SULTAN 3. SELİM HAN :
Babası: Sultan III. Mustafa Han
Annesi: Mihrişâh Sultan
Doğum Tarihi: 1761
Vefat Tarihi: 1808
Saltanat Müd.: 1789-1807
Türbesi: İstanbul Laleli Camii Yanı.
Osmanlı İslâm devletinin, 28. padişahı ve 20. halifesidir 3. Selim
hân. Tahta çıktığında 28 yaşında idi. Babası; 3. Mustafa'dır. Babasının
kardeşi; Abdülhâmid-i evvel pek merhametli iyi kalbli kimseler arasında cidden
ayrı bir yeri, olan zevattandı. Yeğenine sıkıntı verecek davranışı hiç bir
zaman ne sergiledi ne de müsaade etti. Eğitimine de pek önem verdi. Amcasından
gördüğü bu anlayışı'takdir etmekten geri kalmayan veliahd şehzade Selim, devlet
işlerine kesb-i vukuf için sokulmak ve takip etme imkânıda bulabildi. Gençliği
ve gayreti ahalinin ümidini kendisine bağlama hususunda ciddi bir faktör oldu.
1. Abdülhamid'in vefatı üzerine, tahta çıktığında Ruslarla yapılan savaşı
kazanmak ve ikinci bir Kaynarca antlaşması tehlikesini yaşamak istememekteydi
ve bunu temin için, orduyu takviye için, İstanbul'da derleyip topladığı
askerleri serdar-ı ekremin emrine ulaştırdı. Devleti âliye; Ragıp Paşa
sadrazamken, 3. Mustafa'nın israfı önleyici yaklaşımı sayesinde hazine-i
şahaneyi hakikaten doluluğu bakımından harika bir seviyeye getirmişti.
Hâttâ padişah 3. Mustafa ara sıra aynı zamanda eniştesi olan Ragıb
Paşaya siteme benzer sözler eder, Moskofluya savaş açalım, para sıkıntısını
bahane etmeyin, Petersburga kadar adım başına altın dizerim diye teşvikde
bulunurmuş. Sonradan açılan savaşlarda öyle para sarfiyatı husule geldi ki, 28.
padişah, 3. Selim'in belini bükmekte olan parasızlığın ta kendisiydi. Bu
ihtiyacı def edebilmek için, Rusya ile zahirde hasını görünen Felemenk ile
İspanya'dan, istikraz da yâni borç para alma teşebbüsüne geçti.
INe varki o sıralarda batı avrupa bir ihtilâle gebe olarak ateşler
içinde yanmaktaydı. Bu hâl para talebinde bulunulan devletlere red cevabı verme
hususunda çok hizmetetmiştir desek yanlış bir hüküm vermiş olmayız! Devlet adamı
ve vakanüvis Abdurrahman Şeref bey, parasızlıkla ilgili olarak şunları:
".. Parasızlığa bir çâre bulmak erneiiyie Sultan Selim-i sâlis Saray-ı
hümayunda, rical ve ayan konaklarında bulunan, sim (gümüş) ve zer (altun)
evâniyenin (kap-kacak) ahnıb, sikkeye tahvilini irade eylemiş ve mucibince hareket
olunarak epeyice mikdarda; mağşuş (bozuk) akça, darb olunmuş idiysede bu
tedbir-i muvakkatten de, bir fâide hasıl olamamış idi."
"Demekte. Bu arada Prusya devleti ile yapmış olduğumuz
antlaşma da, fayda cihetinden hiçbir işe yaramamıştı. Osmanlı devleti Prusya
devleti nezdinde, yaptığı hatırlatmalara karşılık, bir oyalamanın tatbik
edildiğini görüyordu fakat bunu, yüzlememek şıkkı tercihi olmaktaydı. Hudud
boyunda harb devam etmekte zafer bazen bize gülümsüyor bazen de Rus tarafında
kalıyordu. Sadrazam serdar-ı ekrem Koca Yusuf Paşa serhad boylarında zayıf
yerlere lâzım gelen yardım ve takviye yapma gayretinde iken, garazkârları olan
bazı rical Vidin seraskeri görevinde olan bir lakabı Kethüda diğeri Cenaze
Hasan Paşa olan zâtı sadarete tâyin ettirdiler. Dere geçilmekteyken at
değiştirilmez düstûru kendini burada belli etti. Çünkü geldiği görev
kapasitesini aşan bir vazife idi. Yapabildiği, diğer ricalin söylediklerine
münasibdir demekten başkaca yapacağı bir şey yoktu.
Buze Suyu Bozgunu
1204/1789'da Büze Suyu yakınlarında iyi bir kumandanın idaresinde
olmayan ordumuz, Rus ve Avusturya orduları karşısında fecii bir mağlubiyete
mâruz kaldı. Bunun sonucunda elimizden Bender, Akkirman ve Kili kaleleri
Rusların sahipliğine geçti. Belgrad kalesi de Avusturyalıların eline geçti.
Al-lah'dan İsmaiyl seraskeri meşhur Gazi Hasan Paşa bölgesinde dolaşmaya
başhyan büyük bir moskof ordusunu öyle tarumar ederek mağlup ettiki, adetâ
Osmanlının intikamını almayı becermiş sayıldı. Zâten bu başarısı Gâzî Hasan
Pa-şa'nın makam-i sadaret ve mührü hümâyuna mâlik olmasını sağlamıştır. Ancak
çok çalışkan ve cesur bir kimse olan Gazi Hasan Paşayı öne çıkaran hususlar
arasında teftişçiliği gelirdi. Ancak onun teftişleri âla'yı vâlâ ile değil,
tebdili kıyafet ve pek ani olurdu. Böyle yaptığı her tarafta duyulmuş olduğundan
vazifeye dikkat, er'inden en üst kumandanına kadar herkesin riayet ettiği
husus olmuştu. İşte bu teftişlerin birisinde hava şartlarına uygun kıyafet
giymemiş olması adamakıllı üşütmesine sebebiyet verdi. Yattığında bu üşütme
onun ölüm hastalığı olmuştu. Nâşını; kendi yaptırmış olduğu Şumnu'daki Bektaşi
dergâhına defnettiler. Karışık ve üzücü bir devirde sadarete tâlibli çıkmıyor,
teklife ise adetâ herkes kapalı kalmaktaydı. 3. Selim; devrin şeyhülislâmı ile
yaptığı istişareden sonra bir kaç adayın ismini kâğıdlara yazdılar. Oradan
Hirka-i Saadet dâiresine giden padişahı, aldığı fetvaya uygun olarak olacak
kura usulüyle sadrazamı belirleme ameliyesinde görüyoruz. Kur'a sonunda Şerif
Hasan paşanın çıktığını görüyor ve sadarete tâyin ediyor. Çalışmamızda mehaz
olarak müracaat ettiğimiz "Devlet-i Osmaniye Târihi" yazarı Ali Şeydi
bey, padişahın bu tarz seçimini içine sindire-miyerek <Fesübhânallah!>
nidasıyla karşılıyor. Halbuki başka ne çare bulunabilirki? Talibi olmayan,
teklif edildiğinde is-tinkâf edilen bir vazifeyi başka türlü nasıl birinin
üzerine tahmil edebilirsiniz? Maneviyata bağlı insanların, dinin muhafazasını
üstüne almış şeyhülislâmın verdiği fetva dâhilinde, yukarıda bahsettiğimiz
kur'aya baş vurmanın şaşılacak bir tarafı olmadığını kendisinden yâni Ali
Şeydi beyden doksanbir sene sonra söylemekde bir beis görmüyorum.
Târih; 1205/1790 yılını gösterirken Şerif Hasan paşanın ademi
muvaffakiyeti İsmaiyl kalesininde Rusların eline geçmesine şâhid kıldı
milletimizi. Mezkûr yer Rusların eline geç-diğinde buranın müslümanları öyle
bir jenosite ve vahşete maruz kılındıki, yukarıda bahsettiğimiz Ali Şeydi bey
merhum; şunları söylüyor: "..Rusların İsmaiylin zabtını müteakip
ahaliye-i mahallii islâmiyye hakkında, reva gördükleri enva-ı mezâlimi ve
i'tisafı <mekâtib-i idâdiye-yâni üseye> mahsus olan şu eserde tadâd ve
tafsil etmek istemeyiz." Görüldüğü gibi yapılan muamele sadece bir
canilik, kan içicilik değil, lise talebesi seviyesinin çirkinliklerden korunmasını
gerektiren bir ahlâksızlığı anlatmaya edeblerinin mâni olduğuna dikkat etmek
gerekir.
Koca Yusuf Paşa Yine Sadrazam
Arda arda mağlubiyetlere duçar edilmiş bir ordu, artık başına kim
gelirse gelsin, kendine olan güveni kaybetmişse akıbet iyi olamaz. »
Nitekim Koca Yusuf paşa geldiği bu sadaretinde yaptığı savaşlardan
yüz güldüren bir netice istihsal edemedi. Ayrıcada mâli sıkıntılar yavaş yavaş
kendini gösterince, orduya lâ-zımiyeti olan levazımda temin güçlüğü görülmeye
başlandı. Bütün bunlar olmaktayken, Fransa'da meydana gelen ihtilâl dünya
devletlerinin her birini, kendi iç
vaziyetlerini gözden geçirmeye itti. Avusturya ise bundan asla müstesna olmamakla
beraber daha da te'sir altına girebilecek durumda idi, çünkü imparatorları 2.
Jozef bu sırada oluvermişti.
Buna bağlı olarak da Rusya ile ittifakından kopmuşlardı. Artık
açıkça gözlenen eğilimleri sulh antlaşmalarını imzalamaya dönük olduklarıydı.
Devletimiz Osmanlı ise; Ruslar ile kozunu paylaşabilmek için Avusturya ile sulh
yapma ihtiyacı, insanın suya ekmeğe olan ihtiyacından daha az değildi. Ziştovi
iki devletin sulha ihtiyacının bir imza ile noktalandığı yer oldu. İngiltere,
Prusya ile Felemenk devletlerinin tavassutları bu sulhun imzalanmasında epeyce
iş gördü. Mezkûr Ziştovi antlaşması Belgrad ile diğer kaleleri Osmanlıya iade
etmek şartıyla Osmanlı-Avusturya sulhu yapıldı. 1205/1790
Rusya ile probleme gelince: Padişah 3. Selim, pederi 3. Mustafa
gibi samimi bir moskof düşmanıydı. Onları mutlaka mağlup etmek gayesinin
zirvesiydi. Avusturya ile yapılan Ziştovi antlaşması nihayetinde, Rusya ile
başbaşa kaldığını düşünen padişah, orduyu kesin ve şiddetli bir emirle, Rusya
ordularının üzerine atlamalarını istedi. Padişah bu tâleblerini yaparken,
ordunun başkomutanı da dâhil olmak üzere bütün güngörmüş askerleri ve subayları
şiddetle sulh yapmaya gerek gördüklerini, orduyu değil savaştırmak, geri
çekebilmek bile müşküldür beyanlarını ve bunları destekleyen imzalar vermekten
imtina etmemeleri, işin vahametini göstermeğe yeterde artardı bile. Prusya ise
Osmanlıyla müttefikliğine rağmen, Fransa'da zuhur eden ihtilâlin kendi bacasını
da tutuşturacak korkusundan, Ruslara harb ilânına İmkânı bulunmadığını gayet
net olarak babıâli'ye bildirdi.
Yaş Antlaşması
Avusturya ile Ziştovi sulhünden sonra, 3. Selim ordudan kendine
ulaşan beyannamede, Ruslarla da bir barış konferansı icabatını siyaseti içine
aldı. 1206/1791 baharının girmesiyle birlikte Yaş denen şehirde Osmanh-Rus
murahhasları müzakereye oturdular. Yaş antlaşması mucibince Kırım Hân'lığı ile
Özi arazisi tamamen Rusya'ya bırakılıyor, Dinyes-ter nehri hudud kesilmişti
Anadolu tarafında eski hudud geçerli olarak her iki tarafcada kabul edilmişti.
Rusya ve Avusturya ile yapılan son savaşın bilançosu, üç devlet için şu haldeydi:
Osmanlı devleti, 330 bin evlâdını, 6 kapak, 4 firkateyn ve bir kaç ufak gemi.
Rusyaysa 200 bin askerini kaybetmiş, 5 kapak, 14 firkateyn, 80 tane ufak
teknesi elden gitti. Avusturya'nın ise; 130 bin askerini kaybettiği, Katerina
adına yazılan tarih eserinde yer almaktadır, diyor "Târih-i Siyasi"
yazarı eski sadrıazam Mehmed Kâmil Paşa. müddet zarfında beylerden birinin bir
iftirası çıkacak olursa Ruslar ile haberleşilip, itham sabit olduktan sonra
azil etmeye gidileceğine karar verildi. Fransızlarla yapılmış bulunan yeni
antlaşma mucibince bu hükümetin ticaret gemileri Karadeniz'de rahatça geliş
geçiş yapmaya hak kazanmışlardı.
Bu vaziyet Osmanlı devleti tarafından taahhüt olunmuştu,
ingilizler, Kahire'de bulunan askerlerini Süveyş yolu ile Hindistan'a
yolladilarsa da İskenderiye'yi boşaltmıyor, Sayda da bulunan Kölemen emirlerini
himaye yoluna gitmekteydi. 1214/1799 Necef'de, Hezeali aşireti ile Vehhabiler
arasında münazaa çıktı. Bu olay neticesinde üçyüz tane vahhabi öldürülmüştü.
Vehhabilerin reisi bulunan Abdülaziz, oğlu Suûd'u askerleriyle Kerbelâ üzerine
yolladı. Matem gecesi şehri basıp, rastladıklarını katledip, oratlığı yağmaya
tâbi tuttular. Hâttâ, İmam Hüseyin (r.a)ın kabrinde bulundurulan altun ve gümüş
kandilleri ve diğer kıymetli eşyayı gasb ettiler. Bu sıralarda ise İngilizler
Mısır'ı terk ettiler. Ancak; komutanlardan Elfi Mehmed bey ile onbeş kişi
kölemeni beraberlerine alarak Malta'ya çekildiler.
Vehhabiler Osmanlı devletinin ve 3. Selim güdümündeki hükümetin
karışıklıklar ve bir sürü olaylar içinde, yuvarlanıp gittiği sıralarda
Napolyon, meşhur Amiyen antlaşmasını İhlâl ediyordu. Çünkü; Mısır'a, Akdenize
ve de, hind yoluna ulaşmayı aklından çıkaramiyordu. 1217/1802 senesi ağustosunda
general Sebastiyani adlı birini ticaret vazifesiyle doğu bölgelerine gönderdi.
Bu memurun önce Trablusgarb bilahire Kahire sonra da İskenderiye'ye uğradığı görüldü.
Uğradığı" her yerde ahali tarafından alkışlarla nistikbal olundu. Bu alkışların
sebebi olarak, İngilizlerin denizlerde göstermiş olduğu şiddete atf
olunuyordu.
Akkâ'da da aynı tarz alkışlara lâyık görüldü. Fransa'ya dönüşünde;
resmi yazı ile yayımladığı raporda Mısır, Akkâ ve İskenderiye gibi şark
bölgelerine dair düşünceler ve hareket yapılmasına dair sunuşlar mevcut, hatta
Mısır'ı almak için, altıbin Fransız askeriyeter kaydı yazılı idi. Yine bahse
konu sene içinde; general Dekain adında biri Hindis'tanda, yalnız başına
İngilizlerle savaşmak için oraya gönderilmesi hususunda istida vermişti.
Bonapart, bu generali Fransızların elinden çıkmış beş şehri ele
geçirmek için gizli olarak vazifelendirmişti. Emrine bir kaç bin kişilik askeri
kuvvetverdiği gibi, yerlilerle uyuşabilmek içinde ve ingiliz hakimiyetinin
aleyhinde çalışmalar yapmak içinde kati emirler verme yoluna gitmişti. Generai,
Pundeşeri'ye gelince iki devletin arasında savaş imkânı çıkmıştı. Bu bakımdan
ingilizler kendisini şehre sokmadı. Gemilerini de gözetlemeye aldılar. Hattâ
Dekain, Frans adasına kaçırıldı. Adayı İngiliz taarruzlarına karşı
kuvvetlendirdi. Daha sonra 1803'den 1811 senesine kadar Hind denizine korsanlar
göndererek İngilizlere ticaret yollarındada büyük büyük zararlar verecek
saldırılar sağladı.
Napolyon Bonapart; Akdeniz hakimiyetinde önde olmak için
ispanya'yı çalıştırdı. Amiyen antlaşmasına mugayir olmasına rağmen burada
hâkimiyetini kurdu. 1801 senesinin, aralık ayından itibaren, Lombardiya'nın
ileri gelenlerini getirterek, kendisine Cisalpİne yâni kuzey italya
(lombardiya, pi-yemonte) cumhuriyeti reisi unvanını verdirdi. Adamlarından
Jerom Doraco adındaki birini Ligure cumhurreisliğine tâyin etti. Piyomento
şehrini de 1803'de Fransa'ya katarak, Sardunya kralına tazminat verileceğini
vaad eyledi. Elbe adasını dahi Fransa'ya kazandırdı. Bu icraatın tamamı Rusya
ve İngiltere devletleri tarafından protesto ediliyordu. Bonapart; aldırmayarak
Taranet, Otranet ve Brindizi şehirlerini de zapt ettirdi. İngilizlerde Malta'yı
terk etmediler. Bonapart buna fena halde hiddetlendi. İngilizler ayrıca
İskenderiye'ye de bir miktaraskeri muhafız olarak bıraktılar. Fransızların
Hind'deki beşşehirlerini de iade etmediler.
18. Lui'yi ve meşhur ihtilalcilerden Jorj Kadodal gibilerini
ülkelerine kabul ettiler. Birinci konsülün yâni Mapolyon'un bir ticaret
antlaşması yapmaması yüzünden infial gösterdiler, ingilizlerin elçisi Lord
Whitvortda antlaşma hükümlerinin İhlâl edilmesinden dolayı, vaziyeti protesto
ediyordu. Velhasıl az bir müddet sonra İngilizler bir ültimatom vererek, Felemenk
ile İsviçrenin boşaltılmasını, Sardunya kralına tazminat verilmesini ve
Malta'nın, terk olunmayacağını bildirdiler. Bo-napart'da gelen sefire şiddetle
muamele etdi.
Lord Vayvorth Paris şehrini terk etti. Çarpışma hemen başladı.
İngilizler bir kaç tane Fransız ticaret gemisini yakalayıp içindeki malları
müsadere ettiler. Bonapart ise, Fransada yaşamakta olan ne kadar 18 yaşından
yukarı, altmış yaşından aşağı kim varsa hepsini tevkif ettirdi.
General Mortier; Hanover'i işgal ederek Fransanın batı limanlarında,
tedariklerini yapmaya başladı. Bolonya ordugâhı yeniden düzenlendi ve bütün bu
haberler, Osmanlı devletini düşüncelere salıyordu. Bu iki devlet arasında
dolaşan Mısır sözleri, yine şarkın meseleleriydi. Diğer taraftan da, Osmanlı
devleti Fransızlar ile daha yeni bir antlaşma yaptıkları gibi Mısır
meselesindede İngilizlerden biraz yardım görmüşlerdi. Bütün bunlardan başka
Vehhabiler meselesi de artık çok önem taşıyan bir mesele olma yolunu aşmıştı.
Tarih-i Cevdet bu mesele hakkındaki gafletimizi şöyle özetlemekte:
"Osmanlı devletinin ne kadar sıkıntılı dönemler geçirmiş olduğu buradan^
da malum olur ki, bundan seneler evvel, tebasından birinin kurmuş bulunduğu
yeni bir mezhep hakkında, pek çok bahisler ilmen konuşulmuş ve bir cereyan
husule gelmiştir. Hicaz ve Irak âlimleri taraflarından çeşitli ki-tablar
yazılmış olduğu halde, nihayet dinin vatan-ı aslisi oian Arab yarımadasında, bu
mezhebin tesirleri münasebetiyle Deria Şeyhi bir çıkış yaparak müstakiliiğe
varan bir yola girmişti. Buna karşılık devletin müşkül işlerinin görüldüğü yer
olan meşveret meclisinde bunlara dair bilgi bulunmayıp ve bu yeni mezhep
sayesinde bir kabile şeyhinin kuvvetli bir hükümdarın hüviyetini kazandığını
bilemiyorlarda, hâla Veh-habilerin isteklerinin neden ibaret olduğu sadnazamlar
arasında bahse ve mücadeleye konu oluyordu.
Osmanlı devleti ulema sınıfına fevkalade derecede itibar
verdiğinden bu insanların yüksek derecede olanlarını kendi ileri gelenlerinden
saymasına rağmen şöylece elli altmış yıldan beri devam ede gelen ve ülke
içinde, müstakil bir hükümet kurulmasına sebep olan bahse konu mezhep meselesinin
künhüne dair henüz malumat-ı sahiha sahibi olunamaması inanılacak bir durum
değildir. Lâkin önceleri hakiki vaziyetten bilgi sahibi olunmasına rağmen bir
hükme varamamışlardı.
Zira o sıralarda İstanbul'da ilmiye yolunun âlimleri üç kısma
bölünmüş olup, birincisi müretteb ilmiye ashabı olan, ulemai resmiye, ikincisi
fiilen şer'i hizmette bulunan hâkim ve kâtibler ve üçüncüsü medrese çıkışlı
olan üstaze ve talebeden müteşekkildi. Birinci sınıf içinde malumat sahibi nadirdi.
İkincileri teşkil edenlerin malumat-ı sermayesi, davaları fetva kitaplarında
yazılı olanlan meselelere tatbik ile büyük alimlerin usulü mesleklerini
uygulamaktan ibaret olanlar, il-mi bahisler iddia etmekten uzaktılar, üçüncü
sınıf ise, bu iki sınıfa da cahil nazarı ile baktıkları halde şer'i hükümlerin
nazari ve de tatbikatından mahrum olarak felsefi düşüncelerin, kâh mutezilenin
yaralayıp iptal ettirdiğine vakit sarfetmekte, devlet memurlarından hariç, özel
bir sınıf şeklinde bulunduklarından İhtimalki henüz vaziyetten haberdar
değillerdi.
İdareci memurlar ise, çöldeki mezhep kavgasıyla soğuk ve taassup
sahiplerinden olan vaizlerin mübalağalı sözlerini, fark ve temyiz edemezlerdi.
"Biraz evvel görmüştük ki, Ab-dülaziz Vehhabi, oğlu Suûd'u yollayarak
Lahsa, Katif taraflarını ve Basra hududuna kadar bululunan yerleri tamamen
zapt eylemişti.
Vehhabiler 1212/1797 tarihinde Mekke Emiri Şerif Galib'i Huzme
karyesinde mağlup ederek aralarda Vehhabilerin Mekkeye gelip gitmeleri
onlarında Yemen ile Şam taraflarında Şerife tâbi olan, Arablara dokunmamak
şart koşulmuştu, 1215/1800'de Vehhabilik Asir'den, Tihamiye yayıldı. Necid,
Cebeli Şamir beldeleri dahi Vehhabi olup, Lahsa'nın zaptı üzerine Basra ile
Bağdad tehlike altında kaldı. Velhasıl Arab yarımadasının her tarafında
Abdülaziz Vehhabi'nin, hükmü geçerli oldu. Yalnız Mekke emiri bundan müstesna
idi.
1217/1802'de Vehhabilerin Haremeyn-i Şerefeyne, hücum edecekleri
hakkında Mekke emirliğinden birbirini takip eden haberler ve istimdadnâmeler
geldi. Toplanma lüzumunu gören meclis, İstanbul'dan cephane ve top derlenerek
Kaptan paşa ile gönderilmesine, Mısır'danda asker sevk olunmasına Bağdad
valisinin ve yahut kethüdasının Necid üzerinden hücuma geçmesine karar
verildi. Fakat Vehhabiler Tâif üzerine saldırmışlardı. Hâttâ Abdülaziz, Mekke
Şerifi Galib'in yakın adamlarındanken Vehhabilik mezhebine geçen Osman
Mü-zayife'ye de Taif taraflarının emirliğini verdi. Osman Müzayif, Yemen'e
musallat olan Sultan bin Şakban ile Taif'i kuşattılar. Şerif Galib ile yapılan
savaşta pek büyük zayiata uğradılar-sada, Şerifin Mekke'ye kaçması üzerine
takip edip şehre dahil olup, müthiş bir katliam gerçekleştirdiler. Taşınır
taşınmaz mallan yağma edipsahih islâmi eserleri ve Kur'ân-i Kerîm'le-ride
sokaklara attılar. Gömülü servet ve mal var bahanesi ile her yeri kazarak da
şehrinde altını üstüne getirdiler. Hac zamanı dahi Mekke üzerine yürümekten
çekinmeyip, hareke-tettilersede hacıların kalabalığından saldırıyı yapamadılar.
Fakat devlet tarafından gönderilmiş Adem efendi adlı na-sihatçı,
ve üç gün içinde Mekke'yi terk edeceklere aman ver-dilerse de, Mekke'yide
tehdit altında bulundurmaktan utanmadılar. Suud'un Mekke'ye girmesinden sonra
Mekke Şerifi Galib ile Osmanlı devletinin göndermiş olduğu Şerif paşa Mekke'yi
terkederek, Cidde'ye çekildiler. Suud ise muharrem ayının 8. günü Mekkeye
girerek derhal beyt-i şerifi tavaf etti. Yarın kuşluk vaktine kadar herkes
mescid-i şerife gelsin diye bağıran dellallar dolaştırdı. İlân edilen vakitte
hutbe-i pey-gamberîyi okuduktan sonra: "Cenab-ı Hak'ka teşekkür eylerim.
Sizi İslama hidayet ve şirkden halâs eyledi. Sizi yalnız Allah'a ibadet edipde
bulunduğunuz hâl-i şirkten ve dalaletten feragata davet ederim. Şer'iat-i
islâmiye üzerine, Allahı sevenlere dost ve Allah'ın düşmanlarına düşman olmak
üzere sizden biat isterim" diyerek elini uzattı ve biat aldı. İkindi
namazından sonra şarab ve zinanın haramlığından bahsederek yarınki gün çıkıp
kubbeleri hedm (yıkınız)ediniz. Beytleri atınız, Allah'dan başka, mabud olmasın
demesinin ertesi günü Vehhabiler peygamber (s.a.v) doğduğu evle Ebu Bekir,
Ömer ve Ali (r.a)'lann ve de Hz. Fatıma, Hz. Hatice'nin evi ile ashabı güzin ve
evliyaullahin kabirlerini yıktılar. Suud, Mekke'de çeşitli cemaati yasaklayıp,
herkesin bir imam arkasında namaz kılınmasını emreyledi. Ne kadar çubuk, nargile,
saz varsa hepsini toplatıp yaktı. Ezan okuyan müezzinlerin salat ve selam
getirmelerini, ashab-ı kirama tazim edilmesini, büyük şirkdir diye yasakladı.
Devlet tarafından giden; Adem efendi ile Kerbelâ vakası ile diğer
vakalar üzerine görüşerek, sudan cevablar verdikten sonra eline yüz riyal,
altına bir hecin devesi vererek yolladı. Vehhabiler mezheblerine girmeyenleri
keserler ve onlardan da nekâl (işkence) adıyla bir miktar para alırlardı. Bu
sebeb-le Mekke'de ve civardaki kabilelerde ve aşiretlerden pek çok mal aldılar.
Suud, 14 gün Mekke'de oturduktan sonra ikiyüz kadar muhafız bırakarak, Cidde
üzerine yürüdü. Ciddeliler-den ikiyüzbin riyal, altmışbin altun, altıbin
riyaliik kumaşı ceza parası, olarak istedi. Buna karşılık, top ve tüfenk ile
mukabele gördü. Sekiz gün süren çarpışmalarda, Suud'un askerleri büyükçe
telefat verdiler. Neticede çekilip Necid tarafına gittiler. Bunun üzerine
Şerif Galib; Vadi'i Mer, üzerine hücum ederek Suud'unda muhafızlarını kaçırdı.
Sonra beraberinde. Şerif Paşa ile askerleri ve aşiretler olduğu halde Mekke'ye
döndüler.
Vehhabilerin Mekke ve Medine'ye karşı, vukua gelen ta-aruzlar 3.
Selim'i büyük kederlere gark etmişti. Bu kedere zi-yadelik veren rüşvet kabul
etmez, iltimasları dinlemez, şeyhülislâm Ömer Hulusi efendinin infisalidir.
Tarih; şeyhülislâmın bu azlini şöyle bir satırla bildiriyor: "böylesi
karışık bir donemde birtarik sahibinin pasif, çekingen durmaları uygun hâl ve
işlerini cabindan görülmediğinden azlolundu!" Kava-lalı Mehmed Ali'nin
Çıkışı Serdar-ı ekrem Yusuf Ziya Paşa Mısır'dan dönüşü sırasında yanında
bulunan anadolu yeniçerileri ile çoğunluğu arnavut olan rumeli başıbozuk
askerinden meydana gelmiş bir kuvveti, oraya bırakmıştı. Rumeli başıbozukları
mirmiran Arnavut Tahir paşa, serçeşmeleri de Kavalali Mehmed Ali Ağa idi. Tahir
Paşa; cesur ve cenğaver olmakla beraber basit biri, Mehmed Ali Ağa ise pek
akıllı, zeki ve tedbir sahibi kimselerdendi. Başkumandan bu kuvvetleri Mısır
emirlerinin tasallutlarını def edebilmek, maksadıyla bırakmıştı. Az bir müddet
geçtikten sonra bu kimseierede devlet tarafından tahsis olunan maaş ile,
Asuvan'da nizam yerli yerine konulmuştu. Bu vaziyet karşısında, askerinde bu
kadarına lüzum kalmamıştı. Defterdar Recai efendi askerleri bu kadar fazla
sayıda istihdam etmenin doğru olmadığını beyan etmesi vali Hüsrev Paşanın
kendisi için Fransız askerini takliden bir miktar nizam-ı cedid askeri
düzenlemesi yaptığından bunların kalmasını, Arnavut askerlerin terhis edilmesine
karar vermişse de birikmiş maaşlarını verecek para yoktu. Paşa; tüccarandan bir
miktar borç alarak bunlara vermek sonra Mısır'dan göndermek arzusu taşıyarak
belli şeyleri kesti. Arnavutlar ulufelerini tamamen almayınca, yerlerinden
kımıldamayacak olduklarını söylemek için Defterdara gittiler.
Defterdar bunlara: "ulufeleriniz Mehmed Ali'dedir. Onun
yanına gidiniz. Dedi. Mehmed Ali'nin konağına gittiler, ulufelerini istediler.
Mehmed Ali ise; ben hazineden bir akça bile almadım diyerek baştan savmak
istedi. Bunun üzerine; arna-vutlar ile diğerleri arasında kavga dövüş çıktı.
Kahire'de dükkânlar kapandı. Herkes dehşet içinde kaldı. Bir hafta sonra,
ulufelerin tamamlanıp verileceği vaadiyle arbede bastırılabil-di.
Arnavutlar, bir hafta sonra defterdarın konağına gittiler.
Defterdar, 60 bin kuruşu olduğunu söyleyerek biraz daha sabretmelerini ihtar
ettiyse de, alacaklı Arnavutlar bu gün içinde ödenmelidir, şeklinde dayattılar.
Defterdar, vaziyeti Hüsrev Paşaya bildirdi. Valinin yan'ndaki hazineden bir miktar
para istedi. Fakat, Paşa ben bir akça vermem, verilmesine de iznim yoktur. Ya
buradan çıkıp giderler, yahut hepsini katlederim diye haber gönderdi.
Bu haberi alanların hemen defterdarın konağına hücum ettikleri
görüldü. Hüsrev Paşa da, defterdarın konağını topa tuttu. Yine dükkânlar
kapandı. Tellâllar: "herkes silahlanıp şeyhleri (reisler) ile birlikte
paşanın yanına gelsinler" diye bağırtıldılar. Ahali bir yağmaya uğrama
korkusundan siperler kazdılar. Yeniçeri ağasıyla diğer ocakların ihtiyarlan,
Hüsrev Paşanın yanına gidip kalenin muhafaza altına alınmasını hatırlattılar.
Paşa onlara cevaben: "kalede hazinedar var. Ben ona lâzım gelen tenbihleri
yapmıştım." Gelenlerin, her kapının dışına birer yeniçeri koyalım
ihtarına da, "siz benim askerimi ayırmak isteme yolundasınız, haydi gidin
ahaliyi silahlandırıp buraya getiriniz" şeklinde mukabelede bulundu. Paşa
gafildi. Çünkü kalede hazinedarın yanında bulunan asker Arnavut ve diğer
başıbozuklardan müteşekkildi. O gün akşama kadar defterdarın konağına top
attırdı. Konağında ahşap olan her yeri tutuşup yanmaya başladı.
Defterdar, geceyi mahzende geçirdi. Arnavut askerin bir kısmı
defterdarın, bir kısmıda Muhammed Ali'nin konağında, bazıları da Özbek camiiyle
diğer yerleri siper tuttular. Ertesi günü Hüsrev Paşanın askerlerini taburlar
halinde başıbozukların üzerine sevk ettiği görüldü. Arnavutlar defterdarla
beraber evrak defterini de alarak, Tahir Paşa'nın konağına götürdüler. Orada
dikiş tutturamayinca, Özbek camii bölgesinde savunma gayretine düştüler. Bu
sırada Hüsrev paşanın askeri defterdar ait konağa geldiklerinde nizam ve
intizamı unutarak yağmaya koyuldular. Arnavutlar, bu askerin uygunsuz hâlini
görünce, üzerlerine saldırıya geçip tarumar ettiier. Tahir Paşa tam bu sırada
ortaya çıktı. Arnavut askerlerinin yanında yer aldı. Öte taraftan Arnavutlar
kaleye çıkarak orada bulunan hemşerileri ile birleştiler. Hazinedarla beraber
kaleden anahtarları, top, humbara ve cephane alıp, Özbekiye götürdüler.
Hüsrev paşa olanlar karşısında şaşırdı. Tahir Paşa, Mehmed Ali Ağanın
düzenlemesiyle ahaliye aman verdi. Halka asla zarar verilmeyeceğini
tellâllarla duyurdu.
Türbeleri, şeyhleri ziyarete gidip yardımlarını istedi. Hakikatten
asker, ahaliye asla taarruz etmedi. Çarşıdan aldıkları her şeyin parasını hemen
ödediler. Buna ahalide şaştı. Çünkü; böyle aşırı eşkiyadan böyle mükemmel bir
insaniyet örneği beklenmezdi. Mehmed Ali ise, müracaat sahiplerinin
kalbİerinin kazanılması yolunu buluyor, zorluklan halle çalışarak kendini
sevdirmiş oluyordu. İki gurub askerin cumartesi ile pazar günü gecesi kavgaya tutuşarak
Arnavutlar, Ka-hire'nin bir çok yerini, Bulak kasabasını, Anbabe'deki yiyecekleri,
Kasr-i aynİ'deki Hüsrev Paşa kölelerini zapt, Özbekiye tarafındaki paşanın
yanında yer alanların hanelerini yağma ettiler. Hüsrev Paşayı muhasara altına
aldılar. Yağlı paçavralarla konağını tutuşturdular. Paşada, ilk önce ailesini
kaçırmayı başardı. Sonra kendisi ve yanında kalan kapı halkı ile birlikte
firara muvaffak oldu.
Arnavutlar alevler içine dalarak Paşanın konağını yağmaya tâbi
tuttular. Paşayı takip etmekte olanlarda, Hüsrev Paşanın adamlarıyla
kapıştıklarında bozguna uğradılar. Hüsrev Paşa ve yanındakiler taşınır
mallarıyla ve aile efradı ile birlikte bir gemiye binerek, Betha bölgesi
istikametine yola çıktılar Neticede; yeni vali gelene kadar, Tahir Paşa'nın
kaimma-kamlığı üzerine alması kararlaştırıldı. Mısır kadısı, bir kürk netirerek
Tahir Paşaya giydirdi. Vaziyet bir rapor ile İstanbul'a bildirildi.
Kölemenler, bu vaziyetten haberdar olduklarında Said'den Mısır'a doğru yola
çıktılar. Hüsrev Paşa ise, Mansure'ye girince, ahaliden doksanbin riyal
civardakilerden de epeyi miktarda akçayı vergi diye aldı. Tahir Paşa kardeşi
Hasan Bey'i, o tarafa yolladıysa da paşa Dimyat'ı sağlamlaştırdı. Daha
önceleri, Hicaz'a sevk olunmak üzere cephane ile birlikte bir miktar yeniçeri
gelmiş ve Camii Zahir'de iskân edilmiş, Hüsrev Paşada bunları Hicaz'a yollamak
üzere iken bahse konu olaylar meydana gelmişti. Tahir Paşa tarafı, ga-lib
gelince bunlara hakaret dolu nazarlarla baktîlar. Yeniçeriler bu davranıştan
huylandılar. Paşa; kendi askerine öteden beriden, müsadere yoluyla aldığı para
verir, yeniçeriler ise ulufe (maaşlarını) istedikçe: "Ben kendi valiliğim
zamanından sonrasını bilirim. Alacağınız var ise Hüsrev Paşadan isteyiniz."
derdi.
Yeniçerilerin bu muameleden de rencide oldukları şüphe götürmez.
Bunlar; Hicaz'a gitmek üzere Mısır'a gelen, Medine muhafızı Ahmed Paşa ile söz
birliği ederek bir gün 250 kişi oldukları halde, Tahir Paşanın konağına gidip,
ulufe istemekte ısrar ettiler. Paşa bunlara söğüp saydı. Fakat içlerinden
biri koşup Tahir Paşanın kellesini kesip pencereden dışarıya attı. Diğer
arkadaşlarımda Tahir Paşanın adamlarına hücuma geçtiler. Pek çoğunuda
kestiler. Bu seferde asker ikiye ayrılmış oldu. Yeniçeriler ile diğerleri Ahmed
Paşanın yanında, Arnavutlarda Özbekiye tarafında toplaştilar. Ahmed Paşa,
Hüsrev Paşaya hemen gelmesi ve Mehmed Ali'ye itaat etmesi için haberci yolladı.
Fakat Mehmed Ali; "Ahmed Paşa burada vali değil, misafirdir. Tahir Paşa Mısır'da kaimma-kamdı.
Bizde ona itaat ederdik. O yeniçeriyi alsın, dışarı çıksın, onları teçhiz edip
mahalli memuriyetine gitsin" diye cevap verdi. Mehmed Ali, kalenin kendi
elinde olmasından gayri Mısırlı komutanlar ile de haberleşmekteydi. Ciyze yakasına
geçip gelenler ile görüştü. Kölemenlerin pek çoğu, Araban ile Kahire'ye
girmişlerdi. Yeniçerilerin gurubu Remile tarafına giderlerken üzerlerine top
atılışı yapılınca döndüler. Bu sırada İse, İbrahim bey Ahmed Paşaya bir mektup
yazarak, Tahir Paşanın katillerini, teslim etmesini, kendisinin de saat onbire
kadar belde dışına çıkmasını isteyen hususu bildirdi. Ahmed paşa:
"Katillerin teslimi kabil değildir. İbrahim bey deve göndersin
çıkayım" demeden başka söz bulamadı. Hakikatten; ikindi üstü, hafif
eşyalarını uşaklarına yükleterek perişan bir halde çıktı. Arnavut, Arab ve
Kölemenlerden bir çok kimsenin kendisini gözetlemekte olduklarını hissedince
Kale-i Zahire kapandı. O gün Arnavutlar, Paşa kethüdasıyla, defterdarı
kestiler. Gece ise, zabıta müdürünün önündeki tellâl: Vilayetin hakimi İbrahim
bey ile efendimiz Mehmed Ali'nin tenbihi üzerine cümleye âmân ve âmân diye
nida etti. Kale-i zahire kapananlar bir iki gün süren savaştan sonrada teslim
yolunu seçtiler.
Arnavutlar Ahmed Paşa'yı Kasr-ı ayni'e yeniçeri ağalarını Ceyze'ye
gönderdiler. Tahir paşanın katillerini Nasıriye'de kesip kellelerini Tahir
paşanın haremine gösterdikten sonra kardeşine götürdüler. Yeniçerilerin
silahlarını, eşyalarını aldılar. Biçareler beşyüz kadar idiler. Bunları da
yolda Arablar soydu. Ortalık biraz düzelince Arnavud isyancılar, kaleyi Mısır
komutanlarına teslim ettiler. Böylece Mısır yine kölemenlerin eline geçmiş
oldu. Mehmed Ali ise Mısır'daki Rumeli askerinin hakiki isyancıbaşısı idi.
İbrahim bey yine şeyhülbeled oldu.
Eski dönemde rakibi Murad bey iken, şimdi Berdisi Osman diye
birisi ortaya çıkmıştı. Görüyorsunuzki; Bonapart'm istifasından beri Mısır'da
ne kadar adice entrikalar, manevralar döndürülüyor. Hükümet muntazam olsa ve
düzgün işlese bu yollu entrikalar zuhur etmezdi. Hüsrev Paşa kudretsiz, Ahmed
Paşa Hicaz'a gitmeye mecbur kaldıktan, Kölemenler Mısır'ın idaresini ele
geçirdikten sonra İstanbulda vali aranıyordu. Çok geçmeden de bulundu,
mirmirandan Trabluslu Ali Paşa adında biri: "şöyle keserim, böyle biçerim.
Devlete gelir temin ederim" diyerek göz boyadı. Hazinenin büyük sıkıntısı
var olduğu için, şu kadar gelir bulurum sözüne daya-nılamadı. özerine rütbe-i
vezaret ile beraber Mısır eyaleti verildi. Bu Paşanın mazisi ise bozuk idi.
Vakti zamanında Trab-lusgarp beylerbeyi iken yapmadığı zalimlik, işlemediği
fısku-fücur kalmamıştı. Tunus beylerbeyi Hemduh paşanın kardeşiyle evvelce
yaptığı savaşta galib gelmişse de ikinci seferinde ahali bile kıyam etmiş ve
tam kaçmağa başlayacağı sırada vucuhzâdelerden iki delikanlıyı güya rehin
alarak, pek tanınmış Murad beye iltica etmişti. Paşa bu iki delikanlı ile bir
aralık Hicaz'a gitmişti.
Trablus hacıları; kendisini yanındakilerle, beraber gördüklerinde
Hac emirine vaziyeti bildirdiler. Delikanlıları elinden aldılar. Yüzüne tükürerek,
sakalını yolmuşlardı. İşte bu Ali Paşa idi ki, varidatı çoğaltacak ümidiyle,
Mısır eyaletin evâli olmak üzere nasb olunmuştu. Halbuki bu sıralar da
Vehhabi-lerin Mekke ile Medine'ye, tecavüz ettikleri haberide İstanbul
tarafından pek büyük bir üzüntü ile karşılanmıştı. Vekiller heyetinde bir sürü
tatlı tatsız münazaralardan sonra Şam ve Bağdad valilerine seraskerlik unvanı
verilerek, Vehhabiler üzerine göndermeye, bu Ali Paşanın da Mısır'ı himmetiyle
ıslah etmesi kararı verildi. Mısıra gelince burada hadise üstüne hadise
cereyan etmekteydi.
Hüsrev Paşa, kendisinin üzerine yürümekte olan, Tahir Paşanın
kardeşi Hasan Paşayı bozmaya muvaffak olmuştu. Fakat, Berdesi Osman bey,
Kölemen, Arab ve Arnavud kölele-riyle, yürüyüşe geçip, Hüsrev Paşayı mağlup edip
Azabe kalesine iltica etme mecburiyetine düşürdüler. Burada aman dileme ile
kendini kurtaran Hüsrev paşa yakalanıp Mısır'a getirildi. Burada nezaret
altına alındı. Ali Paşanın Mısır'a gelmesi kötü tesir yapmaktan bir işe
yaramadı.
Berdesi Osman bey, Reşid'i istila ederek valinin kardeşi Şeydi Ali
kaptanı Buruc-u Mağizel isimli yerde, hiyie yaparak ele geçirip Kahire'ye
yolladı. Vali Ali paşa ise, Berde-si'nin İskenderiye'ye hücum edeceğini
düşünerek meşhur Ebukır şeddini tahrip ettirdi. Bu tahrip üzerine
İskenderiye'ye Nil nehrinin suyu gelemedi. Ahalisinin çoğunlukla İzmir, Rodos
ve Kıbrıs taraflarına hücum ettiler. Fakir fukara ise, Ali Paşanın yanında ve
elinde ezilip duruyordu. Artık Mehmed Ali Ağa ve Berdesî, birlikte hareket
ediyorlardı.
En nihayet; Mısırlı komutanlar, Arnavut askerlerin maaş ve
taayinatını, kendileri tarafından verilmek ve iki üçyüz adamıyla, Kahire'ye
gelerek, eski Mısır valileri gibi resmen makamına oturarak, gelirlerden kendine
düşen hisse iie geçimini sağlamak üzere Ali Paşayı Kahire'ye davet ettiler. Paşa
ise, Arnavut isyancılarla Arab şeyhleriyle giziice haberie-şirlerken, isyancı
Arnavutlarda vaziyeti Mehmed Ali ağaya duyurmaktalardı. Mehmed Ali Ağa, bunu
Kölemenlere açtı. İttifak ettiler. Paşayı kandırıp İskenderiye'den çıkmasını
sağladılar. Paşa varlığını ve yüklerini 60 gemiye yükletmiş nehir yolu ile
Kahire'ye iniyordu. Saikana vardığında gemileri ablukaya alındı. Top ve tüfenk
atışına tuttular askerinin çoğunu telef ettiler. Gemilerini zapt edip Ceyze'ye
götürdüler.
Velhasıl esir alıp, askerini de Bilbese gönderdiler. Paşayıda, İbrahim beyin çadırında misafir ettiler.
Ancak uslu durmayıp, Kölemenlerin aleyhinde olan, Kına'daki Osman bey'e gizlice
mektup yolladı. Yolda ele geçirilen mektup, Mısırlı komutanların eline geçti.
Bu vaziyet karşısında da Ali Paşayı Bilbes yönüne doğru gönderdiler. Yolda
kölemenlerin saldırısına maruz kaldılar. Kendi yâni Ali Paşa, kızkardeşinin
oğlu ve kethüdası ile yanında bulunanların pek çoğu öldürüldü. Mehmed Ali ağa,
İbrahim bey ve Berdesi Osman bey'in gü-veninielde etmişti. Almış olduğu
tedbirlerle Hüsrev paşayı Mısır'dan firara mecbur, Ali paşayıda katiettirmeye
muvaffak olmuştu. Hatta Elfi bey gibi bir kaç komutanı da çeşitli yollar
sayesinde baştan atabildi. Yeniçerileri Kölemenlere, Kölemenleri, Arnavutlara
musallat ederek pek çoğunu kırdı. Fn sonunda Berdesî'ninçok vergi koyması
yüzünden çıkan hoşnutsuzluk ve kargaşadan da istifade ederek hem Berdesi Osman'ı
hem de, İbrahim bey'in hânlarını kuşatma altına alarak onları da firara mecbur
kıldı. Bunların bir nevi bağlısı olan kölemenleri ise Arnavut askerlere
kırdırdı.
Mısır'da bağımsız bir vali olmak esas arzusuyken Ahmet Paşa ve
diğer vakaları göz önüne alarak bunu açıklamaktan çekiniyordu. Beylerin firarı
üzerine sekiz aydan beri hapiste olan Hüsrev Paşayı yanına alarak kale'ye
çekildi. Sonra Öz-bekiye'deki konağına geldi. Ahalide. Hüsrev Paşanın tekrar
vilayete gelmiş olduğu zehabına kapılarak tebrik etmeye koşar oldular. Hatta
Hüsrev Paşa bile bu zanda idiyse de, esas hâl öyle değildi. O arada^İskenderiye
muhafızı olan Hurşid Paşayı Mehmed Ali davet etmiş bulunuyordu. Hurşit Paşa;
Kahire'ye gelir gelmez, valiliği İlân edildi. Mehmed Ali'nin Istanbula
yazdırdığı dilekçede "Ali Paşayı öldürenlerin Arnavut askerleri olmayıp,
Kölemenler idi. Bu gaddarca muamele devlete bağlılıkları hasebiyle Arnavut
askerinin namusuna dokundu. Bunun üzerine onlarda kölemenleri perişan ederek
Mısırdan kovalayıp sürdüler." gibi ifadelerle vakaları anlattığı gibi,
Hüsrev Paşanın dahi 50 kese harcırah vermesiyle Rodos taraflarına
gönderildiğini ve kendisine bir mansıb ihsan buyrulmasınm faydasınıda
hatırlattı. Fakat Mehmed Afi ağa tazminatı pek güzel gizliyordu. Ancak, Ali
Paşanın idam olunduğu başkent tarafından duyulmuş, Mısır eyaleti de, Cezzar
Ahmed Paşaya tevcih olunmuştu. Cezzar ise; ölüm hastalığına tutulmuştu. Mehmed
Ali'nin bu arzı İstanbul tarafından hayretlerle karşılanmakla birlikte hemen
kabul edildi. Çok geçmeden Cezzar Ahmed Paşanın vefatı vukubuldu. Hurşit Paşa
Mısır'da yerleşti. Ne varki Kölemenler rahat durmama yolunu seçtiler.
Kendilerine celbetmiş oldukları Arab-larla birlikte, Mısır'ı tazyik altına
almaya başladılar. Mehmed Ali, kölemenler üstüne yaptığı saldırı ile bir güzel
bozguna uğrattı. Bunların kötülüklerini mahvettikleri gibi, köylülere de ağır
vergi yükünü tahmil ettiler. Yolları tuttular. Buna bağlı olarak, Kahire vasıta
ile gidilebilecek yer olmaktan çıkarılmıştı. Bilinmez şekilde yiyecek
fiyatları pek yükseldi. Hemen peşinden tabii olarakda mal sandığında sıkışıklık
arttı ki, Hurşid Paşa mali bir tedbir olmak üzere komutanların haremlerinden
birer mikdar cerime ala koyma garipliğinde bulunarak, konaklarına karakollar
koydu. Hurşid Paşanın valiliğini müteakip büyük Elfi bey ile Hasan bey
kölelerinden Osman bey itaat göstererek Elfi Bey Carca'ya, Osman bey ise Kına
sancaklarına tâyin olunmuşlardı. Elfi bey bu tâyin haberini alınca arz başka
davaya benzemez, diye Mısır'a gelmeğe kalkışarak, bir taraftanda İbrahim bey
ile Berdesî Osman'ın öte taraftan büyük ve küçük Elfi'lerin askerleri,
Kahi-re'yi sıkıştırmaya ve ahaliden vergi almaya başladılar. Mehmed Ali ağa
tabiatıyla, bunların üzerine yürüdü. Ancak başa-rıh olamadı. Beyler Mehmed Ali
ağayı Mısır'dan çıkarmak için gizlice Hurşid Paşa ile haberleşmeye geçtiler.
Esasta maksadın hakikisi kölemenleri Kahire ve Mısırdan çıkarmakti. Hurşid
Paşada ise bu kudret asla yok idi. Mehmed Ali ağa bu iş İçinde bir hiyle
düşünme yolunu seçti. Komutanlar ile barış yapma haberleşmelerine girişirken,
kendini de zayıf gösterme taktiğini seçti. Karşısındaki bey'lerin bütün ihtiyatlarını
terk ettikleri görüldü. Dört bin askerle Mehmed Ali tarafından sarıldıklarını
gördüler.
Şebrede meydana gelen şiddetli savaştan sonra bir baskın daha
verildi ve Kölemenlerin perişan olup, kaçacak yer aradıkları müşehade olundu.
Bütün bu başarı sadece Kahire'nin kurtarılmasına yetme neticesi vermişti.
Kahire'nin anbarı Sa-id ise, yine Kölemenlerin elinde kalmıştı. Kıtlık ve açlık
da yine başlamıştı. Hurşid Paşa ise hem Kölemenleri hem, Men med Ali'yi defetme
hülyasıyla bir takım gizli teşebbüsler de bulunmaktaydı. Mehmed Ali'nin
kölemenleri zorlamak için, Said taraflarına gitmesinden mütevellid, bu
vaziyetten istifade ümidine düştü. Fakat meselenin diğer bir garib tarafı da;
İstanbul'un Mısırdaki vaziyetten, bütün çıplaklığı ile haberdar olamaması
münasebetiyle Hurşid Paşanın Kölemenleri atarak, Arnavutlarla bağımsız olarak,
valilik yapmakta olduğunun zannını taşımalarıydı. İşte böyle kör döğüşü
esnasında, Hurşid Paşa, Mehmed Ali ağanın gücünü zayıflatmak maksadıyla,
Şam'dan biraz delil askeri getirtti. Bu askerin getirtil-mesinde; ki maksadr
sezen Mehmed Ali hemencik geri döndü. Tarihler bu sırada h. 1219/m. 1804
senesini göstermekteydi.
Hurşid paşa ise, delil askerini Mehmed Alinin üstüne göndermiş
bulunduğundan, yoldan geri dönmüş bulunan ağanın askerleri, üzerlerine gelen
askerle Tarah adlı yerde faca façaya geldiler. Delil askeri denenler hemen
saldırıya geçemedi.
Mehmed Ali hemen onlara seslendi: "Biz ulufemizi istemeye geldik.
Kimse ile alış verişimiz yoktur" dedi. Onların cevabı da "öyleyse
bunlara ilişmeyelim" demek oldu ve kenâra çekildiler. Mehmed Ali ve
askerleri böylece Kahire'ye girmeye muvaffak oldu. Mehmed Ali doğruca
Özbekiye'deki konağına gelip oturdu. Hurşid paşa, şeyhleri, ocaklıyı onunla bir
araya gelmekten men etti. Bu esnada Elfi Mehmed Bey'inde askerleri Ceyze'ye
geldi. Öte taraftan Mısır ahalisi Camiül Ezher'de toplanarak valiler tarafından
yapılmakta olan zülumlardan, feryadlar içinde şikayetçi olduklarını ortaya
koydular. Halbuki; Mehmed Ali'nin Cidde valiliği gelmişse de bunu Hurşid
paşanın sumen altı ettiği görüldü. Hurşid paşa şehre inince Mehmed Ali, yanma
giderek hilat giydi. Atına binip giderken askerler hücum ederek ulufe
istediler. Mehmed Ali: "İşte paşa buradadır. Diye atını sürdü. Ahaliye
altun ve gümüş serperek gitti. Asker Hurşid paşayı sardı. Paşa büyük zorluklar
karşısında kalarak kaleye çıkabildiysede ertesi gün halk sokaklara dökülerek
"Bu zâlim valinin elinden fer-yad! diye bağırıştılar.
Az sonra da, bir çok kişi mahkemeye toplandı. Mehmed Ali'ye
müracaat ederek, Hurşid paşayı istemediklerini ifade ettiler. Mehmed Ali de,
kimi istersiniz? Diye sorunca: "Seni dediler. Çünkü sende hayır ve adalet
görüyoruz Mehmed Ali evvelâ pek istermiş görünmeyecek davranış sergiledi. Daha
sonra rıza gösterdi. Daha sonra kürk ve kaftan getirilip, me-şayih tarafından
giydirildi.
Mehmed Ali güzel bir manevra çevirmeyi bilmişti. Hurşid Paşa: Hâla
beni padişah nasbetmiştir. Ben, fellahların emri ile mazu! olamam. Padişahın
emri ulaşmadıkça vâliliktende ayrılmam diyordu. Ertesi gün kaleyi kuşatarak bir
ay sonra vezir tepesine toplan çevirip tepeden de yine toplarla sıkıştırmağa
başladı. Halbuki devlet tarafından haremeynin muhafazası en önemli mesele sırasına
geçmişti.
Mısır'da; yaşanmakta olan bu olaylar artık endişelere düşülmeye
yolaçtı. En sonundada İstanbul'dan Mehmed Al-
i'nin; Paşa ve Misir'a vâii olarak nasb olduğunu âmir fermanın
gelmesi ve bu, fermanın Özbekiye'de okunması gerçekleşti. Artık Hurşid paşaya
kaleden çıkmak Bulak'dan bir vapura binerek Kahire'den ayrılıp gitmek gerekti,
o da zaten öyle yaptı. H. 1220/M. 1805'te bu işler olup bitmişti.
Karışıklıkların BirıbiriniTakibi
Mısır meselesinin geldiği bu vaziyet esnasında, rumeli ve de
anadolu'da da bazı pek önem arzeden vakalar, husule gelmekteydi. Tepedelenli
Ali Paşanın Rumeli valiliğine tâyin olunmasını eşkiya büyük bir ürkeklikle
karşıladı. Bu tâyin karşısında bir kenara çekilip sakin duracaklarına dair söz
vermelerini de intaç etmişti. Tepedelenli Ali Paşanın bu tayini Rumeli ayanı
arasında bulunan Tokatçıklı isimli biri tarafından itirazla karşılandı.
Mutedil ve münsif, yâni pek insaflı birini tâyin etmelerini ve yanına
verilecek, bir başbuğ ile haydutların yok edilmesini deruhde edeceğini ileri
sürmüştü. Bu itirazıda ne hikmetse makul bulunup Rumeli eyalet valiliğini de
Vezir Vâni Mehmed Paşaya İhale ettiler. Tirsiniklioğlu bu vakada yararlıklar
gösterek eşkiyadan Molla İbrahim ile avenesini ve ileri gelenlerini öldürdü. Fire
ve Malkara taraflarındaki eşkiyanın takip edilmesi için, bir deneme olmak
üzere bu sefer nizamı cedid askerinden biraz süvari birazda piyade yolladı.
Nizamı cedid'in yapacaklerını herkes merak etmekte olduğu gibi
bizatihi kendilerini de pek çok kişi görmek istiyordu. Hatta bazı elçilikler
özel vazifeyle adam gönderme yoluna dahi gittiler. Hakikattende; bunların itaat
açısından olsun davranışlarından olsun, pekçok kimse memnun kaldı. Hele Ballı
köyündeki, çarpışma esnasında muzika çalatak, manevralar yaparak eşkiyanında
perişan edilmesini sağladılar. Ne varki Mısır'daki gibi, Rumelide de bir Mehmed
Ali daha ortaya çıkmak üzereydi. Tepedelenli, Toska taraftarı hanedanların
teker teker mahvını temin ederek Yanya civarında bağımsızcasına bir şekli idare
kurmuş gibiydi. Onbeş seneden beri kendisine karşı koymakta olan Solyut ve
Çamlık beylerinide yıldırmıştı. Artık arada sırada babıâli'den gelen emirlere
de, kulak asmamaya başladı. Anadoluda da böyle önemi hâiz vakalar çıkmağa
başladı. Rumelinin belalısı iken, anadoluya çekilen Gürcü Osman Paşanın
delibaşı'sı Ömer Paşa Kayseriye, Gürcü Paşanın kendisi de Erzurum vâliliğiy-le
gittiğinde Murad paşa tarafından tutularak hemen orada, Karahisarı Sahip
sancağı mutasarrıfı Halil paşa'da kendi sarayı içinde İdam edildiler. Cezzar
Ahmed paşanın ölümü ise Suriyede de bazı meselelerin çıkmasına fırsat verdi.
Şeyh Ta-ha adlı biri Cezzar'ın zindana attığı İsmail paşa adındaki birini
ordan çıkararak dairesini ona teslim ve de, güya Cezzar makamını ona vasiyet
etmiş gibi İlânatta bulundu. İsmail paşa Cezzar'ın elbiselerini giydi.
Hazineyi idaresi altına alıp, askerin maaşlarını dağıtarak, onları da kendini
destekler duruma getirdi. Öte yandan Halep valisi İbrahim Paşa Cezzar'ın
vefatını duyunca da hemen Şama geldi. Burada Cezzar'ın ölmeden önce makamı
kendisine vasiyet ettiğini ilân etti. Hakikaten de, İstanbul'dan gelen
fermanda Hicaz seraskerliği, Şam, Trablus ve Sayda eyaletlerini İbrahim paşa
yönetimine verildiği yazılıydı. İsmail paşa ise, zaten kaçak biriydi. Devlete,
mesele çıkarmama, Cezzar'ın mallarını teslim eder, Ak-kâ'dan çıkıp gittiği
takdirde, kendisine Anadolu topraklarındaki istediği eyalet vezirlik rütbesi
ile verilip, yapmış olduğu suçlarda affa tâbi tutulacaktır diye, İbrahim paşa
tarafından bildirim yapıldı.
Ne varki İsmail paşa kulak asmadı. Bunun üzerine kale kuşatıldı.
İsmail paşa eğer Sayda eyaleti üzerinde bırakılırsa Cezzar'ın bırakmış
olduklarını vermeğe amade olduğunu beyan etmişse de, bir cevap verilmemişti.
Cezzar'dan arta kalan 75 bin yaldız altunu, bin keselik akça, bir çok eşya ve
haberleşme yazıları, kaptan paşa ile İstanbul'a yolladıysa da, kaptan
Abdülkadir paşa'nın bu husustaki tavassutu hoş görülüp Bursa'ya, İsmail
paşa'nın yerine de Cezzar'ın kethüdası, Süleyman paşa tayin olundu. Süleyman
paşa Akkâ üzerine gittiğinde İsmail paşanın askerini bozup, kendisini firara
mecbur kıldı. İsmail paşa daha sonradan zindan arkadaşlarından biri tarafından
teşhis olunarak, Süleyman paşaya teslim edildi. Süleyman paşa, İsmail paşayı
bir gemi ile İstanbul'a gönderdi. Ne var ki paşa gemide katlolundu. Beri yandan
Vehhabilerin meydana getirdiği mesele, gittikçe büyüme istidadı göstermekteydi.
RumrJideki eşkiya takiblerinin netice vermeye başladığı görülmüş, Kömelince
ayanı Süleyman'ın yakalanıp idam edildiği görüldü. Karadağlılar ise bir kıyam
daha başlattılar. Podgoriçe üzerine yürüyüşe geçtiler. Sırplılara Rusların
yardım ettiği pek açık bir hale gelmişti. Karayorgi çetesinin günden güne
genişlediği rahatça anlaşılır hâle de geldi. Aynı zamanda Bosna valisi Bekir
paşa, Böğür-delen kalesi yakınlarında Sırp Kenzleri de denen bir takım Sırp
İdarecilerini yanına getirtip, kıyama geçme hususundaki sebebi sual etti. Bu
sual karşısında Kenzlerin cevabı: Belg-rad'da dört tane dayı'nın zülmundan
şikayetçi olmalarıydı. Paşa gayet kurnaz bir tutum takınarak, Beîgrad kalesinde
bulunan Arnavut sekbanbaşılardan Koşancalı Halil ağa'yı ele aldı. Halil ağa,
Bekir paşaca gönderilen dört aayının teslimi hakkındaki, emirnameyi aldığı
sırada aşağı ve yukarı kaleleri zapt etti.
Dayılar, Adakalesine kaçtılarsa da, yakalanıp ioam olundular.
Halbuki Sırpların ihtilâli Rusların körüklemesi ile alevlenmekteydi. Kara
Yorgİ beri taraftar Pasbanoğlu ile barıştı. Drina nehri boyunca yürüyüşegeçti.
Karadağlılar da isyan işinde pek gecikmeyip, hemencik harekete geçip, Rus bayrağını
omuzları üstünde yükselttiler. 1219/1804 tarihi bunların şahidi oluyordu.
1219/1804 senesinde avrupadaki siyasi ahvalde meydana gelen büyük bir
değişiklikte son derece dikkat çekicidir.
Napolyonun birinci konsül olarak görev yaptığı, sistemin diğer iki
konsülü adetâ mel'un gibi görevde tutulmaktaydı. İşte bu sırada Fransız
anayasası dördüncü defa olarak, değiştirilmeye tâbi tutulmuştu. Teşrii
kuvvete, Şura-i devlet, he-yet-i kanuniye, Tiribüne ve senato adlarıyla dört
meclise daha işlerlik kazandırıldı. Fakat Bonapart 1. konsüllüğünü gelecekteki
emellerine göre idare ederek, büyük inkılabı muvaffakiyetle sonuçlandırmak
için, üzerinde bulunan kuvvetli hükmetmek şansını ailesinin de miras olarak
alabilip kullanabilmesi için kendisine yeni bir unvanı bulup vermelerini istedi.
Kral denmesi yıkılan idareyi hatıra getirdiği için hoşlanmıyordu. İmparatorluk
unvanı ise, hâli hazır duruma uygunsa da, ayrıca Fransızların gururunu
okşayabilirdi. 1804 senesi nisan ayının 23. günü, Tribüne meclisi azasından
mösyö Küre adlı biri:
"Hâlihazırda 1. konsül olan Bonapart'm, Fransızların imparatoru
ilân edilmesini ve imparatorluk şerefinin, hanedanına miras olarak
kalması" teklifini yaptı. 30/nisan/1804'de bu teklif gündeme alınıp,
münakaşa mevzuu yapıldı. Mösyö Kure'nin bu teklifi kabul edildi. Teklifin
Senato'ya gönderildiği görüldü. Senato ise, şura:i devlet tarafınca ayan
kararı ile bunun genel oylamaya tâbi tutulmasını tensib eyledi. O gün Napolyon
Bonapart fransızların imparatoru unvanını alarak, genel oylarda, 2569 muhalif
oya karşı 3. 572. 329 reyle tasdik edilmiştir.
Aradan vakit geçtikçe; kanun meclisine ait maddelerin adi
iradelerle veyahut kendi iradelerinden farkı olmayan âyanların kararı ile çıkar
oldu. Her iki meclisi nizamın tamamlanması için bıraktı. Daha sonrada meclisi
kanun yapmak için senelerce toplamadı. Tribuna (meclisi) 1807 senesinde ortadan
kaldırılma yoluna gidildi. Artık Napolyon'un iradesi kanun yerine geçer oldu.
Napolyon'un Fransızların imparatoru olarak ilân edilmesi, İtalya üzerinde
gasbiyeti bulunması, bilhassa Burbon hanedanındaki Dük Daniken'in hiyle ile
Straz-burg yakınlarında bulunan Etenhaym şatosundan zorla kaldırılarak fesad
başı olarak ithamı ile gizlice bir divan-ı harpde savunmasız olarak yargılanıp
da ertesi gün kurşuna dizilmesi şeklinde gelişen olayların gizliliği Avusturya
ve Rusya'yı birbirlerine yaklaştırdı. 1804'de yapılan bu iki devlet arsındaki,
gizli antlaşmaya bir yıl sonra İngilizlerde iştirak eyledi. Bu üçüncü olarak
anlaşmış bir heyet olmuştu. Ruslar, Napol-yon'dan Hollanda ve İsviçre'nin
istiklâlini tastık etmesini, Ha-nover'in boşaltılmasını, Piyemonte kralının
makamına iadesini talep etti. Napolyon ise, tam aksine imparatorluk unvanını,
İtalya kralı unvanını eklediği gibi bukrallığı Hidiv unvanıyla oğlu Ojen
Boşerane'ye verdi. Bir kaç gün sonra Ceno-va ile Likori'yi Fransız
imparatorluğuna ilhak, Luk'u ve Pi-ombino'yu prensiliğe yükselterek eniştesi
Bakşiyoşi'ye hediye etti. Bu arada savaş kokulan da, yayılmaya başladı ve İngiltere
hükümetinin başında ise, yine mösyö Pit bulunmaktaydı. İngiltere, Rusya,
Avusturya, Napoli, İsveç'den meydana gelmiş bulunan birleşmiş bir güç harekete
başladı. Fakat, Prusya kralı Fredrik Gilyom tarafsız kalmayı yeğledi. Az önce
görmüşidik ki Fransa ile Osmanlı devleti arasındaki sulh antlaşması kati olarak
imzalanmıştı. Ancak bu antlaşmanın hükümleri Osmanlı devletinin, Fransa ile
Avrupa devletleri arasında çıkacak savaşlarda Fransızların, taraftarı olacağı
anlamına gelmiyordu. Bu bakımdan İstanbul sefiri Brun'un babıâlide yaptığı
teşebbüslerin ittifakla ilgili olanları netice vermedi. 1805 senesi ocak ayının
30. günü Napolyon, 3. Se-lim'e şöyle demekteydi: "sen bir gün rumlann
yardımını kendilerine celb ettikleri halde bir rus donanmasının ve ordusunun
gelerek İstanbul'u istila edeceğini görmiyecek kadar körmüsün? Selim uyan,
dostlarını vekiller heyetine getir, hâinleri uzaklaştır, Fransa Prusya gibi
dostlarına itimat et." Mösyö Brun; bu birleşmeyi husule getiremedikten başka,
Napolyon'un imparatorluk unvanını dahi babıâliye tasdik ettiremediğinden Mösyö
Rofen'i maslahatgüzar sıfatıyla bırakarak ülkesine döndü. Fakat, İstanbul'da
bulunan Rusya elçisi İtalinski ile İngiltere sefiri Staratton birleşmiş
devletler adına babıâli'yi yönlendirmeye çalışmaktaydı. Napolyon'un bu sırada
müttefik devletler ordusuna Osterlİçte İndirdiği darbe, İstanbul'da bir saika
gibi patladı Bu zaferi Presburg muahedesi takip ettiki, önemli maddelerinden
biride, Fransızların İtalya krallığı adına olarak Venedik eyaletinin kendi hesaplarına
olarak, İstirya ve Dalmaçya'nında sahibi olduklarını kabullenmiş olmasıydı.
Fransızlar yine Osmanlılarla hu-dud komşusu oldular. Fransız tarihlerinin
anlattığına göre 3. Selim iki hristiyan hükümetine darbe olması bakımından
memnun fakat Österliç savaşının doğuyu alakadar eden tarafı yüzünden,
endişelenmeğe düşmüştü. 1221/1806 senesinin haziran ayında, fevkalade bir
elçilik heyetini Fransaya gönderdi. 3. Selim, Fransa'y1 Osmanlı devletinin en
eski, en sadık, en ihtiyaç duyduğu müttefiki olarak kabul ettiğini bildirmekten
duyduğu memnuniyeti ifade ederken, Napolyon ise bu ifade karşısında
"Osmanlılara gelen, hayır'da şer'de aynen Fransızlarındır." Dedi.
Giden bu heyet Muhib efendinin başkanlığında idi. Çok az sonra Mevkufatçı
Mehmed Emin Vâhid efendi görevine ilaveten verilen nişancılık rütbesi ile
birlikte murahhas elçilik verilmek suretiyle gönderilmiştir ki, Rusya'ya karşı
ilân edilen harp tarihine rastlamıştı.
Tarih-i Cevdet diyorki: Bizim tarihlerde ise, şöyle bir izahla
karşı karşıyayız: Mülakat günü, Muhib efendinin Napolyon'un huzurunda beyan
edeceği nutkun resmi sureti önceden tetkik olunmak üzere istenildiğinden
padişahın mektubunda yer alan lakablara göre, uygun olarak kaleme almış olduğu
nutkun bir sureti gönderildiğinde, bu nutuğun içinde Napolyon'un, yalnızca
imparatorluğu yer almış olup, İtalya krallığı yazılı bir yer görünmüyordu.
Bunun da yazılmasının gerekeceği Taleyran tarafından İşaret edilmişti. Esasında
İtalya krallığının tasdiki, Osmanlı devletinin, Rusya ve İngiltere
devletleriyle olan ittifakına, aykırı olmak düşüncesine ve kendi talimatında
buna dair bir şey yazılmamış olmasına bi-naende Muhib efendi bunu söylemeye
cesaret edememiş şimdiye kadar bu iki devlet arasında geçen bahislerde imparatorluk
unvanına dair ve de, İtalya krallığına ait bir bahis geçmediğinden padişahın
mektubunda yer alan lakablardan, fazla bir ilavede bulunamayacağını da ifade
ederek, özür beyan etmiştir. Öte taraf ise ısrar edip, hattâ önceden Napolyon
tarafından İstanbul'a elçi tayin olunmuş Sebastiyanj, bir kaç kere bu husus
için Muhib efendiye gelip gitmiş ve de sonunda, İtalya krallığı unvanını
eklemeyi yapmaz ise, imparator ile görüşemeyeceğini belki hemencik savaş edip
Dal-maçya'daki Fransa ordusunun İstanbul'a yürüyeceğini söyleyerek Muhib
efendiyi tehdid altına almıştı. Muhib efendi mazeretinde sabit kadem olunca bu
istektende vazgeçerek, "Garbın yıldızı ve bütün maliklerin hâmisi"
şeklindeki, unvanların ilavesi teklif olunmuşsa da, Muhib efendi padişahın
mektubunda yer alan lakablardan başka bir lakabı asla ilaveye niyeti
olmadığını söyleyince bu isteklerden de vazgeçilmişti.
Fakat, alay halinde Napolyon'un yanına gidilirken, Fransız
teşrifatçı, arabanın sağ tarafında ve Muhib efendi onun solunda oturmuştu.
Napolyon'un huzuruna çıkıldığında da, odanın üç tarafında temenna etmek için
şimdiye kadar Osmanlı sefirlerine yapılmamış muamelelerin teklifi edilmişti.
Muhib efendi ise; şimdiye kadar riayet olunmuş usûl dışında herhangi bir şey
yapmayacağını söyleyerek: Bu alay eğer teşrifatçı içinse bizim alayda
bulunmamıza lüzumu yok, hemen nâme-i hümayunu ve tercümanı alır giderim
şeklinde cevab vererek teşrifatçının sol tarafa oturmasına karar verilmiştir.
Bu sıralarda Napolyon, Ruslarla bir antlaşma yapmış bulunduğundan
Osmanlı devleti tarafından yanına elçi göndermekten maksat bir gösteriş
sergilemek böylece Rusyaya korku vererek ingilizlerden ayırabilmek,
düşüncesinde başarılı olmak şeklindeki bir antlaşmaya mecbur kılmaktan ibaretti.
Bu hâl sonradanda sabit olmuştur.
Gaile'ler
1220/1805 senesi başlarında husule gelen olayların yanında,
Sırbistan ihtilâlinin çok dikkat celbedici yanlan vardır. Reis Kara Yorgi
kendisine Sırp Gospodariığı unvanını vererek istiklâlini ilâna kalkıştı. Kara
Yorgi, Sırpların bağımsızlığını Osmanlı devleti tanıma yoluna gitmedikçe,
silahlarını bırakmayacağını beyan etti. Bosna civarını çiğnemesine rağmen
üzerine asker yollanamıyor, Karadağ ve Akdeniz sahili adalarında yaşamakta
bulunan Rumlar dahi müttefikimiz Rusya-nın parmağında oynamaktaydı. İhtilâle
dair hareketlerin içinde yer alıyorlardı. Rusların hareketli parmağı Gürcistan
taraflarını da karıştırmaya muvaffak oluyordu.
Tiflis hânı Erekli 1214/1799'da öldüğünde topraklan Rus ülkesine
ilhak edilmişti. Osmanlı devleti, Rusya ile Fransa aleyhinde olmak üzere
ittifak halindeydi. Bu sebebten yapılana ses çıkaramadı. Artık sıra Mengli hân
idaresindeki Gürcistan'ın diğer parçasına gelmişti. Biz iki taraftanda sıkışmaya
maruz kalırken, iç işlerimizde yeniçerilerin, nizam-ı cedide olan
düşmanlıkları kendini gösteriyordu. Vehhabilerin ortaya koyduğu feci hallerden
dolayı, Mekke-i Mükerremeye hacılar gelemediği gibi Mekke ahalisi de, Arafata
çıkamıyor-lardı. Kürdistan taraflarında, Baban mutasarrıfı Abdurrahman Paşa
isimli biri de Kev Sancağı mutasarrıfı Mehmed Paşayı idam ederek Bağdad Valisi
Ali Paşanın adı geçeni cezalandırmak üzere askerini mağlup etmesi üzerine,
İran Şahına iltica ederek, Bağdat ile Tahran arasının münasebetleri şeker renk
oldu.
Mısır eyaleti ise, Kavalalı Mehmed Ali Paşanın hükmüne giriyordu.
Mehmed Ali; Mısır eyaletini yakalamakla birlikte, Mısırlı komutanların herhangi
bir taarruzundan emin değildi. Bunlar üzerlerine gidildikçe çekilir, avdet
olundukça harekete geçer takımından olduklarından Mehmed Ali Paşa bunları
akıllı müslümana yakışır tarzda bir hileyle avlamayı başardı. Güvendiği Arnavut
askerlerin bazılarına da aldığı tertibatı anlatarak, bunları Mısırlı
komutanlarla belli etmeden savaşa gönderdi. Kölemen Beyleri bu hileyi sahih
olarak belleyip, kandırıldıklarını anlayamadılar. Mehmed Ali'nin yaptığı hileli
düzenleme şöyleydi: Mehmed Ali Paşa Halic'in ağzına çıktığı esnada Kölemenler
aniden Mısır'a dalacaklar, filan gurup falan yerde, falan gurup filan yerde
bulunacak. Bu tuzağa Ka-hire'den Mehmed Ali Paşaya aleyhdar olanlar dahi
inanmıştı.
Cemaziyelevvelin 20. günü Mil sakin olduğundan herkes gezmeğe
çıkmıştı. Mehmed Ali Paşada Hisar nahiyesinde çadır kurdu. O gün; Kölemenlerin
bir bölümü dağın ardından hareket etti. Yolcular Süveyşe çıkamadı. Her ne ise;
Mısırlı komutanlar Nevah-i Hüseyniye geldiler. Buradan da, Baba Fettah'a
ulaştılar. Bekçiler yoktu. Bazıları bunları tanıyıp kapıları açtılar. Bir çok
Kölemen kumandan ve asker içeri girdiler ve o ortalıkta, Mehmed Ali'nin
askerlerinden bir kişi bile, görünmüyordu. Bunlarda korkusuzca yükleri ile
eşyaları beraberlerinde olduğu halde yürüdüler. Atıfet ül Haratine denilen
yerde ikiye ayrıldılar. Hasen memleketinden olan Osman bey gurubunun Camiül
Ezhere, diğer fırka ise, Derib-i ahmer tarafına yöneldi.
Buraya geldiklerinde aniden bir ateş salvosu başladı. Ne tarafa
kaçsalar, ne tarafa koşsalar kurşun yağmaktaydı. En sonunda Berkuk Camiinde
toplandılarsa da çok geçmeden esir düştüler. Osman bey gurubu ise kaçmağa yüz
tuttu. Fakat yolda Arnavutlar hepsini soyup soğana çevirdiler. Elli kişi
kadar insanın kafalarını kestiler. Geri kalanlarıysa yalın ayak, başıkabak
olarak döğe söğe Ozbekiye'ye getirdiler. Bunlar arasında meşhur komutanlardan
beş-altı kişi ve hayli de kâşif var idi. Çoğu idam olundu. O dönemin
adetlerinden olarak, başlan soyularak derilerinin içine saman doldurulup
İstanbul'a gönderildi. Mehmed Ali bu sırada Hurşid Paşa devrinde Şam'dan gelen
delil askerini de sürüp, Mısır hududia-rından çıkardı. Şark cephesinde bütün
bunlar olurken Balkanlarda Osmanlı devleti Sırplara bazı imtiyazlar tanıma
politikasına eğilim göstermişse de, Kara Yorgİ bağımsızlıktan başka hiç bir
imtiyaz kabulüm olmaz demekteydi. Öte taraftan şehzade Sultan Mustafa'ya
mensup olanlar nizam askeri aleyhine hareketleri körüklemekteydiler. Bunlardan
biride Trabzon valisi Tayyar Paşa idi. Paşa adeta isyan etmişti. Eski sadrazam
Yusuf Ziya Paşa hizaya getirmek üzere vazifelendirildi. Tayyar mukavemet edemeyeceğini
anladığında Rusya'ya kaçmak yolunu seçti. Bizim dış siyasetimize gelince; bir
tarafımıza Rusya, İngiltere diğer tarafımızda da Napolyon askıntı olmuşlar bizi
çekiştire çekiştire bir yerlere götürmeğe gayret sarfediyorlardı. Sonunda
Ruslar daha becerikli çıkıp,dokuz sene için bilinen muahedeyi yenilediler.
Ayrıca on gizli maddeyi daha kapsayan başka ve de gizli bir antlaşma İmzalandı.
Avrupa Ahvâli
Avrupa ise; gerek kara gerekse deniz savaşlarıyla vakit
geçiriyordu. Amiral Nelson, Fransız amiral Vilnov'un donanmasını Trafalgar
açıklarında yenip, kendisini de esir aldı. Ayrıca Nelsonda yaralanmıştı, daha
sonra bu yaradan öldü. Napolyon'da Ülm'da parlak bir zafer kazanarak otuzüçbin
kişi, altmış top, kırk sancak ile Avusturya generali Max'ı esir aldı. Çar 1.
Aieksandr'm ordusunu püskürterek Viyana'ya girdi. Brün'de de genel karargahını
kurdu. 1805 senesi aralığında da Österlichte müttefiklerin ordusunu perişan
ederek 20 bin esir, 45 bayrak, 146 top
ele geçirdi. Ruslar Polonya'ya çekildiler. Avusturya imparatoru 2. Jozef,
antlaşma istedi. İngiltere başvekili Wilyam Pit bu savaşların tevlit ettiği
üzüntüler neticesinde öldü. Mütarekeyi takip eden Presborg antlaşması
Avusturya'yı İtalya ve Almanya'dan çıkarıyor, "Mukaddes Cermen Roma imparatorluğu"
denilen eski heyete nihayet veriyordu. İtalya krallığı Venedik eyaletini,
Fransa ise, Triyestenin içinde olmadığı İstirya ile Dalmaçya'yi alıyorlardı.
Österliçh zaferinin haberi; Rusya ile yapılan 2. ant-laşma tasdiknamelerinin
babıâlide mübadele edilmesinden, bir gün sonra gelmiştir. Österliçh savaşının
neticesinden Osmanlı devleti siyaseti haylice müteessir oldu. Napolyon, kazanmış
olduğu bu savaşın galibiyet haberini, özel bir vazifeli göndererek bildirdi.
Tarihlerimizin bildirdiğine göre aynı zamanda Ruslar sulha eğilim
göstermezlerse, Lehistan'a saldıracağını haber vermiş, devlet de, bu ana
kadar, Fransa imparatorluğunu tasdik etmediği halde, bu sefer cevab olarak
yazılan padişah mektubunda imparator unvanı gayet tumturaklı sözler kullanılarak
konmuştur. İstanbul'a gelen özel memurla yapılan, gizli bir toplantı da
Osmanlı devletinin ülkesinin bütünlüğü, Rusya'yla Eflak ve Buğdan için
yapılmış kötü şartların kaldırılması, İstanbul'a elçi gönderilmesi gibi hususlar
konuşulmuş, reisülküttab (hariciye bakanı) Vasıf efendinin boşboğazlığı
yüzünden vaziyet Rus elçisine ulaşiverdi. Bu vaziyet karşısında; Rus elçisi
İtalinski macerayı anlamak ve İngiliz elçisinin Osmanlı devletini eski
antlaşmayı yenilemek için tazyik etmekteydiler.
Napolyon, ne Rusları nede Avusturyalıları İstanbul'da görmek
istiyordu. Prosburg antlaşmasıyla, Venedik ve Dalmaç-ya'yı aldığı gibi Rusları
da durdurmak için, general Sebasti-yani'yi İstanbula gönderdi. İki devlet-i
muazzama hakkında gösterdiği şu önlemler, kendi imparatorluğu namının kıymeti
için gelecekte, Osmanlı devletinden bir şeyler kapabilmek için, olduğu pek
umulmaktaydı. Muhib efendinin; Paris'e elçi olarak gönderilmesi, Fransa sefiri
Rofen'in tavsiyesiyle vuku-bulmuştur. Efendi; hem Napolyon'un imparatorluğunun
tasdiki hem de dostluğu pekiştirmek maksadıyla gidiyordu. Özel talimatına
gelince: Parisdeki müzakereler sırasında, Osmanlı devletine zarar verici
şartlarının ortadan kaldırılması zaman ve kefalet adıyla Rusların, Buğdan ve
Eflâk üzerindeki müdehale hakkının kaldırılması, Korfu, Karadağ ve Akdeniz
sahilleri ile Cezayir'i ve ahalisini sahiblenmekten vazgeçmesi vede Gürcistan
bölgesini ifsad etmekten el çekmesi gibi maddelerin, Napolyon'un himmetiyle
meydana getirilmesi hakkında teşebbüsde bulunmakla alakalıydı. Islavlar başlığı
altında yazdığımız fâide bölümümüzde de gösterdiğimiz gibi Ruslar, Sırbistan
kıyamına doğrudan yardım ediyorlar, Avusturyalılarda yiyecek ve giyecek
veriyorlardı. Diğer taraftan Ruslarla İranlılar arasında, muharebe zuhura
geldi. Fettah Ali Şahın veliahdi Abbas Mirza mağlup olmuş böylecede Azerbaycan
topraklarına tecavüz etmişlerdi. Napolyon önüne çıkan bu fırsattan istifadeyle
ruslann aleyhine olmak üzre, gerek Osmanlı devletini gerekse de, İran'ı sevk
etmek arzusuna uygun olarak, üçlü bir ittifak kurma teklifini babıâliye bildirdi.
Devlet; Refii efendiyi İran'a yolladı. Bu ehliyetsiz adam ittifak
gerçekleştireceğine, Fransızların aleyhinde ağzına geleni sıraladığından
vazifesi başarı ile bitmedi. Meseleye birde ayrı bir gariblik getiren husus,
Baban mutasarrıfı Abdurrahman Paşanın İran'a sığınması hasebiyle, İran şahının,
Paşayı yine Kürdistanda tutmayı sağlamak için, tehdidkârane teşebbüslere
girişmesi ve bundan sonra, Bağdad valisi Ali Paşanın kızgınlıkla oniki bin
kişiyle ve babıâliden izin almadan İran'ın üzerine yürümesidir. Yukarıdaki
duruma benzer bir olayda Ragüza taraflarında vukubuldu. Bilindiği gibi Prosborğ
antlaşmasıyla; Fransa, Dalmaçya, Kataro ağızlarına sahip hale gelmişti.
Kataro'da bulunan, Avusturya kumandanı Fransızların gelmesinden evvel,
Korfu'da bulunan Rus amirali ile anlaşarak limanı ona teslim etti. Bunun
üzerine Napolyon, Dalmaçya'da bulunan askerlerinin kumandanı Laristona,
Dubrovnik cumhuriyeti içlerinde ilerliyerek Ragüza'yı istila etmesi emrini
verdi. Adı geçen komutanda aldığı bu emri tatbik ederek Ragüza'yı istila etti.
Bu haber Bosna Valisi Hüsrev Paşa tarafından babıâliye duyurulunca da büyük heyecana
sebeb oldu. En önce Rusların, Sırp ve Karadağlı'lan, tahrik etmeleri, ittifak
hükümlerine aykırı davranıştı. İkinci olarak da; dostluk hisleri gösteren
Mapolyon'un, uzun zamandan beri Osmanlı devletinin himayesi altında bulunan
adı geçen Ragüza cumhuriyeti ile Dalmaçya arasında bulunan, Hersek sancağını
çiğneyerek geçmesi bu heyecanı da haklı kılmaktaydı. Ancak Fransa
maslahatgüzarı Rofen, yeterlice teminat verdi. Ruslar, Ragüza'nın zaptı
üzerine Kataro'ya harp gemisi değiladi gemilerle boğazlarımızdan geçerek,
ittifaka aykırı olarak Korfu'ya taşıdıkları askeri dökerek binikiyüz kadar
Karadağlı ile beraber bahse konu şehire hücumda bulundularsa da, Dalmaçya'da
bulunan general Moli-tor, dörtbin kadar askerle yetişmiş ve bilhassa
Karadağlıları bir güzel ezmİşse de fakat zavallı Ragüza cumhuriyeti bir daha
belini doğrultamayıp, mahv olarak Venediğin yanına gitti. Takvim bu arada
1220/1805 yılını gösteriyordu. Rusyanın Paris'de bulunan siyasi işlerin memuru
Baron Obril ile Fransa harbiye Nâzın Klark'la arasında bir antlaşma imza
ecTildiki bunun adı İbrail antlaşması olmuştur. Bu antlaşmanın gereği Ruslar
Cezayir adaları müstakilliğini tanımış olmakla beraber Kataro'yu Fransızlara
terke mecbur kalıyor ayrıca Ragü-za'nın Osmanlı devleti kefaleti altında olarak
yeniden İstiklâ-liyetini tanıyor, Rusya ile Fransa, Osmanlı devletinin istikiâli-yet
ve ülkesinin bütünlüğünü de teminat altına almış oluyorlardı. Pekâla
anlaşıhyorki, bu antlaşma mucibince Ruslar Ak-denizi terk edip, Karadeniz'e
çekilecekler ve Osmanlı vilaya-tında tahrik ve idlal etmekten geriye
kalmayacaklardı. İngiliz başvekili Mösyö Pit'in ölümü üzerine yerine sulh sever
bir siyasetçi olan mösyö Foks geçti. Napolyon'a düşende bu anlayışla dolu
adamın, İngilteresi ile sulh müzakerelerine girmesi hususuydu. Ancak Rusların
memuru Dük Dobril'in, Fransızların ünlü hariciye nâzın Taleyran'ın kandırması
yüzünden imza ettiği antlaşmayı Çar 1. Aleksandr kabul etmedi. Fransa'nın
İstanbul elçisi Sebastiyani bunu babıâli'ye bildirdiği sırada: "Ruslar bu
antlaşmayı, devlet-i âliye lehine oldu diye kabul etmediler. Ruslar, ne Osmanlı
devletinin ne de, Ragüza'nın istiklâlini istiyorlar. Ruslar asla Osmanlı
devletinin kudret ve kuvvet kazanmasını istememektedir. Onlar Osmanlı
topraklarında karışıklıklar çıkarmak, meydana getirilecek nifak ve şikakla
devleti zayıf düşürecek, şeklin taraftarı olduklarını isbat ettiler."
Demek istemişti. Kullanılan bu anlatım, Napolyon'un Osmanlı devletini
Ruslardan ayrı düşürme politikasına pek uygun geiivermesiydi. Öte tarafdanda,
sulhsever İngiliz başvekili mösyö Foks'da, bu arada fâni hayattan çekilmiş,
ölüler mezarlığındaki yerine konmuştu. Müzakereler sırasında Napolyon'un,
Hanoveri işgal etmek arzusunda bulunduğunu İngiliz murahhasına kaçırılan söz,
Prusya kralı 3. Fredrik Gilyom'un hiddetlenmesine, asker takımının galeyana
gelmesine sebebiyet verdi. Böylece de siyasetin ufkunu yine kara bulutlar
sardı.
Prusya devleti, meydana getirilen, 3. birleşik devletler heyetine
girmemiş olmanın verdiği pişmanlıkla, bu defa kurulmaya başlanmış, 4. heyete
girmeğe adetâ koştular. Avrupa yine karma karışık oluyordu. Osmanlı devleti ise
artık bütün meylini Fransaya doğru yapmıştı. Elçi Sebastiyani, İngilizler ile
ittifak edilmemesi için elden geleni esirgemiyordu. Hattâ Ruslarla yapılmış,
ahidnamede Osmanlı devletinin İstiklâli-yeti apaçık belirtildiğine göre,
Rusya'nın Eflâk ve Buğdan prenslikleri hakkında koymuş olduğu maddelerin,
hükmünün katmadığına babıâli'yi ikna etmiş ki, Buğdan ve Eflâk beylerini
azlettirdi. Prens Morozi ile İpsilanti Rus taraftan olmakla biliniyorlardı.
Bunların yerine; Kalimaki bey ile Aleksandro Suço tayin edildiler. Babıâli'nin
bu cesareti Sebastiyani'nin gözünde Osmanlı devletinin, Rusya'nın vesayetinden
kurtuluşuna alamet olmak üzere telakki olunuyordu.
Fakat; Ruslar İstanbuldaki b. elçisi İtalinski vasıtasıyla, bu durumu
şiddetle protesto ederek Petersburg'a fevkalade bir posta çıkardığı gibi, çok
yakında ilân-ı harp edilecektir sözüyle de, tehdidlere başladı. İngiliz elçisi
Arbutont ise, Osmanlı devletini tamamen Fransız tesiri altına girmekle itham
etti. Azl edilen prenslerin görevlerine iadesi yapılmadıkça, kendisinin gitmeye
hazır olduğunu söyleyerek tehdidlerini savurmaya devam ettiği görüldü. İngiliz
elçisine tavassut için başvurulduysa da, bir fayda temini mümkün olamadı. Sonunda
prenslerin vazifelerine dönmesine müsaade olundu. Cevdet tarihinde yazılmış
olduğu gibi; "devletin sânına naki-se verecek bir rezalet idi" Yine o
dönemlerde; Napolyon'da Prusya ordularını feci bir hezimete uğratarak, Berlin'e
girmekteydi. Yâni; Fransızlar, aleyhilerine ittifak etmiş heyetin kol ve
kanadını, bir kere daha kırıyordu. Prenslerin meselesini duyar duymazda
Sebastiyani'ye yollamış olduğu talimatta: "İpsilanti ile Moruzo tekrar
azlile Osmanlı devletinin birer sadık bendeleri, nasb olunmadıkça imparator
silahı bırakmamağa karar vermiştir." kayıtlı yazı aldığını babıâliye
bildirdi. Bu vaziyet karşısında Napolyon'a bir mektup gönderilerek bu yazıda
hâli hazır vaziyetten ve askeri vaziyetin perişanlığından bahisle özür beyan
olundu. Napolyon, bu ma-zeretnâme karşısında 3. Selim'e teselli edici bir
cevapname vermekle birlikte, Dalmaçya ordusu ve bir fırka Fransız donanması
ile imdada gelebileceğini de, vaad eylemiştir. Rus-larsa boğazlardan, harp
gemilerinin geçebilmesi talebinde bulunuyorlardı. Prusya bozgun'u babıâli'nin işine
yaradı. Meseleleri te'hir ettirdi. Ayrıca da, Sebastiyani'nin padişahın huzurunda
yaptığı konuşma esnasında, devlet-i âliye reayasından bazılarının da Rusya'ya
gittiklerinde pasaportlarına kendilerini Rus tebasından diye kayıd
yaptırdıkları sonra da bu kayıtla Rus patenti almalarının önüne geçildi. Diğer
taraftan, Hicaz topraklarıyla bütün Arab yarımadasında doğrudan doğruya
Vehhabilerin elinde kaldığı, bunların, hacı kafilesini silahlar, davullar ve
zurnalar ile gelmelerini men ettikleri gibi sürre alayını götüren ve adına
mahmil denilen vasıtayı getiren çavuş'a, bir daha mahmil getirilecek olursa
kınlıcağını, Cidde'de Muhammed bin Abdülvahabın risalesi okutulması gibi
isteklerini söyleme cüretlerini gösteriyorlardı.
Şerif Muhammed Gaîib bile Vehhabilere müdara ederek Harem-i
Şerif'de, cemaatin tekrarını men, herkesin bir imâm arkasında namaz
kılınmasını, ezan ile yetinilerek arkasından selatüselam getirilmemesini
emreylediğinden Ehl-i sünnet, Vehhabilere uyarak şiîler gibi takiyye
yapıyorlardı.
Edirne Vakası
3. Selim'in en büyük arzusu olarak nizam-ı cedid'in bütün ülkede
yerleşmesi isteği, muhalif-olanların kin ve gazabının çoğalmasına sebeb
olmaktaydı. Cahilliğin en büyük belirtisi, her şekilde faydalı yeniliklerin
karşıtı olduklarından, nizamı cedid askerininde çoğalması aynı neticeyi meydana
getirmek yoluna girmişti. Yeniçeriler eski ocaklarının itibardan düşerek,
mevacib adı altında almış bulundukları binlerce kese parayla vesair
menfaatlerini, kaybedecekleri düşüncesi ile çabalamaktan ve bunlarla beraber
olan Vidin'deki Pasbanoğ-lu, Rusçukdaki Tirsinklioğlu, Edirne'deki
Dağdevirenoğlu gibi çeşitli derebeylerin zorbalıktan mahrum kalacaklarını göz
önüne alarak, adı geçen nizamı cedidin Rumeliye yayılma-masını
gözetlemekteydiler.
Halbuki; Sırp ayaklanması her an şiddetini arttırıyor Rumeli
Valisi İbrahim Paşa bir ordu ile Belgrad üzerine, Bosna Valisi Hüsrev Paşada
kendi askeriyle hem Sırbiye, hem Fransızların Ragüza'ya el atmış olduklarından
o tarafa vazifelenmişler ve de Rusya ile devleti âliye münasebetleri her geçen
gün gerginlik çıkmazına daldığından İstanbul'daki devlet adamları da hayrette
kalmışlardı, üzün müzakerelerden sonra nizamı cedidin kurulmasına bir hayli
emek sarfetmiş olan Karaman Valisi ve padişah askerinin başbuğu vezir Kadı
Ab-durrahman Paşanın, askeriyle beraber Rumeli'ye geçerek, alenen Sırplar
aleyhinde olmak ve de Rusyanın tecavüz etmesi halinde, ilk savunma kuvvetlerini
teşkil etmek üzere Sofya veya Edirne'de kırk-ellibin kişilik bir ordu kurmaya
teşebbüs edildi. Yukarıya aldığımız Sırplılar aleyhine kayıdı Rusya ve Fransa
tarafından vuku mümkün suallere, bir miktar cevab yerine geçecekti. Maksadın
gizli tarafı, taarruzlar karşısında boş bulunmayıp, mukabil kuvvet
bulundurmakla beraber, nizam-ı cedidi Rumeli kıtasında da yaymak idi. Öte
taraftan, İstanbul ile Edirne arasında eşkiya bolluğundan dolayı asayiş son
derecede bozulmuştu. Çünkü Edirne'de bulunan Bostancılar ocağıda bozulmuşlar
arasına ilhak olmuştu. İşin bu tarafı gizli maksada pek çok yaramıştı.
Bostancibaşı mazullanndan Gümüşhane Emini Ahmed ağa, talimli askerden
müteşekkil bir orta kurmak üzere Edirne bostancıbaşısı tayin edilmişti. Fakat
çıbanın başı, Tekfurdağında (Tekirdağ) koptu.
3. Selim nizam-ı cedidin ilk önce Rumelide Tekfurdağında kurulmasını
arzu etmesi ile birde ferman gönderdi. Hâkim, fermanı okuyunca ve gereğince
amel edilmesini bildirince, yeniçerilerin üzerine üşüşerek kendisini
parçaladıkları görüldü. Kadı Abdurrahman Paşa Üsküdar tarafına gelmiş gerek
süvari gerekse piyadeden 24 bin talimli askerle Edirne üzerine geçip gitmişti
ve o devrin terbiyesine dikkat edinki, sadrı-azam İsmail Paşada bu hususta
aleyte olanlar arasında bulunuyordu. Bu cihetle nizamı cedid taraftarlarından
ve tesir sahibi kimselerden, olan kethüdası ibrahim Nesimi efendi ile Kadı
Paşa'yı çekemiyor ve bunların padişah yanındaki itibarlarını, kendi
istiklâline aykırı görüyor, hele İbrahim efendiyi düşürmek için her çeşit
fenalığı göze aldırıyordu. Bu vaziyette olmasına rağmen Tirsinklioğluna bir
adam göndererek: "İstanbul'daki tesiri çokça olan kimseleri mahvetmek ve
kendisi ile birlikte devleti düzeltmek!" hususunda bir antlaşma teklif
etti. Bu teklifi Tirsinklioğlu şayanı kabul bir teklif olarak gördü. Rumeli
ayanlarını da birer birer fesada verdi. Kadı Abdurrahman Paşanın Rumeliye büyük
bir askeri güçle geçmesi fesatçılarında büsbütün galeyana gelmesine sebeb oldu.
Bu hâle esasda nizamı cedid harekâtına aleyhdar olan, Sultan Mustafa'nın ve
adamlarının tahrikleri de eklendi. Şehzade Mustafa'nın ağzından yeniçeriler
ile Rumeli ayanlarına vaadler, nizam-ı cedidin kaldırılacağına dair senetler
yolladığı gibi sadnazam dahi Rumeliye giden hasekiler ile hepinizi kılıçdan
geçirecekler tarzında tehdidler gönderiyordu. Bu teşvikler Rumeli'de bulunan
eşkiya ve haşaratı ayağa kaldırmaya kâfi idi. İlkönce, bostancıbaşı Ahmed ağa
ile Babaeski'deki mübayacıyı ve Kadı Paşanın Tatarağasını öldürdüler..
Silivri, Çorlu ahalisi Paşanın askerine mukavemet ettiler.
Tekirdağ zaten karışıvermişti. İstanbul'daki yeniçeriler de ayaklanıyorlardı.
Kadı Abdurrahman Paşa emrindeki askerler bu işlerin üstesinden rahatça
gelebilecek güçte idi. Ancak padişah 3. Selim maksadını metanetle sağlama
erbabından olmadığı için çoluk, çocuk ayak altında kalır merhametiyle ordunun
Silivri'ye ricat etmesini emretti.
Bu cesaretsizlik ve bikararhlık eşkiyanın iyice şımarmasını
sağladı. Bu sıradada tesadüf bu ya! Tirsinklioğluda çiftliğinin bahçesinde
çengi oynatırken, karısına göz diktiği birisi tarafından öldürüldü. Onun
yerine adamlarından Alemdar Mustafa (paşa) Ağayı Rusçuk ayanı yaptılar.
Tirsinklioğlu'nun bir fedai tarafından katledilmedi, Edirnedeki cemiyeti
sarsıntıya uğratmışsa da, İstanbul'dan biribiri ardınca yapılan tahrikler,
fesat kazanının bir daha taşmasını sağladı. Hâttâ adı geçen cemiyeti meyd.ana
getirenler, devlet ricalinden on kişinin idam edilmesini istedikleri gibi, bir
iki hafta dahi hutbelerden adını kaldırttılar. Bu haberlerde İstanbul
yağmacılarının gözlerini dört açmıştı.
• Ancak; Ağnboziu İbrahim Paşazade Bekir Paşa ile Sirozlu İsmail
Bey fesadı yatıştırdılar. Bu vakaların verdiği neticeye gelince tarihlerimizin
beyanına göre: "bir takım rezil kimseie-rin edebsizliği üzerine 24 bin
talimli asker ile geri çekilme, hükümetin büyüklüğüne ve haysiyetine nâkisiyet
getirdi.
Bu olay; 3. Selim'İn tahttından manen indirilmiş olmasının
başlangıcıdır. Bu da devletin, kendi kötü idaresinin neticesidir. Hattâ,
Selimiye câmiinin bitmesi sonrasında ilk cuma namazının kılınması esnasında
yeniçeriler yerine, nizam-ı çedid askerinin selamlama merasiminde safta yer
alacak mı? Sorusunun zihinlerde yer alması, yeniçerilerin silahlanarak,
ba-bıâliyi basıp, devlet adamlarını telef, nizam-ı cedid'e hücuma geçecekleri
anlaşılır anlaşılmaz, selamlık merasiminin sadece yeniçerilere tahsis olunduğu
ve nizam-ı cedid askerinin kışlalarından dışarıya çıkmayacakları hezele
gurubuna teminat verilerek anlatılmasından anlaşılan odur ki, 3. Selim yeni
tertib askerinden henüz emin olamamıştır! O kadar emin ol-mamışki, zamanın
gerektirdiği siyasetten olarak, sadrıazam İsmail Paşayı <çevirdiği dolaplar,
su yüzüne çıktığı halde idam etmesi gerekirken> yalnız azl etmekle ve
Bursa'ya sürgüne göndermekle, iktifa etmesi bunu doğrulamaktadır. Şeyhülislâm
Salihzâde Esad efendi bile: "beni de azil edin. Çünkü eşkiyaların
arasında, düşman üzerine giden gazilere, eşki-yadan mani olanlar için idama
mahkum edilmeleri lâzım gelir; diye fetva verildiği, şuyû bulmuş buna
dayanarak ma-kam-ı meşihatta kalırsam, devletin yine eski niyette ısrarlı
olduğuna hükm olunur" demek suretiyle kendisinin menkub kılınmasını
istedi.
Olayların başlangıç sırasında Kadı Abdurrahman Paşanın Rumeliye
geçmesi için teklifde bulunan sadaret kethüdası İbrahim Nesimi efendi de aynen,
görevden alınmasını istedi. Bu vaziyette anlaşılıyorki, 3. Selim sırf nazari
olarak bir yenileşme hareketine teşebbüs etmişti. Kurmaya çalışmış olduğu
binanın sağlamlık ve gücünden emin bulunmadığından gösterilen bunca gayret ve
emekler boşa çıkmış oldu. Bu gibi in-kılablan, vücuda getirmek ancak demir
pençeli, metin ve azimkar kimselere vergidir.
1221/1806 yılı vakai mühimmelerinden biride Kavalalı Mehmed Ali
paşanın Mısır valiliğinde devam etmesine müsaade edilmesi olayıdır. Yukarıda
anlatılmış bulunduğu gibi Berdesî Osman bey ve İbrahim bey kendilerine mensub
olan, Kölemenlerle Said'e çekilmişler ve Mehmed Ali ile savaşmak zorunda
kalmışlardı. Öte taraftan meşhur Elfi bey'de, Bahire tarafında duruyor ve
İngilizlerden yardım talebinde bulunduğu gibi, payitahta da, Mısırlı
komutanlar aftdil-dikleri takdirde gerek Haremeyni şerifeyn'in mürettebatını ve
gerekse devlet hazinesinin varidatını tamamiyle hazırlayıp ifaya müteahhid
olduklarını bildiriyordu.
Babıâli hem Kölemenlerin cezalandırılmalarını, hemde Arnavut
askerinin Mısır'dan çıkarılmasını isteyen iki yönlü siyasetin tutkunu olmuştu.
İngilterenin İstanbul elçisi, Mısırlı komutanların sahibliğine soyunmuştu.
Babıâliyi bu hususta sıkıştırmak fırsatını benimsemişti. Bu vaziyetler
karşısında ba-bıâlide Mehmed Ali Paşanın Misırd'a sağladığı kuvvetli idare ve
haysiyetten bihaber olmasından Mısırlı komutanların taahhüt ettikleri devlete
itaat ve uygun davranma hususlarında sebat edeceklerini belirten istidalarını
mahalli ulema, ocaklı ve muteber zevatın kefaletleri altında olmak şartıyla
kabule bağladı. Fakat, Mehmed Ali Paşa her nasılsa, Mısır'da bulunduğu müddet
içinde bu kararın yerine gelemiyeceği de anlaşıldığından güya paşayı müzakere
hattından çıkarmak niyetiyle Mısır eyaletini, Selanik Mutasarrıfı Musa Paşaya,
Selanik mansıbını Mehmed Ali Paşa'ya tevcih, Paşa ile birlikde Mirmiran Hasan
Paşanın maiyetleri efradı ile Rumeliye geçerek mansıbını zapt eylemesi hakkında
dafermanlar çıkarıldı.
Kaptanı derya Hacı Mehmed Paşa'yı dahi donanma ile İskenderiye'ye
gönderdi. Elfi bey, kethüdası vasıtası ile önceden yasak edilmiş olan köle
ticaretinin serbest bırakılmasını istida ederek hazineye binbeş yüz kese akça
verebileceğini vaad eylemişti. Kaptanpaşa İskenderiye'ye çıkar çıkmaz, Elfi bey
Bahire'den bir çok koyun ve hediyeler göndererek bahse konu binbeş yüz keseden
beşyüzünün kendi, beşyüzünün İbrahim, geri kalan beşyüzün de Berdesî Osman
beyler tarafından verilmesi hakkında, Said'e haberler gönderdi.
Fakat Berdesî, Elfi bey'in bu haberini alınca: "Mademki,
kendisi devletle haberleşecek dereceye gelmiş ve Kaptanpa-şayi buraya kadar
getirtmiştir binbeşyüz keseyi kendisi versin. Bizlerde, büyüğümüz ve pederimiz
makamında bulunan İbrahim ve Osman beyler onun köle uşağı olalınV'diye red ve
sual etti ki, bu söz komutanlar arasındaki ihtilafı büyüttü. Zaten Mehmed
Ali'de Sayda'da bulunan komutanlara gönderdiği hediyelerle aralarını açıp,
Elfi bey ile ittifak etmelerine engel oluyordu, bir taraftan da işe vâkıf
olduğundan, Kahire kalesine mühimmat ve yiyeceklerin depolanmasını temin
ederek, top arabalarını tamir ettiriyordu.
Sayesinde; servet-ü saman, aile ve arazi sahibi olmuş, bekalarını
bekasına bağlı bilmiş olan, askeriye reisleri ile müşavereyle Mısır'dan
çıkmamağa karar veriyordu. Bu bakımdan da Musa Paşanın Mısır valiliğine
tayinini belirten, ferman gelince, Nakibul eşraf ve diğerlerinin huzurunda
mevzuyu açtı, divan efendisince kaleme alınıp meâlen: "Bizler devletin
emirlerine mûtiyiz. Fakat daha yakın zamanlarda ki vakalar ile malum olan
ümeraya da kefil olmaktan aciziz. Mehmed Ali Paşa ise, erbab-ı fesadın
cezalandırılmasında, devletten gelen emirlerin infazında son derecede başarılı
gayretler göstermiştir. Bunu duyurmak için bu dilekçe imzalandı, "şeklinde
kaleme alınıp Kaptanpaşa'ya gönderildi. Kaptanpaşa ise: Mehmed Ali ve Hasan
Paşa'lann askerleri ile Dimyat üzerinden gitmeleri, irade-i seniyye gereğince
hareketlerini tanzim etmelerini bildirdiysede, bunlarda Mısır ahalisi zayıftır,
asker isyan çıkaracak olursa çeşit çeşit zararlarada uğrarız. Hanelerimiz
harab olur, büyük fenalıklar zuhura gelir şeklinde merhamet istidası verdiler.
Kaptanpaşa; Mısırlı komutanlar arasındaki ihtilafı anladığı gibi
Mehmed Ali Paşa ile de haberleşip, netice de Mısırlıların vereceği meblağın bir
kaç mislini vererek, devletin emirlerine İtaat edeceğine dair ve kendisinin
Mısır valiliğinde devam etmesi hususundaki istirham dilekçesi de hazırlanıp,
gönderilmesini bildirdi.
Düzenlenen dilekçeyi bütün meşayih ve ocaklarla diğer zevat
mühürleyerek, Mehmed Ali'nin oğlu İbrahim beyi çeşitli hediyelerle birlikte
yolladı. Kaptanpaşa; hacıların kafilesini çıkarmak ve levazımı haremeyn-i
düzenleyip ifa eylemekle beraber Reşid, Dimyat, İskenderiye gelirleri gümrük
rüsumuna bağlı olarak tersane-i âmireye aid olduğundan bunlara dokunmamak,
komutanlar af olunduğundan onlarla savaşmamak iaşeleri için onlara yer
göstermek şartlarıyla Mehmed Ali Paşanın valiliğinde ibkasını bildiren bir
emir gönderdi.
Bunun üzerine Kahire kajesinden ve Ozbekiye'den toplar atılarak
şenlikler yapıldı. Kaptanpaşada bir kaç gün sonra Mehmed Ali paşazade İbrahim
bey yanında rehine olduğu halde Musa Paşa ile beraber İskenderiye'den yola
çıktı. Mısır komutanlarının ağzı açık kaldı hatta valilikte ibka fermanı ile
birlikte kılıç ve kaftan da geldi. Mısır meselesi görünüşü bakımından
nihayetlendi! 1221/1806 tarihi bu perdeyi gösteriyordu.
Rusya Savaşı-İngiliz Donanması
Rehavetle tereddüt politikası 3. Selim devrinin özel halidir
1221/şaban/1806/ekim ayı başlarında İngiltere sefiri Arbut-not babıâliye
Prusya, İsveç, Rusya, İngiltere'den meydana gelmiş, heyeti müttefikiyenin
adına, Napolyon'un uğramış olduğu, hezimet dolaysıyla herhalde deviet-i âliyeye
yardım edemeyeceğini bildirdi. Bu bildirimden üç gün sonra, babıâli Fransa elçisinin
sıkıştırması yüzünden Buğdan ile Eftak'da, ibka etmiş bulunduğu beyleri yeniden
azledip, bu gurubun istediği kimseleri göreve getirdi. Buna bağiı olarakda,
elçi Sebastiyanİ; "bu hükümetin tarihi geçmişinde bundan daha fazla
utanılacak bir olayın kayıtlı olamayacağı açıktır." demiştir. Pek bilinen
İpsilanti ile Moruzi, çok zengin kimseler olduklarından, devletin ileri geien
kimselerini ve bilhassa reisül küttab efendiyi altunla ikna etmişlerdi.
Devlet, Sebastiyani'nin tarifiyle altunla veya tehdidle baş
eğmekteydi bu iki hususun esiri oluyordu. Dış siyasette ise vakanın keyfiyetine
göre yaşamağa alışmıştık. Bu dönemi yazan ecnebi tarihlerin özetlemesine göre
Napolyonun çıkışından beri geçen şu bir kaç sene zarfında devlet:
1- Marango savaşından sonra Paris'e bir elçilik heyetini Şeydi Ali
efendi riyasetinde yolladı.
2- Fransız devleti aleyhine
teşkil olunan 3. heyetin hayata geçmesinden sonra, Napolyon'un imparatorluk
unvanın tanımadı.
3- Österlich savaşından sonra
Muhib efendiyi fevkalâde eiçi sıfatıyla Paris'e gönderdi.
4- 4. heyetin kurulması
esnasında Ruslara yanaşmayı tercih etti
5- Ayene savaşında birleşik devletlerin orduları yenik düşünce
Napolyon tarafına dönmekten çekinmedi. Hattâ reis efendide, general
Sebastiyani'yi bizzat davet ederek, İttifak yapmaya hazır bulunduğunu beyan
etmekle beraber, ancak savaşın neticesine kadar beklemekte daha fazla fayda gördüğünü
hatırlatır tarzdaki rehavetini hissetirdi.
İşte bu işleri sürüncemede tutma politikası, hükümet işlerini de
sürüncemeye soktuğundandirki, bir Rus ordusu hududumuzu tecavüz etti.
Dinyester nehrini geçen bu ordunun, altıbin kişilik bir gurubu Prens
Dolgorik'in komutasında olarak Hotin'e, onbin kişilik bir gurubu da,
başkumandan Mikel-son'un emri altında kurşun atmadan Yaş'a girerek Bükreş
üz-erine vede hâli isyanda bulunan Sırbistan taraflarına, diğer bir fırka da
yirmibeşbin kişiyle, general Tomanski komutasında Bender üzerine yürüyüp,
İsmaiyle sarkacaktı.
Hudud boyumuzda savaş tedariki için herhangi bir hazırlığımız
olmadığından Bender, daha Rusların ilk tehdidi karşısında teslim olma yolunu
seçti. Çok geçmeden Hotin'in, Bender'de yapılan teslim olma harekatına iştirak
ettiği haberi alındı. Kışın, bütün şiddetiyle hükmünü sürdürdüğü bu sırada
hududda bulunan ahali Tuna kıyılarına dökülmeye başlamıştı. Tirsinklioğlu'nun
yerine Rusçuk ayanı olan Alemdar Mustafa Ağa (paşa) bu üzücü haberi işitir
işitmez, Tuna sahillerinin muhafazasına seçilmiş bulunan hudud askeri heyetine
durumu haber verdi.
Rusya ise, Kili ve Akkirmanı aynı tarz ve usulle zapta muvaffak
oldu ve artık İsmaiyl üzerine yürümeğe başladı. Ancak İsmaiy! ve İbraiyl ile
Akkirman kalelerinde müdafaa se-beblerinin hazırlığı başlatıldı.
Başkumandan Mikelson, yirmialtıbin kişilik bir kolorduyu İsmaiyl
üzerine yolladı. Alemdar Mustafa Ağa ise, güç ve cesareti her yere nam salmış
bulunan Pehlivan ibrahim Ağa isimli zatı, bir miktar asker ile bahse konu yere
sevk etmişti. Ağa, bir Rus memurunun -Rusların Bender ve Hotin'de yaptıkları
gibi- ahaliyi tehdid ile ikna etmeye çalıştığını görünce, memuru oradan kovdu.
Beş-altı yüz süvari ile Rusların bir kaç binden ibaret öncülerini perişan etti.
Fakat Rusların bütün kuvvetleriyle gelmekte olduklarını gördüğünden İsmaiyl
muhafızı Mirmiran Kasım Paşa ile beraber ahaliyi cesaretlendirerek kaleden
çıktı. Sayıca az bir askerle birlik olmasına rağmen, yedi saat süren çarpışmada
Rusların fena şekilde mağlup olmasını sağlamıştır. Bu muhterem zat daha sonraları
ordu içinde, şanlı tarihimizde Babapaşa adıyla yâd edilen bir şöhretin sahibi
olmuştur.
Osmanlı'nın bu zaferi üzerine, mareşal Mikelson, evvelce Bender
ahalisine vermiş olduğu doksan günlük mühleti geriye alarak, insanlık ve
milletler arası hukuka mugayir ve gayette çirkin bir tarzı harekette bulundu.
Burayı muhafızlanyla birlikte, çoluk çocuğun tamamının, esarete düşmesini ve
Rusya'ya gönderilmelerini temin etmiş oldu ki, bu ayıp onun mareşalliğine ne
kadar yakışır? İstanbul'da bulunan Rus elçisi; hâla cahilane davranarak,
yukarıdaki vaka'dan haberdar olmadığını bildirmekteydi. Mamafih, babıâli bir
taraftan Rusya ve ingiltere elçilerinin öte taraftanda Fransa sefirinin arasında
kalmıştı, ingilizlerin elçisi Arbutnot: hükümetinin Ruslar ile ittifak etmiş
bulunduğundan bahsederek Fransızlardan yüz çevrilmesini Fransızlar hücum edecek
olursa kara tarafından yüzbin kişilik bir Rus ordusu ve denizden de, İngiliz
bahriyesi tarafından kovulacağım, aksi taktirde, Rus askerlerin karadan,
İngilterenin ise denizden hücuma geçecekleri, Rus sefirini yollayacak olurlarsa
kendisinin de gitmeye hazır olduğunu ve otuz güne kadar İstanbul'da kıtlık
olacağını, Mısır'ın da elden gideceğini bildirdi. Bunun yanında da Rus harp
gemilerinin boğazlardan geçişi meselesi de bahis mevzu idi. Fakat, Sebastiyani'nin
teşviki Rusların aniden tecavüzü üzerine sadnazamın, peygamberin sancağı
altında ilân~ı harb edilmesine karar verildi.
Rusların tecavüzüne sebeb, o zamanki postaların yavaşlığıydı
122i/recep/1806eylül/29.cu günü Ruslar babıâliye Eflâk ve Buğdan beyleri
hakkında bir oltimatom vermişlerdi. Çar 1. Aleksandra 29/ekim/1806'ya kadar
bekledi. Babıâli'nin, Rus taleblerini kabul ederek bahse konu beylerin,
yerlerinde bırakılması haberini ancak kasım ayı başlarında aldı. Fakat bundan
önce de mareşal Mikelson'a "Buğdan ve Eflâk'da Kaynarca ve muahedeyi takip
eden hükümlere uymak, babıâli'yi emri altında bulunduran Fransız siyaset-i
hâ-kimanesini durdurmak, Sebastiyani'nin çalışmasını geriletmek ve mecbur
kalındığında Dalmaçya'da bulunmakta olan Fransız askerlerine karşılık vermek
üzere, Buğdan'a girmesini emretmişti. Ruslar, hiç bir sebeb yokken hücum etmiş
oldukları gibi Rumeli içlerine de; Osmanlı devleti, ülke içine Fransız askeri
sokacak ve nizam-ı cedidi zorla icra ettirecektir, tarzında fesat çıkarıcı
yayımlarda bulunuyorlardı. Savaş İlanı sonrasında Rusya sefirinin Yedikule'de
hapsedilmesi kadim (eski) adetlerden ise de, devletler arası hukuk gereğinden
ve ilk tatbiki münasebetiyle elçi İtalinskiyİ de bab-ı âliye çağırarak uygun
bir lisanla: "Osmanlı devletinin istila olunmuş yerlerini Ruslar tahliye
ettiklerinde yine İstanbul'a avdet edebilirsiniz" sözleriyle gerek
kendisine gerek Rusyanın tüccarlarına on gün müsaade*tanındı. İtalinski, çok
geçmeden Bozcadaya kadar gelen üç Rus gemisine gitmek üzere İstan-buldan bir
İngiliz gemisine bindi. Osmanlı devleti tedarik ve durumunu sağlam bir hale
koymağa çabalıyordu. Hattâ Anadoludan pek çok asker getirtilmesi hususunda
emirlerde verildi. Ne varki emirlerin yerine getirilmesi pek fena bir şekilde
aksayacaktı. Buna bağlı olarak da, askerin İstanbul'a gelmesi tam üç ayı aldı.
Bu halden anlaşılan, devlet ne büyük sahtelik ve asayişsizlik içinde, hayat
sürmekte olduğunu anlamıştı. Gelecek içinde hiç tutunacak bir dalı olmadığı görülmüştü.
Akdeniz adaları; Ruslara yardımcı Rumlarla dolu olduğundan
Çanakkale'nin dahi savunmasının pek kolay olmayacağı anlaşılıyordu. Az asker,
az para, zayıf savunma velhasıl her-şeyde bir yetersizlik hüküm ferma idi.
İşte; bu sırada Vahid efendi fevkalade elçilikle Napol-yon'un
yanına yoiianmıştıkİ fakat bu göndermekten umulan netice elde edilemedi. Ancak;
Ruslarda, İngüizlerde sanki iyiliğimize çalışmaktaymış gibi davranıyorlardı.
Ruslar, Fransızların istila yapacaklarını ileri sürüyor, Fransızlar da
Rusların Buğdan ve Eflak'ı zapt etmek Sırbistan ve Karadağ ile Rum ahaliyi
ayağa kaldırma azmini de taşıdığını haber veriyorlardı.
Özellikle Napolyon, 3. Selim hâna yazdığı nâmelerde, fevkalâde
teşvik ve koruma hisleri yer almaktaydı. Hattâ Almanya'da bulunan Pojen'den
yazmış bulunduğu mektubun bir yerinde: "Ruslar ile müttefik olan Prusya
mahv oldu. Ordularım; Vistül nehri üzerinde, Varşova ise hükmüm altına
girmiştir. Prusya ve Rus politikası tekrar istiklâl kazanmayı temin iqin
ordularını hazırlıyorlar. Sen de hazırlanıp, istiklâlini kazan. Zaman bu
zamandır. Eğer bu ana kadar tedbirli davranmışsak, Rusyanın hatırını bu kadar
saygıya değer bulmanız senin içinbir zaaf hükmüne girer. Devletini kayıb
edersin!" Diyordu.
Beri taraftan da Sebastiyaniye, Buğdan, Eflâk ve Sırbiye
eyaletlerinin mülk-ü hakimiyetlerine bir zarar gelmemek şartıyla, dev!et-i
âliye ile saldırı ve savunma paktı imzalamasına izin veriyordu. Napolyon, İran
taraflarından da Rusları meşgul ediyordu. Seksenbin İranlı, Fettah Ali şah'ın
emriyle yürüyüşe geçmişti. Lâkin Rusların Buğdan üzerine inmeleri İn-niltere
içinde hoşlanılacak şey değildi. Hattâ donanmasını da Çanakkale taraflarına
getirdi. Bu sıralardaysa Pasbanoğlu ölmüştü.
Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Ağa'nın vezirlik rütbesi iie taltifi
beraberinde, Silistre eyaletine tayini çıkdı. Paşa, Eflâk tarafına geçmişti.
Bükreş yakınlarında karşılaştığı bîr gurup Rus birliklerini fena hâlde bozdu.
Öte taraftan da Pehlivan Ağa da, dörtbinden çok Rusya askerini tsmaiyl'e
yakın Sahib adlı bir köy civarında, pusuya düşürerek perişan etti. Eline
geçirebildiği kadar Rus asker elbisesini, kendi askerlerine giydirip, yukarıda
adı geçen köyün önünde, Rus askerlerinin tarzında saf bağladı. Gelmekte
olanlar Rus birliği idi. Karşılarında saf tutmuş kuvvetin kendi askeri olduğunu
sandıkları için buraya gelişleri, gayri muntazam birtarzda vukubuldu.
Ancak; kıyafet değiştirmiş askerimiz ani bir saldırıyla bir çoğunu
katledip bir kısmını da esir almayı başarabildi. Buna tam sevinmek üzereykendi;
İngiliz donanmasının Çanakkale boğazını geçmiş olduğu haberi büyük endişeye
sebeb oldu. İngilizlerin elçisi Arbutnot, devletinden almış olduğu kati talimat
üzerine: "1213/1798 ingiltere-Osmanlı ittifakının yenilenmesi,
Sebastiyani'nin kovulması, Osmanlı gemileri ile boğaz istihkâmlarının İngiliz
donanmasına teslimi, genel sulha kadar Buğdan'ın Rusya'ya teslimi,"
talebinde bulunmakla, kabul edilmediği taktirde de, İngiliz donanmasının
İstanbul'a geleceğini hatırlatmıştı. Sebastiyani; işe karışarak bu isteklerin
tamamını red ettirdi. Bu vaziyet karşısında İngiliz elçisi daha önce İstanbul'a
gelmiş olan iki harb gemisinden, amiral Sir Tomas Levis 'in binmiş olduğu
Endimon isimli gemiye binerek İstanbul'dan gitti. Geminin Çanakkaleden çıkışı
esnasinda, kale memurları içinde elçi bulunduğundan habersiz oldukları için
durdurmadılar.
İngilizler, Osmanlı devletinin tatbik etmekte olduğu yeni siyasi
sistemi Sebastiyani'nin teşviklerine bağlıyorlardı. Bunda da oldukça
haklıydılar. Hele bu son bir kaç hafta içinde 3. Selim'in en has müşaviri
kesilmişti. Arbutnot binmiş olduğu gemide ziyafet verilmesi bahanesi ile
davetli olarak gelmiş bulunmakta olan İngiliz tüccarlarının protestolarını
dinlemeyerek, sıvıştığını haklı göstermek için hareket vakasını kemâli
emniyetle müzakereye girişecek bir yer aramış olmasıyla tevil ediyor ise de,
babıâlİ vazifesini terk ederek giden bir elçi ile de müzakerelere
girişemeyeceğini vereceği izahatı doğrudan doğruya Londra'ya göndereceklerini
beyan etti.
Bütün yabancı elçiliğe bu hususta tebliğ eylediği bir no-ta'da ne
elçi, ne de İngilizler hakkında hiçbir kötü muamelede bulunulmadığı halde ani
gidişinden dolayı şikâyetini belirtti. Hakikaten; Arbutnot'un, ortadan
çekildiği dönemdeki, İngiliz menfaatlerini, sefaretin mal ve eşyalarını emanet
ettiği, vekil kıldığı Danimarka elçisi Baron dö Hubeş, İngiliz sefaretinin
mallarını ve eşyalarını teslim aldığı gibi İngiliz tebası hakkında koruyucu
işlemleri de yapmaya başladı.
Velhasıl, elçininde firarı büyük çirkinlik olarak görülmüştü,
ingiliz donanması başamirali Dukvarth'da müzakerelere başladı. İngiliz
elçisinin talimatında, dev!et-i âliye'yi tehdit etmek var idiysede, ilân-ı harp
selahiyeti asla mevcut değildi.
Sebastiyani, yaveri Lakor'u önce Erzuruma yollamişsa da, boğazın
savunmasını tamamlamak için Çanakkafeye gönderiyor, Rumlara ise, 3. Selim'e
tam olarak itaat etmelerini tavsiye ediyordu bir taraftan da babıâlinin
müdafaya kudreti olmadığını bildiği için telâşa düşüyor, Fransızların Varşova
taraflarında mağlubiyeti hakkında çıkan haberlerden dolayı, Osmanlı devletinin
bu tarz davranışı terk edeceğini zan ediyordu. Fakat, İngiltereye aid gemilerde
Bozcaada önünde toplanmaya devam ediyorlardı. Bu sırada İngiliz sefareti tercümanı
Pizani aracılığıyla konuşmalara başlandı. Kaptanpa-şanın; Bozcaadaya gelmesini
ve geldiği takdirde ingiliz donanmasının harekete hazır olduğunu yazdı
8/şubat'da "amiraller hareket edecekler. Çanakkale istihkâmlarından top
atışı yapılmasın. İstanbul'da katliam olacaktır. Bizim maksadımız sulhdür.
Eğer top atılmaz ise, Kaptanpaşayı selamlayacağız.
Sir Sidney Esmit, bombardımana memur edilmiştir, donanmamızda üç
amiral bulunduğunu düşünmek yeterlidir! Artık, Türkler bizim ciddiyetimizden
emin olsunlar." dediği gibi, 9/Şubat'ta: "İngiltere hükümeti Rusya'ya
karşı düşmanlığı terk etme hakkında emir verirse kâfi sayacaktır. Fakat bu
emir yarın akşam'dan evvel verilmelidir. Me olursa olsun İngiliz donanması,
İstanbul'a gidecektir. Bu gidişin dostça ve düşmanca olmasını Türkler tayin
edecektir ve bu fırsat onların elindedir." Diyordu. Hakikaten 13/şubat'ta
Kaptanpaşa ile elçi arasında bir mükâleme husule geldi. Ancak işler keşmekeşe
düşmüştü. İngilizlerde Osmanlılarla münasebetleri, birden bire kesmeyi göze
alamıyorlardı. Ayrıca rüzgârın muhalif esmesi de gemilerini boğaz üstüne
salmalarına müsaade etmemekteydi.
19/Şubat sabahı saat sekizinde lodos esmeğe başladı. Donanmamız
Karadeniz boğamı dışında idi. 2 tane; üçanbarlı, yedi kalyon, altı firkateyn,
altı korvet, iki şalopeden ibaretti başlamış olduğundan amiral Dokvorth
Çanakkale boğazı girişine iki gemi bırakarak, boğaza iki tane üçanbarlı altı
tane harp gemisi, üç firkateyn, iki briykle girdi. İki tarafada gülle ve salkım
saçarak, hızla kaleler arasından geçti. Bu donanma; Naraburnu'nun üst
tarafındaki donanmamıza hücum etti. Askerin çoğu bayram münasebetiyle, karada
olduğundan demir almaya, yelken açmaya vakit müsaid değildi. İçlerinden
birinin, bir firkateyn, şiddetli bir savunmada bulunmuş ise de, yinede İngilizler
hepsini karaya oturttular. Dördünü yaktılar. İkisini zapt ettiler. Bu gemilerin
içinden; Tonbik kap-tanzâde'nin idare ettiği briyk kurtularak pupa yelken
İstan-bula, doğru firara başladı. İngiliz askerleri, karaya çıkarak Nara
istihkâmındaki topları çivilediler. Topçular kaçmış ve Fransız subayları iş
göremez hâle gelmişlerdi. Tonbikzâde; bayramın 3. günü İstanbul'a gelip
vaziyeti haber verdi. Bu haberin meydana getirdiği heyecanının büyüklüğünü
anlatmak kabil değildir.
Hemen sahilin muhafaza altına alınması, tabyaların inşası için
lâzım gelenlere vazifeler verildiysede, İstanbul her şekilde savunmadan mahrum
idi. Tarih-i Cevdet; bu sırada İstanbul'un manzarasını şöyle tasvir ediyor:
"İstanbul'da acıyı tatmamış, sert rüzgarı tecrübe etmemiş çelebiler,
habbeyi kubbe ve katreyİ derya ederek işi büyütme ve mübalağacı, birbirlerine
aykırı ve zıd, çeşit çeşit fikirlere inanmış lafazanlar pek çok olduğundan
boyleleri köşe başlarında toplanıp, ağızağiza verip bir takım karışık
rivayetlere benzer evham ve hayaller ile birbirlerini kuşkulara düşürerek,
öylesi acaip ve dehşet hale düştülerki İstanbul'un hâli kıyamet günü için bir
numune olmuştu. Bu sırada bazıları da, cifir hesapları yapmaya başladı. <Be
canım, ahir zaman olduğu şüphesizdir. Ben-i asferin galebesi, mehdi'nin çıkması
pek açıktır. Galiba beklenmekte olan vakit geldi. Bazılanda, bu son günümüz
işareti olduğu muhakkaktır. Hayfaki kıyamet başımızda koptu, derlerdi.>
Neyse askerler tayfası cûşu hûruşa geldi. Topçular toplarının
başına geçti. Yeniçeriler; yatağanlarını takıp, tüfenklerini aldılar. Talebe-i
ulum dahi sokaklara fırlayıp ahaliye gayret vermeğe çalıştılar. İngiliz
donanmasının boğazdan geçmesi padişahı korkuttu. Hele Baruthane açıklarında
görüntüsü en çok tehlikeye açık olan saray halkını titretti. Kadınlar ve harem
ağalan bütün geceyi feryadı figanla geçirdiler.
Donanma Kızıl adalar önüne demir attıktan azsonra babı-âliye
İngiliz elçisinin bir yazısı geldi. Bu yazı da padişahın donanmasının emaneten
teslimi, Rusya ile sulh imzalanması, İngiltere ile ittifakın yenilenmesi,
hakkında bir senet verilmesi bunun cevabının, bir gün içinde ulaşması
istenmişti. Babıâli ile ingiliz elçiliği arasında bir kaç defa haberleşme
olunca, İngilizler verdikleri müddeti üç saate indirdiler. Sebastiya-ni'nin
kovulmasının müddeti için vakit uzatması yaptılar. Devletin ileri gelenleriyle
yapılan müşavere sonunda İngii'z tekliflerinin kabul edilmesinde ittifak
ettiler. Hattâ Sebastiyâ-ni'nin İstanbul'dan çekilip gitmesi için sarayın
memurlarından İshak beyi yolladılar. Vaziyet elçiye nezaketle anlatıldı.
Sebastiyani ise; zaten böyle bir teklifle karşılaşacağını tahmin
etmiş bulunduğundan kendini hazırlamış. Hiç bir hayret ve kızgınlığa giriftar
olmadan nezdine gelen İshak bey'e "bağlısı olduğum devletimin bana vermiş
olduğu bu yüksek vazifeyi bana hiç bir şey terkettiremez. Bir Fransız sefiri,
çok büyük ve muazzam devlete mensup olduğundan, avamın patırdılarını andıran
hareketlerden korkacak olursa, hakkında tatbik edilebilecek ceza olacağından
emindir. Zât-ı şahaneye söyleyin. Bu hâl yalnız devlet-i Osmaniye'nin şeref ve
sânını zail etmez, İr^gilterenin cebren kabul ettirmek istediği şartlara
muvafakat ederler ise bütün Avrupa Osma-ni'sini terk etmek tehlikesi de vardır.
Otuz milyonluk nüfusu olan bir devleti muazzamayı İngilizlere terketmektense bu
payitahtı terk edipde, meselâ Edirne'ye çekilmek daha evlâdır. Bundan başka
babıâli şayed mösyö Arbutnot'un teklif ettiği antlaşmaya muvafakat edecek
olursa, yalnız haşmet-meab-ı imparatoriyenin dostluğunu gaib etmeyip, belkide
bütün bütün hiddet ve kızgınlığına maruz kalacağımda bilmez değillerdir.
Sebastiyani; babıali nezdinde, kendisinin, muteber bir sefir olduğunu
söyleyerek, apaçık tarzda kendisine bir tebligat yapılmadığı takdirde asla
İstanbuldan çıkmayacağını açıklamıştı. Kalkıp; reisülküttap efendiye giderek:
"böyle beş-on gemiye bir payitahtı teslim etmek ne demektir? Bundan sonra
artık devleti âliye istiklâliyyet ve ta-mamiyyet-i, mülk sözünü hangi yüzle,
dile getirebilir? Bu İngiliz donanmasında asker yok ki, karaya döküp de, İstanbul'u
zaptetsin. Yalnız; Sarayburnuna yeterli sayıda top koysanız, onları harab
edebilirsiniz. Onlar, size nazaran çok daha büyük tehlike karşısında. Hem sizin
ateşinizden çekinirler, hemde su ve rüzgârdan dolayı karaya düşmekten sakınırlar.
Bütün bunlar kendilerine müsaid olupda, sizin ateşinize galebe çalsalar dahi
ne yapabilirler? Sonun da; İstanbul'un ancak bir kaç mahallesini yakıp
giderler. İstanbul bu kadar yangına maruz kalıyor. Farz ediniz ki; bu defa da
büyük bir harik <yangm> oldu. Yanan yerler yine yapılabilir. Lâkin
devletin namusu esasından yıkılırsa daha sonra yapılamaz." şeklinde
sözleri söyleyerekten reisefendiyi susturup, düşüncelere sevk etti. Ve
"Zâtı şahaneleri kendilerine her bir vasıta ile yardım edeceğimden emin
olabilirler. Rus kuvvetleri kaçmağa devam etmektedir. Osmanlı devletini kuvvetlendirmek
için takviye etme zamanı gelmiştir. Fakat padişah hazretlerinin müşterek
düşmanımıza bir an bile rahat vermemek için ahalinin sadakati icab ettiği her
türlü tesir edici tedbiri almaları elzemdir." Sebastiyani'nin
telkinleriyle ahalinin ve askerin müdafaada gösterdiği koruyuculuk, vekiller
heyetine ilk verilen kararın kaldırılmasını temin ettirdi. Hattâ savunma
idaresinde Sebastiyani görevli kılındı.
Napolyon'ca
"Ey sultan Selim, Hz. Muhammed aleyhissetamın hilafetine
şayan olduğunu ispat et. İşte seni esir eden, ahidna-melerden kurtaracak vakit
şimdi gelmiştir. Sana yaklaştım. Eski dostun olan Lehistan devletinin yeniden hayat
bulmasıyla meşgulüm. Ordularımdan birisi, Tuna yalısına gitmek üzere hazırdır.
Sen, moskoflan cephelerinden vurduğun zaman benim ordum da arkalarını
çevireceklerdir. Donanmaların bir gurubu Tulun'dan çıkıp ve gidip, payitahtı
ve Kara-denizİ muhafaza edecektir. Artık cesaretlen. Zira; bir daha devletini
kuvvetlendirecek ve namını şÖhretlendidîrecek böyle bir fırsat vaktini
bulamazsın" Napolyon'un bu sözleri Sultan Selim'e çok te'sir etti."
(Tarih-i Cevdet) Sebastiyani bu münasebetle bir muhtıra yazdı. Derhal Türkçe'ye
tercüme edilerek, devlet adamlarına klavuz olmak üzere dağıtıldı. Bu
muhtıralar: ingiliz gemilerini yaklaşmaktan men etmek böylece şehrin
bombardımana tutulmasını önlemek, gemilerin veya hiç olmazsa, bunların baştan
veya kıçtan demir atmalarının başarısızlığa itilmesi, Osmanlı donanmasını ve
deniz müesseselerini mahv etmek için İngiliz donanmasının girmesini önlemek
maksadıyla limanın ağzını müdafaaya hazırlamak, İstanbul bataryalarını,
Üsküdar bataryalarıyla ahenkli bir şekilde ateş etme ve bunu güzelce idare
etmek, Osmanlı donanmasını-İngiliz donanması ile savaşa giriştiğin de mevkii
toplarının ateşi altında ricat etmeyi temin, emin bir yerde bulundurmak bunlar
içinde, toplarla donanmış ve mümkün olduğu kadar, çabuk ve çeşitli bataryalar
inşa edilerek İngiliz amiralinin hücumuna mukabelede bulunmak yahut onu hücum
etmekten alıkoymak gibi maddeleri yazılıydı.
Herşey baştan başlayacaktı. Avrupa ve asya sahilleri üzerinde
bataryalar yerden çıkar gibi zuhur etti. Sebastiyani herkesin gayretini
arttınyordu. Her tarafı tanzim ediyor, padişah-da, vükelada, ricalde gayret ve
himmet gösteriyorlardı. Osmanlı milleti Fatih Sultan Mehmed ve Süleyman
zamanlarındaki gibi savaşa olan istidadlarını isbat ediyorlardı. Sebasti-yani
daha neleri gerçekleştiriyordu? Beraberinde sefaret kâ-tibleri olduğu halde
yüzbaşı Lakor, mülazım Dökar ile Jerar bulunduğu gibi savunma ameliyesine
bakıyorlardı. Daimaç-ya ordusundan ingiliz donanmasının geldiği gün İstanbul'a
varmış olan yüzbaşı Butin, Loklark, Kotaîyo'yu bataryaların silahlanmasına
memur ediyor, bu arada da İstanbul'a gelmiş olan Fransa ayan azasından
Pontekolant da çalışanlara karışıyor, İspanya sefiri Marki Dalmanera da
kâtibleri ve maiyet askeride, subayıda iştirak ediyor ve bir İstanbul topçu bölüğü
teşkil eyliyor. Rumlara hediye ve taltiflerde bulunarak faaliyete geçiriyor,
İngilizlerin burun büyüklüğünü kırmak arzusuyla uğraşıyordu. Sarayburnundan,
Yedikule'ye kadar açılan cephe boyunca duvarlar yıkılıyor yerine mazgallar
peyda oluyor. Sarayların bahçelerinde toprak istihkâmlar beliriyor, evlerin
bazıları yıkılıp yerine istihkâmlar yapılıyordu. Her yerden binlerce amele
koşuşup geliyor, bütün sahilde cenk ve cidal avazları yükseliyor, İngilizlere
karşı hakaret ve sövmeler işitiliyordu. Her delikten bir top namlusu uzanıp,
gülleler yığılıyor, top mavnalanyla, ateş gemileri iki hat üzere diziliyor,
Kızkulesi ayrı çapda toplarla silahlandırılmış emre hazır bulunuyordu, Sultan
Selim bütün gün askerlerin arasında, genellikle yalnız, yaya ve bazen Fransız
elçisiyle beraber geziniyor. Ahaliye, askere, cömertçe davranarak saltanat mimarı
gibi, elinde bir fildişi arşın (ölçü aleti) gülümseyerek mühendislere öteyi
beriyi soruyor, bataryaların hacimlerini bizzat ölçüyor, Fransız elçiye son
derece iltifat ediyor, göstermiş olduğu gayret, himmete daima müteşekkir
olduğunu açıkça söylemekte idi. Hakikaten; kısa bir zaman zarfında tophane
depolarından yüz adet top çıkarılarak sahil boyuna tayin olunmuş yüzbaşı
Boten'in verdiği rapora bakılarak beş günde, Yedikule'den Sarayburnu'na kadar
102 adet top, 69 adet havan, sağ sahile 24 Otop, 12 havan boğazın karşısına 84
top, 15 havan, Üsküdar tarafına 94 top, 14 havan konulmuş idiki, tamamı 520
top, 110 adette havan idi.
Osmanlı devleti de bu mühleti, İngiliz donanmasına gönderilen
divan~ı hümayun tercümanının, Rus ile sulha ve İngil-tereyle ittifakı
yenilemeye karar verdiğinden ve bunlara dair bir senet vermek, İngiltere,
Rusya'nın istila ettiği kalelerin geriye verilmesini senede lüzum görmiyerek
taahhüd etmek, bu senetleri kaide üzerine müzakerede tanzim edilene kadar,
İngiliz donanması Çanakkalede durmak, İngiliz elçisi İstan-bula geldikten sonra
Sebastiyani'nin, kovulmasına çare düşünülmek üzere, kaleme alınmış müsveddenin
düzeltilip, değişikliğe tâbi tutulması ve irade-i seniyye taalluku için almıştı.
Ayrıca muhalif rüzgârların meydana getirdiği şartlar, bombardıman gemilerinin
baştan ve kıçtan demirlemeleri kabili imkân olamıyordu.
ingilizler Çanakkale boğazında da istihkâmlara emir verildiğinden
dönüş yolunun pek zor olacağını kestirmişlerdi. Ancak, kaçtılar denilmesin
diye de, avdet yolunu tercih etmiyorlardı. Bütün bu meyanda garib bir olay
husule geldi: "Fe-nerbahçeye vazifeli verilmiş bir kaç asker, Kınahada'ya
geçmişler. Bir kaç tane İngiliz, sandalla su almak üzere, oraya gelir. Hemen
savaşa başlarlar. İngilizlerin yedi-sekiz tanesini Öldüren askerler, birkaçını
da esir alırlar. Bu esirler arasında amiralin genç oğlu da vardır. Askerler
amiralin oğlunu saraya gönderirler. Sultan Selim askerlere kırkar altun ile
birer çelenk verir. Amiralin oğlu da Kaptanpaşa tarafından ingiliz donanmasına
aşırılır. Bu havadis balıkçıları galeyana getirdiğinden İngilizlerin gemileri
etrafında dolaşıp bir gemiden diğer gemiye giden sandalları tevkife başlarlar.
Hakikaten İstanbul beş gün zarfında toplarla donandığı gibi ahalide kayıklara
binip, adeta donanma üzerine yürüyecek cesarete mâlik olmuştu. Yeni kaptan
Şeydi Ali paşa komutasında bulunan 20 kıta harp gemisi Beşiktaş Önlerindeydi.
İngiliz elçisi hem hasta hemde yapmış olduğu hesapsız hareketin neticede
üzerine düşecek mesuliyetini bir başkası üzerine yıkmağa gayretli idiyse de
amiral Dukvorth'dan uygun birini bulamamış ve müzakereleri ona havale etmişti.
Amiral 21/şubat'ta ültimatom vermişti. Babıâli 21/şubat'ta kimlerle müzakere
edileceğini, nerede yapılacağını, İngilizlerin iyi niyetinden endişe
edildiğini, müslümanların heyecana geldiğini, bir bir ve ağır ağır sordu.
Amiral kesin olarak iyi niyet taşımakta olduklarını bir daha temin etti.
Babıâli hayatının emniyetini temin ettiği takdirde konferans için neresi
tercih edilirse edilsin, oraya geleceğini bildirdi.
Bu sırada ise, sarayın duvarlarında sekiz mazgalın daha açıldığını
görerek konferans işine İki güne kadar bir netice verilmesini bildirdi. Aynı
günde yapılmakta olan savunma hazırlıklarından şikayetçi olarak, üç saat içinde
cevabın verilmesini taleb etti. Eğer cevaba erişemezlerse, Marmara denizinde
bulunan Osmanlı gemilerinin, batırılma veya ele geçirileceğini beyan eden
tehdidler savurdu. Babıâlide geceleyin boğazın Anadolu kıyısında yedi mil
ötede (Beykoz olacak) bulunan bir yeri müzakere mahalli olarak tayin ettiğine
dair haber yolladı. Amiral bu teklifi kabul ettiysede, kendi yerine amiral
Lewis'i gönderecekti.
Bu arada bir mülazım (teğmen) ile dört gemici esir alınarak
götürülmüşse de, bunların da çarçabuk, tahliyesini taleb eyledi. Fakat ertesi
gün bir Osmanlı gemisi gelerek müzakereye katılacakları alacak idi. O beş
ingiliz salıverilmedi. Dok-vorth, yeni şartlar söyleyerek Sebastiyani'nİn,
uzaklaştırılmasını ve üçlü ittifakın yenilenmesini istedi. Babıâli; verilen son
cevabında, Osmanlı ülkesinde bir tehlikeye maruz kalmadan, bir karış yere bir
ingilizin çıkmak mümkün olmadığı, hattâ saraya bile bir İngiliz gelse onu
müdafaa etme çok güç olacağı, velhasıl İngiliz donanması bulunduğu yeri
terketme-ye ve Çanakkale boğazını, dışarı doğru geçmedikçe müzakereye devam
edilmeyeceğini bildirdi.
Dokvurth ilk önce hiddetleşiddet göstererek, Arbutnot'un
Bozcaada'dan gönderdiği geçmiş tekliflerini tekrara kalkışacak olduysa da, az
sonra bu tehdidlerinin İngiliz donanması, aleyhine olacağını kestirdiğinden,
yelkenleri suya indirmeyi tercih etti. 1221 senesi zilhiccesinin 12. günü, 1807
senesi şubat ayının, 20. cuma gününe müsadifdir. İşte o gün yelkenleri açık
olarak, İstanbul üzerine doğru yürüdü. İstanbul'da bulunan, Fransız
elçiliğinde büyük bir heyecan husule geldi. Fakat donanma bir dönüş yaparak
yine adalar önüne geldi. Direklerinin ucundan başka yeri görünmüyordu. Yine
yakınlaşıp, uzaklaştı. Bütün günü voltayla geçirdi. Akşamleyin güney cihetine
doğru gitti. O gece de şehirde büyük bir endişe hüküm ferma oldu.
Ertesi gün de bütün halk, hattâ içlerinde padişah bulunduğu halde
surlara çıkıp, İngilizlerin gittiğini görüp, inandılar. Ahali padişahı büyük
bir şiddetle alkışladı. Beşiktaş önlerinde bulunan donanmayı Osman-i askerleri
İngilizleri takip için izin istediler. Adetâ söz dinlemez dereceye geldiler.
Müessifa-ne; bir hadise zuhur ederdiye korkuluyor, elde edilmiş neticenin heba
olmasından çekiniliyordu. Daha sonra padişahın iradesi çıktı. Ahalinin
tezahüratı arasında donanma Marma-raya doğru süzülüp, Kumkapı önlerinde demir
attı. İngilizlerin ricatı ile alakalı resmi haber, Fransanın Gelibolu konsolosu
tarafından gönderilen bir haberci ile kesinleşti. Mart ayının 2. günü Gelibolu
minaresinden onüç yelken görülmüş. Bunlar, Lapseki ile Naraburnu arasında
Ekinlik deniien yerde durmuşlar. Su alan gemilerini tamir etmişler. Boğazdan geçişlerinde
Osmanlı bataryalarının şiddetli atışlarına maruz kalarak, Vindsor Kastil isimli
geminin, büyük direğinin dörtte üçü 800 librelik ve iki kadem kutrunda bir taş
gülle ile kırıldığı gibi Aktiv fırkateyni'de 560 librelik bir gülle yemiş.
Ro-yal Corc isimli amiral gemisi de başka ve büyük bir gülle isabeti ile hasara
uğramış. Bu donanma tamam bir saat bir çeyrek ateşaltmda kalmış. 130 Ölü ve 412
yaralısı olmuş. Eğer Anadolu kıyısı müstahkem ve silahlı olsaymış ve topları
da sabit olamasa imiş, tamamen mahvolacak imiş.
Tabiatıyla bu hadisenin neticesinden olarak İstanbulda Fransızlar
lehine; büyük bir emniyet ve itimat, son derece yükseldi. Hatta ahali sokakta
rastladığı Fransızları çeviriyor, kendilerine yapılmış yardımların minnetini
ifade ediyorlardı. Rusya'ya taraftar olan Rumlar bile, patriklerinin kumandası
altında olarak şehrin tahkimatının yapılmasında gayret göstermişlerdi
Mora'fılarda, padişaha bir dilekçe ulaştırarak Rusyalılar ile savaşmağa hazır
olduklarını bildirdiler. Fakat; bütün bu nümayişler arasında yine, İstanbul
sokaklarında, fesat ve fitneye dair dedikodular dönüp duruyordu.
Devlet adamları birbirine düşerek, herkes yekdiğerinin aleyhine
iftiralara girişiyor, İngilizlerin İstanbul'a gelmelerini yeni kaide olan
"yeniçerileri kaldıracaklar, nizam-ı cedidi onların yerine koyacaklar
imiş"e vardırarak devlet ricali tarafından özel bir davet olduğu ileri
sürülüyordu. Trafalgar ve Kopenhag galibiyetleri üzerine İngilizlerin İstanbul
sularında uğramış oldukları hezimet, İngiliz ahalisi düşüncesinde bir hayli
kötü tesirler vücuda getirdi. Akdeniz'de dolaşmakta olan Rus amirali Seniyavin,
çok geçmeden de Bozcaada önlerinde amiral Dokvortha, birleşerek yeniden
İstanbul'a girmeyi teklif ettiyse de, İngilizler yeniden uğrayacakları
müşkülatı tecrübe etmiş oldukları için kabul etmediler.
Bundan başka yalnız İngiltereye yaramayacak böyle bir teşebbüs
için, Ruslara yardım etmek, menfaatlerine aykırı idi. Fakat, bu tarz hareket
iki devlet arasında burudet yâni soğukluğa da vesile oldu. Hattâ; bir dereceye
kadar da, Ma-polyon ile Aleksandr arasında bir ittifak doğmasının sebebi olan
Tilsit mülakatının öngörüşmesini teşkil etti.
Amiral Seniyavin Bozcaada'dan Selanik önlerine geldiyse de,
taarruza geçmeğe cesaret edemedi. Tekrar dümeni Boz-caadaya kırmakla, burayı üç
gün aralıksız top ateşine tâbi tuttuktan sonra kara çıkardığı ikibin askerle,
işgali tamamladı. Böylece Çanakkale girişi yine kapanmış oldu. Bu vakada
İstanbul ahalisinin ızdıraba düşmesine yol açtı. Kaptanıderya Şeydi Ali paşa,
sekiz gemi ve beşbin kara askeriyle, Bozcaada üzerine, yelkenbastı. İngilizler
ise, Rusların İstanbul'a pek faz'a yaklaşmış olduğunun verdiği endişeyle
yanlarından ayrılıp, Mısır üstüne yelkenlerini doldurdu. İngilizlerin bozgundan
sonraki kaçışlarının memnuniyeti pek sürmedi. Yen -ni endişelere bıraktı.
Vehhabilerin reisi olan Suud bin Abdülaziz, Medine-i Mü-nevvere'yi
istila ederek, mübarek merkadlerin kubbelerini yıkmış, yalnız vukubulan ricalar
üzerine Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Ravza-i mutaharralannın, kubbesini bırakarak
ne kadar kıymetli eşya ve cevahir varsa hepsini alıp Deriye'ye gönderdiği gibi,
onlara göre bi'dat olması hasebiyle hutbelerden padişahın adını kaldırmış,
Vehhabi olmayanlara müşrik nazarı ile bakarak, bunları Mekke'yi tavafdan men'e
cüret etmiştir. Kendi tarafından Mekke ile Medine'ye birer tane Kadı tayin
ederek, diğer kadılarla beraber, Harem-i Nebevi hademesini, Medine muhafızını
İstanbul'a yollamış, Sultan 3. Se-lim'e bir mektup göndererek "burda
türbeler üzerine kubbe200 bina ve kurban boğazlanmamasını" beyan ederek, Padişah
3. Selim'inde mezhepleri olan Vehhabiliğe girmesini istemiştir.
Hattâ Şam kafilesi Medine-i Münevvereye giremiyerek geriye
dönmüştü. Bu hadisat ehli isiâma vükelâ ve padişahın aleyhine hareket etmesi
neticesini veriyordu. Diğer taraftan İngilizlerde, İstanbul'da uğradıkları
hezimetin acısını çıkarmak arzusuyla Mısır üzerine dönmüşlerdi. Böylece Mekke
ve Medine ile gerek kara, gerekse deniz yoluyla münakale ortadan kalkmış
oluyordu. Fransa'da yayımlanan bir eser, 'ingilizlerin, Mısır'ı istilası meselesini,
aşağıda aldığımız satırlarda şöylece belirtiyor:
"1222/muharrem/6. sah-1807/martınm/17. günü, 17 tane,
İngilizlere aid yelkenli limanın önünde görüldüler. Bu gemilerin kumandanı amiral
Lewis'di. Mısır'ı gerek Fransız gerekse Mehmed Ali Paşanın zülmundan kurtarmaya
geldiğini ilân ediyordu. Gemilerde general Frazer kumandasında, Mesina'ya
gelen, 5100 kişilik küçük bir ordu vardı. İskenderiye ahalisi öteden beri,
Kavalah Mehmed Ali Paşaya aleyhtar olduklarından Fransa konsolosu Droveti,
ahaiininde, askerlerinde düşmanlığını hisettiğinden, pasaportlarını istediyse
de verilmedi. Bunun üzerine maiyetine onbeş tane Fransız askeri aldı. Eli
tabancada olduğu halde, azimetine yâni gidişine mümanaat edilmemesini taleb
ederek, muha-fızsız olarak Reşid'e oradan da Kahire'ye gitti. Mehmed Ali Paşa,
Said taraflarında da bulunan kölemenleri cezalamak için Cünye'ye gittiğinden
konsolos İngilizlerin İskenderiye'yi işgal ettiklerini, acele gerigelmesini ve
çok yakında büyük bir Fransız ordusunun geleceğinden mukavemet hazırlıklarına
girişmesini bildiriyordu. Hakikaten İngilizler karaya asker çıkarırken hiç bir
müşkülatla karşılaşmadılar. Mutasarrıf Emin ağa, zaten İngilizlerin konsolosu
Misket'in tutkulusu idi. İngilizler, İskenderiye'yi işgal ettikten sonra
yollarını emniyete aimak için Nİ1 yakınlarında bulunan, Reşid'i ele geçirmek
için general Voşep'in komutasında olarak,
1200 kişilik İngiliz askeri birliğini yolladılar. Şehirde beşyüz Türk ve
Arnavut askeri vardı. Bu gurub; iki gün yolda hiç bir düşmana rastlamadığı
halde Reşid'e vardı. Askerlerde pek şiddetli sıcaklardan dolayı çok
yorulmuştu. Bu yorgunluk yüzünden şehre karmakarışık olarak girdiler. Hiç bir
direnme ile karşılaşmadıklarından müsterih olarak, silahlarını çıkarıp
gölgeliklere, uzandılar. İşte o an askerlerimizin üzerlerine çullandılar.
Kumandan Ali bey, kaçmalarına fırsat vermemek için ne kadar kayık varsa Nü
nehrinin karşı sahiline geçirmişti. Osmanlı askeri İngilizleri saatlerce
vurdular. Öldürdüler. General Voşep, iki yerinden yaralı olarak ortada kalmıştı.
Pek çok İngiliz subayı Öldü. Bu kavgada beşyüz İngiliz askeri telef oldu.
Yüzyirmi de esir ele geçti. Ölülerden; seksen tanesinin kelleleri kesilip,
Kahire'ye gönderildi. Kelleler, Özbekiye caddesinde, iki sıra halinde
kazıklara geçirilip teşhir olundu." Bu arada da, Mehmed Ali Paşa güneyden
gelerek kölemenlerden Selyut'u aldı. Mısırlı komutanlardan meşhur ibrahim bey
ile antlaşma yapılarak, Mil nehrinin sağ ve sol taraflarını takiben, kuzeye
doğru yürüdü. İngiliz kuvvetlerini bilmediği için, Kahire'ye vardığında, şehri
tahkim etmeye iptidar eyledi. Bununla beraber Reşid'e de dörtbin piyade ve
binbeşyüz süvari yolladı General Frazer, yeni bir sefer heyet-i seferiye
teşkil ederek general İstevar'ı 3 bin piyade, 6 top, 2 havan ile Reşid'e
gönderip, şehri muhasara ettirdi. Mehmed Ali Paşanın, Kethüda bey ve Hasan
paşanın komutalarında olarak yolladığı askerle 22/nisanda meydana gelen kanlı
savaşta, İngilizlerin feci bir mağlubiyete uğradıkları görüldü.
Binbaşı Moor esir, miralay Maklod öldüğü gibi pek çok telefat da
verdiler. Büyük topları çivilediler. Yiyecekleri ve mühimmatı, eşyaları
yaktılar. Asker ve bu askere katılan fertler, aşiretleri ile kurtulanların takiplerine
koyuldular ve yolda da fena halde hırpaladılar. Geri kalanlanda, Ebukır'da
bekleyen donanma alarak, İskenderiye'ye getirdi. Kahire'ye soluk soluğa
getirilen beşyüz İngiliz esiri, Özbekiye'de sırık üstünde duran arkadaşlarının,
kafaları önünden geçirildi. Yürüyemeyenleri eşeklere bindirdiler. Düşüp
ölenlerin kellelerini kesip sırıklara ilave ettiler. "Bu bozgunluk,
İstanbul'daki hezimetten daha tesir edici idi. İngilizler; Akdenize hakim
oldukları için hezimet haberini avrupaya duyurma işlemini biraz
geciktirdi-lerse de, doğu da pekçok kayıp etmişlerdi. İstanbul'dan Cezayir,
Trablusgarp, Tunus, İzmir'e haber gönderilerek İngilizlerin
uzaklaştırıldıklarını ve mallarının müsadere edilmeleri emrolundu.
İskenderiye'de bir iki ay kaldılar. Fakat bir iş göremediler Mehmed Ali, bu
esnada bir ordu düzenleyip başlarında kendi olduğu halde İskenderiye üzerine
gitti. Amiral Lewis hummadan ölmüştü. Yerine amiral Hallovel gelmişti. Bu
sırada ise Fransa ve Rusya arasında da, Tilsit antlaşması imzalandı.
İngiltere hükümeti ingiliz donanmasının cephaneliği olan
Sicilya'ya Fransızların hücumuna ihtimal veriyordu. Buna dayanarak bütün
gücünü, Cezayir'e topladı. İngilterenin efkârı umumiyesi de "2. bir
Napolyon romanı" olan Mısır seferinden hoşlanmamıştı. Bu bakımdan da
Mehmed Ali Paşa ile ingiliz amirali arasında, cereyan eden müzakereler pek çabuk
sona ererek, donanma yelken açıp 14/eylülde denize açıldı. Paşa, kaleden atılan
topların sesleri arasında tam bir debdebe ile İskenderiye'ye girdi.
Şayan-ı dikkattir ki, şu sıralarda İstanbul'da büyük bir fitne
ayaklanıyor, İngiltere ile Fransa arasındaki savaş da İspanya meselesinden
dolayı, başka bir renk alıyordu. Mehmed Ali Paşa ise, Mısır'da bir nevi
istiklâliyet kazanmış gibiydi. Bu ana kadar Mısır sahilleri gümrükleri
tersane-i amireye bağlıyken, İskenderiye'nin zaptından sonra, iskelelerin tamamını
kendi tasarrufuna geçirdi. Elfi bey'in; komutanlarından Şahin bey'İ de
getirtip, Ceyze'ye memur etti. İstanbul'dan rehine bulunan oğlunun uhdesine,
Mısır defterdarlığı tevcih edilerek, Mısır'a yollandı. Payitahttaki devlet
adamları da Ka-valali Mehmed Ali Paşayı, Vehhabilerin üzerine sevk etme
hususunda kafa patlatıyorlardı. Hattâ kendisine bu iş için, bir de kapıcıbaşı
gönderilmiş ise de, Paşa: "bu iş acele ile olmaz. Süveyş'de, gemi
yapmalı, tedarikâtta bulunmalı" ce-vabıyla başından savdı.
Sultan 3. Selimin Hâli
Ruslar ile Tuna nehri boylarında savaş devam etmekteydi.
1222/1807. Ruslar, 17 defa İsmaiyl kalesine hücum ettikleri halde, muhafız
Kasım Paşa ve Pehlivan Ağanın, kahramanca müdafaaları karşısında firara mecbur
kaldılar. Bu arada Alemdar Mustafa Paşa da Yerköy'ü kuşatmış bulunan Rus
birlikleri, üzerine hücum ederek, büyük zayiatlar verdirmeyi başardı. Ancak
savaşın en büyüğü ve en müthişi payitaht'ta vuku buluyordu. Padişah ve hükümeti
pek zaaflı bir hâie gelmişti. Hem de öyle bir halki; nice gayretler ile
meydana getirilmiş, nizam-ı cedid askerjni bile Tuna boylarına sevk edemedi.
Ancak, küçük bir miktarını Karadeniz boğazında muhafız olarak
bulundurabiliyordu. Anadoluda pekçok talimli asker varken, onların yerine bir
takım derebeyleri kullanılıyordu.
Rumeli ve Anadolu'dan gelmiş bulunan, nefir-i âm askerinin, derme
çatma, çapulcu olup ve Rus ordularına karşı tesiri yok idi. Eğer, nizam-ı
cedid ve talimli asker sevk edilebilşeydi, Ruslar, Memleketyn (Romanya)de, pek
büyük zararia-ra uğrayacaktı. Büyük bir galibiyet kazanmak işten bile değildi.
Tutucu düşünce sahipleri ortalığı doldurmuş ve taşırmış olduğundan, nizam-ı
cedid düşüncesi de yeniçerileri kızdırmıştı.
3. Selim hân'ın nizamı cedide verdiği fevkalade önem, kendisinin
yavaşlığı ve tereddüdlü davranışları sebebiyle varlıklarını gösteremiyorlardı.
Başlangıçda pek endişe vardı. Ancak hakimane idi. Hatta bu asker için kurmuş olduğu
20 bin keselik irad-ı cedid hazinesi de o ehemmiyet-i fevkaladenin en büyük
nümunesidir. Bu varidat, 1212/1797 senesinde 60 bin keseye kadar yükselmişti.
Bu gelir artışı sebebiyledir ki, Levend çiftliğinden maada Üsküdar'da ve
Anadolunun bazı mevkilerinde de, eyalet askeri nizam-i cedide katılıyordu.
Fakat o zaman için ne denebilirki, hakikat erbabı, 3. Se-lim'in kabul
ettiklerini kabul ettiği halde, bir müfrit ekseriyet. nizam-ı cedidi, gavur
icadı diye isimlendirerek taraftar toplayarak, bu yeniliği beğenenleri kâfir
ilan etmekten çekinmediler.
Bir takım devlet düşkünleri de, bu düzen içinde yükselen kimseleri
türlü türlü iftiralarla lekelemekten geri kalmadılar. Neticede, İstanbul'da
efkârı umumiye ikiye bölünmüştü. O devrin ruhi hâli ve düşüncesini tetkik
süzgecinden geçirecek olursak şunları özet olarak tesbit edebiliriz:
"Mizam~ı cedidin kurulmasına teşebbüs edildiği sırada devlet adamları ve
ileri gelen kimseler padişahın iradesi ile yazıp vermiş oldukları layihaların
içinde yer alan fikirler, çoluk çocuğun ve de bazı yakınların ağzına düşerek:
"herkesin istidadı verdiği lâyihasından belli ve kişinin rütbe-i idraki
zâdei tabiinden belli oluyormuş." şeklinde alay edilecek hale
düşmeleride, bu gibi zatların küsmeleri, birer tarafa çekilmeleri, bu kurena
arasından sivrilen Enderun-u hümayun başkâtibi Ahmed efendi gibi fazilet
erbabının, vekiller ile birlikte toplanarak gündüzleri, ikindiden sonra
Enderuna giderek babıâliye ait işleri evlerinde görmeleri, geceleri
<mukattaat mültezimleri^ Buğdan ve Eflâk kethüdaları gibi, raşiler,
dalkavuklarla evlerinde mehtap safalarında, sazendeler, bazendelerle iyşü
işret etmeleri, 3. Selim'in kurenasına pek çok emniyet ettiğinden, devlet
sırrını Ötede beride ifşa etmeleri Saray hademesinin, içoğlan-larının
kahvehanelerde, oyun yerlerinde adet dışı tavırlarda bulunmaları, padişah 3.
Selim'in eğlenceye olan eyilimi, İstanbul sürûrgâh kesilerek, Kâğıthane,
Boğaziçi, Çamlıca alemlerinin devam edip gitmesi. Devlet adamlarının nizam-ı
cedid meselesini mal toplama vesilesi sayıp, israf ve gösterişe koyulmaları,
paranın ayarının bozulması, çeşit çeşit vergi ihdas olunmasından dolayı,
erzakların ve eşyaların fiatların-da meydana gelen artışın, getirdiği
sıkıntılar hasebiyle vükela ve devlet adamlarına bildirilenlere karşı
bazılarının, "Tamam, halkı işgale bundan daha güzel sebeb, vesile olamaz.
İaşeleri derdine düşsünler de devlet işlerine karışmasınlar." diye cevap
verdikleri, bazılarınında, "Burası zengin yatağıdır. Buraya fukara
yakışmaz. Devletlilerin arasına müflis güruhu sığamaz" şeklinde, cevaplar
vermelerinin halk tarafından duyulması. Taşralarda vergilerin konmasındaki
takatin genişlik ölçüsünü aşması, padişah kurenasının (yakınlar), vükelâ ve
ricalin daha çok nüfuza sahip olmaları, hattâ sadrazamların bile azil korkusu
ile kupkuru bir unvana kanaat etmeieride, fakat içinden, diğer halkla beraber
olmaları, Yine padişahın yakınında yer alanların, kendisine ahalinin kanaati
hakkında değişik beyanlarda bulunmaları padişahın annesi valide sultanında
oğlunun çok hassas kimselerin belki de başında geldiğine dair inancı, en ufak
bir husus için, büyük üzüntülere düştüğünü bildiğinden herşeyin bütün
teferruatıyla anlatılmasının gereksizliğine ait tenbihi. padişahında bir çok
şeyi Öğrenmemesine yol açmış olması, velhasıl halkın heyecanını ve kıyamını,
kolaylaştıracak kötü idare tarzı, işin bütünü ile ortaya çıkmasını ve saltanat
ile ahali arasında pek büyük bir çukurun kazılmasını sağlamış oldu. Araya
yakınlar ve akrabalar girinceki, zamanımızda da tek tük bu tip kalıntıya rastlamak
mümkün. Fakat bu yakışıksız, iğrenç, gülünç, göya alafrangalık taslamaları ve
taassup ve cahillik ile hiddetle, şiddet beraberliği şeklinde tefsir olunabilir
mertebeye getirdi.
Ilhad Ve Zenadıka
Cevdet Paşa tarihinde yer alan aşağıdaki bölüm, zamanın düşük
mertebesini gösterir: "işte bu sırada İstanbul'da bir de ilhad ve zenadıka
düşüncesi ortaya çıktı. Şöyle ki, Sultan Selim hazretlerini cihangirlik
sevdasında bulunmakla (!) yakınları dahi onu şişirmek için kimi <Kaimi>
manzumesinden ve kimi de" Cifr-i Kebir-i Şeyhi Ekber'den ve kimi bazı ehli
keşif ve kerametden manâlar nakil ve ityan ile "müceddid-i devlet"
olduğunu da vechi tahkik üzere huzuru hümayunlarında dermiyan ederlerdi. Bu
mülabese ile mutasavvıf güruhundan geçinen ve: -Erenler şöyle yaptı. Böyle
yapacak. Şeklinde yalan yanlış sözlerle halkın cebinden para koparan bir takım
mülhidier de, Enderûnu hümayuna gidip gelerek o devrin ricali, genellikle cahil
ve alelade gurubundan olan bazı enderunlu takımı cehaletleriyle beraber
dışarıda genel düşüncelerden gafil olduklarında, ehl-i şer'i gözünde, küfrüyat
sarfı sayılır bir takım sofilere ait kelimeler kullanmağa başladılar. Eğerki
yeniçeri pirdaşları olan Bektaşi derbederlerinin, her gün yaptıkları hezeyanı
onların tefevvühatından daha kötü idiyse de onların böyle tefevvühatı yâni
sözleri "bütün dinleri inkâr eden Fransızları taklit ve onlara uymak
esnasında ortaya çıkarak," bütün nazarları üzerlerine çekerek, halk onların
böyle şeriatın zahirine uymayan durum ve hallerden ürkdü. Hemen kitab-ı
şeriatde ki apaçık belirtilmiş meselelerden başkasını incelemeyen ulema
güruhuda enderûn adamları ve dışarıdaki kimseler hakkında, büyük şüphelere
düştü. "Yine tarihlerin genel rivayetindendir ki, Sultan 3. Se-lim'in
düşünce yapısında tereddüd önemli bir yer kapsamakla beraber, davranışlarda
yavaş mizaç hüküm sürmekteydi. Bilhassa yeniçeri askerinin nizamı cedidi tahkir
ve kâfir olarak nitelendirmeleri hususunda karşı ses çikarmamsı, bu güruhun
azmasına vesile oldu. Eğer özetleyecek olursak, gördüğümüz şu vakaların
yardımıyla biz de yeni fikir büyük bir ifrat yâni aşırılıkla başlıyor ve bir
kaç kişinin tekelinde olarak devam ederken taklid edenler aleyhinde
bulunanlardan, çok fazla yerleşmesini geciktirme veya iptaline sebeb oluyorlar.
Kadı Abdurrahman Paşa'nm Edirne vak'asından sonra geri dönmesi,
devletin bir müddetten beri edinmekte olduğu ilerlemeye dönük intizamdan,
vazgeçmeğe eğilim göstermesiydi. Cevdet Paşa; "bu ricatı, padişah 3.
Selimin mülayim ve yumuşak kaibli bir kimse olmasından dolayı, o sırada
devletin hâli, asla hiç birini kullanamayacak durumda bulunan güzel silahlarla
odasını süsleyen nâzik çelebilerin haline" benzemekteydi der. Paşa, bu
benzetmesiyle büyük isabet göstermiştir. Bu kadar birbirini takip eden
hadiseler arasında, Fransa elçisi general Sebastiyani'de devleti Fransadan
yardım İstemeğe mecbur etmek bahanesi ile adamlarına talimat vererek, yeniçeri
büyüklerine: nizam-ı cedid'in kurulmasından maksadın ocağın kapatılması,
maaşlarının vükelaca cebine indirme hareketidir, demelerini istiyordu.
İmparator bu talimatın verildiğini duyunca, sizin hâlinize teessüf ediyor. Eski
usûlün bozulmaması taraftarıdır. Fakat askerimizde hu-dud boyundadır. Lâzım
olursa İstanbul'a getirtilecektir. Şeklinde telkinatta bulunuyordu. Velhasıl,
İstanbul bir karışık düşünce dalgalan arasında bocalamaktaydı Bir de, orduyu hümayun'un Ruslara karşı
harekatında padişah yakınları vede devletin ileri gelenlerinin pek büyük
kısmının payitaht'ta kalmalarını bu savaşta, yeniçerilerin öldürtülmesi için
bir muva-zadan ibaret olduğu düşüncesi pek kuvvetli tarzda şuyû buldu.
Bunlara da ilaveten başka bir durum daha vardıki, o da Köse Musa
paşanın, sadaret kaimmakami, Topal Ataullah efendinin şeyhülislâm olmaları
hususuydu. Çünkü bunlar nizamı cedid aleytan kimselerdi. Bir daha söylemekte
zaruret vardır ki, bizde meydana gelen ihtilâl ve isyanların tamamında,
erbab-ı din şıkkını, o güzelim ve temiz Şeriat-ı Muham-mediyi alet olarak
seçmişlerdir. Yâni; bilerek, bilmeyerek dinimize taarruzla da memleketimize
pek büyük fenalıkları, cinayetleri reva görmüşlerdir. Hakikaten de bu ana
kadar gördüğümüz ihtilallerin tamamı, hükümet istibdadına aleyhte olarak
vukubulmuştur. Ancak, bir müstebidin taht'tan indirilmesi veya öldürülmesini
müteakip, yerine bir başka müste-bid getirilme yolu tutularak işi başka bir
menfaatin kanalına değiştirmeye götürmek olmuştur. Vatan, ülke ve ahali aynı
dönemler de büyük felâketlere uğramışlardır. Bu bakımdan yapılanlarda insani
bir fikir veya dindarane bir anlayış mev-cud olmamıştır. İşte bir numunesi:
Kabakçı Vakası
Epeyi bir zaman evvel Trabzon'dan iki bin kişi kadar Lâz
getirtilmiş ve Karadeniz yâni İstanbul boğazındaki kalelerde muhafız yamaklara
ilâve olarak verilmişler isede, bunların maaşları nizamı cedid sandığından
verile gelmekteydi. Böyle yapmakta güdülen maksat, boğazın İki tarafında
yaşamakta olan nizamı cedid askeriyle ülfet kesbedip, biribirlerine ısınmaları
idi. Hâttâ arada sırada Bostancıbaşı Şâkir ağa buralara gider, boğazın nâzın
ingiliz Mahmud efendi ile konuşur, yamaklardan bazılarını yanlarına getirtip:
<Sizde nizamı cedide girin. Hem gelirinizin hemde nâmınızın arttığını görürsünüz.
Hem tayınınız artar, eski kârınızda yanınıza kalır>
tenbihinde bulunurdu. Buna karşılık, Köse Musa paşa, yeniçeri
ocağını fesata vermeye gayret göstermekte, adamlarından bazılarını yamakların
yanına göndererek: sizlerde yeniçeri sayılırsınız, nasıl olurda, frenk
kıyafetinde askerler ile konuşursunuz? Siz, nizam-ı cedid elbisesi giymez,
harbeli tü-fenk kullanmaz iseniz, boğazdan kovulacaksınız" sözlerini
duyurarak teşvikatta, pek de fazla ileri gitmekteydi. Musa Paşanın bu ifsat
edici gayretleri öyle noktaya vardı ki, yamakların bir cemiyet-i belâsı
kuruldu.
"Biz kuloğlu kuluz. Eba emced yeniçeriyiz. Nizam-ı cedid
elbisesi giymeyiz" şeklinde seslerini duyurmaya karar verdiler. Bu yakın
günlerde husule gelen iki olay, azgınlar güruhunun asabiyelerini tahrik etmeye
kâfi geldi. Olayların ilki; "3. Selim, Bayezid camii şerifindeki selamlık
merasimi sonun da, Sekbanbaşı olan ArifAğa'ya <Ağa, ordu gitti. İstanbul
boş. Kolluklarda yeniçeri azkaldı. Acaba nizam-ı cedid askerinden her kolluğa
üçer beşer adam koysam münasib olur-mu?> Dediğinde, Arif Ağada: <Emr-ü
ferman efendimizindir. Lâkin yeniçeri ağası, orduyla beraber gitmiştir. Ben,
burada vekalet eden bir kulunuzum. İrade buyurulursa yeniçeri ağasına
yazayım.> Demiş. Bu cevab üzerine padişah-ı cihan: <Yok. Yazma, dursun
istemem.> buyurmuş." Bu konuşma yeniçeri tarafından duyuluncada gizlice
yapılan istişareler sonunda Karadeniz yamaklarına karakullukçular gönderildi.
Böylece nizam-ı cedid askeri ile yamaklar arasına düşmanlık tamamen girmiş oldu
artık bu adavetde kendisini şurada burada biribirleriyle doğüşür hale getirdi.
Musa Paşa, zaten dışa rda fitne uyandırmak ve böylece İstanbul'u karıştırmak
arzu ve amacı taşıdığından, fesadın çıkış kaynağı olmak üzere boğaz nâzın
Mahmud efendiye, yamaklarında nizam-ı cedid elbisesi giymelerini emretti ki,
buna ateşe körükle gitmek denir.
Olayların ikincisini teşkil eden de; Mansıbı olan yere gitme
kararı vermiş ve buna bağlı olarak, Üsküdar'a geçmiş bulunan, Karaman valisi
Ragıp Paşa, padişah yakınlarına yakın davranmayı yeğlemiş, bu vesile ile de
nizamı cedidin kullandığı nişanlarla süslü kaputlar yaptırarak, kavaslarından
bir kaçına giydirmek istedi. Kavaslar Laz yamaklardan oldukları için, bunları
almayıp boğaza gidip, kendilerine yapılanı ora-dakilere anlatmaya koyuldular.
Bu durumu müteakiben, padişahımız, Ragıp paşaya bütün dünyayı nizamı cedid yapmak
için tuğ vermiş, o da, şimdiden nişan vermeye başlamış, sözleriyle ayağa
kalkıştılar. Kendilerine asla böyle bir şeyin bulunmadığı yolunda, vaz-u
nasihatta bulunan Macar tabiyesi subayı Halil Haseki'yi sonra Büyükdere ocağına
İltica etmek için, kaçan boğaz muhafızı Mahmud efendi ile hizmetçisini
ölümlerin habercisi olmak üzere de katletmiş olmalarıydı. Vaziyet İstanbulda
işitilince, kaimmakam Musa Paşanın bir kazadır olmuş, yamaklar da itaat etmek
üzere bulunuyor diye işi bastırdı. Ertesi gün yine bunlara nasihatla teskin
için giden yeniçeri ocaklarının sözü geçen ihtiyarları, ahçı ustaları ve
yazıcılardan meydana geien bir heyet bu işe sebeb olan Şam'lı Ragıp Paşadır,
dolambaçlı hükmünü verdi. Bunun üzerine paşanın, vezirliği iptal olunup,
Kütahya'ya sürgüne gönderildi.
Aynı gün Musa Paşa ile İbrahim kethüda ve boğaz muhafızı İnce
Mehmed Paşa ve bazı devlet adamları, Çartak kolluğunda Sekbanbaşı ve bazı
yeniçeri ağalarını topladılar. Sek-banbaşK-Yamaklar, İstanbul'a gelip bir fesat
çıkaracaklar diye duyuyoruz. Demesi üzerine: İbrahim Kethüda: -Bunlar karga
derneğidir. Ehemmiyet verilecek şeyler değildir. İtaat etmezlerse cebren itaat
ettirilir. Şeklinde ve büyük bir kızgınlıkla ifadelerde bulundu. Bu sözle Musa
Paşa işe yarayan bir destek bulmuştu. Çünkü fesat bastırılacak korkusu taşıyordu.
Korku duymasının sebebi yamaklara ei altından kalkışmalarını bildiren ta
kendisiydi. Ancak esas cemiyeti ertesi gün Büyükdere çayırında yapılan,
meşveret ortaya çıkardı. dört-beş yüz yamak, islam olsun hristiyan olsun, hiç
kimsenin mal, ırz ve canına dokunmamak ve dokundurtmamak, dokunan olursa idam
ettirmek, meşihat kapısından tasdiki yapılmayan, hiç bir istekte bulunmamak
kararı ile At meydanında toplanarak babıâliden taleb edecekleri kendilerine
verilmedikçe dağılmayacaklarını, adetleri üzere olan kılıç atlamak gibi yemin
yerine geçenleri yerine getirdiler. Aralarından Kabakçı Mustafa çavuş'u reis,
Arnavut Ali ile Bayburtlu Süleyman ve Memiş çavuşları komutanlığa seçtiler.
Kıyı boyunca gidiyorlardı. Karşılaştıklarını kendilerine katılmaya ikna
ediyorlardı. Buna karşılık nizamı cedid askeri Musa Paşanın emriyle
yerlerinden kımıldatılmıyorlardı.
Musa Paşa, padişahı kendinde var olan münafıkça davranışlar
sayesinde kandırmaya, muvaffak oluyordu. Kandırmakla ne yapmıştı. Musa Paşa
harekete geçmiş olan Kabakçı ve güruhuna bir nasihatçı yollamak lâzım
geldiğini ifade etmişti. Çok merhametli bir zât olan padişah, işlerin kansız
halli tek arzusu olmasına binaen bu teklife rıza göstermişti. Ancak, dessas
Musa Paşa^burada seçtiği nasihatçı ile padişahı aldatmış oluyordu. Çünkü; bu
nasihatçı, yeniçeri 25. bölüğünün mütevellisi olan, Kazgancı Lâz Hacı Mustafa
ağa gibi bakır kazancılığında büyük servetin sahibi olmuş ve İstanbul'da bu
işi yapmanın imtiyazını'elinde tutan tek kişiydi. Buz gibi bir nizamı cedid
aleyhtarı olup, bu vazifesinde işi görünüşte, yamakları teskine gayret
etmesiysede, esasta onları tahrik edip hareketlerinde ısrarlı olmalarını
temindi.
Bu Mustafa ağa gelmekte olan yamaklar cemiyeti ile Yeni-köyde
karşılaştı. Yamaklar, nizamı cedidden korkulan yüzünden, Halil Haseki ile
Mahmud Efendi'yi idam etmiş olduklarına pişman olduklarını ve nizamı cedid
boğaz civarında bulundukça kendilerine emniyet gelmiyeceğinden bahsettiler.
Eğer nizam-i cedid askeri çekilir çekilmez derhal yerlerine döneceklerini
anlattılar. Mustafa ağa, durumu Musa Paşaya anlattı. Musa Paşa da, nizamı
cedidin çekilmesinin iradesini padişahdan aldı. Bu iradeye inkiyad eden
askerse, Levend çiftliğine çekilmek üzere boğazdan kalktılar. Bir kısmı da,
üsküdarda bulunan kışlalarına çekildiler. Devlet adamları da bu gelişmeleri
hareket bastırıldı zannederek, babıâli'den dağılarak hanelerine çekildiler.
Aslında fitne bastırılmış değil, bilakis uzaklardan, İstanbul içine çekilme
plânı uygulanmıştı. Hatta, şehzade Mustafa'nın sadık adamlarından Abdurrah-man
ağa ile bazı ulemanın gönderdiği Hammaloğlu Mustafa dahi kıyafetini
değiştirerek yamaklara ders'e gİtmişlerdiki yardımlar sayesinde Kabakçının kurmuş
göründüğü cemiyet hızla büyümekteydi. Bilhassa nizam-ı cedid askerinin çekilmesinin
sağlanmasından sonra, fesadın artık önüne geçebilecek bir güç kalmamıştı.
Dellâllar: - Ya İbadullah (Allahm kullan) meramımız nizamı cedid
belasını kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar, kendilerini
ocaklı bilenler bizimle beraber olsunlar, şeklinde bağararak gece saat dört
sıralarında Tophane'ye ancak indiler. Topçular, eşkıyaya karşı hazırlıklarını
sürdürürlerken, Musa paşa ve Sekbanbaşi taraflarından: "kimse karşı
gelmesin, bu iş herkesin ittifakıyla olmaktadır" haberini aldılar.
Bunlar, hemen kazganlarını Tophane meydanına çıkararak, Kabakçı'nm topluluğuna
tâbi oldular. Padişah 3. Selim, bu işin başka eller tarafından tertiplenmiş
olduğunu anlamış bulunmasına rağmen, teskin işini yine de,
Musa paşaya vermekle büyük bir zaafa ve azim bir hataya düştü.
Bunun hata olduğu asla şüphe getirmez. Bu hususta; Cevdet tarihindeki beyana
göre: "Levend çiftliği ile Üsküdar kışlasında, onüçbin nizamı cedid askeri
bulunmaktaydı. Eğer, Köse Musa'nın boynunu vurup, şeyhülislâm Ataullahin
boynuna sarığını dolayip bu askeri kullanmış olsaydı, asileri durdurup,
cezalandırmak kolay olabileceği gibi devletide tanzimde başarı sağlardı.
Maalesef böyle bir istidad, böyle bir metanet, bu çeşit azim 3. Selim'de
yaşayan bir kabiliyet değildi. Bu hasletler yerine müthiş bir nezaket, bir işe
yaramayan sonsuz bir hüsn-ü zan taşımaktaydı. Hâl böyle olunca isyancıların
teskin edilme işlemini babıâli'nin eline bıraktı.
Musa paşa güya iş görecekrnişçesine, devlet ricalini gece yansı
babıâli'ye topladı. Bunlar olurken, İstanbul alıp, vermekteydi. Eşkiya
kayıklara binerek; gurup, gurup Çartak ve Kapandaki iskelelerine geçerek,
yeniçeri kışlalarına dağıldılar. Galata'dan, Üsküdar'dan ne kadar kayıkçı,
hamal, serseri takımı varsa, İstanbul cihetine geçtiler. Bunların arasına bir
kaç yüz kalyoncu da iltihak etti. Dikkat ediliyormu? Biz de ihtilâl erbabının
kimler olduğunun farkına varılıyormu? Taas-sub ve cehaletin hüküm sürmüş olduğu
yerlerde kuvvet daima ayak takımında bulunur. Kabakçı ve isyana katılanlar at
meydanında toplanmışlardı. Öte taraftan yeniçeri ihtiyarla-nyla ileri
gelenlerini Süleymaniye camiinde içtima ettiler. Şeyhülislâm, eski kadi'ların
ağa kapısına gelmelerine karar verip haber gönderdiler. Şeyhülislam Ataullah ve
Rumeli ka~ dıaskeri Ahmed Muhtar, Anadolu kadıaskeri Mehmed Hafid, İstanbul
kadısı Mehmed Murad efendiler başlan şal ile örtülü olarak geldiler. Bir miktar
konuşulduktan sonra ağalar kışlalarına gitmek üzere kalktılar. Sekbanbaşı Arif
ağa, bunlara teşvikatta bulunmaktaydı. Ağalarla, Kabakçılar, Et meydanında
seğirdim arıcılarının toplanma yeri olan Tekke adı verilen yerde, buluşup
ittifak ettiler. Yeniçeri kazgan(kazan)ları meydana çıkarıldı. Cebe ocağına ait
kazgan ve askeri de geldi. (Tıpkı 31 mart vakasında olduğu gibi) müfsidlerin
öğütlemesi sonucu bir bölük asker çıkarıldı. Bunlar: "dükkânlar açılsın.
Kimse işinden kalmasın. Kimseye zararımız yoktur. Bizim bu gayretimiz ancak
Allahın kullarının, ve devletin nizamı içindir." şeklinde bağırtıldılar,
hakikatten kimseye dokunulmuyor, herkes serbestçe geziyordu. Esnaf ise alış
verişindeydi. Vaziyetin aldığı renk, padişaha duyurulunca, kapılan kapatma
yolu tutuldu. Yine bir büyük hata olarak, nizam-ı cedidin kaldırıldığı
açıklayan bir hattı hümayunu babıâliye gönderdiler.
Padişah, bu işle âlimlerden yardım ister görünmüştü. Ne
garibdirki, isyana çıkan güruh, elan nizam-ı cedid'den korkmaktayken, padişah bunları
adeta sevindirircesine o, kuruluşu iptal ettiğini bildirmişti. Hakikaten buna
pek fazla sevindiler. Köse Musa ise bu sırada Kabakçı Mustafa'nın eline bir
liste tutuşturdu ki, bu liste de onbir kişinin adı vardı. Bunlar; İbrahim
kethüda, Bahriye nâzın Hacı ibrahim, Rikâbı hümayun kethüdası Hacı Memiş,
reisülküttab vekili Sofi Ahmed, irad-ı cedidin defterdarı Ahmed, darphane emini
Ebu bekir, valide kethüdası Yusuf, enderundan serkâtib Ahmed, ma-beynci (başka)
Ahmed, bostancibaşı Şâkir beyefendilerle müderrislerden, Kapan naibi Lütfullah
efendilerdi. Kabakçı Mustafa bu listeyi ortaya koyarak: "Memleketi harab
eden bu onbir kişidir. Bunları ölü veya diri olarak padişahdan isteriz.
Dediler. Her yerde, nizam-ı cedidin kaldırılmış bulunduğu ilân ediliyordu.
Tellallar bas bas bağırıyorlardi. Eşkiya Et meydanından kalkarak, At meydanına
gitme teşebbüsünde bulunduysa da, kendileri içinden bir gurup engel oldu. Fakat
bizim ihtilallerde eskiden beri kaide olan, ihtilalcilerin hiç birinin malumu
olmayan: -Bizim şeri'at ile görülecek işimiz
var. Şeyhülislâm kadıaskerle buraya gelsinler diyerek, listeyi
ağakapısına gönderdiler. Bu liste hakkında şeyhülislam tarafından padişaha bir
dilekçe yazıldı. Bu onbir kişinin adlarını yazının baş tarafına koyarak, bunların
cezalan verildiği takdirde, herkesin yerli yerine döneceğini bildirdi. İşte,
padişahın zafiyeti de bir daha burada kendisini gösterdi. Eşkiyadan kimsenin
kılına dokunmazken, canı gibi sevdiği kimseler hakkında, istenmekte olan
cezalandırılmaya razıoldu. Bakın; burayı Cevdet Paşa kıymetli eserinde pek
güzel ifade etmiş:
"Şeyhülislâm efendi ve Rumeli ve Anadolu kadiaskerleri ile
İstanbul kadısı beraberce At meydanına gelip, meydanın tekkesinde oturdulduklan
esnada yamaklardan bir delikanlı da hepsine hitaben: <siz şer'iat hakkında
doğruyu söylemiyor, sonrada iş bizim gibi baldırı çıplaklara kalıyor. Edirne
vak'asmda fetva veren sen değilmisin?> dediğinde, müfsid Ataullah: <ben o
zaman şeyhülislâm değildim. Benden evvel ki efendi fetva vermiş, ben bilmem!>
diye cevap verecek, eş-kiyanın karşısında kendisini temize çıkarma gayreti
güder. Bu sıralarda ise, Köse Musa paşa listede, isimleri yazılı olanların
kellesini alma gayretini gütmekteydi. Padişah bu isteklere karşı serkâtib
Ahmed efendi ile mabeynci Ahmed beye sizi de istiyorlar, elimden alırlar, varın
başınızın çaresine bakın, şeklinde hitabdan sonra, izin verdi. Musa paşa'yada:
<Ibrahim kethüda, Hacı İbrahim ve Serkâtib Ahmed efendilerle aramızdaki
antlaşma gereği onların idamlarından vazgeçilsin. Gerisini kurtarmak mümkün
olmuyorsa kayıtları görüle> şeklinde emir verdi. İçlerinden yalnız, Memiş,
Sefer ile Bekir efendilerin babıâlide Bostancibaşı Şâkir beyi sarayda boğarak
katledip, başlarını eşkiyaya gönderdiler. İbrahim kethüdayı firar etmiş olmasına
rağmen Yenikapı Langa da bulunan bir evin mahzeninde yakaladılar. Büyük
hakaretlerle Et meydanına getirdiler. Başmühendis olan pek de kıymetli
adamlarından biri olan Ali beyle birlikte kılıç ve hançer darbeleri ile
paraladılar. Bu iki garibi, Et meydanına
getirirlerken, meydana gelen izdiham esnasında, ortalığa hâkim olan nizam-ı
cedid askeri geliyor sedasının korkusuda eşkiyanın birbirlerini ezercesine
kaçışına sahne oldu ki, nizam-ı cedidle aralarındaki fark bu hadisede de pek
ayan oluyor. Artık, fesat ateşi adamakıllı her yeri sarmıştı. Sönmek
bilmemekteydi. Sultan Selim, sadaret kaymakamına gönderdiği bir hatla
meramları nedir? Sorusunu ulaştırdı. Nizam-ı cedidin hazinesinin
kaldırılmasını talep ettiler. Bu talebi de padişah:,<İrad-ı cedidi de
kaldırıp lanet ettim> şeklinde haber gönderdi. Del-lallar bu meseleyi de
sokak sokak bağırarak dolaşıp ahaliye duyurdularsa da, eşkiya yerinden
kımıldamıyordu. Birden bire Abdülhamidi evvel'in şehzadelerinden Sultan
Mustafa ve Sultan Mahmud'u kimseye inanmadıkları için, kendilerine ait
kimselerden, yanlarına adam koyacaklarını ve muhafaza edeceklerini isteyen
teklif gündeme geldi.
Sultan Selim, bu teklife de olumlu cevap sayılan evet'i bastı.
Ulemadan biri ve ocaklıdan da birisi gelip muhafaza etsinler dedi. Seçe seçe
birinci imam ve aygır İmam lakablı, Hafız Derviş Mehmed ile eski sekbanbaşı
Osman ağa saraya gönderildi. Sultan Selim bu münasebetle babıâliye yazdığı
hattı hümayunda diyorki; <Benim, zürriyetim yoktur. Şehzadeler, benim
evlâdımdır ve gözümün nurudurlar. Maazallah ben onlara suikast ile pakize-i
Osmaniyanın inkırazına ve devlet-i âli Osman'ın izmihlaline sebeb olmam, hiç
hatır ve hayale gelir şeymidir? Allah o günleri göstermesin. Cenabı Bari
onların Ömrünü rûzi efzûn eylesin. > Bu hattı hümayun babıâli'de bütün
ulemayı ağlatmış ise de ne faide! Çünkü kendi ekmeğini yemiş olan Aygır İmam
bile saraya giderek, kendi yüzüne karşı: <Sen, İsmail Paşa gibi bir vezirin
kadr-i kıymetini bilemedin. İbrahim kethüdaya itibar ettin ancak, İbrahim kethüdada
cihanı harab etti. Ben onun şerrinden iki senedir nukat arpalığını ilzam
edemedim. Sen hemen ona idareyi teslim
ettin. Onun sözü ile İsmail Paşa gibi sadık veziri az kaldı idam edecektik.
> şeklinde kabaca hitablarda bulundu. Sekbanbaşı Osman Ağa utanarak dışarı
çıktı. Padişah ise yine de nezaketini elden bırakmadı: <efendiyi götürün,
rahat etsin> emrini verdi. Bu şekilde huzurundan defey-ledi. Eşkiya o günde
dağılmadı. Hemen ertesi günkü Cuma günü şeyhülislâm huzurunda, eski vede hali
hazır sekbancı-lar, başturnacılar ve ocak ihtiyarları ile söz sahiblerinden,
meydana gelmişlerle yapılan toplantıda, toplanmış bulunan isyancıların
dağılması ve herkesin yerli yerine gidip, boğaz isyancılarına hilatlar
giydirilip, rütbeler ve bahşişler verilmesi kararlaştırıldığı halde şeyhülislâm
Ataullah efendi de: <.varın bir kere başbuğlara ve adamlarına sual edin.
Başka bir talepleri varmıdır?> Dedi. Bu sorunun gereği için üç-dört ihtiyar
toplanmış bulunanların cemiyetine gittiler. Orada bulunan cemiyet ileri gelenlerinden
çıkan cevap, askerler ile bir görüşelim oldu. Et meydanında bulunan Namazgahın
hemen yanında istişare etmeye başladılar. Bu sırada İstanbul Kadısı, Muradzâde
Murad eşkiyanın ortasına dalarak: "Fakat bu olanlardan sonra bu padişaha
emniyet etmek mümkün-mü?" sorusunu ortaya atarak, kıyamın durumundaki
büyük bir renk değişikliğine sebeboldu. İsyancıların başında bulunanlar adetâ
koşarak şeyhülislâmın yanına doluştular ve: "Sultan Selim'in saltanatında
bağımsızlığı yok. Hükümeti bir takım zalimlerin eline verdi. Kendisi zevk ve
safasıyla meşgul. İşbaşına getirmiş olduğu kimseler fakir ahaliye çeşitli
zülumlar ediyorlar. Böyle bir padişahın hilafeti sahihmi-dir? deyince, Ataullah
efendi zaten tasavvuru bu soruyu sordurmak olduğundan, 3. Selim'in hâl'ine
fetva verdi. Babıâli-de bekleşmekte olan zamanın uleması, At meydanına
toplanmak üzere çıktılar. Bu ulemanın bir bölümü hâl işinin doğru
olamayacağını, isyancılara nasihatin yeterli olucağını söylerken, Kabakçfnın
baş elemanlarından Bayburdlu Süleyman:
<Şimdiden sonra ne o bize padişahlık eder. Ne de biz ona kulluk
ederiz. Bu işi hemen bitirelim> diyordu.
Bu sırada ise, Et meydanında Sultan Mustafa'nın tahta çıkışının
duası yapılıp, fatihası okunuyordu. Okunan fatihadan sonra askerinde hep bir
ağızdan amin diyen sedası her yana yayıldı. Buna ne yapalım? dediğinde
sergerdeler de":
-Siz ulema ile gider, Sultan Mustafa'yı tahta iclas edersiniz.
-Ben yalnız gidemem. Asker isterim. -Beşyüz asker yetermi? -Daha çok olsun.
-îkibin asker siz saraya varıncaya kadar yirmibin olur. Biner
kişiden, iki bayrak askerle sekbanbaşi eskileri ve diğer ocaklı, şeyhülislamla
ulemayı At meydanından alıp, alay halinde yürüdüler. Sarayın önünde
bayraklarını babı hümayunun ikitarafına dikilip durdular. BabıâÜde Musa paşa
neşeli, devletin ileri gelenleri resmi elbise tedarik etmekle meşguldüler.
Sultan Selİm'e; hal olundunuz haberini vermek işini Anadolu kadiaskeri Hafid
efendi üstüne aldı. Sekbanbaşı Arif ağa ilede saraya gittiler. Ancak kapılar
kapalı İdi. Hemen Darüssade ağasına, Sultan Mustafa tahta çıkmadıkça ve biat
merasimi yapılmadıkça askerin dağilmayacağı mealinde bir tezkere yazılıp vezir
karakulağıyla Soğukçeşme kapısından, Enderuna gönderildi. Tezkereyi alan ağa,
sünnet odasında oturmakta bulunan padişaha getirip açmadan teslim etti. Padişah
tezkereyi okudu ve dudaklarından <Zâlike takdirül azizü'laliym> ayeti
kerimesi döküldü. Harem-i hümayuna çekildi. Bu hareketi saltanatı terk
etmekti. Fakat dahilde kimse haberdar değildi. Dışarısına gelince izdihamdan geçilebileo
yer kalmamıştı.
Musa paşa, saray kapıları açılmaz ise açmaya lâğımcıl arıyor,
isyancılar ise, öğretildiği gibi: -Sultan Selim'i istemyiz, Sultan Mustafa
efendimizi isteriz, şeklinde bağırışmaktlardı. Musa paşa bunların bir bölümünü
babaıâliye gitrnele hususunda teşvik etti. Hakikaten o kimseler babıâli'ye
geç*rek ortalığı velveleye verdiler. Vaziyet bu şekle gelince şeyhülislam ve
diğer devlet adamları, padişahın sarayına gitmeğe mecbur kaldılar. Bu velvele
esnasında mabeynci Ahme Muhtar bey isyancıların eline düştü ve parça parça
edile Saraya gidilip, Babüssadenin Önüne gelindiğinde yalnızc şeyhülislâm,
kaimakam Musa paşa Sofa denilen yere kadar gittiler. Topal Ataullah, padişaha
vaziyete son derece nâzine ve riyakârene tarzda izah etti. 3. Selim'de
çekilirken, dü;
manini hâla dost biliyordu. Bunlar olurken tarih 1222/180 yılını
göstermekteydi. 19 sene 7 ay 10 gün
saltanat ett
Devri hep olaylar ile geçti. Onun zamanında, iç işlerde e çok
nazarı dikkati calibiyet bölümü, isyancıların dahi kendisini sevip, saygılı
davranışlarda bulunmalarıdır. Ancak ülke) bir çok ellere emanet edilmiş görerek
iddialarında durmalarıdır. Cevdet Tarihinde nakledildiğine göre;
"Cezzar Ahmed paşa bile padişahın adı anıldıkça hemeı ayağa
kalkar, fermanı geldikçe, binek taşına kadar iner benim boynum Sultan Selim'e kıldan incedir.
Katlim mu rad-ı şahaneleri olduğunu bilsem bir dakika durmam, başı rnı teslim
ederim, der idi"
Payas'da isyan ederek epeyi şöhret sahibi olan Küçük A oğlu Halil
paşa da, müverrih Asım'a göre: "Devlet dediğiniî yalnız taraf-i saltanat
mıdır? Taraf-ı saltanat ise, emrine bo yun eğeriz. Maazallahu Teâla isyanda
bulunanların, nama; ve nikâhları sahih olmaz.
İkinci ve üçüncüye gelince biı memlekette bir kaç tane padişah olmaz.
Bizim serkeşliğimizin, Yusufağa ile İbrahim kethüda gibilerlerdir."
Demişdir.
Zaten vakalardanda anlaşılıyor ki, 3. Selim fikren padişah olmakla
birlikte, icraatda gayet zayıf, halim ve ürkekti. Milletin, tahta çıktığında
gençliğine güvenerek ümid ettiği sağlamlık ve ulviyet bütünü ile kendini
gösteremedi. Bu tecelli-yatın istenen ve ümid edilen şekilde neticelenmemesi,
saltanat sahibi muhtemel kimselerin, padişahlık bilgileri ile alakalı idari
malumatlardan mahrum bırakılmış olmalarından da kaynaklandığı bir vakıadır. Tarihçi
Asım bey 3. Selim'in, nizamı cedidi kurması, babası Sultan 3. Mustafa'nın
yıldızlar ilmine olan düşkünlüğü sebebi iledir, diye yazmıştır. 3. Mustafa'nın
emri ile baş müneccim Yakup efendinin tayin ettiği za-yiçe gereğince vaz-ı
hami, yâni doğum esnasında Hekimbaşı, saat elinde kapı önünde durarak, Sultan
Selim tam saatinden önce doğması hasebiyle, eliyle saatin milini çevirmiş ve
zayiçeyi bir <cihangir-i binâzır> olacağını müjdeleyen beklenen vakte
getirmiş olması, saray da sevinç feryatlarının atılmasının da sebebi olarak
görülmüştü. Nedimler ve yakınları 3. Mustafa'ya, şehzadenin İskender'e nazire
yapacağını müjdelediler. Padişah ölüm hastalığında bile:
-Oğlum Selim, büyük bir padişah olacaktır. Abdülhamid'i bırakta
onu tahta çıkarın diye tavsiye ettirmeye vardılardı.
İşte böyle bir söz, Selim'in kulağına erişdiğin de çok gençti ve
kencfisinde bir cihangir olma emeli gönlünde yer etti. Hâttâ sarayda daha
kafesteyken bile, Osmanlı devletine bu çeşit rehavet neye gerekiyor? Gittikçe saltanatı
Osmaniyenin revnakı gidiyor. Ben şimdi makamı saltanatta olsam şöylece
yapardım, böyle biçerdim diye söylenirmiş, Bu ham sevdasıyla, istanbul'da ve
Anadoluda, topçu, humbaracı, lağımcı, piyade ve süvari olarakda elli-altmışbin
sayısını aşan talimli asker meydana getirmişti. Ancak, işin sonunu getiremedi.
Zaaf ve yumuşaklığı, beceriksizliği tedbirlere engel teşkil ediyordu.
Bir nevi yavaşlık ile malûldü. Yoksa yeni fikirler erbabından olduğuna,
devrinde yapılan binaların zerafeti, avrupa askeri sanayiinin ülkeye
getirilmesi, dokuma sanayii ve ilmi tabiat ve fenni İle bilhassa matematikte,
ileri gitmemize himmeti pek büyük olmuştur. Hattâ humbarahane nâzın Ramiz
efendiye hendesehane (matematik) nezaretini de verdiler. Hocaların tayini ve
derslerin düzenlenmesinde, Râmiz efendiyle gizlice haberleşirdi. Mühendishanei
berri hümayun ki, yüksek askeri mekteplerimizin ilkidir. 3. Selim hânın kurduğu
mekteptir. Hat yazısında mahareti, musikide büyük bir üstadhğı bulunuyordu.
Şiirde tlhami adıyla yazardı. Tarih-i Cevdet; en son söylediği
şiirin: "Kimdir ol kimmi şâdi leh olub şir-i yenkâm Ana himyaze-i gamı
olmaya araz-i encam Mest-i sahba olanın hâli budur Gâhı peymane çeker gâh hımar
âlemi" kıtası olduğunu yazdıktan sonra, sonuna ebced hesabı ile:
<kelamım hitam oldu> ibaresini yazmış olduğunu söylüyor. Askeri vede
Bahriyenin ıslahatından başka, tahttan indiriliş tarihide olan 1222/1807
senesinde, ilmiye yolunda olanların da ıslahına gayret etmişse de, muvaffak
olamadı. Şehid edilmesi vakası pek elem dolu bir hadisedir. 1223/1808'de
vukubulmuştur ve 48 yaşında idi. O vak'ayı 4. Mustafa devrinde vukubul-muş
olması hasebiyle çalışmamızın akışı içinde o padişahın serencâmını anlatırken
vermeye çalışacağız. 3. Selim'in aleyhinde kıyama kalkışanların, Rusya ve
İngiliz elçilerinin, devlet adamlarımız ile gizli münasebetleri olduğu hattâ
Mısır seferinde İngilizlerin, güya kendini gösteren yardımları hasebiyle
bunlardan çoğunun, İngiliz tarafdan olduklarının bahsedilmekte olan
münasebete, delil olduğu aleyhlerine ittifak edilen bir durumdur.
3. Selim'in ıslahat ve tensikattan maksadı, devletin meşrutî bir
usule kavuşturulması olduğunu da zannedenlere, bu zanlannin pek gülünç bir
kapılış olduğunu burada izah etmeyi zaid addederiz. 3. Selim dönemin de, Osmanlı
devletinin arayış içine girdiği herkesin malumudur. Buna bağlı olarak padişah,
kendisine fikir verecek her çeşit yaklaşıma fırsat veren bir tutum
sergilemekteydi nitekim bir çok müracaat ve lâyiha takdim edenler olmuş ve
bunlardan da istifade olunduğu bir hakikattir. Bilgi bankası bölümümüze atf-u
nazar ettiğinizde hemen göreceksiniz. Şimdi lâyiha verenlerderrbazı-larının
adını taşıyan bir listeyi deyine Nizâm-ı Cedid askerlik ekolünün kuruluşunun
206. yıldönümü münasebetiyle yazdığımız makaleden bir pasajı da sahifeierimize
almayı lüzumlu bulduk.
Nızam-I Cedıd'in Te'sisi
24/şubat/1793 tarihi Nizâm-ı cedid adı verilen asker ekolünün
kuruluşudur. Demek ki günümüze kadar geçen zaman dilimi 206 yılı bulmuş.
Osmanlı devletinin kuruluşunun 700. yıldönümünde asker millet olan yapımıza,
başka bir tutum ve anlayış getiren, askeri düzenlemeyi tetkikten ziyade,
Ni-zâm-ı Cedid terkibinde yatan gerçek mânaya atf-u nazar etmekle, sanırım
isabetli bir çalışma yapmış oluruz. Nizâm kelimesi lugat'da sıra, dizi, düzen
dizilmiş olan şey. Bir kaideye binaen tertib olunma, bir işin sebat ve kıvamına
medar, se-beb olan şey ve hâlete denir. Bir de cedid kelimesine bakalım ve
"yeni, kullanılmamış" mânasına geldiğini görüyoruz. Hiç Nizâm-ı Cedid
terkibinde askerlik mânasını istinbat kabilimi? Yâni askerlikten bahseden bir
terkip, bulunuyormu? Cevabımız; hayır'dır. Ancak, disiplin ve düzen, meslek~i
celi-le-i askeriyye'ye pek denk düştüğünden ve asker bir millet olmamız
hasebiyle, bahsedilen terkibi, askeri birliğimize isim olarak kullanmaya
başlamışız. Aslında, Nizâm-ı Cedid terkibindeki ifade şimdiki tâbirle yeni
düzen anlamındadır.
Osmanlı tarihinde şehid padişahlar arasında daima hüzünle anılan
bu zât, yâni 3. Selim, bahse konu terkibi, idare de yeni düzen anlamı İçinde
uygulamayı düşünmüş ve devletin en önemli rüknü olan askeri mekanizmada
tatbikata başlamıştır. Osmanlı devleti hizmetinde çalışmış bulunan, Fransız
subaylarından Jaroks Deniş; "İstanbul İsyanları" adlı kitabında 3.
Selim'in ıslahatını şöyle anlatıyor: "19. asrın başlangıcında Selim,
cüretkâr bir ıslahat projesi hazırladı. Bu projede yeniçerilerin kaldırılması,
ulema nüfuzunun kırılması, fetvalarıyla padişahların teşrî selâhiyetini taksim
eden (paylaşan) şeyhülislâmların fetvalarına son verilmesi, Osmanlı devletini
avrupanın; sanatta, ilimde, askeri meselelerde, zi-raatte, ticarette vede
medeniyette yaptığı terakkilere ortak yaparak yenileştirmeyi hedef
tutuyordu." Gerek bu ifâde ge rekse başka bir arşiv vesikası Nizâm-ı
Cedid'in geniş ölçüde bir ıslahat olduğunu beyan ediyor. Yine; Ahmed Cevded paşa
tarihinde; Yayla İmâmı risalesinde 3. Selim devrinde yapılan ıslahatın (dikkat
yapılan ıslahatın) 72 madde olarak tes-bit edildiği yazılıdır. Bu beyan bizim
iddiamız değil, TTKY. la-nndan "Selim 3'ün Hatt-ı Hümayunları" adlı
eserinin 29. sa-hifesinde yer almakta. Kitabı yazanda pek öyle Osmanlı hayranı
olmayıp. Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal'dır. Hemen ilâve edelim ki; 3. Selim
asla bir halife olduğunu unutmamış ve kaidey-i diniyeye vakıf vede tatbikatı
olan bir padişahdir. Fransız zâbit'in bahse konu tesbiti, avrupahların bizi iyi
anlayamamalarından, kaynaklandığı gibi, kendilerinde olmayan müesseseleri
keenlemyekün sayma adetine saplanmalarıdır.
Şehzade Eğitimi
3. Mehmed'in; Osmanlı tahtına geçmesinden sonra, şehzadelerin
vilayetlerde vazife içinde yetiştirilmesi sistemine son verildiği
bilinmektedir. Bundan dolayı bu padişahdan sonra ki padişahların kabiliyetleri,
İdarecilik noktai nazarından hüdâ-i nabit bir hâle gelmiştir. Çünkü sarayda
verilen eğitim, bir vilâyetin, hatta bir eyâletin işlerini gözeterek çekip
çevirme imkânı bırakmadığından iş sadece istidatla meraka kalıyordu. Çok
mükemmel bir terbiyeci dahi, arzu ettiği ortamı yakalayamadıkça ne kadar
faydalı olabilir ki? Üstüne üstlük, sarayda geçen hayat boyunca yaşanan
dâirede, her an gelmesi imkân dahilinde olan bir ölüm iradesi beklemek korkusunu
da buna eklerseniz, bu sistemin artık, mükemmeller yetiştiremeyeceği hakikatına
erersiniz. Ancak ne kabiliyetli kimselermiş ki; bu bütün olumsuzluklara rağmen,
fevkaladeler yâni vasatın üstünde olanlar, yine de çoğunluğu teşkile muvaffak
olmuşlar. Deli! Dedikleri Sultan İbrahim, Girid'i almış.
İşte 3. Selim'de, sarayın şimşirlik denen bölümünde, yetişmiş
şehzadelerinden biriydi, güzel bir öğrenim görmüş. Muasırlaşmak yoluna,
memleketinde katılmasını öngörmüş. Bunu temin içinde Avrupa'ya Ebubekir Ratıp
Efendi adlı bir zâtı göndermiş, oradaki yenilikleri tesbit etmeyi emr etmiş.
Beri yandan taht'a geçergeçmez, ülkesinin insanlarından layiha adı verilen,
teklifler yapılmasını talep etmiştir. Bu talep 22 adet layiha ile cevap
bulmuştur. Bu lâyihaların 20 tanesini müslümanlar, 2 tanesini de avrupalı iki
hristiyan vermiştir. Bu lâyiha veren fikir ve cesaret sahibi insanların
adlarıyla sa-hifelerimizi süsleyelim. 3. Selim'e Lâyiha Veren Zevat 1-
sad-rıazam Koca Yusuf Paşa 2-Sudurdan Veli Efendizâde Emin 3-Salihzâde Efendi
4-Âşir Efendi 5-HayruIlah Efendi 6-Def-terdar Şerif Efendi 7-Tatarcık Abdullah
Efendi 8-Çavuşbaşı Raşid Efendi 9-Abdullah Berri Efendi 10-Hakkı Bey 11-Tersane
Emini Hacı Osman Efendi 12-Kethüdai sadr-ı âli Çelebi Mustafa Reşid Efendi
13-Elhac İbrahim Efendi 14-Rikâbı Hümayundan ayrılma Rasih 15-Mustafa Efendi
16-Tarihçi En-verî Efendi 17-Lâleli Mustafa Ağa 18-Ali Râik Efendi 19-Ma-beynci
Mustafa İffet bey 20-Beylikçi Sun'i efendi ile Tezkire-i Ülâ, Firdevs
Efendilerdir. Hristiyan olup lâyiha veren iki kişi, birincisi, Osmanlı
ordusunda vazifeli Bertrano adlı bir Fransız subay, 2. si ise İsveç elçilik
memurlarından M. d'Ohos-son'dur.
3. Selim Hân'ın Hanımları Ve Çocukları
Sultan 3. Selim'in hanımlarının sayısı, her padişahın harem
hayatıyla ilgili belirsizlikten farklı değildir. Tarık Yılmaz Öztuna, onaltı hanımefendiden
söz açarken, TTK yayını Çağatay (Jluçay'ın ise onbir hanımefendiden
bahsederken, Al-derson yedi isim vermektedir. Bu vaziyet karşısında Öztuna
tasnifini öne alarak, bilahire diğerleriyle mutabık olan isimlerin
dışındakilere bakacağız.
Nef'i Zâr, başkadın efendi 1770 doğumlu olup, 1792'de vefatı
vukubulmuştur. Kaimpederi 3. Mustafa'nın adıyla anılan ve kocası 3. Selim'inde
defnolunduğu Lâlelideki türbesinde medfundur.
Hüsnimâh başkadınefendi, 1772'de doğmuş ve 1814'de 42 yaşında
vefat etmiş. Lâleli'deki 3. Mustafa türbesinde medfundur.
Zibifer, 2. kadınefendi olup 1773'de doğup, 1817'de 44 yaşında
vefat etmiştir. Kütahya'da, Kıbrıs'da, Rakka'da ve Filibe de mallan vardı,
beylerbeyi'nde yalısı vardı.
4. ise Afitab 3. kadınefendi 1773'de doğmuş ve 1807'de vefatı
vukubulmuş, Selimiye Camii haziresinde medfun.
5. Hanım ise, Refet
Kadınefendi olup, 4. kadınefendi olarak adıgeçmektedir. 1780'de doğmuş, kocası
3. Selim şehid edilirken yanında idi. 1867'de 87 yaşında vefat etti. Üsküdar
Selimiye'de, mektep yaptırmıştır. Mihrişah Valide türbesine defnolunmuştur.
6. hanımı ise; Nur-i şems
Kadınefendi, 1781 'de doğup, 1826'da
vefat etmiş, Laleli'dekİ 3. Mustafa türbesinde med-fundur.
7. Hanımı ise Demhoş
Kadmefendi olup, hakkında malumat olmayıp, vefatı 1807'den sonra olduğu
biliniyor.
8. hanımı olan Goncanigâr
Kadınefendi de aynen 7. hanım gibidir malumat açısından
9. hanımları ise Mahbube
Kadınefendi olup, Beypazarı'nda çiftliği olup, vefat 1806'dan sonra olduğu
biliniyor.
10. hanımı ise, Tâb-ı Safa
Kadınefendi olup, 1854'de vefatı söz
konusu ve Lâleli'de defnolunmuştur. Fındıklı'da konağı, Kütahya'da çiftlikleri
olduğu bilinebiliyor.
11. eşi de Mihriban
Hanımefendi olup, ikbal idi. Büyük bestekâr Hacı Sadullah Ağa ile evlendirmiştir.
12. cisi ise; 1809'da vefat
eden Nefise Hanımefendi, Laleli cami türbesinde defnolunmuştur.
13. ise; Pakize
Hanımefendi, ıkbal'dir. ..
14. olan Fatma Fer'-i Cihan
Hanımefendi, vefatı 1811 olup, ıkbal'dir, Müderris Mehmed Münir Efendi ile 3.
Selim evlendirmiş bulunmaktadır.
15. isim ise Aynî Safa
Hanımefendi, İkbal olup bu hanım hakkında da malumat yoktur.
16. olarak Meryem
Hanımefendide İkbal'dir. Vefatı 1807'den sonradır. Öztuna bey; 3. Selim'in
çocuğu olmadığını kaydediyor. Çağatay Üluçay, edeb dışı bir ifade ile 3. Selim,
kısırdı dedikten sonra da çocukları olmamıştır diyor, kisırdı dedikten sonra da
çocuğu olmadığını söylemek ne kadar doğru bir ifade sayılabilir.
Beri yandan; Vezir-i azam, padişahın Ahmed adı verilen bir oğlu
olduğunu yazmış ve günde üç kere top atılmasını emretmiştir, ifadesini
kaydetmiş ve buna belki siyasi düşüncelerle diyen bir esnek mütalaa koyarak
hafife almaya tevessül etmiş görülüyor. Yine Öztuna bey ile (Jluçay arasında
Öztuna bey. ikballeri hanımı olarak kabul etmişki, beş ikbali hanımları
seviyesinde saymış, üluçay bey; İkballerden sadece Meryem hanımefendiyi
listeye almış yukarıda, ikbal diye geçenleri bahse konu etmemiştir. Üluçay
bey'in listesindeki Safizar kadına, Öztuna bey listesinde yer vermemiş. Ancak
Şehsu-varoğlu Sefizar diye bahse konu etmekte. Hemen bu a^ada hatırlatalımki;
İkbal tâbirini iugat şöylece tanımlamakça: İkbal; padişahların hareminde yer
alan cariyeleri aras*ında ha-nımsultan'lığa namzet olanlar, demek. Yâni;
padişahın nikâhlı hanımı olmayıp, nikâhlısı olması muhtemel olanlar mânasını
taşıyor.
3. Selim, Osmanlı tahtına oturduğunda makam-ı sadaret-de Koca
Yusuf Paşa bulunmaktaydık! 61 gün sonra Yusuf Pa-şa'nın yerine
7/haziran/1789'da Kethüda Cenaze Hasan Paşayı göreve getirdi. Hasan Paşa,
göreve geldiğinde esir-i firaş idi, yâni hasta yatağındaydı, bu yüzden Meyyit
(ölü) Hasan Paşada denmiştir. 3/aralfk/1789'da sadaretten infisal etdi-ğinde,
hizmeti, 5 ay, 26 gün sürmüş oluyordu ve yerine başka bir Hasan, Cezayirli
Gaazi Palabıyık Hasan Paşa getirildi. Paşa bu makamda ancak, 3 ay, 28 gün
kalabildi, yerini başka bir Hasan Paşaya bıraktı. Bu paşanın tam adı; 156. Osmanlı
sadnazamı olan, Çelebizâde Şerif Hasan Paşa idi ki. bu zatında infisalinde 10
ay, 16 gün hizmet verdiği görülmüştü.
Bu infisalin peşinden sadaret, 15/şubat/l 791 'de Koca Yusuf
Paşaya 2. defa tevcih olundu. 1 sene, 2 ay, 17 gün görevde kaian, Koca Yusuf
Paşa görevi bıraktığında târih 4/ma-yıs/1792'yi gösteriyordu ki onun yerine,
Dâmad Fındıklılı Melek Mehmed Paşa'ya teveccüh ettirildi. Bu zât, 2 sene, 5 ay,
16 gün süren sadaretden sonra 19/ekim/l 794'de, Saf-ranbolu'lu İzzet Mehmed
Paşaya makama oturmak sırası geldi. Bu paşa makamı boşalttığında geçen zaman
dilimi, 3 sene, 10 ay, 12 gün sürmüş ve takvimlerin bu sırada,
30/ağustos/1798'i gösterdiğini söyleyebiliriz. Sıra Yusuf 2i-yaeddİn Paşaya
geldi, 6 sene, 7 ay, 25 gün süren sadaret noktalandığında takvimler, 24/nisan/l
805 târihini göstermekteydi. Sadaret bu sırada Hafız İsmail Paşaya veriliyor,
1 sene, 6 ay, 20 gün görevden sonra 3. Selim son sadnazamını atamıştı ve bu
zâtın adı da: Çiçekçizâde Üsküdarlı Keçiboynuzu Ağa İbrahim Hilmi Paşa idi.
Târih ise; 14/ka-sım/1806'yı gösteriyordu. 3. Selim'in hâl ediliş târihi olan
29/mayıs/1807'ye kadar, bu sadrıazamından 6 ay, 15 gün kadar hizmet alabildi.
Bu sadnazamm, geri kalan dönemi ki bu da 19 gün idi 4. Mustafa'ya vermiştir. Bu
suretle ]8 yıla yaklaşan saltanatında 3. Selim, sekiz sadrıazam ile çalışmıştır,
çünkü Koca Yusuf Paşa sadarete iki defa geldiğinden sekiz sayılır aslında
yoksa dokuz defa sadrıazam mührü vermiştir.
3. Selimin Şeyhülislâmları
3. Selim Hân;taht'a geçtiğinde makarn-ı meşihatde i 18. Osmanlı
şeyhülislâmı olarak Mehmed Kâmil efendiyi bulmuştu. Bu zat, 19/ağustos/İ789'a
kadar görevde kalmış ve 3. Selim'e, 4 ay, 12 gün, hizmet vermiş yerini,
İshakzâde Mehmed Şerif Efendiye bırakmış ve bu zat da 2. meşihatını
17/ekim/1789'a kadar sürdürmüş, 1 ay 29 gün görevde kalabilmiştir. Yerine gelen
Reisül ulema Yahya Tevfik Efendi, 13 qün kaldığı meşihatde, son nefesini
vererek ahirete intikal etmiştir. Yerine; Mekkî Mehmed Efendi, 27/mart/179rden,
12/temmuz/1792 arasında 1 sene, 3 ay, 16 gün, makam da-kaldi. 123. şeyhülislâm
olarak, Dürrizâde Arif Efendi 2. defa meşihate gelmiş ve 6 sene, 1 ay, 19 gün
kalmıştır. 30/ağus-tos/1798'de yerini Reiszâde Âşir Efendiye bırakmış 1 sene,
10 ay, 12 gün vazife yapan Âşir Efendi, "I 1 /tem-muz/!800fde, yerini
Samânizâde Ömer Hulusi Efendiye bırakmış ve bu zâtda 2 sene, 10 ay, 11 gün
makamda kaldıktan sonra yerini, 21/mayıs/1803'de, 126. şeyhülislam Sâlih-zâde
Ahmed Es'ad Efendiye bıraktı, 3 sene, 5 ay, 24 gün hizmet vermiş bulunan
Sâlihzâdede, 14/kasım/I 806'da verini İshakzâde Topal Mehmed Ataullah Efendiye
bıraktı. Bu zat da, 3. Selim'in son tâyin ettiği şeyhülislâm oldu ve bu padişaha,
6 ay'15 gün hizmet verdi. Böylece 28. padişah ve 20. Osmanlı halifesi olan 3.
Selim Hân, 10 şeyhülislâmla çalışmıştır.
1736'dan-1789'a Kadar Deniz Harekâtımız
Osmanlı devleti; Amira! Predal komutasındaki Rus donanmasını Azak
kalesine saldırıya geçiş haberini aldığında, yetişmesinin mümkün olmadığını
idrak ettiğinden, hiç olmazsa Azak Kalesi gibi stratejik bir*yerde filo
bulundurmamanın bedelini, Azak'ın elinden çıkması acısı içinde ödemekle karşı
karşıya kalmıştı. Bu târih, yâni 1736'dan sonra Sinop i!e Kırım arasında filo
dolaştırmayı parprensip olarak kabul etti.
İlk filo da, Canım Hoca Mehmed Paşa komutasında devriyeye çıktı.
Akabinde de, Süleyman Paşa, yanında 4 çektin. 40 firkate ile bu göreve genişlik
kazandırdı. Daha önceleri
Demirbaş Şarl tarafından, Sultan Mahmudu evvele hediye olunmuş
olan, "Hediye tül Mülk" adı verilen bir kalyon Si-nop'dan Kırım'a
asker taşımak hususunda istimali gerçekleştirildi. Bu donanma Kırım'ın haylice
işine yaradı böylece Ruslar sıkıştırdıkları Kırım'ı terkettiİer. Süleyman Paşa:
1151/1738'de Rubat'a geldi ve buradaki Rus gemilerini abluka altına aldı.
Amiral Predal, gemilerinin Osmanlı kuvvetlerinin eline geçmesini
önelem için gemilerden söktürdüğü toplan karaya taşıttırdı, sonra da gemilerini
bîr bir batırarak mücadeleye girişmeden ölümü tercih ettiler. Süleyman Paşa
bunları gerçekleştirmekteyken, Canım Hoca Mehmed Paşa da Dinyeper ağzına
ulaşmıştı ve karşısında, 400'e yakın sayıda, bir nevi ikmâl işlerinde
kullanılan tekneler görüvermişti. Ama o teknelerin kullanıcilanda Osmanlı
filosunu görünce her biri sağa sola kaçmış kimileri teknelerini batırır,
kimileri de karaya oturtmaktaydılar. Yalnız bir İşde aynını yapıyorlardı ki o
da, hızla bölgeyi terk etmekti. Ruslar ile Osmanlılar arasındaki bu savaşı
durdurabilmek için Fransa arabulucu olmuş, bunun ilk müzakereleri istanbul'da
yürütülürken daha sonra da Villa Nuva'ya taşınılmıştı. Burada alınan netice,
Azak kalesinin Rusya tarafından yıkılması, bu kale etrafındaki toprakların
tarafsız arazi olarak kullanılması ve her iki tarafın buraia-ra saldırıda
bulunmaması, Kırım Tatarlarının, Rusya üzerine saldırı düzenlememesi, yine
Rusların, gerek Karadeniz gerekse Azak denizin de gemi bulundurmaması derpiş
olunmuştu.
Kuzey Kafkasya da, Büyük ve Küçük Kabartay adlı devletlerin
sınırlarını tesbit etmeleri ve buna Osmanlı ve de Rusya devletlerinin müdehale
etmemeleriydi. Buğdan'da, elege-çirdiği toprakları Rusların, Osmanlıya iade
etmesi, gerektiği vebu antlaşmanın üç ay içinde tasdiki îdi. 1 8/eylül/l 739'da imzalanan bu antlaşma
12/aralık 1739'da, iki devlet Osmanlı/Rusya arasında teati olundu. Sultan 1.
Mahmud Fransa'nın bu arabuiuculuğuyla varılan sonuçtan memnun olmuş ve bunları
kara gün dostu olarak nitelemiştir. Yoksa; Mah-mud'lann ikincisi, çok daha
sonraları, avrupayı Rus emperyalizminden nasıl koruduğunu meşhur şâir La
Martine anlatırken, fransızların bunu anlamadıklarını şikâyet etmiştir. Osmanlı
padişahları târihi pek iyi öğrenen insanlardı. Bu bakımdan hiç kimse, 1.
Mahmud'un Fransızları kara gün dostu olarak, nitelemek gibi bir unvanı dile
getirmesini siyaset dışı hissi bir ifade olarak anlamasın, şüphesizki, Rusların
sıcak denizlere inmesinin, Fransız menfaatlerine hayır getirmeyeceğini bilmek
için fazla bir gayret sarfetmek icâb etmez. Denizle ilgili mevzularda
kendimize kaynak ahzettiğimiz merhum Amiral Afif Büyüktuğrulun, değerli çalışması,
Sultan Mahmud-u evvelin, yukarıda arabuluculuk yaptığını söylediğimiz antlaşma
için Fransız yardımına iyi teşhis koyamadığını, bunu babalarının hayrına
yaptığı kanaatine kapıldığı babında ifadeler serdeder ki merhum amiralimiz
doğru bir teş-hisde bulunamamıştır. Sultan Mahmud'a göre; Rusya veya biz,
sahne-i târihden çekilmedikçe, nice seferlere böyle çatışmalara gireriz bu
çatışmaları hal ü fasi eyleyeceklere ihtiyaç vardır uzak görüşlülüğü
neticesinde, Fransızlara bir takım imtiyazlar tanıdı ve bunu ileriye dönük
tedbirler arasında mütalaa etmek lâzımdır.
Şimdi Sultan Mahmud'um; verdiği imtiyazları bir sırahyalım daha
sonra da kanaatimizi belirtelim.
a- İstanbuPdaki Fransız Büyükelçisi, kıdem, makam, serbestlik ve
muafiyet bakımından diğer b. elçilere nazaran daha üst bir mevki de sayılacak.
b- Osmanlı ülkesinde Fransız t>. elçilik ve konsoloslukları
öbür elçiliklere göre daha üstün hakka mâlik olacaklardı.
c- Fransa b. elçilik memurları ve mensupları cizye vermeyecekti.
ç- Kudüs'teki Hz. İsa (A.S)'m kabri, Fransa krallık idaresi
altında yürütülecek, burayı onarmak istediğinde Osmanlı devleti kendilerine
engel olmayacaktır.
d- Fransız tebasi papazların, aynen Fransa konsolosluk, memur ve
mensupları gibi haklan olacaktır. Şimdi bu yapılan bol keseden imtiyazın, Hz.
İsa (A.S)'a ait olanı daha sonraları Fransızlar ve Rusların Kudüsdeki idare
hususunda birbirlerine düştüklerinde biz hem hakem hem de karar "merci
olmuşuzdur, böylece de hristiyan âleminin, inançlar: istikametinde, kavga edecekleri
bir platform tesis etmiş oluyoruz-ki bu soğuk savaşın en geçerli politik
arenayı kurma olarak vasıflandırılabilir.
Diğer tarafdan avrupa insanı dindarları papasiarın hürmet gördüğü
bir ülkeye saygıyla karışık bir sevgi besler. Bu yönüyle padişahın papaslara
tanıdığı bu kolaylık memurlar ile papaslar arasında gizli bir rekabetde
doğrucaktır. Bir daha belirtmek icâb eder ki; 18. yüzyılın başında, diğer bir
tarifle, 1701'den sonra dünya denizcilik sahasında pek mühim teknolojik
gelişmeler yaşandı. İngiliz bahriye nâzirlığıda dünyanın çeşitli
bölgelerindeki denizlere yolladığı gemilerle araştırma ve geliştirme
çalışmalarını başlattılar. Bunların neticesinde de bir hayli olmak üzere deniz
endüstrisini ve denizciliği terakki ettirdiler. Meselâ çeşitli denizlerin
mıknatisiyet özelliklerini incelemişler, daha mükemmel haritalar yapmaya
muvaffak olmuşlar, bu arada da mıknatıslı pusulaların tashihi için, güneş ve
yıldızlara göre geminin bulunduğu mevkii tesbit için seksant aletini icâd
etmişler, astronomi iimini de bu çalışmalarla hayli genişletmişlerdi. Bir ada
ülkesinin yapması gerekenlerin hepsini yapma gayretini, yaşamayı bu işieri
güzel yapmaya çalışması lâzım gelen bir devletin anlayışı olarak da görmek icab
eder. Bizim yâni Osmanlının, bir dünya devleti olmasına rağmen deniz hususunda
böyle geniş çalışmalar, hem de ülkemize büyük faideler sağlayacakken işe
eğilmememiz bir hatay-ı azimden de, öte intihardır nitekim, yaptığımız
tetkikler debu intiharı doğrulamaktadır. Eleman oiarak en mükemmel denizci el
altında dururken, suyu bardakta görenlerin kapdan-ı deryalığa getirilmesi,
intihar Le-şebbüsünün başlangıcı sayılsa, yeridir. İngilizler; bu araştırmalarını
gemilerde kullanılan topların üzerinde de yapm:şlar ve on topla yapılacak işi,
iki topla yapabilecekleri hâle getirmişlerdi. Bütün bunlar İngilizler
tarafından yapılırken, Doğu-akdeniz'in tamamına, Kuzeyafrika kıyılarında söz
sahibi Osmanlı devletimiz, bu gelişmelere ayak uyduramamıştı. Öte taraftan
gemilerin gerek mürettebat, gerekse savaş erleri olarak anıian şanlı
leventlerimiz, gemilerde iş bulamayınca Anadolu içlerine geçipde oralarda
süvarilik yaparak hayalını kazanmaya duçar edilmişti. Gemiden inen levend, at
sırtına binince, bir şakî olma yoluna koyuldular.
Devlet ahalinin şikâyetlerini göz önüne alarak; "Levend
Ocakları" adlı bir teşkilât kurdu. Ancak çâre olmadı. Taaki Padişah
Hamid-i evvel Hz. İeri; 1186/1772'de bu ocağı lağv etdi. Levendleri devletin
diğer kuruluşlarında istihdam etdi. Ondan sonra Anadoluda çapula devam eden
levendleri yakaladığında, cezaya müstahak kıldı. Bütün bunlara rağmen, Fevzi
Kurdoğlu'nun kalemime:
"1736/1737 Savaşına Katılmış Bir Türk Denizcisinin
Hatıraları" adlı kitapda, o dönemde tersanelerimizde hızlı bir faaliyetle
hayli gemi yapıldığı bildirilirken artık eskisi gibi ge-nnilerin gemi
reislerinin adıyla değil, adları özellikle verilmeye başlanmış denilmekte olup
bahse hatırat da gemi adları ve yapıldıkları seneyi bildiren liste şöyledir:
Geminin Adı Yapıldığı Sene
Feth-i Bahrî 1746 Ferr-Î Bahrî 1747 Nasr-Î Bahrî 1748 Be-rid-i
Zafer 1749 Ziver-Î Bahrî 1752 Nuret-Î Numa 1749 Nü-veydü Futuh 1754 Vukku
Devlet 1756 Hasnî Bahrî 1758 Mesken-Î Gazi 1767 Nasrun Cenk 1768 Fetü Zafer ?
Mansu-riye 1776 Ejdir-Î Bahrî 1776 Ceylân-Î Bahrî 1777 İnâyet-Î Hak 1778
Şehber-Î Zafer 1779 Pufad-Î Bahrî 1780 Mukadde-me-î Nusret 1785 Murg-Î Bahrî
1786 Muradiye 1786 Bed-Î Nusret 1786 Asar-Î Nusret 179 2Zafer-î Hümayun
"1793 Bahr-Î Zafer 1793 Selimiye 1796 Görüldüğü gibi, ilk tersanelerimizden
Karamürsel'den sonra da çeşitli yerlerde, tesis olunan tersaneler, gemi
yapımında hizmet etmişler, gemilerin imâl târihleri, her yıl bir gemi imâlini
ortaya seriyor.
Ruslar ile 1184/1770'de ağustos ayında yaptığımız Kartal Savaşı mağlubiyetimizle
sonuçlanınca, Ruslar Tuna nehrinin hemen yanma kadar sokulma şansı buldular.
Beri yandan da Mora yarımadasında mukim gayri müslimlere Osmanlı yönetimine
karşı ayaklandırma teminini bu fikrin ısrarcısı Mareşal Münche bırakmış o da
önderleri Ortodokslar olmak üzere bu isyanları hazırlayacak teşkilatlan
kurmuştu.
Aslında Makedonyalı ve adı Mavro Mihal olan Rus ordusundan bir
subayı Mora'ya göndermiş teşkilatları kuran bu subay idi. Peki bu Mora
isyanlarını hazırlamakta Ruslar ya!-nız mı idi? Bu sorunun cevabı hayır,
İngilizler en büyük teşvikçileri olup kendini saklı tutmaya çalışmasıda,
denizlerdeki menfaatlerinin Osmanlı denizcileri tarafından, zora sokulma-masını
temin içindi. Yoksa; Osmanlı üzerine çeşitli vesilelerle giden Rus donanmasının
klavuz kaptanlığını, ilmi denizcilik kavramlarına aşina olmuş majestelerinin
kaptanları deruhde etmekteydi. Mora yarımadası, bizim kara askerimiz ta raf
indan daima kontrole tutulsa da, bu büyük bir istihdam gerektirdiği gibi,
haylide zamanımızı almaktaydı takviye edebilmek için. Kuvvetli bir donanma bu
işin pratik ve kesin çözümü ise de, donanmaya icâbı gereği ihtimam
gösterilmediğinden bu geçerli silahı kullanamamışizdir. Baltık üzerinden Rus
donanmasının Akdeniz'e ineceği istihbaratına ordan yoi yok diyen devlet
ricalimiz, Mora ayaklanmasını temin için 7 kal: yon, 4 firkateyn bir kaç da
ikmal gemisini amiral Spiridof komutasında, harekât halinde olduğunun haberini
alınca ve bu gemilere 1200 kadar Mora'h vede Rum denizcilerin bindi-rildiğini
de öğrenince, başka bir bilgiyi hatırlarına getirdiler ki bilgi şu idi:
Garbocağt denizcileri, yâni Cezayir, Fas, Tu-nus'daki gemicilerimiz, Rus
donanmasının Mayorka adasına uğradığını haber verrnişlerse de, ricâl-i devlet
coğrafî bilgile-rince kabil bulmadıklarından, habere alaka göstermediler.
Halbuki bunlar; ikiyüz sene önce gemileri karada yüzdürmüş bir padişahın
devletinin idarecileriydiler.
Osmanlı/Rus savaşı başladığında donanmanın başında Eğriboz'lu
İbrahim Paşa bulunuyordu. İbrahim Paşa on gemiyi Mora sularına göndermişti. Bu
arada Rodos Mutasarrıfı Cafer Bey'de emri altındaki gemileri bu on geminin
yanına gönderip, takviye yoluna gitdi. Bu sırada kapdan-ı derya-hk'da bir nöbet
değişikliği olduki İbrahim Paşanın yerine Canım Hoca Mehmed Paşa'nın torunu
Hüsameddin Paşa getirildi. Bu hususta, Osmanlı ordusunda görev yaparak kendini
göstermiş bir kimse olan Baron Dö Tot, bu tâyinin Cezayirli Hasan Paşa üzerinde
yapılmasının isabetli olacağını belirtmekten kendini alamamıştır. Mora'da
zuhur eden ayaklanmaya yardımcı olmak isteyen Rus donanmasına karşı filomuzun
kalyonu onüç tane olup, bunlardan üç tanesi sakatlanmış idi. Bunların adları
şunlardı: Burcuzafer, Hisnibahri, Ziveribahri. Seyfibahri, Mehengibahri,
Pelengibahri, İkabıbahri, Mukaddeme-i şeref, Tılsim-ibahri ve Semendibahri,
Seyyarîbahri, Berid-îzafer ile Mesgenigazi kalyonları idi.
Ayrıca on adet de çektiri vardı. 6/mayıs/1770 târihinde İstanbul'dan
hareket eden fîlo'nun başında Kapdan-ı derya bulunuyordu ve 24/mayis/1770'de
Anapoli'ye gelirlerlerken, Rodos Mutasarrıfı Cafer Bey'de yedi gemisiyle filoya
katıldı. Rus filoları dört ayrı filodan müteşekkildi. Spiridof, Elfinston, Arfa
ve Çiçagof adlı amirallerin yönetimindeydi. Bütün bunların komutanı da, Rus
deniz kuvvetleri komutanı olan, Amiral Aleksi Orlof idi.
Rus gemilerinin tamamı 15 tane kalyon, 16 tane küçük gemiden
müteşekkildi. Bu kuvvetlerle; 1 8/mayıs/l 770'de, Menekşe deniz savaşı yapıldı
ve üçbuçuk saat süren bu sa-vaşda Cafer Bey filosu, rüzgârın oyunuyla savaş
alanından uzaklaşmak mecburiyetinde kaldı. Rüzgâr az sonra Rus gemilerinin
işine yarar şekilde yön değiştirdi. Bu hâl Hüsamed-din Paşayı korkuttu. Gecenin
karanlığında kaçmayı düşünüyordu. Bunun içinde akşamla beraber düşman önünden
uzaklaşmaya başladı. Cezayirli Hasan Paşa durumu anladı, Hasan Paşa ise gece
kaçmak yerine tam tersine düşman filosuna hücum tabiyesini plânlıyordu.
Hüsameddin Paşanın gemisine yaklaşmayı deneyen Cezayirli Hasan Paşa, plânına
ikna edemediği kapdan-ı derya'ya en sonunda şu sözleri söylediği rivayet
edilir:
"Madema ki düşman filosuyla çarpışmaya isteğiniz yok,
düşmanla böyle zaman zaman karşılaşmamak için ya Çanakkale ya da izmir'de
bulunan müstahkem mevkiide gidip şerefsizce oturalım!" Bu sözü tastamam
anladığını belli etmemekle beraber Kapdan Paşa, Hasan Paşanın dediğini yapmış
Çanak kaleye hareket emri vermiştir. Temmuz/l 770'de Koyunada'fan savaşı
yapılmıştır. Bu savaş da
Cezayirli Hasan Paşa ki daha o sıralarda, Bey olarak anılıyordu.
Bindiği gemi ile bir Rus gemisine rampa yapmış ve o gemiye geçerek
levendleriyle beraber göğüs goğüse çarpışmışlardı. Rus komutan gemisi bu
sırada cephaneliği ateş aldığından infilaka mâruz kalmış ve bizim Burcuzafer
adlı gemimizin yelkenlerini tutuşturmuştu. Yaralı olan Hasan Bey, hemen denize
atlamış öteki gemilerimizden birine geçerek savaşı oradan sevk-i idareye devam
etmiştir. Bu arada kapdan-ı derya'dan gelen bir emirde gemilerin Çeşme
Limanına çekilmesi bildiriliyordu. Rus gemileriyse yangınlarını söndürmek
üzere el elde baş başda kalmışlardı ve tabii İlân etmek gerekirki, Çeşme limanı
küçük bir liman olduğundan, gemilerin bir kısmını liman dışında nöbette
bırakmak gerekirdi. İlk sebeb de, limana giren bütün gemiler, burada tıkışa
tıkışa yer buldular. Liman'ın içi de iğne atsan suya düşmeyecek hâle gelmişti.
Bir gemide çıkan yangın, hepsinin yanmasına sebeb olurdu. Bunun mahzurları
anlatılan Kapdanpaşa, Liman ağzına koydurduğu dört kalyon emniyeti sağlar
diyordu. Cezayirliyi dinlememeyi kendine görev addeden Hüsameddin Paşa,
böylece Amiral Eifinston'un bir ateş kayığıyla, Osmanlı donanmasını
yakabileceği hâle getirmiş oluyordu.
Rusların klavuz kapdanı olan Eifinston'un Ruslara plânını
anlatması ilk nazarda Rusları iknaya yetmedi. Ancak, tecrübeli ve fenn-i
denizcilik gelişmeleri hususunda bilgili amiral, Rusları kabul eder hâle
getirdi. İngiliz Komodoru Greik komutasında, dört kalyonla iki fırkateyn'den
ve bir humbara gemisi (ateş kayığı) meydana gelen küçük filo akşam karanlığını
kollamaya başlamıştı. Fakat düşman görülmüş, bunun için top atışlarıyla yürüyen
bir savaş başlamışsa da, her ânı aleyhimize olmaktaydı, çünkü limandaki tıkış
tıkış haldeki gemilerimizden bazıları yanmaya başlamış ve biribirine yangın
sirayetine çâre bulamamaktaydılar. Bu yangınlar hasebiyle kıyıya yaklaşmakta
olan ateş kayığınında farkına varılamamıştı. Bu kayığı da kullanan bir ingiliz
gemiciydi.
Merhum amiral Büyüktuğrul, adı geçen eserinde bu kayığı Osmanlı
kalyonlarından birine bağladığı esnada elleri ve saçları yanmağa başladığından
hemen suya atlayıp, kendini yanmaktan kurtardığını da kaydetmeyi ihmal etmemiş.
Bu yanma felaketinden kurtulan tek gemi amiral gemisi de denen baştarde'miz
olmuştur.
Vasıf Târihinde Cezayirli Hasan Bey'in ağzında kılıcı olduğu
halde, denize atlayıp yüzerek karaya çıktığı ve bu çıkışı görenlerin bu yiğide:
"Timsah Adam" dediklerini de buraya kaydedelim. Hasan Bey İzmir'e
yaralarını tedavi ettirmek için geçerken, Hüsameddin Paşa da Gelibolu'ya geçmiş
ancak az sonra orada vefat etmiştir. Mutasarrıf Cafer Bey'de terfi ettirilip,
kapdan-ı derya'Iığa getirilmiştir.
Bu arada Sultan 3. Mustafa döneminde Rusların bir üs olmak üzere
ele geçirmeye çalıştığı Limni Adası ile alakalı, Cezayirli Gazi Hasan Paşanın
vak'asını, o bölümde verdiğimizden burada sadece Baron Dö Tot'un Hasan Paşanın
bu teşebbüsüne muhalif kaldığın1 belirtelim ve hatırlatalım ki, Amiral Orlof,
Hasan Paşanın Ada'ya geçtiğini Öğrendiğinde, hemen karaya çıkarmış olduğu
askeri gemilere taşımış ve ada üzerindeki emellerine veda etmişlerdir. Baron
haksız, çıkmış Cezayirli Gazi Hasan Paşa ise hem amirai-paşa olmuş, hem de
Kapdan-ı deryalık kendisine tevcih olunmuştu.
Biz burada okurlarımıza hatırlatalım ki Şişhane'den Kasımpaşa'ya
inerken yüzü Haliç Denizine dönük olmak üzere ve elinin altında bir arslan ile
birlikteki heykel, Cezayirli Ga-azi Hasan Paşanın heykelidir. Cezayirli Gazi
Hasan Paşa iki defa kapdan-ı derya olmuş olup ilki, yukarıda yazdığımız olup,
ilk gelişi 3 sene, 4 ay, 7 gün sürmüş olup, yerine Dâ-mad Melek Mehmed Paşa
getirilmiştir. Bu zâtın, 4 sene, 8 ay,
19 gün süren döneminin akabinde yeniden Kapdan-ı derya olan Gaazi
Cezayirli Hasan Paşa, bu seferin de, 9/tem-muz/1774'de başladığı görevden
ayrıldığında takvim, 20/ni-san/1789'u gösteriyor ve 14 sene, 9 ay, 14 günlük
bir zaman dilimini gösterir, ilk görevlendirilmesini de buna ilâve edersek,
yekûn olarak, 18 sene, 1 ay, 19 gün eder ki, bu kapda-nıderyalar içinde en uzun
zaman görevde kalmış zât oimasını gösterir.
Şurada hemen belirtelimki, sahib-i selâhiyetin sözleri her çeşit
topluluk için bir mâna ifâde eder. Bizim bu çalışmamızda da kaydettiğimiz bu
ifadeye sadık kalarak mümkün mertebe, Osmanlı târihi bakımından sayfalarımızı
deniz kuvvetlerimizin, harekâtlarına önem vermeyi lüzumlu gördük, buna da, şu
ifadeyi istinat göstermek isteriz. Merhum Amiral Afif Büyüktuğrul;
"Osmanlı deniz harp târihi ve Cumhuriyet donanması" adlı kıymetli
çalışmasının, 2. cildinin 286. sahife-sindeki 180. dip notunda:
"Üzüntüyle ifâde etmek gereker ki Cumhuriyet döneminin, 60. yılına
ulşamak üzere, olduğumuz halde, en büyük Türk Târih Kurumunun yayınların da
bile, deniz olaylarının etkisi hesaba katılmamıştır. Örneğin bu kurumun yazdığı
Osmanlı târih kitapları %99 kara olaylarının, etkisini tartışmış %1'de sadece
deniz olaylarının mahiyetinden söz etmiştir.
Mazur görülen neden de şudur, Osmanlı devleti korsan döneminde
kurulduğu için korsan sanısıyle yetinilmesidir. Halbuki Barbarosların, Turgut
Resilerin, Piyale Paşaların yaptığı yağma hareketleri bile İspanya, İtalyan, ve
Alman Kara kuvvetlerini kıyı savunmasıyla meşgul etmiş ve bu devletlerin
Osmanlı kara kuvvetleri karşısına gereği kadar kara kuvveti gönderememelerini
sağlamıştır. "Demektedir. Biz, Ordumuzun deniz gücünde vazife almış ve
amirallik rütbesine kadar, irtıka etmiş bu zâtın görüşlerini elbette ve elbette
sahib-i se-lahiyetin beyanından addediyor ve mümkün mertebe ve muktesebatımız
miktarında silahlı kuvvetlerimizin deniz târihini çalışmamıza katmayı elzem
bildik.
Aynı zamanda, donanmasına ehemmiyet veren bir millet, bu
münasebetle o ülkenin yan sanayiinde gelişecek fırsatlar yakalar. Gemi
sanayiinin ülke ekonomisine getireceği pozitif fayda en azından dışa
bağımlılığın azalması demek olup, aziz milletimizin değerli evlâdlarının, yan
sanaayide müteşebbis ruhu, beiki gemi sanayiine öyle buluşları hediye etme
şansı bulur ki, iki asra yakın dünya teknolojisine mûcid olmak üzere bir
katkıda bulunamayan milletimiz, bu husus da şey-tan'in bacağımda kırar
inşaallah!
Cezayirli Gaazi Hasan Paşa'dan özel mahiyette bu satırlarda
bahsetmemiz bir çok bakımdan gerekmektedir. Ancak biz buradaki ifademizde ara
başlıkta kullandığımız: "1736'dan, 1789'a kadar deniz harekâtları"
nitelememize riayet ederek yazacağız. Kaynarca antlaşması sonucunda Kırım'ın
Osmanlı devletine bağı, Osmanlı padişahının aynı zamanda halife-i müslîmin
olmasına kalmıştı. Halbuki; Kırım'ın Osmanlı devleti için ehemmiyeti büyük
olduğu gibi, Karadeniz'in kontrolünde ayrıca mühimdi.
Sultan 1. Abdülhamid, ülke kalkınmasının reçetelerini ararken,
denizciliğimize batı âleminde yapılan her türiü buluşu ve tarzı kullanmağa
bakmaktaydı. Devlet, behemehal Kırım'ı eski statüsüne getirebilmek için
elinden geieni yapmalıydı, fakat ihtiyacımız olan sulh hâlinde kalmak ortadan
kalkar anlayışıyla, yeni bir savaşa hazır olamamanın İdraki içinde, Kırım
için bir teşebbüse girişememekteydi. Öte yandan da, Kırım hanlığında bir
tebeddül oldu, hân değişmişti. Ama İstanbul'un kapısında bir Kırım'ı temsil
eden heyet gelmiş, hürriyeti Osmanlı'ya bağlı olmakta görüyorlar, mutlaka
hi-mâye-i Osmaniye'ye girmek istediklerini rica etmekteydiler.
Bu ricalarıyla birlikte Kerç ve Yenikale'nin Ruslardan geri
alınmasının lâzımıyetini İleri sürmüşlerdi. Kabil olmadığı takdir ise, Kırım
ahalisine Anadolu topraklarında iskân ve bu muhacerata izin istediler.
Müslümanların muhacerat istekleri, Rusların, bilhassa stratejik çıkarları
hasebiyle, Kırım topraklarına sahip çıkmakla buluşmuş oluyordu. Rusya gayesine
uygun tarzda politikalara yelken açıyor, sert tutumlu Şahin-giray'ın hân
olması, bu hân'ın Rusya sempatizanlığı, Kırım ordusunu Rus üniformalarına
benzeyen libasla donatması, Rusya'ya gönderdiği bir heyetle Rus, yönetimine
girmeye tâ-lib olduğunu bildirmesi, içeride Tatar gayri memnunlarını
art-tırdıydı ki, Osmanlı devleti, Rusya'nın Kırım'la ilgili müdeha-lelerini
savaşı da göze alarak protesto ettiği görüldü.
Osmanlılar bu halde iken, Abaza ve Çerkezlerde, Şahingi-ray
aleyhine hareketlendiler Kırım'a kuvvet gönderdiler. Şa-hingiray; bu diyardan
Rusların bulunduğu Kerç Kalesindeki komutana sığınmak için sıvışmayı seçti. Afi
Paşa komutasındaki, sekiz tane kalyona doldurulan 8bin asker Kırım'a yola
çıkarılmıştı. Sivastopol'ün alınması ve buraya asker çıkarılması tenbihi
padişah 1. Abdülhamid hânın emrettiği ortadayken ve filo gemi komutanlarının,
Sivastopol limanın, çok stratejik bir yer olduğu ve limanın büyüklüğü gemilerin
rahatça kışı geçirtebilecek vasıfta olduğunu belirtmelerine, İstanbul'a
dönmeye lüzum göstermeyeceğini izah etmelerine rağmen, Hacı Ali Paşa işi ters
mantığa taşıdı ve bu mantıkla da düşündüğünde böyle nri*ühim bir üssü Ruslar,
adamakıllı tahkim etmişlerdir, demek suretiyle taht sahibine bir defa sorayım
cevabını verdi. İstanbul, yâni padişah bu sefer de, Hacı Ali Paşanın
değerlendirmesini göz önüne aldı. Kırım harekâtına 40bin kişiyi bulan bir
kuvvet hazırlamakta olduğunu, donanma bütün gemileriyle Sinop'ta kışı geçirsin
emrini gönderdi. Kış geçti. Takvim, 9/ağustos/1778'İ gösterirken Sinop'tan
Kırım üzerine Hacı Ali Paşanın serdarlığında yola çıkıldı vede Deryakapdanı
Cezayirli Hasan Paşa, Ruslara Kırım'a gidilmediğini, Sivastopol'a gidilip,
Taman ve Kırım'a su getirileceğini bildirdi. Ruslar bu habere tabiatıyla
inanmadılar. Bunun Kaynarca antlaşmasının ihlâli sayılabileceğini ileri
sürdüler. Kapdanderya tereddüte düştü. O da, J. Abdülba-mid hân'a başvurmaktan
kendini alamadı. Cevap ise; Rusların, Kaynarcayı ihlâl ettiğini, bu sebebden
Kırım ve Taman'a asker çıkarılması emrini tazeledi. Diplomasi arenası da bu
sebeble hareketlendi. Fransızlar, Osmanlı devlet adarrrlarinm bu savaşı
istememeye şevke çalışırken, savaşın vereceği zarar İngilizlerin işine pek
yarayacağı düşüncesiyle, bunların b. elçileri tırnaklarını birbirine
sürtüyordu. Osmanlı/Rus savaşını kendilerine fayda sağlar buluyordu. Diplomasi
alanında yapılan çeşitli istişare, görüşme ve fikr-i teati sonunda Fransız b.
elçisinin teenni tavsiyesi muvafık bulunmuştu.
Mart/1779'da Aynalikavak İskelesi, ki burası İstanbulda bir
semttir. Mezkûr yerde Osmanlı/Rus diplomatları müzakerelere başladılar. Ancak
burada yapılan konuşmaların sonunda Osmanlı devleti Kaynarca'yı bu
müzakerelerde yumuşa-tamadığı gibi, Şahingiray'ın Kırım hân'lığını tanımayı
kabul etmesi, ayrıca bir kayıptı. Mısır'da asırlardır, farklı bir statü
yakalamış olan Kölemenler, Osmanlı devletinden uzaklaşıp, Mısır'ı bir bağımsız
Kölemen devleti hâline getirebilmenin, yolunu aramaya başlamışlardı. Bunun
akabinde hemence bazı imtiyazları elde ettikleri de görüldü. Artık onların
istediği Mısır'a vali oluyor, istemedikleri yıkılıp gidiyordu.
Kölemenlerin içinde nüfuz sahibi üç kişiden İsmail Bey, Osmanlı
yönetiminde kalmaya taraftar anlayışın sahibi idi. Buna karşılık, Osmanlı
aleyhtarı Murad ile İbrahim beyler arasındaki mücadele, Osmanlı aleyhine
ayaklanmanın bidayetini, yâni başlangıç sebebini teşkil etti. İsmail bey,
rakipleri
Murad ve İbrahim beylerden Suriye'ye kaçmak suretiyle ortadan
çekilmiş oluyordu. Ortalık Osmanlı aleyhtarı, fakat bağımlılığı kabul etmeyen
ikiliye kalmıştı. Aralarındaki kavga da Murad, İbrahim'i diskalifiye etmeyi
başarmışsa da, devlet-i âliye Mısır'a vali olarak Yeğen Mehmed Paşayı
gönderirken de, isyanı bastırmak vazifesiyle, Kapdan-i derya Cezayirli Gaazi
Hasan Paşayı da Mısır'a yollamıştı.
Murad Bey, ben şimdi ne yapacağım diye kara kara düşünürken, bu haberi
alan kölemen Beylerinden İbrahim Bey hemen bütün maiyeti ve küvetiyle geri
dönmüş rakibi Mu-rad'ın emrine girmişti. Böylece Kölemenler, yekpare bir gurup
olarak Osmanlı kuvvetlerine karşı koyacaklardı. Murad Bey, politikanın gereği
Mısır valisine yaltaklanıyordu. Bir yandan o güne kadar devlet aleyhinde
yaptıklarından da tövbe istiğfar ediyor hem de, dış güçlerden Kölemen
başkaldırısını destekleyecek sahip arıyordu.
Bu arada hemen ilâve edelim ki; 2. Katerina haylice uzak görüşlü
davranmış, daha 1775'de Mısır'a, Kont Kanus adlı teşkilatçı ve diplomaside çok
tecrübeli bir elçi göndermişti. Murad Bey; ilk iskandili Fransızlar üzerinde
yaptıysa da Av-rupadaki meselelerini çözememiş Fransa üzülerek bu yardımın
taraftan olamadı. Murad Bey bu sefer teklifi Kont Ka-nus'a yaptı. Gelişindeki
hikmet bu olan Kanus, hemen Çariçeye haberi uçurarak durumu aktardı.
Petersburga çağırılan Kont Kanus, Çariçeye bütün meseleyi anlattı. Çariçe 2. Katerina;
Murad Bey'e yazdığı mektupda, çok kısa zamanda Akdenize bir donanma
göndereceğini, bu kuvvet Osmanlıların Mısır'a kuvvet götürmelerine engel
olacağından mücadeleniz, denizden ikmal alması kabil olamayan bir devletle mücadele
edeceksiniz, ayrıca Akdenize gelecek donanmam ne ticaret gemilerinize ne de
Mısır topraklarına ilişecektir. Nasıl yardım isterseniz, selahiyetli kıldığım
Kont Kanus'la konuşun demekteydi.
Amma bunlar olurken; Gaazi Hasan Paşa gelmiş ve bir darbede
Kölemenleri darmadağınık etmişti. Böylece Mu-rad'da, İbrahim de padişahın
affına sığınmaktan, kendilerine, mülk-ü Osmanide bir başka yerde istihdam
olunmalarını istirham ettiler. Devlet-i âliye önce bu talebi ret etti sonra da
onlara yer gösterdi.
Cezayirli Gaazi Hasan Paşa, kapdamderya olarak atandı-ğındaki ilk
işi tecrübe ile ilmî denizcilik anlayışını birleştirme yolunu açacak her
teşebbüse ya öncülük etdi yahut da böyle tavsiyeleri hakikat kılmaya pek büyük
önem verdi. Zaman zaman Barondö Tot ile aynı istikamette düşünmüyorlarsa bile,
Baron'un askeriyemize getirdiği faydalı hususların takdir-kârıydı, bu merkezden
kalkarak donanmanın eğitimi ve oradan buradan toplanan memleket evlâdı yerine
yine oradan buradan toplayıp fakat ciddi bir denizcilik eğitimi veren müessese
kurmak, limana dönmüş denizcilerin, evlerine veya şuralara buralara gitmelerine
mâni olabilmek için ve muntazam bir deniz kışlası hayatı yaşayabilmeleri için
kışlalar yaptırmıştır.
Bütün bunları yaparken avrupadan getirttiği mühendislerin
tavsiyeleriyle tersanelerimizi haylice genişletmiş gemi yapımında ve
donatmada, en son buluşları kullanmaktan geri kalmamıştır.
Amiral Büyüktuğrul, Hasan Paşanın tabii ki bir çok muhalifi
olduğunu zikrederken şu bilgiyi vermekten kendini alamamış. Bilgi şu:
"belgelere dayanmayan fikirlere göre Cezayirli Gaazi Hasan Paşa bu çalışmalarında,
büyük karşı koymalara uğramış ve 1784 yılında İstanbul'da yaptırdığı kalyoncu
kışlasının parasını cebinden vermek zorunda kalmıştı." Demekte
1787/1792 Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşı
Yine biz bu savaşın denizle alakalı bölümlerine işaret etmeye
çalışacağız. Efendim padişah 1. Abdülhamid'in pek sevdiği Yusuf Paşası ile yine
pek beğenip sevdiği Cezayirli Gaazi Hasan Paşa arasında, anlayış farkı ve
tercihde büsbütün ayrılıkları vardı. Kırım'ın Rus nüfuzuna girmesi hususu
ümmet-i Muhammedin çok gücüne gitmiş, derhal Kırım'ın istirdadı pek yaygın
şekilde istenmeye başlanmıştı. Yusuf Paşa bu isteği haklı buluyordu ve Ruslara
karşı savaşın açılmasında padişah 1. Abdülhamid'i inkendisine uymasını temine
büyük gayret gösteriyordu. Gaazi Hasan Paşa ise; Yusut Paşanın kanaatine,
iştirak etmiyordu. Osmanlı deniz yollarının donanmanın yetersizliği yüzünden
her geçen gün kapalı hâle gelmesi, gereken ikmâlde donanmanın fazla bir yük
taşıya-maması, diğer birliklerimizin sıkıntıya hâttâ bir felâkete bile düşerler
endişesi taşıyor, Kırım'ın kurtuluşunu istihsal edelim derken daha büyük
kayıplara uğrarsak hâlimiz nice olur düşüncesine yelken açıyordu.
Yukarıda söylediğimiz Yusuf Paşanın; savaşı açalım sıkıştırmasına
mütereddit kalan padişah, Mısır'a gönderdiği Kap-danıderya'sını yanına
çağırttı. Ne var ki; Yusuf Paşa, Hasan Paşa geldiğinde padişah birimizden
birine uyarsa uyulmayan taraf da ben olursam bizin^ sadaret elimden gider diye
düşünmüş olmalı ki ısrarını sıklaştırıp, Gaazi Hasan Paşa'nm gelmesini
beklettirmeden savaşı açtırmaya muvaffak oldu. Halbuki; Rusya, Prusyayla
imzaladığı ortaklığı bozmuş ve Avusturya'ya yanaşmış müştereken saldıncaklan
Osmanlı'dan, alacakları yerleri aralarında şöyle paylaşmışlardı:
a- Rusya; Osmanlıya açtığı bu savaş sonunda Dinyeper, Buğ ve
Dinyester nehirleri arasındaki toprakları alabileceği gibi, Eğede bulunan
adaların bazılarını da kendine mâl edeceğini hesablamaktaydı. Eflak ve Buğdan
bağımsız prenslik hâline gelecekti.
b- Avusturya ise; Tuna nehri ile Transilvanya dağları arasındaki
Osmanlı topraklarını kendine katabilecekti, yine Orsuva, Vidin, Niğbolu ve
Hotin şehirlerine konabilecek idi. Yine Avusturya, Dalmaçya sahillerine inecek
buna karşılık, kıbrıs ve Girid ve Mora yarımadasının Venediklilere verilmesine
ses çıkarmayacaktı. Ancak; bu görülen paylaşımın görülmeyen bir tarafında
halisilasyon diyebileceğimiz 2. Katerina'nın İnşaallah ebediyete kadar
gerçekleşmesi kabil olmayacak bir hayali yatıyordu. Bu da İstanbul'umuzun
Rusların eline geçmesi idi ve Kostantin adını verdiği torununu bu tahta
hazırlamaktı.
Hoş Çariçenin müşaviri Potemkin'de böyle bir hayal taşımakla
beraber, orada ihya olunacak Bizans İmparatorluğu tahtına kendini ve kendinden
sonraki neslini hülyalarında yaşatıyordu. İşte herkes bir gizli - açık hesabın
peşindeyken Hasan Paşa denizde ne kadar kuvvetli bir donanmaya sahip olursak
devleti o kadar iyi savunuruz düşüncesindeydi. Zâten 1773'de, Heybeliada'da
kurduğu mektepde artık denizcilik ilmîyle yetişen kaliteli denizcileri donanmada
haylice istihdam etmekteydi. Böylece personel meselesinde de artık mesafe
alınmıştı. Savaşın patlamasıyla beraber Yusuf Paşa, Rusya'nın yanında ki
Avusturya'yı gördüğünde ayakları suya erdi. Çünkü onun hesabında tek rakip olan
Rusya olup yenmeyi gözü almıştı. Fakat Avusturya işin içine girince bir defa
iki cephede boğuşacağımızın resmi ortaya çıktı. Bu da gücümüzün üstünde bir
kuvvetle karşıkarşıya olduğumuz kat'i idi. Karadeniz'de dolaysıyla Kırım
civannda hava muhalefeti Rus donanmasını öyle bir sakatladı ki ünlü general
Potemkin, bu fırtınadan sonra donanmasının, Osmanlı donanmasının, pek altında
bir güce düştüğünün korkularının verdiği psikolojik çöküşü yaşadı.
Rusların Karadeniz'de iki filosu vardı. Büyük Karadeniz filosu
denenin başında Amiral Graf Voynovice olduğu halde Sivastopol'da, küçük
filoları olan da Dinyeper nehiri içine üslenmiş komutanları Modavineffe adlı
bir amiral idi. Bu iki filonun bulunması, Karadeniz'in Osmanlı hâkimiyetinin
nakısa düşmeye başlamasının bir habercisiydi. 1788 yılının mayıs ayında Hasan
Paşa on büyük gemi, altı firkateyn, kırkyedi küçük gemiyle Karadeniz'e açıldı.
Dinyeper civarına sokularak, Rusların muhasarasının deniz bölümünde olanını
böylece kırmış oldu. Burada bir küçük filo bırakarak, Rusların ana filosunu
aramaya çıktı. Hasan Paşa buraya bir kaç gemi bırakmakta isabet kaydetmişti ki
Rus Kaptan Sakyn'le karşılaşan filomuz bunun hemen üzerine saldırdı. Kaptan
Sakyn, Osmanlı gemileriyle başedemeyeceğini bildiğinden hemen kendi gemisini
batırdı. Ancak bu batırma esnasındaki gemiye aid cephanenin patlaması, diğer
Rus gemilerine zararını söylemeden geçemedim. Osmanlı ve Rus donanmaları
Din-yester'in önünde karşılaştılar ve kapıştılar. Bu savaşın nihayetinde her
iki taraf hayli kayıp verirken, İsmail Hakkı CJzun-çarşılı, bizim haylice hasar
gördüğümüzü belirtirken, Rus yazarları, bizim kayıplarımıza dâir şu rakamları
gösteriyordu; 13 gemi vede 6bin ölü demektelerdi. .
Merhum Amiral Afif Büyüktuğrul, şu nâzik amma ikna edici
cümlelerle şunları ileti sürüyor: "Lâkin bu savaşın az sonrasında yâni
1788'de, Yılan Adası civarında iki donanma bir daha kapıştı ve Ruslar bu
muharebede Osmanlı donanmasının gaalip gelmesi, gerek Osmanlı gerekse Rus yazarların
söylediği gibi, geçen savaşda ileri sürülen zararlara uğramadığının.göstergesi
değilmidir?" Beri yandan; Dinyeper nehri sularının hayli sığ olması savaş
gemilerinin çok su çekmesi Ruslar tarafından kuşatılmış Dinyeper kalesine, bu
gemilerin fazla bir yardımı olamadı. Hasan Paşa İstanbul'a haner göndererek,
daha az su çeken gemilerin gönderilmesini İsterken, dalgıç adı verilmiş olan
deniz fedailerinin de bir bölümünün acele gönderilmesini istemişti. Fakat Hasan
Pa-şa'nın bu isteği, kulak arkası edildi. Ne gelen oldu nede gönderilen vardı.
Dinyeper kalemiz, üç ay süren müdafaadan sonra Ruslara teslim olmaktan başka
çâre bulamadı.
Osmanlı tahtına geçmiş bulunan 3. Selim, kapdanıder-ya'yı Dinyeper
tesliminden mesul tutarak azletti. Yerine 20/nisan/] 789'da Giridli Hüseyin
Paşayı 2 sene, 10 ay, 21 gün sürecek kapdanıderyalığa tâyin etdi. Büyüktuğrul
amiral, sehven Küçük Hüseyin Paşanın getirildiğini kaydeder de, bu doğru
değildir, Küçük Hüseyin Giridli Hüseyin Paşadan sonra göreve getirilen, 156.
kapdan-ı derya Dâmad Küçük Hüseyin Paşa, padişah 3. Selim'in süt kardeşi olup,
1 l/mart/1792'de geldiği görevi, 7/aralık/1803'de vefatıyia bıraktığında,
makamı 11 sene, 8 ay, 27 gün işgal etmişti Cezayirli Gaazi Hasan Paşa; bir çok
tarihçinin ittifak ettiği gibi esas bakımdan görevden alınmasına da, 1788'de
sadrıazam Halil Hamid Paşa, Osmanlı tahtına 3. Selim'i geçirmeyi hazırladığı
haberini almış ve bunu hemen Sultan Hamid-i evvele haber vermiş padişah da,
sadnazami görevden almış hareketi boşa çıkarmış ayrıca Halil Hamid Paşayı da
idam etmiştir.
3. Selim'se bu haber verişi kendisinin tahta çıkmasına razı
olmamak şekli içinde mütalaa etmiş Dinyeper Kalesi bahanesi yüzünden, bu
kıymetli kapdan-ı derya'y' azletmiş olduğunda birleşirler. Bu fevkalâde az
rastlanır bir kahraman olan, Cezayirli Palabıyık Gaazi Hasan Paşanın, kısaca
hâl tercemesinden bahsedemeden geçemiyoruz. Kafkasya'da bir rivayete göre 1715, diğer bir rivayete göre de 1719'da
doğmuş bulunan, Hasan Paşa'nın Osmanlı devletinin 155. sadrı-azamı olrak görev
yaptığımda hemen hatırlatalım. Bu sadareti; 3/aralık /1789'da başlamış ve 3
ay, 28 gün sonra, 30/mart/1790'da
tamamlanmıştır. Cezayirli Hasan Paşa 1790'da kendi parasıyla yaptırdığı
Tekkede, Şumnu'da vefat etmiş ve oraya defnolunmuştur. Sağlığında küçük yaşından
beri yanında besleyip büyüttüğü bir aslan ile gezerdi. Paşa, 1738'de,
Yeniçerilerin 25. ortasına kayıd olmuştur. Yeniçeri olmadan evvel çocukluğu,
satılmış olduğu Tekirdağlı bir tüccarın yanında geçmiştir. Cezayir'e gitmek
üzere bindiği bir gemiye Cezayir'e çok yakın bir yerde, yabancı bir gemi musallat
olmuş ve rampa yaptığı gemiyi ele geçirmek isterken. genç Hasan bir yiğit
olarak tek başına o geminin bütün insanlarını esir almıştır. Limana
yanaştıklarında bu kahramanlıktan haberdar olan Cezayir Dayısı, bu gencin
cesaret ve maharetine hayran olarak ele geçirdiği gemiyi kendisine verdiği
gibi bir de kahvehane hediye etmekten kendini alamamıştır. Burada hizmete
girerek, subaylığa kadar yükselmişken, Cezayir Beylerbeyi maalesef kendisini
kıskanmış, bundan dolayı da Öldürmek isterken Hasan bey İspanya'ya kaçmak
mecburiyetinde kaldı. 4. Karlos bu mülteciyi gayet güzel bir şekilde
karşıladı. Daha sonra İspanya'dan ayrılıp İstanbul'a gelip devlet-i âliye
hizmetine girdi. Nice hizmetler verirken bilhassa donanmamızın mağlup edilmez
bir amiraii olduğunuda asla unutmayalım. Bektaşî olup, ihtiyarlığı münasebetiyle
vefat etmiştir. Eiir çok hayır hizmetleriyle, çeşitli şehirlerde ve İstanbul'da
da bir çok eseri bulunmaktadır. Ancak donanmamıza ve gemi sanayiimizin,
yücelmesinde ki hizmetleri her çeşit takdirin fevkıindedir. 3. Selim döneminin;
muasırları olan gerek ülke gerekse dünya meşhurlarına da bir atf-u nazar
edelim, Almanyada İmparator 2. jozef, (bu zâtın peşinden Alman imparartorluğu
lağv olunmuş ve
1781'de merkezi Berlin olan başka bir Alman imparatorluğu te'sis
olunmuştur. 1802'den sonra
Avusturya imparatoru denmeğe
geçilmiştir.) 2. Leopold, 2. Fransuva, İngiltere de 3. Jorj, Papaiikda 6. ve 7.
Piu, Prusya'da 2. Fredrik, Rusya'da 2. Katerina, 1. Pol, 7. Aleksandr,
Fransa'da 16. Lui ve Napolyon Bonapart olup, ülke de; Gaazi Hasan Paşa, Küçük
Hüseyin Paşa, Alemdar Mustafa Paşa, Tepedelenli Ali Paşa, Kavalah Mehmed Ali
Paşa, Cezzar Ahmed Paşa, Abdullah Dürrİ Efendi, Tatarcık Abdullah Molla, Morali
Osman ve Riyaziyeci İshak Efendiler, Kocasekbanbaşı, Mabeynci Ahmed Bey,
İbrahim Kethüda, Londra elçimiz Agâh Efendi, Şeyh Galib ve Hacı Sadullah Ağa ve
sairedir. Nitekim 4. Mustafa dönemi ise 3. Selimhân ile içice olduğundan o
dönemde de, aynı zevatdan söz edillir.