SULTAN 3. SELİM HAN :

 

Babası: Sultan III. Mustafa Han

Annesi: Mihrişâh Sultan

Doğum Tarihi: 1761

Vefat Tarihi: 1808

Saltanat Müd.: 1789-1807

Türbesi: İstanbul Laleli Camii Yanı.

 

 

Osmanlı İslâm devletinin, 28. padişahı ve 20. halifesidir 3. Selim hân. Tahta çıktığında 28 yaşında idi. Babası; 3. Mustafa'dır. Babasının kardeşi; Abdülhâmid-i evvel pek mer­hametli iyi kalbli kimseler arasında cidden ayrı bir yeri, olan zevattandı. Yeğenine sıkıntı verecek davranışı hiç bir zaman ne sergiledi ne de müsaade etti. Eğitimine de pek önem ver­di. Amcasından gördüğü bu anlayışı'takdir etmekten geri kalmayan veliahd şehzade Selim, devlet işlerine kesb-i vukuf için sokulmak ve takip etme imkânıda bulabildi. Gençliği ve gayreti ahalinin ümidini kendisine bağlama hususunda ciddi bir faktör oldu. 1. Abdülhamid'in vefatı üzerine, tahta çıktı­ğında Ruslarla yapılan savaşı kazanmak ve ikinci bir Kay­narca antlaşması tehlikesini yaşamak istememekteydi ve bunu temin için, orduyu takviye için, İstanbul'da derleyip topladığı askerleri serdar-ı ekremin emrine ulaştırdı. Devleti âliye; Ragıp Paşa sadrazamken, 3. Mustafa'nın israfı önleyici yaklaşımı sayesinde hazine-i şahaneyi hakikaten doluluğu bakımından harika bir seviyeye getirmişti.

 

Hâttâ padişah 3. Mustafa ara sıra aynı zamanda eniştesi olan Ragıb Paşaya siteme benzer sözler eder, Moskofluya sa­vaş açalım, para sıkıntısını bahane etmeyin, Petersburga ka­dar adım başına altın dizerim diye teşvikde bulunurmuş. Sonradan açılan savaşlarda öyle para sarfiyatı husule geldi ki, 28. padişah, 3. Selim'in belini bükmekte olan parasızlığın ta kendisiydi. Bu ihtiyacı def edebilmek için, Rusya ile zahir­de hasını görünen Felemenk ile İspanya'dan, istikraz da yâni borç para alma teşebbüsüne geçti.

 

 

INe varki o sıralarda batı avrupa bir ihtilâle gebe olarak ateşler içinde yanmaktaydı. Bu hâl para talebinde bulunulan devletlere red cevabı verme hususunda çok hizmetetmiştir desek yanlış bir hüküm vermiş olmayız! Devlet adamı ve vakanüvis Abdurrahman Şeref bey, parasızlıkla ilgili olarak şunları: ".. Parasızlığa bir çâre bulmak erneiiyie Sultan Selim-i sâlis Saray-ı hümayunda, rical ve ayan konaklarında bulunan, sim (gümüş) ve zer (altun) evâniyenin (kap-kacak) ahnıb, sikkeye tahvilini irade eylemiş ve mucibince ha­reket olunarak epeyice mikdarda; mağşuş (bozuk) akça, darb olunmuş idiysede bu tedbir-i muvakkatten de, bir fâide hasıl olamamış idi."

 

"Demekte. Bu arada Prusya devleti ile yapmış olduğumuz antlaşma da, fayda cihetinden hiçbir işe yaramamıştı. Os­manlı devleti Prusya devleti nezdinde, yaptığı hatırlatmalara karşılık, bir oyalamanın tatbik edildiğini görüyordu fakat bu­nu, yüzlememek şıkkı tercihi olmaktaydı. Hudud boyunda harb devam etmekte zafer bazen bize gülümsüyor bazen de Rus tarafında kalıyordu. Sadrazam serdar-ı ekrem Koca Yusuf Paşa serhad boylarında zayıf yerlere lâzım gelen yardım ve takviye yapma gayretinde iken, garazkârları olan bazı rical Vidin seraskeri görevinde olan bir lakabı Kethüda diğeri Ce­naze Hasan Paşa olan zâtı sadarete tâyin ettirdiler. Dere ge­çilmekteyken at değiştirilmez düstûru kendini burada belli etti. Çünkü geldiği görev kapasitesini aşan bir vazife idi. Ya­pabildiği, diğer ricalin söylediklerine münasibdir demekten başkaca yapacağı bir şey yoktu.

 

 

 

Buze Suyu Bozgunu

 

 

1204/1789'da Büze Suyu yakınlarında iyi bir kumandanın idaresinde olmayan ordumuz, Rus ve Avusturya orduları kar­şısında fecii bir mağlubiyete mâruz kaldı. Bunun sonucunda elimizden Bender, Akkirman ve Kili kaleleri Rusların sahipli­ğine geçti. Belgrad kalesi de Avusturyalıların eline geçti. Al-lah'dan İsmaiyl seraskeri meşhur Gazi Hasan Paşa bölgesin­de dolaşmaya başhyan büyük bir moskof ordusunu öyle ta­rumar ederek mağlup ettiki, adetâ Osmanlının intikamını al­mayı becermiş sayıldı. Zâten bu başarısı Gâzî Hasan Pa-şa'nın makam-i sadaret ve mührü hümâyuna mâlik olması­nı sağlamıştır. Ancak çok çalışkan ve cesur bir kimse olan Gazi Hasan Paşayı öne çıkaran hususlar arasında teftişçiliği gelirdi. Ancak onun teftişleri âla'yı vâlâ ile değil, tebdili kıya­fet ve pek ani olurdu. Böyle yaptığı her tarafta duyulmuş ol­duğundan vazifeye dikkat, er'inden en üst kumandanına ka­dar herkesin riayet ettiği husus olmuştu. İşte bu teftişlerin bi­risinde hava şartlarına uygun kıyafet giymemiş olması ada­makıllı üşütmesine sebebiyet verdi. Yattığında bu üşütme onun ölüm hastalığı olmuştu. Nâşını; kendi yaptırmış olduğu Şumnu'daki Bektaşi dergâhına defnettiler. Karışık ve üzücü bir devirde sadarete tâlibli çıkmıyor, teklife ise adetâ herkes kapalı kalmaktaydı. 3. Selim; devrin şeyhülislâmı ile yaptığı istişareden sonra bir kaç adayın ismini kâğıdlara yazdılar. Oradan Hirka-i Saadet dâiresine giden padişahı, aldığı fetva­ya uygun olarak olacak kura usulüyle sadrazamı belirleme ameliyesinde görüyoruz. Kur'a sonunda Şerif Hasan paşanın çıktığını görüyor ve sadarete tâyin ediyor. Çalışmamızda me­haz olarak müracaat ettiğimiz "Devlet-i Osmaniye Târihi" yazarı Ali Şeydi bey, padişahın bu tarz seçimini içine sindire-miyerek <Fesübhânallah!> nidasıyla karşılıyor. Halbuki başka ne çare bulunabilirki? Talibi olmayan, teklif edildiğinde is-tinkâf edilen bir vazifeyi başka türlü nasıl birinin üzerine tah­mil edebilirsiniz? Maneviyata bağlı insanların, dinin muhafa­zasını üstüne almış şeyhülislâmın verdiği fetva dâhilinde, yu­karıda bahsettiğimiz kur'aya baş vurmanın şaşılacak bir ta­rafı olmadığını kendisinden yâni Ali Şeydi beyden doksanbir sene sonra söylemekde bir beis görmüyorum.

 

Târih; 1205/1790 yılını gösterirken Şerif Hasan paşanın ademi muvaffakiyeti İsmaiyl kalesininde Rusların eline geç­mesine şâhid kıldı milletimizi. Mezkûr yer Rusların eline geç-diğinde buranın müslümanları öyle bir jenosite ve vahşete maruz kılındıki, yukarıda bahsettiğimiz Ali Şeydi bey mer­hum; şunları söylüyor: "..Rusların İsmaiylin zabtını müte­akip ahaliye-i mahallii islâmiyye hakkında, reva gördükleri enva-ı mezâlimi ve i'tisafı <mekâtib-i idâdiye-yâni üseye> mahsus olan şu eserde tadâd ve tafsil etmek istemeyiz." Görüldüğü gibi yapılan muamele sadece bir canilik, kan içi­cilik değil, lise talebesi seviyesinin çirkinliklerden korunma­sını gerektiren bir ahlâksızlığı anlatmaya edeblerinin mâni ol­duğuna dikkat etmek gerekir.

 

 

 

Koca Yusuf Paşa Yine Sadrazam

 

 

Arda arda mağlubiyetlere duçar edilmiş bir ordu, artık ba­şına kim gelirse gelsin, kendine olan güveni kaybetmişse akıbet iyi olamaz.                »

 

Nitekim Koca Yusuf paşa geldiği bu sadaretinde yaptığı savaşlardan yüz güldüren bir netice istihsal edemedi. Ayrıca­da mâli sıkıntılar yavaş yavaş kendini gösterince, orduya lâ-zımiyeti olan levazımda temin güçlüğü görülmeye başlandı. Bütün bunlar olmaktayken, Fransa'da meydana gelen ihtilâl dünya devletlerinin her birini,  kendi iç vaziyetlerini gözden geçirmeye itti. Avusturya ise bundan asla müstesna olma­makla beraber daha da te'sir altına girebilecek durumda idi, çünkü imparatorları 2. Jozef bu sırada oluvermişti.

 

Buna bağlı olarak da Rusya ile ittifakından kopmuşlardı. Artık açıkça gözlenen eğilimleri sulh antlaşmalarını imzala­maya dönük olduklarıydı. Devletimiz Osmanlı ise; Ruslar ile kozunu paylaşabilmek için Avusturya ile sulh yapma ihtiya­cı, insanın suya ekmeğe olan ihtiyacından daha az değildi. Ziştovi iki devletin sulha ihtiyacının bir imza ile noktalandığı yer oldu. İngiltere, Prusya ile Felemenk devletlerinin tavas­sutları bu sulhun imzalanmasında epeyce iş gördü. Mezkûr Ziştovi antlaşması Belgrad ile diğer kaleleri Osmanlıya iade etmek şartıyla Osmanlı-Avusturya sulhu yapıldı. 1205/1790

 

Rusya ile probleme gelince: Padişah 3. Selim, pederi 3. Mustafa gibi samimi bir moskof düşmanıydı. Onları mutlaka mağlup etmek gayesinin zirvesiydi. Avusturya ile yapılan Ziştovi antlaşması nihayetinde, Rusya ile başbaşa kaldığını düşünen padişah, orduyu kesin ve şiddetli bir emirle, Rusya ordularının üzerine atlamalarını istedi. Padişah bu tâleblerini yaparken, ordunun başkomutanı da dâhil olmak üzere bütün güngörmüş askerleri ve subayları şiddetle sulh yapmaya ge­rek gördüklerini, orduyu değil savaştırmak, geri çekebilmek bile müşküldür beyanlarını ve bunları destekleyen imzalar vermekten imtina etmemeleri, işin vahametini göstermeğe yeterde artardı bile. Prusya ise Osmanlıyla müttefikliğine rağmen, Fransa'da zuhur eden ihtilâlin kendi bacasını da tu­tuşturacak korkusundan, Ruslara harb ilânına İmkânı bulun­madığını gayet net olarak babıâli'ye bildirdi.

 

 

 

Yaş Antlaşması

 

 

Avusturya ile Ziştovi sulhünden sonra, 3. Selim ordudan kendine ulaşan beyannamede, Ruslarla da bir barış konfe­ransı icabatını siyaseti içine aldı. 1206/1791 baharının gir­mesiyle birlikte Yaş denen şehirde Osmanh-Rus murahhasla­rı müzakereye oturdular. Yaş antlaşması mucibince Kırım Hân'lığı ile Özi arazisi tamamen Rusya'ya bırakılıyor, Dinyes-ter nehri hudud kesilmişti Anadolu tarafında eski hudud ge­çerli olarak her iki tarafcada kabul edilmişti. Rusya ve Avus­turya ile yapılan son savaşın bilançosu, üç devlet için şu hal­deydi: Osmanlı devleti, 330 bin evlâdını, 6 kapak, 4 firka­teyn ve bir kaç ufak gemi. Rusyaysa 200 bin askerini kay­betmiş, 5 kapak, 14 firkateyn, 80 tane ufak teknesi elden gitti. Avusturya'nın ise; 130 bin askerini kaybettiği, Katerina adına yazılan tarih eserinde yer almaktadır, diyor "Târih-i Si­yasi" yazarı eski sadrıazam Mehmed Kâmil Paşa. müddet zarfında beylerden birinin bir iftirası çıkacak olursa Ruslar ile haberleşilip, itham sabit olduktan sonra azil etmeye gidilece­ğine karar verildi. Fransızlarla yapılmış bulunan yeni antlaş­ma mucibince bu hükümetin ticaret gemileri Karadeniz'de rahatça geliş geçiş yapmaya hak kazanmışlardı.

 

Bu vaziyet Osmanlı devleti tarafından taahhüt olunmuştu, ingilizler, Kahire'de bulunan askerlerini Süveyş yolu ile Hin­distan'a yolladilarsa da İskenderiye'yi boşaltmıyor, Sayda da bulunan Kölemen emirlerini himaye yoluna gitmekteydi. 1214/1799 Necef'de, Hezeali aşireti ile Vehhabiler arasında münazaa çıktı. Bu olay neticesinde üçyüz tane vahhabi öldü­rülmüştü. Vehhabilerin reisi bulunan Abdülaziz, oğlu Suûd'u askerleriyle Kerbelâ üzerine yolladı. Matem gecesi şehri ba­sıp, rastladıklarını katledip, oratlığı yağmaya tâbi tuttular. Hâttâ, İmam Hüseyin (r.a)ın kabrinde bulundurulan altun ve gümüş kandilleri ve diğer kıymetli eşyayı gasb ettiler. Bu sı­ralarda ise İngilizler Mısır'ı terk ettiler. Ancak; komutanlardan Elfi Mehmed bey ile onbeş kişi kölemeni beraberlerine alarak Malta'ya çekildiler.

 

Vehhabiler Osmanlı devletinin ve 3. Selim güdümündeki hükümetin karışıklıklar ve bir sürü olaylar içinde, yuvarlanıp gittiği sıralarda Napolyon, meşhur Amiyen antlaşmasını İhlâl ediyordu. Çünkü; Mısır'a, Akdenize ve de, hind yoluna ulaş­mayı aklından çıkaramiyordu. 1217/1802 senesi ağustosun­da general Sebastiyani adlı birini ticaret vazifesiyle doğu böl­gelerine gönderdi. Bu memurun önce Trablusgarb bilahire Kahire sonra da İskenderiye'ye uğradığı görüldü. Uğradığı" her yerde ahali tarafından alkışlarla nistikbal olundu. Bu al­kışların sebebi olarak, İngilizlerin denizlerde göstermiş oldu­ğu şiddete atf olunuyordu.

 

Akkâ'da da aynı tarz alkışlara lâyık görüldü. Fransa'ya dönüşünde; resmi yazı ile yayımladığı raporda Mısır, Akkâ ve İskenderiye gibi şark bölgelerine dair düşünceler ve hareket yapılmasına dair sunuşlar mevcut, hatta Mısır'ı almak için, altıbin Fransız askeriyeter kaydı yazılı idi. Yine bahse konu sene içinde; general Dekain adında biri Hindis'tanda, yalnız başına İngilizlerle savaşmak için oraya gönderilmesi husu­sunda istida vermişti.

 

Bonapart, bu generali Fransızların elinden çıkmış beş şeh­ri ele geçirmek için gizli olarak vazifelendirmişti. Emrine bir kaç bin kişilik askeri kuvvetverdiği gibi, yerlilerle uyuşabil­mek içinde ve ingiliz hakimiyetinin aleyhinde çalışmalar yapmak içinde kati emirler verme yoluna gitmişti. Generai, Pundeşeri'ye gelince iki devletin arasında savaş imkânı çık­mıştı. Bu bakımdan ingilizler kendisini şehre sokmadı. Gemi­lerini de gözetlemeye aldılar. Hattâ Dekain, Frans adasına kaçırıldı. Adayı İngiliz taarruzlarına karşı kuvvetlendirdi. Daha sonra 1803'den 1811 senesine kadar Hind denizine kor­sanlar göndererek İngilizlere ticaret yollarındada büyük bü­yük zararlar verecek saldırılar sağladı.

 

Napolyon Bonapart; Akdeniz hakimiyetinde önde olmak için ispanya'yı çalıştırdı. Amiyen antlaşmasına mugayir ol­masına rağmen burada hâkimiyetini kurdu. 1801 senesinin, aralık ayından itibaren, Lombardiya'nın ileri gelenlerini getir­terek, kendisine Cisalpİne yâni kuzey italya (lombardiya, pi-yemonte) cumhuriyeti reisi unvanını verdirdi. Adamlarından Jerom Doraco adındaki birini Ligure cumhurreisliğine tâyin etti. Piyomento şehrini de 1803'de Fransa'ya katarak, Sar­dunya kralına tazminat verileceğini vaad eyledi. Elbe adasını dahi Fransa'ya kazandırdı. Bu icraatın tamamı Rusya ve İn­giltere devletleri tarafından protesto ediliyordu. Bonapart; al­dırmayarak Taranet, Otranet ve Brindizi şehirlerini de zapt ettirdi. İngilizlerde Malta'yı terk etmediler. Bonapart buna fe­na halde hiddetlendi. İngilizler ayrıca İskenderiye'ye de bir miktaraskeri muhafız olarak bıraktılar. Fransızların Hind'deki beşşehirlerini de iade etmediler.

 

18. Lui'yi ve meşhur ihtilalcilerden Jorj Kadodal gibilerini ülkelerine kabul ettiler. Birinci konsülün yâni Mapolyon'un bir ticaret antlaşması yapmaması yüzünden infial gösterdiler, ingilizlerin elçisi Lord Whitvortda antlaşma hükümlerinin İh­lâl edilmesinden dolayı, vaziyeti protesto ediyordu. Velhasıl az bir müddet sonra İngilizler bir ültimatom vererek, Fele­menk ile İsviçrenin boşaltılmasını, Sardunya kralına tazminat verilmesini ve Malta'nın, terk olunmayacağını bildirdiler. Bo-napart'da gelen sefire şiddetle muamele etdi.

 

Lord Vayvorth Paris şehrini terk etti. Çarpışma hemen başladı. İngilizler bir kaç tane Fransız ticaret gemisini yaka­layıp içindeki malları müsadere ettiler. Bonapart ise, Fransada yaşamakta olan ne kadar 18 yaşından yukarı, altmış ya­şından aşağı kim varsa hepsini tevkif ettirdi.

 

General Mortier; Hanover'i işgal ederek Fransanın batı li­manlarında, tedariklerini yapmaya başladı. Bolonya ordugâ­hı yeniden düzenlendi ve bütün bu haberler, Osmanlı devleti­ni düşüncelere salıyordu. Bu iki devlet arasında dolaşan Mı­sır sözleri, yine şarkın meseleleriydi. Diğer taraftan da, Os­manlı devleti Fransızlar ile daha yeni bir antlaşma yaptıkları gibi Mısır meselesindede İngilizlerden biraz yardım görmüş­lerdi. Bütün bunlardan başka Vehhabiler meselesi de artık çok önem taşıyan bir mesele olma yolunu aşmıştı.

 

Tarih-i Cevdet bu mesele hakkındaki gafletimizi şöyle özetlemekte: "Osmanlı devletinin ne kadar sıkıntılı dönemler geçirmiş olduğu buradan^ da malum olur ki, bundan seneler evvel, tebasından birinin kurmuş bulunduğu yeni bir mezhep hakkında, pek çok bahisler ilmen konuşulmuş ve bir cereyan husule gelmiştir. Hicaz ve Irak âlimleri taraflarından çeşitli ki-tablar yazılmış olduğu halde, nihayet dinin vatan-ı aslisi oian Arab yarımadasında, bu mezhebin tesirleri münasebetiyle Deria Şeyhi bir çıkış yaparak müstakiliiğe varan bir yola gir­mişti. Buna karşılık devletin müşkül işlerinin görüldüğü yer olan meşveret meclisinde bunlara dair bilgi bulunmayıp ve bu yeni mezhep sayesinde bir kabile şeyhinin kuvvetli bir hükümdarın hüviyetini kazandığını bilemiyorlarda, hâla Veh-habilerin isteklerinin neden ibaret olduğu sadnazamlar ara­sında bahse ve mücadeleye konu oluyordu.

 

Osmanlı devleti ulema sınıfına fevkalade derecede itibar verdiğinden bu insanların yüksek derecede olanlarını kendi ileri gelenlerinden saymasına rağmen şöylece elli altmış yıl­dan beri devam ede gelen ve ülke içinde, müstakil bir hükü­met kurulmasına sebep olan bahse konu mezhep meselesi­nin künhüne dair henüz malumat-ı sahiha sahibi olunamaması inanılacak bir durum değildir. Lâkin önceleri hakiki va­ziyetten bilgi sahibi olunmasına rağmen bir hükme varama­mışlardı.

 

Zira o sıralarda İstanbul'da ilmiye yolunun âlimleri üç kıs­ma bölünmüş olup, birincisi müretteb ilmiye ashabı olan, ulemai resmiye, ikincisi fiilen şer'i hizmette bulunan hâkim ve kâtibler ve üçüncüsü medrese çıkışlı olan üstaze ve tale­beden müteşekkildi. Birinci sınıf içinde malumat sahibi na­dirdi. İkincileri teşkil edenlerin malumat-ı sermayesi, davala­rı fetva kitaplarında yazılı olanlan meselelere tatbik ile büyük alimlerin usulü mesleklerini uygulamaktan ibaret olanlar, il-mi bahisler iddia etmekten uzaktılar, üçüncü sınıf ise, bu iki sınıfa da cahil nazarı ile baktıkları halde şer'i hükümlerin na­zari ve de tatbikatından mahrum olarak felsefi düşüncelerin, kâh mutezilenin yaralayıp iptal ettirdiğine vakit sarfetmekte, devlet memurlarından hariç, özel bir sınıf şeklinde bulunduk­larından İhtimalki henüz vaziyetten haberdar değillerdi.

 

İdareci memurlar ise, çöldeki mezhep kavgasıyla soğuk ve taassup sahiplerinden olan vaizlerin mübalağalı sözlerini, fark ve temyiz edemezlerdi. "Biraz evvel görmüştük ki, Ab-dülaziz Vehhabi, oğlu Suûd'u yollayarak Lahsa, Katif tarafla­rını ve Basra hududuna kadar bululunan yerleri tamamen zapt eylemişti.

 

Vehhabiler 1212/1797 tarihinde Mekke Emiri Şerif Galib'i Huzme karyesinde mağlup ederek aralarda Vehhabilerin Mekkeye gelip gitmeleri onlarında Yemen ile Şam tarafların­da Şerife tâbi olan, Arablara dokunmamak şart koşulmuştu, 1215/1800'de Vehhabilik Asir'den, Tihamiye yayıldı. Necid, Cebeli Şamir beldeleri dahi Vehhabi olup, Lahsa'nın zaptı üzerine Basra ile Bağdad tehlike altında kaldı. Velhasıl Arab yarımadasının her tarafında Abdülaziz Vehhabi'nin, hükmü geçerli oldu. Yalnız Mekke emiri bundan müstesna idi.

 

1217/1802'de Vehhabilerin Haremeyn-i Şerefeyne, hücum edecekleri hakkında Mekke emirliğinden birbirini takip eden haberler ve istimdadnâmeler geldi. Toplanma lüzumunu gö­ren meclis, İstanbul'dan cephane ve top derlenerek Kaptan paşa ile gönderilmesine, Mısır'danda asker sevk olunmasına Bağdad valisinin ve yahut kethüdasının Necid üzerinden hü­cuma geçmesine karar verildi. Fakat Vehhabiler Tâif üzerine saldırmışlardı. Hâttâ Abdülaziz, Mekke Şerifi Galib'in yakın adamlarındanken Vehhabilik mezhebine geçen Osman Mü-zayife'ye de Taif taraflarının emirliğini verdi. Osman Müzayif, Yemen'e musallat olan Sultan bin Şakban ile Taif'i kuşattılar. Şerif Galib ile yapılan savaşta pek büyük zayiata uğradılar-sada, Şerifin Mekke'ye kaçması üzerine takip edip şehre da­hil olup, müthiş bir katliam gerçekleştirdiler. Taşınır taşınmaz mallan yağma edipsahih islâmi eserleri ve Kur'ân-i Kerîm'le-ride sokaklara attılar. Gömülü servet ve mal var bahanesi ile her yeri kazarak da şehrinde altını üstüne getirdiler. Hac za­manı dahi Mekke üzerine yürümekten çekinmeyip, hareke-tettilersede hacıların kalabalığından saldırıyı yapamadılar.

 

Fakat devlet tarafından gönderilmiş Adem efendi adlı na-sihatçı, ve üç gün içinde Mekke'yi terk edeceklere aman ver-dilerse de, Mekke'yide tehdit altında bulundurmaktan utan­madılar. Suud'un Mekke'ye girmesinden sonra Mekke Şerifi Galib ile Osmanlı devletinin göndermiş olduğu Şerif paşa Mekke'yi terkederek, Cidde'ye çekildiler. Suud ise muharrem ayının 8. günü Mekkeye girerek derhal beyt-i şerifi tavaf etti. Yarın kuşluk vaktine kadar herkes mescid-i şerife gelsin diye bağıran dellallar dolaştırdı. İlân edilen vakitte hutbe-i pey-gamberîyi okuduktan sonra: "Cenab-ı Hak'ka teşekkür eyle­rim. Sizi İslama hidayet ve şirkden halâs eyledi. Sizi yalnız Allah'a ibadet edipde bulunduğunuz hâl-i şirkten ve dalalet­ten feragata davet ederim. Şer'iat-i islâmiye üzerine, Allahı sevenlere dost ve Allah'ın düşmanlarına düşman olmak üze­re sizden biat isterim" diyerek elini uzattı ve biat aldı. İkindi namazından sonra şarab ve zinanın haramlığından bahsede­rek yarınki gün çıkıp kubbeleri hedm (yıkınız)ediniz. Beytleri atınız, Allah'dan başka, mabud olmasın demesinin ertesi gü­nü Vehhabiler peygamber (s.a.v) doğduğu evle Ebu Bekir, Ömer ve Ali (r.a)'lann ve de Hz. Fatıma, Hz. Hatice'nin evi ile ashabı güzin ve evliyaullahin kabirlerini yıktılar. Suud, Mekke'de çeşitli cemaati yasaklayıp, herkesin bir imam ar­kasında namaz kılınmasını emreyledi. Ne kadar çubuk, nar­gile, saz varsa hepsini toplatıp yaktı. Ezan okuyan müezzin­lerin salat ve selam getirmelerini, ashab-ı kirama tazim edil­mesini, büyük şirkdir diye yasakladı.

 

Devlet tarafından giden; Adem efendi ile Kerbelâ vakası ile diğer vakalar üzerine görüşerek, sudan cevablar verdikten sonra eline yüz riyal, altına bir hecin devesi vererek yolladı. Vehhabiler mezheblerine girmeyenleri keserler ve onlardan da nekâl (işkence) adıyla bir miktar para alırlardı. Bu sebeb-le Mekke'de ve civardaki kabilelerde ve aşiretlerden pek çok mal aldılar. Suud, 14 gün Mekke'de oturduktan sonra ikiyüz kadar muhafız bırakarak, Cidde üzerine yürüdü. Ciddeliler-den ikiyüzbin riyal, altmışbin altun, altıbin riyaliik kumaşı ce­za parası, olarak istedi. Buna karşılık, top ve tüfenk ile mu­kabele gördü. Sekiz gün süren çarpışmalarda, Suud'un as­kerleri büyükçe telefat verdiler. Neticede çekilip Necid tarafı­na gittiler. Bunun üzerine Şerif Galib; Vadi'i Mer, üzerine hü­cum ederek Suud'unda muhafızlarını kaçırdı. Sonra berabe­rinde. Şerif Paşa ile askerleri ve aşiretler olduğu halde Mek­ke'ye döndüler.

 

Vehhabilerin Mekke ve Medine'ye karşı, vukua gelen ta-aruzlar 3. Selim'i büyük kederlere gark etmişti. Bu kedere zi-yadelik veren rüşvet kabul etmez, iltimasları dinlemez, şeyhülislâm Ömer Hulusi efendinin infisalidir. Tarih; şeyhülislâ­mın bu azlini şöyle bir satırla bildiriyor: "böylesi karışık bir donemde birtarik sahibinin pasif, çekingen durmaları uygun hâl ve işlerini cabindan görülmediğinden azlolundu!" Kava-lalı Mehmed Ali'nin Çıkışı Serdar-ı ekrem Yusuf Ziya Paşa Mısır'dan dönüşü sırasında yanında bulunan anadolu yeniçe­rileri ile çoğunluğu arnavut olan rumeli başıbozuk askerin­den meydana gelmiş bir kuvveti, oraya bırakmıştı. Rumeli başıbozukları mirmiran Arnavut Tahir paşa, serçeşmeleri de Kavalali Mehmed Ali Ağa idi. Tahir Paşa; cesur ve cenğaver olmakla beraber basit biri, Mehmed Ali Ağa ise pek akıllı, ze­ki ve tedbir sahibi kimselerdendi. Başkumandan bu kuvvet­leri Mısır emirlerinin tasallutlarını def edebilmek, maksadıyla bırakmıştı. Az bir müddet geçtikten sonra bu kimseierede devlet tarafından tahsis olunan maaş ile, Asuvan'da nizam yerli yerine konulmuştu. Bu vaziyet karşısında, askerinde bu kadarına lüzum kalmamıştı. Defterdar Recai efendi askerleri bu kadar fazla sayıda istihdam etmenin doğru olmadığını be­yan etmesi vali Hüsrev Paşanın kendisi için Fransız askerini takliden bir miktar nizam-ı cedid askeri düzenlemesi yaptı­ğından bunların kalmasını, Arnavut askerlerin terhis edilme­sine karar vermişse de birikmiş maaşlarını verecek para yoktu. Paşa; tüccarandan bir miktar borç alarak bunlara ver­mek sonra Mısır'dan göndermek arzusu taşıyarak belli şeyle­ri kesti. Arnavutlar ulufelerini tamamen almayınca, yerlerin­den kımıldamayacak olduklarını söylemek için Defterdara gittiler.

 

Defterdar bunlara: "ulufeleriniz Mehmed Ali'dedir. Onun yanına gidiniz. Dedi. Mehmed Ali'nin konağına gittiler, ulufe­lerini istediler. Mehmed Ali ise; ben hazineden bir akça bile almadım diyerek baştan savmak istedi. Bunun üzerine; arna-vutlar ile diğerleri arasında kavga dövüş çıktı. Kahire'de dükkânlar kapandı. Herkes dehşet içinde kaldı. Bir hafta sonra, ulufelerin tamamlanıp verileceği vaadiyle arbede bastırılabil-di.

 

Arnavutlar, bir hafta sonra defterdarın konağına gittiler. Defterdar, 60 bin kuruşu olduğunu söyleyerek biraz daha sabretmelerini ihtar ettiyse de, alacaklı Arnavutlar bu gün içinde ödenmelidir, şeklinde dayattılar. Defterdar, vaziyeti Hüsrev Paşaya bildirdi. Valinin yan'ndaki hazineden bir mik­tar para istedi. Fakat, Paşa ben bir akça vermem, verilmesi­ne de iznim yoktur. Ya buradan çıkıp giderler, yahut hepsini katlederim diye haber gönderdi.

 

Bu haberi alanların hemen defterdarın konağına hücum ettikleri görüldü. Hüsrev Paşa da, defterdarın konağını topa tuttu. Yine dükkânlar kapandı. Tellâllar: "herkes silahlanıp şeyhleri (reisler) ile birlikte paşanın yanına gelsinler" diye bağırtıldılar. Ahali bir yağmaya uğrama korkusundan siperler kazdılar. Yeniçeri ağasıyla diğer ocakların ihtiyarlan, Hüsrev Paşanın yanına gidip kalenin muhafaza altına alınmasını ha­tırlattılar. Paşa onlara cevaben: "kalede hazinedar var. Ben ona lâzım gelen tenbihleri yapmıştım." Gelenlerin, her kapı­nın dışına birer yeniçeri koyalım ihtarına da, "siz benim as­kerimi ayırmak isteme yolundasınız, haydi gidin ahaliyi si­lahlandırıp buraya getiriniz" şeklinde mukabelede bulundu. Paşa gafildi. Çünkü kalede hazinedarın yanında bulunan as­ker Arnavut ve diğer başıbozuklardan müteşekkildi. O gün akşama kadar defterdarın konağına top attırdı. Konağında ahşap olan her yeri tutuşup yanmaya başladı.

 

Defterdar, geceyi mahzende geçirdi. Arnavut askerin bir kısmı defterdarın, bir kısmıda Muhammed Ali'nin konağında, bazıları da Özbek camiiyle diğer yerleri siper tuttular. Ertesi günü Hüsrev Paşanın askerlerini taburlar halinde başıbozuk­ların üzerine sevk ettiği görüldü. Arnavutlar defterdarla beraber evrak defterini de alarak, Tahir Paşa'nın konağına götür­düler. Orada dikiş tutturamayinca, Özbek camii bölgesinde savunma gayretine düştüler. Bu sırada Hüsrev paşanın aske­ri defterdar ait konağa geldiklerinde nizam ve intizamı unuta­rak yağmaya koyuldular. Arnavutlar, bu askerin uygunsuz hâlini görünce, üzerlerine saldırıya geçip tarumar ettiier. Ta­hir Paşa tam bu sırada ortaya çıktı. Arnavut askerlerinin ya­nında yer aldı. Öte taraftan Arnavutlar kaleye çıkarak orada bulunan hemşerileri ile birleştiler. Hazinedarla beraber kale­den anahtarları, top, humbara ve cephane alıp, Özbekiye gö­türdüler. Hüsrev paşa olanlar karşısında şaşırdı. Tahir Paşa, Mehmed Ali Ağanın düzenlemesiyle ahaliye aman verdi. Hal­ka asla zarar verilmeyeceğini tellâllarla duyurdu.

 

Türbeleri, şeyhleri ziyarete gidip yardımlarını istedi. Haki­katten asker, ahaliye asla taarruz etmedi. Çarşıdan aldıkları her şeyin parasını hemen ödediler. Buna ahalide şaştı. Çün­kü; böyle aşırı eşkiyadan böyle mükemmel bir insaniyet ör­neği beklenmezdi. Mehmed Ali ise, müracaat sahiplerinin kalbİerinin kazanılması yolunu buluyor, zorluklan halle çalı­şarak kendini sevdirmiş oluyordu. İki gurub askerin cumar­tesi ile pazar günü gecesi kavgaya tutuşarak Arnavutlar, Ka-hire'nin bir çok yerini, Bulak kasabasını, Anbabe'deki yiye­cekleri, Kasr-i aynİ'deki Hüsrev Paşa kölelerini zapt, Özbeki­ye tarafındaki paşanın yanında yer alanların hanelerini yağ­ma ettiler. Hüsrev Paşayı muhasara altına aldılar. Yağlı pa­çavralarla konağını tutuşturdular. Paşada, ilk önce ailesini kaçırmayı başardı. Sonra kendisi ve yanında kalan kapı hal­kı ile birlikte firara muvaffak oldu.

 

Arnavutlar alevler içine dalarak Paşanın konağını yağma­ya tâbi tuttular. Paşayı takip etmekte olanlarda, Hüsrev Pa­şanın adamlarıyla kapıştıklarında bozguna uğradılar. Hüsrev Paşa ve yanındakiler taşınır mallarıyla ve aile efradı ile birlikte bir gemiye binerek, Betha bölgesi istikametine yola çıktı­lar Neticede; yeni vali gelene kadar, Tahir Paşa'nın kaimma-kamlığı üzerine alması kararlaştırıldı. Mısır kadısı, bir kürk netirerek Tahir Paşaya giydirdi. Vaziyet bir rapor ile İstan­bul'a bildirildi. Kölemenler, bu vaziyetten haberdar oldukla­rında Said'den Mısır'a doğru yola çıktılar. Hüsrev Paşa ise, Mansure'ye girince, ahaliden doksanbin riyal civardakilerden de epeyi miktarda akçayı vergi diye aldı. Tahir Paşa kardeşi Hasan Bey'i, o tarafa yolladıysa da paşa Dimyat'ı sağlamlaş­tırdı. Daha önceleri, Hicaz'a sevk olunmak üzere cephane ile birlikte bir miktar yeniçeri gelmiş ve Camii Zahir'de iskân edilmiş, Hüsrev Paşada bunları Hicaz'a yollamak üzere iken bahse konu olaylar meydana gelmişti. Tahir Paşa tarafı, ga-lib gelince bunlara hakaret dolu nazarlarla baktîlar. Yeniçeri­ler bu davranıştan huylandılar. Paşa; kendi askerine öteden beriden, müsadere yoluyla aldığı para verir, yeniçeriler ise ulufe (maaşlarını) istedikçe: "Ben kendi valiliğim zamanın­dan sonrasını bilirim. Alacağınız var ise Hüsrev Paşadan iste­yiniz." derdi.

 

Yeniçerilerin bu muameleden de rencide oldukları şüphe götürmez. Bunlar; Hicaz'a gitmek üzere Mısır'a gelen, Medi­ne muhafızı Ahmed Paşa ile söz birliği ederek bir gün 250 ki­şi oldukları halde, Tahir Paşanın konağına gidip, ulufe iste­mekte ısrar ettiler. Paşa bunlara söğüp saydı. Fakat içlerin­den biri koşup Tahir Paşanın kellesini kesip pencereden dışa­rıya attı. Diğer arkadaşlarımda Tahir Paşanın adamlarına hü­cuma geçtiler. Pek çoğunuda kestiler. Bu seferde asker ikiye ayrılmış oldu. Yeniçeriler ile diğerleri Ahmed Paşanın yanın­da, Arnavutlarda Özbekiye tarafında toplaştilar. Ahmed Pa­şa, Hüsrev Paşaya hemen gelmesi ve Mehmed Ali'ye itaat etmesi için haberci yolladı. Fakat Mehmed Ali; "Ahmed Paşa burada vali değil,  misafirdir. Tahir Paşa Mısır'da kaimma-kamdı. Bizde ona itaat ederdik. O yeniçeriyi alsın, dışarı çık­sın, onları teçhiz edip mahalli memuriyetine gitsin" diye ce­vap verdi. Mehmed Ali, kalenin kendi elinde olmasından gayri Mısırlı komutanlar ile de haberleşmekteydi. Ciyze ya­kasına geçip gelenler ile görüştü. Kölemenlerin pek çoğu, Araban ile Kahire'ye girmişlerdi. Yeniçerilerin gurubu Remile tarafına giderlerken üzerlerine top atılışı yapılınca döndüler. Bu sırada İse, İbrahim bey Ahmed Paşaya bir mektup yaza­rak, Tahir Paşanın katillerini, teslim etmesini, kendisinin de saat onbire kadar belde dışına çıkmasını isteyen hususu bil­dirdi. Ahmed paşa: "Katillerin teslimi kabil değildir. İbrahim bey deve göndersin çıkayım" demeden başka söz bulamadı. Hakikatten; ikindi üstü, hafif eşyalarını uşaklarına yükleterek perişan bir halde çıktı. Arnavut, Arab ve Kölemenlerden bir çok kimsenin kendisini gözetlemekte olduklarını hissedince Kale-i Zahire kapandı. O gün Arnavutlar, Paşa kethüdasıyla, defterdarı kestiler. Gece ise, zabıta müdürünün önündeki tel­lâl: Vilayetin hakimi İbrahim bey ile efendimiz Mehmed Al­i'nin tenbihi üzerine cümleye âmân ve âmân diye nida etti. Kale-i zahire kapananlar bir iki gün süren savaştan sonrada teslim yolunu seçtiler.

 

Arnavutlar Ahmed Paşa'yı Kasr-ı ayni'e yeniçeri ağalarını Ceyze'ye gönderdiler. Tahir paşanın katillerini Nasıriye'de kesip kellelerini Tahir paşanın haremine gösterdikten sonra kardeşine götürdüler. Yeniçerilerin silahlarını, eşyalarını aldı­lar. Biçareler beşyüz kadar idiler. Bunları da yolda Arablar soydu. Ortalık biraz düzelince Arnavud isyancılar, kaleyi Mı­sır komutanlarına teslim ettiler. Böylece Mısır yine kölemen­lerin eline geçmiş oldu. Mehmed Ali ise Mısır'daki Rumeli as­kerinin hakiki isyancıbaşısı idi. İbrahim bey yine şeyhülbeled oldu.

 

Eski dönemde rakibi Murad bey iken, şimdi Berdisi Os­man diye birisi ortaya çıkmıştı. Görüyorsunuzki; Bonapart'm istifasından beri Mısır'da ne kadar adice entrikalar, manevra­lar döndürülüyor. Hükümet muntazam olsa ve düzgün işlese bu yollu entrikalar zuhur etmezdi. Hüsrev Paşa kudretsiz, Ah­med Paşa Hicaz'a gitmeye mecbur kaldıktan, Kölemenler Mısır'ın idaresini ele geçirdikten sonra İstanbulda vali aranı­yordu. Çok geçmeden de bulundu, mirmirandan Trabluslu Ali Paşa adında biri: "şöyle keserim, böyle biçerim. Devlete gelir temin ederim" diyerek göz boyadı. Hazinenin büyük sı­kıntısı var olduğu için, şu kadar gelir bulurum sözüne daya-nılamadı. özerine rütbe-i vezaret ile beraber Mısır eyaleti ve­rildi. Bu Paşanın mazisi ise bozuk idi. Vakti zamanında Trab-lusgarp beylerbeyi iken yapmadığı zalimlik, işlemediği fısku-fücur kalmamıştı. Tunus beylerbeyi Hemduh paşanın karde­şiyle evvelce yaptığı savaşta galib gelmişse de ikinci seferin­de ahali bile kıyam etmiş ve tam kaçmağa başlayacağı sıra­da vucuhzâdelerden iki delikanlıyı güya rehin alarak, pek ta­nınmış Murad beye iltica etmişti. Paşa bu iki delikanlı ile bir aralık Hicaz'a gitmişti.

 

Trablus hacıları; kendisini yanındakilerle, beraber gördük­lerinde Hac emirine vaziyeti bildirdiler. Delikanlıları elinden aldılar. Yüzüne tükürerek, sakalını yolmuşlardı. İşte bu Ali Paşa idi ki, varidatı çoğaltacak ümidiyle, Mısır eyaletin evâli olmak üzere nasb olunmuştu. Halbuki bu sıralar da Vehhabi-lerin Mekke ile Medine'ye, tecavüz ettikleri haberide İstanbul tarafından pek büyük bir üzüntü ile karşılanmıştı. Vekiller he­yetinde bir sürü tatlı tatsız münazaralardan sonra Şam ve Bağdad valilerine seraskerlik unvanı verilerek, Vehhabiler üzerine göndermeye, bu Ali Paşanın da Mısır'ı himmetiyle ıs­lah etmesi kararı verildi. Mısıra gelince burada hadise üstüne hadise cereyan etmekteydi.

 

Hüsrev Paşa, kendisinin üzerine yürümekte olan, Tahir Pa­şanın kardeşi Hasan Paşayı bozmaya muvaffak olmuştu. Fa­kat, Berdesi Osman bey, Kölemen, Arab ve Arnavud kölele-riyle, yürüyüşe geçip, Hüsrev Paşayı mağlup edip Azabe ka­lesine iltica etme mecburiyetine düşürdüler. Burada aman di­leme ile kendini kurtaran Hüsrev paşa yakalanıp Mısır'a geti­rildi. Burada nezaret altına alındı. Ali Paşanın Mısır'a gelmesi kötü tesir yapmaktan bir işe yaramadı.

 

Berdesi Osman bey, Reşid'i istila ederek valinin kardeşi Şeydi Ali kaptanı Buruc-u Mağizel isimli yerde, hiyie yapa­rak ele geçirip Kahire'ye yolladı. Vali Ali paşa ise, Berde-si'nin İskenderiye'ye hücum edeceğini düşünerek meşhur Ebukır şeddini tahrip ettirdi. Bu tahrip üzerine İskenderiye'ye Nil nehrinin suyu gelemedi. Ahalisinin çoğunlukla İzmir, Ro­dos ve Kıbrıs taraflarına hücum ettiler. Fakir fukara ise, Ali Paşanın yanında ve elinde ezilip duruyordu. Artık Mehmed Ali Ağa ve Berdesî, birlikte hareket ediyorlardı.

 

En nihayet; Mısırlı komutanlar, Arnavut askerlerin maaş ve taayinatını, kendileri tarafından verilmek ve iki üçyüz adamıyla, Kahire'ye gelerek, eski Mısır valileri gibi resmen makamına oturarak, gelirlerden kendine düşen hisse iie ge­çimini sağlamak üzere Ali Paşayı Kahire'ye davet ettiler. Pa­şa ise, Arnavut isyancılarla Arab şeyhleriyle giziice haberie-şirlerken, isyancı Arnavutlarda vaziyeti Mehmed Ali ağaya duyurmaktalardı. Mehmed Ali Ağa, bunu Kölemenlere açtı. İttifak ettiler. Paşayı kandırıp İskenderiye'den çıkmasını sağ­ladılar. Paşa varlığını ve yüklerini 60 gemiye yükletmiş nehir yolu ile Kahire'ye iniyordu. Saikana vardığında gemileri ab­lukaya alındı. Top ve tüfenk atışına tuttular askerinin çoğunu telef ettiler. Gemilerini zapt edip Ceyze'ye götürdüler.

 

Velhasıl esir alıp, askerini de Bilbese gönderdiler. Paşayı­da,  İbrahim beyin çadırında misafir ettiler. Ancak uslu durmayıp, Kölemenlerin aleyhinde olan, Kına'daki Osman bey'e gizlice mektup yolladı. Yolda ele geçirilen mektup, Mısırlı ko­mutanların eline geçti. Bu vaziyet karşısında da Ali Paşayı Bilbes yönüne doğru gönderdiler. Yolda kölemenlerin saldırı­sına maruz kaldılar. Kendi yâni Ali Paşa, kızkardeşinin oğlu ve kethüdası ile yanında bulunanların pek çoğu öldürüldü. Mehmed Ali ağa, İbrahim bey ve Berdesi Osman bey'in gü-veninielde etmişti. Almış olduğu tedbirlerle Hüsrev paşayı Mısır'dan firara mecbur, Ali paşayıda katiettirmeye muvaffak olmuştu. Hatta Elfi bey gibi bir kaç komutanı da çeşitli yollar sayesinde baştan atabildi. Yeniçerileri Kölemenlere, Köle­menleri, Arnavutlara musallat ederek pek çoğunu kırdı. Fn sonunda Berdesî'ninçok vergi koyması yüzünden çıkan hoş­nutsuzluk ve kargaşadan da istifade ederek hem Berdesi Os­man'ı hem de, İbrahim bey'in hânlarını kuşatma altına ala­rak onları da firara mecbur kıldı. Bunların bir nevi bağlısı olan kölemenleri ise Arnavut askerlere kırdırdı.

 

Mısır'da bağımsız bir vali olmak esas arzusuyken Ahmet Paşa ve diğer vakaları göz önüne alarak bunu açıklamaktan çekiniyordu. Beylerin firarı üzerine sekiz aydan beri hapiste olan Hüsrev Paşayı yanına alarak kale'ye çekildi. Sonra Öz-bekiye'deki konağına geldi. Ahalide. Hüsrev Paşanın tekrar vilayete gelmiş olduğu zehabına kapılarak tebrik etmeye ko­şar oldular. Hatta Hüsrev Paşa bile bu zanda idiyse de, esas hâl öyle değildi. O arada^İskenderiye muhafızı olan Hurşid Paşayı Mehmed Ali davet etmiş bulunuyordu. Hurşit Paşa; Kahire'ye gelir gelmez, valiliği İlân edildi. Mehmed Ali'nin Istanbula yazdırdığı dilekçede "Ali Paşayı öldürenlerin Arnavut askerleri olmayıp, Kölemenler idi. Bu gaddarca muamele devlete bağlılıkları hasebiyle Arnavut askerinin namusuna dokundu. Bunun üzerine onlarda kölemenleri perişan ederek Mısırdan kovalayıp sürdüler." gibi ifadelerle vakaları anlattığı gibi, Hüsrev Paşanın dahi 50 kese harcırah vermesiyle Ro­dos taraflarına gönderildiğini ve kendisine bir mansıb ihsan buyrulmasınm faydasınıda hatırlattı. Fakat Mehmed Afi ağa tazminatı pek güzel gizliyordu. Ancak, Ali Paşanın idam olunduğu başkent tarafından duyulmuş, Mısır eyaleti de, Cezzar Ahmed Paşaya tevcih olunmuştu. Cezzar ise; ölüm hastalığına tutulmuştu. Mehmed Ali'nin bu arzı İstanbul tara­fından hayretlerle karşılanmakla birlikte hemen kabul edildi. Çok geçmeden Cezzar Ahmed Paşanın vefatı vukubuldu. Hurşit Paşa Mısır'da yerleşti. Ne varki Kölemenler rahat dur­mama yolunu seçtiler. Kendilerine celbetmiş oldukları Arab-larla birlikte, Mısır'ı tazyik altına almaya başladılar. Mehmed Ali, kölemenler üstüne yaptığı saldırı ile bir güzel bozguna uğrattı. Bunların kötülüklerini mahvettikleri gibi, köylülere de ağır vergi yükünü tahmil ettiler. Yolları tuttular. Buna bağlı olarak, Kahire vasıta ile gidilebilecek yer olmaktan çıkarıl­mıştı. Bilinmez şekilde yiyecek fiyatları pek yükseldi. Hemen peşinden tabii olarakda mal sandığında sıkışıklık arttı ki, Hurşid Paşa mali bir tedbir olmak üzere komutanların ha­remlerinden birer mikdar cerime ala koyma garipliğinde bu­lunarak, konaklarına karakollar koydu. Hurşid Paşanın valili­ğini müteakip büyük Elfi bey ile Hasan bey kölelerinden Os­man bey itaat göstererek Elfi Bey Carca'ya, Osman bey ise Kına sancaklarına tâyin olunmuşlardı. Elfi bey bu tâyin ha­berini alınca arz başka davaya benzemez, diye Mısır'a gel­meğe kalkışarak, bir taraftanda İbrahim bey ile Berdesî Os­man'ın öte taraftan büyük ve küçük Elfi'lerin askerleri, Kahi-re'yi sıkıştırmaya ve ahaliden vergi almaya başladılar. Meh­med Ali ağa tabiatıyla, bunların üzerine yürüdü. Ancak başa-rıh olamadı. Beyler Mehmed Ali ağayı Mısır'dan çıkarmak için gizlice Hurşid Paşa ile haberleşmeye geçtiler. Esasta maksadın hakikisi kölemenleri Kahire ve Mısırdan çıkarmakti. Hurşid Paşada ise bu kudret asla yok idi. Mehmed Ali ağa bu iş İçinde bir hiyle düşünme yolunu seçti. Komutanlar ile barış yapma haberleşmelerine girişirken, kendini de zayıf gösterme taktiğini seçti. Karşısındaki bey'lerin bütün ihtiyat­larını terk ettikleri görüldü. Dört bin askerle Mehmed Ali ta­rafından sarıldıklarını gördüler.

 

Şebrede meydana gelen şiddetli savaştan sonra bir baskın daha verildi ve Kölemenlerin perişan olup, kaçacak yer ara­dıkları müşehade olundu. Bütün bu başarı sadece Kahire'nin kurtarılmasına yetme neticesi vermişti. Kahire'nin anbarı Sa-id ise, yine Kölemenlerin elinde kalmıştı. Kıtlık ve açlık da yine başlamıştı. Hurşid Paşa ise hem Kölemenleri hem, Men med Ali'yi defetme hülyasıyla bir takım gizli teşebbüsler de bulunmaktaydı. Mehmed Ali'nin kölemenleri zorlamak için, Said taraflarına gitmesinden mütevellid, bu vaziyetten istifa­de ümidine düştü. Fakat meselenin diğer bir garib tarafı da; İstanbul'un Mısırdaki vaziyetten, bütün çıplaklığı ile haberdar olamaması münasebetiyle Hurşid Paşanın Kölemenleri ata­rak, Arnavutlarla bağımsız olarak, valilik yapmakta olduğu­nun zannını taşımalarıydı. İşte böyle kör döğüşü esnasında, Hurşid Paşa, Mehmed Ali ağanın gücünü zayıflatmak maksa­dıyla, Şam'dan biraz delil askeri getirtti. Bu askerin getirtil-mesinde; ki maksadr sezen Mehmed Ali hemencik geri dön­dü. Tarihler bu sırada h. 1219/m. 1804 senesini göstermek­teydi.

 

Hurşid paşa ise, delil askerini Mehmed Alinin üstüne gön­dermiş bulunduğundan, yoldan geri dönmüş bulunan ağanın askerleri, üzerlerine gelen askerle Tarah adlı yerde faca faça­ya geldiler. Delil askeri denenler hemen saldırıya geçemedi.

 

Mehmed Ali hemen onlara seslendi: "Biz ulufemizi iste­meye geldik. Kimse ile alış verişimiz yoktur" dedi. Onların cevabı da "öyleyse bunlara ilişmeyelim" demek oldu ve kenâra çekildiler. Mehmed Ali ve askerleri böylece Kahire'ye girmeye muvaffak oldu. Mehmed Ali doğruca Özbekiye'deki konağına gelip oturdu. Hurşid paşa, şeyhleri, ocaklıyı onunla bir araya gelmekten men etti. Bu esnada Elfi Mehmed Bey'inde askerleri Ceyze'ye geldi. Öte taraftan Mısır ahalisi Camiül Ezher'de toplanarak valiler tarafından yapılmakta olan zülumlardan, feryadlar içinde şikayetçi olduklarını orta­ya koydular. Halbuki; Mehmed Ali'nin Cidde valiliği gelmişse de bunu Hurşid paşanın sumen altı ettiği görüldü. Hurşid pa­şa şehre inince Mehmed Ali, yanma giderek hilat giydi. Atına binip giderken askerler hücum ederek ulufe istediler. Meh­med Ali: "İşte paşa buradadır. Diye atını sürdü. Ahaliye altun ve gümüş serperek gitti. Asker Hurşid paşayı sardı. Paşa bü­yük zorluklar karşısında kalarak kaleye çıkabildiysede ertesi gün halk sokaklara dökülerek "Bu zâlim valinin elinden fer-yad! diye bağırıştılar.

 

Az sonra da, bir çok kişi mahkemeye toplandı. Mehmed Ali'ye müracaat ederek, Hurşid paşayı istemediklerini ifade ettiler. Mehmed Ali de, kimi istersiniz? Diye sorunca: "Seni dediler. Çünkü sende hayır ve adalet görüyoruz Mehmed Ali evvelâ pek istermiş görünmeyecek davranış sergiledi. Daha sonra rıza gösterdi. Daha sonra kürk ve kaftan getirilip, me-şayih tarafından giydirildi.

 

Mehmed Ali güzel bir manevra çevirmeyi bilmişti. Hurşid Paşa: Hâla beni padişah nasbetmiştir. Ben, fellahların emri ile mazu! olamam. Padişahın emri ulaşmadıkça vâliliktende ayrılmam diyordu. Ertesi gün kaleyi kuşatarak bir ay sonra vezir tepesine toplan çevirip tepeden de yine toplarla sıkıştır­mağa başladı. Halbuki devlet tarafından haremeynin muha­fazası en önemli mesele sırasına geçmişti.

 

Mısır'da; yaşanmakta olan bu olaylar artık endişelere dü­şülmeye yolaçtı. En sonundada İstanbul'dan Mehmed Al-

 

i'nin; Paşa ve Misir'a vâii olarak nasb olduğunu âmir ferma­nın gelmesi ve bu, fermanın Özbekiye'de okunması gerçek­leşti. Artık Hurşid paşaya kaleden çıkmak Bulak'dan bir va­pura binerek Kahire'den ayrılıp gitmek gerekti, o da zaten öyle yaptı. H. 1220/M. 1805'te bu işler olup bitmişti.

 

 

 

Karışıklıkların BirıbiriniTakibi

 

 

Mısır meselesinin geldiği bu vaziyet esnasında, rumeli ve de anadolu'da da bazı pek önem arzeden vakalar, husule gelmekteydi. Tepedelenli Ali Paşanın Rumeli valiliğine tâyin olunmasını eşkiya büyük bir ürkeklikle karşıladı. Bu tâyin karşısında bir kenara çekilip sakin duracaklarına dair söz vermelerini de intaç etmişti. Tepedelenli Ali Paşanın bu tayini Rumeli ayanı arasında bulunan Tokatçıklı isimli biri tarafın­dan itirazla karşılandı. Mutedil ve münsif, yâni pek insaflı bi­rini tâyin etmelerini ve yanına verilecek, bir başbuğ ile hay­dutların yok edilmesini deruhde edeceğini ileri sürmüştü. Bu itirazıda ne hikmetse makul bulunup Rumeli eyalet valiliğini de Vezir Vâni Mehmed Paşaya İhale ettiler. Tirsiniklioğlu bu vakada yararlıklar gösterek eşkiyadan Molla İbrahim ile ave­nesini ve ileri gelenlerini öldürdü. Fire ve Malkara tarafların­daki eşkiyanın takip edilmesi için, bir deneme olmak üzere bu sefer nizamı cedid askerinden biraz süvari birazda piyade yolladı.

 

Nizamı cedid'in yapacaklerını herkes merak etmekte oldu­ğu gibi bizatihi kendilerini de pek çok kişi görmek istiyordu. Hatta bazı elçilikler özel vazifeyle adam gönderme yoluna dahi gittiler. Hakikattende; bunların itaat açısından olsun davranışlarından olsun, pekçok kimse memnun kaldı. Hele Ballı köyündeki, çarpışma esnasında muzika çalatak, ma­nevralar yaparak eşkiyanında perişan edilmesini sağladılar. Ne varki Mısır'daki gibi, Rumelide de bir Mehmed Ali daha ortaya çıkmak üzereydi. Tepedelenli, Toska taraftarı hane­danların teker teker mahvını temin ederek Yanya civarında bağımsızcasına bir şekli idare kurmuş gibiydi. Onbeş sene­den beri kendisine karşı koymakta olan Solyut ve Çamlık beylerinide yıldırmıştı. Artık arada sırada babıâli'den gelen emirlere de, kulak asmamaya başladı. Anadoluda da böyle önemi hâiz vakalar çıkmağa başladı. Rumelinin belalısı iken, anadoluya çekilen Gürcü Osman Paşanın delibaşı'sı Ömer Paşa Kayseriye, Gürcü Paşanın kendisi de Erzurum vâliliğiy-le gittiğinde Murad paşa tarafından tutularak hemen orada, Karahisarı Sahip sancağı mutasarrıfı Halil paşa'da kendi sa­rayı içinde İdam edildiler. Cezzar Ahmed paşanın ölümü ise Suriyede de bazı meselelerin çıkmasına fırsat verdi. Şeyh Ta-ha adlı biri Cezzar'ın zindana attığı İsmail paşa adındaki biri­ni ordan çıkararak dairesini ona teslim ve de, güya Cezzar makamını ona vasiyet etmiş gibi İlânatta bulundu. İsmail pa­şa Cezzar'ın elbiselerini giydi. Hazineyi idaresi altına alıp, as­kerin maaşlarını dağıtarak, onları da kendini destekler duru­ma getirdi. Öte yandan Halep valisi İbrahim Paşa Cezzar'ın vefatını duyunca da hemen Şama geldi. Burada Cezzar'ın öl­meden önce makamı kendisine vasiyet ettiğini ilân etti. Ha­kikaten de, İstanbul'dan gelen fermanda Hicaz seraskerliği, Şam, Trablus ve Sayda eyaletlerini İbrahim paşa yönetimine verildiği yazılıydı. İsmail paşa ise, zaten kaçak biriydi. Devle­te, mesele çıkarmama, Cezzar'ın mallarını teslim eder, Ak-kâ'dan çıkıp gittiği takdirde, kendisine Anadolu toprakların­daki istediği eyalet vezirlik rütbesi ile verilip, yapmış olduğu suçlarda affa tâbi tutulacaktır diye, İbrahim paşa tarafından bildirim yapıldı.

 

Ne varki İsmail paşa kulak asmadı. Bunun üzerine kale kuşatıldı. İsmail paşa eğer Sayda eyaleti üzerinde bırakılırsa Cezzar'ın bırakmış olduklarını vermeğe amade olduğunu beyan etmişse de, bir cevap verilmemişti. Cezzar'dan arta ka­lan 75 bin yaldız altunu, bin keselik akça, bir çok eşya ve haberleşme yazıları, kaptan paşa ile İstanbul'a yolladıysa da, kaptan Abdülkadir paşa'nın bu husustaki tavassutu hoş gö­rülüp Bursa'ya, İsmail paşa'nın yerine de Cezzar'ın kethüda­sı, Süleyman paşa tayin olundu. Süleyman paşa Akkâ üzeri­ne gittiğinde İsmail paşanın askerini bozup, kendisini firara mecbur kıldı. İsmail paşa daha sonradan zindan arkadaşla­rından biri tarafından teşhis olunarak, Süleyman paşaya tes­lim edildi. Süleyman paşa, İsmail paşayı bir gemi ile İstan­bul'a gönderdi. Ne var ki paşa gemide katlolundu. Beri yan­dan Vehhabilerin meydana getirdiği mesele, gittikçe büyüme istidadı göstermekteydi. RumrJideki eşkiya takiblerinin neti­ce vermeye başladığı görülmüş, Kömelince ayanı Süley­man'ın yakalanıp idam edildiği görüldü. Karadağlılar ise bir kıyam daha başlattılar. Podgoriçe üzerine yürüyüşe geçtiler. Sırplılara Rusların yardım ettiği pek açık bir hale gelmişti. Karayorgi çetesinin günden güne genişlediği rahatça anlaşılır hâle de geldi. Aynı zamanda Bosna valisi Bekir paşa, Böğür-delen kalesi yakınlarında Sırp Kenzleri de denen bir takım Sırp İdarecilerini yanına getirtip, kıyama geçme hususundaki sebebi sual etti. Bu sual karşısında Kenzlerin cevabı: Belg-rad'da dört tane dayı'nın zülmundan şikayetçi olmalarıydı. Paşa gayet kurnaz bir tutum takınarak, Beîgrad kalesinde bulunan Arnavut sekbanbaşılardan Koşancalı Halil ağa'yı ele aldı. Halil ağa, Bekir paşaca gönderilen dört aayının teslimi hakkındaki, emirnameyi aldığı sırada aşağı ve yukarı kaleleri zapt etti.

 

Dayılar, Adakalesine kaçtılarsa da, yakalanıp ioam olun­dular. Halbuki Sırpların ihtilâli Rusların körüklemesi ile alev­lenmekteydi. Kara Yorgİ beri taraftar Pasbanoğlu ile barıştı. Drina nehri boyunca yürüyüşegeçti. Karadağlılar da isyan işinde pek gecikmeyip, hemencik harekete geçip, Rus bay­rağını omuzları üstünde yükselttiler. 1219/1804 tarihi bunla­rın şahidi oluyordu. 1219/1804 senesinde avrupadaki siyasi ahvalde meydana gelen büyük bir değişiklikte son derece dikkat çekicidir.

 

Napolyonun birinci konsül olarak görev yaptığı, sistemin diğer iki konsülü adetâ mel'un gibi görevde tutulmaktaydı. İşte bu sırada Fransız anayasası dördüncü defa olarak, de­ğiştirilmeye tâbi tutulmuştu. Teşrii kuvvete, Şura-i devlet, he-yet-i kanuniye, Tiribüne ve senato adlarıyla dört meclise da­ha işlerlik kazandırıldı. Fakat Bonapart 1. konsüllüğünü ge­lecekteki emellerine göre idare ederek, büyük inkılabı mu­vaffakiyetle sonuçlandırmak için, üzerinde bulunan kuvvetli hükmetmek şansını ailesinin de miras olarak alabilip kulla­nabilmesi için kendisine yeni bir unvanı bulup vermelerini is­tedi. Kral denmesi yıkılan idareyi hatıra getirdiği için hoşlan­mıyordu. İmparatorluk unvanı ise, hâli hazır duruma uygun­sa da, ayrıca Fransızların gururunu okşayabilirdi. 1804 sene­si nisan ayının 23. günü, Tribüne meclisi azasından mösyö Küre adlı biri:

 

"Hâlihazırda 1. konsül olan Bonapart'm, Fransızların im­paratoru ilân edilmesini ve imparatorluk şerefinin, hanedanı­na miras olarak kalması" teklifini yaptı. 30/nisan/1804'de bu teklif gündeme alınıp, münakaşa mevzuu yapıldı. Mösyö Kure'nin bu teklifi kabul edildi. Teklifin Senato'ya gönderildi­ği görüldü. Senato ise, şura:i devlet tarafınca ayan kararı ile bunun genel oylamaya tâbi tutulmasını tensib eyledi. O gün Napolyon Bonapart fransızların imparatoru unvanını alarak, genel oylarda, 2569 muhalif oya karşı 3. 572. 329 reyle tas­dik edilmiştir.

 

Aradan vakit geçtikçe; kanun meclisine ait maddelerin adi iradelerle veyahut kendi iradelerinden farkı olmayan âyanların kararı ile çıkar oldu. Her iki meclisi nizamın tamamlan­ması için bıraktı. Daha sonrada meclisi kanun yapmak için senelerce toplamadı. Tribuna (meclisi) 1807 senesinde orta­dan kaldırılma yoluna gidildi. Artık Napolyon'un iradesi ka­nun yerine geçer oldu. Napolyon'un Fransızların imparatoru olarak ilân edilmesi, İtalya üzerinde gasbiyeti bulunması, bil­hassa Burbon hanedanındaki Dük Daniken'in hiyle ile Straz-burg yakınlarında bulunan Etenhaym şatosundan zorla kal­dırılarak fesad başı olarak ithamı ile gizlice bir divan-ı harpde savunmasız olarak yargılanıp da ertesi gün kurşuna dizilmesi şeklinde gelişen olayların gizliliği Avusturya ve Rusya'yı bir­birlerine yaklaştırdı. 1804'de yapılan bu iki devlet arsındaki, gizli antlaşmaya bir yıl sonra İngilizlerde iştirak eyledi. Bu üçüncü olarak anlaşmış bir heyet olmuştu. Ruslar, Napol-yon'dan Hollanda ve İsviçre'nin istiklâlini tastık etmesini, Ha-nover'in boşaltılmasını, Piyemonte kralının makamına iade­sini talep etti. Napolyon ise, tam aksine imparatorluk unva­nını, İtalya kralı unvanını eklediği gibi bukrallığı Hidiv unva­nıyla oğlu Ojen Boşerane'ye verdi. Bir kaç gün sonra Ceno-va ile Likori'yi Fransız imparatorluğuna ilhak, Luk'u ve Pi-ombino'yu prensiliğe yükselterek eniştesi Bakşiyoşi'ye hedi­ye etti. Bu arada savaş kokulan da, yayılmaya başladı ve İn­giltere hükümetinin başında ise, yine mösyö Pit bulunmak­taydı. İngiltere, Rusya, Avusturya, Napoli, İsveç'den meyda­na gelmiş bulunan birleşmiş bir güç harekete başladı. Fakat, Prusya kralı Fredrik Gilyom tarafsız kalmayı yeğledi. Az ön­ce görmüşidik ki Fransa ile Osmanlı devleti arasındaki sulh antlaşması kati olarak imzalanmıştı. Ancak bu antlaşmanın hükümleri Osmanlı devletinin, Fransa ile Avrupa devletleri arasında çıkacak savaşlarda Fransızların, taraftarı olacağı anlamına gelmiyordu. Bu bakımdan İstanbul sefiri Brun'un babıâlide yaptığı teşebbüslerin ittifakla ilgili olanları netice vermedi. 1805 senesi ocak ayının 30. günü Napolyon, 3. Se-lim'e şöyle demekteydi: "sen bir gün rumlann yardımını kendilerine celb ettikleri halde bir rus donanmasının ve or­dusunun gelerek İstanbul'u istila edeceğini görmiyecek ka­dar körmüsün? Selim uyan, dostlarını vekiller heyetine ge­tir, hâinleri uzaklaştır, Fransa Prusya gibi dostlarına itimat et." Mösyö Brun; bu birleşmeyi husule getiremedikten baş­ka, Napolyon'un imparatorluk unvanını dahi babıâliye tasdik ettiremediğinden Mösyö Rofen'i maslahatgüzar sıfatıyla bıra­karak ülkesine döndü. Fakat, İstanbul'da bulunan Rusya el­çisi İtalinski ile İngiltere sefiri Staratton birleşmiş devletler adına babıâli'yi yönlendirmeye çalışmaktaydı. Napolyon'un bu sırada müttefik devletler ordusuna Osterlİçte İndirdiği dar­be, İstanbul'da bir saika gibi patladı Bu zaferi Presburg mu­ahedesi takip ettiki, önemli maddelerinden biride, Fransızla­rın İtalya krallığı adına olarak Venedik eyaletinin kendi he­saplarına olarak, İstirya ve Dalmaçya'nında sahibi oldukları­nı kabullenmiş olmasıydı. Fransızlar yine Osmanlılarla hu-dud komşusu oldular. Fransız tarihlerinin anlattığına göre 3. Selim iki hristiyan hükümetine darbe olması bakımından memnun fakat Österliç savaşının doğuyu alakadar eden ta­rafı yüzünden, endişelenmeğe düşmüştü. 1221/1806 senesi­nin haziran ayında, fevkalade bir elçilik heyetini Fransaya gönderdi. 3. Selim, Fransa'y1 Osmanlı devletinin en eski, en sadık, en ihtiyaç duyduğu müttefiki olarak kabul ettiğini bil­dirmekten duyduğu memnuniyeti ifade ederken, Napolyon ise bu ifade karşısında "Osmanlılara gelen, hayır'da şer'de aynen Fransızlarındır." Dedi. Giden bu heyet Muhib efendi­nin başkanlığında idi. Çok az sonra Mevkufatçı Mehmed Emin Vâhid efendi görevine ilaveten verilen nişancılık rütbesi ile birlikte murahhas elçilik verilmek suretiyle gönderilmiştir ki, Rusya'ya karşı ilân edilen harp tarihine rastlamıştı.

 

Tarih-i Cevdet diyorki: Bizim tarihlerde ise, şöyle bir izahla karşı karşıyayız: Mülakat günü, Muhib efendinin Napol­yon'un huzurunda beyan edeceği nutkun resmi sureti önce­den tetkik olunmak üzere istenildiğinden padişahın mektu­bunda yer alan lakablara göre, uygun olarak kaleme almış olduğu nutkun bir sureti gönderildiğinde, bu nutuğun içinde Napolyon'un, yalnızca imparatorluğu yer almış olup, İtalya krallığı yazılı bir yer görünmüyordu. Bunun da yazılmasının gerekeceği Taleyran tarafından İşaret edilmişti. Esasında İtal­ya krallığının tasdiki, Osmanlı devletinin, Rusya ve İngiltere devletleriyle olan ittifakına, aykırı olmak düşüncesine ve kendi talimatında buna dair bir şey yazılmamış olmasına bi-naende Muhib efendi bunu söylemeye cesaret edememiş şimdiye kadar bu iki devlet arasında geçen bahislerde impa­ratorluk unvanına dair ve de, İtalya krallığına ait bir bahis geçmediğinden padişahın mektubunda yer alan lakablardan, fazla bir ilavede bulunamayacağını da ifade ederek, özür be­yan etmiştir. Öte taraf ise ısrar edip, hattâ önceden Napol­yon tarafından İstanbul'a elçi tayin olunmuş Sebastiyanj, bir kaç kere bu husus için Muhib efendiye gelip gitmiş ve de so­nunda, İtalya krallığı unvanını eklemeyi yapmaz ise, impara­tor ile görüşemeyeceğini belki hemencik savaş edip Dal-maçya'daki Fransa ordusunun İstanbul'a yürüyeceğini söy­leyerek Muhib efendiyi tehdid altına almıştı. Muhib efendi mazeretinde sabit kadem olunca bu istektende vazgeçerek, "Garbın yıldızı ve bütün maliklerin hâmisi" şeklindeki, un­vanların ilavesi teklif olunmuşsa da, Muhib efendi padişahın mektubunda yer alan lakablardan başka bir lakabı asla ila­veye niyeti olmadığını söyleyince bu isteklerden de vazgeçil­mişti.

 

Fakat, alay halinde Napolyon'un yanına gidilirken, Fransız teşrifatçı, arabanın sağ tarafında ve Muhib efendi onun solunda oturmuştu. Napolyon'un huzuruna çıkıldığında da, odanın üç tarafında temenna etmek için şimdiye kadar Os­manlı sefirlerine yapılmamış muamelelerin teklifi edilmişti. Muhib efendi ise; şimdiye kadar riayet olunmuş usûl dışında herhangi bir şey yapmayacağını söyleyerek: Bu alay eğer teşrifatçı içinse bizim alayda bulunmamıza lüzumu yok, he­men nâme-i hümayunu ve tercümanı alır giderim şeklinde cevab vererek teşrifatçının sol tarafa oturmasına karar veril­miştir.

 

Bu sıralarda Napolyon, Ruslarla bir antlaşma yapmış bu­lunduğundan Osmanlı devleti tarafından yanına elçi gönder­mekten maksat bir gösteriş sergilemek böylece Rusyaya korku vererek ingilizlerden ayırabilmek, düşüncesinde başa­rılı olmak şeklindeki bir antlaşmaya mecbur kılmaktan iba­retti. Bu hâl sonradanda sabit olmuştur.

 

 

 

Gaile'ler

 

 

1220/1805 senesi başlarında husule gelen olayların ya­nında, Sırbistan ihtilâlinin çok dikkat celbedici yanlan vardır. Reis Kara Yorgi kendisine Sırp Gospodariığı unvanını vererek istiklâlini ilâna kalkıştı. Kara Yorgi, Sırpların bağımsızlığını Osmanlı devleti tanıma yoluna gitmedikçe, silahlarını bırak­mayacağını beyan etti. Bosna civarını çiğnemesine rağmen üzerine asker yollanamıyor, Karadağ ve Akdeniz sahili ada­larında yaşamakta bulunan Rumlar dahi müttefikimiz Rusya-nın parmağında oynamaktaydı. İhtilâle dair hareketlerin için­de yer alıyorlardı. Rusların hareketli parmağı Gürcistan taraf­larını da karıştırmaya muvaffak oluyordu.

 

Tiflis hânı Erekli 1214/1799'da öldüğünde topraklan Rus ülkesine ilhak edilmişti. Osmanlı devleti, Rusya ile Fransa aleyhinde olmak üzere ittifak halindeydi. Bu sebebten yapılana ses çıkaramadı. Artık sıra Mengli hân idaresindeki Gür­cistan'ın diğer parçasına gelmişti. Biz iki taraftanda sıkışma­ya maruz kalırken, iç işlerimizde yeniçerilerin, nizam-ı cedi­de olan düşmanlıkları kendini gösteriyordu. Vehhabilerin or­taya koyduğu feci hallerden dolayı, Mekke-i Mükerremeye hacılar gelemediği gibi Mekke ahalisi de, Arafata çıkamıyor-lardı. Kürdistan taraflarında, Baban mutasarrıfı Abdurrahman Paşa isimli biri de Kev Sancağı mutasarrıfı Mehmed Paşayı idam ederek Bağdad Valisi Ali Paşanın adı geçeni cezalan­dırmak üzere askerini mağlup etmesi üzerine, İran Şahına il­tica ederek, Bağdat ile Tahran arasının münasebetleri şeker renk oldu.

 

Mısır eyaleti ise, Kavalalı Mehmed Ali Paşanın hükmüne giriyordu. Mehmed Ali; Mısır eyaletini yakalamakla birlikte, Mısırlı komutanların herhangi bir taarruzundan emin değildi. Bunlar üzerlerine gidildikçe çekilir, avdet olundukça harekete geçer takımından olduklarından Mehmed Ali Paşa bunları akıllı müslümana yakışır tarzda bir hileyle avlamayı başardı. Güvendiği Arnavut askerlerin bazılarına da aldığı tertibatı an­latarak, bunları Mısırlı komutanlarla belli etmeden savaşa gönderdi. Kölemen Beyleri bu hileyi sahih olarak belleyip, kandırıldıklarını anlayamadılar. Mehmed Ali'nin yaptığı hileli düzenleme şöyleydi: Mehmed Ali Paşa Halic'in ağzına çıktığı esnada Kölemenler aniden Mısır'a dalacaklar, filan gurup fa­lan yerde, falan gurup filan yerde bulunacak. Bu tuzağa Ka-hire'den Mehmed Ali Paşaya aleyhdar olanlar dahi inanmıştı.

 

Cemaziyelevvelin 20. günü Mil sakin olduğundan herkes gezmeğe çıkmıştı. Mehmed Ali Paşada Hisar nahiyesinde ça­dır kurdu. O gün; Kölemenlerin bir bölümü dağın ardından hareket etti. Yolcular Süveyşe çıkamadı. Her ne ise; Mısırlı komutanlar Nevah-i Hüseyniye geldiler. Buradan da, Baba Fettah'a ulaştılar. Bekçiler yoktu. Bazıları bunları tanıyıp kapıları açtılar. Bir çok Kölemen kumandan ve asker içeri girdi­ler ve o ortalıkta, Mehmed Ali'nin askerlerinden bir kişi bile, görünmüyordu. Bunlarda korkusuzca yükleri ile eşyaları be­raberlerinde olduğu halde yürüdüler. Atıfet ül Haratine deni­len yerde ikiye ayrıldılar. Hasen memleketinden olan Osman bey gurubunun Camiül Ezhere, diğer fırka ise, Derib-i ahmer tarafına yöneldi.

 

Buraya geldiklerinde aniden bir ateş salvosu başladı. Ne tarafa kaçsalar, ne tarafa koşsalar kurşun yağmaktaydı. En sonunda Berkuk Camiinde toplandılarsa da çok geçmeden esir düştüler. Osman bey gurubu ise kaçmağa yüz tuttu. Fa­kat yolda Arnavutlar hepsini soyup soğana çevirdiler. Elli ki­şi kadar insanın kafalarını kestiler. Geri kalanlarıysa yalın ayak, başıkabak olarak döğe söğe Ozbekiye'ye getirdiler. Bunlar arasında meşhur komutanlardan beş-altı kişi ve hayli de kâşif var idi. Çoğu idam olundu. O dönemin adetlerinden olarak, başlan soyularak derilerinin içine saman doldurulup İstanbul'a gönderildi. Mehmed Ali bu sırada Hurşid Paşa dev­rinde Şam'dan gelen delil askerini de sürüp, Mısır hududia-rından çıkardı. Şark cephesinde bütün bunlar olurken Balkanlarda Osmanlı devleti Sırplara bazı imtiyazlar tanıma politikasına eğilim göstermişse de, Kara Yorgİ bağımsızlıktan başka hiç bir imtiyaz kabulüm olmaz demekteydi. Öte taraf­tan şehzade Sultan Mustafa'ya mensup olanlar nizam askeri aleyhine hareketleri körüklemekteydiler. Bunlardan biride Trabzon valisi Tayyar Paşa idi. Paşa adeta isyan etmişti. Eski sadrazam Yusuf Ziya Paşa hizaya getirmek üzere vazifelendi­rildi. Tayyar mukavemet edemeyeceğini anladığında Rus­ya'ya kaçmak yolunu seçti. Bizim dış siyasetimize gelince; bir tarafımıza Rusya, İngiltere diğer tarafımızda da Napolyon askıntı olmuşlar bizi çekiştire çekiştire bir yerlere götürmeğe gayret sarfediyorlardı. Sonunda Ruslar daha becerikli çıkıp,dokuz sene için bilinen muahedeyi yenilediler. Ayrıca on gizli maddeyi daha kapsayan başka ve de gizli bir antlaşma İm­zalandı.

 

 

 

Avrupa Ahvâli

 

 

Avrupa ise; gerek kara gerekse deniz savaşlarıyla vakit geçiriyordu. Amiral Nelson, Fransız amiral Vilnov'un donan­masını Trafalgar açıklarında yenip, kendisini de esir aldı. Ay­rıca Nelsonda yaralanmıştı, daha sonra bu yaradan öldü. Napolyon'da Ülm'da parlak bir zafer kazanarak otuzüçbin ki­şi, altmış top, kırk sancak ile Avusturya generali Max'ı esir aldı. Çar 1. Aieksandr'm ordusunu püskürterek Viyana'ya girdi. Brün'de de genel karargahını kurdu. 1805 senesi aralı­ğında da Österlichte müttefiklerin ordusunu perişan ederek 20 bin esir, 45 bayrak,  146 top ele geçirdi. Ruslar Polon­ya'ya çekildiler. Avusturya imparatoru 2. Jozef, antlaşma is­tedi. İngiltere başvekili Wilyam Pit bu savaşların tevlit ettiği üzüntüler neticesinde öldü. Mütarekeyi takip eden Presborg antlaşması Avusturya'yı İtalya ve Almanya'dan çıkarıyor, "Mukaddes Cermen Roma imparatorluğu" denilen eski heye­te nihayet veriyordu. İtalya krallığı Venedik eyaletini, Fransa ise, Triyestenin içinde olmadığı İstirya ile Dalmaçya'yi alı­yorlardı. Österliçh zaferinin haberi; Rusya ile yapılan 2. ant-laşma tasdiknamelerinin babıâlide mübadele edilmesinden, bir gün sonra gelmiştir. Österliçh savaşının neticesinden Os­manlı devleti siyaseti haylice müteessir oldu. Napolyon, ka­zanmış olduğu bu savaşın galibiyet haberini, özel bir vazifeli göndererek bildirdi. Tarihlerimizin bildirdiğine göre aynı za­manda Ruslar sulha eğilim göstermezlerse, Lehistan'a saldı­racağını haber vermiş, devlet de, bu ana kadar, Fransa im­paratorluğunu tasdik etmediği halde, bu sefer cevab olarak yazılan padişah mektubunda imparator unvanı gayet tumturaklı sözler kullanılarak konmuştur. İstanbul'a gelen özel me­murla yapılan, gizli bir toplantı da Osmanlı devletinin ülkesi­nin bütünlüğü, Rusya'yla Eflak ve Buğdan için yapılmış kötü şartların kaldırılması, İstanbul'a elçi gönderilmesi gibi husus­lar konuşulmuş, reisülküttab (hariciye bakanı) Vasıf efendi­nin boşboğazlığı yüzünden vaziyet Rus elçisine ulaşiverdi. Bu vaziyet karşısında; Rus elçisi İtalinski macerayı anlamak ve İngiliz elçisinin Osmanlı devletini eski antlaşmayı yenilemek için tazyik etmekteydiler.

 

Napolyon, ne Rusları nede Avusturyalıları İstanbul'da gör­mek istiyordu. Prosburg antlaşmasıyla, Venedik ve Dalmaç-ya'yı aldığı gibi Rusları da durdurmak için, general Sebasti-yani'yi İstanbula gönderdi. İki devlet-i muazzama hakkında gösterdiği şu önlemler, kendi imparatorluğu namının kıymeti için gelecekte, Osmanlı devletinden bir şeyler kapabilmek için, olduğu pek umulmaktaydı. Muhib efendinin; Paris'e elçi olarak gönderilmesi, Fransa sefiri Rofen'in tavsiyesiyle vuku-bulmuştur. Efendi; hem Napolyon'un imparatorluğunun tas­diki hem de dostluğu pekiştirmek maksadıyla gidiyordu. Özel talimatına gelince: Parisdeki müzakereler sırasında, Os­manlı devletine zarar verici şartlarının ortadan kaldırılması zaman ve kefalet adıyla Rusların, Buğdan ve Eflâk üzerinde­ki müdehale hakkının kaldırılması, Korfu, Karadağ ve Akde­niz sahilleri ile Cezayir'i ve ahalisini sahiblenmekten vazgeç­mesi vede Gürcistan bölgesini ifsad etmekten el çekmesi gi­bi maddelerin, Napolyon'un himmetiyle meydana getirilmesi hakkında teşebbüsde bulunmakla alakalıydı. Islavlar başlığı altında yazdığımız fâide bölümümüzde de gösterdiğimiz gibi Ruslar, Sırbistan kıyamına doğrudan yardım ediyorlar, Avus­turyalılarda yiyecek ve giyecek veriyorlardı. Diğer taraftan Ruslarla İranlılar arasında, muharebe zuhura geldi. Fettah Ali Şahın veliahdi Abbas Mirza mağlup olmuş böylecede Azerbaycan topraklarına tecavüz etmişlerdi. Napolyon önüne çı­kan bu fırsattan istifadeyle ruslann aleyhine olmak üzre, ge­rek Osmanlı devletini gerekse de, İran'ı sevk etmek arzusuna uygun olarak, üçlü bir ittifak kurma teklifini babıâliye bildir­di.

 

Devlet; Refii efendiyi İran'a yolladı. Bu ehliyetsiz adam itti­fak gerçekleştireceğine, Fransızların aleyhinde ağzına geleni sıraladığından vazifesi başarı ile bitmedi. Meseleye birde ayrı bir gariblik getiren husus, Baban mutasarrıfı Abdurrahman Paşanın İran'a sığınması hasebiyle, İran şahının, Paşayı yine Kürdistanda tutmayı sağlamak için, tehdidkârane teşebbüs­lere girişmesi ve bundan sonra, Bağdad valisi Ali Paşanın kızgınlıkla oniki bin kişiyle ve babıâliden izin almadan İran'ın üzerine yürümesidir. Yukarıdaki duruma benzer bir olayda Ragüza taraflarında vukubuldu. Bilindiği gibi Prosborğ ant­laşmasıyla; Fransa, Dalmaçya, Kataro ağızlarına sahip hale gelmişti. Kataro'da bulunan, Avusturya kumandanı Fransız­ların gelmesinden evvel, Korfu'da bulunan Rus amirali ile anlaşarak limanı ona teslim etti. Bunun üzerine Napolyon, Dalmaçya'da bulunan askerlerinin kumandanı Laristona, Dubrovnik cumhuriyeti içlerinde ilerliyerek Ragüza'yı istila etmesi emrini verdi. Adı geçen komutanda aldığı bu emri tatbik ederek Ragüza'yı istila etti. Bu haber Bosna Valisi Hüsrev Paşa tarafından babıâliye duyurulunca da büyük he­yecana sebeb oldu. En önce Rusların, Sırp ve Karadağlı'lan, tahrik etmeleri, ittifak hükümlerine aykırı davranıştı. İkinci olarak da; dostluk hisleri gösteren Mapolyon'un, uzun za­mandan beri Osmanlı devletinin himayesi altında bulunan adı geçen Ragüza cumhuriyeti ile Dalmaçya arasında bulu­nan, Hersek sancağını çiğneyerek geçmesi bu heyecanı da haklı kılmaktaydı. Ancak Fransa maslahatgüzarı Rofen, ye­terlice teminat verdi. Ruslar, Ragüza'nın zaptı üzerine Kataro'ya harp gemisi değiladi gemilerle boğazlarımızdan geçe­rek, ittifaka aykırı olarak Korfu'ya taşıdıkları askeri dökerek binikiyüz kadar Karadağlı ile beraber bahse konu şehire hü­cumda bulundularsa da, Dalmaçya'da bulunan general Moli-tor, dörtbin kadar askerle yetişmiş ve bilhassa Karadağlıları bir güzel ezmİşse de fakat zavallı Ragüza cumhuriyeti bir da­ha belini doğrultamayıp, mahv olarak Venediğin yanına gitti. Takvim bu arada 1220/1805 yılını gösteriyordu. Rusyanın Paris'de bulunan siyasi işlerin memuru Baron Obril ile Fran­sa harbiye Nâzın Klark'la arasında bir antlaşma imza ecTildiki bunun adı İbrail antlaşması olmuştur. Bu antlaşmanın gereği Ruslar Cezayir adaları müstakilliğini tanımış olmakla beraber Kataro'yu Fransızlara terke mecbur kalıyor ayrıca Ragü-za'nın Osmanlı devleti kefaleti altında olarak yeniden İstiklâ-liyetini tanıyor, Rusya ile Fransa, Osmanlı devletinin istikiâli-yet ve ülkesinin bütünlüğünü de teminat altına almış oluyor­lardı. Pekâla anlaşıhyorki, bu antlaşma mucibince Ruslar Ak-denizi terk edip, Karadeniz'e çekilecekler ve Osmanlı vilaya-tında tahrik ve idlal etmekten geriye kalmayacaklardı. İngiliz başvekili Mösyö Pit'in ölümü üzerine yerine sulh sever bir si­yasetçi olan mösyö Foks geçti. Napolyon'a düşende bu an­layışla dolu adamın, İngilteresi ile sulh müzakerelerine gir­mesi hususuydu. Ancak Rusların memuru Dük Dobril'in, Fransızların ünlü hariciye nâzın Taleyran'ın kandırması yü­zünden imza ettiği antlaşmayı Çar 1. Aleksandr kabul etme­di. Fransa'nın İstanbul elçisi Sebastiyani bunu babıâli'ye bil­dirdiği sırada: "Ruslar bu antlaşmayı, devlet-i âliye lehine ol­du diye kabul etmediler. Ruslar, ne Osmanlı devletinin ne de, Ragüza'nın istiklâlini istiyorlar. Ruslar asla Osmanlı devleti­nin kudret ve kuvvet kazanmasını istememektedir. Onlar Os­manlı topraklarında karışıklıklar çıkarmak, meydana getirile­cek nifak ve şikakla devleti zayıf düşürecek, şeklin taraftarı olduklarını isbat ettiler." Demek istemişti. Kullanılan bu anla­tım, Napolyon'un Osmanlı devletini Ruslardan ayrı düşürme politikasına pek uygun geiivermesiydi. Öte tarafdanda, sulh­sever İngiliz başvekili mösyö Foks'da, bu arada fâni hayat­tan çekilmiş, ölüler mezarlığındaki yerine konmuştu. Müza­kereler sırasında Napolyon'un, Hanoveri işgal etmek arzu­sunda bulunduğunu İngiliz murahhasına kaçırılan söz, Prus­ya kralı 3. Fredrik Gilyom'un hiddetlenmesine, asker takımı­nın galeyana gelmesine sebebiyet verdi. Böylece de siyase­tin ufkunu yine kara bulutlar sardı.

 

Prusya devleti, meydana getirilen, 3. birleşik devletler he­yetine girmemiş olmanın verdiği pişmanlıkla, bu defa kurul­maya başlanmış, 4. heyete girmeğe adetâ koştular. Avrupa yine karma karışık oluyordu. Osmanlı devleti ise artık bütün meylini Fransaya doğru yapmıştı. Elçi Sebastiyani, İngilizler ile ittifak edilmemesi için elden geleni esirgemiyordu. Hattâ Ruslarla yapılmış, ahidnamede Osmanlı devletinin İstiklâli-yeti apaçık belirtildiğine göre, Rusya'nın Eflâk ve Buğdan prenslikleri hakkında koymuş olduğu maddelerin, hükmünün katmadığına babıâli'yi ikna etmiş ki, Buğdan ve Eflâk beyle­rini azlettirdi. Prens Morozi ile İpsilanti Rus taraftan olmakla biliniyorlardı. Bunların yerine; Kalimaki bey ile Aleksandro Suço tayin edildiler. Babıâli'nin bu cesareti Sebastiyani'nin gözünde Osmanlı devletinin, Rusya'nın vesayetinden kurtu­luşuna alamet olmak üzere telakki olunuyordu.

 

Fakat; Ruslar İstanbuldaki b. elçisi İtalinski vasıtasıyla, bu durumu şiddetle protesto ederek Petersburg'a fevkalade bir posta çıkardığı gibi, çok yakında ilân-ı harp edilecektir sö­züyle de, tehdidlere başladı. İngiliz elçisi Arbutont ise, Os­manlı devletini tamamen Fransız tesiri altına girmekle itham etti. Azl edilen prenslerin görevlerine iadesi yapılmadıkça, kendisinin gitmeye hazır olduğunu söyleyerek tehdidlerini savurmaya devam ettiği görüldü. İngiliz elçisine tavassut için başvurulduysa da, bir fayda temini mümkün olamadı. So­nunda prenslerin vazifelerine dönmesine müsaade olundu. Cevdet tarihinde yazılmış olduğu gibi; "devletin sânına naki-se verecek bir rezalet idi" Yine o dönemlerde; Napolyon'da Prusya ordularını feci bir hezimete uğratarak, Berlin'e gir­mekteydi. Yâni; Fransızlar, aleyhilerine ittifak etmiş heyetin kol ve kanadını, bir kere daha kırıyordu. Prenslerin meselesi­ni duyar duymazda Sebastiyani'ye yollamış olduğu talimat­ta: "İpsilanti ile Moruzo tekrar azlile Osmanlı devletinin bi­rer sadık bendeleri, nasb olunmadıkça imparator silahı bı­rakmamağa karar vermiştir." kayıtlı yazı aldığını babıâliye bildirdi. Bu vaziyet karşısında Napolyon'a bir mektup gönde­rilerek bu yazıda hâli hazır vaziyetten ve askeri vaziyetin pe­rişanlığından bahisle özür beyan olundu. Napolyon, bu ma-zeretnâme karşısında 3. Selim'e teselli edici bir cevapname vermekle birlikte, Dalmaçya ordusu ve bir fırka Fransız do­nanması ile imdada gelebileceğini de, vaad eylemiştir. Rus-larsa boğazlardan, harp gemilerinin geçebilmesi talebinde bulunuyorlardı. Prusya bozgun'u babıâli'nin işine yaradı. Me­seleleri te'hir ettirdi. Ayrıca da, Sebastiyani'nin padişahın hu­zurunda yaptığı konuşma esnasında, devlet-i âliye reayasın­dan bazılarının da Rusya'ya gittiklerinde pasaportlarına ken­dilerini Rus tebasından diye kayıd yaptırdıkları sonra da bu kayıtla Rus patenti almalarının önüne geçildi. Diğer taraftan, Hicaz topraklarıyla bütün Arab yarımadasında doğrudan doğruya Vehhabilerin elinde kaldığı, bunların, hacı kafilesini silahlar, davullar ve zurnalar ile gelmelerini men ettikleri gibi sürre alayını götüren ve adına mahmil denilen vasıtayı geti­ren çavuş'a, bir daha mahmil getirilecek olursa kınlıcağını, Cidde'de Muhammed bin Abdülvahabın risalesi okutulması gibi isteklerini söyleme cüretlerini gösteriyorlardı.

 

Şerif Muhammed Gaîib bile Vehhabilere müdara ederek Harem-i Şerif'de, cemaatin tekrarını men, herkesin bir imâm arkasında namaz kılınmasını, ezan ile yetinilerek arkasından selatüselam getirilmemesini emreylediğinden Ehl-i sünnet, Vehhabilere uyarak şiîler gibi takiyye yapıyorlardı.

 

 

 

Edirne Vakası

 

 

3. Selim'in en büyük arzusu olarak nizam-ı cedid'in bütün ülkede yerleşmesi isteği, muhalif-olanların kin ve gazabının çoğalmasına sebeb olmaktaydı. Cahilliğin en büyük belirtisi, her şekilde faydalı yeniliklerin karşıtı olduklarından, nizamı cedid askerininde çoğalması aynı neticeyi meydana getir­mek yoluna girmişti. Yeniçeriler eski ocaklarının itibardan düşerek, mevacib adı altında almış bulundukları binlerce ke­se parayla vesair menfaatlerini, kaybedecekleri düşüncesi ile çabalamaktan ve bunlarla beraber olan Vidin'deki Pasbanoğ-lu, Rusçukdaki Tirsinklioğlu, Edirne'deki Dağdevirenoğlu gi­bi çeşitli derebeylerin zorbalıktan mahrum kalacaklarını göz önüne alarak, adı geçen nizamı cedidin Rumeliye yayılma-masını gözetlemekteydiler.

 

Halbuki; Sırp ayaklanması her an şiddetini arttırıyor Ru­meli Valisi İbrahim Paşa bir ordu ile Belgrad üzerine, Bosna Valisi Hüsrev Paşada kendi askeriyle hem Sırbiye, hem Fransızların Ragüza'ya el atmış olduklarından o tarafa vazife­lenmişler ve de Rusya ile devleti âliye münasebetleri her ge­çen gün gerginlik çıkmazına daldığından İstanbul'daki devlet adamları da hayrette kalmışlardı, üzün müzakerelerden son­ra nizamı cedidin kurulmasına bir hayli emek sarfetmiş olan Karaman Valisi ve padişah askerinin başbuğu vezir Kadı Ab-durrahman Paşanın, askeriyle beraber Rumeli'ye geçerek, alenen Sırplar aleyhinde olmak ve de Rusyanın tecavüz etmesi halinde, ilk savunma kuvvetlerini teşkil etmek üzere Sofya veya Edirne'de kırk-ellibin kişilik bir ordu kurmaya te­şebbüs edildi. Yukarıya aldığımız Sırplılar aleyhine kayıdı Rusya ve Fransa tarafından vuku mümkün suallere, bir mik­tar cevab yerine geçecekti. Maksadın gizli tarafı, taarruzlar karşısında boş bulunmayıp, mukabil kuvvet bulundurmakla beraber, nizam-ı cedidi Rumeli kıtasında da yaymak idi. Öte taraftan, İstanbul ile Edirne arasında eşkiya bolluğundan do­layı asayiş son derecede bozulmuştu. Çünkü Edirne'de bulu­nan Bostancılar ocağıda bozulmuşlar arasına ilhak olmuştu. İşin bu tarafı gizli maksada pek çok yaramıştı. Bostancibaşı mazullanndan Gümüşhane Emini Ahmed ağa, talimli asker­den müteşekkil bir orta kurmak üzere Edirne bostancıbaşısı tayin edilmişti. Fakat çıbanın başı, Tekfurdağında (Tekirdağ) koptu.

 

3. Selim nizam-ı cedidin ilk önce Rumelide Tekfurdağında kurulmasını arzu etmesi ile birde ferman gönderdi. Hâkim, fermanı okuyunca ve gereğince amel edilmesini bildirince, yeniçerilerin üzerine üşüşerek kendisini parçaladıkları görül­dü. Kadı Abdurrahman Paşa Üsküdar tarafına gelmiş gerek süvari gerekse piyadeden 24 bin talimli askerle Edirne üzeri­ne geçip gitmişti ve o devrin terbiyesine dikkat edinki, sadrı-azam İsmail Paşada bu hususta aleyte olanlar arasında bulu­nuyordu. Bu cihetle nizamı cedid taraftarlarından ve tesir sa­hibi kimselerden, olan kethüdası ibrahim Nesimi efendi ile Kadı Paşa'yı çekemiyor ve bunların padişah yanındaki itibar­larını, kendi istiklâline aykırı görüyor, hele İbrahim efendiyi düşürmek için her çeşit fenalığı göze aldırıyordu. Bu vaziyet­te olmasına rağmen Tirsinklioğluna bir adam göndererek: "İstanbul'daki tesiri çokça olan kimseleri mahvetmek ve kendisi ile birlikte devleti düzeltmek!" hususunda bir antlaş­ma teklif etti. Bu teklifi Tirsinklioğlu şayanı kabul bir teklif olarak gördü. Rumeli ayanlarını da birer birer fesada verdi. Kadı Abdurrahman Paşanın Rumeliye büyük bir askeri güçle geçmesi fesatçılarında büsbütün galeyana gelmesine sebeb oldu. Bu hâle esasda nizamı cedid harekâtına aleyhdar olan, Sultan Mustafa'nın ve adamlarının tahrikleri de eklendi. Şeh­zade Mustafa'nın ağzından yeniçeriler ile Rumeli ayanlarına vaadler, nizam-ı cedidin kaldırılacağına dair senetler yolladı­ğı gibi sadnazam dahi Rumeliye giden hasekiler ile hepinizi kılıçdan geçirecekler tarzında tehdidler gönderiyordu. Bu teşvikler Rumeli'de bulunan eşkiya ve haşaratı ayağa kaldır­maya kâfi idi. İlkönce, bostancıbaşı Ahmed ağa ile Babaes­ki'deki mübayacıyı ve Kadı Paşanın Tatarağasını öldürdüler..

 

Silivri, Çorlu ahalisi Paşanın askerine mukavemet ettiler. Tekirdağ zaten karışıvermişti. İstanbul'daki yeniçeriler de ayaklanıyorlardı. Kadı Abdurrahman Paşa emrindeki asker­ler bu işlerin üstesinden rahatça gelebilecek güçte idi. Ancak padişah 3. Selim maksadını metanetle sağlama erbabından olmadığı için çoluk, çocuk ayak altında kalır merhametiyle ordunun Silivri'ye ricat etmesini emretti.

 

Bu cesaretsizlik ve bikararhlık eşkiyanın iyice şımarmasını sağladı. Bu sıradada tesadüf bu ya! Tirsinklioğluda çiftliğinin bahçesinde çengi oynatırken, karısına göz diktiği birisi tara­fından öldürüldü. Onun yerine adamlarından Alemdar Mus­tafa (paşa) Ağayı Rusçuk ayanı yaptılar. Tirsinklioğlu'nun bir fedai tarafından katledilmedi, Edirnedeki cemiyeti sarsıntıya uğratmışsa da, İstanbul'dan biribiri ardınca yapılan tahrikler, fesat kazanının bir daha taşmasını sağladı. Hâttâ adı geçen cemiyeti meyd.ana getirenler, devlet ricalinden on kişinin idam edilmesini istedikleri gibi, bir iki hafta dahi hutbelerden adını kaldırttılar. Bu haberlerde İstanbul yağmacılarının göz­lerini dört açmıştı.

 

• Ancak; Ağnboziu İbrahim Paşazade Bekir Paşa ile Sirozlu İsmail Bey fesadı yatıştırdılar. Bu vakaların verdiği neticeye gelince tarihlerimizin beyanına göre: "bir takım rezil kimseie-rin edebsizliği üzerine 24 bin talimli asker ile geri çekilme, hükümetin büyüklüğüne ve haysiyetine nâkisiyet getirdi.

 

Bu olay; 3. Selim'İn tahttından manen indirilmiş olmasının başlangıcıdır. Bu da devletin, kendi kötü idaresinin neticesi­dir. Hattâ, Selimiye câmiinin bitmesi sonrasında ilk cuma na­mazının kılınması esnasında yeniçeriler yerine, nizam-ı çedid askerinin selamlama merasiminde safta yer alacak mı? So­rusunun zihinlerde yer alması, yeniçerilerin silahlanarak, ba-bıâliyi basıp, devlet adamlarını telef, nizam-ı cedid'e hücuma geçecekleri anlaşılır anlaşılmaz, selamlık merasiminin sade­ce yeniçerilere tahsis olunduğu ve nizam-ı cedid askerinin kışlalarından dışarıya çıkmayacakları hezele gurubuna temi­nat verilerek anlatılmasından anlaşılan odur ki, 3. Selim yeni tertib askerinden henüz emin olamamıştır! O kadar emin ol-mamışki, zamanın gerektirdiği siyasetten olarak, sadrıazam İsmail Paşayı <çevirdiği dolaplar, su yüzüne çıktığı halde idam etmesi gerekirken> yalnız azl etmekle ve Bursa'ya sür­güne göndermekle, iktifa etmesi bunu doğrulamaktadır. Şey­hülislâm Salihzâde Esad efendi bile: "beni de azil edin. Çün­kü eşkiyaların arasında, düşman üzerine giden gazilere, eşki-yadan mani olanlar için idama mahkum edilmeleri lâzım ge­lir; diye fetva verildiği, şuyû bulmuş buna dayanarak ma-kam-ı meşihatta kalırsam, devletin yine eski niyette ısrarlı olduğuna hükm olunur" demek suretiyle kendisinin menkub kılınmasını istedi.

 

Olayların başlangıç sırasında Kadı Abdurrahman Paşanın Rumeliye geçmesi için teklifde bulunan sadaret kethüdası İb­rahim Nesimi efendi de aynen, görevden alınmasını istedi. Bu vaziyette anlaşılıyorki, 3. Selim sırf nazari olarak bir yenileşme hareketine teşebbüs etmişti. Kurmaya çalışmış olduğu binanın sağlamlık ve gücünden emin bulunmadığından gös­terilen bunca gayret ve emekler boşa çıkmış oldu. Bu gibi in-kılablan, vücuda getirmek ancak demir pençeli, metin ve azimkar kimselere vergidir.

 

1221/1806 yılı vakai mühimmelerinden biride Kavalalı Mehmed Ali paşanın Mısır valiliğinde devam etmesine müsa­ade edilmesi olayıdır. Yukarıda anlatılmış bulunduğu gibi Berdesî Osman bey ve İbrahim bey kendilerine mensub olan, Kölemenlerle Said'e çekilmişler ve Mehmed Ali ile sa­vaşmak zorunda kalmışlardı. Öte taraftan meşhur Elfi bey'de, Bahire tarafında duruyor ve İngilizlerden yardım tale­binde bulunduğu gibi, payitahta da, Mısırlı komutanlar aftdil-dikleri takdirde gerek Haremeyni şerifeyn'in mürettebatını ve gerekse devlet hazinesinin varidatını tamamiyle hazırlayıp ifaya müteahhid olduklarını bildiriyordu.

 

Babıâli hem Kölemenlerin cezalandırılmalarını, hemde Ar­navut askerinin Mısır'dan çıkarılmasını isteyen iki yönlü siya­setin tutkunu olmuştu. İngilterenin İstanbul elçisi, Mısırlı ko­mutanların sahibliğine soyunmuştu. Babıâliyi bu hususta sı­kıştırmak fırsatını benimsemişti. Bu vaziyetler karşısında ba-bıâlide Mehmed Ali Paşanın Misırd'a sağladığı kuvvetli idare ve haysiyetten bihaber olmasından Mısırlı komutanların ta­ahhüt ettikleri devlete itaat ve uygun davranma hususlarında sebat edeceklerini belirten istidalarını mahalli ulema, ocaklı ve muteber zevatın kefaletleri altında olmak şartıyla kabule bağladı. Fakat, Mehmed Ali Paşa her nasılsa, Mısır'da bulun­duğu müddet içinde bu kararın yerine gelemiyeceği de anla­şıldığından güya paşayı müzakere hattından çıkarmak niye­tiyle Mısır eyaletini, Selanik Mutasarrıfı Musa Paşaya, Selanik mansıbını Mehmed Ali Paşa'ya tevcih, Paşa ile birlikde Mirmiran Hasan Paşanın maiyetleri efradı ile Rumeliye geçerek mansıbını zapt eylemesi hakkında dafermanlar çıkarıldı.

 

Kaptanı derya Hacı Mehmed Paşa'yı dahi donanma ile İs­kenderiye'ye gönderdi. Elfi bey, kethüdası vasıtası ile önce­den yasak edilmiş olan köle ticaretinin serbest bırakılmasını istida ederek hazineye binbeş yüz kese akça verebileceğini vaad eylemişti. Kaptanpaşa İskenderiye'ye çıkar çıkmaz, Elfi bey Bahire'den bir çok koyun ve hediyeler göndererek bahse konu binbeş yüz keseden beşyüzünün kendi, beşyüzünün İb­rahim, geri kalan beşyüzün de Berdesî Osman beyler tarafın­dan verilmesi hakkında, Said'e haberler gönderdi.

 

Fakat Berdesî, Elfi bey'in bu haberini alınca: "Mademki, kendisi devletle haberleşecek dereceye gelmiş ve Kaptanpa-şayi buraya kadar getirtmiştir binbeşyüz keseyi kendisi ver­sin. Bizlerde, büyüğümüz ve pederimiz makamında bulunan İbrahim ve Osman beyler onun köle uşağı olalınV'diye red ve sual etti ki, bu söz komutanlar arasındaki ihtilafı büyüttü. Za­ten Mehmed Ali'de Sayda'da bulunan komutanlara gönder­diği hediyelerle aralarını açıp, Elfi bey ile ittifak etmelerine engel oluyordu, bir taraftan da işe vâkıf olduğundan, Kahire kalesine mühimmat ve yiyeceklerin depolanmasını temin ederek, top arabalarını tamir ettiriyordu.

 

Sayesinde; servet-ü saman, aile ve arazi sahibi olmuş, be­kalarını bekasına bağlı bilmiş olan, askeriye reisleri ile müşa­vereyle Mısır'dan çıkmamağa karar veriyordu. Bu bakımdan da Musa Paşanın Mısır valiliğine tayinini belirten, ferman ge­lince, Nakibul eşraf ve diğerlerinin huzurunda mevzuyu açtı, divan efendisince kaleme alınıp meâlen: "Bizler devletin emirlerine mûtiyiz. Fakat daha yakın zamanlarda ki vakalar ile malum olan ümeraya da kefil olmaktan aciziz. Mehmed Ali Paşa ise, erbab-ı fesadın cezalandırılmasında, devletten gelen emirlerin infazında son derecede başarılı gayretler göstermiştir. Bunu duyurmak için bu dilekçe imzalandı, "şeklin­de kaleme alınıp Kaptanpaşa'ya gönderildi. Kaptanpaşa ise: Mehmed Ali ve Hasan Paşa'lann askerleri ile Dimyat üzerin­den gitmeleri, irade-i seniyye gereğince hareketlerini tanzim etmelerini bildirdiysede, bunlarda Mısır ahalisi zayıftır, asker isyan çıkaracak olursa çeşit çeşit zararlarada uğrarız. Hane­lerimiz harab olur, büyük fenalıklar zuhura gelir şeklinde merhamet istidası verdiler.

 

Kaptanpaşa; Mısırlı komutanlar arasındaki ihtilafı anladığı gibi Mehmed Ali Paşa ile de haberleşip, netice de Mısırlıların vereceği meblağın bir kaç mislini vererek, devletin emirlerine İtaat edeceğine dair ve kendisinin Mısır valiliğinde devam et­mesi hususundaki istirham dilekçesi de hazırlanıp, gönderil­mesini bildirdi.

 

Düzenlenen dilekçeyi bütün meşayih ve ocaklarla diğer zevat mühürleyerek, Mehmed Ali'nin oğlu İbrahim beyi çeşit­li hediyelerle birlikte yolladı. Kaptanpaşa; hacıların kafilesini çıkarmak ve levazımı haremeyn-i düzenleyip ifa eylemekle beraber Reşid, Dimyat, İskenderiye gelirleri gümrük rüsumu­na bağlı olarak tersane-i âmireye aid olduğundan bunlara dokunmamak, komutanlar af olunduğundan onlarla savaş­mamak iaşeleri için onlara yer göstermek şartlarıyla Meh­med Ali Paşanın valiliğinde ibkasını bildiren bir emir gönder­di.

 

Bunun üzerine Kahire kajesinden ve Ozbekiye'den toplar atılarak şenlikler yapıldı. Kaptanpaşada bir kaç gün sonra Mehmed Ali paşazade İbrahim bey yanında rehine olduğu halde Musa Paşa ile beraber İskenderiye'den yola çıktı. Mısır komutanlarının ağzı açık kaldı hatta valilikte ibka fermanı ile birlikte kılıç ve kaftan da geldi. Mısır meselesi görünüşü ba­kımından nihayetlendi! 1221/1806 tarihi bu perdeyi gösteri­yordu.

 

 

 

Rusya Savaşı-İngiliz Donanması

 

 

Rehavetle tereddüt politikası 3. Selim devrinin özel halidir 1221/şaban/1806/ekim ayı başlarında İngiltere sefiri Arbut-not babıâliye Prusya, İsveç, Rusya, İngiltere'den meydana gelmiş, heyeti müttefikiyenin adına, Napolyon'un uğramış olduğu, hezimet dolaysıyla herhalde deviet-i âliyeye yardım edemeyeceğini bildirdi. Bu bildirimden üç gün sonra, babıâli Fransa elçisinin sıkıştırması yüzünden Buğdan ile Eftak'da, ibka etmiş bulunduğu beyleri yeniden azledip, bu gurubun istediği kimseleri göreve getirdi. Buna bağiı olarakda, elçi Sebastiyanİ; "bu hükümetin tarihi geçmişinde bundan daha fazla utanılacak bir olayın kayıtlı olamayacağı açıktır." de­miştir. Pek bilinen İpsilanti ile Moruzi, çok zengin kimseler ol­duklarından, devletin ileri geien kimselerini ve bilhassa reisül küttab efendiyi altunla ikna etmişlerdi.

 

Devlet, Sebastiyani'nin tarifiyle altunla veya tehdidle baş eğmekteydi bu iki hususun esiri oluyordu. Dış siyasette ise vakanın keyfiyetine göre yaşamağa alışmıştık. Bu dönemi yazan ecnebi tarihlerin özetlemesine göre Napolyonun çıkı­şından beri geçen şu bir kaç sene zarfında devlet:

 

1- Marango savaşından sonra Paris'e bir elçilik heyetini Şeydi Ali efendi riyasetinde yolladı.

 

2-  Fransız devleti aleyhine teşkil olunan 3. heyetin hayata geçmesinden sonra, Napolyon'un imparatorluk unvanın tanı­madı.

 

3-  Österlich savaşından sonra Muhib efendiyi fevkalâde eiçi sıfatıyla Paris'e gönderdi.

 

4-  4. heyetin kurulması esnasında Ruslara yanaşmayı ter­cih etti

 

5- Ayene savaşında birleşik devletlerin orduları yenik dü­şünce Napolyon tarafına dönmekten çekinmedi. Hattâ reis efendide, general Sebastiyani'yi bizzat davet ederek, İttifak yapmaya hazır bulunduğunu beyan etmekle beraber, ancak savaşın neticesine kadar beklemekte daha fazla fayda gör­düğünü hatırlatır tarzdaki rehavetini hissetirdi.

 

İşte bu işleri sürüncemede tutma politikası, hükümet işle­rini de sürüncemeye soktuğundandirki, bir Rus ordusu hudu­dumuzu tecavüz etti. Dinyester nehrini geçen bu ordunun, altıbin kişilik bir gurubu Prens Dolgorik'in komutasında ola­rak Hotin'e, onbin kişilik bir gurubu da, başkumandan Mikel-son'un emri altında kurşun atmadan Yaş'a girerek Bükreş üz-erine vede hâli isyanda bulunan Sırbistan taraflarına, diğer bir fırka da yirmibeşbin kişiyle, general Tomanski komuta­sında Bender üzerine yürüyüp, İsmaiyle sarkacaktı.

 

Hudud boyumuzda savaş tedariki için herhangi bir hazırlı­ğımız olmadığından Bender, daha Rusların ilk tehdidi karşı­sında teslim olma yolunu seçti. Çok geçmeden Hotin'in, Bender'de yapılan teslim olma harekatına iştirak ettiği haberi alındı. Kışın, bütün şiddetiyle hükmünü sürdürdüğü bu sırada hududda bulunan ahali Tuna kıyılarına dökülmeye başlamış­tı. Tirsinklioğlu'nun yerine Rusçuk ayanı olan Alemdar Mus­tafa Ağa (paşa) bu üzücü haberi işitir işitmez, Tuna sahilleri­nin muhafazasına seçilmiş bulunan hudud askeri heyetine durumu haber verdi.

 

Rusya ise, Kili ve Akkirmanı aynı tarz ve usulle zapta mu­vaffak oldu ve artık İsmaiyl üzerine yürümeğe başladı. An­cak İsmaiy! ve İbraiyl ile Akkirman kalelerinde müdafaa se-beblerinin hazırlığı başlatıldı.

 

Başkumandan Mikelson, yirmialtıbin kişilik bir kolorduyu İsmaiyl üzerine yolladı. Alemdar Mustafa Ağa ise, güç ve ce­sareti her yere nam salmış bulunan Pehlivan ibrahim Ağa isimli zatı, bir miktar asker ile bahse konu yere sevk etmişti. Ağa, bir Rus memurunun -Rusların Bender ve Hotin'de yap­tıkları gibi- ahaliyi tehdid ile ikna etmeye çalıştığını görünce, memuru oradan kovdu. Beş-altı yüz süvari ile Rusların bir kaç binden ibaret öncülerini perişan etti. Fakat Rusların bü­tün kuvvetleriyle gelmekte olduklarını gördüğünden İsmaiyl muhafızı Mirmiran Kasım Paşa ile beraber ahaliyi cesaretlen­direrek kaleden çıktı. Sayıca az bir askerle birlik olmasına rağmen, yedi saat süren çarpışmada Rusların fena şekilde mağlup olmasını sağlamıştır. Bu muhterem zat daha sonrala­rı ordu içinde, şanlı tarihimizde Babapaşa adıyla yâd edilen bir şöhretin sahibi olmuştur.

 

Osmanlı'nın bu zaferi üzerine, mareşal Mikelson, evvelce Bender ahalisine vermiş olduğu doksan günlük mühleti geri­ye alarak, insanlık ve milletler arası hukuka mugayir ve ga­yette çirkin bir tarzı harekette bulundu. Burayı muhafızlanyla birlikte, çoluk çocuğun tamamının, esarete düşmesini ve Rusya'ya gönderilmelerini temin etmiş oldu ki, bu ayıp onun mareşalliğine ne kadar yakışır? İstanbul'da bulunan Rus elçi­si; hâla cahilane davranarak, yukarıdaki vaka'dan haberdar olmadığını bildirmekteydi. Mamafih, babıâli bir taraftan Rus­ya ve ingiltere elçilerinin öte taraftanda Fransa sefirinin ara­sında kalmıştı, ingilizlerin elçisi Arbutnot: hükümetinin Rus­lar ile ittifak etmiş bulunduğundan bahsederek Fransızlardan yüz çevrilmesini Fransızlar hücum edecek olursa kara tara­fından yüzbin kişilik bir Rus ordusu ve denizden de, İngiliz bahriyesi tarafından kovulacağım, aksi taktirde, Rus askerle­rin karadan, İngilterenin ise denizden hücuma geçecekleri, Rus sefirini yollayacak olurlarsa kendisinin de gitmeye hazır olduğunu ve otuz güne kadar İstanbul'da kıtlık olacağını, Mı­sır'ın da elden gideceğini bildirdi. Bunun yanında da Rus harp gemilerinin boğazlardan geçişi meselesi de bahis mevzu idi. Fakat, Sebastiyani'nin teşviki Rusların aniden tecavü­zü üzerine sadnazamın, peygamberin sancağı altında ilân~ı harb edilmesine karar verildi.

 

Rusların tecavüzüne sebeb, o zamanki postaların yavaşlı­ğıydı 122i/recep/1806eylül/29.cu günü Ruslar babıâliye Ef­lâk ve Buğdan beyleri hakkında bir oltimatom vermişlerdi. Çar 1. Aleksandra 29/ekim/1806'ya kadar bekledi. Babı­âli'nin, Rus taleblerini kabul ederek bahse konu beylerin, yerlerinde bırakılması haberini ancak kasım ayı başlarında aldı. Fakat bundan önce de mareşal Mikelson'a "Buğdan ve Eflâk'da Kaynarca ve muahedeyi takip eden hükümlere uy­mak, babıâli'yi emri altında bulunduran Fransız siyaset-i hâ-kimanesini durdurmak, Sebastiyani'nin çalışmasını gerilet­mek ve mecbur kalındığında Dalmaçya'da bulunmakta olan Fransız askerlerine karşılık vermek üzere, Buğdan'a girmesi­ni emretmişti. Ruslar, hiç bir sebeb yokken hücum etmiş ol­dukları gibi Rumeli içlerine de; Osmanlı devleti, ülke içine Fransız askeri sokacak ve nizam-ı cedidi zorla icra ettirecek­tir, tarzında fesat çıkarıcı yayımlarda bulunuyorlardı. Savaş İlanı sonrasında Rusya sefirinin Yedikule'de hapsedilmesi ka­dim (eski) adetlerden ise de, devletler arası hukuk gereğin­den ve ilk tatbiki münasebetiyle elçi İtalinskiyİ de bab-ı âliye çağırarak uygun bir lisanla: "Osmanlı devletinin istila olun­muş yerlerini Ruslar tahliye ettiklerinde yine İstanbul'a avdet edebilirsiniz" sözleriyle gerek kendisine gerek Rusyanın tüc­carlarına on gün müsaade*tanındı. İtalinski, çok geçmeden Bozcadaya kadar gelen üç Rus gemisine gitmek üzere İstan-buldan bir İngiliz gemisine bindi. Osmanlı devleti tedarik ve durumunu sağlam bir hale koymağa çabalıyordu. Hattâ Anadoludan pek çok asker getirtilmesi hususunda emirlerde verildi. Ne varki emirlerin yerine getirilmesi pek fena bir şe­kilde aksayacaktı. Buna bağlı olarak da, askerin İstanbul'a gelmesi tam üç ayı aldı. Bu halden anlaşılan, devlet ne bü­yük sahtelik ve asayişsizlik içinde, hayat sürmekte olduğunu anlamıştı. Gelecek içinde hiç tutunacak bir dalı olmadığı gö­rülmüştü.

 

Akdeniz adaları; Ruslara yardımcı Rumlarla dolu olduğun­dan Çanakkale'nin dahi savunmasının pek kolay olmayacağı anlaşılıyordu. Az asker, az para, zayıf savunma velhasıl her-şeyde bir yetersizlik hüküm ferma idi.

 

İşte; bu sırada Vahid efendi fevkalade elçilikle Napol-yon'un yanına yoiianmıştıkİ fakat bu göndermekten umulan netice elde edilemedi. Ancak; Ruslarda, İngüizlerde sanki iyi­liğimize çalışmaktaymış gibi davranıyorlardı. Ruslar, Fransız­ların istila yapacaklarını ileri sürüyor, Fransızlar da Rusların Buğdan ve Eflak'ı zapt etmek Sırbistan ve Karadağ ile Rum ahaliyi ayağa kaldırma azmini de taşıdığını haber veriyorlar­dı.

 

Özellikle Napolyon, 3. Selim hâna yazdığı nâmelerde, fev­kalâde teşvik ve koruma hisleri yer almaktaydı. Hattâ Al­manya'da bulunan Pojen'den yazmış bulunduğu mektubun bir yerinde: "Ruslar ile müttefik olan Prusya mahv oldu. Or­dularım; Vistül nehri üzerinde, Varşova ise hükmüm altına girmiştir. Prusya ve Rus politikası tekrar istiklâl kazanmayı temin iqin ordularını hazırlıyorlar. Sen de hazırlanıp, istiklâli­ni kazan. Zaman bu zamandır. Eğer bu ana kadar tedbirli davranmışsak, Rusyanın hatırını bu kadar saygıya değer bulmanız senin içinbir zaaf hükmüne girer. Devletini kayıb edersin!" Diyordu.

 

Beri taraftan da Sebastiyaniye, Buğdan, Eflâk ve Sırbiye eyaletlerinin mülk-ü hakimiyetlerine bir zarar gelmemek şar­tıyla, dev!et-i âliye ile saldırı ve savunma paktı imzalamasına izin veriyordu. Napolyon, İran taraflarından da Rusları meşgul ediyordu. Seksenbin İranlı, Fettah Ali şah'ın emriyle yü­rüyüşe geçmişti. Lâkin Rusların Buğdan üzerine inmeleri İn-niltere içinde hoşlanılacak şey değildi. Hattâ donanmasını da Çanakkale taraflarına getirdi. Bu sıralardaysa Pasbanoğlu öl­müştü.

 

Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Ağa'nın vezirlik rütbesi iie taltifi beraberinde, Silistre eyaletine tayini çıkdı. Paşa, Eflâk tarafına geçmişti. Bükreş yakınlarında karşılaştığı bîr gurup Rus birliklerini fena hâlde bozdu.

 

Öte taraftan da Pehlivan Ağa da, dörtbinden çok Rusya askerini tsmaiyl'e yakın Sahib adlı bir köy civarında, pusuya düşürerek perişan etti. Eline geçirebildiği kadar Rus asker el­bisesini, kendi askerlerine giydirip, yukarıda adı geçen kö­yün önünde, Rus askerlerinin tarzında saf bağladı. Gelmekte olanlar Rus birliği idi. Karşılarında saf tutmuş kuvvetin kendi askeri olduğunu sandıkları için buraya gelişleri, gayri munta­zam birtarzda vukubuldu.

 

Ancak; kıyafet değiştirmiş askerimiz ani bir saldırıyla bir çoğunu katledip bir kısmını da esir almayı başarabildi. Buna tam sevinmek üzereykendi; İngiliz donanmasının Çanakkale boğazını geçmiş olduğu haberi büyük endişeye sebeb oldu. İngilizlerin elçisi Arbutnot, devletinden almış olduğu kati tali­mat üzerine: "1213/1798 ingiltere-Osmanlı ittifakının yeni­lenmesi, Sebastiyani'nin kovulması, Osmanlı gemileri ile bo­ğaz istihkâmlarının İngiliz donanmasına teslimi, genel sulha kadar Buğdan'ın Rusya'ya teslimi," talebinde bulunmakla, kabul edilmediği taktirde de, İngiliz donanmasının İstanbul'a geleceğini hatırlatmıştı. Sebastiyani; işe karışarak bu istekle­rin tamamını red ettirdi. Bu vaziyet karşısında İngiliz elçisi daha önce İstanbul'a gelmiş olan iki harb gemisinden, amiral Sir Tomas Levis 'in binmiş olduğu Endimon isimli gemiye bi­nerek İstanbul'dan gitti. Geminin Çanakkaleden çıkışı esnasinda, kale memurları içinde elçi bulunduğundan habersiz ol­dukları için durdurmadılar.

 

İngilizler, Osmanlı devletinin tatbik etmekte olduğu yeni siyasi sistemi Sebastiyani'nin teşviklerine bağlıyorlardı. Bun­da da oldukça haklıydılar. Hele bu son bir kaç hafta içinde 3. Selim'in en has müşaviri kesilmişti. Arbutnot binmiş olduğu gemide ziyafet verilmesi bahanesi ile davetli olarak gelmiş bulunmakta olan İngiliz tüccarlarının protestolarını dinleme­yerek, sıvıştığını haklı göstermek için hareket vakasını ke­mâli emniyetle müzakereye girişecek bir yer aramış olma­sıyla tevil ediyor ise de, babıâlİ vazifesini terk ederek giden bir elçi ile de müzakerelere girişemeyeceğini vereceği izahatı doğrudan doğruya Londra'ya göndereceklerini beyan etti.

 

Bütün yabancı elçiliğe bu hususta tebliğ eylediği bir no-ta'da ne elçi, ne de İngilizler hakkında hiçbir kötü muamele­de bulunulmadığı halde ani gidişinden dolayı şikâyetini be­lirtti. Hakikaten; Arbutnot'un, ortadan çekildiği dönemdeki, İngiliz menfaatlerini, sefaretin mal ve eşyalarını emanet etti­ği, vekil kıldığı Danimarka elçisi Baron dö Hubeş, İngiliz se­faretinin mallarını ve eşyalarını teslim aldığı gibi İngiliz tebası hakkında koruyucu işlemleri de yapmaya başladı.

 

Velhasıl, elçininde firarı büyük çirkinlik olarak görülmüştü, ingiliz donanması başamirali Dukvarth'da müzakerelere baş­ladı. İngiliz elçisinin talimatında, dev!et-i âliye'yi tehdit etmek var idiysede, ilân-ı harp selahiyeti asla mevcut değildi.

 

Sebastiyani, yaveri Lakor'u önce Erzuruma yollamişsa da, boğazın savunmasını tamamlamak için Çanakkafeye gönde­riyor, Rumlara ise, 3. Selim'e tam olarak itaat etmelerini tav­siye ediyordu bir taraftan da babıâlinin müdafaya kudreti ol­madığını bildiği için telâşa düşüyor, Fransızların Varşova ta­raflarında mağlubiyeti hakkında çıkan haberlerden dolayı, Osmanlı devletinin bu tarz davranışı terk edeceğini zan ediyordu. Fakat, İngiltereye aid gemilerde Bozcaada önünde toplanmaya devam ediyorlardı. Bu sırada İngiliz sefareti ter­cümanı Pizani aracılığıyla konuşmalara başlandı. Kaptanpa-şanın; Bozcaadaya gelmesini ve geldiği takdirde ingiliz do­nanmasının harekete hazır olduğunu yazdı 8/şubat'da "ami­raller hareket edecekler. Çanakkale istihkâmlarından top atışı yapılmasın. İstanbul'da katliam olacaktır. Bizim mak­sadımız sulhdür. Eğer top atılmaz ise, Kaptanpaşayı selam­layacağız.

 

Sir Sidney Esmit, bombardımana memur edilmiştir, do­nanmamızda üç amiral bulunduğunu düşünmek yeterlidir! Artık, Türkler bizim ciddiyetimizden emin olsunlar." dediği gibi, 9/Şubat'ta: "İngiltere hükümeti Rusya'ya karşı düşman­lığı terk etme hakkında emir verirse kâfi sayacaktır. Fakat bu emir yarın akşam'dan evvel verilmelidir. Me olursa olsun İn­giliz donanması, İstanbul'a gidecektir. Bu gidişin dostça ve düşmanca olmasını Türkler tayin edecektir ve bu fırsat onla­rın elindedir." Diyordu. Hakikaten 13/şubat'ta Kaptanpaşa ile elçi arasında bir mükâleme husule geldi. Ancak işler keş­mekeşe düşmüştü. İngilizlerde Osmanlılarla münasebetleri, birden bire kesmeyi göze alamıyorlardı. Ayrıca rüzgârın mu­halif esmesi de gemilerini boğaz üstüne salmalarına müsa­ade etmemekteydi.

 

19/Şubat sabahı saat sekizinde lodos esmeğe başladı. Do­nanmamız Karadeniz boğamı dışında idi. 2 tane; üçanbarlı, yedi kalyon, altı firkateyn, altı korvet, iki şalopeden ibaretti başlamış olduğundan amiral Dokvorth Çanakkale boğazı gi­rişine iki gemi bırakarak, boğaza iki tane üçanbarlı altı tane harp gemisi, üç firkateyn, iki briykle girdi. İki tarafada gülle ve salkım saçarak, hızla kaleler arasından geçti. Bu donan­ma; Naraburnu'nun üst tarafındaki donanmamıza hücum et­ti. Askerin çoğu bayram münasebetiyle, karada olduğundan demir almaya, yelken açmaya vakit müsaid değildi. İçlerin­den birinin, bir firkateyn, şiddetli bir savunmada bulunmuş ise de, yinede İngilizler hepsini karaya oturttular. Dördünü yaktılar. İkisini zapt ettiler. Bu gemilerin içinden; Tonbik kap-tanzâde'nin idare ettiği briyk kurtularak pupa yelken İstan-bula, doğru firara başladı. İngiliz askerleri, karaya çıkarak Nara istihkâmındaki topları çivilediler. Topçular kaçmış ve Fransız subayları iş göremez hâle gelmişlerdi. Tonbikzâde; bayramın 3. günü İstanbul'a gelip vaziyeti haber verdi. Bu haberin meydana getirdiği heyecanının büyüklüğünü anlat­mak kabil değildir.

 

Hemen sahilin muhafaza altına alınması, tabyaların inşası için lâzım gelenlere vazifeler verildiysede, İstanbul her şekil­de savunmadan mahrum idi. Tarih-i Cevdet; bu sırada İstan­bul'un manzarasını şöyle tasvir ediyor: "İstanbul'da acıyı tatmamış, sert rüzgarı tecrübe etmemiş çelebiler, habbeyi kubbe ve katreyİ derya ederek işi büyütme ve mübalağacı, birbirlerine aykırı ve zıd, çeşit çeşit fikirlere inanmış lafa­zanlar pek çok olduğundan boyleleri köşe başlarında topla­nıp, ağızağiza verip bir takım karışık rivayetlere benzer ev­ham ve hayaller ile birbirlerini kuşkulara düşürerek, öylesi acaip ve dehşet hale düştülerki İstanbul'un hâli kıyamet gü­nü için bir numune olmuştu. Bu sırada bazıları da, cifir he­sapları yapmaya başladı. <Be canım, ahir zaman olduğu şüphesizdir. Ben-i asferin galebesi, mehdi'nin çıkması pek açıktır. Galiba beklenmekte olan vakit geldi. Bazılanda, bu son günümüz işareti olduğu muhakkaktır. Hayfaki kıyamet başımızda koptu, derlerdi.>

 

Neyse askerler tayfası cûşu hûruşa geldi. Topçular topları­nın başına geçti. Yeniçeriler; yatağanlarını takıp, tüfenklerini aldılar. Talebe-i ulum dahi sokaklara fırlayıp ahaliye gayret vermeğe çalıştılar. İngiliz donanmasının boğazdan geçmesi padişahı korkuttu. Hele Baruthane açıklarında görüntüsü en çok tehlikeye açık olan saray halkını titretti. Kadınlar ve ha­rem ağalan bütün geceyi feryadı figanla geçirdiler.

 

Donanma Kızıl adalar önüne demir attıktan azsonra babı-âliye İngiliz elçisinin bir yazısı geldi. Bu yazı da padişahın do­nanmasının emaneten teslimi, Rusya ile sulh imzalanması, İngiltere ile ittifakın yenilenmesi, hakkında bir senet verilme­si bunun cevabının, bir gün içinde ulaşması istenmişti. Babı­âli ile ingiliz elçiliği arasında bir kaç defa haberleşme olunca, İngilizler verdikleri müddeti üç saate indirdiler. Sebastiya-ni'nin kovulmasının müddeti için vakit uzatması yaptılar. Devletin ileri gelenleriyle yapılan müşavere sonunda İngii'z tekliflerinin kabul edilmesinde ittifak ettiler. Hattâ Sebastiyâ-ni'nin İstanbul'dan çekilip gitmesi için sarayın memurların­dan İshak beyi yolladılar. Vaziyet elçiye nezaketle anlatıldı.

 

Sebastiyani ise; zaten böyle bir teklifle karşılaşacağını tah­min etmiş bulunduğundan kendini hazırlamış. Hiç bir hayret ve kızgınlığa giriftar olmadan nezdine gelen İshak bey'e "bağlısı olduğum devletimin bana vermiş olduğu bu yüksek vazifeyi bana hiç bir şey terkettiremez. Bir Fransız sefiri, çok büyük ve muazzam devlete mensup olduğundan, ava­mın patırdılarını andıran hareketlerden korkacak olursa, hakkında tatbik edilebilecek ceza olacağından emindir. Zât-ı şahaneye söyleyin. Bu hâl yalnız devlet-i Osmaniye'nin şe­ref ve sânını zail etmez, İr^gilterenin cebren kabul ettirmek istediği şartlara muvafakat ederler ise bütün Avrupa Osma-ni'sini terk etmek tehlikesi de vardır. Otuz milyonluk nüfusu olan bir devleti muazzamayı İngilizlere terketmektense bu payitahtı terk edipde, meselâ Edirne'ye çekilmek daha evlâ­dır. Bundan başka babıâli şayed mösyö Arbutnot'un teklif ettiği antlaşmaya muvafakat edecek olursa, yalnız haşmet-meab-ı imparatoriyenin dostluğunu gaib etmeyip, belkide bütün bütün hiddet ve kızgınlığına maruz kalacağımda bil­mez değillerdir. Sebastiyani; babıali nezdinde, kendisinin, muteber bir sefir olduğunu söyleyerek, apaçık tarzda kendi­sine bir tebligat yapılmadığı takdirde asla İstanbuldan çık­mayacağını açıklamıştı. Kalkıp; reisülküttap efendiye gide­rek: "böyle beş-on gemiye bir payitahtı teslim etmek ne de­mektir? Bundan sonra artık devleti âliye istiklâliyyet ve ta-mamiyyet-i, mülk sözünü hangi yüzle, dile getirebilir? Bu İngiliz donanmasında asker yok ki, karaya döküp de, İstan­bul'u zaptetsin. Yalnız; Sarayburnuna yeterli sayıda top koysanız, onları harab edebilirsiniz. Onlar, size nazaran çok daha büyük tehlike karşısında. Hem sizin ateşinizden çeki­nirler, hemde su ve rüzgârdan dolayı karaya düşmekten sa­kınırlar. Bütün bunlar kendilerine müsaid olupda, sizin ate­şinize galebe çalsalar dahi ne yapabilirler? Sonun da; İstan­bul'un ancak bir kaç mahallesini yakıp giderler. İstanbul bu kadar yangına maruz kalıyor. Farz ediniz ki; bu defa da bü­yük bir harik <yangm> oldu. Yanan yerler yine yapılabilir. Lâkin devletin namusu esasından yıkılırsa daha sonra yapı­lamaz." şeklinde sözleri söyleyerekten reisefendiyi susturup, düşüncelere sevk etti. Ve "Zâtı şahaneleri kendilerine her bir vasıta ile yardım edeceğimden emin olabilirler. Rus kuvvet­leri kaçmağa devam etmektedir. Osmanlı devletini kuvvet­lendirmek için takviye etme zamanı gelmiştir. Fakat padi­şah hazretlerinin müşterek düşmanımıza bir an bile rahat vermemek için ahalinin sadakati icab ettiği her türlü tesir edici tedbiri almaları elzemdir." Sebastiyani'nin telkinleriyle ahalinin ve askerin müdafaada gösterdiği koruyuculuk, ve­killer heyetine ilk verilen kararın kaldırılmasını temin ettirdi. Hattâ savunma idaresinde Sebastiyani görevli kılındı.

 

 

 

Napolyon'ca

 

 

"Ey sultan Selim, Hz. Muhammed aleyhissetamın hilafe­tine şayan olduğunu ispat et. İşte seni esir eden, ahidna-melerden kurtaracak vakit şimdi gelmiştir. Sana yaklaştım. Eski dostun olan Lehistan devletinin yeniden hayat bulma­sıyla meşgulüm. Ordularımdan birisi, Tuna yalısına gitmek üzere hazırdır. Sen, moskoflan cephelerinden vurduğun za­man benim ordum da arkalarını çevireceklerdir. Donanma­ların bir gurubu Tulun'dan çıkıp ve gidip, payitahtı ve Kara-denizİ muhafaza edecektir. Artık cesaretlen. Zira; bir daha devletini kuvvetlendirecek ve namını şÖhretlendidîrecek böyle bir fırsat vaktini bulamazsın" Napolyon'un bu sözleri Sultan Selim'e çok te'sir etti." (Tarih-i Cevdet) Sebastiyani bu münasebetle bir muhtıra yazdı. Derhal Türkçe'ye tercüme edilerek, devlet adamlarına klavuz olmak üzere dağıtıldı. Bu muhtıralar: ingiliz gemilerini yaklaşmaktan men etmek böy­lece şehrin bombardımana tutulmasını önlemek, gemilerin veya hiç olmazsa, bunların baştan veya kıçtan demir atma­larının başarısızlığa itilmesi, Osmanlı donanmasını ve deniz müesseselerini mahv etmek için İngiliz donanmasının girme­sini önlemek maksadıyla limanın ağzını müdafaaya hazırla­mak, İstanbul bataryalarını, Üsküdar bataryalarıyla ahenkli bir şekilde ateş etme ve bunu güzelce idare etmek, Osmanlı donanmasını-İngiliz donanması ile savaşa giriştiğin de mev­kii toplarının ateşi altında ricat etmeyi temin, emin bir yerde bulundurmak bunlar içinde, toplarla donanmış ve mümkün olduğu kadar, çabuk ve çeşitli bataryalar inşa edilerek İngiliz amiralinin hücumuna mukabelede bulunmak yahut onu hü­cum etmekten alıkoymak gibi maddeleri yazılıydı.

 

Herşey baştan başlayacaktı. Avrupa ve asya sahilleri üze­rinde bataryalar yerden çıkar gibi zuhur etti. Sebastiyani herkesin gayretini arttınyordu. Her tarafı tanzim ediyor, padişah-da, vükelada, ricalde gayret ve himmet gösteriyorlardı. Os­manlı milleti Fatih Sultan Mehmed ve Süleyman zamanların­daki gibi savaşa olan istidadlarını isbat ediyorlardı. Sebasti-yani daha neleri gerçekleştiriyordu? Beraberinde sefaret kâ-tibleri olduğu halde yüzbaşı Lakor, mülazım Dökar ile Jerar bulunduğu gibi savunma ameliyesine bakıyorlardı. Daimaç-ya ordusundan ingiliz donanmasının geldiği gün İstanbul'a varmış olan yüzbaşı Butin, Loklark, Kotaîyo'yu bataryaların silahlanmasına memur ediyor, bu arada da İstanbul'a gelmiş olan Fransa ayan azasından Pontekolant da çalışanlara karı­şıyor, İspanya sefiri Marki Dalmanera da kâtibleri ve maiyet askeride, subayıda iştirak ediyor ve bir İstanbul topçu bölüğü teşkil eyliyor. Rumlara hediye ve taltiflerde bulunarak faali­yete geçiriyor, İngilizlerin burun büyüklüğünü kırmak arzu­suyla uğraşıyordu. Sarayburnundan, Yedikule'ye kadar açı­lan cephe boyunca duvarlar yıkılıyor yerine mazgallar peyda oluyor. Sarayların bahçelerinde toprak istihkâmlar beliriyor, evlerin bazıları yıkılıp yerine istihkâmlar yapılıyordu. Her yer­den binlerce amele koşuşup geliyor, bütün sahilde cenk ve cidal avazları yükseliyor, İngilizlere karşı hakaret ve sövme­ler işitiliyordu. Her delikten bir top namlusu uzanıp, gülleler yığılıyor, top mavnalanyla, ateş gemileri iki hat üzere dizili­yor, Kızkulesi ayrı çapda toplarla silahlandırılmış emre hazır bulunuyordu, Sultan Selim bütün gün askerlerin arasında, genellikle yalnız, yaya ve bazen Fransız elçisiyle beraber ge­ziniyor. Ahaliye, askere, cömertçe davranarak saltanat mi­marı gibi, elinde bir fildişi arşın (ölçü aleti) gülümseyerek mühendislere öteyi beriyi soruyor, bataryaların hacimlerini bizzat ölçüyor, Fransız elçiye son derece iltifat ediyor, göster­miş olduğu gayret, himmete daima müteşekkir olduğunu açıkça söylemekte idi. Hakikaten; kısa bir zaman zarfında tophane depolarından yüz adet top çıkarılarak sahil boyuna tayin olunmuş yüzbaşı Boten'in verdiği rapora bakılarak beş günde, Yedikule'den Sarayburnu'na kadar 102 adet top, 69 adet havan, sağ sahile 24 Otop, 12 havan boğazın karşısına 84 top, 15 havan, Üsküdar tarafına 94 top, 14 havan konul­muş idiki, tamamı 520 top, 110 adette havan idi.

 

Osmanlı devleti de bu mühleti, İngiliz donanmasına gön­derilen divan~ı hümayun tercümanının, Rus ile sulha ve İngil-tereyle ittifakı yenilemeye karar verdiğinden ve bunlara dair bir senet vermek, İngiltere, Rusya'nın istila ettiği kalelerin geriye verilmesini senede lüzum görmiyerek taahhüd etmek, bu senetleri kaide üzerine müzakerede tanzim edilene kadar, İngiliz donanması Çanakkalede durmak, İngiliz elçisi İstan-bula geldikten sonra Sebastiyani'nin, kovulmasına çare dü­şünülmek üzere, kaleme alınmış müsveddenin düzeltilip, de­ğişikliğe tâbi tutulması ve irade-i seniyye taalluku için almış­tı. Ayrıca muhalif rüzgârların meydana getirdiği şartlar, bom­bardıman gemilerinin baştan ve kıçtan demirlemeleri kabili imkân olamıyordu.

 

ingilizler Çanakkale boğazında da istihkâmlara emir veril­diğinden dönüş yolunun pek zor olacağını kestirmişlerdi. An­cak, kaçtılar denilmesin diye de, avdet yolunu tercih etmi­yorlardı. Bütün bu meyanda garib bir olay husule geldi: "Fe-nerbahçeye vazifeli verilmiş bir kaç asker, Kınahada'ya geç­mişler. Bir kaç tane İngiliz, sandalla su almak üzere, oraya gelir. Hemen savaşa başlarlar. İngilizlerin yedi-sekiz tanesi­ni Öldüren askerler, birkaçını da esir alırlar. Bu esirler ara­sında amiralin genç oğlu da vardır. Askerler amiralin oğlunu saraya gönderirler. Sultan Selim askerlere kırkar altun ile birer çelenk verir. Amiralin oğlu da Kaptanpaşa tarafından ingiliz donanmasına aşırılır. Bu havadis balıkçıları galeyana getirdiğinden İngilizlerin gemileri etrafında dolaşıp bir gemiden diğer gemiye giden sandalları tevkife başlarlar. Hakika­ten İstanbul beş gün zarfında toplarla donandığı gibi ahalide kayıklara binip, adeta donanma üzerine yürüyecek cesarete mâlik olmuştu. Yeni kaptan Şeydi Ali paşa komutasında bulunan 20 kıta harp gemisi Beşiktaş Önlerindeydi. İngiliz elçisi hem hasta hemde yapmış olduğu hesapsız hareketin neticede üzerine düşecek mesuliyetini bir başkası üzerine yıkmağa gayretli idiyse de amiral Dukvorth'dan uygun birini bulamamış ve müzakereleri ona havale etmişti. Amiral 21/şubat'ta ültimatom vermişti. Babıâli 21/şubat'ta kimlerle müzakere edileceğini, nerede yapılacağını, İngilizlerin iyi ni­yetinden endişe edildiğini, müslümanların heyecana geldiği­ni, bir bir ve ağır ağır sordu. Amiral kesin olarak iyi niyet ta­şımakta olduklarını bir daha temin etti. Babıâli hayatının em­niyetini temin ettiği takdirde konferans için neresi tercih edi­lirse edilsin, oraya geleceğini bildirdi.

 

Bu sırada ise, sarayın duvarlarında sekiz mazgalın daha açıldığını görerek konferans işine İki güne kadar bir netice verilmesini bildirdi. Aynı günde yapılmakta olan savunma hazırlıklarından şikayetçi olarak, üç saat içinde cevabın ve­rilmesini taleb etti. Eğer cevaba erişemezlerse, Marmara de­nizinde bulunan Osmanlı gemilerinin, batırılma veya ele ge­çirileceğini beyan eden tehdidler savurdu. Babıâlide gecele­yin boğazın Anadolu kıyısında yedi mil ötede (Beykoz ola­cak) bulunan bir yeri müzakere mahalli olarak tayin ettiğine dair haber yolladı. Amiral bu teklifi kabul ettiysede, kendi yerine amiral Lewis'i gönderecekti.

 

Bu arada bir mülazım (teğmen) ile dört gemici esir alına­rak götürülmüşse de, bunların da çarçabuk, tahliyesini taleb eyledi. Fakat ertesi gün bir Osmanlı gemisi gelerek müzake­reye katılacakları alacak idi. O beş ingiliz salıverilmedi. Dok-vorth, yeni şartlar söyleyerek Sebastiyani'nİn, uzaklaştırılmasını ve üçlü ittifakın yenilenmesini istedi. Babıâli; verilen son cevabında, Osmanlı ülkesinde bir tehlikeye maruz kal­madan, bir karış yere bir ingilizin çıkmak mümkün olmadığı, hattâ saraya bile bir İngiliz gelse onu müdafaa etme çok güç olacağı, velhasıl İngiliz donanması bulunduğu yeri terketme-ye ve Çanakkale boğazını, dışarı doğru geçmedikçe müza­kereye devam edilmeyeceğini bildirdi.

 

Dokvurth ilk önce hiddetleşiddet göstererek, Arbutnot'un Bozcaada'dan gönderdiği geçmiş tekliflerini tekrara kalkışa­cak olduysa da, az sonra bu tehdidlerinin İngiliz donanması, aleyhine olacağını kestirdiğinden, yelkenleri suya indirmeyi tercih etti. 1221 senesi zilhiccesinin 12. günü, 1807 senesi şubat ayının, 20. cuma gününe müsadifdir. İşte o gün yel­kenleri açık olarak, İstanbul üzerine doğru yürüdü. İstan­bul'da bulunan, Fransız elçiliğinde büyük bir heyecan husule geldi. Fakat donanma bir dönüş yaparak yine adalar önüne geldi. Direklerinin ucundan başka yeri görünmüyordu. Yine yakınlaşıp, uzaklaştı. Bütün günü voltayla geçirdi. Akşamle­yin güney cihetine doğru gitti. O gece de şehirde büyük bir endişe hüküm ferma oldu.

 

Ertesi gün de bütün halk, hattâ içlerinde padişah bulundu­ğu halde surlara çıkıp, İngilizlerin gittiğini görüp, inandılar. Ahali padişahı büyük bir şiddetle alkışladı. Beşiktaş önlerin­de bulunan donanmayı Osman-i askerleri İngilizleri takip için izin istediler. Adetâ söz dinlemez dereceye geldiler. Müessifa-ne; bir hadise zuhur ederdiye korkuluyor, elde edilmiş netice­nin heba olmasından çekiniliyordu. Daha sonra padişahın iradesi çıktı. Ahalinin tezahüratı arasında donanma Marma-raya doğru süzülüp, Kumkapı önlerinde demir attı. İngilizle­rin ricatı ile alakalı resmi haber, Fransanın Gelibolu konsolo­su tarafından gönderilen bir haberci ile kesinleşti. Mart ayının 2. günü Gelibolu minaresinden onüç yelken görülmüş. Bunlar, Lapseki ile Naraburnu arasında Ekinlik deniien yerde durmuşlar. Su alan gemilerini tamir etmişler. Boğazdan ge­çişlerinde Osmanlı bataryalarının şiddetli atışlarına maruz kalarak, Vindsor Kastil isimli geminin, büyük direğinin dörtte üçü 800 librelik ve iki kadem kutrunda bir taş gülle ile kırıl­dığı gibi Aktiv fırkateyni'de 560 librelik bir gülle yemiş. Ro-yal Corc isimli amiral gemisi de başka ve büyük bir gülle isabeti ile hasara uğramış. Bu donanma tamam bir saat bir çeyrek ateşaltmda kalmış. 130 Ölü ve 412 yaralısı olmuş. Eğer Anadolu kıyısı müstahkem ve silahlı olsaymış ve topla­rı da sabit olamasa imiş, tamamen mahvolacak imiş.

 

Tabiatıyla bu hadisenin neticesinden olarak İstanbulda Fransızlar lehine; büyük bir emniyet ve itimat, son derece yükseldi. Hatta ahali sokakta rastladığı Fransızları çeviriyor, kendilerine yapılmış yardımların minnetini ifade ediyorlardı. Rusya'ya taraftar olan Rumlar bile, patriklerinin kumandası altında olarak şehrin tahkimatının yapılmasında gayret gös­termişlerdi Mora'fılarda, padişaha bir dilekçe ulaştırarak Rus­yalılar ile savaşmağa hazır olduklarını bildirdiler. Fakat; bü­tün bu nümayişler arasında yine, İstanbul sokaklarında, fesat ve fitneye dair dedikodular dönüp duruyordu.

 

Devlet adamları birbirine düşerek, herkes yekdiğerinin aleyhine iftiralara girişiyor, İngilizlerin İstanbul'a gelmelerini yeni kaide olan "yeniçerileri kaldıracaklar, nizam-ı cedidi on­ların yerine koyacaklar imiş"e vardırarak devlet ricali tarafın­dan özel bir davet olduğu ileri sürülüyordu. Trafalgar ve Ko­penhag galibiyetleri üzerine İngilizlerin İstanbul sularında uğ­ramış oldukları hezimet, İngiliz ahalisi düşüncesinde bir hayli kötü tesirler vücuda getirdi. Akdeniz'de dolaşmakta olan Rus amirali Seniyavin, çok geçmeden de Bozcaada önlerinde amiral Dokvortha, birleşerek yeniden İstanbul'a girmeyi teklif ettiyse de, İngilizler yeniden uğrayacakları müşkülatı tec­rübe etmiş oldukları için kabul etmediler.

 

Bundan başka yalnız İngiltereye yaramayacak böyle bir teşebbüs için, Ruslara yardım etmek, menfaatlerine aykırı idi. Fakat, bu tarz hareket iki devlet arasında burudet yâni soğukluğa da vesile oldu. Hattâ; bir dereceye kadar da, Ma-polyon ile Aleksandr arasında bir ittifak doğmasının sebebi olan Tilsit mülakatının öngörüşmesini teşkil etti.

 

Amiral Seniyavin Bozcaada'dan Selanik önlerine geldiyse de, taarruza geçmeğe cesaret edemedi. Tekrar dümeni Boz-caadaya kırmakla, burayı üç gün aralıksız top ateşine tâbi tuttuktan sonra kara çıkardığı ikibin askerle, işgali tamamla­dı. Böylece Çanakkale girişi yine kapanmış oldu. Bu vakada İstanbul ahalisinin ızdıraba düşmesine yol açtı. Kaptanıderya Şeydi Ali paşa, sekiz gemi ve beşbin kara askeriyle, Bozca­ada üzerine, yelkenbastı. İngilizler ise, Rusların İstanbul'a pek faz'a yaklaşmış olduğunun verdiği endişeyle yanlarından ayrılıp, Mısır üstüne yelkenlerini doldurdu. İngilizlerin boz­gundan sonraki kaçışlarının memnuniyeti pek sürmedi. Yen -ni endişelere bıraktı.

 

Vehhabilerin reisi olan Suud bin Abdülaziz, Medine-i Mü-nevvere'yi istila ederek, mübarek merkadlerin kubbelerini yıkmış, yalnız vukubulan ricalar üzerine Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Ravza-i mutaharralannın, kubbesini bırakarak ne kadar kıymetli eşya ve cevahir varsa hepsini alıp Deriye'ye gönderdiği gibi, onlara göre bi'dat olması hasebiyle hutbeler­den padişahın adını kaldırmış, Vehhabi olmayanlara müşrik nazarı ile bakarak, bunları Mekke'yi tavafdan men'e cüret et­miştir. Kendi tarafından Mekke ile Medine'ye birer tane Kadı tayin ederek, diğer kadılarla beraber, Harem-i Nebevi hade­mesini, Medine muhafızını İstanbul'a yollamış, Sultan 3. Se-lim'e bir mektup göndererek "burda türbeler üzerine kubbe200 bina ve kurban boğazlanmamasını" beyan ederek, Padişah 3. Selim'inde mezhepleri olan Vehhabiliğe girmesini istemiş­tir.

 

Hattâ Şam kafilesi Medine-i Münevvereye giremiyerek ge­riye dönmüştü. Bu hadisat ehli isiâma vükelâ ve padişahın aleyhine hareket etmesi neticesini veriyordu. Diğer taraftan İngilizlerde, İstanbul'da uğradıkları hezimetin acısını çıkar­mak arzusuyla Mısır üzerine dönmüşlerdi. Böylece Mekke ve Medine ile gerek kara, gerekse deniz yoluyla münakale orta­dan kalkmış oluyordu. Fransa'da yayımlanan bir eser, 'ingi­lizlerin, Mısır'ı istilası meselesini, aşağıda aldığımız satırlarda şöylece belirtiyor:

 

"1222/muharrem/6. sah-1807/martınm/17. günü, 17 tane, İngilizlere aid yelkenli limanın önünde görüldüler. Bu gemilerin kumandanı amiral Lewis'di. Mısır'ı gerek Fransız gerekse Mehmed Ali Paşanın zülmundan kurtarmaya geldi­ğini ilân ediyordu. Gemilerde general Frazer kumandasında, Mesina'ya gelen, 5100 kişilik küçük bir ordu vardı. İskende­riye ahalisi öteden beri, Kavalah Mehmed Ali Paşaya aleyh­tar olduklarından Fransa konsolosu Droveti, ahaiininde, as­kerlerinde düşmanlığını hisettiğinden, pasaportlarını iste­diyse de verilmedi. Bunun üzerine maiyetine onbeş tane Fransız askeri aldı. Eli tabancada olduğu halde, azimetine yâni gidişine mümanaat edilmemesini taleb ederek, muha-fızsız olarak Reşid'e oradan da Kahire'ye gitti. Mehmed Ali Paşa, Said taraflarında da bulunan kölemenleri cezalamak için Cünye'ye gittiğinden konsolos İngilizlerin İskenderiye'yi işgal ettiklerini, acele gerigelmesini ve çok yakında büyük bir Fransız ordusunun geleceğinden mukavemet hazırlıkları­na girişmesini bildiriyordu. Hakikaten İngilizler karaya asker çıkarırken hiç bir müşkülatla karşılaşmadılar. Mutasarrıf Emin ağa, zaten İngilizlerin konsolosu Misket'in tutkulusu idi. İngilizler, İskenderiye'yi işgal ettikten sonra yollarını emniyete aimak için Nİ1 yakınlarında bulunan, Reşid'i ele geçirmek için general Voşep'in komutasında olarak,  1200 kişilik İngiliz askeri birliğini yolladılar. Şehirde beşyüz Türk ve Arnavut askeri vardı. Bu gurub; iki gün yolda hiç bir düş­mana rastlamadığı halde Reşid'e vardı. Askerlerde pek şid­detli sıcaklardan dolayı çok yorulmuştu. Bu yorgunluk yü­zünden şehre karmakarışık olarak girdiler. Hiç bir direnme ile karşılaşmadıklarından müsterih olarak, silahlarını çıkarıp gölgeliklere, uzandılar. İşte o an askerlerimizin üzerlerine çullandılar. Kumandan Ali bey, kaçmalarına fırsat verme­mek için ne kadar kayık varsa Nü nehrinin karşı sahiline ge­çirmişti. Osmanlı askeri İngilizleri saatlerce vurdular. Öldür­düler. General Voşep, iki yerinden yaralı olarak ortada kal­mıştı. Pek çok İngiliz subayı Öldü. Bu kavgada beşyüz İngi­liz askeri telef oldu. Yüzyirmi de esir ele geçti. Ölülerden; seksen tanesinin kelleleri kesilip, Kahire'ye gönderildi. Kel­leler, Özbekiye caddesinde, iki sıra halinde kazıklara geçiri­lip teşhir olundu." Bu arada da, Mehmed Ali Paşa güneyden gelerek kölemenlerden Selyut'u aldı. Mısırlı komutanlardan meşhur ibrahim bey ile antlaşma yapılarak, Mil nehrinin sağ ve sol taraflarını takiben, kuzeye doğru yürüdü. İngiliz kuv­vetlerini bilmediği için, Kahire'ye vardığında, şehri tahkim etmeye iptidar eyledi. Bununla beraber Reşid'e de dörtbin pi­yade ve binbeşyüz süvari yolladı General Frazer, yeni bir se­fer heyet-i seferiye teşkil ederek general İstevar'ı 3 bin piya­de, 6 top, 2 havan ile Reşid'e gönderip, şehri muhasara ettir­di. Mehmed Ali Paşanın, Kethüda bey ve Hasan paşanın ko­mutalarında olarak yolladığı askerle 22/nisanda meydana gelen kanlı savaşta, İngilizlerin feci bir mağlubiyete uğradık­ları görüldü.

 

Binbaşı Moor esir, miralay Maklod öldüğü gibi pek çok te­lefat da verdiler. Büyük topları çivilediler. Yiyecekleri ve mü­himmatı, eşyaları yaktılar. Asker ve bu askere katılan fertler, aşiretleri ile kurtulanların takiplerine koyuldular ve yolda da fena halde hırpaladılar. Geri kalanlanda, Ebukır'da bekleyen donanma alarak, İskenderiye'ye getirdi. Kahire'ye soluk so­luğa getirilen beşyüz İngiliz esiri, Özbekiye'de sırık üstünde duran arkadaşlarının, kafaları önünden geçirildi. Yürüyeme­yenleri eşeklere bindirdiler. Düşüp ölenlerin kellelerini kesip sırıklara ilave ettiler. "Bu bozgunluk, İstanbul'daki hezimetten daha tesir edici idi. İngilizler; Akdenize hakim oldukları için hezimet haberini avrupaya duyurma işlemini biraz geciktirdi-lerse de, doğu da pekçok kayıp etmişlerdi. İstanbul'dan Ce­zayir, Trablusgarp, Tunus, İzmir'e haber gönderilerek İngiliz­lerin uzaklaştırıldıklarını ve mallarının müsadere edilmeleri emrolundu. İskenderiye'de bir iki ay kaldılar. Fakat bir iş gö­remediler Mehmed Ali, bu esnada bir ordu düzenleyip başla­rında kendi olduğu halde İskenderiye üzerine gitti. Amiral Lewis hummadan ölmüştü. Yerine amiral Hallovel gelmişti. Bu sırada ise Fransa ve Rusya arasında da, Tilsit antlaşması imzalandı.

 

İngiltere hükümeti ingiliz donanmasının cephaneliği olan Sicilya'ya Fransızların hücumuna ihtimal veriyordu. Buna dayanarak bütün gücünü, Cezayir'e topladı. İngilterenin ef­kârı umumiyesi de "2. bir Napolyon romanı" olan Mısır sefe­rinden hoşlanmamıştı. Bu bakımdan da Mehmed Ali Paşa ile ingiliz amirali arasında, cereyan eden müzakereler pek ça­buk sona ererek, donanma yelken açıp 14/eylülde denize açıldı. Paşa, kaleden atılan topların sesleri arasında tam bir debdebe ile İskenderiye'ye girdi.

 

Şayan-ı dikkattir ki, şu sıralarda İstanbul'da büyük bir fit­ne ayaklanıyor, İngiltere ile Fransa arasındaki savaş da İspanya meselesinden dolayı, başka bir renk alıyordu. Meh­med Ali Paşa ise, Mısır'da bir nevi istiklâliyet kazanmış gibiy­di. Bu ana kadar Mısır sahilleri gümrükleri tersane-i amireye bağlıyken, İskenderiye'nin zaptından sonra, iskelelerin tama­mını kendi tasarrufuna geçirdi. Elfi bey'in; komutanlarından Şahin bey'İ de getirtip, Ceyze'ye memur etti. İstanbul'dan re­hine bulunan oğlunun uhdesine, Mısır defterdarlığı tevcih edilerek, Mısır'a yollandı. Payitahttaki devlet adamları da Ka-valali Mehmed Ali Paşayı, Vehhabilerin üzerine sevk etme hususunda kafa patlatıyorlardı. Hattâ kendisine bu iş için, bir de kapıcıbaşı gönderilmiş ise de, Paşa: "bu iş acele ile ol­maz. Süveyş'de, gemi yapmalı, tedarikâtta bulunmalı" ce-vabıyla başından savdı.

 

 

 

Sultan 3. Selimin Hâli

 

 

Ruslar ile Tuna nehri boylarında savaş devam etmekteydi. 1222/1807. Ruslar, 17 defa İsmaiyl kalesine hücum ettikleri halde, muhafız Kasım Paşa ve Pehlivan Ağanın, kahramanca müdafaaları karşısında firara mecbur kaldılar. Bu arada Alemdar Mustafa Paşa da Yerköy'ü kuşatmış bulunan Rus birlikleri, üzerine hücum ederek, büyük zayiatlar verdirmeyi başardı. Ancak savaşın en büyüğü ve en müthişi payitaht'ta vuku buluyordu. Padişah ve hükümeti pek zaaflı bir hâie gel­mişti. Hem de öyle bir halki; nice gayretler ile meydana geti­rilmiş, nizam-ı cedid askerjni bile Tuna boylarına sevk ede­medi. Ancak, küçük bir miktarını Karadeniz boğazında mu­hafız olarak bulundurabiliyordu. Anadoluda pekçok talimli asker varken, onların yerine bir takım derebeyleri kullanılı­yordu.

 

 

Rumeli ve Anadolu'dan gelmiş bulunan, nefir-i âm askeri­nin, derme çatma, çapulcu olup ve Rus ordularına karşı tesi­ri yok idi. Eğer, nizam-ı cedid ve talimli asker sevk edilebilşeydi, Ruslar, Memleketyn (Romanya)de, pek büyük zararia-ra uğrayacaktı. Büyük bir galibiyet kazanmak işten bile de­ğildi. Tutucu düşünce sahipleri ortalığı doldurmuş ve taşır­mış olduğundan, nizam-ı cedid düşüncesi de yeniçerileri kız­dırmıştı.

 

3. Selim hân'ın nizamı cedide verdiği fevkalade önem, kendisinin yavaşlığı ve tereddüdlü davranışları sebebiyle var­lıklarını gösteremiyorlardı. Başlangıçda pek endişe vardı. Ancak hakimane idi. Hatta bu asker için kurmuş olduğu 20 bin keselik irad-ı cedid hazinesi de o ehemmiyet-i fevkalade­nin en büyük nümunesidir. Bu varidat, 1212/1797 senesinde 60 bin keseye kadar yükselmişti. Bu gelir artışı sebebiyledir ki, Levend çiftliğinden maada Üsküdar'da ve Anadolunun bazı mevkilerinde de, eyalet askeri nizam-i cedide katılıyor­du. Fakat o zaman için ne denebilirki, hakikat erbabı, 3. Se-lim'in kabul ettiklerini kabul ettiği halde, bir müfrit ekseriyet. nizam-ı cedidi, gavur icadı diye isimlendirerek taraftar topla­yarak, bu yeniliği beğenenleri kâfir ilan etmekten çekinmedi­ler.

 

Bir takım devlet düşkünleri de, bu düzen içinde yükselen kimseleri türlü türlü iftiralarla lekelemekten geri kalmadılar. Neticede, İstanbul'da efkârı umumiye ikiye bölünmüştü. O devrin ruhi hâli ve düşüncesini tetkik süzgecinden geçirecek olursak şunları özet olarak tesbit edebiliriz: "Mizam~ı cedidin kurulmasına teşebbüs edildiği sırada devlet adamları ve ileri gelen kimseler padişahın iradesi ile yazıp vermiş oldukları la­yihaların içinde yer alan fikirler, çoluk çocuğun ve de bazı yakınların ağzına düşerek: "herkesin istidadı verdiği lâyiha­sından belli ve kişinin rütbe-i idraki zâdei tabiinden belli olu­yormuş." şeklinde alay edilecek hale düşmeleride, bu gibi zatların küsmeleri, birer tarafa çekilmeleri, bu kurena arasın­dan sivrilen Enderun-u hümayun başkâtibi Ahmed efendi gibi fazilet erbabının, vekiller ile birlikte toplanarak gündüzleri, ikindiden sonra Enderuna giderek babıâliye ait işleri evlerin­de görmeleri, geceleri <mukattaat mültezimleri^ Buğdan ve Eflâk kethüdaları gibi, raşiler, dalkavuklarla evlerinde meh­tap safalarında, sazendeler, bazendelerle iyşü işret etmeleri, 3. Selim'in kurenasına pek çok emniyet ettiğinden, devlet sırrını Ötede beride ifşa etmeleri Saray hademesinin, içoğlan-larının kahvehanelerde, oyun yerlerinde adet dışı tavırlarda bulunmaları, padişah 3. Selim'in eğlenceye olan eyilimi, İs­tanbul sürûrgâh kesilerek, Kâğıthane, Boğaziçi, Çamlıca alemlerinin devam edip gitmesi. Devlet adamlarının nizam-ı cedid meselesini mal toplama vesilesi sayıp, israf ve gösteri­şe koyulmaları, paranın ayarının bozulması, çeşit çeşit vergi ihdas olunmasından dolayı, erzakların ve eşyaların fiatların-da meydana gelen artışın, getirdiği sıkıntılar hasebiyle vüke­la ve devlet adamlarına bildirilenlere karşı bazılarının, "Ta­mam, halkı işgale bundan daha güzel sebeb, vesile olamaz. İaşeleri derdine düşsünler de devlet işlerine karışmasınlar." diye cevap verdikleri, bazılarınında, "Burası zengin yatağıdır. Buraya fukara yakışmaz. Devletlilerin arasına müflis güruhu sığamaz" şeklinde, cevaplar vermelerinin halk tarafından du­yulması. Taşralarda vergilerin konmasındaki takatin genişlik ölçüsünü aşması, padişah kurenasının (yakınlar), vükelâ ve ricalin daha çok nüfuza sahip olmaları, hattâ sadrazamların bile azil korkusu ile kupkuru bir unvana kanaat etmeieride, fakat içinden, diğer halkla beraber olmaları, Yine padişahın yakınında yer alanların, kendisine ahalinin kanaati hakkında değişik beyanlarda bulunmaları padişahın annesi valide sul­tanında oğlunun çok hassas kimselerin belki de başında gel­diğine dair inancı, en ufak bir husus için, büyük üzüntülere düştüğünü bildiğinden herşeyin bütün teferruatıyla anlatılma­sının gereksizliğine ait tenbihi. padişahında bir çok şeyi Öğrenmemesine yol açmış olması, velhasıl halkın heyecanını ve kıyamını, kolaylaştıracak kötü idare tarzı, işin bütünü ile ortaya çıkmasını ve saltanat ile ahali arasında pek büyük bir çukurun kazılmasını sağlamış oldu. Araya yakınlar ve akra­balar girinceki, zamanımızda da tek tük bu tip kalıntıya rast­lamak mümkün. Fakat bu yakışıksız, iğrenç, gülünç, göya alafrangalık taslamaları ve taassup ve cahillik ile hiddetle, şiddet beraberliği şeklinde tefsir olunabilir mertebeye getirdi.

 

 

 

Ilhad Ve Zenadıka

 

 

Cevdet Paşa tarihinde yer alan aşağıdaki bölüm, zamanın düşük mertebesini gösterir: "işte bu sırada İstanbul'da bir de ilhad ve zenadıka düşüncesi ortaya çıktı. Şöyle ki, Sultan Selim hazretlerini cihangirlik sevdasında bulunmakla (!) ya­kınları dahi onu şişirmek için kimi <Kaimi> manzumesinden ve kimi de" Cifr-i Kebir-i Şeyhi Ekber'den ve kimi bazı ehli keşif ve kerametden manâlar nakil ve ityan ile "müceddid-i devlet" olduğunu da vechi tahkik üzere huzuru hümayunla­rında dermiyan ederlerdi. Bu mülabese ile mutasavvıf güru­hundan geçinen ve: -Erenler şöyle yaptı. Böyle yapacak. Şeklinde yalan yanlış sözlerle halkın cebinden para koparan bir takım mülhidier de, Enderûnu hümayuna gidip gelerek o devrin ricali, genellikle cahil ve alelade gurubundan olan bazı enderunlu takımı cehaletleriyle beraber dışarıda genel dü­şüncelerden gafil olduklarında, ehl-i şer'i gözünde, küfrüyat sarfı sayılır bir takım sofilere ait kelimeler kullanmağa başla­dılar. Eğerki yeniçeri pirdaşları olan Bektaşi derbederlerinin, her gün yaptıkları hezeyanı onların tefevvühatından daha kö­tü idiyse de onların böyle tefevvühatı yâni sözleri "bütün din­leri inkâr eden Fransızları taklit ve onlara uymak esnasında ortaya çıkarak," bütün nazarları üzerlerine çekerek, halk on­ların böyle şeriatın zahirine uymayan durum ve hallerden ürkdü. Hemen kitab-ı şeriatde ki apaçık belirtilmiş mesele­lerden başkasını incelemeyen ulema güruhuda enderûn adamları ve dışarıdaki kimseler hakkında, büyük şüphelere düştü. "Yine tarihlerin genel rivayetindendir ki, Sultan 3. Se-lim'in düşünce yapısında tereddüd önemli bir yer kapsamak­la beraber, davranışlarda yavaş mizaç hüküm sürmekteydi. Bilhassa yeniçeri askerinin nizamı cedidi tahkir ve kâfir ola­rak nitelendirmeleri hususunda karşı ses çikarmamsı, bu gü­ruhun azmasına vesile oldu. Eğer özetleyecek olursak, gör­düğümüz şu vakaların yardımıyla biz de yeni fikir büyük bir ifrat yâni aşırılıkla başlıyor ve bir kaç kişinin tekelinde olarak devam ederken taklid edenler aleyhinde bulunanlardan, çok fazla yerleşmesini geciktirme veya iptaline sebeb oluyorlar.

 

Kadı Abdurrahman Paşa'nm Edirne vak'asından sonra ge­ri dönmesi, devletin bir müddetten beri edinmekte olduğu ilerlemeye dönük intizamdan, vazgeçmeğe eğilim gösterme­siydi. Cevdet Paşa; "bu ricatı, padişah 3. Selimin mülayim ve yumuşak kaibli bir kimse olmasından dolayı, o sırada devletin hâli, asla hiç birini kullanamayacak durumda bulu­nan güzel silahlarla odasını süsleyen nâzik çelebilerin hali­ne" benzemekteydi der. Paşa, bu benzetmesiyle büyük isa­bet göstermiştir. Bu kadar birbirini takip eden hadiseler ara­sında, Fransa elçisi general Sebastiyani'de devleti Fransadan yardım İstemeğe mecbur etmek bahanesi ile adamlarına tali­mat vererek, yeniçeri büyüklerine: nizam-ı cedid'in kurulma­sından maksadın ocağın kapatılması, maaşlarının vükelaca cebine indirme hareketidir, demelerini istiyordu. İmparator bu talimatın verildiğini duyunca, sizin hâlinize teessüf ediyor. Eski usûlün bozulmaması taraftarıdır. Fakat askerimizde hu-dud boyundadır. Lâzım olursa İstanbul'a getirtilecektir. Şek­linde telkinatta bulunuyordu. Velhasıl, İstanbul bir karışık dü­şünce dalgalan arasında bocalamaktaydı  Bir de, orduyu hümayun'un Ruslara karşı harekatında padişah yakınları vede devletin ileri gelenlerinin pek büyük kısmının payitaht'ta kal­malarını bu savaşta, yeniçerilerin öldürtülmesi için bir muva-zadan ibaret olduğu düşüncesi pek kuvvetli tarzda şuyû bul­du.

 

Bunlara da ilaveten başka bir durum daha vardıki, o da Köse Musa paşanın, sadaret kaimmakami, Topal Ataullah efendinin şeyhülislâm olmaları hususuydu. Çünkü bunlar ni­zamı cedid aleytan kimselerdi. Bir daha söylemekte zaruret vardır ki, bizde meydana gelen ihtilâl ve isyanların tamamın­da, erbab-ı din şıkkını, o güzelim ve temiz Şeriat-ı Muham-mediyi alet olarak seçmişlerdir. Yâni; bilerek, bilmeyerek di­nimize taarruzla da memleketimize pek büyük fenalıkları, ci­nayetleri reva görmüşlerdir. Hakikaten de bu ana kadar gör­düğümüz ihtilallerin tamamı, hükümet istibdadına aleyhte olarak vukubulmuştur. Ancak, bir müstebidin taht'tan indiril­mesi veya öldürülmesini müteakip, yerine bir başka müste-bid getirilme yolu tutularak işi başka bir menfaatin kanalına değiştirmeye götürmek olmuştur. Vatan, ülke ve ahali aynı dönemler de büyük felâketlere uğramışlardır. Bu bakımdan yapılanlarda insani bir fikir veya dindarane bir anlayış mev-cud olmamıştır. İşte bir numunesi:

 

 

 

Kabakçı Vakası

 

 

Epeyi bir zaman evvel Trabzon'dan iki bin kişi kadar Lâz getirtilmiş ve Karadeniz yâni İstanbul boğazındaki kalelerde muhafız yamaklara ilâve olarak verilmişler isede, bunların maaşları nizamı cedid sandığından verile gelmekteydi. Böyle yapmakta güdülen maksat, boğazın İki tarafında yaşamakta olan nizamı cedid askeriyle ülfet kesbedip, biribirlerine ısın­maları idi. Hâttâ arada sırada Bostancıbaşı Şâkir ağa burala­ra gider, boğazın nâzın ingiliz Mahmud efendi ile konuşur, yamaklardan bazılarını yanlarına getirtip: <Sizde nizamı ce­dide girin. Hem gelirinizin hemde nâmınızın arttığını görür­sünüz. Hem tayınınız artar, eski kârınızda yanınıza kalır>

 

tenbihinde bulunurdu. Buna karşılık, Köse Musa paşa, yeni­çeri ocağını fesata vermeye gayret göstermekte, adamların­dan bazılarını yamakların yanına göndererek: sizlerde yeni­çeri sayılırsınız, nasıl olurda, frenk kıyafetinde askerler ile konuşursunuz? Siz, nizam-ı cedid elbisesi giymez, harbeli tü-fenk kullanmaz iseniz, boğazdan kovulacaksınız" sözlerini duyurarak teşvikatta, pek de fazla ileri gitmekteydi. Musa Paşanın bu ifsat edici gayretleri öyle noktaya vardı ki, ya­makların bir cemiyet-i belâsı kuruldu.

 

"Biz kuloğlu kuluz. Eba emced yeniçeriyiz. Nizam-ı cedid elbisesi giymeyiz" şeklinde seslerini duyurmaya karar verdi­ler. Bu yakın günlerde husule gelen iki olay, azgınlar güruhu­nun asabiyelerini tahrik etmeye kâfi geldi. Olayların ilki; "3. Selim, Bayezid camii şerifindeki selamlık merasimi sonun da, Sekbanbaşı olan ArifAğa'ya <Ağa, ordu gitti. İstanbul boş. Kolluklarda yeniçeri azkaldı. Acaba nizam-ı cedid aske­rinden her kolluğa üçer beşer adam koysam münasib olur-mu?> Dediğinde, Arif Ağada: <Emr-ü ferman efendimizindir. Lâkin yeniçeri ağası, orduyla beraber gitmiştir. Ben, burada vekalet eden bir kulunuzum. İrade buyurulursa yeniçeri ağa­sına yazayım.> Demiş. Bu cevab üzerine padişah-ı cihan: <Yok. Yazma, dursun istemem.> buyurmuş." Bu konuşma yeniçeri tarafından duyuluncada gizlice yapılan istişareler sonunda Karadeniz yamaklarına karakullukçular gönderildi. Böylece nizam-ı cedid askeri ile yamaklar arasına düşmanlık tamamen girmiş oldu artık bu adavetde kendisini şurada bu­rada biribirleriyle doğüşür hale getirdi. Musa Paşa, zaten dı­şa rda fitne uyandırmak ve böylece İstanbul'u karıştırmak ar­zu ve amacı taşıdığından, fesadın çıkış kaynağı olmak üzere boğaz nâzın Mahmud efendiye, yamaklarında nizam-ı cedid elbisesi giymelerini emretti ki, buna ateşe körükle gitmek denir.

 

Olayların ikincisini teşkil eden de; Mansıbı olan yere gitme kararı vermiş ve buna bağlı olarak, Üsküdar'a geçmiş bulu­nan, Karaman valisi Ragıp Paşa, padişah yakınlarına yakın davranmayı yeğlemiş, bu vesile ile de nizamı cedidin kullan­dığı nişanlarla süslü kaputlar yaptırarak, kavaslarından bir kaçına giydirmek istedi. Kavaslar Laz yamaklardan oldukları için, bunları almayıp boğaza gidip, kendilerine yapılanı ora-dakilere anlatmaya koyuldular. Bu durumu müteakiben, pa­dişahımız, Ragıp paşaya bütün dünyayı nizamı cedid yap­mak için tuğ vermiş, o da, şimdiden nişan vermeye başla­mış, sözleriyle ayağa kalkıştılar. Kendilerine asla böyle bir şeyin bulunmadığı yolunda, vaz-u nasihatta bulunan Macar tabiyesi subayı Halil Haseki'yi sonra Büyükdere ocağına İlti­ca etmek için, kaçan boğaz muhafızı Mahmud efendi ile hiz­metçisini ölümlerin habercisi olmak üzere de katletmiş ol­malarıydı. Vaziyet İstanbulda işitilince, kaimmakam Musa Paşanın bir kazadır olmuş, yamaklar da itaat etmek üzere bulunuyor diye işi bastırdı. Ertesi gün yine bunlara nasihatla teskin için giden yeniçeri ocaklarının sözü geçen ihtiyarları, ahçı ustaları ve yazıcılardan meydana geien bir heyet bu işe sebeb olan Şam'lı Ragıp Paşadır, dolambaçlı hükmünü verdi. Bunun üzerine paşanın, vezirliği iptal olunup, Kütahya'ya sürgüne gönderildi.

 

Aynı gün Musa Paşa ile İbrahim kethüda ve boğaz muhafı­zı İnce Mehmed Paşa ve bazı devlet adamları, Çartak kollu­ğunda Sekbanbaşı ve bazı yeniçeri ağalarını topladılar. Sek-banbaşK-Yamaklar, İstanbul'a gelip bir fesat çıkaracaklar di­ye duyuyoruz. Demesi üzerine: İbrahim Kethüda: -Bunlar karga derneğidir. Ehemmiyet verilecek şeyler değildir. İtaat etmezlerse cebren itaat ettirilir. Şeklinde ve büyük bir kızgın­lıkla ifadelerde bulundu. Bu sözle Musa Paşa işe yarayan bir destek bulmuştu. Çünkü fesat bastırılacak korkusu taşıyor­du. Korku duymasının sebebi yamaklara ei altından kalkış­malarını bildiren ta kendisiydi. Ancak esas cemiyeti ertesi gün Büyükdere çayırında yapılan, meşveret ortaya çıkardı. dört-beş yüz yamak, islam olsun hristiyan olsun, hiç kimse­nin mal, ırz ve canına dokunmamak ve dokundurtmamak, dokunan olursa idam ettirmek, meşihat kapısından tasdiki yapılmayan, hiç bir istekte bulunmamak kararı ile At mey­danında toplanarak babıâliden taleb edecekleri kendilerine verilmedikçe dağılmayacaklarını, adetleri üzere olan kılıç at­lamak gibi yemin yerine geçenleri yerine getirdiler. Araların­dan Kabakçı Mustafa çavuş'u reis, Arnavut Ali ile Bayburtlu Süleyman ve Memiş çavuşları komutanlığa seçtiler. Kıyı bo­yunca gidiyorlardı. Karşılaştıklarını kendilerine katılmaya ik­na ediyorlardı. Buna karşılık nizamı cedid askeri Musa Paşa­nın emriyle yerlerinden kımıldatılmıyorlardı.

 

Musa Paşa, padişahı kendinde var olan münafıkça davra­nışlar sayesinde kandırmaya, muvaffak oluyordu. Kandır­makla ne yapmıştı. Musa Paşa harekete geçmiş olan Kabak­çı ve güruhuna bir nasihatçı yollamak lâzım geldiğini ifade etmişti. Çok merhametli bir zât olan padişah, işlerin kansız halli tek arzusu olmasına binaen bu teklife rıza göstermişti. Ancak, dessas Musa Paşa^burada seçtiği nasihatçı ile padi­şahı aldatmış oluyordu. Çünkü; bu nasihatçı, yeniçeri 25. bölüğünün mütevellisi olan, Kazgancı Lâz Hacı Mustafa ağa gibi bakır kazancılığında büyük servetin sahibi olmuş ve İs­tanbul'da bu işi yapmanın imtiyazını'elinde tutan tek kişiydi. Buz gibi bir nizamı cedid aleyhtarı olup, bu vazifesinde işi görünüşte, yamakları teskine gayret etmesiysede, esasta on­ları tahrik edip hareketlerinde ısrarlı olmalarını temindi.

 

Bu Mustafa ağa gelmekte olan yamaklar cemiyeti ile Yeni-köyde karşılaştı. Yamaklar, nizamı cedidden korkulan yüzün­den, Halil Haseki ile Mahmud Efendi'yi idam etmiş oldukları­na pişman olduklarını ve nizamı cedid boğaz civarında bu­lundukça kendilerine emniyet gelmiyeceğinden bahsettiler. Eğer nizam-i cedid askeri çekilir çekilmez derhal yerlerine döneceklerini anlattılar. Mustafa ağa, durumu Musa Paşaya anlattı. Musa Paşa da, nizamı cedidin çekilmesinin iradesini padişahdan aldı. Bu iradeye inkiyad eden askerse, Levend çiftliğine çekilmek üzere boğazdan kalktılar. Bir kısmı da, üsküdarda bulunan kışlalarına çekildiler. Devlet adamları da bu gelişmeleri hareket bastırıldı zannederek, babıâli'den da­ğılarak hanelerine çekildiler. Aslında fitne bastırılmış değil, bilakis uzaklardan, İstanbul içine çekilme plânı uygulanmıştı. Hatta, şehzade Mustafa'nın sadık adamlarından Abdurrah-man ağa ile bazı ulemanın gönderdiği Hammaloğlu Mustafa dahi kıyafetini değiştirerek yamaklara ders'e gİtmişlerdiki yardımlar sayesinde Kabakçının kurmuş göründüğü cemiyet hızla büyümekteydi. Bilhassa nizam-ı cedid askerinin çekil­mesinin sağlanmasından sonra, fesadın artık önüne geçebi­lecek bir güç kalmamıştı.

 

Dellâllar: - Ya İbadullah (Allahm kullan) meramımız niza­mı cedid belasını kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar, kendilerini ocaklı bilenler bizimle beraber olsunlar, şeklinde bağararak gece saat dört sıralarında Top­hane'ye ancak indiler. Topçular, eşkıyaya karşı hazırlıklarını sürdürürlerken, Musa paşa ve Sekbanbaşi taraflarından: "kimse karşı gelmesin, bu iş herkesin ittifakıyla olmakta­dır" haberini aldılar. Bunlar, hemen kazganlarını Tophane meydanına çıkararak, Kabakçı'nm topluluğuna tâbi oldular. Padişah 3. Selim, bu işin başka eller tarafından tertiplenmiş olduğunu anlamış bulunmasına rağmen, teskin işini yine de,

 

Musa paşaya vermekle büyük bir zaafa ve azim bir hataya düştü. Bunun hata olduğu asla şüphe getirmez. Bu hususta; Cevdet tarihindeki beyana göre: "Levend çiftliği ile Üsküdar kışlasında, onüçbin nizamı cedid askeri bulunmaktaydı. Eğer, Köse Musa'nın boynunu vurup, şeyhülislâm Ataullahin boynuna sarığını dolayip bu askeri kullanmış olsaydı, asileri durdurup, cezalandırmak kolay olabileceği gibi devletide tanzimde başarı sağlardı. Maalesef böyle bir istidad, böyle bir metanet, bu çeşit azim 3. Selim'de yaşayan bir kabiliyet de­ğildi. Bu hasletler yerine müthiş bir nezaket, bir işe yarama­yan sonsuz bir hüsn-ü zan taşımaktaydı. Hâl böyle olunca is­yancıların teskin edilme işlemini babıâli'nin eline bıraktı.

 

Musa paşa güya iş görecekrnişçesine, devlet ricalini gece yansı babıâli'ye topladı. Bunlar olurken, İstanbul alıp, ver­mekteydi. Eşkiya kayıklara binerek; gurup, gurup Çartak ve Kapandaki iskelelerine geçerek, yeniçeri kışlalarına dağıldı­lar. Galata'dan, Üsküdar'dan ne kadar kayıkçı, hamal, serse­ri takımı varsa, İstanbul cihetine geçtiler. Bunların arasına bir kaç yüz kalyoncu da iltihak etti. Dikkat ediliyormu? Biz de ihtilâl erbabının kimler olduğunun farkına varılıyormu? Taas-sub ve cehaletin hüküm sürmüş olduğu yerlerde kuvvet da­ima ayak takımında bulunur. Kabakçı ve isyana katılanlar at meydanında toplanmışlardı. Öte taraftan yeniçeri ihtiyarla-nyla ileri gelenlerini Süleymaniye camiinde içtima ettiler. Şeyhülislâm, eski kadi'ların ağa kapısına gelmelerine karar verip haber gönderdiler. Şeyhülislam Ataullah ve Rumeli ka~ dıaskeri Ahmed Muhtar, Anadolu kadıaskeri Mehmed Hafid, İstanbul kadısı Mehmed Murad efendiler başlan şal ile örtülü olarak geldiler. Bir miktar konuşulduktan sonra ağalar kışla­larına gitmek üzere kalktılar. Sekbanbaşı Arif ağa, bunlara teşvikatta bulunmaktaydı. Ağalarla, Kabakçılar, Et meyda­nında seğirdim arıcılarının toplanma yeri olan Tekke adı verilen yerde, buluşup ittifak ettiler. Yeniçeri kazgan(kazan)ları meydana çıkarıldı. Cebe ocağına ait kazgan ve askeri de geldi. (Tıpkı 31 mart vakasında olduğu gibi) müfsidlerin öğütlemesi sonucu bir bölük asker çıkarıldı. Bunlar: "dük­kânlar açılsın. Kimse işinden kalmasın. Kimseye zararımız yoktur. Bizim bu gayretimiz ancak Allahın kullarının, ve devletin nizamı içindir." şeklinde bağırtıldılar, hakikatten kimseye dokunulmuyor, herkes serbestçe geziyordu. Esnaf ise alış verişindeydi. Vaziyetin aldığı renk, padişaha duyuru­lunca, kapılan kapatma yolu tutuldu. Yine bir büyük hata olarak, nizam-ı cedidin kaldırıldığı açıklayan bir hattı hüma­yunu babıâliye gönderdiler.

 

Padişah, bu işle âlimlerden yardım ister görünmüştü. Ne garibdirki, isyana çıkan güruh, elan nizam-ı cedid'den kork­maktayken, padişah bunları adeta sevindirircesine o, kurulu­şu iptal ettiğini bildirmişti. Hakikaten buna pek fazla sevindi­ler. Köse Musa ise bu sırada Kabakçı Mustafa'nın eline bir liste tutuşturdu ki, bu liste de onbir kişinin adı vardı. Bunlar; İbrahim kethüda, Bahriye nâzın Hacı ibrahim, Rikâbı hüma­yun kethüdası Hacı Memiş, reisülküttab vekili Sofi Ahmed, irad-ı cedidin defterdarı Ahmed, darphane emini Ebu bekir, valide kethüdası Yusuf, enderundan serkâtib Ahmed, ma-beynci (başka) Ahmed, bostancibaşı Şâkir beyefendilerle müderrislerden, Kapan naibi Lütfullah efendilerdi. Kabakçı Mustafa bu listeyi ortaya koyarak: "Memleketi harab eden bu onbir kişidir. Bunları ölü veya diri olarak padişahdan is­teriz. Dediler. Her yerde, nizam-ı cedidin kaldırılmış bulundu­ğu ilân ediliyordu. Tellallar bas bas bağırıyorlardi. Eşkiya Et meydanından kalkarak, At meydanına gitme teşebbüsünde bulunduysa da, kendileri içinden bir gurup engel oldu. Fakat bizim ihtilallerde eskiden beri kaide olan, ihtilalcilerin hiç bi­rinin malumu olmayan: -Bizim şeri'at ile görülecek işimiz

 

var. Şeyhülislâm kadıaskerle buraya gelsinler diyerek, listeyi ağakapısına gönderdiler. Bu liste hakkında şeyhülislam tara­fından padişaha bir dilekçe yazıldı. Bu onbir kişinin adlarını yazının baş tarafına koyarak, bunların cezalan verildiği tak­dirde, herkesin yerli yerine döneceğini bildirdi. İşte, padişa­hın zafiyeti de bir daha burada kendisini gösterdi. Eşkiyadan kimsenin kılına dokunmazken, canı gibi sevdiği kimseler hakkında, istenmekte olan cezalandırılmaya razıoldu. Bakın; burayı Cevdet Paşa kıymetli eserinde pek güzel ifade etmiş:

 

"Şeyhülislâm efendi ve Rumeli ve Anadolu kadiaskerleri ile İstanbul kadısı beraberce At meydanına gelip, meydanın tekkesinde oturdulduklan esnada yamaklardan bir delikanlı da hepsine hitaben: <siz şer'iat hakkında doğruyu söylemi­yor, sonrada iş bizim gibi baldırı çıplaklara kalıyor. Edirne vak'asmda fetva veren sen değilmisin?> dediğinde, müfsid Ataullah: <ben o zaman şeyhülislâm değildim. Benden evvel ki efendi fetva vermiş, ben bilmem!> diye cevap verecek, eş-kiyanın karşısında kendisini temize çıkarma gayreti güder. Bu sıralarda ise, Köse Musa paşa listede, isimleri yazılı olan­ların kellesini alma gayretini gütmekteydi. Padişah bu istek­lere karşı serkâtib Ahmed efendi ile mabeynci Ahmed beye sizi de istiyorlar, elimden alırlar, varın başınızın çaresine ba­kın, şeklinde hitabdan sonra, izin verdi. Musa paşa'yada: <Ibrahim kethüda, Hacı İbrahim ve Serkâtib Ahmed efendi­lerle aramızdaki antlaşma gereği onların idamlarından vaz­geçilsin. Gerisini kurtarmak mümkün olmuyorsa kayıtları görüle> şeklinde emir verdi. İçlerinden yalnız, Memiş, Sefer ile Bekir efendilerin babıâlide Bostancibaşı Şâkir beyi saray­da boğarak katledip, başlarını eşkiyaya gönderdiler. İbrahim kethüdayı firar etmiş olmasına rağmen Yenikapı Langa da bulunan bir evin mahzeninde yakaladılar. Büyük hakaretlerle Et meydanına getirdiler. Başmühendis olan pek de kıymetli adamlarından biri olan Ali beyle birlikte kılıç ve hançer dar­beleri ile paraladılar. Bu iki garibi,  Et meydanına getirirler­ken, meydana gelen izdiham esnasında, ortalığa hâkim olan nizam-ı cedid askeri geliyor sedasının korkusuda eşkiyanın birbirlerini ezercesine kaçışına sahne oldu ki, nizam-ı cedidle aralarındaki fark bu hadisede de pek ayan oluyor. Artık, fe­sat ateşi adamakıllı her yeri sarmıştı. Sönmek bilmemektey­di. Sultan Selim, sadaret kaymakamına gönderdiği bir hatla meramları nedir? Sorusunu ulaştırdı. Nizam-ı cedidin hazine­sinin kaldırılmasını talep ettiler. Bu talebi de padişah:,<İrad-ı cedidi de kaldırıp lanet ettim> şeklinde haber gönderdi. Del-lallar bu meseleyi de sokak sokak bağırarak dolaşıp ahaliye duyurdularsa da, eşkiya yerinden kımıldamıyordu. Birden bi­re Abdülhamidi evvel'in şehzadelerinden Sultan Mustafa ve Sultan Mahmud'u kimseye inanmadıkları için, kendilerine ait kimselerden, yanlarına adam koyacaklarını ve muhafaza edeceklerini isteyen teklif gündeme geldi.

 

Sultan Selim, bu teklife de olumlu cevap sayılan evet'i bastı. Ulemadan biri ve ocaklıdan da birisi gelip muhafaza etsinler dedi. Seçe seçe birinci imam ve aygır İmam lakablı, Hafız Derviş Mehmed ile eski sekbanbaşı Osman ağa saraya gönderildi. Sultan Selim bu münasebetle babıâliye yazdığı hattı hümayunda diyorki; <Benim, zürriyetim yoktur. Şehza­deler, benim evlâdımdır ve gözümün nurudurlar. Maazallah ben onlara suikast ile pakize-i Osmaniyanın inkırazına ve devlet-i âli Osman'ın izmihlaline sebeb olmam, hiç hatır ve hayale gelir şeymidir? Allah o günleri göstermesin. Cenabı Bari onların Ömrünü rûzi efzûn eylesin. > Bu hattı hümayun babıâli'de bütün ulemayı ağlatmış ise de ne faide! Çünkü kendi ekmeğini yemiş olan Aygır İmam bile saraya giderek, kendi yüzüne karşı: <Sen, İsmail Paşa gibi bir vezirin kadr-i kıymetini bilemedin. İbrahim kethüdaya itibar ettin ancak, İbrahim kethüdada cihanı harab etti. Ben onun şerrinden iki senedir nukat arpalığını ilzam edemedim.  Sen hemen ona idareyi teslim ettin. Onun sözü ile İsmail Paşa gibi sadık veziri az kaldı idam edecektik. > şeklinde kabaca hitablarda bulundu. Sekbanbaşı Osman Ağa utanarak dışarı çıktı. Padi­şah ise yine de nezaketini elden bırakmadı: <efendiyi götü­rün, rahat etsin> emrini verdi. Bu şekilde huzurundan defey-ledi. Eşkiya o günde dağılmadı. Hemen ertesi günkü Cuma günü şeyhülislâm huzurunda, eski vede hali hazır sekbancı-lar, başturnacılar ve ocak ihtiyarları ile söz sahiblerinden, meydana gelmişlerle yapılan toplantıda, toplanmış bulunan isyancıların dağılması ve herkesin yerli yerine gidip, boğaz isyancılarına hilatlar giydirilip, rütbeler ve bahşişler verilmesi kararlaştırıldığı halde şeyhülislâm Ataullah efendi de: <.varın bir kere başbuğlara ve adamlarına sual edin. Başka bir ta­lepleri varmıdır?> Dedi. Bu sorunun gereği için üç-dört ihti­yar toplanmış bulunanların cemiyetine gittiler. Orada bulu­nan cemiyet ileri gelenlerinden çıkan cevap, askerler ile bir görüşelim oldu. Et meydanında bulunan Namazgahın hemen yanında istişare etmeye başladılar. Bu sırada İstanbul Kadısı, Muradzâde Murad eşkiyanın ortasına dalarak: "Fakat bu olanlardan sonra bu padişaha emniyet etmek mümkün-mü?" sorusunu ortaya atarak, kıyamın durumundaki büyük bir renk değişikliğine sebeboldu. İsyancıların başında bulu­nanlar adetâ koşarak şeyhülislâmın yanına doluştular ve: "Sultan Selim'in saltanatında bağımsızlığı yok. Hükümeti bir takım zalimlerin eline verdi. Kendisi zevk ve safasıyla meşgul. İşbaşına getirmiş olduğu kimseler fakir ahaliye çe­şitli zülumlar ediyorlar. Böyle bir padişahın hilafeti sahihmi-dir? deyince, Ataullah efendi zaten tasavvuru bu soruyu sor­durmak olduğundan, 3. Selim'in hâl'ine fetva verdi. Babıâli-de bekleşmekte olan zamanın uleması, At meydanına toplanmak üzere çıktılar. Bu ulemanın bir bölümü hâl işinin doğru olamayacağını, isyancılara nasihatin yeterli olucağını söylerken, Kabakçfnın baş elemanlarından Bayburdlu Sü­leyman:

 

<Şimdiden sonra ne o bize padişahlık eder. Ne de biz ona kulluk ederiz. Bu işi hemen bitirelim> diyordu.

 

Bu sırada ise, Et meydanında Sultan Mustafa'nın tahta çı­kışının duası yapılıp, fatihası okunuyordu. Okunan fatihadan sonra askerinde hep bir ağızdan amin diyen sedası her yana yayıldı. Buna ne yapalım? dediğinde sergerdeler de":

 

-Siz ulema ile gider, Sultan Mustafa'yı tahta iclas edersiniz. -Ben yalnız gidemem. Asker isterim. -Beşyüz asker yetermi? -Daha çok olsun.

 

-îkibin asker siz saraya varıncaya kadar yirmibin olur. Biner kişiden, iki bayrak askerle sekbanbaşi eskileri ve di­ğer ocaklı, şeyhülislamla ulemayı At meydanından alıp, alay halinde yürüdüler. Sarayın önünde bayraklarını babı hüma­yunun ikitarafına dikilip durdular. BabıâÜde Musa paşa neşe­li, devletin ileri gelenleri resmi elbise tedarik etmekle meş­guldüler. Sultan Selİm'e; hal olundunuz haberini vermek işini Anadolu kadiaskeri Hafid efendi üstüne aldı. Sekbanbaşı Arif ağa ilede saraya gittiler. Ancak kapılar kapalı İdi. Hemen Darüssade ağasına, Sultan Mustafa tahta çıkmadıkça ve biat merasimi yapılmadıkça askerin dağilmayacağı mealinde bir tezkere yazılıp vezir karakulağıyla Soğukçeşme kapısından, Enderuna gönderildi. Tezkereyi alan ağa, sünnet odasında oturmakta bulunan padişaha getirip açmadan teslim etti. Pa­dişah tezkereyi okudu ve dudaklarından <Zâlike takdirül azizü'laliym> ayeti kerimesi döküldü. Harem-i hümayuna çekil­di. Bu hareketi saltanatı terk etmekti. Fakat dahilde kimse haberdar değildi. Dışarısına gelince izdihamdan geçilebileo yer kalmamıştı.

 

Musa paşa, saray kapıları açılmaz ise açmaya lâğımcıl arıyor, isyancılar ise, öğretildiği gibi: -Sultan Selim'i istemyiz, Sultan Mustafa efendimizi isteriz, şeklinde bağırışmaktlardı. Musa paşa bunların bir bölümünü babaıâliye gitrnele hususunda teşvik etti. Hakikaten o kimseler babıâli'ye geç*rek ortalığı velveleye verdiler. Vaziyet bu şekle gelince şeyhülislam ve diğer devlet adamları, padişahın sarayına gitmeğe mecbur kaldılar. Bu velvele esnasında mabeynci Ahme Muhtar bey isyancıların eline düştü ve parça parça edile Saraya gidilip, Babüssadenin Önüne gelindiğinde yalnızc şeyhülislâm, kaimakam Musa paşa Sofa denilen yere kadar gittiler. Topal Ataullah, padişaha vaziyete son derece nâzine ve riyakârene tarzda izah etti. 3. Selim'de çekilirken, dü;

 

manini hâla dost biliyordu. Bunlar olurken tarih 1222/180 yılını göstermekteydi.  19 sene 7 ay 10 gün saltanat ett

 

Devri hep olaylar ile geçti. Onun zamanında, iç işlerde e çok nazarı dikkati calibiyet bölümü, isyancıların dahi kendisini sevip, saygılı davranışlarda bulunmalarıdır. Ancak ülke) bir çok ellere emanet edilmiş görerek iddialarında durmalarıdır. Cevdet Tarihinde nakledildiğine göre;

 

"Cezzar Ahmed paşa bile padişahın adı anıldıkça hemeı ayağa kalkar, fermanı geldikçe, binek taşına kadar iner  benim boynum Sultan Selim'e kıldan incedir. Katlim mu rad-ı şahaneleri olduğunu bilsem bir dakika durmam, başı rnı teslim ederim, der idi"

 

Payas'da isyan ederek epeyi şöhret sahibi olan Küçük A oğlu Halil paşa da, müverrih Asım'a göre: "Devlet dediğiniî yalnız taraf-i saltanat mıdır? Taraf-ı saltanat ise, emrine bo yun eğeriz. Maazallahu Teâla isyanda bulunanların, nama; ve nikâhları sahih olmaz.  İkinci ve üçüncüye gelince biı memlekette bir kaç tane padişah olmaz. Bizim serkeşliği­mizin, Yusufağa ile İbrahim kethüda gibilerlerdir." Demişdir.

 

Zaten vakalardanda anlaşılıyor ki, 3. Selim fikren padişah ol­makla birlikte, icraatda gayet zayıf, halim ve ürkekti. Mille­tin, tahta çıktığında gençliğine güvenerek ümid ettiği sağ­lamlık ve ulviyet bütünü ile kendini gösteremedi. Bu tecelli-yatın istenen ve ümid edilen şekilde neticelenmemesi, salta­nat sahibi muhtemel kimselerin, padişahlık bilgileri ile alaka­lı idari malumatlardan mahrum bırakılmış olmalarından da kaynaklandığı bir vakıadır. Tarihçi Asım bey 3. Selim'in, ni­zamı cedidi kurması, babası Sultan 3. Mustafa'nın yıldızlar il­mine olan düşkünlüğü sebebi iledir, diye yazmıştır. 3. Musta­fa'nın emri ile baş müneccim Yakup efendinin tayin ettiği za-yiçe gereğince vaz-ı hami, yâni doğum esnasında Hekimba­şı, saat elinde kapı önünde durarak, Sultan Selim tam sa­atinden önce doğması hasebiyle, eliyle saatin milini çevirmiş ve zayiçeyi bir <cihangir-i binâzır> olacağını müjdeleyen beklenen vakte getirmiş olması, saray da sevinç feryatlarının atılmasının da sebebi olarak görülmüştü. Nedimler ve yakın­ları 3. Mustafa'ya, şehzadenin İskender'e nazire yapacağını müjdelediler. Padişah ölüm hastalığında bile:

 

-Oğlum Selim, büyük bir padişah olacaktır. Abdülhamid'i bırakta onu tahta çıkarın diye tavsiye ettirmeye vardılardı.

 

İşte böyle bir söz, Selim'in kulağına erişdiğin de çok gençti ve kencfisinde bir cihangir olma emeli gönlünde yer etti. Hât­tâ sarayda daha kafesteyken bile, Osmanlı devletine bu çeşit rehavet neye gerekiyor? Gittikçe saltanatı Osmaniyenin rev­nakı gidiyor. Ben şimdi makamı saltanatta olsam şöylece yapardım, böyle biçerdim diye söylenirmiş, Bu ham sevda­sıyla, istanbul'da ve Anadoluda, topçu, humbaracı, lağımcı, piyade ve süvari olarakda elli-altmışbin sayısını aşan talimli asker meydana getirmişti. Ancak, işin sonunu getiremedi.

 

Zaaf ve yumuşaklığı, beceriksizliği tedbirlere engel teşkil edi­yordu. Bir nevi yavaşlık ile malûldü. Yoksa yeni fikirler erba­bından olduğuna, devrinde yapılan binaların zerafeti, avrupa askeri sanayiinin ülkeye getirilmesi, dokuma sanayii ve ilmi tabiat ve fenni İle bilhassa matematikte, ileri gitmemize him­meti pek büyük olmuştur. Hattâ humbarahane nâzın Ramiz efendiye hendesehane (matematik) nezaretini de verdiler. Hocaların tayini ve derslerin düzenlenmesinde, Râmiz efen­diyle gizlice haberleşirdi. Mühendishanei berri hümayun ki, yüksek askeri mekteplerimizin ilkidir. 3. Selim hânın kurdu­ğu mekteptir. Hat yazısında mahareti, musikide büyük bir üstadhğı bulunuyordu.

 

Şiirde tlhami adıyla yazardı. Tarih-i Cevdet; en son söyle­diği şiirin: "Kimdir ol kimmi şâdi leh olub şir-i yenkâm Ana himyaze-i gamı olmaya araz-i encam Mest-i sahba olanın hâli budur Gâhı peymane çeker gâh hımar âlemi" kıtası ol­duğunu yazdıktan sonra, sonuna ebced hesabı ile: <kelamım hitam oldu> ibaresini yazmış olduğunu söylüyor. Askeri vede Bahriyenin ıslahatından başka, tahttan indiriliş tarihide olan 1222/1807 senesinde, ilmiye yolunda olanların da ıslahına gayret etmişse de, muvaffak olamadı. Şehid edilmesi vakası pek elem dolu bir hadisedir. 1223/1808'de vukubulmuştur ve 48 yaşında idi. O vak'ayı 4. Mustafa devrinde vukubul-muş olması hasebiyle çalışmamızın akışı içinde o padişahın serencâmını anlatırken vermeye çalışacağız. 3. Selim'in aleyhinde kıyama kalkışanların, Rusya ve İngiliz elçilerinin, devlet adamlarımız ile gizli münasebetleri olduğu hattâ Mısır seferinde İngilizlerin, güya kendini gösteren yardımları hase­biyle bunlardan çoğunun, İngiliz tarafdan olduklarının bahse­dilmekte olan münasebete, delil olduğu aleyhlerine ittifak edilen bir durumdur.

 

3. Selim'in ıslahat ve tensikattan maksadı, devletin meş­rutî bir usule kavuşturulması olduğunu da zannedenlere, bu zanlannin pek gülünç bir kapılış olduğunu burada izah etme­yi zaid addederiz. 3. Selim dönemin de, Osmanlı devletinin arayış içine girdiği herkesin malumudur. Buna bağlı olarak padişah, kendisine fikir verecek her çeşit yaklaşıma fırsat veren bir tutum sergilemekteydi nitekim bir çok müracaat ve lâyiha takdim edenler olmuş ve bunlardan da istifade olun­duğu bir hakikattir. Bilgi bankası bölümümüze atf-u nazar et­tiğinizde hemen göreceksiniz. Şimdi lâyiha verenlerderrbazı-larının adını taşıyan bir listeyi deyine Nizâm-ı Cedid askerlik ekolünün kuruluşunun 206. yıldönümü münasebetiyle yazdı­ğımız makaleden bir pasajı da sahifeierimize almayı lüzumlu bulduk.

 

 

 

Nızam-I Cedıd'in Te'sisi

 

 

24/şubat/1793 tarihi Nizâm-ı cedid adı verilen asker eko­lünün kuruluşudur. Demek ki günümüze kadar geçen zaman dilimi 206 yılı bulmuş. Osmanlı devletinin kuruluşunun 700. yıldönümünde asker millet olan yapımıza, başka bir tutum ve anlayış getiren, askeri düzenlemeyi tetkikten ziyade, Ni-zâm-ı Cedid terkibinde yatan gerçek mânaya atf-u nazar et­mekle, sanırım isabetli bir çalışma yapmış oluruz. Nizâm ke­limesi lugat'da sıra, dizi, düzen dizilmiş olan şey. Bir kaideye binaen tertib olunma, bir işin sebat ve kıvamına medar, se-beb olan şey ve hâlete denir. Bir de cedid kelimesine baka­lım ve "yeni, kullanılmamış" mânasına geldiğini görüyoruz. Hiç Nizâm-ı Cedid terkibinde askerlik mânasını istinbat ka­bilimi? Yâni askerlikten bahseden bir terkip, bulunuyormu? Cevabımız; hayır'dır. Ancak, disiplin ve düzen, meslek~i celi-le-i askeriyye'ye pek denk düştüğünden ve asker bir millet olmamız hasebiyle, bahsedilen terkibi, askeri birliğimize isim olarak kullanmaya başlamışız. Aslında, Nizâm-ı Cedid terki­bindeki ifade şimdiki tâbirle yeni düzen anlamındadır.

 

Osmanlı tarihinde şehid padişahlar arasında daima hüzün­le anılan bu zât, yâni 3. Selim, bahse konu terkibi, idare de yeni düzen anlamı İçinde uygulamayı düşünmüş ve devletin en önemli rüknü olan askeri mekanizmada tatbikata başla­mıştır. Osmanlı devleti hizmetinde çalışmış bulunan, Fransız subaylarından Jaroks Deniş; "İstanbul İsyanları" adlı kitabın­da 3. Selim'in ıslahatını şöyle anlatıyor: "19. asrın başlangı­cında Selim, cüretkâr bir ıslahat projesi hazırladı. Bu proje­de yeniçerilerin kaldırılması, ulema nüfuzunun kırılması, fet­valarıyla padişahların teşrî selâhiyetini taksim eden (payla­şan) şeyhülislâmların fetvalarına son verilmesi, Osmanlı devletini avrupanın; sanatta, ilimde, askeri meselelerde, zi-raatte, ticarette vede medeniyette yaptığı terakkilere ortak yaparak yenileştirmeyi hedef tutuyordu." Gerek bu ifâde ge rekse başka bir arşiv vesikası Nizâm-ı Cedid'in geniş ölçüde bir ıslahat olduğunu beyan ediyor. Yine; Ahmed Cevded pa­şa tarihinde; Yayla İmâmı risalesinde 3. Selim devrinde yapı­lan ıslahatın (dikkat yapılan ıslahatın) 72 madde olarak tes-bit edildiği yazılıdır. Bu beyan bizim iddiamız değil, TTKY. la-nndan "Selim 3'ün Hatt-ı Hümayunları" adlı eserinin 29. sa-hifesinde yer almakta. Kitabı yazanda pek öyle Osmanlı hayranı olmayıp. Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal'dır. Hemen ilâve edelim ki; 3. Selim asla bir halife olduğunu unutmamış ve kaidey-i diniyeye vakıf vede tatbikatı olan bir padişahdir. Fransız zâbit'in bahse konu tesbiti, avrupahların bizi iyi anla­yamamalarından, kaynaklandığı gibi, kendilerinde olmayan müesseseleri keenlemyekün sayma adetine saplanmalarıdır.

 

 

 

Şehzade Eğitimi

 

 

3. Mehmed'in; Osmanlı tahtına geçmesinden sonra, şeh­zadelerin vilayetlerde vazife içinde yetiştirilmesi sistemine son verildiği bilinmektedir. Bundan dolayı bu padişahdan sonra ki padişahların kabiliyetleri, İdarecilik noktai nazarın­dan hüdâ-i nabit bir hâle gelmiştir. Çünkü sarayda verilen eğitim, bir vilâyetin, hatta bir eyâletin işlerini gözeterek çekip çevirme imkânı bırakmadığından iş sadece istidatla meraka kalıyordu. Çok mükemmel bir terbiyeci dahi, arzu ettiği orta­mı yakalayamadıkça ne kadar faydalı olabilir ki? Üstüne üst­lük, sarayda geçen hayat boyunca yaşanan dâirede, her an gelmesi imkân dahilinde olan bir ölüm iradesi beklemek kor­kusunu da buna eklerseniz, bu sistemin artık, mükemmeller yetiştiremeyeceği hakikatına erersiniz. Ancak ne kabiliyetli kimselermiş ki; bu bütün olumsuzluklara rağmen, fevkalade­ler yâni vasatın üstünde olanlar, yine de çoğunluğu teşkile muvaffak olmuşlar. Deli! Dedikleri Sultan İbrahim, Girid'i al­mış.

 

İşte 3. Selim'de, sarayın şimşirlik denen bölümünde, yetiş­miş şehzadelerinden biriydi, güzel bir öğrenim görmüş. Mu­asırlaşmak yoluna, memleketinde katılmasını öngörmüş. Bunu temin içinde Avrupa'ya Ebubekir Ratıp Efendi adlı bir zâtı göndermiş, oradaki yenilikleri tesbit etmeyi emr etmiş. Beri yandan taht'a geçergeçmez, ülkesinin insanlarından la­yiha adı verilen, teklifler yapılmasını talep etmiştir. Bu talep 22 adet layiha ile cevap bulmuştur. Bu lâyihaların 20 tanesi­ni müslümanlar, 2 tanesini de avrupalı iki hristiyan vermiştir. Bu lâyiha veren fikir ve cesaret sahibi insanların adlarıyla sa-hifelerimizi süsleyelim. 3. Selim'e Lâyiha Veren Zevat 1- sad-rıazam Koca Yusuf Paşa 2-Sudurdan Veli Efendizâde Emin 3-Salihzâde Efendi 4-Âşir Efendi 5-HayruIlah Efendi 6-Def-terdar Şerif Efendi 7-Tatarcık Abdullah Efendi 8-Çavuşbaşı Raşid Efendi 9-Abdullah Berri Efendi 10-Hakkı Bey 11-Ter­sane Emini Hacı Osman Efendi 12-Kethüdai sadr-ı âli Çelebi Mustafa Reşid Efendi 13-Elhac İbrahim Efendi 14-Rikâbı Hü­mayundan ayrılma Rasih 15-Mustafa Efendi 16-Tarihçi En-verî Efendi 17-Lâleli Mustafa Ağa 18-Ali Râik Efendi 19-Ma-beynci Mustafa İffet bey 20-Beylikçi Sun'i efendi ile Tezkire-i Ülâ, Firdevs Efendilerdir. Hristiyan olup lâyiha veren iki kişi, birincisi, Osmanlı ordusunda vazifeli Bertrano adlı bir Fransız subay, 2. si ise İsveç elçilik memurlarından M. d'Ohos-son'dur.

 

 

 

3. Selim Hân'ın Hanımları Ve Çocukları

 

 

Sultan 3. Selim'in hanımlarının sayısı, her padişahın ha­rem hayatıyla ilgili belirsizlikten farklı değildir. Tarık Yılmaz Öztuna, onaltı hanımefendiden söz açarken, TTK yayını Ça­ğatay (Jluçay'ın ise onbir hanımefendiden bahsederken, Al-derson yedi isim vermektedir. Bu vaziyet karşısında Öztuna tasnifini öne alarak, bilahire diğerleriyle mutabık olan isimle­rin dışındakilere bakacağız.

 

Nef'i Zâr, başkadın efendi 1770 doğumlu olup, 1792'de vefatı vukubulmuştur. Kaimpederi 3. Mustafa'nın adıyla anı­lan ve kocası 3. Selim'inde defnolunduğu Lâlelideki türbesin­de medfundur.

 

Hüsnimâh başkadınefendi, 1772'de doğmuş ve 1814'de 42 yaşında vefat etmiş. Lâleli'deki 3. Mustafa türbesinde medfundur.

 

Zibifer, 2. kadınefendi olup 1773'de doğup, 1817'de 44 yaşında vefat etmiştir. Kütahya'da, Kıbrıs'da, Rakka'da ve Filibe de mallan vardı, beylerbeyi'nde yalısı vardı.

 

4. ise Afitab 3. kadınefendi 1773'de doğmuş ve 1807'de vefatı vukubulmuş, Selimiye Camii haziresinde medfun.

 

5.  Hanım ise, Refet Kadınefendi olup, 4. kadınefendi ola­rak adıgeçmektedir. 1780'de doğmuş, kocası 3. Selim şehid edilirken yanında idi. 1867'de 87 yaşında vefat etti. Üsküdar Selimiye'de, mektep yaptırmıştır. Mihrişah Valide türbesine defnolunmuştur.

 

6.  hanımı ise; Nur-i şems Kadınefendi,  1781 'de doğup, 1826'da vefat etmiş, Laleli'dekİ 3. Mustafa türbesinde med-fundur.

 

7.  Hanımı ise Demhoş Kadmefendi olup, hakkında malu­mat olmayıp, vefatı 1807'den sonra olduğu biliniyor.

 

8.  hanımı olan Goncanigâr Kadınefendi de aynen 7. hanım gibidir malumat açısından

 

9.  hanımları ise Mahbube Kadınefendi olup, Beypazarı'nda çiftliği olup, vefat 1806'dan sonra olduğu biliniyor.

 

10.  hanımı ise, Tâb-ı Safa Kadınefendi olup,  1854'de ve­fatı söz konusu ve Lâleli'de defnolunmuştur. Fındıklı'da ko­nağı, Kütahya'da çiftlikleri olduğu bilinebiliyor.

 

11.  eşi de Mihriban Hanımefendi olup, ikbal idi. Büyük bestekâr Hacı Sadullah Ağa ile evlendirmiştir.

 

12.  cisi ise; 1809'da vefat eden Nefise Hanımefendi, Laleli cami türbesinde defnolunmuştur.                                        

 

13.  ise; Pakize Hanımefendi, ıkbal'dir.                              ..

 

14.  olan Fatma Fer'-i Cihan Hanımefendi, vefatı 1811 olup, ıkbal'dir, Müderris Mehmed Münir Efendi ile 3. Selim evlendirmiş bulunmaktadır.

 

15.  isim ise Aynî Safa Hanımefendi, İkbal olup bu hanım hakkında da malumat yoktur.

 

16.   olarak Meryem Hanımefendide İkbal'dir. Vefatı 1807'den sonradır. Öztuna bey; 3. Selim'in çocuğu olmadığı­nı kaydediyor. Çağatay Üluçay, edeb dışı bir ifade ile 3. Se­lim, kısırdı dedikten sonra da çocukları olmamıştır diyor, kisırdı dedikten sonra da çocuğu olmadığını söylemek ne ka­dar doğru bir ifade sayılabilir.

 

Beri yandan; Vezir-i azam, padişahın Ahmed adı verilen bir oğlu olduğunu yazmış ve günde üç kere top atılmasını em­retmiştir, ifadesini kaydetmiş ve buna belki siyasi düşünce­lerle diyen bir esnek mütalaa koyarak hafife almaya tevessül etmiş görülüyor. Yine Öztuna bey ile (Jluçay arasında Öztuna bey. ikballeri hanımı olarak kabul etmişki, beş ikbali hanım­ları seviyesinde saymış, üluçay bey; İkballerden sadece Mer­yem hanımefendiyi listeye almış yukarıda, ikbal diye geçen­leri bahse konu etmemiştir. Üluçay bey'in listesindeki Safizar kadına, Öztuna bey listesinde yer vermemiş. Ancak Şehsu-varoğlu Sefizar diye bahse konu etmekte. Hemen bu a^ada hatırlatalımki; İkbal tâbirini iugat şöylece tanımlamakça: İk­bal; padişahların hareminde yer alan cariyeleri aras*ında ha-nımsultan'lığa namzet olanlar, demek. Yâni; padişahın ni­kâhlı hanımı olmayıp, nikâhlısı olması muhtemel olanlar mâ­nasını taşıyor.

 

3. Selim, Osmanlı tahtına oturduğunda makam-ı sadaret-de Koca Yusuf Paşa bulunmaktaydık! 61 gün sonra Yusuf Pa-şa'nın yerine 7/haziran/1789'da Kethüda Cenaze Hasan Pa­şayı göreve getirdi. Hasan Paşa, göreve geldiğinde esir-i firaş idi, yâni hasta yatağındaydı, bu yüzden Meyyit (ölü) Hasan Paşada denmiştir. 3/aralfk/1789'da sadaretten infisal etdi-ğinde, hizmeti, 5 ay, 26 gün sürmüş oluyordu ve yerine baş­ka bir Hasan, Cezayirli Gaazi Palabıyık Hasan Paşa getirildi. Paşa bu makamda ancak, 3 ay, 28 gün kalabildi, yerini baş­ka bir Hasan Paşaya bıraktı. Bu paşanın tam adı; 156. Os­manlı sadnazamı olan, Çelebizâde Şerif Hasan Paşa idi ki. bu zatında infisalinde 10 ay, 16 gün hizmet verdiği görülmüştü.

 

Bu infisalin peşinden sadaret, 15/şubat/l 791 'de Koca Yusuf Paşaya 2. defa tevcih olundu. 1 sene, 2 ay, 17 gün görevde kaian, Koca Yusuf Paşa görevi bıraktığında târih 4/ma-yıs/1792'yi gösteriyordu ki onun yerine, Dâmad Fındıklılı Melek Mehmed Paşa'ya teveccüh ettirildi. Bu zât, 2 sene, 5 ay, 16 gün süren sadaretden sonra 19/ekim/l 794'de, Saf-ranbolu'lu İzzet Mehmed Paşaya makama oturmak sırası geldi. Bu paşa makamı boşalttığında geçen zaman dilimi, 3 sene, 10 ay, 12 gün sürmüş ve takvimlerin bu sırada, 30/ağustos/1798'i gösterdiğini söyleyebiliriz. Sıra Yusuf 2i-yaeddİn Paşaya geldi, 6 sene, 7 ay, 25 gün süren sadaret noktalandığında takvimler, 24/nisan/l 805 târihini göster­mekteydi. Sadaret bu sırada Hafız İsmail Paşaya veriliyor, 1 sene, 6 ay, 20 gün görevden sonra 3. Selim son sadnazamını atamıştı ve bu zâtın adı da: Çiçekçizâde Üsküdarlı Keçiboy­nuzu Ağa İbrahim Hilmi Paşa idi. Târih ise; 14/ka-sım/1806'yı gösteriyordu. 3. Selim'in hâl ediliş târihi olan 29/mayıs/1807'ye kadar, bu sadrıazamından 6 ay, 15 gün kadar hizmet alabildi. Bu sadnazamm, geri kalan dönemi ki bu da 19 gün idi 4. Mustafa'ya vermiştir. Bu suretle ]8 yıla yaklaşan saltanatında 3. Selim, sekiz sadrıazam ile çalışmış­tır, çünkü Koca Yusuf Paşa sadarete iki defa geldiğinden se­kiz sayılır aslında yoksa dokuz defa sadrıazam mührü ver­miştir.

 

 

 

3. Selimin Şeyhülislâmları

 

 

3. Selim Hân;taht'a geçtiğinde makarn-ı meşihatde i 18. Osmanlı şeyhülislâmı olarak Mehmed Kâmil efendiyi bul­muştu. Bu zat, 19/ağustos/İ789'a kadar görevde kalmış ve 3. Selim'e, 4 ay, 12 gün, hizmet vermiş yerini, İshakzâde Mehmed Şerif Efendiye bırakmış ve bu zat da 2. meşihatını 17/ekim/1789'a kadar sürdürmüş, 1 ay 29 gün görevde kalabilmiştir. Yerine gelen Reisül ulema Yahya Tevfik Efendi, 13 qün kaldığı meşihatde, son nefesini vererek ahirete intikal etmiştir. Yerine; Mekkî Mehmed Efendi, 27/mart/179rden, 12/temmuz/1792 arasında 1 sene, 3 ay, 16 gün, makam da-kaldi. 123. şeyhülislâm olarak, Dürrizâde Arif Efendi 2. defa meşihate gelmiş ve 6 sene, 1 ay, 19 gün kalmıştır. 30/ağus-tos/1798'de yerini Reiszâde Âşir Efendiye bırakmış 1 sene, 10 ay, 12 gün vazife yapan Âşir Efendi, "I 1 /tem-muz/!800fde, yerini Samânizâde Ömer Hulusi Efendiye bı­rakmış ve bu zâtda 2 sene, 10 ay, 11 gün makamda kaldık­tan sonra yerini, 21/mayıs/1803'de, 126. şeyhülislam Sâlih-zâde Ahmed Es'ad Efendiye bıraktı, 3 sene, 5 ay, 24 gün hizmet vermiş bulunan Sâlihzâdede, 14/kasım/I 806'da veri­ni İshakzâde Topal Mehmed Ataullah Efendiye bıraktı. Bu zat da, 3. Selim'in son tâyin ettiği şeyhülislâm oldu ve bu padi­şaha, 6 ay'15 gün hizmet verdi. Böylece 28. padişah ve 20. Osmanlı halifesi olan 3. Selim Hân, 10 şeyhülislâmla çalış­mıştır.

 

1736'dan-1789'a Kadar Deniz Harekâtımız

 

 

Osmanlı devleti; Amira! Predal komutasındaki Rus donan­masını Azak kalesine saldırıya geçiş haberini aldığında, ye­tişmesinin mümkün olmadığını idrak ettiğinden, hiç olmazsa Azak Kalesi gibi stratejik bir*yerde filo bulundurmamanın be­delini, Azak'ın elinden çıkması acısı içinde ödemekle karşı karşıya kalmıştı. Bu târih, yâni 1736'dan sonra Sinop i!e Kı­rım arasında filo dolaştırmayı parprensip olarak kabul etti.

 

İlk filo da, Canım Hoca Mehmed Paşa komutasında devri­yeye çıktı. Akabinde de, Süleyman Paşa, yanında 4 çektin. 40 firkate ile bu göreve genişlik kazandırdı. Daha önceleri

 

Demirbaş Şarl tarafından, Sultan Mahmudu evvele hediye olunmuş olan, "Hediye tül Mülk" adı verilen bir kalyon Si-nop'dan Kırım'a asker taşımak hususunda istimali gerçek­leştirildi. Bu donanma Kırım'ın haylice işine yaradı böylece Ruslar sıkıştırdıkları Kırım'ı terkettiİer. Süleyman Paşa: 1151/1738'de Rubat'a geldi ve buradaki Rus gemilerini ab­luka altına aldı.

 

Amiral Predal, gemilerinin Osmanlı kuvvetlerinin eline geçmesini önelem için gemilerden söktürdüğü toplan karaya taşıttırdı, sonra da gemilerini bîr bir batırarak mücadeleye gi­rişmeden ölümü tercih ettiler. Süleyman Paşa bunları ger­çekleştirmekteyken, Canım Hoca Mehmed Paşa da Dinyeper ağzına ulaşmıştı ve karşısında, 400'e yakın sayıda, bir nevi ikmâl işlerinde kullanılan tekneler görüvermişti. Ama o tek­nelerin kullanıcilanda Osmanlı filosunu görünce her biri sağa sola kaçmış kimileri teknelerini batırır, kimileri de karaya oturtmaktaydılar. Yalnız bir İşde aynını yapıyorlardı ki o da, hızla bölgeyi terk etmekti. Ruslar ile Osmanlılar arasındaki bu savaşı durdurabilmek için Fransa arabulucu olmuş, bu­nun ilk müzakereleri istanbul'da yürütülürken daha sonra da Villa Nuva'ya taşınılmıştı. Burada alınan netice, Azak kalesi­nin Rusya tarafından yıkılması, bu kale etrafındaki toprakla­rın tarafsız arazi olarak kullanılması ve her iki tarafın buraia-ra saldırıda bulunmaması, Kırım Tatarlarının, Rusya üzerine saldırı düzenlememesi, yine Rusların, gerek Karadeniz ge­rekse Azak denizin de gemi bulundurmaması derpiş olun­muştu.

 

Kuzey Kafkasya da, Büyük ve Küçük Kabartay adlı dev­letlerin sınırlarını tesbit etmeleri ve buna Osmanlı ve de Rus­ya devletlerinin müdehale etmemeleriydi. Buğdan'da, elege-çirdiği toprakları Rusların, Osmanlıya iade etmesi, gerektiği vebu antlaşmanın üç ay içinde tasdiki îdi.  1 8/eylül/l 739'da imzalanan bu antlaşma 12/aralık 1739'da, iki devlet Osman­lı/Rusya arasında teati olundu. Sultan 1. Mahmud Fransa'nın bu arabuiuculuğuyla varılan sonuçtan memnun olmuş ve bunları kara gün dostu olarak nitelemiştir. Yoksa; Mah-mud'lann ikincisi, çok daha sonraları, avrupayı Rus emper­yalizminden nasıl koruduğunu meşhur şâir La Martine anla­tırken, fransızların bunu anlamadıklarını şikâyet etmiştir. Os­manlı padişahları târihi pek iyi öğrenen insanlardı. Bu ba­kımdan hiç kimse, 1. Mahmud'un Fransızları kara gün dostu olarak, nitelemek gibi bir unvanı dile getirmesini siyaset dışı hissi bir ifade olarak anlamasın, şüphesizki, Rusların sıcak denizlere inmesinin, Fransız menfaatlerine hayır getirmeye­ceğini bilmek için fazla bir gayret sarfetmek icâb etmez. De­nizle ilgili mevzularda kendimize kaynak ahzettiğimiz mer­hum Amiral Afif Büyüktuğrulun, değerli çalışması, Sultan Mahmud-u evvelin, yukarıda arabuluculuk yaptığını söyledi­ğimiz antlaşma için Fransız yardımına iyi teşhis koyamadığı­nı, bunu babalarının hayrına yaptığı kanaatine kapıldığı ba­bında ifadeler serdeder ki merhum amiralimiz doğru bir teş-hisde bulunamamıştır. Sultan Mahmud'a göre; Rusya veya biz, sahne-i târihden çekilmedikçe, nice seferlere böyle ça­tışmalara gireriz bu çatışmaları hal ü fasi eyleyeceklere ihti­yaç vardır uzak görüşlülüğü neticesinde, Fransızlara bir ta­kım imtiyazlar tanıdı ve bunu ileriye dönük tedbirler arasında mütalaa etmek lâzımdır.

 

Şimdi Sultan Mahmud'um; verdiği imtiyazları bir sırahyalım daha sonra da kanaatimizi belirtelim.

 

a- İstanbuPdaki Fransız Büyükelçisi, kıdem, makam, ser­bestlik ve muafiyet bakımından diğer b. elçilere nazaran da­ha üst bir mevki de sayılacak.

 

b- Osmanlı ülkesinde Fransız t>. elçilik ve konsoloslukları öbür elçiliklere göre daha üstün hakka mâlik olacaklardı.

 

c- Fransa b. elçilik memurları ve mensupları cizye verme­yecekti.

 

ç- Kudüs'teki Hz. İsa (A.S)'m kabri, Fransa krallık idaresi altında yürütülecek, burayı onarmak istediğinde Osmanlı devleti kendilerine engel olmayacaktır.

 

d- Fransız tebasi papazların, aynen Fransa konsolosluk, memur ve mensupları gibi haklan olacaktır. Şimdi bu yapı­lan bol keseden imtiyazın, Hz. İsa (A.S)'a ait olanı daha son­raları Fransızlar ve Rusların Kudüsdeki idare hususunda bir­birlerine düştüklerinde biz hem hakem hem de karar "merci olmuşuzdur, böylece de hristiyan âleminin, inançlar: istika­metinde, kavga edecekleri bir platform tesis etmiş oluyoruz-ki bu soğuk savaşın en geçerli politik arenayı kurma olarak vasıflandırılabilir.

 

Diğer tarafdan avrupa insanı dindarları papasiarın hürmet gördüğü bir ülkeye saygıyla karışık bir sevgi besler. Bu yö­nüyle padişahın papaslara tanıdığı bu kolaylık memurlar ile papaslar arasında gizli bir rekabetde doğrucaktır. Bir daha belirtmek icâb eder ki; 18. yüzyılın başında, diğer bir tarifle, 1701'den sonra dünya denizcilik sahasında pek mühim tek­nolojik gelişmeler yaşandı. İngiliz bahriye nâzirlığıda dünya­nın çeşitli bölgelerindeki denizlere yolladığı gemilerle araştır­ma ve geliştirme çalışmalarını başlattılar. Bunların neticesin­de de bir hayli olmak üzere deniz endüstrisini ve denizciliği terakki ettirdiler. Meselâ çeşitli denizlerin mıknatisiyet özel­liklerini incelemişler, daha mükemmel haritalar yapmaya muvaffak olmuşlar, bu arada da mıknatıslı pusulaların tashi­hi için, güneş ve yıldızlara göre geminin bulunduğu mevkii tesbit için seksant aletini icâd etmişler, astronomi iimini de bu çalışmalarla hayli genişletmişlerdi. Bir ada ülkesinin yap­ması gerekenlerin hepsini yapma gayretini, yaşamayı bu işieri güzel yapmaya çalışması lâzım gelen bir devletin anlayışı olarak da görmek icab eder. Bizim yâni Osmanlının, bir dün­ya devleti olmasına rağmen deniz hususunda böyle geniş ça­lışmalar, hem de ülkemize büyük faideler sağlayacakken işe eğilmememiz bir hatay-ı azimden de, öte intihardır nitekim, yaptığımız tetkikler debu intiharı doğrulamaktadır. Eleman oiarak en mükemmel denizci el altında dururken, suyu bar­dakta görenlerin kapdan-ı deryalığa getirilmesi, intihar Le-şebbüsünün başlangıcı sayılsa, yeridir. İngilizler; bu araştır­malarını gemilerde kullanılan topların üzerinde de yapm:şlar ve on topla yapılacak işi, iki topla yapabilecekleri hâle getir­mişlerdi. Bütün bunlar İngilizler tarafından yapılırken, Doğu-akdeniz'in tamamına, Kuzeyafrika kıyılarında söz sahibi Os­manlı devletimiz, bu gelişmelere ayak uyduramamıştı. Öte taraftan gemilerin gerek mürettebat, gerekse savaş erleri olarak anıian şanlı leventlerimiz, gemilerde iş bulamayınca Anadolu içlerine geçipde oralarda süvarilik yaparak hayalını kazanmaya duçar edilmişti. Gemiden inen levend, at sırtına binince, bir şakî olma yoluna koyuldular.

 

Devlet ahalinin şikâyetlerini göz önüne alarak; "Levend Ocakları" adlı bir teşkilât kurdu. Ancak çâre olmadı. Taaki Padişah Hamid-i evvel Hz. İeri; 1186/1772'de bu ocağı lağv etdi. Levendleri devletin diğer kuruluşlarında istihdam etdi. Ondan sonra Anadoluda çapula devam eden levendleri ya­kaladığında, cezaya müstahak kıldı. Bütün bunlara rağmen, Fevzi Kurdoğlu'nun kalemime:

 

"1736/1737 Savaşına Katılmış Bir Türk Denizcisinin Hatıraları" adlı kitapda, o dönemde tersanelerimizde hızlı bir faaliyetle hayli gemi yapıldığı bildirilirken artık eskisi gibi ge-nnilerin gemi reislerinin adıyla değil, adları özellikle verilmeye başlanmış denilmekte olup bahse hatırat da gemi adları ve yapıldıkları seneyi bildiren liste şöyledir:

 

 

 

Geminin Adı Yapıldığı Sene

 

 

Feth-i Bahrî 1746 Ferr-Î Bahrî 1747 Nasr-Î Bahrî 1748 Be-rid-i Zafer 1749 Ziver-Î Bahrî 1752 Nuret-Î Numa 1749 Nü-veydü Futuh 1754 Vukku Devlet 1756 Hasnî Bahrî 1758 Mesken-Î Gazi 1767 Nasrun Cenk 1768 Fetü Zafer ? Mansu-riye 1776 Ejdir-Î Bahrî 1776 Ceylân-Î Bahrî 1777 İnâyet-Î Hak 1778 Şehber-Î Zafer 1779 Pufad-Î Bahrî 1780 Mukadde-me-î Nusret 1785 Murg-Î Bahrî 1786 Muradiye 1786 Bed-Î Nusret 1786 Asar-Î Nusret 179 2Zafer-î Hümayun "1793 Bahr-Î Zafer 1793 Selimiye 1796 Görüldüğü gibi, ilk tersane­lerimizden Karamürsel'den sonra da çeşitli yerlerde, tesis olunan tersaneler, gemi yapımında hizmet etmişler, gemilerin imâl târihleri, her yıl bir gemi imâlini ortaya seriyor.

 

Ruslar ile 1184/1770'de ağustos ayında yaptığımız Kartal Savaşı mağlubiyetimizle sonuçlanınca, Ruslar Tuna nehrinin hemen yanma kadar sokulma şansı buldular. Beri yandan da Mora yarımadasında mukim gayri müslimlere Osmanlı yöne­timine karşı ayaklandırma teminini bu fikrin ısrarcısı Mareşal Münche bırakmış o da önderleri Ortodokslar olmak üzere bu isyanları hazırlayacak teşkilatlan kurmuştu.

 

Aslında Makedonyalı ve adı Mavro Mihal olan Rus ordu­sundan bir subayı Mora'ya göndermiş teşkilatları kuran bu subay idi. Peki bu Mora isyanlarını hazırlamakta Ruslar ya!-nız mı idi? Bu sorunun cevabı hayır, İngilizler en büyük teş­vikçileri olup kendini saklı tutmaya çalışmasıda, denizlerdeki menfaatlerinin Osmanlı denizcileri tarafından, zora sokulma-masını temin içindi. Yoksa; Osmanlı üzerine çeşitli vesilelerle giden Rus donanmasının klavuz kaptanlığını, ilmi denizcilik kavramlarına aşina olmuş majestelerinin kaptanları deruhde etmekteydi. Mora yarımadası, bizim kara askerimiz ta raf indan daima kontrole tutulsa da, bu büyük bir istihdam gerek­tirdiği gibi, haylide zamanımızı almaktaydı takviye edebil­mek için. Kuvvetli bir donanma bu işin pratik ve kesin çözü­mü ise de, donanmaya icâbı gereği ihtimam gösterilmediğin­den bu geçerli silahı kullanamamışizdir. Baltık üzerinden Rus donanmasının Akdeniz'e ineceği istihbaratına ordan yoi yok diyen devlet ricalimiz, Mora ayaklanmasını temin için 7 kal: yon, 4 firkateyn bir kaç da ikmal gemisini amiral Spiridof komutasında, harekât halinde olduğunun haberini alınca ve bu gemilere 1200 kadar Mora'h vede Rum denizcilerin bindi-rildiğini de öğrenince, başka bir bilgiyi hatırlarına getirdiler ki bilgi şu idi: Garbocağt denizcileri, yâni Cezayir, Fas, Tu-nus'daki gemicilerimiz, Rus donanmasının Mayorka adasına uğradığını haber verrnişlerse de, ricâl-i devlet coğrafî bilgile-rince kabil bulmadıklarından, habere alaka göstermediler. Halbuki bunlar; ikiyüz sene önce gemileri karada yüzdürmüş bir padişahın devletinin idarecileriydiler.

 

Osmanlı/Rus savaşı başladığında donanmanın başında Eğriboz'lu İbrahim Paşa bulunuyordu. İbrahim Paşa on gemi­yi Mora sularına göndermişti. Bu arada Rodos Mutasarrıfı Cafer Bey'de emri altındaki gemileri bu on geminin yanına gönderip, takviye yoluna gitdi. Bu sırada kapdan-ı derya-hk'da bir nöbet değişikliği olduki İbrahim Paşanın yerine Ca­nım Hoca Mehmed Paşa'nın torunu Hüsameddin Paşa getiril­di. Bu hususta, Osmanlı ordusunda görev yaparak kendini göstermiş bir kimse olan Baron Dö Tot, bu tâyinin Cezayirli Hasan Paşa üzerinde yapılmasının isabetli olacağını belirt­mekten kendini alamamıştır. Mora'da zuhur eden ayaklan­maya yardımcı olmak isteyen Rus donanmasına karşı filo­muzun kalyonu onüç tane olup, bunlardan üç tanesi sakat­lanmış idi. Bunların adları şunlardı: Burcuzafer, Hisnibahri, Ziveribahri. Seyfibahri, Mehengibahri, Pelengibahri, İkabıbahri, Mukaddeme-i şeref, Tılsim-ibahri ve Semendibahri, Seyyarîbahri, Berid-îzafer ile Mesgenigazi kalyonları idi.

 

Ayrıca on adet de çektiri vardı. 6/mayıs/1770 târihinde İs­tanbul'dan hareket eden fîlo'nun başında Kapdan-ı derya bu­lunuyordu ve 24/mayis/1770'de Anapoli'ye gelirlerlerken, Rodos Mutasarrıfı Cafer Bey'de yedi gemisiyle filoya katıldı. Rus filoları dört ayrı filodan müteşekkildi. Spiridof, Elfinston, Arfa ve Çiçagof adlı amirallerin yönetimindeydi. Bütün bun­ların komutanı da, Rus deniz kuvvetleri komutanı olan, Ami­ral Aleksi Orlof idi.

 

Rus gemilerinin tamamı 15 tane kalyon, 16 tane küçük gemiden müteşekkildi. Bu kuvvetlerle; 1 8/mayıs/l 770'de, Menekşe deniz savaşı yapıldı ve üçbuçuk saat süren bu sa-vaşda Cafer Bey filosu, rüzgârın oyunuyla savaş alanından uzaklaşmak mecburiyetinde kaldı. Rüzgâr az sonra Rus ge­milerinin işine yarar şekilde yön değiştirdi. Bu hâl Hüsamed-din Paşayı korkuttu. Gecenin karanlığında kaçmayı düşünü­yordu. Bunun içinde akşamla beraber düşman önünden uzaklaşmaya başladı. Cezayirli Hasan Paşa durumu anladı, Hasan Paşa ise gece kaçmak yerine tam tersine düşman fi­losuna hücum tabiyesini plânlıyordu. Hüsameddin Paşanın gemisine yaklaşmayı deneyen Cezayirli Hasan Paşa, plânına ikna edemediği kapdan-ı derya'ya en sonunda şu sözleri söylediği rivayet edilir:

 

"Madema ki düşman filosuyla çarpışmaya isteğiniz yok, düşmanla böyle zaman zaman karşılaşmamak için ya Ça­nakkale ya da izmir'de bulunan müstahkem mevkiide gidip şerefsizce oturalım!" Bu sözü tastamam anladığını belli et­memekle beraber Kapdan Paşa, Hasan Paşanın dediğini yapmış Çanak kaleye hareket emri vermiştir. Tem­muz/l 770'de Koyunada'fan savaşı yapılmıştır. Bu savaş da

 

Cezayirli Hasan Paşa ki daha o sıralarda, Bey olarak anılı­yordu. Bindiği gemi ile bir Rus gemisine rampa yapmış ve o gemiye geçerek levendleriyle beraber göğüs goğüse çarpış­mışlardı. Rus komutan gemisi bu sırada cephaneliği ateş al­dığından infilaka mâruz kalmış ve bizim Burcuzafer adlı ge­mimizin yelkenlerini tutuşturmuştu. Yaralı olan Hasan Bey, hemen denize atlamış öteki gemilerimizden birine geçerek savaşı oradan sevk-i idareye devam etmiştir. Bu arada kap­dan-ı derya'dan gelen bir emirde gemilerin Çeşme Limanına çekilmesi bildiriliyordu. Rus gemileriyse yangınlarını söndür­mek üzere el elde baş başda kalmışlardı ve tabii İlân etmek gerekirki, Çeşme limanı küçük bir liman olduğundan, gemi­lerin bir kısmını liman dışında nöbette bırakmak gerekirdi. İlk sebeb de, limana giren bütün gemiler, burada tıkışa tıkışa yer buldular. Liman'ın içi de iğne atsan suya düşmeyecek hâle gelmişti. Bir gemide çıkan yangın, hepsinin yanmasına sebeb olurdu. Bunun mahzurları anlatılan Kapdanpaşa, Li­man ağzına koydurduğu dört kalyon emniyeti sağlar diyor­du. Cezayirliyi dinlememeyi kendine görev addeden Hüsa­meddin Paşa, böylece Amiral Eifinston'un bir ateş kayığıyla, Osmanlı donanmasını yakabileceği hâle getirmiş oluyordu.

 

Rusların klavuz kapdanı olan Eifinston'un Ruslara plânını anlatması ilk nazarda Rusları iknaya yetmedi. Ancak, tecrü­beli ve fenn-i denizcilik gelişmeleri hususunda bilgili amiral, Rusları kabul eder hâle getirdi. İngiliz Komodoru Greik ko­mutasında, dört kalyonla iki fırkateyn'den ve bir humbara gemisi (ateş kayığı) meydana gelen küçük filo akşam karan­lığını kollamaya başlamıştı. Fakat düşman görülmüş, bunun için top atışlarıyla yürüyen bir savaş başlamışsa da, her ânı aleyhimize olmaktaydı, çünkü limandaki tıkış tıkış haldeki gemilerimizden bazıları yanmaya başlamış ve biribirine yan­gın sirayetine çâre bulamamaktaydılar. Bu yangınlar hasebiyle kıyıya yaklaşmakta olan ateş kayığınında farkına varı­lamamıştı. Bu kayığı da kullanan bir ingiliz gemiciydi.

 

Merhum amiral Büyüktuğrul, adı geçen eserinde bu kayığı Osmanlı kalyonlarından birine bağladığı esnada elleri ve saçları yanmağa başladığından hemen suya atlayıp, kendini yanmaktan kurtardığını da kaydetmeyi ihmal etmemiş. Bu yanma felaketinden kurtulan tek gemi amiral gemisi de de­nen baştarde'miz olmuştur.

 

Vasıf Târihinde Cezayirli Hasan Bey'in ağzında kılıcı oldu­ğu halde, denize atlayıp yüzerek karaya çıktığı ve bu çıkışı görenlerin bu yiğide: "Timsah Adam" dediklerini de buraya kaydedelim. Hasan Bey İzmir'e yaralarını tedavi ettirmek için geçerken, Hüsameddin Paşa da Gelibolu'ya geçmiş ancak az sonra orada vefat etmiştir. Mutasarrıf Cafer Bey'de terfi ettiri­lip, kapdan-ı derya'Iığa getirilmiştir.

 

Bu arada Sultan 3. Mustafa döneminde Rusların bir üs ol­mak üzere ele geçirmeye çalıştığı Limni Adası ile alakalı, Cezayirli Gazi Hasan Paşanın vak'asını, o bölümde verdiği­mizden burada sadece Baron Dö Tot'un Hasan Paşanın bu teşebbüsüne muhalif kaldığın1 belirtelim ve hatırlatalım ki, Amiral Orlof, Hasan Paşanın Ada'ya geçtiğini Öğrendiğinde, hemen karaya çıkarmış olduğu askeri gemilere taşımış ve ada üzerindeki emellerine veda etmişlerdir. Baron haksız, çıkmış Cezayirli Gazi Hasan Paşa ise hem amirai-paşa ol­muş, hem de Kapdan-ı deryalık kendisine tevcih olunmuştu.

 

Biz burada okurlarımıza hatırlatalım ki Şişhane'den Ka­sımpaşa'ya inerken yüzü Haliç Denizine dönük olmak üzere ve elinin altında bir arslan ile birlikteki heykel, Cezayirli Ga-azi Hasan Paşanın heykelidir. Cezayirli Gazi Hasan Paşa iki defa kapdan-ı derya olmuş olup ilki, yukarıda yazdığımız olup, ilk gelişi 3 sene, 4 ay, 7 gün sürmüş olup, yerine Dâ-mad Melek Mehmed Paşa getirilmiştir. Bu zâtın, 4 sene, 8 ay,

 

19 gün süren döneminin akabinde yeniden Kapdan-ı derya olan Gaazi Cezayirli Hasan Paşa, bu seferin de, 9/tem-muz/1774'de başladığı görevden ayrıldığında takvim, 20/ni-san/1789'u gösteriyor ve 14 sene, 9 ay, 14 günlük bir zaman dilimini gösterir, ilk görevlendirilmesini de buna ilâve eder­sek, yekûn olarak, 18 sene, 1 ay, 19 gün eder ki, bu kapda-nıderyalar içinde en uzun zaman görevde kalmış zât oimasını gösterir.

 

Şurada hemen belirtelimki, sahib-i selâhiyetin sözleri her çeşit topluluk için bir mâna ifâde eder. Bizim bu çalışmamız­da da kaydettiğimiz bu ifadeye sadık kalarak mümkün mer­tebe, Osmanlı târihi bakımından sayfalarımızı deniz kuvvet­lerimizin, harekâtlarına önem vermeyi lüzumlu gördük, buna da, şu ifadeyi istinat göstermek isteriz. Merhum Amiral Afif Büyüktuğrul; "Osmanlı deniz harp târihi ve Cumhuriyet do­nanması" adlı kıymetli çalışmasının, 2. cildinin 286. sahife-sindeki 180. dip notunda:

 

"Üzüntüyle ifâde etmek gereker ki Cumhuriyet döneminin, 60. yılına ulşamak üzere, olduğumuz halde, en büyük Türk Târih Kurumunun yayınların da bile, deniz olaylarının etkisi hesaba katılmamıştır. Örneğin bu kurumun yazdığı Osmanlı târih kitapları %99 kara olaylarının, etkisini tartışmış %1'de sadece deniz olaylarının mahiyetinden söz etmiştir.

 

Mazur görülen neden de şudur, Osmanlı devleti korsan dö­neminde kurulduğu için korsan sanısıyle yetinilmesidir. Hal­buki Barbarosların, Turgut Resilerin, Piyale Paşaların yaptığı yağma hareketleri bile İspanya, İtalyan, ve Alman Kara kuv­vetlerini kıyı savunmasıyla meşgul etmiş ve bu devletlerin Osmanlı kara kuvvetleri karşısına gereği kadar kara kuvveti gönderememelerini sağlamıştır. "Demektedir. Biz, Ordumu­zun deniz gücünde vazife almış ve amirallik rütbesine kadar, irtıka etmiş bu zâtın görüşlerini elbette ve elbette sahib-i se-lahiyetin beyanından addediyor ve mümkün mertebe ve muktesebatımız miktarında silahlı kuvvetlerimizin deniz târi­hini çalışmamıza katmayı elzem bildik.

 

Aynı zamanda, donanmasına ehemmiyet veren bir millet, bu münasebetle o ülkenin yan sanayiinde gelişecek fırsatlar yakalar. Gemi sanayiinin ülke ekonomisine getireceği pozitif fayda en azından dışa bağımlılığın azalması demek olup, aziz milletimizin değerli evlâdlarının, yan sanaayide müteşebbis ruhu, beiki gemi sanayiine öyle buluşları hediye etme şansı bulur ki, iki asra yakın dünya teknolojisine mûcid olmak üzere bir katkıda bulunamayan milletimiz, bu husus da şey-tan'in bacağımda kırar inşaallah!

 

Cezayirli Gaazi Hasan Paşa'dan özel mahiyette bu satırlar­da bahsetmemiz bir çok bakımdan gerekmektedir. Ancak biz buradaki ifademizde ara başlıkta kullandığımız: "1736'dan, 1789'a kadar deniz harekâtları" nitelememize riayet ederek yazacağız. Kaynarca antlaşması sonucunda Kırım'ın Osman­lı devletine bağı, Osmanlı padişahının aynı zamanda halife-i müslîmin olmasına kalmıştı. Halbuki; Kırım'ın Osmanlı dev­leti için ehemmiyeti büyük olduğu gibi, Karadeniz'in kontro­lünde ayrıca mühimdi.

 

Sultan 1. Abdülhamid, ülke kalkınmasının reçetelerini ararken, denizciliğimize batı âleminde yapılan her türiü bulu­şu ve tarzı kullanmağa bakmaktaydı. Devlet, behemehal Kı­rım'ı eski statüsüne getirebilmek için elinden geieni yapma­lıydı, fakat ihtiyacımız olan sulh hâlinde kalmak ortadan kal­kar anlayışıyla, yeni bir savaşa hazır olamamanın İdraki için­de, Kırım için bir teşebbüse girişememekteydi. Öte yandan da, Kırım hanlığında bir tebeddül oldu, hân değişmişti. Ama İstanbul'un kapısında bir Kırım'ı temsil eden heyet gelmiş, hürriyeti Osmanlı'ya bağlı olmakta görüyorlar, mutlaka hi-mâye-i Osmaniye'ye girmek istediklerini rica etmekteydiler.

 

Bu ricalarıyla birlikte Kerç ve Yenikale'nin Ruslardan geri alınmasının lâzımıyetini İleri sürmüşlerdi. Kabil olmadığı tak­dir ise, Kırım ahalisine Anadolu topraklarında iskân ve bu muhacerata izin istediler. Müslümanların muhacerat istekleri, Rusların, bilhassa stratejik çıkarları hasebiyle, Kırım toprak­larına sahip çıkmakla buluşmuş oluyordu. Rusya gayesine uygun tarzda politikalara yelken açıyor, sert tutumlu Şahin-giray'ın hân olması, bu hân'ın Rusya sempatizanlığı, Kırım ordusunu Rus üniformalarına benzeyen libasla donatması, Rusya'ya gönderdiği bir heyetle Rus, yönetimine girmeye tâ-lib olduğunu bildirmesi, içeride Tatar gayri memnunlarını art-tırdıydı ki, Osmanlı devleti, Rusya'nın Kırım'la ilgili müdeha-lelerini savaşı da göze alarak protesto ettiği görüldü.

 

Osmanlılar bu halde iken, Abaza ve Çerkezlerde, Şahingi-ray aleyhine hareketlendiler Kırım'a kuvvet gönderdiler. Şa-hingiray; bu diyardan Rusların bulunduğu Kerç Kalesindeki komutana sığınmak için sıvışmayı seçti. Afi Paşa komutasın­daki, sekiz tane kalyona doldurulan 8bin asker Kırım'a yola çıkarılmıştı. Sivastopol'ün alınması ve buraya asker çıkarıl­ması tenbihi padişah 1. Abdülhamid hânın emrettiği orta­dayken ve filo gemi komutanlarının, Sivastopol limanın, çok stratejik bir yer olduğu ve limanın büyüklüğü gemilerin ra­hatça kışı geçirtebilecek vasıfta olduğunu belirtmelerine, İs­tanbul'a dönmeye lüzum göstermeyeceğini izah etmelerine rağmen, Hacı Ali Paşa işi ters mantığa taşıdı ve bu mantıkla da düşündüğünde böyle nri*ühim bir üssü Ruslar, adamakıllı tahkim etmişlerdir, demek suretiyle taht sahibine bir defa so­rayım cevabını verdi. İstanbul, yâni padişah bu sefer de, Hacı Ali Paşanın değerlendirmesini göz önüne aldı. Kırım harekâ­tına 40bin kişiyi bulan bir kuvvet hazırlamakta olduğunu, do­nanma bütün gemileriyle Sinop'ta kışı geçirsin emrini gön­derdi. Kış geçti. Takvim, 9/ağustos/1778'İ gösterirken Sinop'tan Kırım üzerine Hacı Ali Paşanın serdarlığında yola çı­kıldı vede Deryakapdanı Cezayirli Hasan Paşa, Ruslara Kı­rım'a gidilmediğini, Sivastopol'a gidilip, Taman ve Kırım'a su getirileceğini bildirdi. Ruslar bu habere tabiatıyla inanmadı­lar. Bunun Kaynarca antlaşmasının ihlâli sayılabileceğini ileri sürdüler. Kapdanderya tereddüte düştü. O da, J. Abdülba-mid hân'a başvurmaktan kendini alamadı. Cevap ise; Rusla­rın, Kaynarcayı ihlâl ettiğini, bu sebebden Kırım ve Taman'a asker çıkarılması emrini tazeledi. Diplomasi arenası da bu sebeble hareketlendi. Fransızlar, Osmanlı devlet adarrrlarinm bu savaşı istememeye şevke çalışırken, savaşın vereceği za­rar İngilizlerin işine pek yarayacağı düşüncesiyle, bunların b. elçileri tırnaklarını birbirine sürtüyordu. Osmanlı/Rus savaşı­nı kendilerine fayda sağlar buluyordu. Diplomasi alanında yapılan çeşitli istişare, görüşme ve fikr-i teati sonunda Fran­sız b. elçisinin teenni tavsiyesi muvafık bulunmuştu.

 

Mart/1779'da Aynalikavak İskelesi, ki burası İstanbulda bir semttir. Mezkûr yerde Osmanlı/Rus diplomatları müzake­relere başladılar. Ancak burada yapılan konuşmaların sonun­da Osmanlı devleti Kaynarca'yı bu müzakerelerde yumuşa-tamadığı gibi, Şahingiray'ın Kırım hân'lığını tanımayı kabul etmesi, ayrıca bir kayıptı. Mısır'da asırlardır, farklı bir statü yakalamış olan Kölemenler, Osmanlı devletinden uzaklaşıp, Mısır'ı bir bağımsız Kölemen devleti hâline getirebilmenin, yolunu aramaya başlamışlardı. Bunun akabinde hemence bazı imtiyazları elde ettikleri de görüldü. Artık onların istediği Mısır'a vali oluyor, istemedikleri yıkılıp gidiyordu.

 

Kölemenlerin içinde nüfuz sahibi üç kişiden İsmail Bey, Osmanlı yönetiminde kalmaya taraftar anlayışın sahibi idi. Buna karşılık, Osmanlı aleyhtarı Murad ile İbrahim beyler arasındaki mücadele, Osmanlı aleyhine ayaklanmanın bida­yetini, yâni başlangıç sebebini teşkil etti. İsmail bey, rakipleri

 

Murad ve İbrahim beylerden Suriye'ye kaçmak suretiyle or­tadan çekilmiş oluyordu. Ortalık Osmanlı aleyhtarı, fakat ba­ğımlılığı kabul etmeyen ikiliye kalmıştı. Aralarındaki kavga da Murad, İbrahim'i diskalifiye etmeyi başarmışsa da, devlet-i âliye Mısır'a vali olarak Yeğen Mehmed Paşayı gönderirken de, isyanı bastırmak vazifesiyle, Kapdan-i derya Cezayirli Gaazi Hasan Paşayı da Mısır'a yollamıştı.

 

Murad Bey, ben şimdi ne yapacağım diye kara kara düşü­nürken, bu haberi alan kölemen Beylerinden İbrahim Bey hemen bütün maiyeti ve küvetiyle geri dönmüş rakibi Mu-rad'ın emrine girmişti. Böylece Kölemenler, yekpare bir gu­rup olarak Osmanlı kuvvetlerine karşı koyacaklardı. Murad Bey, politikanın gereği Mısır valisine yaltaklanıyordu. Bir yandan o güne kadar devlet aleyhinde yaptıklarından da töv­be istiğfar ediyor hem de, dış güçlerden Kölemen başkaldırı­sını destekleyecek sahip arıyordu.

 

Bu arada hemen ilâve edelim ki; 2. Katerina haylice uzak görüşlü davranmış, daha 1775'de Mısır'a, Kont Kanus adlı teşkilatçı ve diplomaside çok tecrübeli bir elçi göndermişti. Murad Bey; ilk iskandili Fransızlar üzerinde yaptıysa da Av-rupadaki meselelerini çözememiş Fransa üzülerek bu yardı­mın taraftan olamadı. Murad Bey bu sefer teklifi Kont Ka-nus'a yaptı. Gelişindeki hikmet bu olan Kanus, hemen Çari­çeye haberi uçurarak durumu aktardı. Petersburga çağırılan Kont Kanus, Çariçeye bütün meseleyi anlattı. Çariçe 2. Ka­terina; Murad Bey'e yazdığı mektupda, çok kısa zamanda Akdenize bir donanma göndereceğini, bu kuvvet Osmanlıla­rın Mısır'a kuvvet götürmelerine engel olacağından mücade­leniz, denizden ikmal alması kabil olamayan bir devletle mü­cadele edeceksiniz, ayrıca Akdenize gelecek donanmam ne ticaret gemilerinize ne de Mısır topraklarına ilişecektir. Nasıl yardım isterseniz, selahiyetli kıldığım Kont Kanus'la konuşun demekteydi.

 

Amma bunlar olurken; Gaazi Hasan Paşa gelmiş ve bir darbede Kölemenleri darmadağınık etmişti. Böylece Mu-rad'da, İbrahim de padişahın affına sığınmaktan, kendilerine, mülk-ü Osmanide bir başka yerde istihdam olunmalarını is­tirham ettiler. Devlet-i âliye önce bu talebi ret etti sonra da onlara yer gösterdi.

 

Cezayirli Gaazi Hasan Paşa, kapdamderya olarak atandı-ğındaki ilk işi tecrübe ile ilmî denizcilik anlayışını birleştirme yolunu açacak her teşebbüse ya öncülük etdi yahut da böyle tavsiyeleri hakikat kılmaya pek büyük önem verdi. Zaman zaman Barondö Tot ile aynı istikamette düşünmüyorlarsa bi­le, Baron'un askeriyemize getirdiği faydalı hususların takdir-kârıydı, bu merkezden kalkarak donanmanın eğitimi ve ora­dan buradan toplanan memleket evlâdı yerine yine oradan buradan toplayıp fakat ciddi bir denizcilik eğitimi veren mü­essese kurmak, limana dönmüş denizcilerin, evlerine veya şuralara buralara gitmelerine mâni olabilmek için ve munta­zam bir deniz kışlası hayatı yaşayabilmeleri için kışlalar yap­tırmıştır.

 

Bütün bunları yaparken avrupadan getirttiği mühendisle­rin tavsiyeleriyle tersanelerimizi haylice genişletmiş gemi ya­pımında ve donatmada, en son buluşları kullanmaktan geri kalmamıştır.

 

Amiral Büyüktuğrul, Hasan Paşanın tabii ki bir çok muha­lifi olduğunu zikrederken şu bilgiyi vermekten kendini ala­mamış. Bilgi şu: "belgelere dayanmayan fikirlere göre Ceza­yirli Gaazi Hasan Paşa bu çalışmalarında, büyük karşı koy­malara uğramış ve 1784 yılında İstanbul'da yaptırdığı kal­yoncu kışlasının parasını cebinden vermek zorunda kalmış­tı." Demekte

 

 

 

1787/1792 Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşı

 

 

Yine biz bu savaşın denizle alakalı bölümlerine işaret et­meye çalışacağız. Efendim padişah 1. Abdülhamid'in pek sevdiği Yusuf Paşası ile yine pek beğenip sevdiği Cezayirli Gaazi Hasan Paşa arasında, anlayış farkı ve tercihde büsbü­tün ayrılıkları vardı. Kırım'ın Rus nüfuzuna girmesi hususu ümmet-i Muhammedin çok gücüne gitmiş, derhal Kırım'ın istirdadı pek yaygın şekilde istenmeye başlanmıştı. Yusuf Pa­şa bu isteği haklı buluyordu ve Ruslara karşı savaşın açılma­sında padişah 1. Abdülhamid'i inkendisine uymasını temine büyük gayret gösteriyordu. Gaazi Hasan Paşa ise; Yusut Pa­şanın kanaatine, iştirak etmiyordu. Osmanlı deniz yollarının donanmanın yetersizliği yüzünden her geçen gün kapalı hâle gelmesi, gereken ikmâlde donanmanın fazla bir yük taşıya-maması, diğer birliklerimizin sıkıntıya hâttâ bir felâkete bile düşerler endişesi taşıyor, Kırım'ın kurtuluşunu istihsal edelim derken daha büyük kayıplara uğrarsak hâlimiz nice olur dü­şüncesine yelken açıyordu.

 

Yukarıda söylediğimiz Yusuf Paşanın; savaşı açalım sıkış­tırmasına mütereddit kalan padişah, Mısır'a gönderdiği Kap-danıderya'sını yanına çağırttı. Ne var ki; Yusuf Paşa, Hasan Paşa geldiğinde padişah birimizden birine uyarsa uyulmayan taraf da ben olursam bizin^ sadaret elimden gider diye dü­şünmüş olmalı ki ısrarını sıklaştırıp, Gaazi Hasan Paşa'nm gelmesini beklettirmeden savaşı açtırmaya muvaffak oldu. Halbuki; Rusya, Prusyayla imzaladığı ortaklığı bozmuş ve Avusturya'ya yanaşmış müştereken saldıncaklan Osman­lı'dan, alacakları yerleri aralarında şöyle paylaşmışlardı:

 

a- Rusya; Osmanlıya açtığı bu savaş sonunda Dinyeper, Buğ ve Dinyester nehirleri arasındaki toprakları alabileceği gibi, Eğede bulunan adaların bazılarını da kendine mâl ede­ceğini hesablamaktaydı. Eflak ve Buğdan bağımsız prenslik hâline gelecekti.

 

b- Avusturya ise; Tuna nehri ile Transilvanya dağları ara­sındaki Osmanlı topraklarını kendine katabilecekti, yine Orsuva, Vidin, Niğbolu ve Hotin şehirlerine konabilecek idi. Yi­ne Avusturya, Dalmaçya sahillerine inecek buna karşılık, kıbrıs ve Girid ve Mora yarımadasının Venediklilere verilme­sine ses çıkarmayacaktı. Ancak; bu görülen paylaşımın gö­rülmeyen bir tarafında halisilasyon diyebileceğimiz 2. Katerina'nın İnşaallah ebediyete kadar gerçekleşmesi kabil olma­yacak bir hayali yatıyordu. Bu da İstanbul'umuzun Rusların eline geçmesi idi ve Kostantin adını verdiği torununu bu tah­ta hazırlamaktı.

 

Hoş Çariçenin müşaviri Potemkin'de böyle bir hayal taşı­makla beraber, orada ihya olunacak Bizans İmparatorluğu tahtına kendini ve kendinden sonraki neslini hülyalarında ya­şatıyordu. İşte herkes bir gizli - açık hesabın peşindeyken Hasan Paşa denizde ne kadar kuvvetli bir donanmaya sahip olursak devleti o kadar iyi savunuruz düşüncesindeydi. Zâten 1773'de, Heybeliada'da kurduğu mektepde artık denizcilik ilmîyle yetişen kaliteli denizcileri donanmada haylice istih­dam etmekteydi. Böylece personel meselesinde de artık me­safe alınmıştı. Savaşın patlamasıyla beraber Yusuf Paşa, Rusya'nın yanında ki Avusturya'yı gördüğünde ayakları suya erdi. Çünkü onun hesabında tek rakip olan Rusya olup yen­meyi gözü almıştı. Fakat Avusturya işin içine girince bir defa iki cephede boğuşacağımızın resmi ortaya çıktı. Bu da gücü­müzün üstünde bir kuvvetle karşıkarşıya olduğumuz kat'i idi. Karadeniz'de dolaysıyla Kırım civannda hava muhalefeti Rus donanmasını öyle bir sakatladı ki ünlü general Potemkin, bu fırtınadan sonra donanmasının, Osmanlı donanmasının, pek altında bir güce düştüğünün korkularının verdiği psikolojik çöküşü yaşadı.

 

Rusların Karadeniz'de iki filosu vardı. Büyük Karadeniz fi­losu denenin başında Amiral Graf Voynovice olduğu halde Sivastopol'da, küçük filoları olan da Dinyeper nehiri içine üs­lenmiş komutanları Modavineffe adlı bir amiral idi. Bu iki fi­lonun bulunması, Karadeniz'in Osmanlı hâkimiyetinin nakısa düşmeye başlamasının bir habercisiydi. 1788 yılının mayıs ayında Hasan Paşa on büyük gemi, altı firkateyn, kırkyedi küçük gemiyle Karadeniz'e açıldı. Dinyeper civarına sokula­rak, Rusların muhasarasının deniz bölümünde olanını böyle­ce kırmış oldu. Burada bir küçük filo bırakarak, Rusların ana filosunu aramaya çıktı. Hasan Paşa buraya bir kaç gemi bı­rakmakta isabet kaydetmişti ki Rus Kaptan Sakyn'le karşıla­şan filomuz bunun hemen üzerine saldırdı. Kaptan Sakyn, Osmanlı gemileriyle başedemeyeceğini bildiğinden hemen kendi gemisini batırdı. Ancak bu batırma esnasındaki gemi­ye aid cephanenin patlaması, diğer Rus gemilerine zararını söylemeden geçemedim. Osmanlı ve Rus donanmaları Din-yester'in önünde karşılaştılar ve kapıştılar. Bu savaşın niha­yetinde her iki taraf hayli kayıp verirken, İsmail Hakkı CJzun-çarşılı, bizim haylice hasar gördüğümüzü belirtirken, Rus ya­zarları, bizim kayıplarımıza dâir şu rakamları gösteriyordu; 13 gemi vede 6bin ölü demektelerdi. .

 

Merhum Amiral Afif Büyüktuğrul, şu nâzik amma ikna edici cümlelerle şunları ileti sürüyor: "Lâkin bu savaşın az sonrasında yâni 1788'de, Yılan Adası civarında iki donan­ma bir daha kapıştı ve Ruslar bu muharebede Osmanlı do­nanmasının gaalip gelmesi, gerek Osmanlı gerekse Rus ya­zarların söylediği gibi, geçen savaşda ileri sürülen zararlara uğramadığının.göstergesi değilmidir?" Beri yandan; Dinye­per nehri sularının hayli sığ olması savaş gemilerinin çok su çekmesi Ruslar tarafından kuşatılmış Dinyeper kalesine, bu gemilerin fazla bir yardımı olamadı. Hasan Paşa İstanbul'a haner göndererek, daha az su çeken gemilerin gönderilmesi­ni İsterken, dalgıç adı verilmiş olan deniz fedailerinin de bir bölümünün acele gönderilmesini istemişti. Fakat Hasan Pa-şa'nın bu isteği, kulak arkası edildi. Ne gelen oldu nede gön­derilen vardı. Dinyeper kalemiz, üç ay süren müdafaadan sonra Ruslara teslim olmaktan başka çâre bulamadı.

 

Osmanlı tahtına geçmiş bulunan 3. Selim, kapdanıder-ya'yı Dinyeper tesliminden mesul tutarak azletti. Yerine 20/nisan/] 789'da Giridli Hüseyin Paşayı 2 sene, 10 ay, 21 gün sürecek kapdanıderyalığa tâyin etdi. Büyüktuğrul ami­ral, sehven Küçük Hüseyin Paşanın getirildiğini kaydeder de, bu doğru değildir, Küçük Hüseyin Giridli Hüseyin Paşadan sonra göreve getirilen, 156. kapdan-ı derya Dâmad Küçük Hüseyin Paşa, padişah 3. Selim'in süt kardeşi olup, 1 l/mart/1792'de geldiği görevi, 7/aralık/1803'de vefatıyia bıraktığında, makamı 11 sene, 8 ay, 27 gün işgal etmişti Ce­zayirli Gaazi Hasan Paşa; bir çok tarihçinin ittifak ettiği gibi esas bakımdan görevden alınmasına da, 1788'de sadrıazam Halil Hamid Paşa, Osmanlı tahtına 3. Selim'i geçirmeyi ha­zırladığı haberini almış ve bunu hemen Sultan Hamid-i evve­le haber vermiş padişah da, sadnazami görevden almış ha­reketi boşa çıkarmış ayrıca Halil Hamid Paşayı da idam et­miştir.

 

3. Selim'se bu haber verişi kendisinin tahta çıkmasına razı olmamak şekli içinde mütalaa etmiş Dinyeper Kalesi baha­nesi yüzünden, bu kıymetli kapdan-ı derya'y' azletmiş oldu­ğunda birleşirler. Bu fevkalâde az rastlanır bir kahraman olan, Cezayirli Palabıyık Gaazi Hasan Paşanın, kısaca hâl tercemesinden bahsedemeden geçemiyoruz. Kafkasya'da bir rivayete göre  1715, diğer bir rivayete göre de 1719'da doğmuş bulunan, Hasan Paşa'nın Osmanlı devletinin 155. sadrı-azamı olrak görev yaptığımda hemen hatırlatalım. Bu sada­reti; 3/aralık /1789'da başlamış ve 3 ay, 28 gün  sonra, 30/mart/1790'da tamamlanmıştır. Cezayirli Hasan Paşa 1790'da kendi parasıyla yaptırdığı Tekkede, Şumnu'da vefat etmiş ve oraya defnolunmuştur. Sağlığında küçük yaşından beri yanında besleyip büyüttüğü bir aslan ile gezerdi. Paşa, 1738'de, Yeniçerilerin 25. ortasına kayıd olmuştur. Yeniçeri olmadan evvel çocukluğu, satılmış olduğu Tekirdağlı bir tüc­carın yanında geçmiştir. Cezayir'e gitmek üzere bindiği bir gemiye Cezayir'e çok yakın bir yerde, yabancı bir gemi mu­sallat olmuş ve rampa yaptığı gemiyi ele geçirmek isterken. genç Hasan bir yiğit olarak tek başına o geminin bütün in­sanlarını esir almıştır. Limana yanaştıklarında bu kahraman­lıktan haberdar olan Cezayir Dayısı, bu gencin cesaret ve maharetine hayran olarak ele geçirdiği gemiyi kendisine ver­diği gibi bir de kahvehane hediye etmekten kendini alama­mıştır. Burada hizmete girerek, subaylığa kadar yükselmiş­ken, Cezayir Beylerbeyi maalesef kendisini kıskanmış, bun­dan dolayı da Öldürmek isterken Hasan bey İspanya'ya kaç­mak mecburiyetinde kaldı. 4. Karlos bu mülteciyi gayet gü­zel bir şekilde karşıladı. Daha sonra İspanya'dan ayrılıp İs­tanbul'a gelip devlet-i âliye hizmetine girdi. Nice hizmetler verirken bilhassa donanmamızın mağlup edilmez bir amiraii olduğunuda asla unutmayalım. Bektaşî olup, ihtiyarlığı mü­nasebetiyle vefat etmiştir. Eiir çok hayır hizmetleriyle, çeşitli şehirlerde ve İstanbul'da da bir çok eseri bulunmaktadır. An­cak donanmamıza ve gemi sanayiimizin, yücelmesinde ki hizmetleri her çeşit takdirin fevkıindedir. 3. Selim döneminin; muasırları olan gerek ülke gerekse dünya meşhurlarına da bir atf-u nazar edelim, Almanyada İmparator 2. jozef, (bu zâ­tın peşinden Alman imparartorluğu lağv olunmuş ve

 

1781'de merkezi Berlin olan başka bir Alman imparatorluğu te'sis olunmuştur.   1802'den sonra Avusturya  imparatoru denmeğe geçilmiştir.) 2. Leopold, 2. Fransuva, İngiltere de 3. Jorj, Papaiikda 6. ve 7. Piu, Prusya'da 2. Fredrik, Rus­ya'da 2. Katerina, 1. Pol, 7. Aleksandr, Fransa'da 16. Lui ve Napolyon Bonapart olup, ülke de; Gaazi Hasan Paşa, Küçük Hüseyin Paşa, Alemdar Mustafa Paşa, Tepedelenli Ali Paşa, Kavalah Mehmed Ali Paşa, Cezzar Ahmed Paşa, Abdullah Dürrİ Efendi, Tatarcık Abdullah Molla, Morali Osman ve Ri­yaziyeci İshak Efendiler, Kocasekbanbaşı, Mabeynci Ahmed Bey, İbrahim Kethüda, Londra elçimiz Agâh Efendi, Şeyh Galib ve Hacı Sadullah Ağa ve sairedir. Nitekim 4. Mustafa dönemi ise 3. Selimhân ile içice olduğundan o dönemde de, aynı zevatdan söz edillir.