey­hülislâm oldu. Böylece Sultan Aziz, hüküm sürdüğü dönem olan onbeş senede dokuz şeyhülislâmla çalışmıştı. Bunlar­dan, Hasan Fehmi ve Hasan Hayrullah Efendiler ikşer defa meşihate geldiklerinden, aslında onbir defa şeyh-ülislâm tâ­yini yapılmıştır.

 

 

 

Abdüllaziz Hân'ın Muasırları

 

 

Abdülaziz Hân'nın yaşadığı devri, dünya üzerinde ehem­miyeti müşahede olunan manzara, devletler arası rekabetin, sadece yaşamak için değil, milletini en yüce mertebeye çı­kar tacak her türlü sebebe başvurma yolunu aradıklarıdır. Bu sebebleri bulmak vede bunları kullanabilme hususunda, şe­rik temini hükümdarların ve onların danışmanları İle dip­lomatların ve kanaat önderlerinin isabetine bağlıdır. İşte o dönemi yaşayıpda adlarını târih sayfalarına aktarabilen' bazı zevat.

 

Almanya'da İmparator, Prusya'da Kral olarak Fredrik Gif-yom, İngiltere de ise Kraliçe Viktorya, Avusturya'da İmpara­tor Fransuva Jozef ki, aynı zamanda Macaristan Kralı idi. İtalya'da ise Kral Titri ile Viktor Emannuel vardı. Papalık da ise; 9. Piu. Rusya'da Çar 2. Aleksandr. Fransada da, İmpara­tor 3. Napolyon, Reisicumhur Mösyö Tyers ve Reisicumhur Mareşal Makmahon bulunmuşlardı. Yunanistan'daysa, Kral Oton ve 1. Jorj bulunmuştu. Şark âleminde ise İran'da, Şah Nasreddin bulunuyor idi.

 

Bu padişah döneminin ülke içindeki meşhur zevatdan ba­zılarının adlarını kaydetmeden geçmeyelim: Büyük Mustafa Reşid Paşa, Âlî, Fuad, Midhat, Şirvani Rüşdü, Mütercim Rüşdü, Süleyman Hüsnü, Ömer, Abdülkerim Nâdir, Ahmed Cevdet, Yusuf Kâmil, Akif, Namık Paşalar ile Şinasi ve Na­mık Kemâl Beyler ile Ziya Paşa; ilk akla gelenlerdir.

 

 

 

Hâin İhanetle Geberir

 

 

Sultan 2. Mahmud'un vefatıyla Osmanlı tahtına Abdülme-cid Hân çıktığında sadaretde Hüsrev Paşanın yaşlı ellerine geçince, bu ihtiyar paşa ile arası haylice açık olan Kapdan-ı derya Ahmed Fevzi Paşa, bu sadnazamın hayatına kastede­ceği korkusuyla, hem kendini hemde bir lokmacık kalmış Osmanlı donanmasını götürüp, devlete asî olan Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya teslim etmişti. Mısır'da ise, Hüsrev Paşanın 2. Mahmud'u öldürttüğünü, Abdülmecid'i tahta çıkardığını yayarken, genç padişahında, buna mükafat olarak Hüsrev Paşayı sadarete getirdiğini yaymıştı. Mısır'da bu dedikoduya inanmayanlar ile bunu yaymaya çalışan Ah­med Paşa taraftarları arasında çatışmalar bile çıkmıştı. Kap-tanıderya Ahmed Fevzi Paşa, yeni bir lakap kazanmış, artık adı Hâin Ahmed Paşa olmuştu.

 

Bu arada da Abdülmecid Hân, babasının tarzını bırakmış Mısır meselesinin çözümünü sulh ve sükunet İle çözmeye yö­nelmişti. Çünkü Nizip mağlubiyetinin üzerine, hain Ahmed'in donanmayı kaçırması ve o günlerdeki baş düşmana teslim etmesi böyle bir kararın alınmasına yeterde artardı bile. Bu hâin hakkında, çalışmamızın deniz hare-kâtları hakkında en birinci kaynağımız olan, merhum Afif Büyüktuğrul Amiral, eserinin 2. cildinin 389. sahifesinde bu kapdan-ı derya hak­kında şu malumatı veriyor eserine koyduğu dip notta: "Der­ya kaptanının gerçek adı Ahrrfet Feuzi'dir. Kendisi de Girit'li-dir. İstanbul'a geldikten sonra kayıkçılıkla işe başlamış bir kısım Giritlilere hulul ederek dalkavuklukla askerlik mesle­ğine girmiş ve hassa müşirliğine kadar yükselmişti. Derya kaptanlığına Sultan Mahmud'un son günleri olan ("Sultan Mahmud'un vefatına daha iki sene var! m.h), 10/Ka-sım/1836'da atanmıştı. Mehmed Ali ayaklanmasında donanmasıyta Akdeniz'e çıktığı sırada 3/Temmuz/1839 günü Sultan Mahmud' un öldüğünü haber almış ue yeni sadrıaza-mtn kendisine karşı husumetini biidiği için, donanmayı için­deki askeriyle birlikte Mısır'a gidip Mehmed Ali'ye teslim ol­muştu. Sultan Meclt'in tahta çıkmasıyla beraber Osmanlt-Mı-sır sorununun alevlenmesinde bu olayın etkisi büyük ol­muştur. Bu hâin kişi sonunda Mısır'da cariyeleri tarafından zehirlenerek öldürülmüştür." Demektedir. Böylece donan­masının uğradığı bu ihanetle deryalarda ne yapabilirdi dev-let-i âliye? İşte kara ordusunun niçin en mühim unsur olduğu burada kendini belli ettiği görülür. Çünkü, saldıramazsan sa-vunma-yı kara kuvvetleri ile yaparsın. Muhterem okurum; donanmanın en mühim unsuru denizlerde hâkimiyeti sağla­ması ve ülkenin ticaret gemilerinin, gerek başka devlet, ge-reksede korsan gemilerine salmış olduğu korkuyla emniyet içinde seyirlerini yapabilmesini temindir. Biz de ise umumi­yetle donanmamız, yükselme dönemlerinde saldırı vasıtası olmak üzere,tereddi devrimizde de, savunma mekanizması olarak kullanıldığından, üretime yarayan bir unsur olmamış­tır. Bunu temin için elzem olan, donanmayı her yönüyle bü­yütmek, her yönüyle güçlendirmek üretim aracı haline getir­mek için hiç tehire düşmeden yapmak, bunun için para har­camak olmalıydı. Fakat devlet adamları bunu idrak ediyor-larsada, şu sözleri işi berbad ediyordu: "Paramızmı var ki,do­nanma yapalım?"

 

1839'da söylenen bu sözler bir takım karanlık zihniyeti! in­sanların saplanıp kaldığı bahanelerdi. Nitekim daha sonra Sultan Aziz padişah olduğunda donanmaya gecesini gündü­züne katarak dünya üçüncüsü yapmaya uğraşırken kulağına duyurulan, israf sözcüğü idi. Vatan müdafaasının en mühim unsuru donanma imârı, israf kelimesiyle tavsif olunursa, o ülkenin düşman karşısında müdafaasını temin edermi,  israf sözü? Ancak bu karanlık adamlar her zaman vardır. O gün­lerde var olanların devamını biz  1970'lerin sonrasında da qördük, bir görüş çıkmış, ağır sanayii, harp sanayii, uçak sa­nayii, fabrikalar yapan fabrika, kaliteli eleman yetiştiren mektepler, savaş levazımatı diye ufuklar açarken, ithalatçıla­rın ve montajcıların tâbir-i diğerle makarnacılar ve gazozcu­ların cevabı olmayıp, bu teklifleri karanlık oda yaklaşımları ile makaraya sardırıp, gayeyi mizaha çevirmeleri şeklinde ol­muş, söylenene bakacaklarına söyleyenin inancıyla, edasıy­la, sadasıyla uğraşma yolunu seçtiler. Halbuki; 1974'de Kıb­rıs barış harekâtı esnasında elde edilen başarı,  1963 Kıbrıs olaylarından sonra askeri tersanelerimizde ürettiğimiz çıkart­ma gemilerimizin oynadığı rol ne kadar büyük ve mühim ol­du. Halbuki 1963'derı evvel çıkarma ge mimiz olmayıp, şa­hinliği meşkuk olan, Mersin limanından bir gemiye vinçle yüklenmeye çalışılan bir tankın vinçten düşmesi sonunda denize düşmesi bu çıkarma gemilerini yapmanın kararının alındığını sağlamıştır. Amma ne olmuş,  1970'lerin başında Milli Görüş anlayışı ile ortaya çıkanlar, bu sloganlarını mille­tin varması gereken hedefler olarak siyasi rakiplerine, hatta şahsi düşmanlarına bile kabul ettirmişler ve 1980 sonrasında askeri yönetim dahi bu istikamette yürümüş ve daha sonra F-16 uçakları da imal edilmeye başlanmıştır. 1950'den evvel toplu iğne yapamayan ülkemiz 1980 sonrasında uçağın ima­lini gerçekleştirmiştir. Tabiiki uçak sanayiine önem veren Mehmed Nuri Demirağ'ı kurduğu fabrikayla yaptığı uçaklar, kurduğu mekteplerde yetiştirdiği sivil pilotlarla millete verdi­ği hizmeti minnetle yâd ederken ve bunları 1930'lu yıllarda gerçekleştirmeyi de ayrıca takdir gerekir. Öte yandan, milli görüş zihniyetinin mimarı Prof.Dr. Necmeddin Erbakan'ın Kıbrıs savaşı sırasında uçuşa çıkarılamayan bir kaç uçağın neden uçmadığını sorması ve elektronik arıza var   cevabı aldiğında, târnir ediniz emri verdiğini buna yine cevab olarak, elektronik bölümleri tamire selahiyetimiz yok, ABD'den tek­nisyen geiip tamir ediyor diye kendisine verilen cevaba, Er-bakan, ben size bu selahiyeti veriyorum, tamir ediniz der. Elektronik teknisyeni bir başçavuş mühürlü kutuyu açıyor, arszaya bakıyor ki gördüğü sadece altmışbeş kuruşluk bir pi­lin tükenmiş olduğudur. Pil değiştirilir ve anza giderilir. Uçak havalanır Kıbrıs üzerine; zulme son, adalete kapı açmak   için üstüne düşeni yapmak üzere. O güne kadar böyle pil arızala­rı üzerine uçamayan tayyarelerimizi uçurtmak için, ABD'ye ne haraçlar ödemişiz demekki. Bütün bunları 1975'de Baye-zid'de Beyaz Saray'daki yayınevimi ziyaret etmiş bulunan adını unuttuğum o teknisyen emekli başçavuş anlatmıştı. Bu bakımdan Prof. Erbakan'ı gösterdiği fleksibite bakımından tebrik ve takdir, târih yazmaya gayret eden bir insan olarak, üzerime terettüp eden bir vazifedir.

 

Öte yandan donanması zayıf olan ülkemizin kontrolü altın­da bulunan boğazlar dünya siyaset arenasında daha da önem kazanıyordu.Bu önem kazanma ise, devlet-i âliyenin lehine olmuyordu tabiiki. Bu bakımdan dünya devletlerinin boğazlar üzerindeki taleplerini zayıflayan donanmamız ço­ğaltmaya sebeb teşkil ediyordu. Bu bakımdan Cumhuriyet donanmasının da mutlaka pek kuvvetli olarak teşekkül etti­rilmesi bu talepleri belki de ta- mamen ortadan kaldırmaya yetecektir. Türk Târih Encümeninin bültenlerinden bir ta­nesinde Prof. Hikmet Buyurun imzası ve "Boğazlar Sorunu­nun Bir Evresi" başlığı altında    çıkan bir yazıda ki bu yazı Rus gizli belgelerine dayanıyordu. Balkan savaşında Osmanlı devleti boğazları kapayınca Rus ticareti  11,5 milyon altun zarara uğramıştı. Bu zarar da Çarlık Rusya'sını, artık kişisel olarak boğazları almak kararına götürmüştü. Boğazların ka­panması Rusya'y1 yıllık olarak  11  milyon ton gemi geçtiği jçin zarara uğratmıştı. Bu gün (1981 yılı) boğazlardan yıllık olarak 250 milyon ton Rus ticaret gemisi geçmekte olduğu qöz önünde tutulursa, boğazlar sorununun ne kadar değer kazandığı hemen anlaşılır. "Şeklinde söz edilen mezkûr yazı aünümüze mühim bir misal olarak Amiral Büyüktuğrul'un değerli eserinin 2. cildinin 297. sahifesinden alınılanarak dik­katinize sunulmuştur. Boğazların ehemmiyetini eski reisi­cumhurlardan Fahri Sabit Korutürk amiralin şu görüşü ayrı­ca ortaya koyması bakımından ehemmiyet arzettiğinden bu noktai nazarı özetlemeğe çalışalım: "Boğazlar bölgesinin aşağı yukarı birbirine dikey iki aksamı (mihveri) vardır. Ana­dolu'yu Rumeli'ye bağlayan mihverine boğazlar bölgesinin kara aksamı Karadeniz'i Ege yoluyla Akdeniz'e bağlayan ak­samına da boğazlar bölgesinin deniz aksamı denebilir. Bun­lardan kara aksamını teşkil eden husus Türkiye'nin iç mese­lesidir. Sonunda devletin toprak bütünlüğünü teşkil eder. De­niz aksamı yâni Karadeniz'i Akdenize bağlayan aksam dün­yayı alakadar eden bir meseledir.

 

 

 

Büyük Devletlerin Deniz Staratejileri

 

 

Deniz gücü denince ilk akla gelen isim ingiltere olmakta­dır. Bir ada devleti olan İngiltere can suyunu, tuziu suyun üzerinde yüzdürdüğü gemilerin sayesinde temin etmiş ve bu teminde, İngiliz denizcilerinin gerek askeri amaçlı, gerekse ticari tercihli her denizcisinin üstüne düşeni yaptığını söyler her ingiliz vatansever. Kendirife en yakın donanma gücüne sahip rakibine faik olabilmek için daima onun iki misli gü­cünde filolara sahip olma tercihini yapmış ve bundan hiç ta­viz vermemiştir. İngilizler, bu anlayış içinde dâima üç filo bu­lundurmak ve bunları; Anavatan filosu, Akdeniz ve Uzakdo­ğu filoları adı ile tânzim yoluna gitmiştir. Bu arada şunu belir­telim ki, büyük devletlerin ve prensip sahibi ülkelerin idareciieri, yaşamak için kontrol mekanizması şarttır hükm-ü kaziy-yesine sahip çıkarak, muhtemel bütün rakipleri kendi içlerin­de düzensizliğe itebilmek için, çeşitli entelejans varyasyonlar plânlarlar. Sultan Aziz'in, İngiltere'ye yaptığı ziyaret esna­sında, İngiliz istihbarat birimleri bu dev yapılı padişahın bir gemi mühendisinden daha fazla denizciliğe düşkün, bir gemi miçosundan mürettebata en çok ne gerekir hususunda ma­lumata sahip olduğu şeklinde bilgilenmelerini göz önüne ala­rak, hemen padişaha deniz subay okulunda öğretmenlik ya­pabilecek bir İngiliz yüzbaşıyı maiyetine hediye ederek, ko­zasını örmeye başladığını Kurmay Albay ve Tarihçi Bursalı Mehmed Nihad Bey Larcher'den tercüme ettiği; "Cihan Har­binde Türk Harbi" adlı esere 2. cildinde şöyle bir kanaat ek­ler: "..Esasen 1827 yılında sulh. ve sükûn içinde Nauarin Li­manında yatmakta olan Osmanlı donanmasını yakmış ve Osmanlı deniz kuvvetlerini kültürden yoksun bırakmıştı. 1853 yılında da, Kırım Savaşı arefesinde müttefiki Osmanlı devletinin bir filosunu yaktırmak için Çarlık Rusyasını tah­rik etmişti..." dedikten sonra yukarıda bahsettiğimiz maiyete verilen Yüzbaşı hadisesini bu yüzbaşıyı danışman olarak kul­lanacak olanları şaşırtması, donanmamızın inşaasıni müm­kün mertebe geciktirecek, hem de yaptırılmasını önleyeme­diklerini, hiç değilse İngiliz gemi sanaayicilerinin tezgâhlarına sokmaya gayret göstermesi esas vazifesidir mealinde görüş serdetmektedir.

 

Denizcilik hususundaki mütalaamızın en mühim kaynağı­mız olan merhum Afif Büyüktuğrul'un denizcilik târihinin 3. cildinin 1. sahifesinde yukarıdaki görüşü adeta te'yid etmek üzere sayfanın altına koyduğu 9.nolu dipnotunda aynen alı­yoruz, şunlar yazılıdır: ".Hâkim Amiral Sayın Fahri Çöker bu kişinin anılarını (milliyet gazetesi yayını) dilimize çevirerek onu, İkinci meşrutiyet tarih yazarı Ali Haydar Emir Alpaaut'un etkisinde kalarak uzun uzun övmüştür. <Osmanlı do-nanmasında torpito silahı ve torpito-bot eğitimini büyük bir başarı ile yaptı..> diye. Halbuki Wood, kendi devletinin (irı-gilterenin) zırhlılara önem vermesine rağmen Osmanlı zırhlı­larının Halic'e çürüklüğe götürülmesinde etkili olmuştu. Ni­tekim 2.Meşrutiyette Çarlık Rusya'sı <Neden İngiliz eğilim kurulunu Türkiye'ye gönderdiniz?> diye İngiliz hükümetine resmî protestoda bulunduğu zaman İngiltere Dışişleri bakan­lığı: <Biz bu kurulu vermezsek Türk ter Almanlardan eğilin} kurulu alacaklar ve donanmalarını güçlendireceklerdi. Biz ise, Türkleri yetiştirmek değil oyalamaktayız> gibi bir resmi yanıt vermişlerdi." demek suretiyle ve bu bilgiyi İngiliz dış iş­leri bakanlığı gizli belgelerine atfen vermesi, bizim yukarıdaki ifademizde İngilizlerin, casusluk faaliyetlerinde ne kadar uzak dönemleri göz önünde tuttuğunu teyit ettiği görülüyor.

 

 

 

Henry Feliks Wood

 

 

İngiliz-Fransız rekabetinin tabii denizlerde nice asırlar de­vam ettiği ve edeceği herkesçe bilinen ve takdir edilen husu-sattandır. Bizim sinemalarımızda, en az elli yıl bu iki ülke de­nizcilerinin Uzakdoğu, Amerika ve Hindistan ticaret yollarına hâkim olabilme savaşlarını, fevkalade bir buluş olan sinema yoluyla bizde dahil dünyaya yayan zihniyet bu hususda geri kalmış ülkelerin insanlarını bir aşağılık kompleksini duçar et­miş ve biz adam olmayız nakaratını diline pelesenk ettirmiş­tir. Bir tahayyülat olan romanların târihle birleştirilmesi ve bunun gerek yazılı gerekese yukarıda söylediğimiz gibi film­ler yoluyla insanlara seyrettirilmesi ibret alabilen kişilerinde gözünü açtığını söylemeden geçemeyeceğim. Bu bakımdan; İngiltere ile Fransa rekabetinde takip edilecek sahne hangisi­nin önce yaptığı, mukabilinde diğerinin ne yaptığıdır.

 

İngiliz donanması gücünü zırhlılara istinat ettirirken, Fran­sız amiral Aubrey, "niçin İngiliz donanmasını taklid edelim, bunlara yâni zırhlılara çok para harcayacağımıza, oraya har­cananın yarısı kadar harcar çok sayıda torpidobot yapıp bu torpidobotları İngiliz zırhlılarının başına üşüştürüp, onları ba­tırırız. Demekteydi. Me varki İngilizler Faskioda W kası yü­zünden İngiliz-Fransız donanmaları savaşmak için karşı kar­şıya geldiklerinde durum anlaşılmış, Aubrey'in hesabı yanlış çıkmış olduğuna şahid olundu. Fransa,yeni mektep teorisini terk ile rakibinin silahının fevkinde silahla silahlanınız hadisi şerifi onlara söyienmiş gibi daha iyi zırhlı gemiler yapma yo­luna gitti.

 

Ara başlık yaparak ismini koyduğumuz mister Wood, Sul­tan Aziz ile beraber İstanbul'a döndü ve İngiliz b.elçiliğinin yatına komutanlık göreviyle devletince tâyin olunmuştu.

 

Tabii ki, mensubu olduğu İngiliz devletinin bahriye nazırlı­ğından, görevine uygun talimatın verildiğini asla unutmaya­lım. Wood; donanma ile meşguliyeti hayli olan Sultan Aziz ile Kaptanıderya'nın mutlaka aklını çelebilecek şekilde oniara yakınlaşmayı temine muvaffak olmalıydı. Bu talimatı en kısa zamanda kuvveden fiile çıkaran Feliks Wood, bir müşavir gi­bi kabul edildiğini görünce, esnek ileri sürüşlerle işleri yavaş­latıcı, çarpıtıcı, karşılıklı fikir sahiplerini biribirine düşürücü savlar ileri sürerek kendini göstermeye muvaffak oldu. Bah­riye nezaretinin teşkilinde,fenerler idaresinin yönetimine, boğazdaki kurtarma faaliyetleri kuruluşuna olumlu katkılar yaparak kıymetini yükseltmeyi bildi. Sultan Aziz'e yardımcı olurken, bu padişahın dünyanın'1 önemli gücü sayılan donan­masın: kurarken haylide fikir verip, İngiliz gemi tezgâhlarını Osmanlı siparişleriyle dolduruyordu. Abdülaziz'den sonra 2.Abdüihamid'e danışman olan Wood, bu padişahın inanıl­mayacak kadar takdirine mazhar oldu. Ancak biraz düşünen bir kafa Abdülhamid'in bu takdir ve iltifatları onun anlattıkla­rına olan mükafaat değil, majestelerinin hükümetinin dünya üzerindeki te'sirini pek iyi tesbit etmiş olmasındandı. Wood,günü geldi Ab- dülhamid'i temsil etmek üzere tahtta meydana gelen değişiklik üzerine yapılan taç giyme törenine gitmesi bile gerçekleşti. Bu denizci donanmamıza ülkemizde bulunduğu 42 yıl boyunca danışmanlık yaptı. Donanma Ha-liç'de çürüdü, Wood, donanmayı çıkarın çürümesin dedi de, bizimkilerini çıkarmadılar?

 

Henry Feliks Wood'un öncesinde biz de bir Amiral Hobart vardı. Tuna donanmamıza da kumanda etmişti. Bu zat İki yıl hizmet verdiğinde ingilizlerce geri çağrıldı. Amiral Hobart bu emre itaat etmediğinden İngilizlerce Aforoz edildi. Yine İstan­bul'a gönderilen Amiral Meker, İstanbul'daki tetkiklerini bitir­miş İngiliz bahriye nazırlığına raporunu verirken, NVood'un danışman olduğunu bilmesine rağmen şunları yazmıştı: ".Ne Osmanlı subay okulundan ne de Osmanlı donanmasından söz edilebilir..> Bu da şunu gösteriyorki; tâlimat-ı hafi olma­dıkça insanlar mesleğinin gereğini yapıyor, kulakları bükü­lenler vazifelerini bükülüş istikametinde yerine getiriyorlar. Bu bahse İngilizlerin şu üç düstûrunu aşağıya alarak son ve­relim ve Amerika'nın deniz siyasetine ve stratejisine atf-u nazar edelim. a-Fikir Birliği

 

b-Filo ve gemi komutanlarına inanç

 

c-Efkâr-ı umumiyenin deni^ meselelerine yakınlaştırılması Bunun ilk ikisi, bir eğitim ve o millet insanının motive ol­duğu değerlerin İçinde olduğundan ve biz de gayr-i müslim ve ingiliz vatandaşı olmadığımızdan bizim uzun uzun kalem oynatmamıza iüzum yoktur. Ancak; üçüncü şık yâni c'şıkkı o kadar mühimdir ki, hâni müslümanların birbirinden dua iste­meleri, birbirlerine dua etmeleri hâli vardırya, işte bu ifade yâni, efkâr-ı umumiyenin deniz meselelerine yaklaştmîmasi düstûru o ülke ferdinin her birinin bu hususda bilgi ve deniz meselesinin aile içi mesele gibi ciddiyetle mütalaası şartım getirmektedir. Hele biz, bugün biîe üç tarafı denizle çevrilmiş ülkemizde bu düstûrdan mahrumsak; millet evlâdını motive eden işaretlerde bu mevzuun bulunmamasının neticesine bağlamak kabildir.

 

 

 

Abd Deniz Stratejisi

 

 

Amerika denizciliğini bir efsanevi olaya dolaysıyla sembo­lizme irtibatlandırmıştır. Kuzey-Güney savaşı esnasında Ku­zeylilerin donanmasına komuta eden John Paul John, ki bu amiralin, türbe şeklindeki mezarını, ABD'nin İndianapolis'te-ki Deniz Subay Okulunun bahçesine yapmışlardır. Böylece adı geçen savaşın galibi olan Amiral John, ABD'li denizcile­rin motivasyonunda istifade edilen bir kahramandır. Bu ami­ral tutuştuğu deniz savaşında mağlubiyete duçar olacak ker­teye geldiğinde, rakibi güneyli kumandan'dan işaret alır, biz de Amerikalıyız, siz de boşuna kardeş kanı dökülmesin tes­lim olun denmektedir bu işaret mesajında. Ne varki John Pa­ul John cevabî işaret mesajında biz sava şa yeni başladık der ve devam eder. Sonunda zafer kuzeylilerin ağuşuna indiğin­de, Amiral John, İngilizlerin Güneylilere yardım eden gemile­rini de bu arada yakalar. Düşmanın rakibe yardımını önleyen Kaptan John, böylece ABD'nin denizcilerinin banisi olur. Da­ha sonraları da ABD'de başkanı olan Monroe Splandit izoias-yon politikası yâni, Amerika, Amerikalılarındır! Anlayışını hâkim kıîan politikayı tatbik ettiğinden, Amerika deniz kuv­vetleriyle birlikte deniz ticaret filosu da gelişmez. Bu hâl İngi­lizlere çok yaramıştır belkide Splandit, bu politikayı kasden uygulamışda olabilir, çünkü karanlık odalar o devirlerde de organizasyon gücünü devam ettiriyordu. Çünkü; Amerika, avrupaya sattığı silahlarla büyük para kazanırken, İngiliz ge­mileri de bunların navlunuyla ülkelerinin zenginleşmesine yardımcı oluyorlardı.

 

Amerikan stratejisinde şu üç nokta pek önemlidir:

 

a-însan unsuruna büyük değer vermek.

 

b-Karargâhlarda fazla insan kullanmak

 

c-Deniz savaşlarında pilotlardan ekonomi sağlamak için uçak bombardımanlarına, pilot kurtaracak, denizaltı harekâ­tını öne almak, (bu husus 2.dünya harbi esnasında gelişen tesbittir.m.h)

 

 

 

Alman Deniz Stratejisi

 

 

Prens Bismark 1870'de vukubulan Prusya-Fransa harbi sonrasında küçük küçük prenslikler hâlinde yaşayanları bir­leştirmiş ve bir imparatorluk hâline getirmişti. Avrupanin di­ğer devletleri dünyanın bir çok bölgesinde koloniler kurmuş­lar, oraya azab, kendileri ne refah getirmişlerdi. Bismark kendisine lâzım olacak koloniyi Uzakdoğu'da Çinlilerle sava­şarak temin etmişti. Öte yandan 20 sene sonra Amerikalı amiral Mahon: "Artık Amerikalılar, denizlerde İngilizlerin ye­rini almalıdır" demiş ve bu hususda bir kitap yazmıştı. Hal­buki Mahon'dan önce Almanlar, "Biz de bu üstün kan var­ken, denizlere biz hükmederiz" derlerken, İngilizlerde, Dünya adasın! çevreleyen denizlere hükmettikçe, dünya adasına da biz hükmederiz diye afra tafna yapmışlardı. Mahon'un kitabı­nın çık tığını duyan Almanya imparatoru kitabı derhal tercü­me ettirip, topladığı bütün generalleri ve amirallerini Ki] üssü adı verilen yazlık sarayında imtihana çekmişti. Bir çok mü­zakere sonrasında 2.Wilhelm'e verilen cevaplarda şu hâkim­di. Mahon kitabını çok kıyıya sahip ülkeler için yazmış. Bizim Alman deniz kıyıları azdır. Biz bu kıyılan küçük de olsa donanmamızla savunabiliriz! Dediler. 2.Wilhelm. son sorusunu deniz harekât dairesindeki deniz albayına sordu:

 

-Sen söyle bakalım sakallı albay, (Bu albayın beline kadar uzanan bir sakalı vardı. Bu albay diğer cevaplara uymayan bir cevap vermişti.

 

-İmparator hazretleri, hem dünya imparatorluğu kurmak istiyorsunuz hem de ufacık kıyı savunmasına kapılıp donan­ma yapmak istemiyorsunuz. Deniz kuvveti olmadan dünya imparatorluğu kurulamaz, donanma ise sadece savunma hizmeti yapacak bir kuvvet değil Almanya'nın her şeyini'bil­hassa ekonomisini ve kültürünü deniz aşın bölgelere taşı ya-cak bir varlıktır. İmparator:

 

-Peki İngiliz donanmasını batıracak bir donanma yapabilecekmisin? Sakallı Albay:

 

-Bu kabil değildir imparatorum. Ancak öyle bir donanma yapabilirsiniz ki, İngiltere bu donanmayı batırsa bile kendi deniz hegemonyasının zedeleneceğini düşünür ve de bize sa­vaş açamaz! Bundan dolayı Almanlar vücuda getirdikleri ilk donanmalarına Riske donanması adını verdiler. Bu sakallı albay ise, ilerinin meşhur amirali Von Tirpitz'den başkası de­ğildi. Ayrıca Alman sanayiininde kurucusu olmuştu. Fakat enterasan olan şuy- duki, imparator yazlık sarayındaki top­lantıyı noktalarken generallerine ve amirallerine şu beyanda bulunur. Hepiniz vazifelerinize avdet ediniz. Bundan sonra Bahriye nâzın ben olacağım ve şu sakallı albay'da benim müsteşarım olacaktır, demek suretiyle denize verilmesi gere­ken önemi hemen anlamıştı. Tuhaftırki bizim Sultan Aziz'İn denizcilik ve gemiler hususundaki İhtisası bir hobi, bir merak olarak telakki edilirde, Alman imparatorunun, Bahriye nazır­lığı âlay-ı vâla ile karşılanır.

 

 

 

Fransız Deniz Stratejisi

 

 

Fransızlar Korsanların revaçta olduğu sıralarda denizlerle fazla ilgilenmeyip, İtalyan ve Türk denizciliğine muhtaç ol­muşlardır. İngiltere Kraliçesinin, İspanya denizcilerine karşı bizim meşhur Kılıç Ali Paşay'a Mufassal Osmanlı Târihi adlı eserde birlikte çalışmayı teklif ettiği yazılıdır. Kara Harb Oku­lu tarihçisi olup ismi tarafımızca bilinmeyen öğretmen al­bay'da Amerika kıtasının Türkler tarafından keşfettiğini ispa­ta çalışmaya gayret gösterirken, Em.deniz Albay'ı Saim Bes­belli bey'de bu hususda ulus gazetesinde bilgi lendirme ya­yımlamıştır. 1490'h yılların sonuna doğru Osmanlı donanma­sı mensupları nın veya müslüman denizcilerin gösterdikleri liyakat, bu teklifleri almayı hak ettiklerini gösterir gerek ma­jestelerinden gerekse de Fransa'nın deniz sevmiyen dönem idarecilerinden. Şunu da hemen ilâve edelimki, Amerika kâ­şifi unvanlı Kristof Kolomb, uzun zaman seferde olmanın mürettebatta meydana getirdiği gerginliği ve hayatına kast edebilecek bir hareketi, adamlarına, ben bu haritayı müslümanlardan aldım, onlar adam kandırmaz ve yalan söylemez­ler demek suretiyle hitapta bulunmuş mürettebat bunun üze­rine, müslümanların Kolomb'un söylediği faziletlerle müceh­hez olduklarını bilmiş olmalarından dolayı, sakinleştikleri bi­linmektedir.

 

Fransız denizciliği, kendisine takip edeceği rakip olarak Ada'dakileri yâni İngilizleri sekerek denizciliğini inkişafa gay­ret göstermiştir. En büyük başarıları Cezayir'i ele geçirmeleri olmuştur. İngilizler karşısında iki mühim mağlubiyet onların tarihinde bir kaya parçası gibi sırıtır, biri Ebubekir diğer Tra-falgar savaşlarıdır. Daha sonraları, İngilizlerin meşhur teklifi geldi:  "Fransa İngilizlerin Akdeniz'deki çıkarlarını korusun,

 

İng iller ede Fransa'nın Atlantik'teki menfaatlerini muhafaza etsin "Bu teklife Fransa hemen sarıldı.

 

Sultan Aziz'in donanması diye anılan bölümü bu padişahın şehadeti neticesinde Osmanlı tahtına çıkan 5. Mehmed Mu-rad'm 90 günlük padişahlığını anlattıktan sonra sayfalarımızı süsleyeceğimizi bildirerek Sultan Aziz dönemini, şu iki hatıra ile hitama erdirelim: Birincisi; Sultan Abdülaziz Âlî ve Fuad Paşalar ile çalışmıştı. Bu iki sadrıazamı da kendi dönemi içinde çeşitli makam ve vazifelerle pişiren Büyük Mustafa Reşid yetiştirmiş idi. Bu bakımdan gerek Âlî gerekse Dr.Meh-med Fuad Paşa, Reşid Paşayı rahmete kanştıktan sonra ne­rede olurlarsa "Efendimiz" diye anarlarmış. Günlerden bir gün her iki paşada huzur-u padişahî'de devlet işi görüşür ba­zı tedbirler ittihaz ederlerken, padişahın katkılarına zaman zaman Efendimiz öyle yapardı demek suretiyle beyanda bu­lunurlar. Bunun üzerine padişah:

 

-Yahu Paşalar! Siz ikide birde Efendimiz de öyle yapardı diyorsunuz fakat ben biraderi mi kast ediyorsunuz diye pek ehemmiyet vermedim, konuşmanın gidişatından biraderi de kast etmediğinizi anladım. Pekiii! Sizin benden başka Efendi-nizmi var? Diye sual etmesi üzerine, her iki vezir, birbirlerine bakarlar acı bir tebessüm edip, sözü Fuad Paşa alarak:

 

-Efendimiz ömrünüz ve saltanatınız uzun olsun, bizim siz­den başka bir efendimiz merhum Büyük Mustafa Reşid Paşa­dır, bizi yetiştirdi, bize yolu yorumu öğretti. Her ikimizde ona medyunu şükranız. Bu bakımdan onu böyle dâima efendimiz diye anarız dediğinde, padişah ne menfi ne müsbet bir müta­laa serd etmemişti.

 

Sultan Aziz, padişah olduğunda, şehzadeleri pek alakadar eden mühim kararlarından biri şehzadelerin çocuk sahibi ol­malarını engelleyen kaideyi tatbikatten kaldırmış olmasıydı.

 

Yusuf İzzeddin Efendinin Eyüb'te bir tanıdığın konağında ya­şamak mecburiyetinde kalması Abdülaziz Hân'ın zor katlan­dığı bir hususdu. Çeken bilir misâli devlet çarkı eline geçince bu ilk bakışta makul olmayan yasağı iptali, pek güzel bir ha­reketti. Bizim ilk balışta demek sebebimiz, vakt olur bir ted­bir çok elzem olur, vakt olurki tedbirin kal karak faydası gö­rülsün. İlk tedbirin konuşunun esbab-ı mûcibesinden bihaber olduğumdan çala kalem tenkit etmeyim diye böyle ifadelen­dirdim.

 

Sultan Aziz bu yasağı kaldırdıktan sonra şehzadelere çe­şitli askerî birliklere katılmalarını bildirmişti. Böylece bunla­rın saray dışı işlerle daha rahat bir şekilde en azindan malu­mat sahibi olmalarını istemişti. Sultan Abdülmecid Hân, ken­disinin veliahdhğında, sokaklarda dolaşmasına, çeşitli insan­larla muhabbetine, spor hususundaki ve bilhassa güreşe eği­limi hasebiyle pehlivan güreşlerini seyretmesine hiç takılmı­yordu. Ahalide, şehzadeyi bu vasıflarıyla daha da sevmişti, buna padişah kaygılanmadığı gibi memnuniyet duymaktay­dı. Bütün bu yaşadıkları Abdülaziz Hân'a saltanatı esnasında yeğenlerine de pek müşfik olmasını getirmişti. Yeğenlerin­den, daha sonra padişah olacak olan 5. Murad bu anlayışlı amcaya sert bir şekilde yaklaşıyordu. Sultan Abdülhamid Hân ise, amucasını her şeyden önce rnü'minlerin halifesi ola­rak görüyordu. Gerek kendisinin gerekse müslümanlann ha­lifeye karşı tutumlarına pek ehemmiyet veriyordu. Sonrada amuca olarak da sevgi ve saygısını belli ediyordu. Sultan Hamid'den küçük olan Sultan Mehmed Reşad ise kimseye düşmanlık yapmayacak kadar temiz yürekli, biraz da Mevie-vî bir dervişin taa kendisiydi.

 

Günlerden bir gün Veliahd Mehmed Murad Efendi ma-beynde şehzadelerin oturduğu alana geldiğinde yüksek sesle düşünüyordu. Bu pala ile padişahın o koskoca karnını yaracağım bir gün diye söylenince, 5. Mehmed Reşad olarak taht-ı Osmaniye daha sonra çıkacak olan şehzade, Murad Efendiye, ".Hah iyi yaparsın, padişahın koskoca karnını ya­rarsın, devletde sana kısas yapar seni de öldürür ve hiç sev­mediğin Hamid Efendiyede tahtı kendi etlerinle hediye etmiş olursun" Demiş olduğu pek meşhurdur. Sultan Reşad'ın di-ğergâmlığı yanında, Sultan 2.Abdülhamid hân, bazı duyduk­larını halife ve padişah olan Sultan Aziz'e aktarırdı. Bunu din-i vecibe addediyordu.