SULTAN 3. AHMED :
Babası: IV. Mehmed Han
Annesi: Râbia Gülnüş Sultan
Doğum Tarihi: 1673
Vefat Tarihi: 1736
Saltanat Müd.: 1703-1730
Türbesi: İstanbul'da Yeni Camii Yanı Turhan Valide Sultan Türbesi.
Sultan 3. Ahmed 23. padişah ve 15. halifedir, 4. Meh-med'in oğlu
3. Ahmed. Edirnede bulunan padişahın tahtan indirilmesiyle geçtiği padişahlık
makamına kurulduğunda otuzbeş yaşındaydı. Nasıl bir vaziyet ülkede hüküm
sürerken devletin başına geçmişti? Bunu dikkatle incelemek gerekir. Bir
yazarımız yeniçerinin yoldan çıkış hâlinin tipik görüntüsünü şu satırlarla
tesbit ediyor. ".. Sultan Mustafa'yı hâl etmek üzere Edirne'ye kadar
gitmiş olan şımarık yeniçeriler yeni padişahın tahta çıkmasını nazar-ı dikkate
bile almaksızın arsızlıklarında 'devamı, vüzerayı ve ricali, erkân-ı idam
ediyorlardı. Hâttâ şeyhülislâmlıkdan -yine kendi arzu ve ta-lebleriyle- bilazl
Erzurum'a nefyedilen Feyzuilah efendi'yi bile yoldan çevirerek, fecii bir
surette kati ve İtlaf etmişlerdi, "dedikten sonra biraz daha izah lüzumunu
hissetmiş olacak ki, sayfanın dibine bir ilave gereğini görmüş. Aynen alıyoruz:
"Feyzuilah efendi, bagiler (yol kesenler) tarafından üçgün kadar
hapsedildikden sonra burnu, kulakları, dudakları kesilmiş, ondan sonra bir
beygire ters olarak bindirilerek Edirne at pazarına götürülerek badel teşhir,
kemâl-i cefa ile edildikten sonra ayağına ip bağlanarak sokaklarda
hrısti-yanlara süründürülmüş ve önünde papaslara ayin-i ruhani icra ettirilmiş
ve bade Tunca Nehri'ne atılmıştır. Vakıa Feyzuilah efendiden evvel dahi
yeniçeriler iki şeyhülislâmı kati etmişler idiysede hiçbirisi böyle facia
tarihimizce mucib-i cehalet bir su-i akıbete duçar olmamışlardı. Şu ahval o zamanlar
ahlâkı umumiyenin seviyesini bize göstermeğe kâfidir." Demekten kendini
alamamıştır.
Osmanlı Hanedanı Üzerine Görüşme
Şunu hemen belirtmek gerekirki; bir çok tarihçi, sıkışıldı-ğında
kıyamcıiarın kellesini istediklerinin neden verildiğini aydınlatmak babında
işin derinliklerine nüfuz edilecek mütalaadan içtinap etmişlerdir. Böyle
olunca da, altıyüzyirmiiki seneyi bulan Osmanlı hanedanının devlet-i âliye'yi
temsili hususu pürüzsüz devam etmiştir anlayışı ahali arasında yaygındır.
Ancak; yukarıda cümle içinde kullandığımız "sikışıldı-ğında kıyamcıiarın
kellesini istediklerinin neden verildiği.." hususu hanedan değişikliğini
önlemeye matuf tedbirlerden olarak düşünmek lâzımdır. Buna bağlı olarak İsmail
Hakkı Uzunçarşılı tarihinden arabaşlığımiza aid bîr pasajı nakledelim:
"Asi kuvvetler Silivri mevkiine geldikleri zaman orada bir kaç gün
oturarak Sultan 2. Mustafa'nın yerine kimin getirilmesi lâzım geleceğini
görüştüler. Bunlar henüz İstanbul'da iken kimi hükümdar yapacaklarına dâir bir
kararlan yoktu. Fakat Avcı Sultan Mehmed'in oğullarını istememekte müttefik
idiler. Bâzısı Kırım hanzâdesini ve bazılarıda İbrahim Hanzâdelerden birini
hükümdar yapalım gibi sözlerle dedikodu yapıyorlardı. Buradaki İbrahim
Hanzâdeferden kasıt, Sokollu Mehmed Paşanın, 2. Selim'in kerimesi İsmihan
Sultan hanımla izdivacından doğmuş bulunan İbrahim'in torunlarıdır. Ancak;
Hünkâr İmamı Bursalı Mehmed efendi, sadrazamın çadırında yaptığı müdehalece
konuşmayla, şehzade İbrahim'in daha onbir yaşında olduğunu ileri sürerek, 30
yaşın üzerinde olan ekber şehzadenin tahta çıkarılmasını mukni bir lisanla
temine muvvaffak oldu. Böylece de şehzade Ahmed, 3. Ahmed unvanı ile taht-ı
Osmani'ye çıkabildi. 2. Mustafa'nın Hafsa'ya geldiğinde kardeşi Ahmed'in
İstan-buldan gelmekte olanlar tarafından tahta çıkarıldığını anladığından,
Hırka-i Şerifi arabaya yükletirken "bu layke nemen selametle saraya varıp
şu emaneti sahibine (yeni hükümdara) teslim edebildik, Allah mübarek eyleye
padişahlığını" Dediği Nusretname adlı eserde yer almaktadır.
3. Ahmed Osmanlı tahtına 9/rebiülahirl 1 15-22/ağus-tos/1703
çarşamba günü kuud etmiştir. (Jzunçarşılı tahta geçtiğinde 31 yaşı içinde
olduğunu beyan buyurmaktadır. Yılmaz Öztuna ise, Hacıoğlu pazarı Otağı
hümayununda 31/12/1673'de dünya'ya geldiğini, tahttan indirilen Sultan 2. Mustafa
ile ana ve baba bir kardeş olduklarını bildiriyor.
Kararlı İstanbul'a Avdet
3. Ahmed, umumun isteği olan İstanbul'a dönüş yoiuculu-ğuna
başladı. Beraberinde mahlû padişah 2. Mustafa ve onun üç oğlu, Mahmud Osman ve
Hasan ile 2. Ahmed'in oğlu şehzade İbrahim'de olduğu halde İstanbul'a
geldiler. Top-kapı Sarayına geçmeden Eyüb Sultan Camiine ve yüce sa-habiyi
ziyaretle kılıç kuşanma merasimini yerine getirdi. Bu arada asilik yapanların
yüreklerine kuşku düştü. Tecrübelerle sabittİrki ihanet erbabı, bir gün bana da
ihanet eder veya ederler hükmü kaziyyesi içinde belâlara duçar edilmişlerdir.
Bu ihtimal akıllarına geldiğinde, yüreklerini korkunun kırıntıları serpilmeye
başladığı an, İstanbul'a dönmüş oldukları zamandı. Çırpıcı Çayırında (bu gün
ismi var kendi yok çayır) içtimaa ettiler. Şehre girmemeyi önerenlerle
kaderciler müzakerelerde bulundular ve inceldiği yerden kopsun diyerek
başşehre dahil olmaya karar aldılar.
Yeniçeriağası Çalık Ahmed paşa, pek kısa zamanda çeşitli mevkilere
gelmenin hazımsızlığı içinde şımarmış, makam-ı sadareti yüzsüzlük yapıp bizzat
3. Ahmed'in kendisinden talep etmişti. Önlü Nusretnâme'den sadaret talebi ile
alakalı bir paragrafı sayfalarımıza alalım: "Çalık Ahmed paşa: <Bu
devlet bana münhasırdır deyip sadaret sevdasına düştü, cuma günleri camilerde
padişah hazretlerinin koltuğuna girdikçe mühür talebinde oldu ve hatta bir gün
beni, yâni Si-lahdar Tarihçi Mehmed Halife'yi camide tuttu. Elbette mührü bana
alıver deyip ve ben dahi bir orta kuşaklı oğlanım, bu asıl iş içinde bulunmak
külli kabahattir. Lütfeyleyip bu teklifi eyleme, işte padişah, var kendin iste
dedim. Vad'i hümayunları oldu dedi. Allah mübarek eyliye mülukte kizb olmaz
dedim ve elinden güç kurtulup huzur-u hümayuna vardım ve şu herifle ne belâya
uğradım, mühür delisi olmuş dedim. Ya beni nasıl taciz etti, bile idin, hele
va'd ile başımdan savdım. Buyurdular>" Görüyorsunuz sevgili okuyucular
mevki ve makam hırsı karışık dönemlerde nice değersiz kimselerin külah
kapmasına yaradığını bu olayda da müşahede etmek mümkün. Çalık'ın istediği
sadaret, mevcut sadrazam Kavanoz Ahmed paşa İle arasının açılmasını tevlit
etti. Artık devletin ünlü plânları tatbike konma vakti geldi. Padişahın eniştesi
Morali Hasan Paşa ilk önce sadrazam kavanoz AhmeJ paşanın yanına gitti ve
"mühürdenmi vazgeçersin? Yoksa Çalık Ahmed paşadanım? Mühürün herifin
eline doğru gidiyor, eline geçirdiğinde de ne sen kalırsın ne ben. Sadrazam:
<bu herif benim oğlum değil, ancak yapacağı kötülüklerden çekinirim. Yoksa
bir gün evvel yok olması sadaretimi rahat geçirmeme yarar> dedi. Enişte;
Çalık Ahmed paşaya uğrayarak, padişah benim hanıma geldiğinde sadareti sana
vereceğini söyledi. Ben: hemen verseydiniz dediğimde bakarsın mazulun başına
toplaşirlar fenalık yapmaya kalkarlar, bu bakımdan meşveret günü vereceğim.
Dedi şekli içinde nâkilde bulunur. Çalık, bundan memnun ve kanmıştır. Hasan
paşa son çelmeyi takar: <aman bizi yabana atma> Çalık Ahmed hoşnutluk
içinde <Allah korusun. Başım üzerinde yerin var. Sende bana dayanır ve
yardım edersen sadaretim kolay olur> Cevabını verir. Bunlar olmaktayken saraydan gelen bir haber
Rusya'ya sefer var müzakere olacağına hâviydi. Saraya toplanan vüzera, ümera,
veziriazam padişah huzuruna çıktılar sefer görüşüldü. Padişah: Çalık Ahmed paşa'ya
fikrini sorduğunda, veziriazamlık beklemekte olan Çalık paşa, ferman sizden,
kulluk bizden cevabıyla matlub bir cevap vermişti. Padişahın huzurundan çıkan
müzakereciler, Revan Köşküne istirahate çekildiklerinde Fındıklılı Mehmed
Halife bir hilat getirerek sadrazama verdi. Yanındaki hat'ta Çalık paşaya
Kıbrıs'ın valiliği tevcih olunduğu bildirilmekteydi. Vaziyete pek kızmış olan
Çalık Ahmed, çeşitli i'tirazlarda bulunduysa da, Balıkhaneye yanaşmış gemiye
binmek mecburiyetinde kaldı. Bu gemide arkasından yetişen idam fermanı
Kapıcıbaşı Küçük Hasan eliyle ulaştırıldı ve icra olundu. Arkasından Çalık
Ahmed paşa tarafdarı olan yeniçeri ileri gelenleriyle sempatizanların kimisi
uzaklaştırıldı, kimi katledildi, kimileri de ordudan sivil vazifelere tâyin
edildiler.
Akabinde Kavanoz Ahmed paşa sadaretten azil olundu. Yerine, devlet
plânının işlemesindeki başarılı hizmeti Morali veya Enişte Hasan Paşaya
veziriazamlık getirdi.
Hasan Paşanın Sadareti
Gerek Çalık paşanın gerekse sadrazamın azilleri yeniçerinin, bazı
ileri gelen serdengeçtİleri arasında üzüntüye mucib oldu ve aralarında
yaptıkları istişarede elli kişi kadar isyan taraftan belirlediler.
Yeniçerilerin 1. Ağa bölüğüne kendilerini desteklemeleri hususunda muavenet
istediler. Kıdemli oda-başıyı bunlara şu nasihati verirken görüyoruz: "Biz
hükümet işine karışmayız. Saltanatın işlerini teftiş etmek bizim işimiz
değildir. Yaptığınız işler açtığınız yaralar devlet gemisini batıracak. Daha
neler yapmak istiyorsunuz? Dedi. Odabaşı bu nasihatların fayda
vermeyebileceğini temmül ettiğinden, bunları Yeniçeri Ağası Çelebi Mehmed
Ağa'ya haber verdi.
Tedbirler alındı ve müstakbel bir isyan parlamadan söndürüldü.
Fitne erbabı öldürülürken, Cebecileri kışkırtan Boşnak İbrahim Ağa Bağdat'a
sürgüne yollanırken, oraya varışında ela hayat defteri dürüldü.
Edirne vakası tertipçilerinden Karakaş Mustafa ve Engerek Yılanı
Küçük Ali de kellelerini kurtaramadılar, ektiklerini biçtiler.
18/ramazan/1115-25/ocak/1704 perşembe günü, 3. Ahmed şeyhülislâmlığa Paşmakçızâde'yi
getirip, Hünkâr İmamı Mehmed efendiyi azile karar vermişti.
1slavların Şuurlanması
Osmanlı devleti içinde birbirini takip eden kıyamlar, tahtın
boşalması gibi vakalar cereyan ederken, Rusya'da pansla-vizm konusu dal budak
saldı. Bu fikrin mucidi Kınyaniç isimli Hırvatistanda yaşayan bir Sırplı idi.
Aynı zamanda Katolik papası olması, arkasında Roma'daki Papalığın bulunduğunu
hatırlatıyor. Moskova'da yaptığı sivri konuşmaları yüzünden yakalanarak
Sibirya'ya sürgüne gönderilmişti. Orda da çalışmalarını durdurmamış, bir kitap
yazmış ve bu kitapda "Slav kavmi altı kabile halinde, Ruslar, Lehler,
Çehler, Bulgarlar, Sırplar ve Hırvatlar olarak bilinirler. Eskiden bunların her
birinin hükümdarı vardı. Şimdi ise;
hükümdar sahibi olan yalnız Rusyadır, diğer beş kabile başka kavimlerin
boyunduruğu altındadır. Islavların henüz ne bir tarihi, ne de tarihçisi
vardır" gibi ifadeler yer almaktaydı. Kınyaniç ayrıca Rus Çarı Aleksi'ye,
Osmanlı ve Almanyanın elinden Islavları kurtarmak için mücadeleye davet etmişti
böylece Ruslar çok az bir za-nian sonra Çar Feodor zamanında Osmanlılar ile
Tatarları dış düşman tanıma yoluna saptılar. Buna ilave olarak da zaman içinde
Lehistan'ın meşhur kralı Jan Subiyeski ile ittifaka gittiler.
Deli Petro Rusya'sı
Bayezid-i Veli döneminde İstanbul'a gelen Moskova kralı elçileri,
huzuru hümayuna çıktıklarında, ilkel kıyafetleri hasebiyle o gün sarayda
bulunan zevat tarafından kahkahalarla alaya alınmışlardı. Fakat son senelerde
Rusya adını almış bir devlet haline gelmiş olan Moskova krallığı,
hududlarımizda bize gözaçtırmaz, saldırgan bir ülke hüviyetine bürünmüştü.
Bizim tarihlerimiz de Deli Petro, Akbıyık Petro diye anılan, Rusiann ise; Büyük
Petro dedikleri çar, ülkesini Avrupa Medeniyeti anlayışına taşımaya orada
bulunan mükemmeliiyet-leri tatbike uğraşıyordu. Beledi, toplumsal, askeri,
sınai terakkileri kucaklıyordu. Ülkesine avrupanın ilim sahibi kimselerini
davet ediyor, kendisi bizzat oralara seyahat yapıyor kültür araştırmalarına
önem veriyordu. Yayımladığı bir beyannamede ise; "Ecnebilerin Rusya'da
her türlü can güvenliği ve rahatı, yardımı, seçkinliği, mezheple alakalı
Özgürlükleri bulacaklardır" demekteydi. Vine avrupadan; kara ve deniz
subayları, mühendisler, gemi İnşaiyecileri, sanatkârlar, doktorlar, mektep
hocaları, ilim ve bilim adamları getirtiyor her alanda kitap tercümeleri
yaptırmaktaydı.
Kıymetli yazar Ahmed Rasim bey; tarafımızdan sadeleşti-rilen
kıymetli eserlerinden birini teşkil eden Osmanlı Tarihinin 3. cildinin 836. sahifesinde
Rusya, Deli Petro riyasetinde yukarıda saydıklarımızı gerçekleştirirken biz ne
yapıyorduk, sorusunu yönelttikten sonra kendi şöyle cevap veriyor: "iç
ihtilâller çıkarıyorduk. O zamana tesadüf eden tarihlerimize bakacak olursanız,
darüssaade eski ağasının sürgünü, vali tâyini, eyalet tevcihi, donanmanın
gelmesi, makamların değiştirilmesi, azledip öldürmek, Silahtar olan İbrahim
bey, yeni köşk yapılması, padişah gezintisi.." gibi hususlarla meşgulüz
diyor.
Avrupa Devletlerine Bir Bakış
İspanya taht savaşları ile meşgulken, kuzey avrupada savaşlar
birbirini takip etmeye başladı. Rusya, İsveç, Lehistan ve biz yâni Osmanlılar
döğüşüp durmakta idik. Ruslar bizden Azak'i alırken Leh'lilerin kralı Subiyeski
öldü. Lehistan'da krallık halk tarafından yapılan seçimle belirleniyordu. Bundan
istifade etmeyi bilen Deli Petro, kesenin ağzını açıp, Malkıran adıyla tanınan
Hersekli Odüst'ü seçtirmeye muvaffak oldu. Avusturya hükümeti bu tercihi mergup
buldu ve destekledi. Bunun neticesinde de Rusya avrupa siyasi mahafilin-de
birinci defa olmak üzre takdire şayan bulundu. Rusya'nın elde ettiği bu
prestij, kendisine müracaat edilen kapı rolünü getirdi. Balkan yarımadasında
ömür sürmekte olan hristiyan-ların bir kısmı Deli Petro'ya Osmanlı devleti ile
savaşmasını söyleyip duruyordu. Buğdan voyvodası Kantemir ile Eflâk bey'i Jorj
Kastoryato Rus birliklerinin Tuna Nehri civarında olmasını istediler. Allahdan
Lehistan, Venedik ve Avusturya bu çağrılara destek vermediler.
Karlofça Antlaşması
Karlofça Antlaşmasını yapmak mecburiyetinde kalışımızın sebebi
hakikisi 1683 yılında uğradığımız 2. Viyan kuşatma-sındaki yenilgidir.
Avrupanın boynuna geçirdiğimiz tasma bu mağlubiyetle öyle bir duruma düşmemize
sebeb teşkil ettiki, tarihte hiç bir devlet böyle ardı arkası gelmez
saldırılara muhatap olmamıştı. Bu saldırıları durdurmak için büyük bir ricatı
dahi deneme durumu ile karşı karşıya geldik. Bu saldırıları Salankamen
muharebesinde ancak durdurabildik.
Fütuhata yeniden başlamamız ihtimali, Salankamen meydan
muharebesinin aziz şehidi Fazıl Mustafa Paşa'nin şerefli alnına isabet eden
kurşunla beraber ortadan kalkmış oldu.
Köprülü Mehmed Paşa sülâlesinin yetiştirdiği kıymetli devlet
adamlarından biri olan Amcazade Hüseyin paşa bir sulha ihtiyaç olduğunu hissederek,
buna zemin hazırlayarak, 1699 yılında Karlofça Musalahasını imzaladı.
Bu antlaşmaya göre, Erdel ve Macaristan Avusturya'ya Mora ile
Dalmaçya Venediklilere, Podolya ile Ukrayna Leh-Ü'lere, Azak Kalesini de
Ruslara terke mecbur olduk.
İsveç-Rus Çekişmesi
Avrupa üzerinde iki devletin arasında devam eden husumet, belki
hiç bir zaman Osmanlı Devletini Rusya-İsveç ihtilafı kadar ve neticesi
i'tibarıyla alakadar etmemiştir. Ancak şunu ilavede fayda vardırki; Ruslar, Çar
Petro'nun yönetiminde büyük atılımlar yapmaya muvaffak olmuş, Rusya tarihinde
ilk defa donanma kurmayı başarmışlar hâttâ, bazı avru-palıların "Sultan'm
bakire kızı" saydıkları Karadenize de böylece el uzatmış oluyorlardı.
Donanmalarının bir bölümüyle Baltık denizinde bayrak dolaştıran Ruslar,
lehistan ile aralarında yaptıkları müsalahaya istinat ederek, İsveç'le kapışma
alanı bulabildi. Bu savaş uzun bir zamana yayıldı.
Öte yandan Osmanlı devletinin, gerek Rusya gerekse Avusturya'nın taaruzlanndan
korunma hususunda artık sadece kendi gücüne bağlı mukavemetten ziyade, büyük
devletler arasındaki münasebetleri gözetip, ortamı müsait oİana yanaşma
politikası gütme ihtiyacını duyduğunu görüyoruz. Hâttâ 1933 yılında bir
komisyon tarafından kaleme alınmış bulunan ve yayımcılığını Maarif Vekâletinin
üstlendiği üç ciltlik tarih kitabının 3. cild 144. sahifesinde yukarıya
aldığımız tesbitin bir benzeri şu satırlarda nümayan oluyor. "18. asırdan
itibaren Osmanlı İmparatorluğunun varlığını muhafaza edebilmesi, yalnız kendi
dahili kuvveti sayesinde değil, bü-
yük avrupa devletlerinin yekdiğerlerine zıt menfaatlerinin
çarpışması, yâni maruf tabirle <Rekabet-i Düveliye>nin tesiriyle mümkün
olabilmiştir.
Prut Savaşı Ve Zaferi
Avrupa ile meşguliyetleri münasebetiyle Ruslar olsun,
Avusturyalılar olsun devlet-i âliye'yi rahat bırakmışlardı. Bu rahatı
değerlendiren Sultan 3. Ahmed iç meseleleri bir teviye hâl yoluna koymaya
çalışıyordu. Hudud boylarında ise nizamı ve intizamı sağlamaya muvaffak
olmuştu. 1120/1108 tarihine gelindiğinde meydana gelen bir oiay, Osmanh
Devleti ile Rusya arasında, husule gelecek bir savaşın başlangıcını teşkil
etti, şöyleki:
m. 17. asırda şecaat-i askeriyesiyle nam bırakmış olan ve bizim
tarihlerimizde Demirbaş unvanıyla anılan İsveç kralı 12. Şarl, Rusya Çarı Deli
Petro'nun istilacı siyasetinin karşısında savunma yapmak yerine saldırıya
geçme metodunu benimsemişti. Hakikaten bu saldırısı sayesinde hem ülkesinin
harabiyete uğramasını önlemiş, hem de süvarileriyle takviyeli güçlü ordusunun
Rus kuvvetlerine bir kaç yerde üstün gelebilmeyi başardığı görüldü. Bununla da
iktifa etmeyen 12. Şarl, Varşova'ya kadar gelmeyi başarmış, hâttâ Lehistan
tahtına kendi adamlarından birini oturtmaya da muvaffak olmuştu. Demirbaş Şarl'ın
Ruslara karşı bu tazyikine bu taraf-tanda Osmanh bir sıkıştırma harekâtı tertip
etseydi, buna in-zimamende Kırım Han'lığına akına başlaması emrini vermiş
olsaydı menfaatimizin büyük olacağı pek açıkdı.
Ne varki; devlet hem kendi harekete geçmemiş, hem de Kırım
Hanlığına asla olaylara karışmaması istikametinde tebligatta bulunmuştu.
Demirbaş'ın Mağlubiyeti
Bir çok mevzi savaşın neticesinde İsveç kuvvetleri ile Rusya
ordusu karşı karşıya geldiklerinde üzerinde bulundukları kara parçasının adı
Poltava idi. Çok kanlı bir savaş meydana geldi. Şarl'in askeri bu ölüm kalım
mücadelesinde Ruslara mağlup olmaktan kurtulamadılar. Demirbaş Şarl ise, hem
yaralı, hem de mağlup kral psikozu içinde Buğdan civarında hudud-u hâkani yâni,
Osmanlı hududlarına iltica etmişlerdi. Ancak Ruslarda sıcak takibi
gerçekleştirmişler hududumuzu aşmışlardı. Davranışları iltica etmiş kimseleri
kovalamaktan ziyade münasebetsizliklerin sergilendiği hareketlerle doluydu. Bu
hareketlerin tabii sonucu Rusya'ya savaş açmaya varacak güne gebeydi.
3. Ahmed'in Alicenaplığı
Mehazlarımızdan olan Devlet-i Osmaniye Tarihi yazan Ali -. Şeydi
bey şöyle anlatmakta: "Şarl'in memalik-i Osmaniye'ye ilticasını haber
alan 3. Ahmed, Demirbaş Şarl hakkında pek mültefitane davranilmasını hudut
muhafızı Mustafa Paşa'ya emretmiştir. Daha önce Kral Şarl'a zorluklar çıkaran
Abdurrahman Paşa'nın, azarlanmasmida bildirmişti. 3. Ahmed ayrıca; Şarl'a pek
güzelce bir at ve pek güzel donanmış eyer takımıyla birlikte hediyeyi
yolladığı gibi, günde 415 kuruş maaş bağladığını bildirmişti. Mağlup Kral;
Yusuf Paşa'ya iltica ettiği andan i'tibaren hüsn-ü kabul görmüş, en iyi şekilde
ağırlanmaya başlanmış, bu davranış için padi-şahdan gelecek fermana göre
hareket diye bir yola gidilmemiştir. Kral'ın yanında bulunan dörtyüz kişiye
yakın zevata misafirperverliğimiz bütün şaşaasıyla gösterilmiştir. Padi-şahdan
gelen ferman sonrası bu fevkalade güzel ağırlamanın ziyadeleştiğini söylemek
abestir. Ruslar mülteci kralı bizden kendilerine vermemizi ısrarla talep
ettiğinden, buna Karşılık mensubu olduğumuz din-i mübin'in bu hususta
mü-saadekâr olmaması da bahse konu olduğundan, Demirbaşı vermektense, Petro ile
savaşmak tercih olundu. Nihayet tarih 1123/20/safer-1711/9/nisan/perşembe günü
Baltacı jVlehmed paşa kumandasındaki orduyu hümayun İstanbul'dan yola çıktı.
Aynı yılın 19/temmuz/pazar günü Rus ordusunun karşısına dikildiğinde Deli Petro
bizzat kumanda etmekteydi Rus kuvvetlerine.
Deli Petro'nün Hamakatı
Osmanlı devletinin zafiyetini bilen Deli Petro bu vaziyet halinde
kendisine yapılan savaş ilânına ehemmiyet vermedi. Halbuki; aşağıda ifade
edeceğimiz gibi, Deli Petro aniden karşısında bulduğu ve kendinden ikimisli
mevcutlu orduyu görünce şaşırdıb öylece de hatasının büyüklüğünü anlamişsa da,
iş işden geçmiş bulunuyordu Petro için. Hele bir müddet -tenberi Osmanlı
devleti aleyhinde kışkırttığı ve kendilerine yaptığı yardımlar hasebi ile
hududda yaşayan Osmanlı teba-sındaki gayri müslimlerden umduğu yardımı ve
anlayışı göremeyince moralman epeyi çökmüştü. Deli Petro, geniş Osmanlı
topraklarını ele geçirmek işine büyük çareyi doğuda yaşamakda bulunan
hristiyanları kendine çekmesiyle başarabileceğini idrak etmişti. Bunun
yolunuda o bölgelerde yaşamakta olan dindaşlarının kendisini koruyucu gibi
tanımalarını teminde bulmuştu. Böylece Osmanlı ülkesinde hristi-yanlarla
alakalı ihtilafa dayalı işlerde hemen sesini yükseltiyordu. Zaman içinde bu
davranışları bir kapı açmış sayılabil-rnektedir. İsveçliler ile savaşmadan
evvel Eflâk ve Buğdan bölgelerine bir çok gizli ajanlar göndermiş, yakında
oralara orduları ile gelerek bölgeyi feth edip, hristiyanları müslüman-ların
elinden kahredici idarelerinden kurtaracağını vaad etmisti. Fakat; kendisi
dehşetli bir gurur içinde hududa yaklaşmışken adı geçen tebâ'nın son derece
sakin durmaları meyus olmasının sebebi oldu. Kara yolu ile Ordunun başında
giden sadrazam Baltacı Mehmed Paşa'ya, deniz tarikiyle giden Kaptan-ı Derya
Mehmed paşa tarafından levazım ve erzak lojistiği yapmak üzere gönderilmeside
ayrı bir isabetti. Baltacı'nın ordusunda, 30 bin yeniçeri, bin cebeci, 7 bin
topçu, 3 bin aylıklı asker bulunmaktaydı. Daha sonra Kırım, Anadolu, Rumeli
vilayetlerinden gelen yardımcı birlikler sayesinde mevcud 145 bini buldu.
Savaş'ın Safahatı
Osmanlı ordusu Prut Nehri civarında Falçi Köyü yakınlarında, Rus
kuvvetlerine yetişti. Tam bu sıradada Kırım Ordusu aksi istikametten Osmanlı
ordusuna iltihak etmek üzere gelmiştiki buna bağlı olarak Rus kuvvetleri iki
güç arasında kalmış bulunuyordu. Petro içine düştüğü zor durumu kabullenmekte
pek zorluk çekmekteydi. Ya ordusunu ve kendini ölümün kucağına atacak idi.
Yahut da, izzet-i nefsini yenip, esaret lâlesine boynunu uzatacaktı. Bu arada
tebarüz ettire-limki Rusların mevcudu 60 bini aşmamaktaydı. Kendisinin müşkül
mevkide kalması Petro'da her yolu denemeye karar vermesine zemin hazırlamakta
idi. Bundan dolayı, kendi buluşumu, müşavirlerinin tavsiyesimi yoksa bizzat
savaş alanının hemen kenarındaki karargâhında bulundurduğu nikahsız karısını
tarih kitaplarında 1. Katerina adı ile anılan metresinin aklıylamı nehâl ise,
bütün hazinesini ve mücevherlerini hâvi olarak göndermek ve sulh talebinde
bulunmayı tatbike koyma kararı aldılar. Katerina, sadrazam Baltacı Mehmed Paşa
ya mülâki oldu vesulh antlaşmasının gerçekleşmesini temine muvaffak oldu
demekte olan beyanlar olduğu gibi, bizce de daha doğru kabul edilmesi icab eden
görüş yukarıda ileri sürülene muhalif olan görüştür. Şimdi biz bu savaşın
ayrılmaz bir parçası gibi kabul edilmiş bulunan Çar'ın gayri menkuhası, yâni
nikâh akdi yapılmamış, diğer bir tâbirle metresi sayılması gereken Katerina nam
güzelin hüviyyetini araştırmış bulunan merhum ve tarihi sevdiren adam olarak
bilinen Ahmed Refik Altınay'ın, 1. Katerina hakkında sunduğu bilgileri nakle
çalışalım: "Petro'yu esaretten, Rusyayı izmihlalden ve felâketten
kurtaran Marta (Katerina) Litvanya-Ii bir köylü km idi. Marta'nm babası belli
olmadığı için, mahallenin papası terbiye etmiştir. Ondört yaşına geldikten sonra
da, Martin Luter mezhebine bağlı bir papasın hizmetçisi olan Marta yâni
Katerina, onsekizine geldiğinde İsveçli bir subayın eşi olmuştu. Ancak
İsveçlilerin Ruslarla yaptığı savaşların birinde kocası öldürülmüş, Marta ise
Ruslara esir düşmüştü. Bu esaretinde evvelâ general Baver'in daha sonra mareşal
Şermetiyef in, ondan sonra da, Mençikof un eline düşmüştü. Günün birinde
general Mençikof un evinde verilen bir ziyafete katılan Petro, burada gördüğü
Marta'nin yâni Katerina'nın müthiş güzelliğine hayran ve aşık olmuş. O sıradada
kendi karısını boşamış olması Marta'yı metres edinmesinde işe yaramıştı. Petro
işte bu Marta'yı mezkur savaşa giderken yanında bulundurduğundan ve metresinin
zekâsına ve kabiliyetine olan itimadı, generallerle yapılan istişarede Katerina'yı
sadrazamın çadırına gönderme kararını kesinleştirdiler. Sabah olduğunda Şafirof
yazmış olduğu bir mektubu Katerina'ya vermiş o da, sadrazama götürmüştü.
Katerina, Baltacıya göz süzmüş, yalvar yakar olmuş, niyaz ve ricalarda
bulunduktan sonrada döktüğü gözyaşları ikna-ya yardımcı olmuştu. Sulha ikna
olunan, sadrazamın imzasını teminden sonra, bütün mücevherler hâttâ orduda
bulunan subaylardan borç olarak toplanan paralarda mücevherlerin yanına ilave
edilerek, ertesi sabah Baltacı Mehmed paşanın o zamanki tâbirle kethüdası,
şimdiki deyimle sekreterine bu hazine verilmiştir. Kethüdanın adı Tezkereci
Osman Ağa idi. Baltacı Mehmed Paşa, bu büyük hediye paketi karşısında biraz
yumuşamış ve galiplerin tavrıyla <çaresine ba-karız!> cevabını
vermişti." Demektedir.
Demekki; Petro olsun, Rusya olsun dünyanın başına belâ kesilmeleri
mukadderattanmış ki; 1123/6/cemaziyelahir-1711/23/temmuz/perşembe günü
imzalanan Prut Müsalaha-sı sayesinde Osmanlı'nın elinden kurtulabildi ve
kaderin ona yüklediği misyon devam imkânına erdi. Meseleye yukarıdaki doneler
kabul sayılarak bakılırsa şunlarda satırlarımıza dökülmelidir. "Eğer
Baltacı metanetini muhafaza edipde Ruslarla harbe girişmiş olsaydı Petro'yu ya
esir etmeye muvaffak olacak, veyahud da, ölümüne sebeb olacakdı. Her iki hâlin
mevdana gelmesi de, Rusya için pek dehşetli bir darbe olurduki, bu günkü Rusya
karşımıza çok çok küçük bir ölçü içinde çıkabilirdi. Avrupalı bir tarihçi
Baltacı Mehmed paşayı tenkit ederken demekteki; <Ruslann şimdiye kadar
Baltacı namına altundan bir heykeli neden dikmemiş olmalarına şaşarıma , ,
Prut Sulhunun Esasları
"
Prut 'ta imzalanan sulh antlaşmasında esas şartlar şu istikamette
şekillenmişti: Azak Kalesi içinde bulunan bütün silah ve cephanesiyle birlikte
Osmanlılara verilecek, Bu ve diğer hududlarda Ruslar tarafından tahkim olunmuş
bütün kaleler yıkılacağı, Kırım Han'hğına Kazaklar İle Lehistan meselesinde
Rusları alakadar eden taraf olmadığı, müdahil olamayacağı, İsveç Kralı
Demirbaş Şarl'ın ülkesine serbestiyet içinde dönmesine müsaade olunmak, esir
olmuş müslüman-ların iadesi ve bu maddelerinde yerine getirilmesini temin için
Petro'nun başvekili Şafirof'u rehin almak gibi esaslardan ibaretti. Şurada
tarihçi ve devlet adamı Abdurrahman Şeref Efendinin bir mülahazatını zikretmede
fayda görmekteyim: Merhum diyorki; ".Sadrazamın otağında toplanan müşavere
meclisi beyanda bulunurken gerek Kırım Hân'ı gerekse Demirbaş Şarl, Ruslara
katiyyen aman verilmemesi, mutlaka savaşılması hususunda rey ileriye
sürmüşlerdi. Ancak müşavere meclisini teşkil eden diğer erkân-ı devlet, harbe
girişildi-ği takdirde, neticesinden o kadarda emin olmamak gerektiğini,
düşmanı bu kadar hakir hâle getirmeye muvaffak olduktan sonra savaşa zorlamağa
lüzum yoktur. Şerait-i müs-tahsene yâni en güzel şartlar Ruslara verilen
"aman işinden" elde olunacaktır diyerek, sulhu kabul ettiler."
Deli Petro cibilliyetinin gereğini sergiler, şÖyleki; Baltacı'nın elinden
kendini kurtaran Deli Petro imzaladığı sulhun hükümlerine asla riayet
etmemekle Baltacı'nın ihanet değilse de, ne kadar dar görüşlü olduğunu İspata
muvaffak olmuştur. Demirbaş Sari İhtilafı Yapılan antlaşmadan memnun olmayan
isveç Kralı, bu antlaşmada mevcut maddelerin hiç birinin Osmanlı devletinin
işine yaramadığını ileri sürüyor, bir müddet geçtikten sonra Rusların elan Azak
Kalesini teslim etmedikleri gibi, Lehistan topraklarındaki askerlerini henüz
çekmemiş olduğunu bildirmekle beraber, padişahı Rusya aleyhine teşvik etmekteydi.
Bu hususta hergün İstanbul'a arizalar göndermekteydi. Ne varki bu teşvikler ve
tahrikler padişah katında yerine getirilme şansı bulamıyordu, üstelik bu
müraacatiar can sıkıcı bir hâl aldığından ayrıca Petro'nun işarı ise,
antlaşmanın bütün maddelerinin işler hâle gelebilmesinin an şartı 12, Şarl'ın
sığındığı Osmanlı toprakları dışına çıkıp, ülkesine gitmek olduğu
istikametindeydi. Osmanlı devletince bu hâl Kral'a bildirilmiş ve harcırahının
verilip, Osmanlı kuvvetlerinin himayesinde ülkesine dönmesi gerektiği
bildirildi ve bahse konu harcırah ödendi. Sadrazamlardan Kâmil Paşa'nın
"Tarih-i Si-yasiyye" adlı eserinde şu bilgiyi nakle çalışalım:
"Şarl Osmanlı hududuna ilticasının ilk günlerinde kendisine tahsis edilen
paranın daha sonra kesilmesi münasebetiyle sıkıntıya düşmüştü. Memleketine
dönebilecek paraya ihtiyaç bin kese idi. Bunu Padişaha bildirdiğinde bu talebi
ikiyüz kese fazlasıyla binikiyüz kese olarak ödendi fakat Edirne'ye gönderdiği
bir vazifeliye padişahdan bin kese daha almasını aksi takdirde gitmeyeceğini
bildirdi. Padişah bu isteği getiren adamı hapse attırdı. Şarl'ın Bender
cihetinden hudud dışına çıkarılmasına mahalli idareye ferman gönderdi. Nevarki
bu zoraki misafir emri dinlemediği gibi, üstüne gelen askere yanındaki üçyüz
askerle karşı koymaya başladı. Sonunda Demirbaş Şarl Dimetoka'ya gitmeye ikna
edilmişsede, öyle bir devlet misafirinin hapsedilmesi halk içinde dedikoduya
sebeb olması hasebiyle, buna fetva veren şeyhülislâm azl edilirken, sadrazam da
düşürülüp, yerine Kaptan İbrahim Paşa getiriliyordu."
Hakikaten Bender Muhafızı İsmail Paşa yeterli sayıda askerle
gelip Şarl'ı Dimetoka'ya şevke muvaffak olmuştu. Ayrıca durumu devlete
bildirmişti. Ancak Sultan 3. Ahmed bir hükümdar hakkında reva görülen muameleye
çok üzülmüştü. Bunların müsebbibi gördüğü şeyhülislamı ve sadrazamı görevden
azletmek kararı aldı. Yukarıda işin böyle yapıldığını Kâmil Paşa da eserinde
bahsetmiştir. Dimetokada bir miktar ayak süreyen 12. Şarl sonunda Erdel yoluna
düşerek, memleketine 1126/1714'de çıkıp gitmiştir.
Venediklerle Savaş
Karlofça antlaşmasının icabatından olan Venedik ile uzunman
sürecek sulh yapılmıştı. Ötedenberi her fırsatı bir ga-•met bilen Venedik
devleti onbeş sene kadar devam eden ,|h ve sükuneti bozmak için sebeb icad
etmeye çalışırken, bizim hükümetimiz tarafından hiç bir fenalık ve şikâyete vesile
olacak hususlara meydan verilmiyordu.
Halbuki; Venediklilerin bir tarafdan Karadağlıları Osmanlı üzerine
kışkırtırken, öte yandan da, Akdenizde dolaşmakta olan gemilerimize taarruzlar
tertiplemekteydiler. Misâl olarak sunuda yazalım: "Eski sadrazamlardan
Damad Hüseyin Paşanın kız torunu Hadice Sultana aid eşyalarla yüklü bir Osmanlı
gemisini çevirerek yağma etmişlerdi. Venediklilerin bu yaptıkları Sultan 3.
Ahmed'i ziyadesiyle üzmüştü. Bilmecbu-riye Venedik'lilere harp ilanı
yapılmıştı. 1127/1715'de başlanan bu muharebe neticesinde de epiyi zamandan
beri Venedikliler istilasında bulunan Mora topraklan tamamen istirdad olundu.
Ayrıca Donanma-i Hümayun sayesinde İstandil ve Çuha Adaları ile
Girid'in fethinde kendilerine bırakılan üç iskele dahi ele geçirildi. Bu
savaşlarda Köprülü ahfadından Muman Paşa ile sadrazam Şehid Ali Paşa'nın ve
Kapdan-ı Derya Canım Hoca Mehmed Paşanın büyük gayretleri görülmüştür. Beri
yanda da Karadağ eşkıyası mükemmel bir şekilde cezalandırılarak o havalinin de
asayişi berkemâl hâle getirildi..
Avusturya Seferi Ve Neticesi
Osmanlı devletinin Mora kıtasını tekrar eline geçirmesini, deniz
fetihlerine de başlamış olmasını hoş karşılamayan
Vusturya'!ılar, fethettiğimiz toprakların Venedik'e iadesini en
9Çikşeküde taleb ettiler ve hudud boyuna da asker yığmağa
başladılar. Sadaret makamında bulunan
Şehid Ali Paşa, Se muamele taraflısı, herkesi yıldıran tavrıyla, padişah
huzurun da yapılan top-lantıda, Avusturya'ya harp ilanı hususund teklif ve bu
teklifinde ısrarlı olması ve yaptığı mütalaav kimsenin cevap vermeye cesaret
edememesi, 1 127/1715'^ bunlara da savaş açılmasını sağlamıştı. Kuvvetlerin
başın-, da Şehid Ali Paşa bizzat geçmişti. Ne varki Osmanlı ordusu Tuna
Nehrinin öbür tarafındaki sahilde bulunan Varadin mevkiinde büyük ve acı bir
mağlubiyete duçar olurken Vara-din'de yine bir sadrazamımız daha şehadetin
şerbetini içmiş oluyordu. Evet Ali Paşa "şehid" unvanına burada
kavuşuyordu. Tamışvar Kalesi ve Belgrad beldemiz Avusturyalıların eline geçmiş
oldu. Ayrıca Korfu'yu muhasara altına aimıs bulunan bir gurup askerimizde
ricata mecbur kalmıştı. 1129/1717 tarihi yaşanmaktaydı.
Pasarofça Antlaşması
Şehid Ali Paşa'nın şehadetinden sonra Osmanlı devleti sadrazamlığı
meşhur Damad Nevşehirli İbrahim Paşaya tevcih edilmiş idi. Diğer bir unvanı
Sefih İbrahim Paşa ünvanla-nyla tanınmış idi. Avusturya ile yapılan savaşın devamı
eninde sonunda kendisininde ordunun başına geçmesini gerektireceğinden
böylece de zevkü sefadan mahrum kalacağını idrak ettiğinden sulh yapabilme
yolunu seçti ve padişahı da bu fikre imâle etmeyi başardı. Pasarofça antlaşması
yirmidört seneliğine imza olunmuştur. Bu antlaşma gereğince Mora kıtası
Osmanlı Devletinde kalacak, Çuha Adasiyla, Hersek ve Arnavutluk sahillerindeki
ele geçirilen yerler Venediklilere terk olunacak idi. Tamışvar, Belgrad
eyaletleriyle Dalmacya bölgesi Avusturya'nın muhafazasına terk
olunuyordu-1130/1718 İran ile Savaş Safevi hanedanının sonuncusu olan Hüseyin
Şah, müfrit bir şii olduğundan tebaası olan
akla gelmedik zulümler uyguluyordu. Aynı zaman-, halife olan
Osmanlı padişahına müracaata karar veren h-Medeki mazlum sünni ahali, halife-i
Osmaniyeden alaka ördü. Şikâyetler incelendi. Feryatların bir zulme
maruzkal-maktan ileri geldiğine karar veren Osmanlı halife ve padişahı Sultan
3. Ahmed, zâlim şah'ın zulmüne son verilmesi niyeti irinde İran üzerine sefer
emrini verdi.
Bu sırada 1134/1722 yılı gelip çatmıştı. İran üzerine yürüyen
askerimiz; Kirmanşah, Erdelân ve Hoy havalisini taht-ı idaresine aldı.
İranlılar tarafından gelen talepler makul görülerek bir mütareke yapıldı.
Ancak bir sene sonra İran Tahtına Şah Tahmasb geçti. İran üzerine çullanan
Afganlılara bu yeni» şah önce mukavemet sonrada zafer kazandı. Yok olma derecesine
gelmiş İran devletini yeniden hayata kavuşturan bu zafer arkasından Osmanlı
askerinin eline geçmiş bulunan yukarıda saydığımız bölgeleri istirdad için
bizle savaşa giriştiler. Ali Şeydi bey tarihinde şu beyanı yapıyor:
"Sadrazam Damad İbrahim Paşa, İstanbul'daki huzur ve sefahatini bırakıp,
savaşın içine girmek istemediğinden, savaşı hudud muhafızları vasıtası ile
idare etmekteydi. Seneler süren bu savaş içinde nice insan telef oldu. Sadrazam
ise, eğlence ve âlemler içinde çırağan ziyafetleri tertibiyle, Kâğıdhane'de
müslüman kadınlarına söz ve para atmakla meşgul olması efkâr-ı umumiyeyi
tamamiyle kendisinin aleyhine çevirmişti. Buna inzimamen meşhur Nâdir Şah'ın
tahta çıktığı İran'da bulunan Osmanlı askerine bir kaç yerde galib gelmesi husule
gelince ve bunlar İstanbul'a aksedincede gerek sadrazam gerekse hempaları
hakkında çirkin şayialar yayılmaya ^." Demekte.
İran'daki Aksiliğin Dersaadet'e Te'siri
İran'da husule gelen acı mağlubiyetlerin İstanbul'a estirdiği
havayı, İsmail Hakkı üzunçarşılı merhum şöyle diie getir-mekde: "...İran
cephesinde elde edilen başarılar dolaysıyia Damad İbrahim Paşa meclisine müdavim
şâirler vücuda getirdikleri kasidelerle 3. Ahmed'i ve Damad Nevşehirli İbrahim
Paşa'yi göklere çıkarıyorlardı; bu hâl, 1136/1723'den, 1143/1730 yılına kadar
devam edebildi.."
Devletin bütün ipleri tam selahiyetie Damad Nevşehirli İbrahim
Paşa da olmakla beraber, ortada görülen idare adetâ bir damadlar kabinesi
teşkil etmekteydi. İbrahim Paşa ve oğlu Mehmed Paşa ile yeğenleri Ali ve
Mustafa Paşalar 3. Ah-med'in damadı olup, Kapdan~ı Derya Kaymak Mustafa Paşa ve
kethüdası Mehmed Paşa da, Damad Nevşehirli İbrahim Paşa'nın damadları idüer. Bu
kadronun tabiiki muhalifSeri vardı ve artık faaliyete geçmişlerdi. Doğru yalan
her şeyi söylemekteydiler. Ahalinin eğlenceye dalmış erkân-i hük mete
kırgınlığı söylentilerin tesirini çoğaltmıştı. Vaziyeti gözden geçiren Damad
Nevşehirli İbrahim Paşa padişahın mutlaka sefere götürülmesi bu dalgalanmayı
sükuta çevirir buluşunu tatbike koyması hakikaten patlamak üzere olan isyanı
teskine yetmişti. Ülkenin her tarafına gönderilen teskerelerde padişahın sefere
çıkacağı ilân olunuyordu.
27/temmuz/1730'da padişahın tuğları saraydan yola çıkıp,
31/temmuzda Üsküdar'da hazırlanan Otağ~ı Hümayuna dikildi. Asker hazır, ahali
hazır, ulema intizardaydı. Sadrazam Damad Paşa, saraya geldi: -Her şey hazır!
Saadetle buyurunuz! Dediğinde. Padişah tereddütle sefere gitmeyeceğim cevabını
verdi. Sadrazam şaşkın ve korkular içinde başına gelmesi muhtemel hâli
gözlerinin önüne getirdi ve içi titredi. Yeniçeri Ağası Hasan Ağa'ya padişahın
koyduğu tavır bildirildiğinde gelen cevab şu oldu: -Yeniçeriler Üsküdar'da
padişahı beklemektedirler. Gelmeyecekleri duyulursa büyük kötülükler zuhura
gelir, böyle bir kalabalığı dağıtmak kabil değildir!. Şeklindeydi. Bu haber
padişahı isteksiz bir hâl içinde Üsküdar'a geçmeğe mecbur eyledi. Sancağ-ı
Şerifi alıp ordugâh-daki otağına geldi. Basiretleri bağlanmış olan sadrazam da,
padişahda bu tekâsülün acısını fena çekecekleri akıbete yuvarlanmaya
başlamışlardı. Tebriz'in İranlılar eline geçtiği haberi Dersaadete ulaştığı
esnada, bazı kişiler yeniçerilerin Orta Camie toplanmaya başladıklarını ve
ahaliye beyanname dağıttıklarını gördüler. Bu vaziyet bir ihtilâl iklimini
idrak zamanı geldiğinin habercisiydi. Nitekim bazı kişiler velinimetleri olan
sadrazama doğrudan ulaşma yolunu bulamadıklarından olacakki küçük damadı
Kethüda Mehmed Paşa'ya vaziyeti bildirip, işi bastırmasını söyledilerse de,
zât bunların söylediğini kaale almadığı gibi üstelik kovarak tedbir şansinıda
elinden kaçırmış oldu.
Sultan Mahmüd'on Adı Telaffuz Ölünüyor!
Kethüda'nın gösterdiği kayıtsızlık, ocaklı askerin Üsküdar
ordugâhında bulunmaları, isyanı tertip eden heyetin ekmeğine yağ sürmüştü. Bu
ihtilâli tercih ve tertip edenler ne ahali ne de askerdi. Sadece siyasi görüş
i'tibanyla Nevşehirli Paşanın muhalifleri idi. Ancak kendilerini meydana
atmıyorlardı. Bu arada şeyhülislâm Mirzazâde Mehmed efendiye gelen bir yazan
meçhul yazıda "Biz, mahmud-ü! hisal bir padişah isteriz'1 talebi ortaya
çıktı. Bunun mânası Şehzade Mah-mud'un padişahlığının makbul olacağı idi.
Patrona Halil Ve İsyanı
Patrona Halil isyanı basit bir olay olmayıp, ülkede farklı hayat
tarzını tercih edenlerin arasındaki ihtilafı gidermek için yapıldığına dâir
romanlar kaleme alınmıştır bu memlekette. Romancılar, yazdıklarını basan
makineleri yâni matbaayı kullanışa açan adam olan Damad Nevşehirli İbrahim
Paşa'yı bile kötüleme yolundan ayrılmamışlardır. Çünkü tarihi roman yazarları
ellerine aldıkları bir fenomeni ve o fenomenin kahramanını yüceltebilmek için
nice hakikatleri, nice hizmetleri yok saymaktan içtinab etmezler. Patrona
Halil, tarih sayfalarında bahse konu olduğunda bir sahifeyİ bile dolduracak
ehemmiyete hâiz değildir. Ne varki; tarihin sahnesine çıkardığı vak'a daha
asırlarca anılacak ve üzerinde tartışmalar açılacak cinstendir. Yeniçeri
Ocağının onyedinci bölüğünden olan Patrona Halil aslen Arnavud olup,
Hurpüşteli'dir. Kader arkadaşı Muslubeşe ise, Rusçuk kazasının Karalar köyünden
olup, Ulah asıllı olduğu İsmail Hakkı Üzunçarşılt tarafından belirtilmiştir.
Bunların avanelerinden bazılarının adlan şöyledir: Ali usta, Karayılan, Çınar
Ahmed, Oduncu Ahmed, Derviş Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, Cebecilerden
Kutucu Hacı Hüseyin ve Manav İsmail ve v. s Patrona Halil'i hamam tellağı diye
anarlarda, yaptığı işe cesaretini hesaba almak istemezler. İstanbul'da
Beyazıd'dan aşağı doğru inilirken sağ kolda kaldırım üstünde kubbesi sağlam,
ancak her yerinden ağaçlar çıkmış bir eski hamam vardır ki; bu hamam, Patrona
Halil'in bir müddet çalıştığı yer olması münasebetiyle Patrona Halil Hamamı
olarak elan anılmaktadır.
İsyan Nasıl Başladı?
25/eyIül/1730 yılı mevlid kandili münasebeti ile tertiplenen alay
esnasında isyanı patlatmak istedilerse de, böyle mübarek günde dini hislerine
yönelmiş ahaliyi, patlatılacak ihtilâl hareketine imâle etmenin adetâ imkânsız
olduğunu söyleyen görüşe hak verdiler ve isyan ertelendi. Aradan dört gün
geçti, yâni 1 143/rebiülevverinin 15. perşenbe günü/l 730/eylül ayının 29.
günü, Patrona başta olduğu halde onyedi tane yeniçeri askeri Bayezid Camii'nin
Kaşıkçılar kapısı tarafından ellerinde kılıçları ve bayrak olduğu halde, bir
kaç koldan yürüyüşe geçtiler ve davamız var! Sedalarıyla ortalığı velveleye
vermeyi başardılar. Et meydanına epeyi b't-kalabalığı topladılar. Patrona Halil
yanına bir kuvvet alarak, Süİeymaniye'de bulunan Ağakapısına gitti.
Yeniçeriağası Hasan Ağa 300 kişilik bir kuvvetle karşı koyduysada, çabuk
dağıldı ve kaçmayı tercih etti.
Patrona ve arkadaşları cesaretlerinin arttığını gördüler. Orada bulunan
tutukluları serbest bıraktılar vede aralarına aldılar. Buna inzimamen
İstanbul'un bütün hapishanelerindeki mahkumlar başta Baba Cafer
zindanındakiîer olmak üzere serbest bırakıldılar. Tersane ve taş gemilerindeki
mahkumlarda bundan müstefid oldular.
Padişah Nerede?
Bütün bunlar cereyan etmekteyken, Sultan 3. Ahmed, İstanbul'un
bir başka güzel mevsimi olan sonbaharın en sıcak ayı eylülün son günlerinde
boğazın temiz havasını ciğerlerine çekmek arzusuyla ve İran seferi ordugâhının
bulunduğu yer olan üsküdarda idi. Sadaret Kaimmakamı Kaymak Mustafa paşa
Çengelköy'de bulunan Bağ-ı Ferah adlı yalısında bulunuyordu. Haberi alır almaz,
İstanbul'un rumeli yakasına geçmiş ve Üzunçarşı civarına tetkike gitmiş,
esnafa dükkânlarını açmalarını emretmişti. Öte taraftan devlet memurları,
tebdili kıyafet ederek, İstanbul'un vaziyetini tesbite çalışmış ve isyanın
kolay duracağını ümid etmemekteydiler. Padişahın, otağı bırakıp, Saray'a
dönmesi kararını aldılar. Başta padişah olduğu halde bütün rical heyecan
içinde kalmış akşam karanlığı bastıktan sonra karşı baskın hazırlamak
gerekirken, boş laflarla gecenin avantajını elden kaçırmışlardı. Akşam ile birlikte
isyancıların yanında toplananlar, evlerine çekilmiş, ki-miside adamakıllı
uzaklaşmayı yeğlemişken, isyan yönetimi otuz-kırk kişilik bir guruba istinad
etmekteydi. İşbilir kimselerin yapacağı bir saldın, isyanı bastırır,
isyancılarıda inlerinde boğabilirdi. Ne varki sabah olduğunda fırsat kaçmış,
sıra isyancıların isteklerine muhatap ve talepleri karşılamaya gelmişti. Sabah
olduğunda saray'm orta kapısı üzerine sancak-ı şerifi çekerlerken,
Bostancılardan bir kaç kişi, Et meydanına gönderildi ve isyan sebebi soruldu.
Cevap: -Biz padişahımiz-x dan memnunuz. Ancak iki saat içinde hiyanet erbabı
dört kişiyi bize teslim etsinler. Dedikten sonra 37 isimin yazılı olduğu bir
liste Bostancılara verildi. Bu arada ise Sancak-ı Şerif aİtına toplanan
olmamıştı. Hele bir kısım İstanbul ahalisinin bir kısmı çıkarılan Sancak-ı
Şerif den bile habersizdi. Sonunda sancağı alıp mutad yerine koydular. Bu
arada iki saat geçmiş ve dört hiyanet erbabı teslim edilmemişti. Bu dört kişi
ise, Damad Nevşehirli İbrahim paşa, Kaymak Mustafa paşa, sadaret kethüdası
Mehmed paşa ve de Şeyhülislâm Abdullah efendilerdi. Zülalİ Hasan Efendi - Bu
zât aslen Arna-vud olup, iimiyedendi. İstanbul Kadı'sı olmuş ve döneminde her
şey aksi gitmiş, mahsulün azlığı dahi uğursuz addolunan Kadı'ya izafe
olunmuştu. Yerine meşhur tarihçi Raşid Efendi getirilmişti. Zülali Hasan
Efendinin büyük rüşvetler aldığı rivayettendi. Hâttâ bu isyanda desteklediği
Patrona Halil Zülâ-li'nin konağını daha önce oğlunu sünnet yaptırırken basmış
ve davetlileri de soyduğunu ayrıca Zülâli Efendiyi köçekçe oynattığı
rivayetlerin içinde yer almaktadır. Ancak böyle başlayan tanışma zaman içinde
nasıl oiuyorda bir ittifaka dönmekte?
Bu sorunun cevabı ha diye verilecek vaziyetten değildir. Ancak;
rivayetler daha ziyade roman üslûbunda tarih yazmayı meslek edinenlerden
kaynaklanmaktadır. Bizim çocukluğumuzda Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu bir
gazetede "Fâtih'in Fedaisi Karadavud" adlı bir roman tefrika
ettiriyordu. Bir gün Kara Davud'a, Sultan Fâtih'e bir tokat attırma
küstahlığını sergilemişti. Hiç aslı olmayan bir şey zaman içinde önce rivayet
daha sonra da, hakikatmiş gibi ağıziaida dolaşır durur maalesef. Neyse; bahse
konu Zülâli efendi sadrazam tarafından saraya getirtilir ve şeyhülislâm
Abdullah Efendi ile görüştürülür. Görüşe çıkan şeyhülislâm can kay-gusuna düşer
ve gerek Zülâli Efendiye gerekse ulemaya: "hepinize fetva makamında
bulunarak hizmet ettim, benim kanımın dökülmesine müsaade etmeyin istirhamı
içine girer. Görüşme sırasında da; kendisine daha evvel gönderilmiş olan bir
pusuladaki; biz Mahmud ül hısal bir padişah isteriz talebini açıklamıştı ve
asilerin maksadı Şehzade Mah-mud'u padişah yapmaktır. Daha ne duruyorsunuz,
uzun uzun ne düşünüyorsunuz? diyerek, ulemanın saltanat değişikliğine onay
vermesini teşvik etmişti. Sultanlıkda; Mah-mud-u evvelin adı geçtiği andan
itibaren isyanın varacağı istasyon belli olmuştu. Bu istenen adamların
haydutlara verilmesi, taleb ettikleri zevatın istedikleri makamlara getirilmeleriydi.
Arkasından da 3. Ahmed ya feragat ettirilecek ya da, katledilecekti. Hakikaten
buna yakın hususlar gerçekleşti. İbrahim, Mehmed ve Mustafa Paşalar padişah
tarafından boğdurularak cesedleri bir arabaya konarak, isyancıların bulunduğu
yere gönderildi. Damad Paşanın cesedine yapılan muamele müslümanlığın hiç bir
tarafına sığacak cinsten değildi.
Şeyhülislâm Abdullah efendiyi ise, Bozcaada'ya sürgüne
gönderdiler. Sadnazamlığa Silahdar Mehmed Paşa getirildi ki;b u zat da
Hanedanın damadı idi.
Padişah 3. Ahmed'in Feragati
Padişah 3. Ahmed, Ayasofya Camii vaizi İspirizâde Ahmed efendiyi
asilerin yanına nasihata göndermeye kalktığı esnada, vaizin: "Efendimiz,
siz saltanattan çekilmedikçe bu isyanın dağılması muhaldir" demesi
üzerine padişaha bu söz derin bir te'sir yaptı. Zaten az sonra 2. Ahmed'in oğlu
Şehzade İbrahim'in akıbeti, 3. Ahmed'den isyancılar tarafından soruldu.
Halbuki bu vefat tabii bir halde husule gelmişti. İsyan-cılarsa, 3. Ahmed'in
öldürttüğünü imâ etmek istiyorlardı. Buradan şehzade katilliği yükleyecekler,
taht'tan inmesini lep edeceklerdi.
Halbuki; şehzade 22 yaşındayken vadesi dolduğundan vefat etmiş,
padişah 3. Ahmed teneşiri darüssade kapısına koydurmuş ulemanın ve ocak
ağalarının mevtayı bir güzel görmelerini ve tabii ölüm net'cesi olduğunu
anlamalarını istemişti. Bu malumattan sonra, isyancıların şu İthamı gündeme
geldi:
-Padişahımız İbrahim Paşayı saklayıp, yerine Kürkçü Ma-nol'u
öldürtmüş. Aynı zamanda halife olan bir Hakan'a böyle yalan yakışırını? Sorusu
tevcih ettiler. -O değilse yarın kendisini verelim! Diyen ses padişah 3.
Ahmed'in sesiydi. Soruyu soranlara bu cevabı vermek için pencereyide bizzat açmış,
yukarıdaki sözleri beyandan sonra içeri çekilip, saltanattan çekilme kararı
aldığını yeni şeyhülislâmı, Anadolu ve Rumeli Kazaskerlerini çağırıp: "Bu
kadar zamandan beri İbrahim Paşanın şahsı herkesçe malum iken âsilerin bundan
kasıtları benim saltanatımı istemedikleri aşikârdır, bendede saltanat ve
hilafete fütur gelmiştir. Hâttâ Üsküdarda iken bir iki defa şehzade Mahmud Hz.
lerini taht'a geçirmeyi hatırımdan geçirmişidim. Şimdi bunu gerçekleştirmek
istiyorum. Kan dökülmesini bertaraf etmek için kendi rızam şehzadeyi
saltanata getirmektir. Ancak şahsım ve evladlanmın da, hayatına
dokunulmayacağına dâir sizlerden biriniz At-meydanına asilerin yanına gidip
arzumu söylesin" sözleri ağzından döküldü. Ayasofya vaizi İspirizâde ile
âsilerin adamı Zülâli Anadolu Kazaskeri olarak, Atmeydanı'na gidip vaziyeti
isyancılara bildirdi. Onlar da, istenen talebe uyacaklarına dâirde, Kur'an-ı
Kerim'e el basarak yemin ettiler.
Böylece 1. Mahmud'a saltanat ve halifelik yolu açılmış oldu.
Sultan 3. Ahmed'in Şahsiyeti
Sultan 3. Ahmed hân, geçmiş padişahlardan bazıları gibi, cedelci,
faal bir padişah olmamakla beraber, kötü bir kimse de hiç değil idi. Ne var ki;
döneminde ahlâk-ı umumiyede önemli bozulma vücuda gelmişti. Kendi arzusuyla
taht'tan çekilmeye karar vererek, bu kararını uygulamıştır. Şehzade Mahmud'un
yanına getirilmesini emretmiş ve de yanına gelen Şehzadeyi, kendi elleriyle
tahta oturtmuştu. Başarılar temenni etmiş ve elini de öpmek suretiyle de
itaatini göstermiştir. Kendi evlâdlarına da, biat etmeleri emrini vermeyi bilmiştir.
Böylece ulvi bir anlayışın sahibi olduğunu sergilemiştir.
3. Ahmed, zarafete, dirayete, terakkiye son derece eğilimli idi.
Yeniçerilerin ısrarları yüzünden bir çok sadrazam tâyin etmiş ve bilhassa
bunların arasında bulunan Kavanoz Ahmed paşa dönemi, ahiâk nâmına yaptığı
fenalıklarla son haddine varmıştır. Sultan 3. Ahmed, Damad Nevşehirli İbrahim
Paşanın sadaretine kadar sağlam bir ahlâkın sahibiydi. Fakat sadrıazam,
kendisini sefahate, eğlenceye alıştırmış böylece devlet işlerinin tamamı ile
kendisine kalmasını temin etmişti.
Bütün bunlara rağmen bu dönemde de büyük fetihler yapılabilmiş,
devletin haysiyet vede şerefi parıltısını muhafaza edebilmişti. 3. Ahmed'in
devri tabii ki, Damad Nevşehirli İbrahim paşanın teşebbüsleriyle bir çok
hayırlı neticelere varmıştır. Matbaacılık ve .dtap basımı bunun başında
gelmektedir. Kâğıthane semti adı kâğıdı imâl etmek teşebbüsünden doğmuştur.
Ancak, avrupahnin ve de bilhassa, yahudilerin n.e uğraşıyorsunuz?
ithal suretiyle çok daha ehven fiatla getiririz demesine kanılmış, böylece de,
önemli bir sanayii kolunun gelişmesi engellenmiştir. Kâğıd fabrikası olması
muhtemel semt, lâle bahçeleriyle dolarak, eğlence merkezi hâline geî\ mistir.
Seneler sonra, Şâir Yahya Kemâl Beyatlı tarafından da Osmanlı dönemlerinden bir
ad türetilerek ve Lâle Devri diye kabulüne kadar vardırılmıştır. Bu arada yeri
gelmişken matbaa meselesi babında bir iki kelime dermiyan etmek icab etmektedir.
Bizde matbaanın ilk mucidi, Macar asıllı İbrahim Müteferrika
adını almış bir muhtedidir. Bu adam; matbaa meselesinde proje götürdüğü, Damad
Nevşehirli İbrahim Paşadan büyük alaka görmüştür. Kendisine para ve selahiyet
bahşeden, yeniliklere açık sadrazam bu sanayiin vücudiyetine inanmış olarak da
teklife son derece ılımlı bakmış üstüne düşenden fazlasını yapmayı
gerçekleştirmişti. İbrahim Müteferrika av-rupadan getirdiği ustalarında
emekleri ile harfleri döktü. Tarihler ise bu sırada 1139/1727'yi gösteriyordu.
İbrahim efendi ilk matbaayı Sultan Selim civarında bulunan evinde tesis etti.
Daha sonra Üsküdar'da bulunan: "Darültabatüt Amire" adı verilen yere
nakletti. İlk tab olunan eser Cevheri'nin tercümesi olan "Vankulu"
lügatidir. Basım tarihi 1141/1729 se-nesidir. Her yeni ihdas olunan hususatta
da olduğu gibi, matbaa meselesi de, bir hayli patırdı gürültüye medar oldu. Bu
mevzuda ihtilaflar, bir asra yaklaşan durgunluk geçirilmesine sebebiyet
vermiştir. Ancak şunu da; beyan etmekte fayda vardırki, Beyoğlu cihetinde basım
yapan tjazı küçük çaplı matbaaların varlığı İbrahim Müteferrikaya tekaddüm
etmek-tedirki matbaanın Almanya'da 1444'de faaliyete geçmesi, mucidi
Gutenbergin hristiyan olması, Istanbulumuzun Beyoğlu semtinin avrupanın hiç
bir buluşundan mahrumiyete duçar olmadığının anlayışı içinde meseleye atfu
nazar edebilirsek, matbaa mucidimize, Beyoğlu frenklerinin tekaddüm etme şansı
elde edebileceğini teslim ederiz.
3. Ahmed; Sultan 4. Mehmed'in oğludur. Gülnüş Sultan Valide
tarafından dünya'ya getirilmiştir. Doğumu; 1084/1674'dür. 1115/1704 tarihi,
taht-ı Osmaniye cülus ettiği tarihtir. Yaşının bu sırada otuzbir olduğunu
söyleyebiliriz. Meşhur Prut Savaşı; bu zâtın döneminde cereyan etmiş, Rusya kahkari
bir bozguna uğramış, Petro'nun nikâhsız karısı bu savaşın sonunda bazı
dedikodulara mevzuu olmuş, böylece Rusya namusunu muhafaza edememiş duruma
gelmiştir. Beri yandanda; İran'a vekâlet yoluyla hâkim olan Nâdir Şah; Osmanlı
padişahı ve islamların halifesi 3. Ahmed'den hem İran meselesindeki savaşı
durdurmak gayesiyle hem de, sünni/şii ayrılığını tartışmak ve neticesinde
halifenin, şiayı beşinci mezhebin temsilcisi ve meşru görmeye vardıracak,
toplantı tertipleme yoluna gitmiştir. Osmanlı; gönderdiği ulema heyetinin
müzakerelerden sonraki hükmüne riayet edeceğini deklare etmişse de, ihtilaflar
halloldu zannı galib hale geldiği sırada, Cuma günü geldi çattı. Hep birlikte
kılınacak Cuma Namazı tanzimi yapıldı. Hutbeye İran'ı temsil eden başmüftülerİ
çıkacak, Cuma Namazını ise; Afganlı ve sünni bir imâm kıldıracakdı. Tertip bu
halüzere yapılmışken, hut-be'ye çıkan İran başmüftüsü, fevkalade mükemmel
arabça-sının sayesinde yaptığı varyasyonlarla şia'yı üstün saydığını ortaya
koyan kelime oyunları sergiledi. Gerek Osmanlı temsilcisi, gerekse namazı
kıldıracak olan Afganlı âlimi bu hileyi tesbit etmiş olarak görüyoruz. Böylece
şii'liğin ehl-i sünnet içine alınması, red olunmuştur. 65 yaşına geldiğinde
dar-ı bekaya intikal eden 3. Ahmed'in dönem-i saltanatı 27 sene devam etmiştir.
Vefatından önce, taht'dan feragat etme büyüklüğünü göstermiş ve de, menkup
durumdaydı. Babasının yattığı türbeye defn olunmuştur.
3. Ahmed'in Hanımları
Padişah Kadınları ve Kızları adlı eserin 79 sh. de, 7 numaralı
dip notta şöyle bir beyan var, alıntılayalım: ".. 3. Murad bir tarafa
bırakılırsa, 3. Ahmed elliden fazla çocuğu ile padişahlar arasında rekor
kırmıştır. Alderson 13 kadını olduğunu yazar.." demektedir. İskit
Yayınevinin çıkardığı, Mufassal Osmanlı Tarihi adlı eserde on hanım ismi
sayılmaktadır. Emetullah Sultan başkadınıdır, 3. Ahmed'in. Hayır sahibi
kimseler arasında başta gelir dense sezadır. Kocasının taht'-tan indirilmesini
yaşadı. Eski Saraya gönderildi. Vefat tarihi belli olmayıp, Eyüb Sultan
semtinde Kıbrıs Fatihi Mustafa Paşanın mezarının ayak ucunda medfundur. Fatma
Sultan bu hanımdan doğmuştur. Mezkûr esere göre ikinci hanım Ayşe Kadın adlı
hanımdırki hakkında pek malumat yoktur.
3. Kadın ise Emine Kadın adlı bir hanımdır'kİ Ayşe Sultanı
dünya'ya getirmiştir. 1163/1750'de ölmüştür. Yenicâmi naziresine gömülmüştür.
4. kadını Fatma kadındır 1145/1732'de ölmüş ve ortağının
defnolunduğu yere gömülmüştür. Gülsen Kadın 5. hanımıdır. Hatice Kadın, 6.
hanımıdır, sırasıyla Hurrem, Meyli, Mihrişah hanımlardırki bunlardan Mihrişah
hanım, 1710 da şehzade Süleyman'ı, 1717de 3. Mustafa'yı dünya'ya getirdi. 1732
senesinde vefat etti. Yeni Cami haziresine gömüldü. Oğlu 3. Mustafa padişah
olduğunda, Üsküdar Ayazma'da annesi adına bir cami yaptırdı. Listeye göre; Mihrişah
Kadın 9. hanımı olmaktadır. 10. hanımı ise muhtemelen Nazife kadındır. Nejat
Kadın 11. olup, 12. lik, Rukiye Kadındadır ve bu hanım Hatice Sultanı
doğurmuştur. Yeni Camii türbesi yanındaki çeşme bu hanımın adını taşımaktadır
ve kızı Hatice Sultan tarafından yaptırılmıştır. 1151/1738 tarihini taşır
çeşmenin yapılışı.
Hanımların ismi ve sayısı devam etmektedir, Sadık Kadın,
ümmügülsüm Kadın, Zeynep Kadın ile 15. sayıyı buluyoruz ve Hanife Kadın 16.
oluyor. 17. yi teşkile Şermi Sultan nâ-sipmişki, bu hanım 1137/1725'de 1.
Abdülhamid'i dünyaya getirmiş ve valide sultan olmuştur. Ancak vefatı,
1145/1732' olduğundan valide sultanlık makamına bizzat erememiştir.
Şayeste hanım adlı bir ikbali olduğu mezkûr eserde yer almaktadır.
Böylece 18 bayan ile ülfeti olduğu görülür, Lâle Devri padişahının! Kızlarına
gelince; 1116/1704'de doğan Fatma Sultan, beş yaşında Silahdar Ali Paşa ile
sembolik evlenme yaptı. Ali Paşa ise, Petervaradin'de şehadet şerbetini
içtiğinde sembolik evliliği devamda idi. 12 yaşındaki dul-kiz, 13 yaşına
geldiğinde de Nevşehirli Dâmad İbrahim Paşa ile evlendirildi. Paşa bu sırada
elliyaşları içindeydi. Daha sonra vuslat hası! oldu. Fatma Sultanla İbrahim
Paşa mesud bir yuvanın sahibi oldular. Ne var ki Patrona İhtilâli her şeyi yok
etti. Fatma Sultan ihtilâl sonrasının ancak üç yılına mukavemet edebildi. 1145/1733'de 29 yaşında olduğu halde,
dağ-dağai dünyadan ahirete göçtü.
Ümmügülsüm Sultanhanım, ablasının bir kaderdaşı imiş sanki:
1119/1708'de dünyaya gelmiş ve iki yaşına geldiğinde Kubbealtı vezirlerinden
Abdurrahman Paşa ile nişanı ilân edildi. Çok geçmeden Paşa öldü. 1136/1724 de
Nevşehirli Ali Paşa ile hakiki izdivaç yaptı. Babası 3. Ahmed tahttan feragat
ettiğinde, vaziyetleri sarsıldı. Buna 2 yıl dayanabilen ümmügülsüm Sultan
hanımda vefat etti.
Tuhaftırki; yukarıdaki Ümmügülsüm'den sonra iki-Ümmügülsüm daha
adını taşıyan kızları vardır, 3. Ahmed'in. İlki, 1142/1729'da vefat etmiş
diğeri de, 1155/1742 senesinde vefat etmişler her ikisi de Yeni Camii
haziresine defnolun-muşlardır.
Zeynep Sultan, 3. Ahmed'in kızlarındandır. 1140/1728 yılında
Sinek veya Küçük lakablarıyla anılan Mustafa Paşa ile düğünü olmuştur. 1764'de
Küçük Mustafa Paşa, Kapdan-ı Derya görevinde bulunurken vefat etmiştir. Bir
sene sonra Melek Mehmed Paşa isimli bir zatla evlendi. İki defa Kapdan-ı
Deryalığa ve bir kerede sadarete getirildi bu damad da.
12/muharrem/1188-25/mart/1774' tarihinde vefat etti. Gül-hane Parkı
karşısındaki Câmîi Zeynep Sultan yaptırmıştır ve adını taşımaktadır. Yine
tuhaftırki Zeynep Sultan adını taşıyan iki kerimesi daha vardır 3. Ahmed'in.
Biri 1119/1708'de doğup, bir sene sonra vefat eder. Diğeride 1121/171 O'da doğar
ve 1122/171 l'de vefat ederler, her ikisini Yeni Cami haziresine defnederler.
Küçük Ayşe Sultan lakablı, bir kızı daha vardır 3. Ahmed'in, lakabın
verilmesine sebeb 2. Mustafa'nın kızı, Ayşe Sultan ile karıştırılmasında. CIç
tane izdivaç yapan Ayşe Sultanın 3. kocası Sİlahdar Mehmed Paşa makamı sadarete
kadar yükseldi. Ayşe Sultan 1189/1775 senesinde vefat etti. Yeni Cami
haziresine defnedildi.
3. Ahmed'in; diğer bir Ayşe Sultan adını taşımış kızı daha vardır
ki, 1118 /1706'da vefat etmiştir. Saliha Sultan 1127/1715'de doğdu.
1140/1728'de Deli Hüseyin Paşanın oğlu Sarı Mustafa Paşa ile evlendi, üç yıl
sonra, kocası öldüğünden Abdi Paşazade Ali Paşa ile evlendirildi. Bu evliliği
Sultan Mahmud-u Evvel, yâni 1. Mahmud emretmişti. Bu Paşa da, vefat ettiğinde,
Saliha Sultanın 3. evliliğide sadrıazam Mehmed Ragip Paşa ile oldu. 1763
yılında Ragıp Paşanın vu-kubulan vefatı, Saliha Sultanın 3. defa dul kalmasına
sebeb oldu. Ancak padişah emriyle, 4. evliliğini vezirlerin içinde, kapdan-ı
deryalıkda yapmış bulunan Mehmed Paşa ile yaptı. Altı yıl sonra Mehmed Paşa
kabire, Saliha Sultan yeniden dullar arasına katıldı. Ancak bir daha evlenmedi.
1192/1778'de vefat eden Saliha Sultan, Eyüb Sultan Türbesi kapısına
gömülmüştür.
Esma Sultan (Büyük) 3. Ahmed'in diğer bir kızıdır. Büyük lakabını,
Sultan Abdülhamid-i evvelin, aynı adı taşıyan kızından tefrik olunsun diye
verilmiştir. 1138/1726'da dünyaya gelmişti. Sultan 1. Mahmud'un emriyle,
1155/1743'de Ya-kup Paşayla evlendirildi. Yakup Paşa bir yıl sonra ölünce Büyük
Esma Sultan dul kalmış oldu. Arada bir evlilik yapmışsa da damadın adı tesbit
edilmiş değil tarihçilerimizce. Ancak Muhsinzâde Mehmed Paşayla 1 7/şevval/l
171-24/hazi-ran/1758 cumartesi günü padişah 3. Mustafanın emriyle Esma
Sultanın 3. evliliği gerçekleşti. 1188/1774'de Muhsinzâ-de'nin vefatıyla yine
dul kaldı ancak, başka izdivaç yapmadı. 1 l/zilkade/1202-26/ağustos/1788 pazar
günü vefat etti. Ve son kocası Muhsinzâde Mehmed Paşanın Eyüb'deki türbesi,
medfeni olmuştur.
3. Mustafa ve 1. Abdülhamid devrinde, pek sevildiği için epeyi
zengin oldu. Ancak adamları olan; Bezirgan Dimitri, Çelebi Efendi, Said Ağa ve
masraf kâtibi Müderris Osman efendi sultan hanımın vefatından sonra bir şey
zuhur etmeyince sorguya çekildiler. Görüldü ki, Esma Sultanın malını
kendilerine kullanmışlar. Hepsinin cezaları verildi. Kadırga semtinde olan bir
namazgahın ve Meydan Çeşmesi adıyla da anılan çeşme, Esma Sultan tarafından
yaptırıldığı bilinmektedir. Atike Sultan, 3. Ahmed'in kızlarından bir
başkasıdır. Nevşehirli Damad İbrahim Paşa'nın yine paşa olan oğlu Mehmed Paşa
ile izdivaç yapmıştır. 1150/1737'de 25 yaşında olduğu halde, vefat etmiştir.
Hatice Sultan;l 122/1710'da doğdu. İki yaşındayken Abdurrahman Paşa ile
nikahlandı diyen, İ. Hakkı üzunçarşılı'ya itiraz vardı bu nikâhın ümmügül-süm
Sultan ile yapıldığı beyanı vardır. 1151/1738'de 28 yaşında vefat edip, Yeni
Cami haziresine defnolunmuştur. 3. Ahmed'in kızlarının bazılarının da sıra
içinde adlarını vererek bu mevzuyu hitama erdirelim. Zübeyde Sultan, Emine ve
yine bir Emine sultan daha, Naile, Nâzife, Rabia ve yine Rabia Sultan
hanımlar, Reyhan, Rukiye, yine Rukiye, bir Rukiye daha ve Sabiha Sultan,
ümmüseleme Sultan, Akile, Beyhan vede Emetullah Sultanhanımlardır. Yirmisekiz
kızı olduğu görülmektedir. Erkek çocuklarının adlan ise sırasıyla; Mehmed,
İsa, Ali, Selim, Murad, Abdülmelik, Mustafa, Süleyman, Mehmed, Selim, Mehmed,
Mustafa, Bayezid, Selim, Abdullah, İbrahim, Numan, Abdülhamid ve Seyfeddin
olup ondokuz sayısını bulmaktadır.
3. Ahmed'in Sadrazamları
Kavanoz Ahmed Paşa, kıyamcılann, 22/8/1703'de, tâyin ettiği
biriydi. Ancak üç ay kadar makam-ı sadarette kalabildi. Yerine getirilen
Enişte Hasan Paşa, onbir ay kadar sadrazamlık yapabildi. Kalaylıkoz Ahmed
Paşa, 3. Ahmed'in üçüncü sadrazamı olduysada, üç ayı dolduramadı. 4. sadrazam
Baltacı Mehmed Paşa, Prut zaferi sahibi olmasına rağmen, ilk sadareti 17 ay
kadar sürebildi. 2. sadareti ki Prut zaferi bu dönemdedir, bu dönemde 1 sene 3
ay 3 gün sürmüştür. Baltacı Paşanın 1. sadareti peşinden makama aynı zamanda
dâmad olan Silahdar Çorlulu Ali Paşa; 1706-1710 seneleri arasında dört seneyi
aşan bir dönemi sahibidir. Devlete, 111. Sadnazam olarak Köprülüzâde Numan
Paşa geldiyse de, ancak 2 ay, 2 güne sığan hizmette bulunabildi ve Ağa Yusuf
Paşa, 112. sadraızam öldü ve bir seneden 9 gün eksik olarak bu makamda
kalabildi. Abaza Süleyman Paşa, 4 ay 25 gün makamı sadarette kaldıysa da 113.
sadnazam sayılmayı da hakketti. CIrlalı Pehlivanzâde Hoca İbrahim Paşa 21 gün
süren sadaretiyİe bu döneminen kısa sürenidir. 115. sadnazam Şehid Ali Paşa
1713Mel716'da 3 sene, 3 ay, 8 gün süren ve şehadetle biten bir hayat, 116.
sadnazam olarak gelecek zat Hacı Halil Paşa oldu ki, 1 sene, 22 gün sürdü
makamda kalışı. Bu zâtı takip eden ve ancak sekizbu-çuk ay süren sadaretiyİe,
Nişancı Kayserili Mehmed Paşadır. 3. Ahmed döneminin en istikrarlı dönemi damad
Navşehirii İbrahim Paşanın sadaretidir ve 12 sene, 4 ay, 22 gün devam etmiştir
ve ayrıca bu dönem, bir terakki mevsimi diye kabul edilebilir.
Ancak; 3. Ahmed devri bu sadrıazamın feci şekilde terk-i hayat
ettirilmesiyle son bulmuştur. Böylecede Baltacı Mehmed Paşanın İki sadaretiyİe
birlikte, ondört sadrazam 3. Ahmed ile birlikte çalışma şansı bulabilmiştir.
3. Ahmed'in Şeyhülislâmları 3. Ahmed, 2. Mustafa'nın yerine taht'a geçtiğinde
şeyhülislâmın Bursalı Mehmed Efendi olduğunu gördü. Vazifesine devamını
emretti. 26/Ocak/l 704'de Mehmed Efendi çekildi, yerine Paşmakçizâde Ali
efendi, 3 sene 6 gün sürecek meşihatına oturdu. Paşmakçi'nın 2. meşihatıdır bu
görevi, l/şubat/1707'de Sadreddinzâde Sadık efendinin 1 sene, 8 ay, 20 gün
süren şeyhülislâmlığını görüyoruz. Ebezâ-
de Abdullah efendi 2. meşihatına geldi 1 sene, 1 ay, 1 gün
sürmüştür. Yerine gelen Mehmed Ataullah efendi 2 ay, 7 gün meşihatta
kalabilmiştir. 20/mayıs/1713'le, 15/aralık/1714 arasında makamı meşihate îmâm-ı
Şehriyâri Mahmud Efen-di'yi görüyoruz. 77. şeyhülislâm Mirza Mustafa efendi 6
ay, 13 gün sonra ayrılıyor, yerine Menteşzâde Abdurrahim efendi makamında vefat
ettiğinde 1 sene, 5 ay, 6 gününü dolduru-yordu. Ebu İshak Kara Nâim İsmail
Efendi 1 sene, 5 ay, 5 gün kalabildi meşihatta. Yenişehirli Abdullah Efendi 3.
Ah-med'in son, şeyhülislâmların ise 80. si olarak, geldiği vazifede 12 sene, 4
ay, 24 gün sürmüştür.
1696-1736 Seneleri Deniz Harekâtları
Ara başlıkta koyduğumuz 96 ile 36 seneleri arasındaki, kırkyıllık zaman
dilimi içindeki deniz hareketleri, üç padişahımızın dönemine müsadifdir.
Bunlardan; 2. Mustafa'nın, sekiz yıl süren saltanatını, 3. Ahmed'in 27 yıl
süren devrini, Sultan 1. Mahmud döneminin ilk 6 yılını kapsadığı görülür.
Mezamorta Hüseyin Paşanın donanmay-i hümayunu bidayetten beri savaşa hazırlama
hususundaki azimkârane tutumu, hiç bir zaman kendisinde bir bıkkınlık husule
getirmedi. Dayandığı temel düşünce "büyük gemi-büyük top" fikr-i sabit
hâlini almıştı. Mora yarımadasını düşmandan ve bilhassa Venediklilerden
temizlemekde siyasi Öngürüsüydü Mezamorta Paşanın, bunda da muvaffak olacağına
inanıyordu.
Sultan 2. Mustafa bu deniz kurdunun görüşleriyle bir mutabakat
içinde olduğundan, ayrıca donanmaya, o da hayli ehemmiyet veriyor ve sık sık tersaneyi
ziyaret ediyordu ve çalışmaları takipten geri kalmıyordu. Avrupalıların da, her
a-lan da Osmanlı üzerine saldın halinde olmaları, bunlardan korunabilmek için,
haylice tedbir ve vasıta ile kuvvetli bir kara ve deniz kuvveti
gerektirmekteydi. Nitekim; 20/mart/1696'da donanmamız İstanbuldan Çanakkaleye
geçti. Öte tarafdanda İlyas Kaptan; 24 adet firkateynle Azak kalesi muhafızının
emrine girmek üzere Karadeniz'e açılırken, yine Samurkaş Kaptan yönetimi
altında, 9 fırkateynlik bir filo da Dinyester nehri civarında çarpışmakta olan
müca-hidlerimize takviye maddeleride götürmek üzere yola çıkmıştı. Mezamorta
Hüseyin Paşa ise Sultan 2. Mustafa'nın da hasretle beklediği garbocaklan
gemilerinin kendisine iltihakı-m beklemekteydi ve onlar gelmeden de harekete
geçmemişti. Çok geçmedi ki; Cezayir'den on kalyon, Trablusgarb'dan üç ve
Tunus'danda yine üç kalyon geldi ve donanmay-ı hümayuna iştirak ettiler.
Böylece; Mezamorta Hüseyin Paşa da Osmanlı kapdan-ı deryası unvanı
ile donanmanın başında olduğu halde; 37 kalyon, 27 çektiri ve iki ateş
kayığından kurulu, büyük bir filoyla, 13/mayıs/1696 günü Ege denizine açıldı.
Evvelâ Sakız Adasına yaklaştı ve oradan çıkardığı kesife uygun gemiler ile
istihbarata önem verdi.
Venedik donanması uzun müddet Salamis limanında yatmış ve Osmanlı
gemilerini kollamışsa da, su yüzünde bir gemisini bile göremeyince donanmayı
sağa sola dağıtmıştı. 28 kalyondan müteşekkil ana filoyuda, Eğriboz
yakınlarında toplamış, çektiri denilen küçük fakat hızlı gemicikleri keşf için
o da istihbarata çıkarmıştı. Ancak dikkati çeken bir tarafı da vardı ki işin,
Venedikliler Çanakkale önlerine yaklaşmaya hiç de teşebbüs etmemekteydiler.
Buda; Mezamorta Hüseyin Paşadan çekindiklerini göstermekte idi. Çeşitli manevralarla
iki donanma biribirini arıyor fakat karşılaşmayı herkes, kendi lehinde
pozisyon içinde yakalamak istemekteydi. Hüseyin Paşa gemilerinin kısmı azamini
Eğriboz'un Kızılhisar mevkiine götürdü ve orada gerek fırtına yüzünden gerekse,
düşmanın oraya geleceğini tahmin etmiş bulunduğundan bahse konu mevkıide
haylice bir zaman kaldı.
24/ağustos/1696'da Andre boğazı ile Eğriboz arasındaki sularda,
iki donanma karşılaştı. Karşılıklı top ve tüfenk atışlarıyla yapılan
muharebede haylice Venedik gemisi, yara almaktan kurtulamadı. Akşam
karanhğıyla birlikte, Venedikliler selameti yine firarda buldular. Sabah
olduğunda; gemilerimiz düşman gemilerinin kendilerinden çok uzaklaşmış olduğunu
gördüler. Bunun adı; Venediklilerin mağlubiyeti ve firarlarıydı ve takip etmek
İçin mesafe, kapanacak derecede de olmadığından peşlerinden gitmekten sarf-ı
nazar edildi.
Hüseyin Paşa gemilerini alarak, Şira Adasına gidip ufak tefek
hasarını onarmayı, ihmal etmedi. Bu işleri bir hafta sürmeden halledince
Naksos adasına giderek oradan da, ikmâl yaptı. Venedik donanması; Mezamorta
Hüseyin Paşa'nın önünden kaçmayı bir gelenek hâline getirmişti. Rüzgâr lehlerinde
bile olsa, yaptıkları hemen, firar yoluna düşmek olmaktaydı. Böylece deniz
mevsiminin fırtınalarla geçen günlerine girildi herkes kışlağına çekildiyse
de, bahara kavuşmayı iple çeken Mezamorta, hemen donanmasını Çanakka-leye,
oradan da barut almak üzere Foça limanına yelken açtı.
Geçen yılı Venedik donanmasıyla kovalamaca oynayarak geçiren
Osmanlı kapdan-ı deryası Mezamorta, bu sene Venedik donanması yanında haçlı
donanmasını karşısında bu* lacaktı. Çünkü uzun zaman müzakereler yapan küffar,
Osmanlıyı sıkıştırıp, barış talebine mecbur kılmak istiyordu.
Bunu da şöyle planlamışlardı: Avusturya-Macaristan cephesinde,
büyük bir kara saldırısını tanzim edecekler orayla uğraşılırken, haçlı
donanması da, Çanakkaleyi geçebilmeyi zorlayacaktı. Bunun tazyikinden; sulh
talebi için Osmanlının sıkıştırılmasını düşünmüşlerdi. Bunları haber mi aldı!
Yoksa düşündümü? Tam bilmiyoruz amma, Mezamorta Paşa donanmayı Çanakkaleye
getirdi ve burada savaşı yapmayı uygun gördü. 6/temmuz/1697'de, düşmanın
Midilli adası Üe, Anadolu kıyıları arasındaki Müslim Boğazından Çanakkaleye
doğru süzüidüğü keşif gemilerince, Mezamorta'ya bildirildiğinde, Paşada
donanmasını üzerlerine sürmekte hiç fütur getirmedi ve iki taraf kapıştığında,
zafer yine bizde kaldı, firar ise haçlılara düşmüştü.
2/eylül/1697'de iki donanma, bir defa daha karşı karşıya
geldiğindeyse, Andre Boğazı sularında seyretmekteydiler. Bu sefer, düşman gemileri
kendisinin yerine ateş kayıkları denen kayıkları donanmamızın üzerine
göndermişlerdi. Tedbiri pek genişçe düşünmüş olan Mezamorta gemilerin üstüne
gelmekte olan, bu ateş kayıklarını top atışlarıyla, gemilerine dokundurtmadan,
sulara gark etmeğe muvaffak oldu. 23/ey-lül/1697'de, böyle bir baskına yeniden
teşebbüs eden düşman, bir defa daha boyunun ölçüsünü aldı ancak bu seferki
sular, Eğriboz adası yakınındaki Kızılhisar sularıydı, üçüncü bir deneme daha
yapan düşman donanması bu seferde ateş kayığı yerine, bir kalyonu, gemiyi
yüzdürecek kadar bir mürettebat koyarak, içi barut dolu olduğu halde, Osmanlı
filosu üzerine yolladı. Ancak; bu savaş açık denizde ve derin sularda
olduğundan manevrası kuvvetli gemilerle Osmanlı donanması düşmana yine galib gelirken,
bu ateş kalyonunun gelişini, serice bir manevra ile boşa çıkaran gemilerimizse,
kalyonu endaht ettirerek kendi kendisini batırmasınıda zevkle seyrettiler.
Venedikliler ve düşmanlar, denizin namusunu Mezamortaya bırakıp çekildiler.
Mezarnorta da, Çanakkaleye döndü.
1698 yılı ile birlikte; Osmanlı devletide artık birden fazla cephe
de, hem kara hem de deniz savaşları yapmak mecburiyetine girmişti. Donanmayı
Karadeniz ve Akdeniz filosu diye ikiye münkasım etmek mecburiyetindeydi. çünkü
herbir yerde ayrı bir düşman sahibiydi Osmanlı devieti. Bunun çârelerinden
biri de bunlardan en kolay olanını, önce bir güzel yenmek ve sulhe
mecburkılmaktı. Bilahire diğerlerinede aynı muameleyi uygulamaya koymaktı.
Sadnazam Amcazade Hüseyin Paşa; bunu nazariye de, böyle düşünmekle beraber,
tatbikata nasıl koyacağını, uzun uzun mütalaa etmekteydi. Allahdan; donanmay-ı
hümayunun başında Mezamorta Hüseyin Paşa gibi bir kapdan-i derya olması
ülkemizin ayn bir şansı idi. Çünkü bu zat, tersaneleri bir saniye boş bırakmıyor,
hummalı bir faaliyet içinde tutarak donanmay-ı şahanenin,her çeşit ihtiyacını
temine gayret ettirdiği gibi, top meselesinde de, Tophane'yi rahat
bırakmamakta, en ileri teknik buluşları, gemi toplarında uygulatma hususunda
araştırma-ge-liştirme çalışmalarına ehemmiyet vermekteydi. Bu sebeble de;
donanmanın ikiye ayrılması, genel güç açısından, bir zaafiyete sebeb
olmayacaktı.
Bütün bu faaliyetler yanında, denizlerin donanmamızın sancağından
mahrum kalmaması için Akdeniz donanmasını, 25 adet kalyon, 35 çektin ve 5 tane
de ateş kayığı ile cihaz-landırmış ve deryaya salıvermişti. Karadeniz
donanmasınıda, 40 adet firkateyn, 40 adet iskampava ve 4 tane kalita i!e tanzim
etmişti. Akdeniz donanmasının başında olduğu halde; 23/eylüI/1698'de, Midilli
Adası civarındaki; Zeytinbumu havalisinde Venediklileri yakaladı ve
kaçmalarına fırsat verme den tepelerine bindi. Çok kanlı ve göğüs göğüse
çarpışmalar oldu. Rüzgâr; her iki tarafıda alıp sürüklemişti. Düşmanda bir daha
kaçmaktan başka çâreyi bulamamış ve-Psara adasına doğru uzaklaşmayı seçmişti.
Mezamorta Paşa da; Koyun Adaları dâhiline girerek hırpalanmış gemilerini
onarıma almak mecburiyetinde kalmıştı. Yenilen doymaz, yenen bıkmaz, hesabı
onarım sonrasında her iki donanmada biribirleri-ni aramaya gayret sarfederken
vede tutuşmak fırsatını kollarken, 26/ocak/1699'da Karlofça Sulh
antlaşmasının, imzalandığı haberi ulaştı ve donanmanın Akdeniz filosu,
Dersa-adet'e avdet etti. Bu donanmanın başşehre gelmesinin ardından Azak
Denizine yakın yerde, devriye gezen kuvvetlerimizin başında Ali Paşa olup, 4
kalyon, 6 çektiri vede 5 firkateyn ile 30 adet işkampavya bu seyr-ü sefainde
vazife almıştı. Dİnyester nehrine ayrılan kuvvetlerimizse, Mustafa Bey
komutasında, 11 adet çektiri, 28 firkateyn, 16 adet kalita ve 25 tane
işkampavyadan teşkilolunmuştu. Karadeniz filosunun savaş gemilerinin de, şöyle
bir niteliği vardı: kalyonlarda, 450 kişi mürettebat vardı ve yelkenli idi
kalyonlar. Çekti-riierde de 150 kişi bulunup 25 çiftekürekliydi.
Fırkateynlerse; 80 kişilik mürettebatıyla 18 çifte kürekli idi. İşkampavyaiar
ise; 35 mürettebatlı ve 12 çjftekürekliydi. Yukarıdan beri; bahsettiğimiz ateş
kayığını bir izah edelimki, deniz bahsimiz de bu ifadenin ne olduğunu iyice
öğrenen okurlarımız, yüklendiği vazife bakımından ateş kayığınında önemini
daha çok anlamış olur. Mehmed Zeki Pakalın merhumun da "Târih deyimleri ve
terimleri" adlı enfes güzellikteki ve bir o kadar da mühim eserindeki
maddede aynen şöyle yazıyor: "Eskiden üç veya dört çifte kürekli
kayıklara verilen isimdi. Bu kayıklar, pazar kayıkları gibi Eminönün'den
Boğaziçine işlerdi yük ve adam taşırdı. Ateş kayıkları öteki kayıklardan daha
dar ve zayıf olarak yapılırdı. Bu sebebten de Pazar kayıklarından daha fazla
surata mâlikdiler. Bu kayıklara ateş kayığı denilmesinin sebebi, eskiden yangın
olduğu zaman, tulumbalarını İstanbul'dan Üsküdar'a, Anadolu yakasından, Rumeli
sahiline nakletmek için kullanılmış olmalarıdır. Ateş kayıkları; Eminönü
sahilinde beklerler, Üsküdar'da veya o cihetde çıkan yangına İstanbul'un yangın
tulumbacılarını, tulumbalarıyla birlikte nakleylerdİ. Yangın nöbetçisi; elinde
harbisini tuttuğu halde kayığın kıç üstünde otururdu. Bu ateş kayığı denen
vasıtaya, rum ateşi adlı, suda bile yanmaya devam eden ateş yüklenirdi vede
hedefe gönderilir idi. 1770/senesi haziran'ında Rusların Orlof isimli komutanı,
bizim İzmir Çeşme limanındaki donanmamızı, bu vasıta ile yakmıştır.
26/ocak/1699'da Karlofça Antlaşması imzalanmış, Osmanlı devleti bu antlaşmayı
1683'de vukubulan Viyana bozgununun bir neticesi olarak hesaplamıştır.
Devlet-i âliye bu antlaşmalar çerçevesinde ilk defa; bu kadar büyük toprak
kaybı yaşamıştır. Bundan dolayı üzerimizde pek ağır bir üzüntü meydana
getirmiştirki, Erdel ve Macaristan toprakları, Avusturya devletine terkle
Podolya ve Ukrayna'nın batısı ile Komaniçe kalesi, Lehistanın olmuştu.
Karadenizde Azak kalesi ve civanda Rusya'ya verilmiş Ruslar;Azak denizinde
gemi gezdirme imtiyazını da, elde etmiş oluyordu. Mezamorta Hüseyin Paşanın
gayri müslimlerden temizlemeye çalıştığı Mora Yarımadası ise; maalesef
Venediklilere geçmişti. Netice olarak; Amiral Afif Büyüktuğrul daha öncede
bahsekonu ettiğimiz değerli eserinde şunları söylemekte: "Karlofça barış
antlaşmasına, bir denizci gözüyle bakacak olursak, artık Tuna nehrinin ekonomik
çıkarlarını Osmanlı, Avusturya, Lehistan yâni Polonya devletleri aralarında
pay edecektir. Rusların Karadenize çıkması ihtimalinden ötürü, bu denizinde
tek devletin malı olmaktan çıkarak, iki devletin birleşik malı olması ihtimali
belirmişti. Venediklilerin Mora yarımadasını almalarından ötürü de hem Orta
akdeniz hem de Ege denizindeki Osmanlı denizyollarının güvenliği, politik ve
stratejik şartlara bağlı bir biçim alıyordu. Takvimler 1700 yılını gösterirken
İsveç Kralı Demirbaş Şarl Ruslarla yapmış olduğu Poltava muharebesini
kaybetmişti. İsveç-Rus savaşı, Azak kalesini geri almak ve Rusları bir daha
Karadenizden uzaklaştırmak, Osmanlı devletine bir fayda sağlardı. İsveçle Rusya
arasındaki muharebe esnasında Osmanlı devleti Ruslara saldırmış olsaydı, çok
uzak mesafedeki İki cephede savaşmak zorunda kalacak olan Rusya'nın pek büyük
bir ihtimalle savaşı kaybedecekti. Sultan 3. Ahmed; böyle bir fırsatı
değerlendirememiştir. İsveç Kralı; Osmanlı devletine, Ruslara karşı bir
ittifak teklifinde bulunmuştu. Ancak bu teklif de bir takım deniz ticaret
hakları koparmak, Cezayirli korsanların yakalamış olduğu İsveç ticaret
gemilerinin, kendine verilmesini istemek ve bir de Osmanlılar İsveç'e bir
hayli sayıda kara kuvveti de yollaması, Şarl'ın tâlebleri arasındaydı. Bu
şartlar 3. Ahmed'in bu teklifi red etmesinde mühim rol oynamıştı. Demirbaş
Şarl'ın bu teklifini kabul etmeyen 3. Ahmed; ne kadar hata ettiyse, İsveç
Kralıda bu teklifleri yapmak suretiyle aynı derecede hatalıydı. İsveç Kralı ile
olan bu anlaşmazlığın başka bir tarafından da, Osmanlı devletinin Karadeniz
politikası adı verilen anlayışına da bir göz atalım. Osmanlı devleti; 2.
Bayezid zamanında huzura çıkmış olan Rus elçisinin, insanları kahkahalara boğan
gayri medeni halinden bu yana, geçen üç aşırın sonunda Rus devletinin,
büyümekte olan bir tehlike olduğunu, anlamamış değildi. Bu tehlikeyi önleyecek
çareyi Mezamorta Hüseyin Paşa Karadeniz donanmasıyla ve orada, güçlü birlikler
bulundurmak ve takviye yapmak suretiyle almak istemişse de 2. Mustafa;
kaleleri güçlendirmek ve külliyetli sayıda asker bulundurmakla, Rus
tehlikesini önleyebileceği kanaatine vardığından; dolayı, yanlış bir tutum
tatbik olundu. 2. Mustafa'nın karacı tedbirlerle Rus tehlikesini kontrol etme
talimatı ve kapdan-ı derya, Mezamorta Hüseyin Paşayı bölgeyi keşfe göndermesi,
tedbirlerin yerinde tesbit edilmesi arzusu, donanmanın Kerç Boğazına gitmesine
neden oldu. Hüseyin Paşa Yenikale ve Taman Yarımadasının korunmasını ve
müdafasını temin için, Aço ve Temrek mevkıileri-ne birer kale yaptırarak,
ayrıca Kılburnu kalesini de, tahkim ettirerek, kara'ya dönük tedbirlerin
alınabileceği kadarını yerine getirmiş oldu. Aço ve Temrek mevkıilerinde
yapılacak kalelerin işçileri, İstanbuidan çektiri ile görütürüldü. Bu
çekti-riler silah, cephane ve diğer malzemeleride taşımaktaydı. Sekiz çektiri
Aço ve Temrek kalelerine, yedi çektiri ise, Kıl-burnu kalesine malzeme getirdi.
Bu çektirilerin kaptanlarını üçyüzyıl önce bu millete hizmet eden reislerin,
isimlerini Osmanlı Târihi kitabımıza dere etmek bir kadirbilirliktir diye düşünüyorum
ve bu adları buraya kayd ediyorum. "Memi Pa-şaoğlu Ahmed Paşa, Abdülkadir
Paşaoğlu Ömer Bey, Haznedar İbrahim Bey, Deli Mehmed Paşaoğlu Ömer Bey, Köse
Hasan Paşa oğlu Mustafa Bey, Maryol Oğlu Ali Bey, Kap-tanpaşa yedek çektîrisi,
Memioğlu Abdurrahman Paşa, Ebubekir paşaoğiu Salih Paşa, Memioğlu Kasım Beş,
Meh-med Paşaoğlu Mustafa Bey, Eğribozlu Mustafaoğlu Ahmed Bey, Yaryol oğlu
Mustafa Bey, Tersane kâhyası Recep Beylerdi." O dönemde; savaş ve ticaret
gemilerine, özel İsimler takmak adet olmadığından, gemiler kendisini kullanan
reislerin adıyla anılırlardı. Bu arada; Akdenizde, Fransızlar hareketlenmeye
başlamışlar ve Sakız Adasındaki Ermeni Patiriği-ni, ada'daki katoliklere iyi
muamele etmiyor diye, Fransaya götürmüşlerdi. Patriğin iadesini defaatle
isteyen Osmanlı Devleti, Fransa'ya bu sözünü dinletememişti. Ancak; Mezamorta
Paşa, çıktığı Akdeniz seferinde, Fransız korsan gemilerini yakalayıp,
İstanbul'a getirmiştir. Ne çâre ki 21/tem-muz/1701'de Mezamorta Hüseyin Paşa
vefat etdi; denizlerde artık adımız zor okunur oldu.
Onun yerine Abdülfettah Paşa 17 ay, Ahçs Mehmed Paşa 12 ay, Küçük
Osman Paşa 11 ay, Baltacı Mehmed Paşa 2 ay kapdan-ı deryalık yaptılarsa da,
Mezamorta Hüseyin Paşadan boşalan makamı dolduramadılar. Yine mühim deniz savaşlarımızdan sayılan
1714/1718 yıllan arasında vukubulan Osmanh-Venedik deniz savaşına vede bu
gerginliğin genel yapısına bir atfu nazar edelim. Mora; Venedik senatosunun
yönetiminde, 16. yılını doldurmaktaydı ki, bu yönetimi yarımada ahalisi asla
benimsemedi, onlar Osmanlı'daki adil bir sistemi, her devlet yapar
zannındaydılar ve felâket bir halde yanıldılar. Mora ahalisinin Ortodoks
mezhebinde olup, Vene-dik'in Katolik olması geçimsizliği tırmandırıyordu ve
orto-doks Mora ahalisi İstanbul'a gizlice gönderdiği temsilciler vasıtasıyla
halas edilmelerini taleb ediyorlardı. Bu müracaatları bir kenara yazan divân,
Venediklilerin denizlerdeki ticaret gemilerimizi çapul ediyorlar, yol
emniyetini ihlâl ediyorlar, Osmanlı ticarî dünyasını hayli zarara
uğratıyorlardı. Silahtar Ali Paşa; her şeyi hesab etdikten sonra, bir
stratejide karar kıldı. Edirne'den yola çıkacak kara ordusu, Mora yarımadasını
hedef alacak donanmay-ı hümayunsa, deniz üzerinden Venediklilerin Mora'daki
limanlan olan, Tinos Adası ve Girid Adasındaki Suda limanını istirdat
edecekti. Bu arada Venedikliler bir sulha tâlib olmazlarsa, kapdan-ı derya
sefere devam ederek Korfu Adasına varıp orayı ele geçirdikten sonra, Yunan
denizindeki adaları da Osmanlı sancağına râm edecekti. Bütün bunlar olduğu
takdirde, Ortaakdeniz ve Ege denizide eski durumuna kavuşmuş olacaktı.
Takvimler;l/nisan/1715'i gösterirken, Silahdar Ali Paşa Mora
üzerine yürümeğe başladı. Yarımadanın kuzeytarafi he-mencik bizim oldu. Navarin,
Modon ve Koron limanlarıda güney cihetde olup, hemen işgal edilmeliydi.
7/hazi-ran/1715'de Canım Hoca'nın; kapdan-ı deryalığındaki, donanma pek kolay
bir şekilde Tinos Adasını ele geçirdi. Ege denizinde hükümferma olan
korsanların, merkez üs'sü diye bir şey bırakmayan kapdan-ı derya çapulculuğunda
önünü kesmiş oluyordu. Kara ordusu da, Mora'yı işgale muvaffak olmuştu. Osmanlı
devletinin karşısındaki durumu ezik ve yenik bir hâle gelen Venedik yıkılmak
üzereydi çünkü Osmanlı karşısında yalnız kalmıştı.
Ali Paşa çok iyi takip ettiği avrupa siyasi ahvali gereğince,
Venedik'in yıkılmanın eşiğinde olduğunu pekâla bilmekteydi. Savaşı da zaten
bunu bilerek açmıştı. 21/eylül/1715'de, Osmanlı donanması Suda limanının
işgalini tamamladığında Venedik, doğuakdeniz ve Ege deniziyle alakası böylece
tamamiyle kesilmiş oldu.
Pasarofçaya Doğru!
Takvimler 1617'yi gösterirken
sadrıazam Silahdar Ali Paşayı;
Korfu Adasını almaya hazırlanırken görüyoruz. Ne var ki; Venedik Avusturya'ya
müracaatla, bir savunma ve saldırı antlaşmasının imza edilmesini temine
muvaffak oldu. Bu antlaşmanın peşinden, Avusturya'nın Osmanlı divân'ına,
Karlofça antlaşmasını çiğniyorsun bâbunda sesi ulaşdı. Divân; bu sesi duyunca
kendini bir yokladı. Karlofça antlaşmasına mugayir hiç bir hareketin içinde
olmadığını gördükten sonra, durumu tezekkür ettirdi ve istihbar ettiği
Venedik-Avusturya antlaşmasının Avusturya'yı böyle bir ses yüksel-temeye
ittiğini anladı. Bahane basitti. Çünkü Karlofça antlaşması, Venedik ile
alakası olmayan bir hususdu. Mora üzerine yapılan Osmanlı istirdat harekâtı
Venedik'le alakalı bir operasyon olmakla beraber, Avusturya'nın Venediği
koruma arzusuna yoruldu. Bunun üzerine divân bu mesele üzerin de müzakere
açdı. Görülen manzara; Osmanlı deniz yollarının herhangi bir ülkenin denetimi
veya tasallutuna açık olduğunda bu vaziyet Avusturya'nın işine gelirdi. Bu
bakımdan Mora yarımadası üzerindeki Osmanlı stratejik saldırısı her ne kadar
doğrudan Venedik'i alakadar ediyorsa da, yukarıdaki anlayışa göre
Avusturya'nın bu istirdat harekâtını tasvibe niyeti yoktu. Divana karşı yükselen sesin bir cümlesi
şunları hâviydi: "Mora Yarımadasındaki toprakları işgal etmekle Karlofça
Antlaşması hükümlerini yırttınız.. Osmanlı ordusu Mo-ra'dan çekilmeli.. Yaptığı
haksız işgal için Venedik'e savaş tazminatı vermeli. " Divan; bu sesden
iki ayrı tavır çıkardı. İlki; bu ihtarın akıbetini göz önüne alıp toprak
iadesini yerine getirmek, diğeriyse, savaşmak dahi göze alınıp, iddiayı ve talebi
reddetmek. İlk görüşe katılanlar ülkenin iç olaylarının gösterdiği duruma
bakmakta vede mâli buhranların içinde yüzüldüğünün idrâki içinde zaman kazanıp,
durumu İslaha çalışıp Mora yerinde durduğuna göre şimdilik Avusturya'yı tatmin
edip, ilk fırsatta işe kaldığı yerden devamı öngörüyordu. İçlerinde
sadrazamında bulunduğu gurup ise, böyle bir teklifi kabul elden yeni çıkmış
Mora'nın istirdatına girişmemek oradakileri ihmâl demek olacağı gibi düşmanın
teklifini kabulün peşinden, nice tekliflerin gelebilecek olabileceğiydi. Bu
bakımdan; bu gurup asla bu tavizi vermemeyi ısrarla belirtiyordu.
Padişah 3. Ahmed bu gurubun tarafında yeraldığında, savaşmakta
olunan Venedik yanında Avusturya'da yeraldı. Fakat; bu düşman kuvvetinin
çoğaldığı bir savaşı yapacak kudrette olmayan devlet, bir maceraya girişmiş
bulunuyordu. Bilhassa; denizyollarımızın emniyet bakımından yetersizliği pek
açık olarak ortadaydı ve destekleme de yetersiz kalmasını önleyecek bir
tedbirimiz maalesef yoktu. Bilfiil değilse de, 24/nisan/1716'da Venediklilerin
müttefik devleti olarak Avusturya, kâğıt üzerinde artık karşımızdaydı.
5/ağus-tos/1716'da Petervaradin'de bozguna uğrayan kara kuvvetlerimiz,
20/ekim/1716'da Tamışvarı elinden kaptırdı. Silah-dar Ali Paşa'nın
Petervaradin'de vukubulan şehadeti akıbetimizi daha da kötü hâle getirdi.
Aradan bir sene geçmediki 18/ağustos/1717'de Belgrad'ı kaybettik. Bu sırada
makam-ı sadarete geçen Dâmad Nevşehirli İbrahim Paşa 21/tem-muz/1718'de-Tuna
Nehri kıyısındaki, Pasarofça kasabasında imzalandığı yerin adı olan Pasarofça
antlaşması yapıldı. Suda limanının Osmanlı devletine geçmesi, Dalmaçya,
Hersek-ve Arnavutluk kıyılarındaki kalelerin, bizde kalması gerçekleşirken,
Belgrad, Semendire ve Sırbistan topraklarını Avusturya'ya bırakıyorduk. Amiral
Afif Büyüktuğrul; Pasarof-ça'daki kaybımız Karlofça'dakinden pek fazlaydı
demekten kendini alamaz. Silahdar Ali
Paşadan sonra, sadarete gelen,
Nevşehirli İbrahim Paşa; devletin, uzun zaman sürmesi gereken bir
sulh dönemine ve ıslah çalışmalarına girmesi icâb ettiğinin, idrâki içinde
hemen bu çalışmalara koyuldu. Esef edilir ki; bu kadar reformatik ve çağı iyi
okuyabilen bir insan olarak, İbrahim Paşa, deniz kuvvetlerinin ehemmiyetini İdrâkten,
yoksun bir adam olmadığından donanmay-ı hümayuna bir el atabilme şansı
bulsaydıki dünyanın çehresini değiştirecek bir donanmayı, vücuda
getirebilirdi. Bu hem yapılması şart olandı ve Nevşehirli bunu yapacak
kapasite ve kabiliyetteydi.
Sultan 3. Ahmed; aynı zamanda Damad olan bu sadrıaza-ma yardımcı
olmaktan hiç geri kalmıyordu. Bütün iş, denizlerde güçlü olmak, ticaret
filomuzu bu caydırıcı güç sayesinde dünya denizlerinde emniyet içinde geşt-ü
güzarını sağlamaktı. Üstelik bunun üç aşıra dayanan tersane ve denizci alt
yapısı mevcuttu. Bir savaşın unsurlarını
teşkil eden; Kara, Hava ve Deniz kuvvetlerinin, ilk ikisi benzin vecephane verilirse
savaşır. Bu sebebden bunlara Tüketim Kuvveti denir. Deniz kuvvetiyse, savaşlar
da ekonomi kudretini muhafaza edebildiği için, kendi parasını kendisi çıkarır.
Bundan ötürü de deniz kuvveti bir üretim kuvvetidir diyen Amiral Fioravan-za,
bu ifadelerle ne kadar haklıdır bilemem amma, yelken, kürek dönemi için
yukarıdaki beyanın da yanlış bir ifade kullanmış olmuyor.