IV.MEHMED :

 

SULTAN 4. MEHMED (AVCI)

 

Babası: Sultan İbrahim Han

Annesi: Turhan Hatice Sultan

Doğum Tarihi: 1642

Vefat Tarihi: 1693

Saltanat Müd.: 1648-1687

Türbesi: İstanbul'dadır.

 

 

Sultan İbrahim'in ilk erkek evlâdı oldu dediğimiz zaman, Ahmet Refik Altınay merhum'un ifadesi olan "Osmanlı horo­zu öttü" sözlerini satırlarımızı süslemekde kullanmıştık. Şim­di de başka bir ilmin gereği olan ve târih düşmede kullanılan ebced hesabına uygun söylenen bir beyiti kayda lüzum gör­dük. H. 1051/m. 1642'de doğan şehzade Mehmed İçin, Şâni'nin inşa buyurduğu beyit: "Nurdur geldi Mehemmed sulbi İbrahim'den" böylece yeni doğmuş şehzadenin dünya'ya ge­liş tarihi belirlenmişti ayrıca adı da, Mehmed olmuştu. Ancak şehzâde'nin adının Mehmed olmasından evvel bir isim mace­rası vardirki; bu devrin en önemli kaynaklarından biri olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi bu hususta cilt 1, sh. 188'de aynen şöyle söylemekte: "Yıldız ve cifirilminde <Ibrahim Hân oğlu Yusuf adında bir padişah dünya'ya gelecek. Yusuf Peygamber gibi güzelliğe mâlik ve bahtı açık bir hükümdar olacak. Doğuya ve batı'ya korku salacak... Venedik, Nemçe (Avusturya) Leh, Çek, Rus yâni Moskof diyarlarını harab edip, Yusuf meziyetli çalışkan bir padişah olacak!> yolunda bütün cifir bilginleri hüküm çıkarmışlardır. Allah'ın hikmeti-de, bu Mehmed hân henüz annesinin karnında iken babası İbrahim Hân: "Eğer bir erkek evlâdım olursa, müjde eden­den başka ilk olarak kimi görürsem ve kime rast gelirsem evlâdıma onun ismini korum" şeklinde söz demiş idi. Do­ğum sabahı sabah namazında padişahın yanına gelen kızlar ağası şehzade Mehmed'in doğduğunu müjdeleyince, padişa­hın karşısında Hünkâr İmamı Yusuf efendi oturmaktadır.

 

Bunun üzerine Sultan İbrahim Cenabı Hakk'a şükreder ve: "Yarabbi ben sözümdeyim. Haberi aldığımda karşıma ilk çıkan zatın adını oğluma vereceğim demiştim. Yüce Mevlâm benim karşıma mübarek bir insanı, bir âlimi çıkarttı" dedik­ten sonra secdei şükrana kapanmıştır. Yeni doğmuş şehza­denin kulağına Ezanı Muhammedi'yi Hünkâr İmamı Yusuf efendi okudu. Daha sonra sarayın mensupları belki de, Os­manlı devletinin ikinci kurucusu sayılmakta olan 1. Meh­med Çelebi'ye atıf için, hanedana yeniden doğuşu sağlayan şehzadeyi Mehmed olarak isimlendirmek istemiş olabilirler. Yoksa; kulağına ezan ile okunan ilk isim Yusuf olmuştur. Padişah etraftan gelen bu istekleri ve yukarıda tahminimize muvafık hususa i'tiraz etmeyi uygun görmemiş olabilir.

 

Bu şehzadenin doğduğu gece, bir zelzele vukubulduğu gi­bi, yeniçerilerin kışlasında bulunan baruthane tutuşmuş idi. Müneccimler bu olayları kötü talih olarak yorumlamişlarsada 51 yıllık ömrünün 39 yılını taht'ta geçirdi ve hayatını da kay­betmeden taht'tan indirildi. Bu yönüyle bu kehanet yerine oturmuş sayılmaz. Ülke içinse, zaman zaman parlayan Os­manlının kılıcı netice olarak hesaplandığında, tevakkuf yâni tam bir duraklama manzarası gösterir. Ancak; Girid Adasının kafi fethini budevrin padişahı gerçekleştirmiştir. Öte taraftan yedi yaşındayken geçmiş olduğu Osmanlı tahtında kalma müddeti bakımındanda Kanuni'den sonra ikinci gelmektedir, padişah 4. Mehmed (Avcı) hazretleri. Vefat târihi İse, h. 1102/m. 1693'tür. Evliya Çelebi, padişahın çocukluğunu şöyle tarif eder: "Tahta çıktığında, yedi yaşında gayet zayıf ve ince yapılı bir çocuktu. Fakat son derece aklı başında, ol­gun ve zeki idi. Çelebi; Sultan Mehmed'i yirmi yaşlan döne­minde şöyle tarif ediyor: "Boyu babası gibi uzundu ve belden aŞağı kısmıda uzundu, etli pazuları, elleri ise aslan pençesine benzerdi. Kaşlarının arası açık, güzel görünen bir yüze sahip­ti- Gözler elâ renkteydi, nurlu bir siması vardı. Çok iyi bir bi­biydi. Ava çıkmaktan pek hoşlanır ve bunu savaş tatbikatı sayardı. Sultan Mehmed biraz büyüdükten sonra kendinden küçük kardeşleriyle birlikte padişahlık imamı Şâmi Yusuf efendi önünde eğitime başlamıştır. Bu derslerin en önemli bölümünü din ve diyanetinide öğrenmesi teşkil etmiştir.

 

Çok geçmeden vefat eden Yusuf efendi'den sonra, dersle­re yine Şâmi Hüseyin efendi gelmeğe başlamıştır. Babası Sultan İbrahim'in 1058/1648 tarihinde tahttan indirilmesi üzerine, onun yerine geçmiştir. Her tahta çıkan padişahın ödeme zorunda olduğu culüs bahşişini hazinenin ödemesi mümkün görülmediğinden, sadrazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa, öldürdükleri padişahın, verdiği nimetlerden-bir hayli faydalandığı bilinen Cinci Hoca diye tanınan Hüseyin efendi­den temin etme yoluna gitti. Cinci Hüseyin Hoca'dan ikiyüz kese talebinde bulunan sadrazama, kaimpederi Karaçelebi-zâde Mahmud efendiye olan, onun sayesinde baskıya maruz kalmam ham hayaline kapıldı. Ne varki; sadnazama param yok demesi, sadece servetini değil, kellesininde gitmesine sebeb olmuştu.

 

Beri taraftan tahta geçmiş buiunan 4. Mehmed, yaşının küçüklüğü göz önüne alındığında işleri tam manasıyla yürüt­mediği aşikârdır. Annesi Turhan Valide Sultan hem tecrübe­siz, hem de kaimvâlidesİ, Kösem Mahpeyker Valide Sul-tan'ında önüne geçebilmeyi sağlayabilecek ne bilgi ve tecrü­beye ne de, lâzım gelecek teşkilâta sahipti. Dolaysıyla Kö­sem Valide Sultan, devletin idaresini ellerine almıştı. Aslında başarılı sayılmalıydı bana göre tarihin sayfalarına nazar etti­ğimizde, vezirleriyle evlenerek yeni hanedanlar zuhuruna ya­rayan sebebleri, ortaya seren vâlidesultan ve kraliçeler ile doludur dünya tarihi.

 

Ancak bu yapı Osmanlı düşünce dünyasında asla yer al­mamıştır. Evet Kösem Valide Sultan çeşitli siyasi oyunlarla devlet gemisini yürütmeyi başarmıştır. Çok geçmeden Kö-em ile Turhan Valideler arasında zuhur eden yönetme me­kanizmasını ele-geçirme rekabeti çok kanlı neticelere varan İsyanlara, saray içinde kötü ve şen'i tuzaklara teşebbüslerin, meydana gelmesine sebebiyet vermiştir. İslâm anlayışı için-Je. devletin Atabeyi pozisyonuna geldiğini zanneden dok­sanlık sadrıazam, Kösem Vâlide'nin padişah vâsisi olarak dillendirdiği emirleri yerine getirmediği gibi, yaygın hastalık­lardan olan rüşveti ise hiç kaldıramamıştı. Eğer hayatlarına kast edilen padişahların izalesinde vazife alan zevat arasın­da da kolay kolay yatağında Ölene pek rastlanmaz. Her biri takip altında tutularak en ufak bir yanlışında padişahın katli ile alakalandırılır, canını elden yitirirdi. Tarihin derinliklerinde rastlanılan malumattandır ki; Sultan İbrahim'in katlinde faali­yet gösteren yetmiş kişinin adının listeye alındığını, Nâima Tarihinde 4. cildinin 387. sahifesinde görmek kabildir. Yeni Camii Ayaklanması   Memleketin idaresinde görülen zafiyet, pek net şekilde ortadaydı. Padişah küçük, sadrazam yaşlı ve devlet idaresini çevirebilecek kıratta olmayıp, zaman zaman ülkenin en akıllı insanlarından biri olduğunu göstermiş bulu­nan Kösem Valide Sultanın emirleri bu sofu sadrazama zor geliyor ve yerine getirilmiyor idi.

 

Dolaysıyla icraat pek sesli ve değişik tarzda ahalinin ka­derine hükmetmekteydi. Yine bu sırada, idaresizliğin ve eski antlaşmazlıkların gündeme gelmesinden dolayı yeniçeri ile sipahiler ve içoğlanları denilen iki askerî güç arasında, adına Yeni Camii ayaklanması denilen kanlı mücadeleler çıktı. Ye­niçerilerin başında bulunan Koca Musluhiddin Ağa'nın idare­sindeki yeniçeriler galib gelmeyi başardılar. Bu arada sadra­zam; Cinci Hüseyin Hoca'nın evine yaptırmış olduğu baskın­da eline geçirdiği 150 bin kuruşluk çil altınlarla rahatça cülus bahşişini ödemişti. Sipahiler nereden estiği bilinmeyen bir rüzgar sayesinde orada burada "Sultan İbrahim'i hangi fet­vayla katlettiniz?" şeklinde hesap sormaya başlamıştı. He­men arkasından katletme işinde görev alanların, kellelerinin ismen istendiği sipahi askerinin ağzından çıkıvermişti. Tabii ki bu listenin birinci ismi ihtiyar sadrazamdı. Adının kellesi istenenler arasında birinciliği aldığını görünce, sağda solda toplananlar üzerine yeniçerileri göndermekte beis görmedi. Ne varki; husule gelen çatışmalar şehrin sokaklarında pek kanlı şekilde gerçekleşirken, günlerce sürmekteydi. Yukarıda da söylediğimiz bu kıtalin sonunda yeniçeri başarı sağlamış­sa da, bir canavar icadına sebeb olunmuştu. Sadrazamı memnun etmenin verdiği şımarıklığın nerelere varacağı çok geçmeden kendini gösterdi. Yeniçeri, bir zamanlar devletin en Önemli savaş makinesi olan bu zümre, kahredici silahını kendi insanına çevirmiş, fırın, han ve hamam basmakta in­sanlara ve servetlere büyük zararlar vermekteydi.

 

 

 

Girid Savaşı

 

 

Girid'e gönderilen donanmamız Foça Önlerinde Venedik kuvvetleriyle savaşa tutuştu. Ne çare ki bu savaştan yenik çıkan biz olduk. H. 1057/m. 1649 senesinde İstanbul'da ika­met eden Venedik elçisi Giovanni Soranzo, bu savaşta mağ­lubiyetimize sebeb olacak haberleri, Venedik Düka'sına ulaş­tırdığı tesbit edilmiş. Hemen tevkif edilerek Rumelihisar zin­danına tıkıldı. Bu işin diğer bir tarafı da sadrazama piyango çarptırdı. Ancak bu piyango yüz güldürecek değil, yüzünü buruşturacak sonuca taşıdı sadrıazamı.

 

Azledilen Mehmed Paşanın yerine Girid kahramanları ara­sında temayüz etmiş olan zevattan Kara Murad Ağa yeniçeri ağalığından vezaretiuzma makamına nasbedildi. Devlet ge­misi öyle çeşitli yaralar almıştıki, gelen sadrazam şaşkınlıki r içinde görevinin sona erdiğini görüyordu. Kara Murad âadan sonra Melek Ahmed Paşa onu takiben Siyavuş Paşa, onun arkasından Gürcü Mehmed Paşa onun da arkasından Tarhoncu Mehmed Paşa mevkii sadarete getirildi. Voynuk Ahmed Paşa bu sıralar da Çanakkale boğazını kapatmış bu­lunan Venedik donanmasının karşısına 70 parça gemimizle çıkıverdi.

 

üzün müddet boğaz dışına donanmamız burnunun ucunu çıkaramamaktaydı. Voynuk Paşanın bunların üzerine saldırısı hepsini şaşkına çevirdi. Çareyi bu azimkar donanmanın önünden kaçmada buldular. Voynuk Ahmed Paşanın rotası Foça üstüne idi. Yolda Giacopo dö Riva komutasında Vene­dik filosu donanmamıza saldırdı. Gemide istihdam edilen ye­niçeri askeri adetâ seyirci kaldı. Deniz savaşlarına alışık ol­mamaları onları seyirciye yaptı. Voynuk Paşa; düşmana sal­dırma metodunu seçerek çarpışa çarpışa Foça limanından çıkabilmeyi başardı. Girid'in üstüne gelmekte olan Tunus ve Mısır gemileriyle birlikte Girit'e uzandılar, üzün zamandır yar­dım bekleyen Girit'teki kuvvetlerimize taze kuvvet ile cepha­nede yetiştirmiş oldular.

 

Sultan Mehmed Voynuk Paşanın çektiği sıkıntıyı eski sad-nazam Mehmed Paşa'nın ihmaline yorarak idamını emretti. Böylece Sultan İbrahim'in katillerinden biri öldürülmüş, liste­den bir kişi eksilmiş oluyordu. Biz yine Voynuk Ahmed Paşa ve arkadaşlarının, Girid'e vâsıl olup ordaki mücahidleri nasıl güçlendirdiklerini anlatmaya çalışalım. Fakat bu vakaya geçmeden önce yukarıda adı geçen, Ali Haydar Emir Alpa-gut'un: "Târihi Bahri Sayfaları" adlı eserde Girid'deki Vene­dikli komutan bütün hristiyan ülkelerine başvurarak şöyle bir manifesto yollamıştı "Girid Adası, hristiyanlann Osmanlı de­nizlerini kontrol etmesine yarayan son adaşıdır. Osmanlı devleti, bu ada'yı alacak olursa denizler kanalıyla daha çok beslenecek ve büyüyecektir, korkunç bir hâle gelecektir. De­niz satveti, büyük olan bir devleti karada yenmek güçtür. Aman bize yardım edin. Girid Adasını savunmak, yalnız Ve­nediklilerin değil, tekmil hristiyanlık âleminin, en önemli me­selesidir.

 

"İşte bu manifesto bir çağrı görevi yapmış, Sultan İbrahim dönemi içinde kaydettiğimiz Girid faslında yardımlardan bu yardımı da yapanların gayretinden bahsetmiştik. Merhum amiral Büyüktuğrul, Osmanlı devlet ricalinin Girit savaşına sadece askerî çerçeveden bakıyorlardı tesbitini yaptıktan sonra bu kanaatleri Osmanlı devletinin târihi boyunca böyle devam etti. Bu yüzden de devlet Önce denizlerde çöktü ve karada çöküşümüzü hazırladı demekten kendini alamamıştır. Şunu da hemen ilâve edelim ki, serilik arzeden olayların dâ­im olarak, bir evvelki harekâtların, hedefleriyle ve bu hedef­lerin maksada uygun olarak ele geçirilip geçirilmemesiyle büyük alakası vardır.

 

Girid muhasaramız da, bu ölçünün içine giren vakaların belki de başda gelenidir. Şimdi biz Girid ile alakalı doküman­tasyon yaparsak bu tezimizi doğrulama şansı yakalayabiliriz.

 

Târihler; 7/nisan/1646'yı gösterdiğinde, Amiral Tomasso Morosini emrindeki Venedik donanmasıyla Bozcaadayı mu-hasaya aldı. Kaptanı Derya Semin Mehmed Paşa; dirayetli bir komutanı olan Küçük Hüseyin Paşayı Morosini'nin üstüne Bozcaadaya sevk etdi o da pek kısa zamanda Bozcadaya çı­kan işgalcileri denize dökerek Çanakkaleye avdet etdi. Mo­rosini, bu mağlubiyete rağmen gemilerini Çanakkale boğazı önüne dikti. Girid'e yardım götüreceğini istihbar ettiği gemi­lerin böylece yolunu kesmiş oluyordu ve nitekim, Çanakka-leden çıkan gemilerimiz, Morosini kuvvetleri ile karşılaştı. Bir saat süren muharebe sonunda Osmanlı gemileri Girid ..    r:ne suda kaymağa muvaffak olurlarken, Morosini'de bü-kuvvetleriyle Suda limanına gelip demirledi. Bozcaada Canakkalede yok edilemeyen düşman donanması şimdi Girid'de belâ olmaktaydı.

 

Tecrübeli kumandanlar ve bilhassa Cezayirli Cafer Ağa, Suda liman ve kalesinin alınması burasını da bir askeri üs yapmak gerektiği konusunda beyanda bulunupda Kapdanı Derya Semin Mehmed Paşayı ikna etmişlerdi. Fakat 11/12 ağustos gecesinde bu zâtın vukubulan vefatı, istekleri geri bı­raktırdığı gibi boşalan makama gelen Küçük Hüseyin Paşa, Suda hakkındaki tavsiyeleri ve selefinin aldığı karan, tatbike muvafık bulmadı. Muhasarayı; Resmo kalesine kaydırdı. Böylece Suda limanı üzerinden Girid müdafiileri devamlı yar­dım alma şansı buldular. Aslında Küçük Hüseyin Paşa; azim­kar, yiğit bir şahsiyet olmasına rağmen Suda limanı işini de­ğerlendirmede ki hatası, Girid Adası gailesinin uzamasının en mühim sebebini teşkil etmiştir.

 

Merhum amiral Büyüktuğrul; kıymetli çalışmasında şu dersi almalıyız diye bir mütalaa ileri sürmektedir ki, biz sahi-femizin bu ifadeyle süslenmesini arzu ettik: "Toplum olarak millet ve özellikle devlet yöneticileri deniz sorunlarını ve bu sorunların savaş üzerindeki etkilerini bilmezlerse savaş başladıktan sonra denizcilerin, onları bir kaç savaş mecli­sinde inandırmaları olağan olamamaktadır. Genel olarak ko­nuşmak gerekirse Girid Savaşı sırasında, Osmanlı devleti­nin yönetici makamlarında deniz sorunlarını iyi bilen devlet adamları yer almış olsalardı; ya da deniz sorunlarını yada deniz kuvvetlerini savaşa hazırlama ve savaşta yönetme so­rumluluğu, denizci derya kaptanlarına verilseydi, Girid Ada­sını almak için yapılan harekât bu kadar uzun sürmeyecek;

 

savaş harcamalanda bu kadar büyük olmayacak; bu kadar kan dökülmeyecekti.." Suda Limanı ve kalesinin, bir Os­manlı üssü haline getirilmemesi hakkında önce şu malumatı da ilâve edelim sonra da Tarihçi İsmail Hami Danişmend merhumla, Ali Haydar Emir Alpagut'un bu konuya dâir be­yanlarını okurlarımıza sunalım. Suda limanını işgalden vaz­geçme kararı, en ağır sonucunu hemen o yıl gösterdi. Çıkan büyük bir fırtına Kara Mustafa kumandasındaki Osmanlı do­nanmasını önüne kattığı gibi, Eğriboz Adasına kadar sürük­ledi. Fırtına gemilerimizi perişan edip hayli hasara uğratma­sına sebebiyet verirken, Kapdanı Derya Kara Mustafa Paşa, bir Venedik kalyonu ile tutuştuğu savaşda şehid oldu. İsmail Hami Bey; "Küçük Hüseyin Paşanın Suda limanını şundan dolayı muhasaradan vazgeçmiş. Daha doğrusu yapılan mu­hasarayı kaldırmıştı: Deniz üzerindeki yalın bir kaya biçimin­den ötürü Suda limanını kuşatmayı uygun görememişti. Özellikle düşman da gece saatlerinde, ada'ya takviye kuv­vetleri ve cephane getirebilmekteydi." Demekte. Afi Haydar Emir Bey ise;

 

"Resmo Kalesi Suda'dan daha zayıf bir tahkimata sahip değildi. Kalenin dış duvarlanda onbin evlik bir duvara sahip­ti. Hendek, kazık, siper ve bataryalardan kurulu çok kuvvetli bir savunma örgütü vardı. Kale içinde, 10 bin muntazam, 30 binde milis askeri vardı" Demekte. Ali Haydar Beyin izahın­da bir anormal taraf yok.

 

Fakat Danişmend'in beyanında, ipe sapa gelir bir şey gö­rülmüyor. Kayalıkmışda almamışda, düşman geceleri takvi­ye yapıyormuş, yahu sırf düşmanın takviye yapmasını önle­mek için evvelâ o hattı kesmek icâb eder, bu sebeble oraya muhasarayı koymamak ihanet derecede bir iştir.

 

Danişmend her zamanki gibi gayri ciddi beyanları savurup esmiş. 1647 senesinde donanmamız, maalesef yetersiz kapdam deryaların emrine veriliyor, İstanbul'da tersane gemi imâlinde haylice yavaşlarken, tamirlerde pek güzel yapıla­maz olmuştu. Düşmanın ise ilk işi memnun olmadıkları Mo-rosini'yi vazifeden almaları gerçekleştirilmiş, yerine Marino Kapello diye birini getirerek komuta heyetinde yenilik dene­mek isterlerken, bu Kapello oluverdi.

 

Yerine Amiral Batista Grimani adlı birini getirdiler bu adam bütün hesabını donanmalarını Çanakkale önüne yığıp, büyük gemilerin verdiği avantajla, donanmamızın boğazdan çıkışta yolunu kesme üzerine yapmıştı.

 

Ayrıca Çeşme ve Eğriboz önlerine göndereceği seyyar fi­lolarla ablukayı daha geniş sahaya açma yolunu planlamıştı. Bu plân kendi hesaplarına göre iyi bir plân olmakla beraber Grimani gemilerini toplayıp yola çıkıp, hedefine gelene ka­dar hayli zaman israf etdi. Bu zamanı da değerlendiremeyen Kapdanı Derya tâyin olunmuş, Defterdar Mustafa Paşa oldu. Zâten Defterdarın kaptanı derya olduğu ülkenin denizciliği o kadar olur. Bakın haksızmıyız!

 

Mustafa Paşa; Girid Adasına ikmal götürmekte muvaffak olmak için yapacağı, Çanakkale'den çıkıp, Girid'e doğru ro­tayı kırmakdı. Ama o bakın ne yaptı: Eğriboza gelip burada bulunan gemi ve adamları alıp Girid'e gideceğine Eğriboz'a uğramayı bırakıp, Sakız Adasına yollandı. Maksadı oradaki gemi ve kara askerini alıpda gitmekti. Ancak karşısına bir Venedik filosunun çıktığını uzaktan görünce tekrar Eğriboz üzerine dönerek yola düzüldü. Ne varki Eğriboz yakınlarında da, karşısında beliren filo düşmanın başka bir filosuydu. Ne Sakız, ne de Eğriboz önündeki filolarla çarpışmayan Defter­dar, bari İstanbul'da yüklediklerimi Ada'ya ulaştırayım dü­şüncesiyle, Girid'in üstüne dümen kırdı.

 

CJfukta Osmanlı gemilerinin direklerini gören asakiri Os­maniye ümid içinde, gemilerin gelmesine kucaklarını açtılar.

 

Gelenlerin takviye değil adetâ düşmandan kaça kaça gele­bilmiş çerezlerdi. Küçük Hüseyin Paşa, Defterdar Mustafa Paşayı öyle bir haşlamıştı ki, bu muamele Defterdar'da Mora kıyılarını varıp, oradan Rumeli askerini alıp geleyim düşün­cesine götürmüştü.

 

Eğriboz'da toplanmış Rumeli askerinin, kara yoluyla Ana-poli'ye götürülmesini kendisinin onları oradan alacağını bil­dirdi fakatya bu bilgiyi haber alan Venedikliler veya tahmin etmek suretiyie olacak, gemilerini hızla Anapoli sahiline gön­dermek yolunu seçtiler. Bu bakımdan Mustafa Paşa bu nakli­yatı gerçekleştirme fırsatı bulamazken, Venedikli bir grup ge­mi, Çeşme limanına baskın yapmış ve bir hayli Osmanlı ti­caret gemisini ihrak yâni yakmaya muvaffak olmuşlardı.

 

Tabii bu haber çocuk padişahın kulağına vardığında, Def­terdar Mustafa Paşa artık kapdanı derya değil sayıldı Fazlul-iah Paşa bu vazifeye getirilerek Anapoli'dekİ kuvvetleri ve ik­mal malzemesini Girid'e taşıma İşi de ona verilmişti. Defter­dar Mustafa Paşa, doğruca yeni kapdanı deryanın emrine amade olmak üzere yanına gitdi. Böylecede donanma kuv­vetlenmişti. Sakız Adasına gitdiler lazım geleni aldılar. 28/eylül/1647'de Girid'e gelip, mücahidleri sevindirerek bi­raz rahatladılar. 1648 senesi; Girid savaşı açısından düşman üzerinde Osmanlı baskısının azaldığı, çünkü ada'ya ikmâl ve değiştirme birliği ulaştırma bakımından yavaş hareket edildi­ği kanaatini düşündürüyordu. Kandiya kalesinde savunmacı hristiyanlar, çıkış harekâtı yapıyorlar fakat her seferinde Ser­dar Küçük Hüseyin Paşada bunların dersini bir güzel veriyor­du. Küçük Hüseyin Paşa, bu çıkışları bir güzel savuşturmayı başarırken, İstanbul'a gönderdiği haberlerde acil ve kuvvetli yardım talebi yapıyordu.

 

Öte taraftan da, Kandiya kalesinin fethini temin etmek için ele geçirerek nisbeten rahatlamış olduğu Resmo kalesinden silah yardımı ve bunun yanında ordaki toplan, kara yoluyla nakil edip de Kandiya önüne getirme çabasını başlatmıştı. rSâkil işini hayli zorluklarla mücadele ederek gerçekleştiri­yorlardı. Fakat başardıklarında ise Kandiya'nın fethi mukad­derdi.

 

Venedikliler ise; İstanbul'dan gelecek yardıma geçit ver­memeyi temin için, bütün gemilerini Çanakkale önlerine ve kademeli olarak muhtemel yayılma alanlarına doğru devriye gezdirmekteydiler. Bu sırada ise; Amâoğlu Mehmed Paşa di­ye biri ortaya çıkarak, kapdanı derya olma kulisini başlatmış ve buna da muvaffakiyetle ulaşmıştı. Donanmayı Hümayun, 1648 yılına yeni bir kaptanı derya ile girmişti.

 

Venedik donanması Çanakkale önlerinde Osmanlı gemile­rinin açık denize çıkmalarını önlemek gayesi ile devriye ge­zerken çıkan bir fırtına Psara ada'ları civarında bunları yaka­ladığında perişan etmiş ve yirmisekiz gemisini deniz adetâ yuttuğu gibi kumandanları Batışta Grimani'de ölüm çuku­runda kalanlardan oldu. Bu Osmanlıların istifade edebileceği büyük bir fırsattı. Kendini toparlamaya çalışan düşman do­nanması, Girid'e lâzım gelen yardımı ve askeri yetiştirmek için gemilerimiz yanlarından bile geçse haydi uğurlar olsun demekten başka bir şey yapamazdı. Ne çâreki; bizimkilerin bu fırtınadan haberleri olup, olmadığı, şüphelidir! Çünkü; düşmanın başına gelen fırtına hasarının haberini alsalardı, hızlı hareket eder onlar kendini bir düzene sokana kadar üst­lerine giderler, denizin darbesi üstüne leventlerin sil'esi de eklenirdi. Fırtına da Ölen Grimani'nin yerine de başka Morisi-ni tâyin edilmiş ve bu amiral, filosunu toparlayarak Venedik­lilerin diğer bir filosu vede amirali Ciakomo Ramo ile birleşti, birlikte kuvvetli bir büyük filo teşkil edip, yine Çanakkale Ön­lerine dikildiler. Amâoğlu (Kör oğlu mânasına gelir) Mehmed ^aşa, Çanakkale boğazında bekleyen Venediklileri görünce

 

usulca tam tornistan eleyip, boğazdan içeriye kıvnlıverdi. Bu davranışı duyan İstanbul ahalisi, çok kızdı. Bu kızgınlık an­cak, Amâoğlu'nun idamı ile giderildiğinde târihler, 1648/ha-ziranmın/18. gününü işaret ediyordu. Tabii işaret edelimki bunların oluşu sırasında Sultan İbrahim henüz tahtında otu-ruyor ve sıkıntılı günleri çoktan başlamıştı.

 

 

 

Kadırga Mı? Kalyon Mu?

 

 

Tersanelerimizde yukarıdaki ara başlıkta sorduğumuz so­nun cevabı bir türlü verilemiyordu. Akıllı biri çıkıpda kos­koca Osmanlı devletisiniz. İkisindende yapınız. Ne çabuk muttunuz? İnebahtıda yakılan donanmamız için büyük vezir Sokullu Mehmed Paşa ne demişti? Ol devlet öyle bir devlet-tirki halatlarım ibrişimden, yelkenlerini atlastan, lengerlerini aümüşten yapar! Oturup, kalyonda yapın, kadırga da, hâttâ mavna'da neyiniz eksikki? Şeklinde bir diskur çekseydi,. Kalyon imalini İsteyenlerin, kafalarını taktıkları husus, Kal­yonlar savaş esnasında rüzgârın tesirinden istifade ederek, kadırgaların üzerine süzülüp, onları çiğnemekteler. Bundan dolayı bu avantajı biz de kullanalım demekteydiler. Kadırga imâlini istiyenler ise, Hazreti Barboros'u vede onun kadırga­larla nice düşman kalyonlarını perişan edip, denizlerin hâki­mi mutlakı olmasına misal olarak bakıyorlardı. Sanki denize tek lâzım olan gemi üstünlüğüymüş gibi.. Hazreti Barboros'u düşündüğümüz zaman karşımıza çıkan adetâ bîr insanüstü-lüktü. Preveze Savaşı esnasında, gösterdiği kerameti mer­hum amiralin kendi hatıratı ifade ediyor. 1649/1656 yıllan arasında Girid savaşı, donanmamızın ademi kifayeti yüzün­den bir türlü zafere ulaşamamış, hâttâ Ada'da vazife yapan Serdar Küçük Hüseyin Paşa, kara kuvvetleri bilgiler ve şeca­ati, gözü karalığı olmasaydı değil Girid'i fethetmek, kötü bir mağlubiyete duçar olabilirdik. Amiral Afif Büyüktuğrul, de­ğerli eserinde Çanakkale'de Boğaz Muhafızlığı komutanlığı ihdas edilmesini, denizcilik de geriye dönerek, Yıldırım Baye-zıd devrine avdet etmiş olduk. Çünkü o sıralarda Boğaz mu­hafızlığı makamı vardı. Demek suretiyle duraklama dönemi­ne, denizcilikte ki gerileme ile girdiğimizi işaret etmekte. İh­das olunan Çanakkale boğaz muhafızlığına Derviş Mehmed Paşa getirildi ve bu zat da hemen Kirte Tepe'ye dört tane top yerleştirmek sureti ile Venedik gemilerini topa tutup, Morto Koyunu ve Karanlık limandan kovmayı başarmak, donan­manın boğazdan çıkışına yol bulmaktı maksadı.

 

Doğrusu bu tedbir işe yaladı. Donanma toplarınında, Kirte Tepeden yapılan atışlar, Venedik gemilerini önce şaşkına sonrada kendilerini Beşike'ye çekmeye mecbur kıldı. Bu arada da Venedik donanma komutanı mürd oldu. Voynuk Ahmed Paşa; boğazdan çıkıp Girid'e muvassalat etmeğe gi­rişti. Yolda karşısına Venedik donanması çıktı, kesin netice alıcı bir savaşa girmekten imtina eden Voynuk Paşa, işinin mutlaka Girid'e yardımı ulaştırmak olduğunun şuuru için­deydi. Sakız Adasında Anadolu askeri Girid'e takviye kuvvet olarak gitmek üzere hayli zamandır beklemekteydi..

 

Bu arada nasıl bir emir geldiyse! Veya hangi sebebe müs­tenit olarak Voynuk Ahmed Paşa, Girİd yerine Foça üzerine dümen kırdı. Halbuki kalesi Venediklilerin elindeydi. Eğer Foça'ya girilmek istenirse, giriş yolu üzerindeki bu kaleden açılacak ateşe düşman donanması da karşıdan ateş açtığın­da bizim gemiler iki ateş arasında kalacaktı. Voynuk Ahmed Paşa yanında bulunan Cezayir ve Trablusgarb Beylerbeyleri­ni ve filolarını Midilli'ye sevk etmişti. Ondan sonra Foça li­manına girmişti. Çok geçmediki Venedik donanması geldi, yatmakta olan filomuzu bastı. Kale komutanı da toplarını üs­tümüze tevcih edip, gülleleri savurmaya başladı. Kapdanı Derya Voynuk Paşa, hemen düşman gemisine rampa ederek boğaz boğaza savaşa koyuldu. Diğer gemilerimiz ve içlerinde bulunan yeniçeri askeri, kaptanların hamlelerine, bizim cenkle işimiz yoktur demek suretiyle hem savaşa katılmadı­lar, hem de kaptanları yardıma bırakmadılar. Bu olay üzerine İstanbul'da sadaret değişimi oluyor, Kara Murad Ağa vezare-tiuzma makamına irtika ediyordu. Padişah olsun, ricali dev-I t olsun, Kapdanı Derya makamına bir denizciyi getirmenin lüzumuna inandılar nasılsa!

 

Bıyıklı Mustafa Paşa Girid adasındaki donanma ile İstan-bula gelmek üzere yola çıkmışken Kapdanı Deryalığa atanan uaydarağaoğlu Mehmed Paşa, iki kadırga ile İstanbul'dan, Girid ada'sına doğru yola çıkmıştı. Takvimler 15/mart/1650 senesini gösterirken, işi denizcilik ve deniz ticareti olan Vene­dik yirmi kalyon, sekiz kadırga ile Çanakkale boğazını tekrar ablukaya almaya başladı. Ancak gerek Abdurrahman Paşa­nın boğaz muhafızlığında Kepez ve Soğanlıtepede mevzilen-dirdiği toplar, düşmanı boğaz civarından uzak durmaya mec­bur kıldığı gibi ablukayı hayli boğaza uzak sularda yapmaya zorluyordu.

 

Haydarağaoğlu Mehmed Paşa; Girid'e yardım götürmek için harekete geçtiyse de, yeniçerilerin muhalefetiyle karşı­laştı. Truva kıyılarına giderek oradan bulabildiği yardım mal­zemesini alıp Girid üstüne uzandı. 18/şubat/1651'de buraya 157 yeniçeri neferi, bir miktar para ve eşya getirebildi. Kü­çük Hüseyin Paşa; İstanbul'a yaptığı şikâyetin sonucu ola­rak, kapdanı deryanın tebeddülünü sağladı ve Hüsameddin-beyoğlu Ali Paşa makama getirilmişti.

 

Denizcilikten gelen bu zat, padişaha kalyon yapılması hu­susunda, ısrarda bulunmaktaydı. Kış olmasına rağmen 18 kadırga ile Girid adasına dörtbin asker taşımağa muvaffak °ldu. 13/haziran/1651'de de Girid'e o güne kadar getirilmiş Yardımların en büyüğünü getirdiğinde 30 kalyon, 38 kadırga ve 6 mavnadan müteşekkil bir donanmaydı emrinde olan.

 

Ali Paşa; Çanakkale Boğazı dışındaki yaptığı keşif saye­sinde düşmanın Anadolu ve Rumeli sahilinde mevzilenmiş toplar yüzünden ablukalarını, pek sıkı ve teşkilatlı şekilde kapamamış olduklarını tesbit etdi. Bu vaziyet karşısında pek burnaz bir tuzak hazırlama cihetine gitdi. Filosunu aldığı gibi hayli güney istikametinde uzaklaşacak, bu sırada Venedik fi­losu Çanakkaleyi abluka için, sahile nisbeten yaklaşınca, ge­rek yerleştirilmiş toplar gerekse, güney istikametinde uzak­laşmış filo, hızla bu gemilerin üstüne gelecek, akıbet Venedik donanması iki ateşarasında kalacaktı. Bu sırada Kara Murad Paşa; Küçük Hüseyin Paşanın yerine Serdar Tâyin edilmişti ki, donanmanın başında olduğu halde, Çanakale'ye gelmişti. Ali Paşa, kaymış olduğu güney sularında Mısır'dan dönmek­te olan onbeş adetlik filoyla birleşmiş ve kuvvetin ehemmi­yeti artmıştı. Kara Murasd Paşa; başında olduğu donanma­nın tanziminde de kalyonları birinci hafta, mavnalar ikinci hat'tı teşkil ederken kadırgalar ise üçüncü hatta dizildiler.

 

Kara Murad Paşa baştarde denilen gemiden, daha hızlı ve kolay manevra yapabilen, gemilerin arasında kolaylıkla ge-zebilen bir kadırgaya geçmiş böylece de emir ve komuta mevkiini bir mânada da gizlemiş oluyordu ve de, düşmanı böylece adamakıllı şaşırtmayı başarmış oluyordu. Nihayet; 16/mayıs/1654 senesinde, altı saat süren bir savaş meydana geldi Venedik donanmasıyla. Düşman donanmasında gemi sayısı büyük sınıftan olmak şartıyla 26 gemi idi. Başlarında Venedik donanmasının kıymete hâizlerinin arasında mümtaz bir mevkii olan Amiral Giuseppe Delfino komuta ediyorken, yardımcı subayları ise savşlarda pişmiş kişilerdi. Demir at­mış olarak beklemekte olan Venedik filosu, amiralin taktiği­ne göre donanmayı hümayun'un iyice yaklaşmasını temin İçin hareketsiz duracak, yeterli mesafeye gelindiğinde, demir alma yerine demirleri kesmek suretiyle hemen saldırıya ge­çerek, avlarını fena bir şekilde bozguna uğratmayı kuruyor­du, üstelik lodos rüzgârı bunları ümitlendirmekteydi. Bizim gemilerin görüldüğünde tasavvur ettiği gibi bir müddet bek­lemede kalan Amiral Delfino, vaktin geldiğini göz önüne ala­rak, 26 gemisine aynı anda demir kestirip, ilk hattında Ami-

 

  23 Fransesko Morissini ve emrinde 8 kalyon olduğu halde 'den Murad Paşanın üzerine yürüdüler. İlk top sesleri du-Iduöunda, savaşın kanlı geçeceğini hissetmemek kabil de-"'ldi   Topların ağzından çıkan mermiler, küpeştelerde pathaemilerin çeşitli yerlerinde de rahneler açıyordu. Bu ağır hasar verici bir mücadele olarak görüldüğünden, İki tarafda gözüne kestirdiği düşman gemisine rampa yap­mak suretiyle savaşı sürdürme eğilimine girdiği, saffı harbin sıralarında bir gayrimuntazamlık görünmeye başlamıştı. Meydan muharebelerinde önce iki mübarizin yâni, dövüşçü­nün çıkması suretiyle ve onların aldığı neticenin muhasımlar indinde meydana getirdiği moral tesirin, zaman zaman sava­şın neticesini gösteren âmil olduğu, harb menakiblerini anla­tan eserlerde rastlanan malumattandır. İşte bu misâlin üzere, Venedik kalyonu Akila Doro İsimli gemi, bizin Emîr Reisin saldırısına mâruz kalarak, bizim rampa etmemize mâni ola­mamıştı. Kılıç, kılıca, göğüs göğüse amansız bir cenk Do-ro'da cereyan etdi. Emîr Kaptan plânlı ve programlı olarak, leventlerinin bazılarını, düşman gemisini endaht ettirmekle, yâni patlatmak üzere görevlendirdiğinden vaktin geldiği işa­retini alınca büyük bir ustalıkla kalyonunu Akillo Doro'dan, büyük bir maharet ve hızla ayırmaya muvaffak oldu. Düş­man gemisinde bir tek yiğidini de, bırakmamak suretiyle işi başarması birlikte mücadele yıllarının verdiği tecrübeyi kuv­veden fiile çıkarma olarak kabul edilmelidir. Gemimizin düş­man kalyonunun yanından ayrılmasının hemen peşinden öy­lesine bir infilakla sarsıldıki, sulara gömülmesi dakikalar ile °lqülebilir kısalıkta oldu. Amiral Morosini, sularda boğulma-niakla meşgulken leventlerimiz; onu bu zor mücadeleden nalas edip, gemilerine çektiler. Yine bir başka kalyon kapta-nın"iız İskenderiyeli Mehmed Reis'in gemisi, ürsula Bona enture adlı Venedik kalyonuna rampa etmiş, Emîr Reis'in rampasında meydana gelenler bu rampada da yaşanarak, Bona Venture'de Morosini'nin Akillo Doro'nun akıbetine uğ­radı. Çok geçmediki Trablusgarb'dan gelen gemilerimiz bir Venedik kalyonunu esir etmeyi başardılar. Bütün bunlar olur­ken; güney istikametinde uzaklaşma taktiğinden hareketle, Ali Paşa yanında Mısırdan gelen filo ile birlikte kıyametin adetâ koptuğunun resmi olan, muharebenin yapıldığı sulara doğru hızla kaydı ve Venedik gemilerinin, diğer bordaları üzerine yüklenmeğe başladı.

 

Plân tutmuş, düşman iki ateşarasında tutulmuştu. Vene­diklilerin San Giorgi adlı kalyonu kumanda forsunu taşımak­ta olup, daha önce batmış gemilerden kurtardıklanyla hayli kalabalıklaşmıştı. Bunların hesabı Osmanlı Donanmasının amiral gemisini yakalamak ve donanmayı mağlubiyete du­çar etmekti. Halbuki Kapdanı Derya Kara Murad Paşa, de­nizci olmamakla beraber, önce cesur bir insan idi. Peşinden tecrübeye büyük saygı duyan anlayışa sahipti. Reislerin söy­lediklerini yabana atmıyor, icabında onların tavsiyelerini, bir cengâver olarak daha da mükemmel eştiren ilâvelere aklı eri­yordu.

 

Bu sebebden dolayı, kendisi amiral gemisinde olmayıp, daha hareketli bir kadırgada bulunuyordu. Buna rağmen Mu­rad Paşa gemilerin çoğunu, amiral gemisine sataşanlara göndermişti. San Giorgio üstüne gelen gemileri görünce ya­nındaki kadırgalardan ayrılıpda kurtulma yolunu aramaya başladı. Ancak çıkan dalgalar hasar gören bu geminin direk­lerinin kırılmış olması, dümen mekanizması ise komuta din­lemez bir arızaya girdiğinden, hem gemilere komuta edemez hâle düşmüştü hem de, başının çâresine bakma vaziyetine gelmişti.

 

içindeki muharipler, Osmanlıya esir düşmektense, ölümü seçmişlerdi. Bu bakımdan San Giorgio kaçamak dövüşüyordu iyi bir su yolu bulup, firara bakıyordu. Kendisine takılan qemiler beş taneydi ve Güney cihetinden, savaş sularına gel-rnİş bulunan Ali Paşa, bunların üzerine rota tutturdu. Bu beş nemiden her biriyle savaştı. Onların birini sakatladı, birini zaptetti. Bir diğerini batırdı, bir kalyon aldığı yaralar yüzün­den kendikendine battı.

 

San Giorgio ise bu kadar gemi batıra batıra gelmeye çalı­şan Ali Paşanın elinden kurtuldu. Kapdanı Derya Murad Pa­şa, düşmanın geri kalan bütün gemilerini yok etmek gaye­siyle takip altına aldı. Fakat çıkan pek büyük bir fırtına do­nanmamıza bunları yakalama imkânı bırakmadığı gibi fırtı­na, herkesin kendi başının çâresine bakması gerektiğini ha­tırlatır azametteydi. Fırtına sonrasındada Kara Murad Paşa; Foça limanına uğradı.

 

Orada işe yarar ne bulduysa gemilere yükleyip, ver elini Girid dedi. Girid'e vusulünde gazilerin sevinci görülecek manzaraydı. Kara Murad Paşa; sadnazam olarak nasb edildi­ğinden kapdanı deryalık Zurnazen Mustafa Paşaya tevcih olundu. Tabii bu zâtında denizci olmadığını söylemeye gerek yok herhalde. Bu Paşa; Kara Murad Paşa gibi yapmak iste­diyse de, meşverete önem verip deniz üstadlarına değer ver­mekle beraber cesareti medeniyesini Kara Murad Paşa sevi­yesinde tutamadığından, bir çok işi yarım bırakıyordu. Düş­manla çarpışıyor. Onları zor duruma düşürüyorsada, bitirici saldırıyı yapmaya cesareti kâfi gelmiyordu. Girid Adasına yardım götürme yerine İstanbul'a avdet etmeyi tercihi göre­vinin elinden gitmesine sebeb oldu.

 

29/mart/1656'da vazife Halep Valisi Mustafa Paşaya veril­di. Bu Paşa, daha tersaneyi gezerken işin kendine uygun ol­madığını gördü ve en kısa zamanda da 1656 mayıs ayının 4. günü Mısır'a vali olarak kendini tâyin ettirmenin yolunu bul­du. Amiral Büyüktuğrul merhum, bu adamı târih, Kaçak Mus­tafa Paşa diye andığını, değerli eserinde zikretmekten kendi­ni alamamış. Muhterem okurlarım; Yılmaz Öztuna Bey; Os­manlı kapdanı deryalarının vazife alma listesinde, 71. kap­danı derya olarak eski sadrıazamlardan Kara Murad Paşa'yi zikreder ve 1 l/mayıs/1655'de yine sadarete yükselmesiyle son bulduğunu yazar. Akabindeki kapdanı derya olarak Telli Mustafa Paşa olup, bu 72. olarak vazife alan zât'ın, görev sü­resi ongun sürer ki; Büyüktuğrul âmiralim'in bahsettiği, Ka­çak Mustafa Paşa olarak anılan bu Paşa olmalıdır -73. Kap­danı derya olarak, daha sonra sadnazamlığa da getirilecek olan Zurnazen Mustafa Paşa'nin geldiği görülürki, bu zâtın 21/mayıs/1655'de aldığı görevide, 10 ay, 10 gün son-ra30/mart/1656'da bırakmış görüyoruz.

 

74. kapdanı derya olarakda listede 30/mart/1656'da vazi­fe alıp, 1 ay, 15 gün sonra, 4/mayıs/1656'da makamı, Topal Sarı Kenan Paşa'ya devreden Kara Mustafa Paşa'ya rastlıyo­ruz. Görüldüğü gibi deniz devleti olması gereken Osmanlı devletinin birbiri ardına ve umumiyyetle denizcilikden yetiş­memiş kişilerin idaresine verilmesi, acaibü'l garaibdendir de­sek yeridir.

 

Halbuki; Girid gibi bir mühim tabii üssün fethine teşebbüs etniş gücün ihtiyacının deniz kuvvetleri olduğu aşikârdır pek teessüf olunmalıdır ki; bu durum, asla ihmal götürmez bir ehemmiyetle ele alınmalıydı, ne varki öyle olmadığı apaçık ortada! 75. Kapdanı derya olarak iş başı yapan, Topal Sarı Kenan Paşa, Girid Adasına 30 kalyon, 10 mavna, 40 kadır­ga, 20 beylik gemisi, ayrıca gemilere bindirilmiş hayli sayıda kara askeriyle yola çıktı. Güçlü bir görüntü sergileyen do­nanmayı hümayun teçhizat bakımından hayli eksik halde idi. Tam tersine Venedik gemileri, denizci milletin gerektirdiği güç ve zindelikte idi. Lazzaro Mocenigo, Antonio Barbaro, Pi-

 

Contar, Guiseppe Morisini gibi amiraller görevleri başın-bilmem kaçıncı defa leventlerimizin karşısına çıkıyorlardı. Bizim gibi zırt pırt kumandanı değiştirme yoluna gitmiyor-ı rdı Venedik donanması dediğimize bakmayın bu deniz kuvvetlerine bunlar buz gibi haçlı donanması olup, bu sefe­rinde de Malta şövalyelerini de aralarına almışlardı. 26/hazi-ran/1656'da Çanakkale önlerinde iki donanma karşılaştığın­da düşmanımızın gemileri, Morto Koyundan, Karanlık Lima­na kadar olan deniz sathında bir hilâl görüntüsü içinde saf tutmuştu. Lazzaro Mocenigo ortada yer tutarken, Barbaro ve Contari'yi yanlarda görüyoruz. Morisini arka safı, Malta Şö-valyeleriyle birlikte teşkil etmişleridi.

 

 

 

Bizimkilerin Hâli!

 

 

Eski savaşlarda yaptığımız gibi, kalyonlarımız ön safta mavnalar ortada, kadırgalarımız ise, en arka safta dizilmiş­lerdi. Gemilerin idaresi denizcilerde olmakla beraber, harekâ­tı askeriye yeniçeri ve kara askerlerine bırakılmış olduğun­dan, emir ve komuta zinciri bir parçadan da öte karışıklık içindeydi.

 

Nitekim; böyle olmanın mahzuru az sonra kendini göster-rneye başladı. Savaşı göze alan iki donanmanın, hedeflerinin ne olduğuna bakacak olursak, haçlılar donanmamızı Çanak­kale boğazından Ege'ye çıkartmamak dolaysıyla hem ticaret yollarını Osmanlı talan harekâtından muhafaza etmek hem de Girid'deki hristiyan savunmasına güç katmak için, Os­manlı askerinin her çeşit takviye almasını önlemekti.

 

Bizimkilerin ise; Girid'e gidip, yardım ulaştırarak fethin bir gun önce tamamlanmasını temin etmekti. Savaş; uzak me­safeden yapılan top atışlarıyla başladı. Rüzgâr düşman do-nanması üzerine yelken dolduracak şekilde esmeye başladı.

 

Durum hava ve deniz avantajı bakımından rakibimize gülü­yordu. Önceki savaşlar esnasında, boğazın rumeli ve anado-lu sahiline yerleşmiş topların, düşmanın ftöğazın içine kadar girmesine engel teşkil edemediği görüldü. Bu kadar zaman geçmesine rağmen topların caydırıcı olamamasının cevabı henüz bulunmadı üçyüzelli küsur yıldan beri..

 

Maalesef Kenan Paşanın komutasındaki donanmamız, Gi-rid'le ilgili deniz savaşlarının hiçbirinde bu seferkinde olduğu kadar perişan olmamıştı. En büyük düşman ise, gemilerimiz-deki yeniçeri oldu. Bunlar deniz alışkanlığı olmadıklarından, gemilerin ya savaş alanından kaçmasına yahut baştan kara edip, sahile çıkmaya zorladıklarından, mağlubiyete duçar ol­duk. Başarı gösterebilen gemilerimiz, ya içinde kara askeri olmayan veya reise bıçağını çekmeyenlerin bulunduğu ge­miler oldu.

 

Bu savaşın kaybının en feci tarafı, Çanakkale önierine pek uzak olmayan Midilli'yi Venediklilerin ele geçirmesi yanında Bozcaada'da aynı akıbete uğramıştı. Allah'dan haçlılar, bu fırsatı değerlendirme hususunda kısır kaldılar. İstanbul üstü­ne boğazdan süzülseler idi, İstanbul'un işi hayli tehlikeye bi­nerdi. Mektep kitaplarında denize bakan surların, düşmana heybetli görünmesi için badana yapılması, alınacak ilk tedbir arasında sayılmıştı. Neyse ki; Köprülüler devrinin başlaması­na az kalmıştı. Girid'in devamını o safhada okuyacağız.

 

 

 

Bulgurlu Savaşı

 

 

Bu eserin yazıldığı sırada yâni 1980'lerden sonra başlık yaptığımız Bulgurlu, artık İstanbulumuzun meskûn mahalleri arasında yer aldığından bundan böyle bu bölgede yerleşen İnsanların bulundukları arazinin hiç değilse 1650'li yıllarda kjr meydan savaşına şâhid olduğunu bilmeleri için ayrı bir Önem atfettik bu açıklamadan sonra gelelim vakayı anlatma­ya:

 

"Daha önceki satırlarımızda sipahilerin ve içoğlanların, ye­niçerilerle yaptıkları mücadelede pek feci şekilde kırıldıkları­nı anlatmıştık Bu vakanın adının Sultanahmed Vakası adı ol-duğunuda hatırlattıktan sonra bu olayın üzerinden geçen dö­nem içinde sipahi askerine yapılan bu, katliam Anadolu'da büyük bir üzüntü husule getirmişti. Gürcü Nebii ve Katırcıoğ-lu yanına topladığı seksenbin nefer eşliğinde isyan etti.

 

Hedef olarak İstanbul'u seçti ve yürüyüşe geçti. Üsküdar'a gelene kadar elli kadar büyük yerleşim merkezlerini yağma­ladı. Ahalisine eziyetleri tahammül edilmez derecelere vardı. Nihayet, İstanbul'un Anadolu yakasında bulunan Bulgurlu ve Çamlıca yakınlarında, ordugâhlarını kurdular. Saraya gön­derdikleri dileklerinde yetmiş kişinin idamını ve Halep valili­ğini isteyen Gürcü Nebii, bu talebleri yerine getirilmediği tak­dirde savaşın kaçınılmaz olduğunu bildirdi. Tabii ki hiçbir devlet böyle bir tehdid karşısında kaldığında ne yapar bile­meyiz amma, İslâm ahlakıyla mücehhez bir devleti temsil eden Osmanoğulları devleti, anlayacağı tek dil, kılıç teklifine karşı kılıcını gösterecekti.

 

Onlar da öyle yaptılar. Devleti âliyye; Defterdarzâde Meh-med Paşa komutasında hazırlanan birlikler teşkil edildi. Bu birliklerin sayısı hiçde Gürcü Nebii'nin kuvvetlerinin sayısın­dan az değildi. Çamlıca eteklerinde karşılaşan iki ordu, birbirine kılıç sallamaya başladıklarında kardeş kavgasını başlat­mış oluyorlardı, böylece de, müslümanlar kardeştir nazmı ilâhisini yine mü'min kimseler ihlâle tevessül etmişlerdi. Çar­pışmalar pek kanlı şekilde sürmekte iken Murad Paşa devlet askerine yardıma yetişti. Zaferin padişahın askerinde kalma­sına yetti bu yardım.

 

İsyancılar ümidleri kalmayınca her biri bir tarafa dağıldılar. Dört saat süren savaşın nihayetinde meydan her iki müslü-man gurubun ölü ve yaralıları ile dolmuştu. Pek enterasan-dırki; isyancılarla yapılacak savaşı, o dönem İstanbul ahalisi, yapılacak bir müsabakayı temaşa edecekmiş gibi pikniğe çı­karcasına arabalara doldurdukları aile efradları ve yiyecekle­ri, içecekleri ile birlikte meydana gelecek çarpışmaların ra­hatça görülebileceği alanları doldurduğu görüldü. Neyazık değilmi?

 

Müslümanlar birbirini kırarken böyle bigâne olmak ne ka­dar acı! Dini mübin'in istikametinde bir devlet olan Devleti âliye'ye isyan edenler, dinen doğru olmayan davranışa imza atmışlardır. Bunların cezalandırılması elbette devlet olmanın gereğidir. Sükunet, isyancıları tesirsiz hâle getirmenin peşin­den gerçekleşeceğinden, önce bunları yenmek lâzımdır. Bu vakada görülen odurki; isyancı güçler Anadolunun büyük bir kısmını ezerek gelip geçmişler, devletin merkezinin kapısına dayanmışlardı. Artık burada devlete sahip çıkmayan zihniye­tin, asilere dur diyecek meziyet karşısında hiçbir ehemmiyeti olamaz. Biz; asırlar sonrasında Çamlıca eteklerinde aynı mil­letin evlâdlarının, birbirini boğazlamasını seyredenleri de asla tasvib etmiyoruz. Yalnız suda âyân oluyorki, her devirde <ya-şasin! Kim? O daha belli değil zihniyeti geçerliymiş.

 

Neyse; biz Bulgurluda isyancıların mağlup olup, dağılma­larının ardından padişah ordusunun kışlalarına çekildiğini bil­direrek bu vakaya noktaya koyalım.

 

 

 

Devletin Siyaseti

 

 

Görüldüğü gibi Padişah küçük yaşta olduğu için Kösem Valide Sultan bir nevi vâsi gibi ülke yönetiminde rol oyna­makla beraber, dinimizin ve işlerin muhtacı mecburiyyet kıl­dığı, istişareye baş vurduğu mutlaktır. Tabii bu istişare ve ic­ra heyetini teşkil edenlerin arasında sadrazamın yeri, her hal­de bir numarayı gerektirir.

 

Kaptanı Derya, Yeniçeri Ağası, Reis'ül Küttab, yâni harici­ye nâzın ve Nişancı, Defterdar gibi kimseler bu istişare ve ic­ra mekanizmasının uzuvları idi. Bilindiği gibi Sultan 4. Meh-med devri çok inişli çıkışlı bir dönem olduğu gibi ayrıca pek-de uzun bir zaman dilimini 44 yıl gibi bir bölümü kapsar. Şimdi bu uzun dönemde padişahdan sonraki adam olan sad-nazamların ad ve vazifede kalış müddetlerine birde akıbetle­rine sırasıyla atfu nazar eyleyelim: 4. Mehmed'in Sadrıazam-ları Mevlevi Sofu Koca Mehmed Paşa; 4. Mehmed'in sadaret makamında bulduğu sadrazamdır. Bunu görevinde ipka et­miştir. 1648 yılında Sultan İbrahim'in son günlerinde isyancı­lar tarafından sadnazam tâyin olunmuştur. Sultan İbrahim bir çıkış yolu olarak kabullenmiştir. Yukarıda yazdığımız veçhile padişahın cellâtları arasında yer almış olan Sofu Mehmed Paşa, makamı sadaretten 1649/mayısında azledilmiştir. Da­ha sonra boğdurulmuştur. Boşalan makama 1650 senesinin 8. ayına kadar sürecek 1. sadaretiyle Kara Murad Paşa geti­rilmiştir. Bu sadaret süresi 14 buçuk ay sürmüş, yerine 4. Murad'ın damadı Kaya Sultanhanımın kocası olan Melek Ah-rned Paşa gelmiş bunun dönemi de, bir seneyi bir kaç gün geçene kadar sürmüştür.

 

Yine damadlardan olan Sîyavuş Paşa 1651 senesi 8. ayın­da sadrıazam oldu. Ancak bu süre 45 günü ya buldu ya bul­madı! Siyavuş Paşanın bu kısa sadareti peşinden, nöbetin Gürcü Mehmed Paşaya geldiği görüldüki Haziran/20/1652 Gürcü Paşanın sadaretinin bitiş tarihi oldu. Bunun dönemide dokuz ayı aşmadı. Tarhuncu Ahmed Paşa da, 9 ay 1 günlük sadaretine iş başıyaptı. Koltuğu boşalttığında tarihler, 21/mart/1653'ü göstermekteydi. Derviş Mehmed Paşa; Sul­tan 4. Mehmed'in 7. sadrazamı oldu. Ancak sadaret müdde­ti, 1 sene, 7 ay, 1 hafta sürebildi. 8. sadrazamda bir damad idi ve adı tbşir Mustafa Paşa idi. Sadareti 6 buçukay sonunda nihayet buldu. Mayıs/1 1/1655'de, Kara Murad Paşa 3ay/9gün sürecek 2. sadaretine getirildi. Damad Süleyman Paşa; Kara Murad Paşanın 2. sadaretinden sonra 19/ağus-tos/1655'de sadrazam yapıldı. Bunun müddeti de, 6 ay, 10 günde tamamlandı. Efsane adamların arasında pek önemli yeri bulunan Deli Hüseyin Paşanın, sadareti, tam 6 ay sürdü. Bitiş tarihi, 5/mart/1656 oldu.

 

Peşine yapılan tayinle Zurnazen Mehmed Paşa Osmanlı tarihinin en az makamda kalan sadnazamı oldu. Bu sadaret, tam 4 buçuk saat sürmüştü. Aynı gün yapılan diğer bir tâ­yinle; 1 ay 22 gün sürecek sadaretine 2. defa olmak üzere damad Siyavuş Paşa getirildi. 26/nisan/1656 tarihi Boynu-eğri Mehmed Paşanın sadarete tâyin gününü teşkil etti. Bu zâtın sadareti de, 4 ay 19 gün devam ederek, 15/ey-lül/1656'dan, 30/ekim/1661'e kadar sürecek 5 sene, 1 ay, 15 günlük veziriazamlar arasında mümtaz bir mevkii olan Köprülü Mehmed Paşanın sadareti, 4. Mehmed'in 15. sadra­zamı olarak gerçekleşti. Yine uzun bir sadaret dönemin; kap­sayan Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşanın sadrazamlığı 3/ka-sım/1676'ya kadar 15 sene, 4 gün sürdüğünü görüyor ve Sultan 4. Mehmed'in 16. sadrazamını idrak etmişiz ve aynı zamanda ilmiyeden gelen, Fazıl Ahmed Paşanın sadaretini; Osmanlılığın ömrüne bereket katan dönemlerden saysak ye­ridir.

 

ecr i zâtın vefatı üzerine, bu aileye damad olmuş ve bu aile-etiştirilmiş bulunan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, kaim-"" derinin yerine sadaret makamına oturmuş ve 7 sene, 1 12 aünsüren ve 15/aralık/1683'de biten sadaret boğularak öldürülmesini de getirmişti. 2. Viyana kuşatmasının aynı zamanda serdanydıve burda ademi muvaffakiyet, hayatının onunu getirirken, Osmanlı devleti de, duraklama devrini belkide bu yıl tamamlamış oluyordu bir bakıma!

 

Kara İbrahim Paşa'nın sadareti; idam edilmiş bir sadraza­mın peşinden gelmiş 15/arahk/1683'de başlayıpda, 2 sene 4 qün devam ettikten sonra, 18/arahk/1685'de sonuçlanmıştır. Bu zatın arkasından Boşnak Aynacı Sarı Süleyman Paşa sadrıâli olmuş ve 1 sene, 9 ay, 6 gün sonra sadaretten infisal ettiğinde tarih 23/eylül/1687'yi göstermekteydi. Abaza Siya­vuş Paşa, Köprülü Mehmed Paşanın diğer bir damadı olup, 5 ay, 9 gün süren sadaretinden 2/mart/1688'de 4. Mehmed'in 20. sadrazamı olarak ayrılmıştır.

 

4. Mehmed'e son sadrazamlığını bu zat yapmıştır. Böylece tahta geçmiş olduğu 8/ağustos/1648'den, 8/kasım/1687 ta­rihine kadar tahtı Osmanide geçen müddeti 39 sene, 3 ay, 1 gündü ve bu uzun sayılan saltanatında yukarıda yazdığımız 20 sadrıazamla çalışmıştır.

 

 

 

Vakai Vakvakiye

 

 

Bu vaka; Osmanlı tarihinin en kanlı olaylarından birini teş­kil eder. 4. Mehmed'in 8. sadrazamı, Damad İbşir Mustafa Paşa döneminde vukubulmuştur. 1654/arahk ayında sadare­te getirilince hemen kendine has, sert ve kan dökücü idaresi sadece ahali tarafından değil mesai arkadaşları sayılan her bakamdaki devlet ricali tarafından endişe içinde takip olun­makta, hiç kimse hayatından, malından ve işinden emin olmaz duruma gelmişti. Korkuyla ömrün geçmeyeceğini idrak eden bazı fedakâr kimse, başlarında dolaşan bu zalim, zâlim olduğu kadar adaletsiz idare yapmış olduğu zulmün zirvesine çıkınca, zevali de başlamıştı. Sosyoloji ilmi, târih gerçekleri içinde hüküm olarak bizim söylediğimizin dışına düşecek bir hüküm vermemiştir. Bu anlayışa ve uygulamaya karşı çıka­cak kimseler beklenmekteydi ve bekleme fazla gecikmedi. Damad İbşir Mustafa Paşa, mührü alalı daha altı ayın doğ­masına az bir zaman kalmıştı ki, yeniçerilerin bir yerden et­kilendikleri görüldü. Şimdi bu insanın içini dışına çıkartan davranışların sergilendiği bu vakayı, Ali Sabri beyin 1910 yı­lında kaleme aldığı lise talebelerine mahsus "Osmanlı Tari­hi" adlı eserin 422. sahifesinden sadeleştİrerek sunmaya ça­lışalım: "Bizde bir kötülük hissedildiğinde akla gelen birinci eylem hemencik, makamı sadarette bulunan şahsın değişti­rilmesi işlemine girişilir. 4. Mehmed devri bu tarz sadaret de­ğişiminde belki en çok rastlanılan devir dense pek yanlış ol­maz. Vakai Vakvakiyenin husule geldiği dönem olan 1655 senesi/nisan sonlan İbşir Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı dö­nemine rastlarki, bu zat 4. Mehmed'in yedi yıl içinde çalıştığı 8. sadnazamiydı. Yapmakta olduğu pek sert hükümet sür­meye ilaveten, paranın mâkul ayarında yapılan eksiltmeler, diğer bir deyimlede zuyuf akçanın piyasaya sürülmesi, ma­aşların pek geç ödenmesi, Girid'de savaşmakta olan askeri­mize yardım ulaştırılamadığından orada aç kalmalarına se­bebiyet vermek eklenince tabiiki hemen yukarıda söylediği­miz klâsik tedbir olan sadrıazam ve kadrosunun tasfiyesi ameliyesine teşebbüs olundu.

 

Bu durumdan şikâyetçi olan asker, esnaf ve ahali gönder­dikleri bir dilekçe ile vaziyetin müsebbibi gördükleri, devletin ileri gelenlerinden otuz kişinin adını verdiler. Bunların kellele­ri düşürüldümü işlerin düzeleceğini ileri sürdüler. Padişah bu |istedende  npcenleri istemeye istemeye vermek mecburıyerstede şunlar vardı: Darüssadeağası, Valide başağasi,  ValideSultan nedimlerinden bir kaç kişi ile bunnımları gibi kimselerdi. Bu insanlara uygulanan ınfaz-onr Sultanahmed meydanında bulunan çınar ağaçlan­ıldılar. Efsaneye göre; insandan meyve veren bir ağacın  olan Vakvakiye ağacınında bu vakaya ad olduğu görül-a" " Yukarıdan beri padişahın sık sık sadrazam değiştirdiğini belirtiyor ancak bunun sebeblerine temas ederken ağaların "dareye bir organizasyon dahilinde te'sir ettiğinden dem vur­madık. Bahse konu ağaların başlıcalan arasında; Bektaş Ağa, Murad Ağa ile Muslihiddin Ağa ve Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kâhya bey, adıyla anılan Mustafa Çelebi'ki Kul Kâhya­lık mevkiinde bulunarak, neredeyse fiilen padişahlık yapa­cak kerteye gelmişti. Bunlardan Bektaş Ağa, bir yeniçeri ne­feriyken, sistemin gereği terakki etmiş, yeniçeri ağası olmuş­tu. Bu makam olduktan sonra büyük vilâyetlere, kubbealtı vezirliklerine, kaptanı deryalığa terfi etmeği yakalamak mümkün hâle gelirdi. İşte Bektaş'ı bu makamlardan hiç biri­ne tâlib olmayan kimse olarak görüyor, sadece eski bir yeni­çeri, adetâ yeniçeri şeyhi olarak kalmayı, ancak maaşını Pa­şa seviyesinden alma şartıyla tercih etmişti. Bektaş Ağa'nın; yukarıda saydığımız makamlara eğilim göstermiyerek, mev-cud haliyle kalmasının esas sebebi, Muslihiddin Ağa'nın ye­niçeri ocağında elde ettiği tesiri ve kuvveti dengelemeye dö­nüktü.

 

Muslihiddin Ağa Sultan 4. Murad'in iltifatlarına nail olmuş,

 

ıst'şare erbabı olarak kabul edilmiş bulunduğu içinde bütün

 

yeniçeri arasında görüşleri pek önem arz eden kimseydi. Ye-

 

'Çerilerin bir çoğu, terakki edip vilâyetlere kaptanı derya'lı-

 

ga gotiklerinden, başkent İstanbul'da kalmayı tercih etmekte

 

olan Muslihiddin Ağa burada en eskiliği pek güzel kullana­rak, makam ve mevkii dağıtmada bundan dolayı da para toplama başarısı gösteriyordu. Bektaş Ağa bu avantajlı Mus­lihiddin Ağayı yalnız bırakmamak için, Yeniçeri Ağalığını bı­rakmış yerine de evlâtlığı Kara Murad Ağayı seçtirmişti. Yal­nız bu iki ihtiyar arasında, Muslihiddin Ağa namına farklılık­lar vardı. Meselâ: Muslihiddin Ağa, Bektaş'a nazaran çokçok akıllı, vatanperver ve iyilik sever bir kimseydi de.

 

Buna karşılık Bektaş Ağa; sadece para toplayıp, zevkü se­fada yemeği düşünen, her nev'i cinayete şerik olacak bir ta­biat sahibiydi. Bektaş'm evlâdlığı Kara Murad Ağa; bütün mevcudiyetiyle tam bir yeniçeri zorbası idi. Bu vaziyeti sadrı-azam oluncaya kadar sürdü. Girid savaşına gittiğinde adetâ bir Zaloğlu Rüstem kesilmişe benzedi. Demekki yaradılışında var olan iyiliğe inhimaki yavaş yavaş kendisine hâkim olma­ya başlar. Kösem Valide Sultan'ı itaat içinde sayar, emrini yerine getirirdi. Bu mevkie Bektaş Ağa'nin yardımıyla gel­mişti. Çünkü devrin sözü geçen yegânesi, bu Bektaş Ağa idi. Bazı dilbazlar, o devire "Bektaşiyân Devri" ismi koymuşlar­dır. Birbirlerinin güç ve makbuliyetlerinin derecesini takdir etmiş bulunan Bektaş ve Muslihiddin Ağa'lar müştereken ha­reketi uygun bulmuşlar, diğer saydığımız ağalar ise, bu iki güç merkezine ilk zamanlar, itaat içinde kalmayı yeğlemiş­lerdi. Siyasi hayatta; rakibinin yanlışlarını söylemek er kişi işidir. Kirli siyaset ise, rakibin bütün yanlış ve kabih davranı­şlarını parlak sözlerle methetmek gerektirir.

 

Bunları yapan kimse mutlaka bir gün, mâlik olduğu des­tek ve güçlerden mahrum kalacaktır. Buna bağlı olarak Mus­lihiddin Ağa, Bektaş Ağanın münasebetsizliklerini, öve öve bitiremiyor uçurumun kenarına yavaşça iteliyordu. Öte yan­dan bahse konu ağalardan biri olan, Kara Çavuş, bir icra ale­ti idi. Kes dersen keser, vur desen vurur biriydi. Kara Mura mevkii sadarete getirildiğinde Kara Çavuşda lonca'yı ktı   Adetâ yabancı oldu. Kâhya Bey'e gelince; epeyi bir Hdet sonra gerek Bektaş gerekse Muslihiddin Ağaları göl-,    bıraktı. Sadnazamların uşak gibi kullanıldığı bir devir a bu Kâhyabey dönemidir desek yeridir. İstediği şekilde h'kümete yön vermeyi bildi. Kösem Valide Sultana daha a râkib olma durumuna gelen, 4. Mehmed'in validesi Turhan Sultan tarafında vaziyet alan Kâhyabey, nâmıdiğer Mustafa Çelebi'nin, çocuk padişahın buluğa ereceği döneme kadar adeta padişah vekilliği yaptı. Valide sultanların devle­tin önemli güç merkezlerini ellerinde tutan bu adamlarla ister istemez işbirliği yapmaları gerekmekteydi.

 

Herhalde başka ülkeden idareciler getirilemeyeceğine gö­re, elde bulunanlarla ülkenin idaresi çaresine bakılacaktı. Ta­bii ki; burada ortaya koymamız gereken önemli bir hususun; iyi anlaşılması lâzım. Bilindiği gibi Yıldırım Bayezid adına, devlet adamlarının, kahraman bir şehzade olan Yakup Çelebi'yi izale etmeleriyle başlayan taht kavgası, Sultan Fâtih'in oğullan 2. Bayezid ve şehzade Cem arasında hayli pahalıya mal olacak çekişmelerle devam etmiştir. Cem'in Avrupa ma­cerası, Osmanlı devletinden; yürekler paralayan istimdad feryatlarıyla müslümanlann yardımına koşma isteklerini haykıran Endülüslülere Cem'in papalığın oyuncağı olması yüzünden, uğradığımız şantajlar münasebetiyle merhem ola-

 

Kanuni Sultan Süleymanoğullarının taht mücadeleleri, da-a sonraki şehzadelerin tahta çıkma iddiasında bulunurlar •ye ülkenin çeşitli yerlerindeki devlet görevlerinde istihdam

 

ilme geleneğinden vaz geçip, sarayda gözün önünde, ka­rkasında ve kısıtlı ortamda yaşamalarını sağlamayı ter-

 

' artık padişahların ehil olmasını mecburen ortadan kalaırrniştı.

 

Her ne kadar Sultan 1. Ahmed; hanedan büyüğünün tahta geçmesi hukukunu kaim kılınca, bu tehlike geçti zannına ka­pılırken, validelerin benim oğlum padişah olsunun mücade­leleri hemen başlamıştı. Delidolu, ülke idaresine padişah olan Sultan 1. Mustafa'yı taht'tan indirip, Genç Osman padi­şah yapılınca şehzade analarının mücadelesi yeniden günde­me gelmeye başlamıştı. Bunların en önemli zirvesini bahset­tiğimiz senelerteşkil eder.

 

Tâ ki, Köprülü Mehmed Paşa vezareti uzma makamına gelene kadar. Diğer bir tesbitle de meşkûk bir olay sayılması gereken Kösen Vâlide'nin şehid edilmesi, Turhan Validenin harem'in tek hâkimi olacağı döneme kadar devam ede gel­miştir, bu netameli kadınlar ve ağalar saltanatı denilen dö­nem! Eğer Valideler; bu zorbalara güleryüz göstermeyip, on­ların isteklerini yerine getirmeye çalışır görünmeleri ve bun­ların da birbirerine düşmesini sağlayan, bilerek veyahut kendiliğinden neydana gelen politika sayesinde, bu zorbala­rın, taht'a göz dikmelerini akıllarına düşürmemeleri, takdire şayan bir idare şeklidir diye bir tesbitte bir iddiada bulunuyo­rum.

 

Osmanlı devletinin 1596'daki gelir gideri arasındaki fark gelirin fazlalığna uygun idi. Ağalar ve kadınlar saltanatı is­mi verilmiş de/rede bu vaziyet ters dönmüş, gider gelirden çok daha fazla hâle gelmişti. Devletin her bölümünde olduğu gibi askerlere ,/apilan tahsisatta da bir çok suistimaller olu­yordu. Aylıklar deftere göre çıkıyor, meselâ defterde 800 bin kuruş yazılı, ismler ve yövmiye mikdarı doğruysada, defter sahtedir. Adlaıın bir bölümü uydurmadır. Hazineden çıkan 800 bin kuruşın anca 300 bini sahibini bulur, geri kalan 500 bin kuruş, ağclar arasında taksim olunurdu. Bu taksimden ağalar milyoner olurlar, fakat doymak bilmezlerdi. Dönen her işe müdehale edip, para kazanmağa çalışırlardı. Bir savaş zuhurunda defterde kayıdı bulunan 60-65 bin civarı olan isim sayısı meydanı harbe ancak bu rakamın yansı bir sayı ile git­mek üzere toplanırlar, bundan da asla sıkılmazlardı. Zengin kimseleri daima tehdid altında bulundurup, muntazaman ha­raca bağlanırdı. İstekleri karşılamayan olursa bir iftira yapıla­rak hanesi söndürülürdü. Tabii bu muamelât nüfuzlu kimse­lere tatbik olunurdu. Diğer kimselere bunlar gereksiz olup, zorbalarına haber gönderip, adresi bildirirler, zorbalar ve hay­dutlar haneyi önce basarak yağma eder, bilahire tutuşturup yakarlardı. Çünkü bahaneleri pek çoktu. ! Vergi tahsili husu­sunda bir misâl olarak, Mizancı Murad beye ait Ebul Faruk; adlı tarih çalışmasının 6. cildinin 147. sahifesinden alıntı yapalım:

 

"Boyacı Hasan Ağa Rumeli'de vazifelendirilir. Erkeklerin ortadan yok olduğu bir kasabada kadınlara işkence yaparak para toplama yoluna sapar. Kadınların boyunlarına halkalar geçirir. Zincirleri halkalardan geçirerek birbirlerine rapt eder. Yüzlerce kişilik bu kafileyi hem yürütür, hemde değnekle dövdüre dövdüre, kırda bayırda dolaştırır. Bu işkenceye da­yanamayan bir kadın ölür. Değnekçi; Boyacı Hasan Ağa'ya müracaat ederek zincirin anahtarını ister ki halkayı bağlı ol­duğu zincirden çıkarabilsin. Ne varki bu isteğe Boyacı Ağa yanaşmaz ve Bırak kalsın sürüklesinler cenazeyi, az sonra çürür ve kokusu tahammül edilmez hâl alır. Bundan kurtul­mak içinde belki para vermeye razı gelirler. Der. Müracaatı­nın red edilmesine içerliyen değnekçi de, zincirdeki halkanın bağlı olduğu merhumenin, boynunu vücudundan ayırarak sı­radan çıkarmanın yolunu bulur." Bu alıntıdan anlaşılan şudur ki; böyle zalimane davranışları irtikâb edenlerin sonunun, se­lâmet olmayacağı ne kadar âşikârisede, hanımları bırakıp gi­den erkeklerin durumları hiç bir çuvala sığacak adetten ol­madığını da kabul etmek lâzımdır. Hâzin bir numune olarak şu vakayı da arzederek, devleti âliye'nin sürüklenmiş olduğu hâzin durumu nakle son verelim: Yine Murad bey'in adı ge­çen eserinin 149. sh. de ".bir aralık Venedik Donanmasının Çanakkale Boğazını geçip İstanbul üzerine yürüyeceğine doğru havadisler yaygınlaşinca, devrin sadrazamı bu saldırıyı önlemek için tedbir almayı düşünüyor ve neticede, çâre ola­rak bulduğu tedbirde şehrin, denize bakan surlarının munta­zam bir şekilde badana edilmesini kararlaştırır" Bu tedbîri al­ma yolunu seçen sadrıazam Gürcü Mehmed Paşa kitabın ya­zarı tarafından tenkit edilir ama, aslında alınan tedbir sadece bu olmadığı takdirde, bu şeklin fazla gülünç bir husus olma­dığının idrâkinde olmak lâzım gibi geliyor bize, çünkü savaş bilhassa savunma savaşı kuvvei mâneviyesi yüksek müda-afilerin kazanmasında pek önemli faktördür.

 

Saldırganın, savunmadaki tahkim olmuş müstahkemler karşısında demoralize olacağı harp psikolojisinin tesbitİ için­dedir. Bu bakımdan alınan tedbirlerin sadece surları badana­lamak olmadığı takdirde, yapılana müteveccih tenkidler biz­ce pek haklı sayılamaz. 

 

           

 

Kürekçi Temini

 

 

Eski dönemlerde donanmaİ şahane denize açılır, merdane dolaşır, rastladığı düşman gemileriyle savaşa tutuşur ve bir güzel bunları yenerdi. Bol miktarda elde ettiği esirlerden do­nanmaya kürekçi temin etmiş olurlardı. Tabii bizdeki kürek-çiler asla kötü bir şekilde istihdam olunmazdı. Senelerini bi­zim gemilerimizde forsa olarak geçirmiş kimseler derin şikâ­yetlerde bulunmamıştır. Kırbaç sadece avrupalıların gemile­rinin vazgeçilmez ihtiyacı idî.

 

Bizim gemilerimizde, kırbaç asla kullanılmazdı. Rahatsız olan bir forsa derhal tedavi edilir tedavisi sırasında yerine nö-levendlerden kimseler bakarlardı. Ancak yaz-k7  olduğumuz dönemde ise, donanmamızın gücünün zâ-uğraması, dışarı denizlere çıkıpda düşman gemisi av-madiğimiz için, donanmamızın kürekçi bulma sıkıntısı Kendini göstermeğe başlamıştı.

 

Ancak buna şöyle çare bulabildiler: ".Anadolu'nun içinde bulunduğu maddi sıkıntılar, ailelerin genç erkeklerinin, bir müddet İstanbul'a gelerek, hizmet sektöründe, mesela odun­culuk, hamallık, lağımcılık gibi işlerde çalışarak, bir miktar para biriktirip memleketlerine döndükleri görülmeye başlan­dı Bu genç adamlar potansiyelini gören Tersânei âmire mensupları bazı memurlar tebdili kıyafet ederek Anado­lu'dan gelmiş bu yiğitlere sokulup arkadaşlık kurarlardı ve onlara aşçılarda yemekler ısmarlar, kahvehanede çayla kah­ve ısmarlar sonra da belli merkezlerde kurulmuş toplanma yerlerine kendi evine misafir götürüyormuş ..gibi içeriye so­kup, teslim ederlerdi. Buradaki silahlı askerler, getirilenleri tutuklar ve ayaklarına pranga taktıkları bu millet evlâdlarını zorla küreğe mahkum etmiş olurlardı.

 

Beri yandan bir vilayette veya belde de, çıkan asayişsizliği teftişe eski bir devlet adamı müfettiş olarak gönderilir buna bağlı olarak teskin edilmesi gereken asayiş daha da bozulur­du. Buna da yine Murad bey'in tarihinden bir misalle izah ge­tirmeye çalışalım.

 

Basra'da Efrasyab oğulları miras yoluyla sancakbeyliği görevindeydi. Bunlardan Ali Paşa vefat etmiş, oğlu Hüseyin aŞa yerine geçmişti. Buna karşılık amcaları Ahmed ve Fethi eV'er şikâyette bulunmuşlardı. Ahalinin bir kısmı Hüseyin ?ayı kabullenmişler. Diğer kısım ise, amcalarının tarafdargini tercih etmekte olup, bu arada kan da dökülmüştü. Bu vakalarda hadiseyi teftiş için yakın vilayetlerden birinin valisi gönderilirdi. Bağdad Valisi Murtaza Paşa meydana ge­len olaylardan haberdar olup, burayı teftiş için izin istemişti. Bu izne muvafakat haberi gelince Murtaza Paşa, Kâhyasını göndermişti. Fakat Murtaza Paşanın bu talebi yapmaktaki maksadı, Basrayi düzeltmek değil, halkı teskin ise hiç değil. Maksadı para elde edebilmeğe dönüktü. Buna karşılık da Hüseyin Paşa Basra'da yerleşmiş, ayanlarını da kendine razı eder hâle getirmişti. Hal buyken, Bağdad valisinin kâhyası kâfi miktar askerle geldiğini görünce Basralı'lan bir telâş al­dı. Çünkü bir yanda askeri beslemek öte yandan atlarını bes­lemek, yapacakları tecavüzlere katlanmak, işlerini bitirip gi­derlerken de, diş kirası denilen bahşişler vermek icab ettğin-den, bunları şehre sokmama karan aldılar. Vaziyet bu rengi aldığında Bağdad valisi Murtaza Paşa İstanbul'a, Basra'da is­yan var şeklinde aksettirdi.

 

Bunların İran'a iltihaklarını önlemek için hemen işgal et­mek gerektiğini anlatarak, bu vazifenin kendisine verilmesini istemişti. İzin verilmiş idi. Basra'hlar Murtaza Paşayı pek gü­zel şekilde karşıladılar. Murtaza Paşanın kâhyasını şehre sok­mayan Hüseyin Paşayı paklayacak iş oradan kaçmaktır ve oda öyle yaptı.

 

Arabanların sinesine iltica etti. Ahmed bey adlı biri Basra bey'i tâyin olarak, Hüseyin Paşanın sarayında bulduğu bütün nakit ve kıymettar eşyaları Murtaza Paşaya takdim eder. Basra tüccar ve esnafının sunduğu bol ve çeşitli hediyelerle Murataza Paşa devrin en zengin kimseleri arasına katılır. An­cak doymaz nefsi tatmin pek müşkülmüşki, Murtaza Paşa bu verilenlerle iktifa etmez, Basra'nın aşağı tarafında ve Şat'tü-larab kenarında bulunan Hankapanı denen bu günün ortado-ğusunun deposu dense, seza olan bir mağazalar antreposu­nu eline geçirmeyi kurmaktadır.

 

Günün birinde Ahmed bey'den, mezkûr depolardaki her çeşit emtianın kendisine, yâni Murtaza Paşaya aid gemilere yüklenmesini hepsini görev yerinin esasını teşkil eden Bağ-dad'a götüreceğini emreder ne varki, Ahmed bey Murtaza Paşanın çizgiyi aştığını tesbit etmiştir. Çünkü bir çok, devlet, kavim ve tüccara aid bu malların, bu tür müsadereye benzer nakli, Devleti Osmaniyanın emanetlere ihanet ettiği ithamına maruz kalmasına sebeb olacağını söyleyerek muhalefet eder. Bu makul itirazda Murtaza Paşanın bir kulağından girip, di­ğerinden çıkar. Bu istek kuvveden fiile yâni depo malları ge­milere yükleme ameliyesi başladığında, Basra ahalisi "vaybe bizimde vali diye saydığımız herif, serseri bir yağmacı, hır­sızdan başka bir şey değilmiş" dedikten sonra kıyam eder­ler.

 

Bu sırada; Arabanlara iltica etmiş bulunan Hüseyin Paşa yanlarında kaldığı Arabanları bu çirkin muameleyi göstere­rek Basra ahalisine yardıma ikna eder, Murtaza Paşa taham­mül edemeyeceğini anladığı kıyamdan kurtulabilmek için, yapılan yükleme ameliyesini, zavallı Ahmed beyle Fethi bey isimli zatlara yükleyerek, derhal idamlarını emreder hüküm yerine getirilirse de, yutturulmaya kalkılan dolma Hüseyin Paşanın inanacağı lokmalardan olmayıp, derhal Murtaza Pa­şa tevkif edilir. Nesi var nesi yoksa elinden alınır. Bir güzel de üzerindekiler dongömlek kalana kadar çıkartılır. Bindirildiği topal bir afla şehirden uzaklaştırılır. Murtaza Paşa dongöm­lek çöl'e düşmüştür. Ahlâk bozukluğu ve nefsinin azgınlığı kendisini ne hâle getirmiştir ki; kul bundan ibret alsa!

 

Bunlar husule gelirken tarihler h. 1065/m. 1655'i göster­mektedir. Yine bu karışık dönemin uygun olmayan işlerinden biri de, vali tâyinleridir. Okurlarımız; bu tâyinlerin yapılışının nerelere düşürüldüğünü öğrenmiş olsun. İbşir Mustafa Paşanın arkadaşlarından Şeydi Ahmed Paşa uhdesinde bulunan Boğaz Muhafızlığı esnasında başarılara imza atar. Bu başarı­ların gereği Konya'ya vali olarak nasbedilir. Ancak Konya'da zorba Kürt Mehmed bulunmaktaydı. Şeydi Ahmed Paşa'ya ise şifa bulmaz düşmanlık taşırdı bunu da her zaman tazele­meğe hazır idi. İşte Konya'ya vali olarak geleceğini öğrendiği Paşanın zalimliğinden söz ederek Konyalıları direnişe sevk eder. Kendisinin de, bin kadar yardımcısı ile yanlarında ola­cağını vaad eder. Gelmekte olan Şeydi Ahmed Paşayı kıyam etmiş Konya'lılar şehrin dışında karşılar ve aralarında ada­makıllı bir çarpışma cereyan eder. Her iki taraf bu çarpışma­da kayıp verir. Konya ahalisi şehre kapanırken, Şeydi Ah­med Paşa derhal şehri ablukaya alır.

 

Vaziyet İstanbul'dan haber alındığında, Şeydi Ahmed Pa­şayı azli düşündülerse de, buna cesaret edemediler. Çünkü böyle bir şey yaptıkları takdirde Abaza Hasan Ağa ile birle­şerek, İbşir Mustafa Paşa'nın intikamını almayı plânlar kor­kusu hâkim oldu. Şeydi Ahmed Paşa'nında tâyinini Haleb vâli'liğine tahvil ettiler. Haleb valiliğini duyan Kürd Mehmed soluğu Haleb'de aldı ve Konya'da yaptığı İfsadı burada da tekrarladı.

 

Haleb'in valisi, ahali ve Kürd Mehmed birleşerek Şeydi Ahmed Paşa'yı direnişle karşıladılar. Bir çok çatışma sonu­cunda babıâli devreye girerek Haleb valiliği perişan olmuş Murtaza Paşaya verilirken, Şeydi Ahmed Paşaya Sivas'ı ver­diler. Bütün bu yanlış davranışlar valiliklerin liyakatin gereği değilde rüşvetin fiyatına göre değerlenmesinden kaynaklanı­yordu! Şeydi Ahmed Paşanın Sivas valiliğine oturtulma vazi­fesi, Kıbns'dan mazul Kehleli (bitli) Ahmed Paşa'ya verilmiş­ti. Ancak Kehleli, verdiği rüşvetle Sivas valiliğini kendine cel­be muvvaffak oldu. Şeydi Ahmed Paşa ise ancak Karaman'a vali olabildi. Bu arada Buğdanlılar ile Ulahlar arasında çatişmalar vukubularak, Buğdan bey'i Radol ölünce, makamını oğluna vermediler de Ulah bey'i canibine yarayacak tarzda ihanet sahibi bir yazıcıya beylik verilmişti.

 

Aslında ölen Radol'un oğlu rehin olarak istanbul'da oku­tulmak ve babasının yerine ısıtılmaktaydı. Buğdan bey'i ya­pılmak istenen Yazıcı, Ulah bey'i Ağatatay'a bu bakımdan pek yarıyordu. Böylece adetâ, Buğdan ve Ulah topraklan adetâ bir elden idare olunacak hâle dönüşüyordu.

 

Ne varki; Osmanlı sadnazamlığı görevini iki defa uhdesine almış olan, bu sırada da, Tuna yakasında valilik görevinde bulunan Damad Siyavuş Paşa bir başka serseriyi bulmuş, ölü Radol'un oğlu ve de Buğdan beyliğinin namzedi olarak ilân ederek, lâzım gelen hürmeti ve riayeti göstermekteydi. Derhal Ağatatay faaliyete geçmeyi yeğlemiş, pek önemli bir parayla sözde Radol'un oğlu imiş gibi gösterilen delikanlıyı satın almıştı. Maksad onu ortalıktan kaldırmaktı. Ancak ada­mı öldürmeden durumun aslını öğrenen Ağatatay derhal Murtaza Paşa'ya şikayet etmişse de, Paşa gayet pişkin, yan­lışlık oldu, esas oğul benim yanımda deyip, bunun da bir pa­zarlama sonunda Ağatatayca alındığı görüldü. Bu böyle epe­yi devam etti. Siyavuş Paşa bu alışverişten bir hayli para ka­zandı. Yaşanan bu anarşik, rüşvet dolu dönem ve ahlaksızlık avrupalıların bizler için; "asya barbarları" adı koyduğu ileri sürülüyorsa da, Mizancı Murad bey, aşağıdaki isimleri saya­rak; Bektaş Ağalar, Kâhya beyler, Kara Çavuşlar, Sofu Meh­med Paşalar, Siyavuş Paşalar, Melek Ahmed Paşalar ve Mur­taza Paşalar avrupalıydı deme suretiyle bir mugalata yapı­yor. İyi ve kötü; her yerden ve de her kavimden çıkar, gerçe­ğine sırt dönüyor.

 

Hakikaten şimdi adları serdedilen zevatın, biyografilerine göz atarak bir durum tesbiti gerçekleştirelim. Sofu Mehmed Paşa'nın doğumu hakkında bir bilgiye rastlayamadık. Melek

 

Ahmed Paşa merhum, Abaza olup, Kafkasya kökenlidir. Siyavuş Paşa'da Abaza olup, Kafkasya cihetindendir. Gürcü Mehmed Paşa'nın kavminin Gürcü olduğu, adının başında yer almaktadır. Görüldüğü gibi gazeteci tarihleri, biraz ilmi olmak bakımından geri kalmışsada, okuma ve okumayı ko­laylaştıran uslûb bakımından ayrı bir güzellik arzediyor, tas­virleri daha akılda kalıcı olduğu gibi, kuru bir resmiyetten fa­riğ oluyor.

 

 

 

Deli Hüseyin Paşa Ve Girid Ahvali .

 

 

Merhum Sultan İbrahim devrinde, fethine başlanan Girid savaşı devam ediyor, yukarıda bir nebze bahsettiğimiz, do­nanma gücünün yetersizliği, Venedik donanmasının boğaza yaptığı tıkaç bizi ne Girid gazilerine yardıma gidebilmeye fır­sat bırakıyordu ne de, boğazdan çıkmamıza müsaade et­mekteydi. Yokluklar içinde, maaşları bile gÖnderilemeyen or­duyu hümayun, başlarında serasker Deli Hüseyin Paşa oldu­ğu halde, nice kahramanlık destanları yazıyorlardı. Hüseyin Paşa hücum esnasında en önde, geri çekilme sırasında ise en geriden gelmekteydi. Böyle bir kumandan nasıl seviliyor­du bir atfı nazar edelim:

 

Bu devrin en müstekreh kimselerinden bulunan Zurnazen Mustafa Paşa adlı birisini ip beklerken, o terfilere gark oldu. Rumeli Beylerbeyi sıfatıyla Girid'de bulunan gazilere istim-dad etmek üzere gönderilmiş idi. Sipahilik ve askerlik mesle­ğinde boşalan mansıblann dağılımını rumeli ve anadolu'da beylerbeyleri yaparlardı. Ancak serdar seferlerde ordunun başında bulunduğunda, bu hak serdar'ın tasarrufuna geçi­yordu. Deli Hüseyin Paşa'da bu hakkı pek güzel tarzda kul­lanmaktaydı. Aslında bu işi suistimale âlet eden büyük para­lar kazanabilirdi. Zurnazen Mehmed Paşa böyle bir eğilim ta­şıyan me'şum kimselerdendi. Ne varki Hüseyin Paşanın var-

 

önünde pek mühim bir engeldi. Kendine bir ortak aradı onunda Sekbanbaşı Mahmud Ağa'yı, kendine uydurdu ve Hüseyin Paşanın aleyhine askeri kışkırtıp, isyan çıkmasını acıladılar. Bu isyan şöyle böyle değil, direk olarak serdar'ın ansına saldıranların temin edildiği tarzda bir kalkışmaydı. İste bu meyanda, Deli Hüseyin Paşa, üzerine hücum eden bir caniyi, kılıcının bir darbesiyle İkiye bölerek, ölümden, kıl pa-y! kurtulabildi.

 

Öte taraftan kışkırtılan asker, Paşanın evine saldırıya geç­ti Bu arada evi yağma ettikten sonra, yakma ameliyesine giriştikleri gibi, hizmetkârlarını ve cariyelerini rehin alıp dağa kaçırdılar. Ancak bu son davranış bütün namuslu insanları harekete geçmeğe sevk etti. Hepsi Hüseyin Paşadan kendi­lerini bağışlamasını istirham eylediler. Paşa, bu istirhamları müsbet tarzda kabullendi. Zurnazen ve Mahmud Ağa korku­ya düştüler ve barışıklığı temine mesai sarfına giriştiler.

 

Neticede şu şartların tahakkukuna riayete karar verdiler. Madde bir olarak askerler, Hüseyin Paşa'dan özür dileyecek­ler ve siperlere girerek Kasım ayına kadar Kandiye önünde duracaklar. Eğer o döneme kadar kabul edilecek miktarda para, yardımcı kuvvetlerle, terhisler gelmeyecek olursa as­kerler kendilerinden mevzilerden çıkıp İstanbul'a hareket edecekler idi.

 

Barış temin edilmiş, serdar'ın ele geçen malları mümkün mertebe bulunup iade olundu. Cariyelerini ve hizmetçileri de Paşalarına iade edildiler. Şurasını biraz düşünelim: böyle bir noktaya getirilmiş askerle Girid gibi önemli bir üssün fethini becermek ne kadar mümkündür? Böyle soruya kolay cevap her babayiğidin işi değildir. Diğer taraftan düşman donanma-sı- sadece Çanakkale Boğazı kapısını tıkamakla iktifa etmi-V°r, sahil köy ve kasabalarına yaptığı gerilla tipi baskınlarla Zararlar veriyor, yağmalar yapıyordu. Hâttâ can bile aldıkları

 

oluyordu. Bu saldırı dalgalarını kırmak için Kaptan Paşanın îstanbul'a yaptığı teklifle düşman saldırısına maruz kalan bölgelere, yeniçeri askeri vazifelendirilmesi yoluna gidildi.

 

Ancak çok geçmedi ki; ilk feryadın duyulduğu ağız Kap­tan Paşanın ağzı oldu. Gelen savunma askerleri, düşmanı gözetleyeceği yerde, bilakis kendisi köylere musallat oluyor, yağma ve haraçla beraber ırza tasaddi kendini göstermeye başlamıştı. Hâttâ Gelibolu'da kadınlar hamamı bu adamlar tarafından basılıyor ve namus ehli insanlar, büyük bir haka­rete maruz bırakılıyordu.

 

Ereğli ise; Rusya canibinden gelen Kazakların taarruzuna uğruyor, nice can ve ırz pâyimal ediliyordu. Burayı da koru­ma altına vermek için asker getiriliyor. Bu seferde ahalinin feryadı ayyuka çıkıyor. Çünkü gelen asker yeniçeri olup, bunların ortaya koydukları yağma ve ırza tasallutları, kazak­lardan daha da şedit olarak gerçekleşmekteydi. Şu da el-zemdiki, Boğazdan çıkışı engelleyen düşman donanmasını bu işlevi yerine getirmek için alınması gereken, tedbirlerden belki de başta geleni, bunlar üzerine saffı harp nizamında ilerlemek, hâttâ göğüs göğüse denen çarpışmalar yapmaktı.

 

Yapılması lâzım gelen bu gemilere doğuşken asker doldu­rup, saldırıya geçmek üzere gemilere dolduruldu. Artık yapı­lacak iş Tunus, Cezayir beylerinin, Barbaros ve Turgut reisle­rin usulü düşmanı gemisi içinde bastırmak için rampa yapıl­ması idi. Bu yerine getirilmiş adetâ düşman gemisine rampa yapılmasına pek az kala, yeniçeri müfrezeleri, gerni kaptan­larının gırtlağına çökerek, bizi karaya çıkar, biz deniz savaş­çısı değil , kara cengaveriyiz hemen bizi karaya çıkar diye tehdit ederler. Mecburen düşmanların üzerine süzülmekte olan gemilerimiz, bu tehdit karşısında birden cenah değişti­rip, karaya yönelip baştan kara eder. Yeniçeriler kendilerini sahile atarlar. Ne hâzin, mazisi dünya harp tarihinin en parıak zaferleriyle dolu bir asker sınıfının, ortaya koyduğu bu cebîn hâl, korkaklık ve mesuliyetsizlik Allah ve Rasûlü'nün rızasına muhalif davranış olduğundan bu ocak zaman içinde inkıraza yâni yıkılışa doğru yol almaya başlamıştı Ancak ye­niçerileri karaya döken kaptanı derya, eksik kuvvetle saldır­dığı düşmana maalesef mağlup olmuştu. Böylece gemiler­den inen yeniçeriler sayesinde, rakip donanma baştan kara eden gemilerimizi işgal ediyor. Bunlardan uygun gördüklerini kendilerine alıyor, gözü tutmadıklarını ise tutuşturup yakıyor­lardı ayrıca Boğaz önünde ablukayı kıran donanma Girid'e doğru rota açarken geride cereyan eden bu olumsuz vaka­dan etkilendi perişanlığı yaşadı.

 

 

 

Ben Senin Başını Keserim!

 

 

ülkede eğitim son derece zayıflarken, çocuk padişahın tahsiline başlandı. Dini ve ilmi bilgiler, mütehassıs kimseler tarafından verilirken, yazı hocalığı Hadım Beşir Ağa'ya tev­cih edilerek eğitim başladı. Beşir Ağa kısa müddet içinde te­mel öğretileri gerçekleştirdikten sonra padişah'a, ilk meşki olan yazı örneğini verdi. Bu Örnekte yazılan bizim hemen yu­karıda arabaşhk olarak da verdiğimiz: "Ben senin başını ke­serim" hattı idi. Biraz üzerinde teemmül etsek görürüz ki, bu tercihte hiç bir isabetsizlik yoktur. Padişah kısmı bu sözlere ve bu hatlara çoğu zaman muafiyet kesbetmiştir. Bir evvelki paragrafın sonunda nakle çalıştığımız yeniçeri askerinin do­nanmada yaptıkları hâin davranışın cezası, bunların kellesini koparmaktan başka nedir ki?

 

Devlet başkanı nev'i beşer olarak tabii ki bizden biridir. Ancak vazifesi itibarıyla büyük farklılıkların muhatabıydı. İki ı arasından çıkan sözün kanun olduğu şartların insanı ü ki, mezkûr ifadeyi anşart hazmetmesi gerektiği gibi "se- affettim" demeyi de onunla eşdeğer zaman diliminde okuma ve yazmalı hükmüne varabiliriz! Eğer bu hususa aid bir vecize söylersek şunu yaldızlayarak bir yere aşmalı: "Mülkün tahribi, ferdin fıtratının menfide yol almasında görülür"

 

 

 

İsraf Üzerine Bir Kaç Söz

 

 

Devletin merkezinde ve üst kademeyi teşkil edenlerin isra­fı ne dinin şartlarına ne de nafilelerine uymaktaydı. Defter-darzâde Mehmed Paşanın, yedi tane ahçıbaşının emrinde kırk tane ahçısı bulunuyordu. Bu kırk ahçının emrinde hiz­metçiler, çadırlar vardı. Bu çadırları ve takımları taşımak için katırlar ile develeri vardı ve bunlar heran harekâta hazır tutu­luyordu. Kiler takımları, altun, gümüş, çini ve Saksonya ta­kımları çok büyüklükte zenginlik atıl olarak durmaktaydı. Yi­ne büyük servetlere muadil hediyeler Paşa tarafından bay­ram günlerinde, nevruz'da padişahlara, valide sultanlara, sadrıazama, kızlarağasına, dönemin sözü geçenlerine büyük zenginlik getirecek hediyeler vermekteidi.

 

Bu davranışı ile kendini garantiye alıyor, servetini muhafa­zaya muvaffak oluyordu. Ancak bu servet terakümü kaynağı milletin mazlumane feryatlarımıydı? Buna cevabı verirken klâsik sosyal anlayışın hududlarını zorlamak gerekir. Rüşvet ve iltimas dini hükümlere dayanılarak yönetilen toplumlarda merduttu ve bu merdutıyet geniş bir tefsiri hukuk anlayışı içinde ihaneti vataniye'ye kadar götürülebileceğinden hayatı kaybetmek tehlikesini de göstermekteydi.

 

Nitekim nice devlet adamları, bu çeşit doğru yalan suçla­malarla hayatlarını kaybetmişlerdir. Korudukları zevattan ilk tekmeyi yiyenlerde onlar olmuştur. Bunlara karşı çıkan kim­seler olmuştur. Meselâ İbşir Mustafa Paşa; çok muktesit bir kimse idiki, Saray adamlarına adetâ verilmesi şart haline gelmiş olan hediyeleri, verdirmemekle itham edilerek, öldü­rülmesine sebeb olan haller arasında geçmiştir. Şimdi; böyle

 

fharn olunmuş İbşir Mustafa Paşa'nın, Nevruz gününde sara-verdiği hediyelere bir bakalım ve göreceğiz ki pek büyük-sayılan servetleri gölgede bırakan hediyeler, yine de ada-rnm idamını önleyememiş.

 

Tarihçi Nâima'nın cümlelerine hiç dokunmadan yer vere­lim: "bir semend (besili) ve iki gabrilon at ki, üçünün dün-va'da nâziri bulunmaz. Serapa cevahir ile arasta zehebeh-maddan mamul, raht ve rikâbı ve gaddare ve topuz vesâir zerdüz besat ile müzeyen idi. Şâir ecnas; tuhaf ve taraifi gü-nagünden ve boğçalardan maada bir arbedeh, yüz keselik flori ve kuruş gönderdi. Valide hazretlerine yirmi keselik peş­keş irsaledip, Darüssaade Ağasına ve şâir uzmayı musahibi­ne ve Silahdar Ağa'ya ve gedik sahiplerine, bir habbe gön­dermedi. Bunlar vüzerai sâlifeden iydü nevruz ve şâir meva-siminde müstevfi hediye vede kese kese atiyeler almağa alışmışlardı. Veziri cedideden, bu vâz'ı şedidi müşahede et­tiklerinde, akılları perişan ve bununla hâlimiz nice olacakdır diye, tefekkürde kaldılar." Yukarıda metinde hediyeleri kısıt­ladığını, miktarda indirim yapmakla beraber, alışılmış nice kimselere bu seferinde hediye göndermeme yolunu tercih eden sadrazam İbşir Mustafa Paşa ile alakalı daldıkları tefek­kür dünyasından, çabuk çıktılar. Bu yeni sadrazam iki ay geçmemiştiki, sarayın mahsusai idam odasında hayatı izale olundu. Sarayın kapısına cesedi atıldı. Saray mensupları, İb-Şir Paşa gerek anadolu gerekse rumeli taraflarında bir kaç belde kaybetseydi, birkaç yüzbin kişinin helakine sebeb ol­saydı bu kadar düşmanı olmazlardı.

 

Ancak uygulamaları direk kendilerinin menfaatine zarar irdiğinden öylece galeyan gösterdiler ki, şaşılır!

 

 

 

Para Ve Vükela Toplantısı

 

 

Günümüzde yâni parlamenter demokrasi döneminde, aha­li ve basının hilafsız ittifak ettiği bir husus vardırki, bu husus meclisi oluşturan mebusların, menfaatleri umumiyesine dâir işlerde gösterdikleri ittihad ve aculiyeti sergilemiş, olmaları­nın tesbitidir. Üç beş dakikalık oturumlarla getirilmiş teklifi kanunileştirmeleri hayranlık uyandırmıştır! İşte bunlara ben­zemelerini tesbit ettiğimiz, tarihi bir toplantıyı anlatalım: "Me­lek Ahmed Paşanın sadareti esnasında, para temini için aranması gereken yolların bulunması müzakeresinin divânda yapılması kararlaştı. Yapılmaya başlanan müzakereler esna­sında vezirlere aid has'ların hâzineye alınması ileri sürülmüş. Vezirler hemen buna itiraz etmiş. Kenan Paşa, Bektaş Ağa'ya özetleyerek, şunları söylemiş: <Yeniçeri mevacibi (maaşı) üçyüzbin kuruşla kapanırken, sekizyüzbin kuruş alırsınız. Üç-yüzbin'in üstü yanınızda kalıyor. Bunları alanlarsa askerin ulufesine imdad etmelidirler. Yoksa vezirlerde, yirmişer, otu­zar keselik has'ından bir şey olmaz. Bu kadar içoğlanı ve et-baı ve ayali aç ve çıplakmı bırakalım?" Dikkat buyurulursa Bektaş Ağa'ya karşı ağzını açan Kenan Paşa, yeniçeri ulufesindeki yolsuzluğu Divan'da dile getirmesine rağmen bu işin üzerine fazla gidilmediği görülüyor.

 

Türkiyenin 54. cumhuriyet hükümeti, Prof. Dr. Necmeddİn Erbakan'ın başbakanlığında Refah partisi ile Doğru Yol parti­si arasında teşekkül etmişti. Ülkenin aklı başında her vatan­daşının lanetlediği PKK ile mücadele edilmekteydi. Memle­ketin önemli ekonomik kanamaya maruz kalmasında bu va­kanın tesiri pek açıktı. Silahlı kuvvetler tek çâre olarak görü­len, silahlı mücadele metoduyla ve sabırla bu yangını, fecii olayları ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Tabiiki, böyle bir mücadelenin ne kadar pahalıya mâl olduğu izahtan vareste­dir.

 

Memleketin son onbeş senesinde tanzim olunan bütçesine tfu nazar ettiğinizde, sene be sene ayrılan tahsisatın yüksel­irini müşahede ederiz. İşte bahse konu RefahYol kabinesi-ir. Mâlive Nâzın AbdüIIatif Şener, ciheti askeriyenin tahsisat talebini, elinizdekini kullanın bitmeden biz takviye edeceğiz mealinde bir cevap verdiğinden gerek, kendisi gerek hükü­metin başvekili Necmeddin Erbakan ile ordu üst kademesi arasında buzlu havalar esmeğe başladı. Devrin genel kur-maybaşkanı orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, alt kademede komutanların askeri hiyerarşiyi hiçe sayarak, başvekil ve ka­bine üylerine tariz ve dokundurmalara, ya aciz kaldığından ya da parayla ilgili tahsis meselesinden kırgın olarak, yapı­lanlara gözünü kapaması, 1660'lardaki divan toplantısının ulufe kavgasının tekrarı gibi geldi bize. Kenan Paşa'nın içoğ-lanları kasdı ile söylediği, aslında devleti âliyenin devlet ada­mı yetiştirme mekanizmasında yer alan seçme gençlerdir. Bu iç oğlanlar müessesesi, İskender Çelebi'yi Sokullulan ye­tiştirip devlet adamlarının büyüklerinden kılmayı becermiş müessesedir. Tabiiki sosyoloji ilminin denenmiş sonuçların­dan bulunan bir kuruluşun, doğuşu, olgunlaşması, kanıksa­narak kalitesinin düşmesi değişmez kaidesinden kaynaklan­dığından bu müessesede kendini bu kaidenin dışında tuta­mamıştır.

 

 

 

Dış Politikada Davranışlarımız

 

 

Kendi ülkemizde kendi yağımızla kavrulmaktayken harici­yenin vaziyetine göz attığımızda orada da dünya devletleri tarzının uyguladığına muvazi gitmediğimiz kendini belirtir. Meselâ devletler arası nezaket ve terbiye kurallarına riayet birinci vazifeyken, nezdimizde bulunan elçilerin masuniyetle­rini sağlamamız gerekirken tam tersine, Venedik elçisine bağlı olduğu hükümetten gelen resmi evrak müsadere edilir, devletinin kendi sefirine yaptığı emir ve tavsiyeleri, elçinin ithamında sebeb sayarak Rumelihisarı içinde mahpus tuttular. Sefaretin tercümanlarını bu ithamlarla boğup denize atma, işlemini gerçekleştirdiler. Sefirin ülkesine dönmesine müsa­ade etmiyorlardı. Buna mukabil sefir de, boş durmayıp çeşit­li işleri bitirmekteydi.

 

Meselâ, donanmanın gecikmesini temin için heyeti vüke­lâda rüşveti yedirecek birini bulabiliyordu. Demek ki; savaş­makta olduğumuz ülkelerin elçilerini, tahtı tevkif altında bu­lundurmanın maksadı bu örnekte az çok kendini gösteriyor­du. Kadı ile Konsolos Bir İngiliz tüccar ile İngiliz Konsolos arasında ihtilaf çıkarak tüccarın Kadı Efendiye müracaatı ge­rekmiş. Kadı açılmış davanın muhatabı olarak, İngiliz konso­losunu celble mahkemeye davet etmiş. Kadı konsolos'un önüne koyduğu ahitnameye bakmasına bakmış da, orada ikiyüzbin akçayı geçerse dava ingiltere de görülür maddesi­ne önem vermiyerek, davaya rüyet etmek istediği için, kon-solos'a: "şeriata senin itimadın yok mu? şeklinde hitab ile bu husustaki davranışı ile davaya bakmakta ki ısrarını ortaya koymuş. Konsolos ise, meselenin öyle olmadığını, devletinin talimat ve ahitnamenin tanzimine bakarım, başka şeye iti­mat etmem dediğinde işin boyutları almış yürümüş. Kadı ise; bu kâfir şeriatı Muhammediye'yi tahkir etti diyerek vaziyeti dallandırıp, budaklandırmış.

 

Vaka İstanbul'a aksetmiş. Bir çok isnatlar eklenerek vaka­nın şeyhülislâmlık kapısında görülmesini taleb etmiş. Şeyhü­lislâm Bahai Efendi de, sadnazama yazmış. Melek Ahmed Paşa işin çürüklüğünü görür görmez üzerine almaktan imtina etmiş, tekrar şeyhülislâmın rüyetine sevketmiş. Sadrazamın bu davranışında maksadı, müftü efendiyi bir pot kırışa mec­bur bırakarak böylecede azlini sağlamaktı. Ama bunun so­nunda İngiltere gibi bir devletin düşmanlığını celbeder, ülkeyi badirelere sokarız diye esas hususları hiç akıllarına getirme­diler. Şeyhülislâm Behaii efendi nezdine getirtir elçiyi ve şeriat hacında İzmir Konsolosu'nun yaptığı hakaretten tarziye ermesini ve konsolosun memuriyetine son verilmesini taleb eder. Ancak sefir, işin esasından haberdar olduğu için bu ta­lebe pekde önem vermez. Müftü efendiye: soğuk bir edayla; "konsolosu kralım tâyin etmiştir. Onu bu vazifeden azle muktedir değilim" Cevabını verir. Behaü efendi; büyük bir hiddetle: "Bre dinsiz mel'ûn! Siz neye güvenirsiniz de devam­lı din ve devlete hiyanet etmekten geri durmazsınız? Venedik Kâfirine gemiler ve imdad vermeğe devam edersiniz? Bunu biz bilmiyormu sanırsın? sözleriyle hitab eder. "İngiliz sefiri: "Biz ticareti severiz. Kirayla bizden kim gemi istese veririz. Siz isteseniz size de veririz. Bundan dolayı antlaşmamız bo­zulmuş olmaz." Dediğinde, Behaii efendi "Götürün şu me-lûn'u Paşaya hapseylesin. terbiyesini versin" Der. Sefir'in c > vabı: "Sen beni hapsetmeye kadir değilsin! Buna memur bile olamazsın." olur. Behaii efendi sinirinin son hududuna geldi­ğinden, bağırır: "Bre kaldırın şu melunu!" Hizmetkârlar, al­dıkları emir icabı sille, tokat sefir'i dışarı çıkarıp, ahıra hap­settiler. İşin vardığı kerte her yerden duyulur. Devlet ricali te­lâşa kapılır. Derhal Kahya Bey'in hanesinde bir toplantı tertip edilir. Sefir'i hemen serbest bırakması için, Sarı Kâtip Çele-bi'yi müftü efendiye gönderirler. Müftü Behaii efendi bu se­ferde şefaatçi olanlara kızar. Vazifeleri olmayan işlere karış­mış olmalarının yanlış olduğunu ileri sürer. Sari Kâtipde; as­lında münafık tabiatlı Kahya Bey dalkavuklarından biriydi. Müftü efendinin kendisine söylediklerini geri dönüp nakleder, bü seferde, Ağalar kızarlar ve sadrıazama hiç başvurmadan, saray kapısına varıp müracaatta bulunurlar. Behaü efendinin Gedilmesini, Karaçelebizâde'nin şeyhülislâm nasbedilmesi-n> istidaya, cesaret ederler. Ancak bu istek saraya ulaştığın­da Sultan 4. Mehmed'in Validesi Hatice Turhan Valide Sul-taı~ı, padişah oğlunun hemen yanındaydı. Talebi öğrenen Tur­han Sultan, padişaha dönerek:

 

Aziz efendi bizim katilimizdir! Devletimizin düşmanıdır, bu istek kabul edilemez. Şeklinde mütalaa serdeder. Bu cevap Ağalara ulaşmış ancak fazla önem atfetmeyen Ağa'ları, Mahpeyker Kösem Valide Sultan'in kapısını çalarlar. Burada taleb yerine getirilir. Hemen şeyhülislâm yapılır. Eski şeyhü­lislâmın hırpaladığı elçi bulunduğu ahırdan tahliye edilir. Mükte seven kimseler; bu tâyin münasebetiyle şu tarihi dü­şürürler "balyos müftüsüdür Abdülaziz" diyerek h. 1061 tari­hini tesbit etmeyi başarırlar. Bunların arasında münafık tipli Sarı Kâtip'de bulunmaktaydı. Kâhya Bey'in yardımına erişdİ-ğinden babıâli'ye memur kılınmıştı. Divan toplantılarında kâ­tiplik vazifesi görerek hayatını kazanmaktaydı. Bir gün divan toplantısından çikıpda gelen Sarı Kâtibe teşrif nerden sorusu tevcih olunduğunda, cevabı pek enterasandı: Esir pazarın­dan! Bu târifden Dîvânı Hümayun olduğunu anlamayan yok­tu. Artık ülkede gelinen nokta; ne saraya, ne padişaha, nede ulemaya, hâttâ dini Muhammedi'ye dâhi eski hürmet kalmamasıydı.

 

Bahse konu Sarı Kâtib, günün birinde Kâhya Bey'in oda­sında Kazasker yanında olduğu halde demiştiki: "Geçengün şiddetli bir sıtmaya tutuldum. Titremeden hâlim yaman oldu. Sonra yanmağa başladım. İlaç yaptırdım bir hoca'ya okut­tum. Kâr etmedi. Sonra hatırıma geldi. Sitmayıda geçirirse şeytana Anadolu Kadıaskeri'nin günahlarını adayacağımı söyledim. O anda sıtma kesildi. Bir daha da gelmedi. Hazır bulunanlardan birinin, niçin Anadolu Kazaskerinin günahları­nı adayıp, Rumeli kazaskerininkini adamadığını sordu. Ru­meli kazaskerinin günahlarını o kadar ehemmiyetsiz şeye fe­da edemem. Onları taun gibi, gazabı padişahi gibi büyük be­lâlara saklıyorum. Yukarıya aldığımız gibi son derece çirkin herzeler söylenir, işin kötüsü kadıasker efendiler bu nüktele­re benzer yavelerin tesiriyle kahkahalarla gülerlerdi.

 

Melek Ahmed Paşa'nın devrinde otuzbin kişiye kadar ve­rilmekte bulunan sadakalar kesildi. Kösem Valide Sultan bu sadakaların verilmesi İptalinden korktu. Otuzbin insanın ge­çimini sağlamakta olan bu yardım, nice problemler doğurur endişesi taşıyan hassas bir kimsenin tavrını sergiledi. Bu fa­kirlerin bedduaları asumanı tutar ve milletin başına belâ ola­rak iner diye, San Kâtib'e ikazda bulundu. Sarı Kâtip se: "Be canım Sultanım, bunca kale ve toprak hangi mollanın, hangi şeyhin ve dervişin duasıyla fetholunmuştur? O kaleleri fethe­den, küffâra kılıç çalan hep Serhoş İbrahim, Tiryaki Hasan, Deli Hüseyin gibi falan filan ağalar ve Paşalardır. Kendilerini bilmez sefillerin dualarından bir şey çıkmaz" cevabını verdi. Belkide bu söze i'tirazı yeterli tonda yapmayan Kösem Vali­de belkide hayatının hatasını işlemiş oluyordu. Sarı Kâ-tip'den dinlediği bu herzeler değil müslümanlıkta diğer se­mavi dinler nezdinde dahi ağır mesuliyet gerektiren ifadeler­di. Haksızlık karşısında susmak Kösem Vâlide'nin yapacağı işlerden olmamakla beraber, nasılsa bu ifadedeki küstahlık ve bidinlik şaşırtmış olabilir merhumeyi..

 

 

 

Padişahın Mukavemeti

 

 

Şayram günleri ve gecelerinde adet olmuştur ki padişah­ların Has Oda takımının ortaya serdiği çeşitli oyunları seyret­mesi. Hâttâ bu oyunları pek beğendiklerinden, sabaha kadar aralarında kaldıkları olmuştur. Buluğ çağının yaklaştığı sene­lerde 4. Mehmed bu eğlencelerde sabaha kadar kalmak ar­zusu izhar etmişsede, mâni olmuşlar. Bu mâni oluş Hadım Reyhan Ağa'dan gelmişti ve bu durumu Reyhan Ağa; meş­hur müverrih Nâima'ya şöyle nakleder: "Padişahımız henüz bir şahbaz çeşmi duhte ve gazanfer şikâr niyamuhtedir (?) Bizim (yâni harem ağalarının) zabtımıza meluf olmağla he­nüz tarikai zevki (zevk yolunu) ve inbisatı (genişleme) bilmez. Has odalılar vesair ağalar beyninde (arasında) haseni eda ve melâhati (yüz güzelliği) likaya mâlik sabi ül vecih a-ğalar vardırki, taatleri ayinei sânii rabbani şekli ve suretleri numûneİ sırrı tenasübü ruhaniyyettir. Ol makulelerin zâtı pâ-kizelerine incizabı müveddet ve ülfet ve sohbetlerine meyi! ve muhabbeti devai tabiyyeden vesimü nüfus zekiyeden ol­duğunda niza yoktur. Padişahı masum bu gece dışarıda ka­lıp, inşirah ve sürür ile onların dilfirabına hareket ve sekinet-lerine ferifte olup bazı akıllısından gafletten ikaz edici sözler işitip, reşid ve sedad erbabından birini mukarrebi has edicek olursa, tâyin olur.

 

Zira sohbet müessirdir ve tabiatı şarkadır" Deyimi üzerine Kızlarağası Bayram Ağa, padişahı içeriye davet etti. Eğlen-mekde olan padişah, bu daveti red etti. Turhan Valide tara­fından Ağa davetini tekrarladı. Ancak bu da, kâr etmedi. So­nunda Kösem Vâlidesultanın emri olduğu bildirilincede akar sular durdu padişah itaate geçti. Devlet işlerinin ileri gelenleri bu günkü deyimle müsteşar, bürokrat, valiler ila.. Padişaha, dürüst, namuslu cesur ve işbilecek sadrıazam bulma fırsatı bırakmıyorlardı.

 

İşte yukarıda saydıklarımıza yakın kıratta bir sadrazam olan Tarhuncu Ahmed Paşanın akıbeti hakkında, böyle sad­razamlar istemeyen gurubun insanları, sadaretten düşmesi münasebetiyle yapılması gerekenleri kararlaştıran bir toplan­tı yaptılar. Örnek olarak takdim etmekteyiz: "..Bu vezir bütün işlerde padişaha yarayacak şekilde gayret gösterdi bizlerin menfaatlerini hep askıda bıraktı, ülkenin gelir ve gideri, du­rumu malumdur. Bunun yerine geçecek vezir hepimizin hatı­rına riayet ederse yine bir iş göremeyip Ahmed Paşanın sa­dakatle hizmet ettiği ortaya çıkar. Şimdi bu sağ kurtulursa (yâni Tarhuncu Ahmed Paşa öldürülmezse) yeniden dahada selahiyetle göreve getirilir, böylece o da bizden adamakıllı intikam alır. Yapılacak iş bu adam hakkında idam karan ver-

 

direcek bir vukuatla padişahı ikna edelim, böylece de bunun tize verdiği korku artık bitsin. Yakaladığımız bu fırsat bir da­ha ele geçmeyebilir. Şimdi padişah buna muğberdir, bundan istifadeyle işi tamamlatalım, kaydını gördürelim."

 

Tırnak içinde sadeleştirerek alıntıladığımız mezkûr yazı, Mizancı Murad bey tarafından, Ebul Faruk adlı tarihine 6. c. sh. 178'e, Nâima tarihinin 5. cildinin 296. sh. inden alınmış. Bakınız; 1998 senesi aralık ayı sonlarında bu satırları yazar­ken, ülkede konuşulan önemli hususa ne kadar benzer bir alıntı yapacağım. Çünkü Türkiye; devletini kuşatmış resmi ve gayri resmi çeteleri konuşmakta ve vakit geçirmekte. Yu­karıda Osmanlı devlet ileri gelenlerinin, mâzu! sadrazam hakkında takip edecekleri politikayı kararlaştırma hususun daki toplantıyı almıştık. 1910!da basılan tarihinde Murad be­yin yorumunu, noktasını virgülünü değiştirmeden ahntılıya-hmda tarihin tekerrürden ibaret olduğuna bir daha nazar edelim! "Devleti muazzamai Osmaniyanın müteddid olan es­babı inkırazı içinde, iş bu çete hesapları dahi, büyücek bir mevki tutmuştur! Fenası da şu haset ve meskeneti medeni-yenin henüz sahai Osmaniyeden zail olamamasıdır." Hemen üstteki paragrafda geçen "henüz" kelimesi, Mizancı Murad bey'in eserinin yayımlandığı zaman dilimini işaret ettiğini de göz önüne alırsak, çete işlerinin en az üç asırlık boyutunu yakalamış oluruz.

 

 

 

Ağaların Ortadan Kaldırılması

 

 

Ağaların tenkil olunması, şüphesizki devlet üzerinde yapıl­ması gereken ameliyenin büyük önem taşıyan vakalarından-dır. Yalnız bu tenkilin, yâni ortadan kaldırılmalarını temin eden habere geçmeden, Kösem Valide Sultan'ın, şehid ediliş olayına gelelim. Kösem Vâlidesultan vefatından sonra o dev­ri yaşayan ve daha sonraki dönemleri idrak eden mü'minler tarafından şehid vâüde diye anıla gelmiştir. Bu inceliğe baka­rak, vücudu yâni varlığı devletin ihtiyacı olan bir hanımdır dersek, doğruyu tesbite varmış oluruz.

 

Dünya'nın en büyük devletleri arasında bulunan Osmanlı padişahlarının devleti, tabiiki fırtına gibi geçen hadiselerle daima karşı karşıya gelmiştir. Kösem Sultanın öldürülmesine sebeb olan mücadele, gerçekten bir iktidar mücadelesidir ve Kösem Valide bu mücadele de iktidarı kaybetme işini, ömrü­nü tamamlayarak karşılamıştır. Valide Kösem Sultan'ın aha­liyi kendine bağlayan tarafını ortaya serelim ve ahalinin esasda neye önem verdiğini ortaya koyalım. Kösem Sul­tan'ın, İstanbul'da, Mekke'de, Medine'de hayırlara yol aça­cak vakıfları doluydu. Camilere, hânlara, Seyyidlerle, fukara­lara yardımı hiç eksiimemiştir. Ramazan ve üç ayları, bayra­mın hususiyetine büyük önem atfettiği için, bu günlerini teb­dili kıyafet her tarafa koşturarak geçirirdi. Yardımları birbirini takip eden seller gibi olurdu. Borçları yüzünden hapiste ya­tanların borçlarını Öder ve bulundukları hapishanelerden, ha­las ederdi. Fakirlerin kızlarının çeyizlerini yapardı. Şehadeti sonunda odası aranmış epeyi serveti ortaya çıkmışsa da, şimdiki İstanbul Üniversitesinin, Bakırcılar tarafındaki kapısı önünden Sultanhamamına inen yokuşun sonlarına doğru sol koldaki Büyük Valde Han'da bulunan hazinesinde yirmi san­dık dolusu altun çıkmıştı. Beş has'ı bulunan Valide Sultanın senelik geliri ikiyüzbin altını aşar denmiştir. 2003 itibarıyla 26 trilyon eder. Kösem Sultan ile Turhan Sultan arasında meydana gelen saltanat rekabeti diye adlandırmaya kalktığı­mız mücadele aslın da, devletin bekasını temin mücadelesi-nide hâizdir. Bir kere Sultan İbrahim'in çocuk sahibi olup, hanedana erkek vâris kazandırmasını beklerken ne sıkıntılar çektiklerini, hatırladıklarından şehzadelere dokunmamışlardı. Turhan Sultan ve Kösem Mahpeyker sultan takımı diye ayn-san devlet adamlarıyla saray ahalisi, adetâ ülkenin ikiye bö­lünmesini sağlamışlardı. Ne acı bir marifet! Kösem Valide sultan ile Turhan Valide arasındaki gizli rekabet, İstanbul es­nafının ayağa kalkması ile su yüzüne çıktı.

 

Kıyam karşısında padişahın annesi Turhan Vâlidesultanı buldu. Ne istediklerini sordu, kryamcılara: "Ne istiyorsunuz?" Verilen cevabı tereddütsüz kabul etmesini padişah oğluna tavsiye etmiş. Buna karşılık; Kösem Sultan, Kara Çavuş'u sadarete getirmek icab ettiğini ileri sürdüysede, Kara Çavuş korkak bir davranışla istemedi. Sadrıazamın azline engel ola­madığı gibi, Siyavuş Paşanın sadaretinede mâni olamaması­na rağmen kendini yenilmiş saymadı. Bu arada da, kellesi istenen bazı ağaların kellelerini kurtarmayı başardı. Halbuki padişah olsun, Turhan Valide olsun bu Ağaların izalesir.e müsaade etmişlerdi. Bunun yapılmamasının neticesinin va­him olacağını söyleyerek, Siyavuş Paşanın tarafına yanaşdı. Ancak bu yanaşma bir taktik idi. Çünkü Siyavuş Paşanın ka­fasındaki tasan ağaların izalesine dönüktü. Halbuki; Kösem-valide Ağaların kurtulmasını hedeflemişti. Kösem Valide bu hâllerden pek müteessirdi. Siyasi iktidarını elinden uçurmak üzere olduğu hissine kapıldı. Böyle yapıldığında nankörlük yapılmış olacağı kanaatine kaptırdı kendini. Mücadele etme­ğe karar verdi ve kullanacağı silahı seçti. Bu silahı kullan­maktaki meşruiyyeti, hiç kaale almadı ve Borjiya ailesinin me'şurn silahı zehirdi seçtiği araç. Masum padişah, çocuk padişah 4. Mehmed'i, bir babaanne olarak zehirleme kararı almasını yorumlamak kabil değildir. Buna karşılık devletin âli menfaatleri bahanesiyle aldığı karar, bize göre iyi bir nnü'minenin şeytan'ın oyuncağı olmasına pek açık bir misal­dir, diye düşünüyorum.

 

Sultan 4. Mehmed Valide Kösem Sultan'ın zehiriyle ecel Şerbetini içince onun yerinede Saliha Dilaşub Sultanhanımdan doğan şehzade Süleyman tahta geçecekti. Saf ve hırstan azade bir hanım olan Süleyman'ın annesinin yerine Kösem Valide devlet üzerindeki gücünü devam ettireceğini tasarlı­yordu. Bunun gerçekleşmesi şartlan epeyice kolaydı. Çünkü aşağı yukarı saray hizmetlilerinin çok çok büyük kısmı Kö­sem Valideye körü körüne bağlı kimselerden müteşekkildi. Bostancıbaşı, Kilercibaşı, Silahdar, Hasodabaşı, İmam gibi zevat bunların arasındaydı. Bunların saray'a giriş ve çıkışları haberleşmeyi temin açısından pek mühim işlev taşımaktaydı.

 

Bunlardan Kilerci erkânından Helvacıbaşı Üveys Ağa, Kö­sem Validenin talimatıyla iki kavanoz zehirli şerbet hazırladı. Bu şerbeti Sultan 4. Mehmed tarafından içilmesini temin işini üzerine almıştı. Bu hazırlıkların müşavereleri, Kösem Sul-tan'ın dâiresinde yapılıyordu. Valide sultanın başkapıoğlanı ve bir iki kalfa yapılacak işler hususunda bilgi sahiblerinden-di. Valide Kösem Sultan'ın dâiresi mensuplarından Meleki Kalfa böyle bir tasavvur üzerine insani hislerinin üstün gel­mesi münasebetiyle, Hatice Turhan Sultanın yanına koştu ve olanı biteni birbir anlattı. Kendisinin ele verilmemesini de, ri­ca eyledi. Bu ricası tabiiki kabul olundu. Turhan Valide sul­tan, dâire halkından üzün Süleyman Ağa, Reyhan ve İbra­him ve İsmail ağalarla meşveret eylediler. İşi büyütüp, ortaya çıkmadan gizli bir şayia halinde yaydılar. Üveys Ağa bunu duyar duymaz, saraydan firarı yeğledi. Buda göstermektey-diki, ihbar asılsız değil, kesin darbeyi vuracak kişi selâmeti firarda bulmuştu. Kösem Valide Sultan yapılan karşı hamley­le oyunun sızdığını anlar anlamaz, yapmaması lâzım gelen bir şeyi yaptı. Ağalara haber göndererek mahv edilecekleri­nin vakti gelmek üzere olduğu bilgisini aktardı.

 

Yapılacak tek işin saraya baskın vererek, Süleyman, Rey­han İbrahim ve İsmail ağaların öldürülmesi, padişahı taht'tan indirip, şehzade Süleyman'ı boşalan tahta oturtmaktı. Saran bazı kapılarının o gece açık bırakılacağını, geldikleri tak-Hirde Bostancıbaşı ve bazı ağaların bu kapılardan gelenlerin önüne düşerek yapılacakları göstermeleri sağlanmıştı. Bu haber üzerine ağalar toplandılar. Bektaş Ağa'nın israrıyla sa-rava gönderdikleri bir pusulada Turhan Sultanın ağalarından bilinen dört kişinin kellelerini taleb ettiler. Yaptıkları hesapla­ra göre şüphesizki kabul edilmeyecek bu taleb, bunların ak­şam açık bırakılacak kapıdan, saraya girmelerine bahane olacaktı. Ağaların bu isteği saraya geldiğinde, yapılacak fe­sadın, ağa kapısı tarafından da benimsenmiş olduğu böylece anlaşıldı ve bu haberleşme sadece Kösem Valide tarafından yapılabilecek işlerden olduğuda katiyyet kesbetti. Kendisine kimlerin yardımcı olacağını tesbit için, CJzun Süleyman Ağa, saray dışına istihbarat elemanı gönderdi. Kapıların hangileri­nin açık bırakılacağından, kimlerin içte ve dışta rol alacağını tamamen öğrendiği görüldü gelen rapordan. CJzun Süleyman Ağa, cesur, gözü pek ve lakabı gibi bir haylice uzun boylu bir zenci idi. Gereken bütün tedbirleri aldı. Kapıları kapattırıp, arkalarına emin olduğu kimseleri koydu. Karşı tarafın başta bostancıbaşı olduğu halde bütün adamlarını gözhapsine al­dırdı. Şüphelendikleri biri olduğunda öldürebilecekleri husu­sunda kati emirler verdi. Saraydaki eli silah tutanları bölük bölük etrafına toplayarak, ekmeğini yedikleri padişahın ha­yatına kasdedİldiğini bunu önlemekle hem vazifelerini yap­mış, hem de yediklerini hakketmiş olacaklardı. Ancak bura­da "harp hiledir" peygamberi sözünün gereğindenmiş gibi, bir yalan uydurdu Süleyman Ağa. Bu yalan; padişahın öldü­rülmesinden sonra Kösem Sultanın, Bektaş Ağa'ya varacağı-nı ve tahtı Osmaniye Bektaş'ın geçeceğini söylediki bu çirkin Valan, saray ehlinin böyle hususun gerçekleşmemesinde 9ayrete gelmelerine sağladığı görüldü. Sarayda yatsı namazı sonrasında bağınşmalar başladı. Görüyormusunuz? Kösem Valide padişahı öldüttürecek, kendisi Bektaş Ağa ile nikâhlanıp, âli Sultana padişah olacakmış Bektaş, feryatlar halinde duyulur oldu. Bu seslenmeleri duyan Hasodabaşı nasihat edecek olduysa da, Üzün Süleyman Ağa'nın bir işaretiyle parça parça edildi. Ok yaydan çıkmıştı bu olayla. Artık kala­balık Kösem Sultan'ın dairesine yollandı. Hadımağalar yan­larındaki yine hadım hizmetçilerle karşı koymak istedilerse de, hasodabaşına yapılan onlarıda buldu, parça parça edildi­ler. Bu gürültü Kösem Valideyi sevindirdi. Geldinizmi diye kapıya yanaşıp sesledi, üzün Süleyman Ağa; beli, geldik, dediğinde Valide Sultan bu sesin kime aid olduğunu hemen bildi ve derhal firar etti. sığındığı yer bir dolap içiydi. Yorgan­ların arasında saklanmayı yeğledi. Gelenler, büyük valideyi isteriz diye bağırıyorlarken biraz yaşlıca bir kadın çıktı: Bü­yük Valide benim. Ne istiyorsunuz? Diye seslendi. Süleyman Ağa bu bir fedakâr, kendini feda ediyor, dediğinde kolundan tuttukları gibi bir kenara fırlattılar kadını. Buna ne olursa ol­sun alkış tutmak gerekir sanıyorum. Dünya'da vefa ile sada­kat takdire değer haslettendir. Dairenin her tarafını arayanlar sonunda Kösem valideyi buldular.

 

Perdenin kaytanını boğazına doladılar ve çekerek boğmayı becerdiler. Kuvvetli bir kimse olan valide sultan her tarafın­dan kanlar akarak vefat etti. Bu kanlı vaka 1061/ramazanı olan 1651/ağustos ayında vukubulmuştu. Bazı tarihler Kö­sem Valde'yi bulan ve öldürenin Kuşçu Mehmed adlı biri ol­duğunu rivayet ederler. Tabii bu arada Validenin dâiresinin ve orada bulunan servetinin yağma edildiğini beyana gerek yoktur. Ağalan senelerce oyalamayı başaran ve bu başarısı ile bize göre devleti Osmaniye'ye hizmet etmiş bulunan Vali­de Sultan'ın şehadetinden sonra devlet ve millet üzerinde her istedikleri havayı estiren Ağalar saltanatının nasıl sona erdiri-lip, başında bulunanların yok edilişini anlatmaya gayret ede­lim.             

 

Kösem Sultan'ın katledildiği gece saray'da yaşanacak va­ziyetlerden habersiz olan sadrazam o gece konağına iftar vermek üzere davetli misafirlerinin arasına, iki kazaskeri'de çağırmıştı. Oruçların dualarla bozulduğu iftar esnasında, ye­niçeri Ağalarından Samsoncu Ömer Ağa konağa gelmiş ge­rek sadrıazam Siyavuş Paşa ile iki kazaskeri Ağakapısına davet etmişti. Kazasker efendiler bu davete hemen koşarak icabet ettiler. Sadrıazam Siyavuş Paşa ise, davet sebebini sorduğunda tatmin edici bir cevaba nail olamadı. Bunun üze­rine gitmekten istinkâf etti. Yeniçeriler bu sırada ulema takı­mın] da, Ağa kapısına davet etmişler, bunlardan şeyhülislâm Abdüîaziz, Nakibüleşraf Zeyrekzâde, diğer kazaskerler, sara­yın davetine bir kaç gün önce gitmedikleri halde, Ağa kapı­sından gelen çağrıya gittiler.

 

Çünkü iktidarın Ağalarda olduğunu biliyorlardı. İktidara destek oluyorlardı, hakk'a tercüman olacaklarına! buna kar­şılık temkin seven Hocazâde Ebu Sâid gibi bazı ulema ne sa­ray davetine ne de Ağakapısı davetine icabet etmeyip, birer mazeretle işi geçiştirmeyi bildiler. Bunun bir mânası vardır ki; şeriatı kuvvet karşısında hâkim kılması gereken âlimler, ilimleriyle amil olmadıklarının gereği, imtihanı kaybediyor­lardı. Halbuki; İbni Kemâller, Ebussudlar veya onları gerçek­ten ölçü alan ulema böyle yapmazlardı. Onlar da böyle yap­salardı, şeriatı islâmiye ve hikmetlerine mugayir davranışa girmiş olurlardı. Bu daveti ne için yaptığını Ömer Ağa'nın, sadrazama izah ettiğini ve dediklerinin, Turhan Vâlide'nin Ağalarından dört kişinin kellesini, yeniçeri ağalarının isteme­leri ve bunun teminine lâzım gelen işlemi yapmak üzere ol­duğunu rivayet ederler. Ancak bu rivayet doğru olmasa ge­rek.

 

Çünkü; Ağalar bu taleblerini gündüzden yapmışlar, buna *arşılık Süleyman Ağa karşı tedbirleri almıştı. Siyavuş Paşa, Samsoncu Ömer Ağa'y1 yanına alarak saray'a gider ve bura­da vaziyeti tetkik eder. Kösem Valide taraftarı Bostancıbaşı Ali Ağa başta olmak üzere, bu hizbin taraftarını öldürtür. Sa­rayın her tarafını gözden geçirdi. Yanında bulunan Ömer Ağa bu durumları gördü. Sadrazamın maksadı da, vaziyeti gören Ağa, arkadaşlarının yanına gittiğinde her şeyi olduğu gibi nakletsin ve cesaretlerinin kırılmasına, zemin hazırlasın takti­ğine varmaktı. Sadrıazam bir çok tedbir aldığı gibi, ulemayı saraya davet etmeyi elzem buldu. Epeyi bir vakit geçtikten sonra bu davete gelen Kayseri eski Kadı'sı Numan efendi ol­du. Daha sonra Hocazâde Mesud efendi, Bâlizâde Mehmed efendiler geldi. Müftü Aziz yâni şeyhülislâm Abdülaziz efendi tercihini Ağakapısına sığınmada kullandı. Çok geçmedi ki, bu tercihe epeyi bir ulema mensubu da iştirak etmiş. Saray­daki toplantı neticesinde alınan karan hayırla uygulamak üzere şöyle açıklamak mümkündü:Ağalar helak olunacak. Bu doğru ve kahramanlık gerektiren kararın muharriki acaba kimdi? Kadı Numan efendi ile Hocazâde Mesud efendi en açık tarzdaki fikirleriyle temayüz etmişlerdir. Bunların özetle söylediği iş ancak Ağaların katledilmesiyle halledilir. Bunun başka bir hâl şekli yoktur. Bu sözler fikir bakımından önem taşımaktaysa da, esas olan bunu tatbik edebilmekti. Turhan Valide, Sadrazam Siyavuş Paşa, Üzün Süleyman Ağa azim­kar bir tutumla işe koyulmuştu ancak unutulmaması gere­ken bir istinat vardı ki, buda ağaların saltanat ve zülumlann-dan gına getirmiş İstanbul ahalisi idi.

 

Devlet ve millet işbirliği temin edilmiş bir vaziyet ihdasına gelinmişıi. Bunu sağlayacak olan son hamle,'Hz" Peygamber (s. a. v) in Sancağı Şerifini sarayın önüne dikip, ümmeti Mu-hammed'i altına toplamak ve mütegallibeye haddini bildir­mekti.

 

 

 

Seyfiye İlmiye'nin İhanetine Uğruyor

 

 

Ahalinin açılan sancak'ı şerif altına toplandığını müşahede eden ulema, birer bahane uydurarak, yeniçeri ocağından uzaklaşma yolunu seçti. Saraya kapağı atmanın yolunu ara­maya başladılar. Hiç bir kurtuluş ümidi olmayan Müftü Ab-dülaziz efendi ile iki kazasker Ağakapısından ayrılmayıp, on­larla ittifakta ısrar ettiler. Ağalar tarafında kaldığı görülen, şeyhülislâm Abdülaziz efendi yerine Ebu Said efendi tâyin olundu. Yalnız, burada karşılaşılan bir durumu haber verelim: Saray davetine biraz geç gelen Ebu Said efendi'nin icabetin­den ümid kesildiğinde, şeyhülislamlığı Hanefi efendiye veı-mişler, Rumeli Kadı'lığı ise, Hocazâde Mesud efendiye veril­mişti. Sâid efendi geldiğinde, Hanefi efendi, müftüiükden alı­nıp, Rumeli Kazaskerliğine, Hocazâde Anadöhu Kazaskerliği­ne, Müftülük de, Sâid efendiye tevcih olundu. Her nekadar, âlimin büyüğüne riayet icabederse de, toplantıya gelmede ağır davranan Said efendi bu davranışının cezasını çekeceği­ne müftü yapılarak mükafatlandırılmış oldu. Rütbei tenzile uğrayan Hanefi efendinin durumuna tahammül nefsi husu­sundan kolay olmasa gerek! . Nitekim; Hanefi efendi, kendi­sini müftü yapan fermanı, Hocazâde ise Rumeli Kazaskerliği­ne tayini belirten hattı geri vermekte biraz nâz ve soğukluk göstermişlerdir. Bunu yapılan muamelenin neticesinden say­mak gerekir. Bâlizâde ise ilkönce yapılan tayinde Rumeli Ka­zaskeri yapılmıştı. Sonraki düzeltme sırasında daha efdal du­rumda olan Rumeli Kazaskerliğini Hocazâde'ye bırakıp, Ana­dolu Kazaskerliğine gösterdiği feragatin şahsi kemâlatla ala­kası olduğu teslim olunmalıdır. Bâlizâde şu sözleri ile herke­sin ve asırlar sonrada bizleri bile hayran bırakan davranışı sergilemiştir:  "Biz; bu meclise mansıb için gelmedik. Tâifei bâgiye'nin cemiyetlerini defe ve zülumlannı men için geldik. Bana Kazaskerlik makamı lâzım değil Bir başka duacıya ve­rin" Demeyi bilmiştir.

 

 

 

Sancakı Şerif Açılıyor

 

 

Beri yandan kendi durumlarının sağlamlığından emin ola­rak vaziyetin inkişafını takip ediyorlardı. Kösem Vâlide'nin şehidliği dâhi yeniçerilerin hesabına yazılmıştı adetâ. Bu kendilerine olan güvenleri yeni bir hata yapmalarına sebeb oldu. İşleri tahkik etmeden padişahlığa şehzade Süleyman'ın getirildiğinin haberlerini bile yaydılar. Halbuki sarayın kalın duvarları gerisinde cereyan edenler hiç de onların umduğu gibi netice vermemişti. Tabii bunların bu kadar peşin hüküm taşımalarının sebeblerinden biri, kazaskerler ile müftü Abdü-laziz efendi'ninde onların yanında bulunması idi. Az sonra yeniçeri ağası Kara Çavuş başta, yanlarındada kazaskerler olduğu halde diğer ileri gelen yeniçeriler, Etmeydanına doğru yola çıktılar. Zaferlerinin ganimetini almaya giden galibiyet sahibi kimselere benzemekteydiler. Meydana geldiklerinde Kara Çavuş: binek taşına çıkarak toplanmış yeniçeri ve bir takım ahaliye doğru: Saraydaki musahib ve saray mensubla-rının yaptıkları nedir? Valide Sultanı katletmişler. Bunlardan Valide Sultan'ın kanı istenmelidir! Dediğinde; yeniçerilerin arasından bir ses: Valide Sultan'ın vârisi sen mi oldun? Soru­su, bir yeniçeri tarafından seslendirildiğine göre, ağalar hatta basit yeniçeride bile ittihad olmadığının delili idi bu manidar soru.

 

Bu anda da bir değşiklik görülmeye başlandı. Yeniçeriler arasında bulurari âlimler gurubundan bazıları alenen ve apa­çık, sakin ve veıkûrane açımlarla safların arasından çıkıp, sa­ray cihetine yürümeğe başlamışlardı. Bu ne demekti? Biz söyleyelim; büyük bir gururlan etrafa yıldırım bakışlar fırlatırlarken, hafif geride kalanların kulaklarına sanki gizli bir de­likten fısıldanan "Sancak-ı şerif çıkarılmış" sözleri bu sembo­lün ümmet, hatta yeniçeriler dahil toplum üzerinde birlik ge­tirici, vahdeti sağlayıcı gücünü bilenlerdi saray tarafına doğ­ru yürümeğe meyledenler. Tabii bunların arasında, Abdülaziz Efendi ile kazasker efendiler bulunmuyordu. Çünkü onlar az-ledüdikleri haberini almışlar, yerlerine yapılan tâyinlerden haberdar olmuşlardı. Bu gurubla artık beraber olmaları belki makamlarımızı tekrar elde edebilirizin ümidiyle rabıtalıydı. Bir diğer tarafda, geriden kopan ulemanın yaptığını bunlar da yapmasın diye, etraflarını sıkıca sardıran ağalardan fırsat bulamamış olmalarıydı!

 

 

 

Ululemre İtaat Talebi

 

 

Öğle namazının edasına yakın vakitte saray, şehrin çeşitli mahallerine münadiler çıkardı ve: Her kim jnüslüman ise Hazreti Rasûlullâhın Sancağı altına gelsin! ülûlemr'e itaat etmiyenler, karşı tarafda olanlar, Orta camideki (Şehzadebaşi Camii) bagiler ile bir olanlar din ve devlet düşmanlarıdırlar. Öldürülmeleri için fetva çıkarılmıştır. Bilindiği gibi Kur'an hü-kümlerindendirki, sizden olan emire itaatli olunuz diye fevka­lade uyulması gereken bir emir vardır. Bu emirin başa geç­me veya geçmesini, görevini sürdürmesini temin etmekte olan şartlar; hadis, kıyas ve icma anlayışı içinde birbirini kuvvetlendirir şekilde tesbit olunmuştur.

 

Bu şartlara aid hususlarda eksiği olmayan veya bu duru­cunu muhafaza ettirenlere itaat şarttır. Münadiler ilânı neti­cesinde vaziyeti duyan ahali olsun, ağaların yanında bulunan bir çok yeniçeri, mezkûr "Ulûlemre İtaat" emri karşısında, bir saniye bile tereddüt etmeden sancağı Muhammedi'nin göl­gesine koştu.

 

Sarayın bahçeleri koşan halk ve askere dar gelmeye baş­ladı. Şimdiki Gülhane parkının önünden daracık bir sokak yokuş olarak Topkapı Sarayı istikametine çıkar, o sokağın ismi Soğukçeşme'dir. Kalabalık oradan, Ayasofya Camii ar­kasını, deniz tarafında Ahırkapı ve Cankurtaran civarını dol­dururken, Sultanahmed Meydanı ise lebaleb dolu bir haldey­di. Buna karşılık Ağalar ve etbaları bir avuç kaldılar. Saray­dan ağalara gelen bir davet, ayak divanına gelmeleri şeklin­de idi. Ancak Kara Çavuş: Bizden saraya gidecek yoktur. Bulunduğumuz yerde kalacağız. Padişaha da, asi değiliz. Fa­kat üstümüze gelen olursa vuruşmaktan çekinmeyiz. Dedik­ten sonra kışlalarına çekildiler. Dışarıdan gelenleri içeri al­makla beraber dışarı çıkmak isteyenlere müsaade olunmadı.

 

Enteresan bir bilgi geldi koğuş ağalarından birinden, bu haber, hiç merak edilmesin. Dışarıdan içeri gelmek isteyen kimse yok, buna karşılık içeride kimse kalmadı ki bunların çıkmalarını engelliyelim. Hepsi saray'ın davetine koştular.

 

 

 

Tercih Paraya Değil Sancağa

 

 

Kâhya Bey karşılaştığı bu tehlikeli durumu altun sesleri ile kendi lehine çevirebileceğini düşünerek, bir gülümsedi. Ar­kasından, hemen keseler dolusu altunu yanlarına getirtti ve toplanmış bulunanlara keseleri göstererek: Altun isteyenler bize koşsun. İstemeyenler ise saraya gitsinler. Şeklinde ba­ğırdı. Kâhya Bey'in bu daveti boşa çıktı. Bir kişi dahi bu da­vete icabet etmedi. Herkes, sancağı şerifin altında kalmayı tercih etti.

 

Günümüzde de, güneydoğu ve Kürtçülük hususunda dinin bütünleştirici vasfına müracaat olunsaydı bu gaile asla büyü-mezdi. Hattâ bir ara, uçaklarla bazı âyeti kerimeler yazılı matbu kâğıtların atılmasını, o sırada ülkeyi yönetmekte olan Süleyman Demirel  başkanlığındaki  DYP/DHP koalisyonuJnun başbakan yardımcısı Erdal İnönü, yapılan çalışmaları lâikliğe aykırı davranış olarak vasıflandırmış, mütereddit or­tak Süleyman Demirel ve partisi DYP, koalisyon bozulmasın djye yapılana engel olmayı kararlaştırmıştır. Devletin bu ka­rardan beri bu olayda bir daha bu yola baş vurma imkânı ele edilemeyerek yara büyümüş, nice millet evlâdının şehid olmasına, nice aile ocaklarının kararmasına, adetâ yeniden bir dul karı neslini görmeye zemin hazırlanmıştır. Neyse biz Sancağın ortaya koyduğu işleve bakarak; şaşkınlığını biraz Üzerinden atmayı beceren Kâhya bey'in akıbetin korkusunu akla getirdiğinin ispatı olacak sözlerini buraya alalım: Tü yü­züne Allah belânı versin tamahkâr arnavut! Bu işler hep se­nin tamaın yüzünden meydana geldi. Bize; mal lâzım. Devlet yüzçevirirse biriktirdiğimiz akçalar, derdimize derman olur hemen servet toplayalım der idin. Bizi kendi hâlimize koy­madın. Hepimizi ifsad eyledin. Bizi baştan çıkardın. Haydi bakalım bu miktar altun topladık. Şimdi onlar ile yapacağını yap da görelim. Kâhya bey'in bu sözleri Bektaş Ağa'nın üze­rine yürüyerek söylediğini de ifâde edelim tabii.. Kâhya bey'in sözleri, toparlayıcı sözlerden olmayıp, kendilerini ge­tirmiş oldukları vehamet ve bunun mesullerinin birbirlerine girmek üzere olduklarının, birbirlerini suçlamanın kapısını açan ifadeler saymak gerekir nitekim Ağalar yanında yer alan ve eskiden bunları methü senalarıyla şöhret bulan Aya­sofya kürsü şeyhi Veli efendiyi, Kâhyabey'in Bektaş Ağa'ya Çatan sözlerini duyduktan sonra bu güruh yanında kalmanın yanlışını anladığından bulunduğu daireden üstünü silkeleye silkeleye çıktı ve yürüdü. Bu vaziyeti de müşahede eden Bektaş Ağa: Kuzgun suhte! Kürklerimizi giyip, kese kese ak-Çalarımızı alırken "Sizler devlete lâzımsınız. Çünkü din ü dev-'et sizin ile kaimdir" derdin. Artık rüzgâr döndüğü için senin yanında da yaramaz mı olduk? Diyerek, laf atmakdan kendi-ni alamadı.

 

 

 

Saraya Dönenlerin Karşılanışı

 

 

Nâkip Zeyrekzâde Abdurrahman efendi saraya dahil oldu ve pek soğuk ifadelerle dolu özür beyanlarında bulunuyor, böylece de, bulunduğu makama yakışmayacak kertede biri olduğunu göstermekteydi. Ama olsun kelleyi kurtarma sava­şında normal insanlar bu yola başvurabilirler. Ancak az bulu­nan fakat onur sahibi kimseler Zeyrekzâde'nin tabasbusunu göstermezler. Her ne kadar yanhşdan ayrılıp, doğruya koş­mak herkesin yapması gereken husussada tabasbus ve dal­kavukluğun gereği yoktur sanırım. İlmin Zeyrekzâde'nin şah­sında düştüğü derekeye şâhid olan, Kazasker Kudsizâde mü­him sayılacak derecede zarafet gösterdi, ilmi düşürülmeye çalışılan yerden kurtarmak için. Karşılaşmış bulunduğu ne­zâketin sayesinde idrak eden Abdurrahman efendi, huzura gitmeye yüzü olmadığını anlıyarak, konağına kapandı. Sabık şeyhülislâm Abdülaziz efendi Yenikapı'ya indi ve orada bulu­nan bir kayığa binerek Topkapı Sarayı'nin Yalı Köşkü cihe­tinden saraya girdi. Ayak Divanında bulunan padişah 4. Mehmed'e Abdülaziz efendinin saraya geldiği haberi verildi. İrade "Bostancıbaşı'nın yanında kalsun" şeklinde çıktı. Bu iradeyi duyan, Abdülaziz efendinin ölümün korkunç sessizli­ğini sağken yaşadı desek hata etmiş olmayız.

 

 

 

Ağaların Şefaat Talebi

 

 

ulemanın yanlarından ayrıldıklarını gören Ağalar, Şehza-debaşı Camiinde ümidsiz bir halde kalakaldılar. Kara Çavuş şeyhülislâm Ebu Said efendiye bir tezkere yazarak, şefaat et­mesi dileklerini bildirdi. Kara Çavuş eskiden beri Ebu Said efendi'ye taşıdığı saygısını izhar etmiş bulunduğundan, ara­larında hukuk ve sevgi bağlan kurulmuştu. Kâhya bey'de aynı hukuk sahibi olduğu (Jzun Süleyman Ağa'ya bu minval-

 

 bir tezkere gönderdi. Ayrıca son dönemlerde Kâhya bey iKi taraflı çalışmaktaydı. Görüntüde Bektaş Ağa ile arası kav-aalı olmamakla beraber, üzün Süleyman Ağa vasıtasıyla, Hatice Turhan Valide Sultana ubudiyetini sunabilme şansını kullanmıştı. Burada biraz düşünecek olursak şu nazariye or­taya atılabilir: merhume Şehid Valide ağaların bir bölümüyle, Hatice Turhan Sultan, ağaların diğer bir kısmı ile gerek kendi iktidarlarını sağlamak için gerekse devlet idaresinde inançla­rı noktasında kimseleri destekleme görevini üzerlerine almış­lar, böylece hanedanı, niçin biz tahta geçmeyelim düşüncesi­ni taşıyacakların tasallutundan korumuş olmaktaydılar, dü­şüncesi makul bir izah görünüyor bize.

 

Kâhya bey bu müracaatıyla affa nail olamadı. Artık ortaya ahali çıkmıştıı \e ahali zorbalardan intikam almanın zamanı geldi anlayışına sürüklenmiştir artık.

 

 

 

Cezalandırmada İki Anlayış

 

 

Yapılan zülumlardan bıkan insanlar yapılacak işlemleri ta­rtışmaya başladıklarında intikam meselesi pek önemli bir husus oldu. üzün Süleyman Ağa ve sadrazam derhal infazlar yapılmasının önemini ileri sürerken, şeyhülislâm Ebu Sâid efendi, şu nazariye ile karşı çıkmaktaydı: "Yeniçerilerde, ule­mâda ve diğer kimseler, sancağı şerifi açtığımız ve buna olan bağlılıkları hasebiyle o tarafı bıraktılar, bu tarafa iltihak etti­ler. Şimdi biz infazlara başlarsak, hayati tehlikeye maruz kal­dıklarını düşünerek tekrar karşıya dönerler.

 

Hâttâ bu arada Yeniçeri Ağalığına Silahdar Ağa'yı nasbet-mişsiniz, bunu hemen geri çekin. Ocaklıya kendinden ağa töredir. Buna riayet gerekir yoksa bu yapılan nasbi hakaret olarak vasıflandırabilirler. Bu olayların müsebbibleri zorbala­ra dahi şimdilik dokunmamak kararı alalım." Şeklinde be­yanda bulunur. Görüldüğü gibi, Şeyhülislâmın görüşü, Hz. Ali  (k.v) nin, Hz. Osman (r.a) in şehid edilmesinden sonraki va­ziyete, düşünüp uygulamaya çalıştığı tedbirleri andırır, üzün Süleyman Ağa ve sadrazam Hz. Muaviye' (r.a) in görüşü olan katilleri hemen cezalamak hususudur. Ancak Hz. Ali (k.v) nin içtihadını andırır tarz olan şeyhülislâm efendinin gö­rüşü, karar altına alınır, o vecihle hareket edilir.

 

Kara Çavuş; Tamışvar Valiliği görevine yollanırken, Kâhya bey'i Bosna Vilayeti bekliyordu Bursa muhafızlığı ise Bektaş Ağa'ya verilmişti. Hemen vazifelerine gitme fermanı da elle­rine tutuşturulmuştu. Kâhya bey, Kara Çavuş derhal sur dışı­na çıkmayı gerçekleştirdiler. Kâhya bey'i yanına lâzım olur diye, yüzyirmi bin altun almış olduğunu kaynaklar bahsedi­yor. Yüzyİrmibin altunu, bu gün Reşad lira adıyla andığımız altun ile karşılaştırıp, servetinin değil de yanında bulundur­mayı düşündüğü para miktarını hesaplayarak durumu idrak edelim! 120. 000 X 20. 000. 000=2. 400. 000. 000. 000 ed­er. Yazıyla=ikitrilyondörtyüzmilyar ederki, bu hesap, 1998 sene sonu altun fiyatı göz önüne alınarak yapılmıştır. Görülü­yor ki, bu miktarda para toplamaya muvaffak olmuş bir tek yeniçeri ileri geieni! Ne zenginlikmiş veya ne yolsuzlukmuş. ülkemizde aşağı yukarı bir kaç fabrikası olan kişinin dahi böyle bir net birikimi olabilsin. Bu izahların; ülke insanına, iktisatçıların araştıracağı ve tamamen, objektif yaklaşımla izah etmesi gereken hususattandır, diyorum.

 

Bu görevlere gönderme şüphesizki içeride coşması muh­temel taraftarlardan ayırarak ve de işi soğutarak sona erdir­me siyaseti yatmaktaydı. Hattâ buna bir misâl olarak; şehir dışına çıkmayı tercih eden Kara Çavuş çadırında beklerken, sadrazamdan gelen bir tezkere ile, Kaptanı deryalığa nasb olunduğu bildirilir. Gelen müjdeciye ve sadrıazama teşekkür babında önemli miktarda bahşişler ödemiştir.

 

Öte yandan; Bektaş Ağa Bursa'yeı gitmedi. İstanbul'da saklanmayı tercih etti. CerrahPaşa semti yakınında bir ara-,-na sırasında ele geçti. Sürükleye, sürükleye Topkapı sarayı­na getirildi orda boğularak öldürüldü. Kara Çavuş'da pek qeçmedi sarayın davetine icabet etti. Burada bazı sorulan cevapladıktan sonra infaz gerçekleşti. Kâhya bey firarı dene­di. Ne varki Edirne de tutuldu. Yakalandığı andan itibaren son derece sakin ve itaatkâr, abdest için müsaade istedi. Verdiler. Sükunet içinde namaz kıldı. Bir eli ile sakalını yukarı kaldırıp, diğer eli ile kemendi boynuna geçirdi. Sıktılar ve ru­hunu teslim etti. Bazı tarihçilerin, Kâhya bey için bu çirkefe tesadüfen karışmış olduğuna dâir beyanları bulunmaktadır.

 

İstanbul ahalisinin Sancakı Şerif altında toplanarak son-landırdığı, yeniçeri ağalan baskısı, gerek şehirde gerekse ül­kede bir hürriyet havası estirmişsede, bu iklimi devamlı kıla­cak işbilir idareci azlığı fırsatın müsbet tarzda değerlendiril­mesini engelledi. Bir bakıma, külden kaçınırken, ateşe dü­şülmüştü. Yeniçeri ağaları gitmiş, yerlerine harem'in hadıma-ğaları gelmişti. Tarihler bu sırada h. 28/ramazan/1061m. 15/eylül/1650 yılını göstermekteydi.

 

 

 

Anadolu Kıyamları

 

 

Memleket idaresi merkezde rastlanan ihtilaf ve çekişme­lerden her zaman için büyük zarara duçar olur ve olmuştur-da. Buna karşılık Osmanlı devletinin bu döneminde, taht Şehrinde yukarıdaki bilgilerini verdiğimiz olaylar esnasında, serhat komutanları, kâfirleri sıkıştırıyor, bir çok başarılara ın~ıza atıyorlardıki, buna karşılık Anadolu'da özetleyerek ver­meye çalışacağımız baskılar ve bu baskılara karşı kıyamlar, lsyanlar zaman zaman kendini gösteriyordu. Bunlar bazen is­yanı neticelendirme kertesine gelindiğinde ki geçmiş sayfa- özel bir şekilde verme lüzumunu hissettiğimiz Üsküdar yakınlarında Çamlıca eteklerinde, Bulgurlu ve Dudullu semt­lerinde devlet kuvvetleriyle yapılmış olan savaş en tesirli ola­nıdır. Ancak işin sonuna doğru da birbirlerine düştükleri, bundan dolayı da çözülüp, dağıldıklarım görüyoruz. Şüphesiz ki, bu kıyamlar merkezi bozukluğun, içtaraflara aksetmesin­den olmakla birlikte bir çok sosyal sebeblere de dayanmak­taydı.

 

Misal olarak: Şer'i şerifin en önemli hususiyeti, adil idare­nin temini ve bunun devamını sağlamak yolundaki ısrarıdır. Adalet olmadığında artık devletin izmihlali yakın oiuf. Ada­letsizliğe duçar olmuş kimselerin haklarını aramaları meşru­iyet dahilinde olmaz ise, bir tuğyan, bir isyan görüntüsüne bürünürse de, devletin otoritesine riayeten yapılacak kapı aralama veya bu kapıyı aralamayan devlete ve devlet ada­mına herhalde bir mesuliyet terettüp eder. İşte Gürcü Abdül-nebi harekâtında divan'da müzakereler sonunda gelenlerin te'bit olunması Abdülnebinin kafasının kesilmesi fetvası çı­karılmak istendi.

 

Müftü yâni şeyhülislam Abdürrahim efendi fetvayı imzala­dı. Fakat Karaçelebizâde Abdülaziz efendi bu fetvaya itiraz etmekle birlikte, İmzada vermedi, ulemanın çoğu bu görüşe iştiraketti. Fetva tekemmül etmedi. Abdülaziz efendi itirazını şu hususa istinat ediyordu. Bunlar ta nerelerden yola çıkmış­lar, kimsenin malına, canına ve ırzına zarar vermeden, kendi masraflarını kendileri görüp, dersaadetin kapısına şer'i şerif davamız var, demekteler. Biz böyle şey olmaz deyip, hayat­larına nasıl kıyabiliriz, davalarına rüyet etmeden görüşüyle pek haklı bir ikazda bulunmuştur. İşin bu tarafıyla Saray'a aksettiğinde, oradan böyle görüşe hak verir mütalaa geldiği görülmüş, hattâ sarayın da ağaların kurduğu baskıdan kurtu­labilmek için, Gürcü Nebi'ye mail oldukları hakkında tâbirde bulunanlar olmuştur.

 

Tarihin bu döneminde tarikat ehli ile zahir uleması arasın­da cereyan eden ihtilaf bir kavgaya kadar gitmiştir maalesef. Ülke insanımızın pek çoğu, bu mücadeleden habersizdir. İn­san bazı bazı bu habersizlik daha mı iyi yoksa diye düşün­mek mecburiyetinde kalıyorsa da, menfur emeller besleyen, din ve millet düşmanlarının yazıp söylediklerinden öğrene­cekleri vakaları, kendi milletinin kaynaklarından sağlam bir şekilde öğrenmek, dışarıdan gelecek fitneye karşı iyi bir silah yerine geçer. Bundan dolayı Ebul Faruk tarihinden bu bölü­mü özetlemeyi münasip bulduk: "Dahili sıkıntıların kavgaya kadar uzandığı noktada üzücü coşkunluklara tesadüf olunur. İşte bu coşkun vakalardan biri de zahir uleması ile sofiler, yâni ehli târik arasında eskiden beri devam etmekte olan ih­tilaflar, bunlara bağlı münakaşalar ne hikmetse önemli bir gaile hâline geldi. Böyle olmasının sebebi Üstüvani Mehmed efendi adlı, Şam şehrinden İstanbul'a geldiği ileri sürülen bi­riydi. Şam'da işlemiş olduğu bir cinayet münasebetiyle İs­tanbul'a iltica ettiği ileri sürülmüşse de, meşkûk kalmıştır. Bu zât, ilim sahibi bir kimse olup, konuşması da fevkalade be­ğenilen biriymiş. Ayasofya Camiindeki Somaki sütün bu zâ­tın vaaz ettiğinde sırtını dayadığı yermiş. Kendisine Üstüvani denmeside bu sütün münasebetiyle olduğu rivayet olunmuş­tur. Saraya yakın olan Ayasofya Camii cemaati saray men-sublarının, bostancıların, hasoda takımları denen kişilerin, harem ağalarınında bulunduğu bir cemaatti. Üstüvani verdiği vaazlar, konuşmasındaki akıcılıkla bu cemaati kendine bağ­lamaya muvaffak oldu. Saray takımı bir ara bu müthiş vaizi saraya alıp, büyük salona bir kürsü kurdular. Üstüvani vaaz­larının bir bölümünü de burada verdiğinden, adı hünkâr Şeyhliğine çıkarıldı. Bu hâl ise, Üstüvani'de bir yanlışa düş-niesini getirdi. Bu yanlış tasavvuf ve mensuplarına dil uzatıp, tecavüzkâr ifadelerle sataşma yolunu tutması oldu. Bu hususta da, Kur'an ve sünneti sağlam bir zemin olarak kullanıp saldırıları kendisi aleyhine oldu. Valide Sultan, haremağaları ve bir çok saray ileri gelenleri birer tarikatın mensubu olma­larından bu sözleri tutulmadı. Ayrıca üstelik bahse konu Vali­de Sultan ve Ağalar, Kurâni Kerim hakikatlerinden haberdar kimselerdi. Söylenenlerin getireceği olumsuzlukları da hesa­ba katan idare, Üstüyani ve arkadaşlarını sürgüne yolladılar.

 

Buna rağmen mesele kapanmamış, sadece içten içe yan­mağa bırakılmış oluyordu. Hakikaten Köprülü Mehmed Paşa döneminde bazı şiddet tedbirlerinin alınmasına kadar gitti.

 

 

 

Saçlı Şeyh

 

 

Sultan 4. Murad döneminde, padişahın emriyle öldürülen CJrmiye Şeyhi'nin kardeşinin oğlu Şeyh Mahmud adlı kişi, Saçlı Şeyh lakabıyla bu karışık devirde şan ve şöhrete ermiş­ti. Vaazlarının dinleyicileri binlerce kişiyi buluyordu. Bu ilgi­nin sebebini de Saçlı Şeyhin vaazlarında dile getirilen husus­lar, Osmanlı devletinin içinde olduğu başta siyasi sıkıntılar olmak üzere, güncel sayılacak bütün meselelere temas et­mesiydi. İşte bu Saçlı Şeyh Mahmud'un vaazlarından biri, İs­tanbul ahalisini adetâ galeyana getirdi. Şeyh efendi şunları dillendiriyordu: "Devletin ve milletin başına gelen felâketlerin arkası alınamıyor. Bunların böylece devamı bitmeyecek gibi görünüyor çünkü tesir eden unsurlar izâle edilmedikçe, orta­ya çıkan eser çok edilemez."

 

Şeyhin bu vurgulaması, valide sultanların devlet işlerine karışmamaları gerektiğine dönüktür. Tabii bu ifadede en ön­de gelen hedef Kösem Mahpeyker Valide Sultan olmakla be­raber, diğerlerini de kapsadığı kesindi. Saçlı Şeyh'e göre; "..esasında ecnebi ve çarşı mah olan sarayın mensupların­dan bir hanım, kazaen bir şehzadeye valide olmasıyla işlerin başına geçmeye fırsat bulmuş oluyor. Halbuki buna ne durumu ne de geçmişi uygunluk arzetmiyor ve arzetmezde. Dev-let işlerine yetersizlikleri nasebiyle kifayetsiz iktidarların sahi­bi oluyorlar. Muktedir olamayan iktidarları ülke ihtiyacını Karşılayamaz bir idarenin müsebbibi oluyorlar. Diyor ve te­davi olarak çözümü ise payitaht dışındaki vazife sahiplerinin ileri gelenleriyle evlendirilip, elleri idareden çekilmeli

 

Bu tedavi şeklinin, çirkinliği, tatbiki gayri mümkünlüğü, padişah ailesine, hele hele aynı zamanda halife sıfatı taşıyan padişahın Sultan Hanımlarının böyle bir muameleye muha­tap kılınmasını talep eden Saçlı Şeyh önce hastaneye yatırıl­dı, bilahire de yakınları ile birlikte sürgüne gönderilmesi ger­çekleşti. Böylecede millet; padişah ailesinin kendilerine bir emanet olduğunu ve onlara sahiplenmek gerektiğini idrak ne bu saçmalığa pirim vermedi. Teklif sahibini vatanın başka bir köşesinde inzivaya etme inceliğini gösterdi. 1924'Ier Türki­ye'sinde gecenin yarısında bir kanunla 623 yıl hizmetinde ol­dukları milleti ve toprakların birer ferdi olan hanedan üyeleri­nin vatan cüda edilmelerini seyredenler, bu hanedanın yâd ellerde çektiklerinin (çok minik bir kısmı hariç olmakla) bi­gânesi olarak yaşamaları, 1658'lerdeki ced'lerinden insanlık açısından ne kadar geri düştüklerini gösteren bir misal sayı­yorum. Şeyh efendi'nin sürgünü, açılmış münakaşa kapıları­nın tamamının kapanmasına kifayet etmedi. Tâ ki, büyük vezirazam Köprülü Mehmed Paşa'nın bu münakaşaları biti­ren müdehalesine kadar devam etti.

 

 

 

Köprülüler Devri

 

 

Osmanlı devletinin; 4. Murad'dan sonraki döneminin, 4. Mehmed'e isabet eden bölümü, cidden dört mevsim gibidir. Kadınlar saltanatı yakıştırması bu dönemin başlangıcına ve­rile*; ilimdir. Çünkü sabi padişah henüz yedi yaşındadır. Ül­ke; Kösem Mahpeyker valide Sultan tarafından niyabetle idare olunmuştur. Bir sadrıazam resmi geçidi yaşandığı gibi, devlet idaresinde nice kahtıricâl yaşandığından adam kıtlığı ile karşı karşıya kalınmıştı buna bağlı olarak var olanlar, yer­lerini doldurmayı öğreninceye kadar, sefinei devlet hayli hır­palanıyordu. Yıllar geçtikçe valide sultanlar aralarında giriş-dikleri nüfuz kavgasında hayli mesele çıkmasına sebeb olu­yorlardı. 4. Mehmed; çıkmış olduğu tahtın sadrıazamı olarak karşısında Mevlevi Derviş Mehmed Paşayı bulmuştu. O dahil onbir veziriazamı çalıştırdıktan sonra, düzineyi yâni onikiyi bulduğunda karşısında yaşı yetmişi aşmış bir ihtiyar delikanlı buldu.

 

Bunun gayret ve salabeti sayesinde, devrinin parladığını gördü. Fakat bu tâyindeki isabeti evveliyetle Hatice Turhan Valide Sultan Hz. lerine teslim olunması gerekir.. Dinç fakat yaşlı vezirin sadaretinin başlangıç târihinin; 15/eylül/1656' olduğunu görüyoruz. Aziz ve büyük milletimiz, eski devirler­de Fâtihler yetiştirirken, artık kurtarıcılar yetiştirmeye başla­mıştı. Köprülü Mehmed Paşa geldiği sadaret makamında, kapdanı derya müessesine göz attığında, Şeydi Ahmed Pa­şayı vazifeden almıştı yerine de, Topal Mehmed Paşa bu gö­reve atanmıştı.

 

Köprülü Mehmed Paşanın donanmanın başına getirdiği adaşı Topal Mehmed Paşa, büyük ve ısrarlı çalışmalarla kal­yon, kadırga ve mavnalardan meydana gelen bir donanma inşaya muvaffak olduğu gibi bu gemileri denize salıp derhal

 

Çanakkalede ki savunmaya güç katmak için yola çıkarmıştı, apdan Paşa 36 kadırga ile 4 mavna'yı alarak Rodos Adası­na gitdi. Maksadı hakikisi Girid'e değiştirme birliği götür­mekti. Yolda rastlamış olduğu Malta korsanlarına aid üç kal­yonu batırdı ve bir kaç yıldır denizde galibiyet duraksaması­na, bir haftaym ilân etdi. Sakız adasına yanaştığında mevcud askeri, gemilere aldı böylece Girİd Adasına dümen kırılması emrini verdi. Kendisi ise Sakız Adasında bulunmayı tercih et­di. Gönderdiği filo ise Girid'e varamadan dönmek mecburi­yetinde kaldı. Sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa, Çanakkale tahkimatını güçlendirme gayretine ek olarak da, Boğaz ya­kınlarındaki adaların devleti âliyenin olması gerektiğini stra­tejisine dahil etmişti. Bütün bunların istenmesinde de, Şemsi Paşa komutasında 19 kalyon, 10 mavna ve 3 kadırga ile 1 ü".O nakliye gemisinden kurulmuş bir filonun ilâve kuvvet olarak gelmesi hayli rol oynamıştı.

 

Çanakkale önlerinde, abluka İşlemini gerçekleştirmeye çalışmakta olan Venedik donanmasının en büyük sıkıntısı, su temininde uğradığı müşkülatdı. Ancak bu arada da bol ami-ralli Venedik donanmasında, üç büyük amiral arasında çeke-memezlik bulunuyordu. Bunda Venedikli denizcilerin kendile­rini denizlerin fâtihi görmelerinin payı hayliydi. Biraz da bu çekememezliğin kaynağı Papa'nın ortak donanmaya, kend» inisyatifiyle Amiral Bechiy'i başkomutan atamış olmasıydı. Lazzaro Moçenigo Venedikli amiral olarak, başına gelmiş bu­lunan Bechiy'i ve forsunu selâmlamadığı gibi, ziyaretine git­meyip bir zabit göndermekle iktifa etmesi hasebiyle soğuklu­ğun tırmanmasını temin ettiği anlaşılıyordu.

 

Bechiy'i bu soğukluğu: "Venedik Cumhuriyetine nasıl hiz­met edebilirim?" sorusuyla ortadan kaldırmak istemişsede, Venedikli amiral kendini müttefik donanmanın gerçek komu- olarak gördüğünden, bu centilmenlik salvosunu pek takmadı. Gördüğünüz gibi sevgili okurlarım; insanlar her ta raf da aynı davranışları sergiliyor. Bizim derya kaptanları biribirleri-nin ayaklarını kaydırmak için çeşitli dolaplar çevirirlerken, gayri müslimlerin dünyasında da, kin, adavet ve çekeme-mezlik hassalar mücadeleyi iç yapıda sürdürtüyordu. Amiral Moçenigo; donanmanın büyük ihtiyacı olan su temini için, bir kaç tane çektiri tâbir olunan küçük gemiyi ve bir miktar askerle birlikte Soğanhdere sahiline göndermişti. Gemiye su alınırken, muhafız gurubu olarak bir tedbir nöbeti aldırmıştı. Osmanlı fedaisi bir kaç yüz kişi bunların üstüne savlet etmek suretiyle yürüdüğünde Venediklilere kaçmak yolu görünmüş, bu hâli müzakere için müttefik donanmasının yetkilileri top­lanarak bir karara varmayı düşünüp, eyleme geçtiler. Bütün bunlar olurken; Venedik gemilerinde ve bu gemilerin buiun-duğu cenahda müthiş bir susuzluk kuyusuna yuvarlanmışiar-dıki, Osmanlı donanmasının birdenbire gözükmesi ve demir atması Moçenigo'nun yapacağı artık bütün gemilerine, su bulmalarının temini için şimdiki adı Gökçeada olan İmroz Adasına sevketmekti. O da Öyle yapmıştı.

 

Köprülü Mehmed Paşa; Çanakkale tahkimatına daha fazla önem verdiğinden, Moçenigo ve gemilerinin İmroza gitmele­rini fırsat sayarak zayıflamış müttefik donanmasının da üstü­ne gitmeyerek, belki de kolay kazanacağı bir zaferden fera­gat ediyordu. İmroz adasında ihtiyacını tamamlayan Moçeni­go'nun gemileri, eski cenahlarına avdete koyulduklarında, donanmayı hümayun, aldığı rüzgârın yardımıyla, düşman donanması üzerine akmaya başladığı görüldü. Battagüa adlı Venedik mavnası, 3 adet Osmanlı kadırgasının ricatını ge­rektirirken, iki kadırgamızın kendisine rampa yapmasına en­gel olamadı. Kumandanları Hali! ve Ömer reisler olan bu mavnalar Battaglia'yı teslim alırlarken, Battaglia'ya yardıma gitmek isteyen mavnalara da Süleyman Reis'in idaresindeki mavnanın engel olmayı başardığı görüldü.

 

fSihayet; müttefik donanması, Osmanlı gemilerinin yar­makta pek zorlanmadığı hâle geldiği görüldü. Bunun sonu­cunda Şemsi Paşa komuta ettiği gemilerle savaşı kazanmıştı. Bunun neticesi de Boğazın kontrolünün yeniden inisiyatifimi­ze geçmesi oldu.

 

Ali Haydar Emir Alpagut'un; "Târihi Bahri Sahifeleri" adlı kitabında yazdıklarına göre, Çanakkale önünde yapılan sa­vaşın fiilen muharibi olmamasından dolayı, sadnazamın ken­disini mahkum edeceği endişesiyle, donanmasını aldığı gibi firarı düşünmüş olduğunu, bu düşünceyi istihbar eden Köp­rülü Mehmed Paşa olaya suhuletle yanaşıp, ne kaçmaya fır­sat bıraktı, nede donanmanın kaçırılmasıyla milletin uğraya­cağı zarara müsaade vermedi. Kendisine gayet iyi davrancn Köprülü Mehmed Paşa, Topal Mehmed Paşanın kuvvei mâ-neviyesini takviye ettiğinden başka Bozcaada'yı istirdat et­mesini tâleb etdi. Bozcaadanın karşısında bulunan Anadolu sahillerine asker yığan sadrazam, Topal Mehmed Paşanın 86 adet hafif teknesi ile çok geçmeden adanın işgali yerine geti­rildi. Takvimler bu anda 31/ağustos ile l/eylül/1657 senesini göstermekteydi.

 

Topal Mehmed Paşa; 13/eylül/1657'de yolunu Limni Ada­sına çevirdi. Bu ada da müdahil olarak karşısına çıkan, Françesko Morosini komutasındaki 15 gemiden müteşekkil Venedik filosu işin 65 gün uzamasına sebeb oldu. 15/ka-sım/1657'de ise, Limni Adası istirdat olunmuştu. Osmanlı ve Venedik donanmalarının, Çanakkale önlerindeki son çarpış­malarını teşkil etti bu muharebe. Çünkü büyük bir stratejist °lan Sadrıazam Köprülü Mehmed Paşa, sahil boyunca ve ka-fa istikametinde yaptığı gözlemler sonucunda, Seddülbahir v^ Kumkale surlarını tesis için karar verdi. Bu kararı saraya bildirildiğinde, Hatice Turhan Vâlidesultan kendi parasını bu lrnara tahsis etmekte hiç gecikmedi. Derya kaptanı seleflerrinden Ali Paşanın bu inşaatı, çok kısa zamanda bitirmesi, takdire mûcibdir. Bu hızla gitmesi donanmamızın Girid me­selesini de halledileceği intibaını uyandırdığını görmezden gelemeyiz. Ancak devletler arası her türlü münasebetlerin sürprizler yapmasını tabii görmek icâb eder. Bu hususdada merhum Büyüktuğrul amiral, değerli çalışmasının 2. cildinin 151. sahifesinde şunları beyan eder: "Avusturya savaşı açıl­mamış olsaydı Köprülü Mehrned Paşa belki de Girid Adası­nın geri alınmasını da kısa zamanda sağlayacaktı. Lâkin Ve-nedikli'ere müttefik olarak karadan savaşa katılan Avustur­ya, Osmanlı devlet adamlarının bütün dikkatlerini kendi üze­rine çekmiş ve bu halden de en çok Venedikliler hoşnut kal­mışlardı. Böylelikle Girid savaşı 1666 yılına kadar sürünce­mede kalmıştı. Bu uzun süre içinde sırasıyla derya kaptanlığı yapmış olan Çavuşoğlu Mehmed Paşa, Küçük (Deli) Hüseyin Paşa, Köse Ali Paşa, Hüsameddinoğlu Ali Paşa, Hüsameddin Beyoğlu Abdülkadir Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, hep tersanede kalmışlar ve Girid ikmâlini hep kaçak nakli­yatla yaptırmışlardı. Buna karşılık Venediklilerinde; denizler­de eskisi gibi aktif bir hareketleri görülmemişti." Bu mütalaa üzerinde bir miktar durursak şu dersi çıkarabiliriz.

 

Osmanlı donanması kuvvetli olduğu zamanda, zafiyete düştüğü zamanda zuhur edecek haçlı seferlerini geciktirme­ye, birlikteliklerini önlemeye, gayret sarfetmesi gereken dö­neme girmişti. Teessüs etmiş müttefik donanması ticaret yollarını Osmanlı tasallutundan kurtarmaya hasretmişti. Her iki tarafda biribirini bitirecek savaşın mümessili olmamak­taydılar.

 

Halbuki; Karada vukubulan savaşlarda bu amacı görmek kabildir. Fakat sunuda hatırlamak gerekmektedir ki, gerileme devrine girmeden duraklama dönemini yaşamak nisbeten       || mühim seferler yapılmasına ve bunları zaferle bitirmek gibi basanlar görüldü. Osmanlı ordusu; Köprülü Mehmed Paşanın ^arı bekâ'ya irtihalinden sonra merhumun oğlu, Fâzıl Ahmed paşanın komutasında, milletimizi ümidvar kılan hareketlerin devamında büyük bir rol üstlendi. 1661 ekiminde makamı sadarete gelen Fâzıl Ahmed Paşa, tam beş yıl Avusturya devleti ile becelleşmekten Girid'e fazla zaman ayıramadı. Vasvar'da; 30/ekim/1666'da, Osmanlı Avusturya barışı akte-dilince sadrıazam, Girid üzerine her geçen gün dozajını arttı­rarak düşmeğe başladı. Venedik; Girid'e eğilen sadnazamın durumunu istihbar ettiğinden senatolarında aldığı karara müsteniden İstanbul'daki elçilerine talimat vererek, sulhun teminine yarayacak çalışmalar yapmasını hatırlatmışlardır.

 

Muhterem okurlarımız; bazı meselelerde devlet politikası uygulamasına girişildimi, artık efkârı umumiye o meseleyi büyükler bilir demek suretiyle, kendilerine verilen bilgi kada­rıyla iktifa ederdi. Haberleşme araçlarının günümüzle kabili kıyası mümkün olmayan durumu, milletin devlet adamlarına olan itimadını sarsacak bir tesir gösteremiyordu. Nitekim; Fâzıl Ahmed Paşa kapdanı deryalığa getirdiği, Kaplan Mus­tafa Paşaya, daha 1662'de tersaneyi bir güzel faaliyete hazır­laması ve gemi yapımına hız vermesini padişah 4. Meh-med'den aldığı talimat üzerine emretmişti.

 

Bunun üzerine sabırla ve sebatla gayret gösterilmeğe baş­landı. Yakın târihimizde rastladığımız Kıbrıs Adasına 1974'de yapılan anfibi hareketi neticesinde, zaferimizi göz önüne alır­sak Johnson mektubuna muhatab olan İsmet İnönü'nün, çı­karma gemileri yapmak bu ihtiyacın giderilmesine işareti de, 1964'de vukubulmuştu. Deniz kuvvetleri de bu hususda ter­sanelerini harekete geçirerek, işaret edildiği yılda, bir tane bile mevcud olmayan çıkarma gemilerini 1974'deki indirme Çıkarma hareketinde, mebzul miktarda kullanma imkânımız hâsıl oldu. Böylecede Fâzıl Ahmed Paşanın  1662'de aldığı tedbirlerle, 1964'ierde başlatılan tedbirlerin biribirine yakın olması aradaki 302 sene sonra görülen fark sadece teknolo­jik değişimlerdir.

 

 

 

Fâzıl Ahmed Paşa Girid'de

 

 

3/kasım/l666'da Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa Girid'e bizzat gelerek, komutayı yed'ine aldı. Bu sırada Donanmayı hümayun ise karşısında hiç bir maniaya maruz kalmadan, gemilere aldığı kara askerini, Girid'e getirmeye muvaffak ol­muştu. Üstelik; lojistik faaliyetlere üs olarak da, Eğriböz, Go-los ve Selanik tahkim olunmuştu. Takvimler "16/ma-yıs/1667'yi gösterirken Osmanlı gücü Kandiye önündeki hamlelerini şiddetlendirmiş ve muhasaranın da sonunun gö­rülmesi yakınlaşmıştı.

 

Ne var ki; Suda limanının Venedik tarafınca kullanılması da, düşmanın takviye almasına açıkbir kapı olmuştu. Kandi­ye muhasarası bu takviye alabilme sayesinde, 2 sene, 4 ay, 11 gün daha devam etmiş ve 27/eylül/l 669'a kadar sür­müştür. Venedik tarafı 28/ağustos/1669'da sulh talebinde bulunmuştu İslâmi anlayışın emri olan sulh tekliflerine acık olma hâlide devleti âlî'yenin bidayetten beri şiarı olduğundan görüşmelere başlanmıştı. 5/eylül/1669'da imzalanan sulh antlaşması, yukarıda beyan ettiğimiz gibi Sancakı Osma-nî'nin, Kandiye burcuna çekilmesi 27/eylül/1669'da sağlan­mıştı.

 

Varılan antlaşma maddelerini dört kalemde zikre çalışa­lım.

 

A)  Kandiye Kalesi; içindeki bütün cephane ve silahlarıyla Venediklilerce Osmanlı yetkililerine teslim edilecektir.

 

B)  21 sene sonra Suda, Spinalonga ve Karabusa Kaleleri, Osmanlılara verilmek üzere, Girid Adasının bütün toprakları devleti âlî'ye ye hemen geçmiş olacak

 

C)  Venedikliler: savaş sırasında Dalmaçya kıyılarında işgal ettikleri Kilis Kalesini muhafaza edeceklerdi.

 

D)  Venedik Senatosu, savaşdan önce Osmanlı Devletine verdiği haracı ödemeğe devam edecekti. Sahifelerimizde Gi­rid fethinin teknik ve siyasal akışını verirken, deniz mevzu-unun mütehassısı olan zevattan, merhum amiral Afif Büyük-tuğrul'un aşağıya özetleyeceğimiz mütaalasınada temas et­meden geçemedik. "Girid savaşına ilişkin söz söylerken, tar­tışmalar yapılırken, yazılar yazarken akla gelen ilk soru, <sa-vaşm neden yirmi ikiyıl gibi çok uzun zaman sürmesi ve bu kadar yıllar içinde, ne Osmanlı Devletinin ne de Venedik Cumhuriyeti'nin kesin bir sonuca varamamasıdır! Alman tarihçi Ekkehard Eykof un dediği gibi, savaş sadece Ada'nın merkezi Kandiye Kalesini alıp, vermemek mücadelesiyle, toprak üstü ve altı mücadeleleriyle, sürdürülmüştür. Deniz de ise harekât stratejisi olarak ileri bir üs elde etmek gibi, ilkel bir strateji kuralı bile düşünülmemiştir. Her iki tarafın yaptığı, çok kısır bir abluka harekâtından bile ibaret kalmamıştır. Her iki tarafın ablukası da çok başarısızdır. Her iki tarafda da cid­di ve iyi düşünülmüş bir savaş plânı yoktur. Savaşın bütün hareketleri güncel olarak düşünülmüş ufak ufak ikmâl hare­ketlerinden ibarettir." Diyen, merhum amiral Büyüktuğrul yukarıya aldığımız görüşlerine şöyle devam etmektedir: "Bu soruya gerçeklere en yakın olarak yanıt vermek Osmanlı Devletinin; kuruluşuna kadar geriye gitmek, gerektir. Çünkü; Osmanlı Devleti denizlerdeki mücadelenin ve deniz ticareti­nin, korsan mücadelesi etkisinde yapıldığı bir dönemde ku­rulmuştur. Tarihçilerimiz; sadece Osmanlı Bizans ilişkilerini esas aldıkları için, kursan savaşlarının etkisini düşüneme­mişlerdir bile. Halbuki yabancı tarihçiler; korsan savaşlarının etkisine büyük önem vermişler ve bundan ötürü, evvelce be­lirttiğimiz gibi Osmanlı Târihini, deniz olaylarını temel alarak yazmışlardır. Akdenizdeki korsan mücadeleleri, daha Os­manlı Devletinin kurulmasından çok önce, denizci İtalyan cumhuriyetleri tarafından Bati Akdeniz'de başlamış; Venedik, Cenova ve Piza cumhuriyeti korsanları öteki cumhuriyetleri denizcilerini ekarte ederek Doğu Akdeniz'e geçmişler; bura-dada Venedik ve Cenova, Piza denizcilerini ekarte ederek, haçlı seferleri çerçevesinde, biribirlerinin üstüne düşmüşler, mücadeleler vermişler ve biribirlerine karşı savaşlar yapıp, bu savaşlar çerçevesinde yaptıkları ada mücadelelerindede ilk önce Aydınoğlu umur Bey sonra da, Sultan Orhan'ın kara kuvvetlerinden yardım almışlardır. Profesör Kamillo Manfro-ni'in belirttiği gibi bu mücadelede Osmanlı Devletinin tek şansı, ne Venedik nede, Cenevizlilerin <birgün gelip Osmanlı Devletinin korsan mücadelesine rakip olarak karşılarına diki-lebileceğini tahmin edememeleridir. Ne Venedik ne de Cene­vizlilerde, büyük topraklar istila etmek hevesi yoktur. Onların biribirlerine karşı mücadeleleri, küçük kara devletleriyle, de­niz ticaretini Ötekine kaptırmayıp kendisi almak için, ticari mukaveleleri yapmak, deniz ticaret yollarına hükmedecek ada ve limanlara yerleşmekten ibarettir. Bizim târih otoritele­rimiz; bu döneme ilişkin deniz mücadelelerinde <Osmanlılar Ege Denizine egemen oldu>, <Osmanhlar Akdenize egemen oldu> gibi deyimler kullanacaklardır. Ama korsan dönemi deniz mücadelelerinde egemenlik söz konusu olamamakta­dır. Çünkü denizde zayıf olan taraf da, kuvvetlinin kıyı ve de­nizyollarına akınlar tertipleyebilmektedirler. Korsan savaşla­rının Osmanlı Târihi üzerindeki en kuvvetli etkisi şöyle gö­rünmektedir: <Anadodolu kıyılarına vaki olan, hristiyan kor­san saldırılarına hedef olmamak için Osmanlı Devletinin Türk unsuru, dağlara yerleşirken, Rum unsuru, kıyılarda ve adalarda kalmış, dolayısıyla Osmanlı Devletinin ziraat, tica­ret sanayii ve ticaret merkezlerini tutmuştur. Devletde bunları silah altına almayıp kara savaşlarım, Türk unsuruyla yaptık­ça ve zamanın kara savaşı gereği olarak en atik ve cevval fürk unsurunu kullandıkça, birinci sınıf Türkleri, Avrupa ve /Asya'nın en uzaklarına dağıtmış ve istilâ dönemi kapanınca da yâni birinci sınıf Türkler orada kalmış ve ikinci, üçüncü derecedeki Türkler de, Anayurt olan Anadolu'da kalmışlardı. Durum değişmesinin baş sorumlusu Derya Kaptanlığı maka­mına göz diken saraylı vezirlerdir. Onların; deniz sorunlarının devlet ekonomisi, silahlı kuvvet ve sosyal hayatı üzerindeki etkilerini ölçmeye ve incelemeye lüzum görmemeleri kıyılar­da olduğu gibi devlet ekonomi ve donanmasını da değerli Türk unsurundan yoksun bırakmıştır. Ege Adalarında da Ve­nedik taraflısı Rum unsuru, Türk unsurundan çok fazladır. Yurt İçindede deniz ticaretine Rum unsurun hükmetmiş oldu­ğunu ileri süren merhum amiral Büyüktuğrul, İsmail Hakkı üzunçarşılı'nin vefatından sonra, TTK (Türk Târih Kurumu­nun) neşrettiği, Osmanlı Târihini devam ettirip, ikmâl eden Enver Ziya Karal'inda ileriye sürdüğü şu tesbiti yapıyor: Napolyon'un Venedik Cumhuriyetini târihden silmesinden sonra Osmanlı Devletindeki Rum asıllı armatörler, bütün dünyada Venedik ticaret kolonilerini değiştirmişlerdir. Kuru­luşu sırasında Osmanlı Devleti nasıl italyan denizcilerden yararlanarak kuvvet bulmuş ise, Yunan istiklâlindede do­nanmadaki Rum denizciler kaçtıkları için Osmanlı Devleti birden denizlerde zayıflamıştır. Buna mukabil Osmanlı Dev­letinde; kara kuvveti, donanma yerine deniz sorunlarını da harelendirir fikri doğmuştur. 1897 Osmanlı Yunan savaşın­dan sonra, Osmanlı Devletinde, donanma yerine, demiryolu yapmak fikrinin doğması gibi.. istikametinde açıklamalar yapmışlardır. Bu nazariyeleri ileri sürenlerin ifadelerine katı­lıp katılmadığımız yerler vardır. Bizim bu İfadeleri buraya al-rnamız, aykırı görüşlerinde mütalaa edildiğin de,  istifade edilmesi imkânının kabil olduğunu ortaya koymaktır. Şüp­heyi, araştırmacının enyakın arkadaşı görmek icâb eder. Tâ ki; insaf ve adalet, şüpheyi denetleyen birer murakabe sem­bolü olarak, dâima kendini hatırlattığı takdirde. Bu bahse dâir görüşlerimize geçmeden merhum Amiral Büyüktuğ-rul'un bir hüküm mesabesinde olan şu satırlarına yer vere­lim: "..Osmanlı Devletinin kazandığı zaferlerin bile, Türk kanının fazla dökülmesine, Türkiyenin teknikte geri kalma­sına ve barışta da savaşta da fazla harcamalar yapmasına neden olmuştur. Girid savaşı da, böylece hem uzamış, fazla harcamalara neden olmuş ve bundan sonra da Osmanlı Devleti bu adayı kendisine katmanın yararını elde etmesini bilememiştir." Demektedir.

 

Şimdi yukarıdan beri merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un işin mütehassısı olarak tenkid ve tahlillerine teknik olarak, savaş iimi görmüş, muharip bir denizci olarak karşı çıkmak haddimiz değilse de, Osmanlı Devletinin varoluş sebebi olan hususa aid söyleyeceklerimiz vardır. Merhum amiral; Os­manlı Devletinin 17. asır ile birlikte deniz hâkimiyetinin ya­vaş yavaş elden gittiği gibi, kara savaşlarında da, bir gerile­me yaşandığını pek hesaba katmamakta. Osmanlı Devleti; bir süngü ucu gibi, avrupanin orta kapısına kadar dayandı­ğından avrupa devletleri her ne kadar kendi aralarında da di-dişselerde, hristiyan Papasının Öncülüğüyle müslümanlara karşı birleşiyorlar, kalabalık ve güçlü ordularla, donanmalar­la vede 5. kol denilen içten çökertme faaliyetlerine başvuru­yorlardı. Hududları içinde çeşitli prensliklerin, mümtaz eya­letlerin yer aldığı ve hayli gayri müslim bulunduran devletin, 5. kol harekâtından gördüğü zararı hiç kaale almıyor vede 20. asır araç ve gereçleriyle, eğitim metodu, yakın ve uzak muharebe silahlan, haberleşme imkânları demir tekneler ve bilhassa denizaltılar, güçlü dizel motorlu gemilerle yetişerek, yelken ve kürek dönemini tenkit ne dereceye kadar ciddiyet arzeder. Büyüktuğrul amiral, gerek Venediklileri gerekse de Osmanlı Devletini başarısızlıkla suçlamak suretiyle işe zâten eski devire, bulunduğu dönemden bakmış olduğunu dik­katli bir okuyucunun anlayacağını düşünmüştür elbette.

 

Akıl mektebinin müdavimi, diğer birtâbirle, hiç bir kayida tâbi olmayan anlayışında sahibi olarak gayri müslim avrupa, qeçerli bütün silahlan gayesine varmak için kullanırken, kor­sanları organize ederken ve el altından, desteklerken, Kur'anı Kerim buyruklarına, ehadisi şerife hüküm ve açıkla­malarına bağlı Osmanlı Devleti de, şüphesiz ki dünyevî bir anlayışın zebunu olmayıp, Rızai ilâhiyi tahsil, Mevlânın adını ve nizamını dünya'ya yayma ve duyurma göreviyle mütehai-İi olduğundan, her şeyi ince derinlemesine hesaplama', ve tatbike yükümlüydü. İstilâ etdiği ülke insanlarını katliam et­seydi, belki avrupa da hristiyan kalmazdı, amma Mevtamız zulme asla müsaade etmediğinden, bizi altından kalkamaya­cağımız mağlubiyetlere duçar ederek, perişanlığa düşürecek haller musallat ederdi.

 

Ayrıca devlet ricali, Osmanlı Devletinde her şeyin bile zap­tı tutulan devlet anlayışı taşıdığından hareketle, meydana gelmiş her harakâttan haberdar olup, atacakları adimlarıda pek dikkatli atarlardı. Nitekim Girid'in; çok uzun yıllar, so­nunda ele geçirilmesi ne ihmaldir ne de kasta bağlıdır. Çeşitli coğrafî alanlara yapılan saldırıları önlemek için Girid üzerin­deki baskılı muhasarayı zaman zaman gevşetmesi icâbı hal­den sayılmalıdır. Merhum amiralin asla iştirak edilmeyecek görüşü kesinlikle Türklük unsurunu, bir ümmet devleti olan Osmanlı Devletinde öne çıkarma bakışıdır. Güya avrupalılar bir izaha göre müslümanlara Türk derler, onların Türk deme­leri müslüman demek istemeleri şeklinde telâkki edilmişse de, batılılar islâmda ırkçılığında şiddetle yasaklanmış olduğunu, islâm ittihadının bundan dolayı pek güzel gerçekleşti­ğini görmüş olmalarından dolayı, Osmanlı Padişahlarının, bir Türk boyu olan, Kayı aşiretine mensubiyetini dikkate alarak, Türkler demek suretiyle, zamanla ırkçılık empoze edebilmek için ısrarla bilhassa tarihçi vede şarkiyatçıları, Türklük üze­rinde durmuşlardır. 19. yüzyılın başlarında da, ırkçılığı Os­manlı İslâm devletine, bulaştırmışlardır. Ondan sonra ise ırk­çı anlayış başını alıp gitmiştir. Venedik ve italyan denizcileri­nin ardından Yunanlıların istiklâliyeti sonrasında denizcilikte adı geçen devletlerin dahi önüne geçtiğini ileri sürmesi, üze­rinde kafa patlatılması gereken husustandır. 4. Mehmed dö­neminin aslında savaş yapma açısından babası Sultan İbra­him tarafından açılmış bulunan, Girid Fethi dolayısıyla başla­mış olan ve genellikle Venedik ile gerek karada gerek deniz­lerde tevali eden seri savaşlara inzimamen, 1672'de uç ve­ren Lehistan Savaşı, iki safhada gerçekleşti. İlk safhası baş­ladığında sebeb olarak Ukrayna'nın kazaklarının, gerek Le­histan, gerekse Rus tecavüzlerine karşı, devleti âliyeden is­timdatta bulunmasından ve bu yardım isteğine, Osmanlı Devletinin icabet etmesi hasebiyle devleti âliye tarafından açılmıştır. Ukrayna Kazakları riyasetini üzerinde taşıyan Do-rozenko, kendilerini bir sancak beyliği statüsünde Osmanlı Devletine bağlanmasını tâleb etmişlerdi.

 

Gerek Rusya gerekse Lehistan burnu dibindeki Ukray­na'yı, Osmanlı Devletinin himayesi mânasına gelen talebi yüzünden cezalandırma mânasına işaret eden tacizlerine başladılar. Ancak bir Osmanlı müdehalesinin karşısında bil­hassa Lehistan karşı koyabilecek ne güç ne de taktiğe sahip­ti. Buna bağlı olarak padişahın adamlarını politik yaklaşımla­rı kullanarak oyalama yoluna gittiler ve hesaplarını da ani­den Ukrayna üzerine çullanma hesabına raptettiler. Hatayı da Osmanlı serhaddine yakın olan Komaniçe Kalesini tahki- kalkıştıkları esnada yapılanlar padişahın kulağı ona eriştiğinden 4. Mehmed'i Lehistan'a savaş açmış olarak görüver-clik. İstanbuldan Komaniçe Kalesi üzerine yürümek üzere yo­la çıkarken, Kırım Han'ı ve Ukraynalıların Dorozenko'ya ka­leyi adres gösterip, orada buluşup Lehistan'ın cezasını vere­lim düşüncesini, kuvveden fiile çıkarmak suretiyle ve niye­tiyle, sadrıazam Fâzıl Ahmed Paşa ile Komaniçe önüne gitti­ler. Takvimler, 27/ağustos/1672'yi gösteriyordu ki, Lehis­tan'ın etekleri tutuştu. Çünkü Komaniçe Muhasarası fiilen başladı. Sekizinci gün ise kale Osmanlıya ram oldu. Hareke­tin devamının Lehistan'ın işgali mânasına geldiğini akleden Lehliler, savaş çubuğunu, barış çubuğuna tahvil için hemen müracaatda bulundular. 18/eylül/1672'de Puçaş şehrinde müzakereler nihayetlenip, imzalar atıldı. Lehistanin yâni Po­lonya'nın Podolya eyaleti de Osmanlıya verildi. Ancak; Le­histan kralı kabul ettiği şartlan hâvi barış antlaşmasını Diyet Meclisi tâbir edilen yetkili kuruldan geçİremeyince, vaziyet İstanbul'a dönmüş bulunan sadrıazam Fâzıl Ahmed Paşaya bildirildi. Aynı zamanda düşman kuvvetleri, Osmanlı hudu­duna dalmak suretiyle bir iki kaleyi de işgale muvaffak oldu­lar. Savaşın ikinci safhası böylece başlamış oldu. Hayret uyandıran bir şey olarak Lehistan'ın bu cesareti üzerinde durmak icâb eder, tetkikte karşımıza başta Papalık olmak üzere, bir çok ülke Lehistan'ı Doğu Avrupa üstünde söz sahi­bi olmak isteyen Osmanlıya engel olmaya çalıştığını görüyo­ruz. Bu karşı koyuş hareketine Eflak ve Boğdan'a iştirak et­mesi zorlanmaya başladı. Padişah bu tedbiri hissettiği için her iki Voyvoda'yı tâyin hakkını kullanarak, kişileri değiştirdi, bunun sonucunda bu topraklarda aleyhine hareketi önleme-Ve muvaffak oldu. Ukrayna'nın bu Osmanlıya iltihak talebi Rusya'yı harekete geçirmiş ve ani bir saldın ila Kazak'ların üstüne çullanmış ve bilfiil işgal başlatmıştı.

 

Sultan 4. Mehmed soğukkanlılığını hiç kaybetmemiş, bu Rus taarruzuna karşı bizzat yanındaki birliklerle yürüyüşe geçmiş öte yandan da, Rusları her sene bir defa olsun atları­nın nallan altında çiğneyen Kırım Hân'ına haber gönderip Rusların üstüne gitmesini emrederek Rusların üzerine gidip, Dorozenko'yu muhasaraya almış Rusu, bahadır askerlerinin güçlü kolları cesaretle çarpan yürekleri ve bir yardım talebi­ne cevap vermenin Mevlânın yardımını yanıbaşında bilen in­sanların rahatlığıyla düşmanı, çok kısa zamanda paraladılar. Çok geçmeden Kırım Hân'ının gelmekte olduğunu da haber alan Ruslar'ın yapacakları tek iş ülkelerine kaçmak idi ve onlarda öyle yaptılar.

 

Kış mevsiminin gelmesi, Lehistan cephesinin Halep Valisi İbrahim Paşaya bırakılmasının kararı alınıp, 4. Mehmed'in İs­tanbul'a dönüşü gerçekleşti. İbrahim Paşa da tempoyu biraz düşürmekle birlikte, Lehistan toprakları üstüne yürümeye devam etmekteydi. Nitekim kirsekiz tane kale burcuna, Os­manlı sancağı toka edildi. Tatarlar cepheyi terk edip gitme­miş olsalardı, belki de bütün Lehistan toprağı hakimiyeti Os­maniye'ye girecekti. Ancak Kırım Hânlarının bu davranışı, yine her zamanki alışkanlıkları diye geçiştirilirken takriben onsene sonra Viyana'da sergilenecek İhanetin habercisiymiş de bundan bir ders almayı düşünememişiz.

 

Lehistan ile sulhun sağlanışı taa 1676'da vefat eden Fâzıl Ahmed Paşanın yerine getirilecek olan Merzifonlu Kara Mus­tafa Paşaya kaldı ki, bu sadrıazam Podolya ve Ukrayna'nın biz de kalması şartıyla barışı yapmağa mecbur oldu. Yoksa Halep Valisi İbrahim Paşanın fütuhatına Kırım hânı yanında kalıp yardımlarını yapsaydı, karşımızda ülkesi elinden alın­mış toprağı olmayıp, sadece adı olan bir devlet olacaktı ki, böyle bir idare ile barış antlaşması yapılmaz ona statüsü belli edilmiş bazı görevler verilirdi. Ne varki, Tatar böyle bir fırsatı ortadan kaldırıcı davranışı yaparken, başlarında Selim Giray bulunmaktaydı.

 

Kırım Hanlığının dâima ihtilafa müsaid zeminde birbirlerini çekemeyen han'larla, yürütüldüğünü söylerken umumiyetle hânlar karşılarında ya eski bir hânile yahut da müstakbel bir han ile İç mücadele vermişlerdir. Tabiiki bu barış antlaşması­nın tasdikini, Diyet Meclisinden geçirmeye muvaffak olama­yan Lehistanlı barış taraftan kralları ve onu destekleyenler, Osmanlı ile savaşın yeniden başlamasıyla karşılaşmışlardı.

 

2. Lehistan savaşında donanmamıza da iş düşmüştü. Çün­kü bu safhada Rusya'da savaşa müdahil olmuş donanması­nın Karadeniz'de sıkıntılara sebeb olacağı uzakça ihtimal de­ğildi. Savaşa müdahil olan Rusların Karadeniz'e sahili y.-maktan dolayı donanmasının önüne, Osmanlı Donanmasının çıkarılması iktiza ettiğinden Mora Sancak Bey'i Köse Ali Pa­şa, uhdesine Cezayir Beylerbeyliği verilmek suretiyle, Kap-dam Deryalıkla vazifelendirilmişti. Vazifei asliyesi evvelâ Ka­radeniz üzerine gidecek oradaki Rus hücumuna açık sahille­rimizi bu tecavüzden men etmeye çalışmak, ayrıca cepheye her çeşit savaş malzemesini ve takviye asker götürmekti. Köse Ali Paşa Baba Hasan Beyin komutasında bir miktar ge­miyi Azak denizi kıyılarını muhafazaya yollaması iyi bir ted­birdi. Kendisi de üstüne düşeni yaptı.

 

Dönüşte ise; Karadeniz Ereğlisi civarında, bir fırtınaya ya­kalandılar ki büyük kayıplar verdiler. Ali Paşa derlediği gemi­leriyle İstanbul'a döndü ve evine kapandı. Az sonrada kede­rinden vefat etdi. Bu zâtın yerine 1675 yılında Seydioğlu Mehmed Paşa Kapdanı Deryalık görevine getirildi. Bu zâtın da donanması, Karadeniz'de görülen fırtınalardan birine ya­balandı. Akıbeti Ali Paşa gibi oldu büyük zayiat verdiğinden, bunun yerine de 13/kasım/ 1677'de Kara İbrahim Paşa gö­reve getirildi. İbrahim Paşa, geçmişten ders alan akil bir adam olarak, kendinden önceki iki kapdanı deryaninde başına gelenleri teemmül ettiğinden, görevli olarak Abdülkadir Paşayı yerine vekil olarak donanmaya gönderip, ayağı kara­da olarak padişahın yanında bulunmayı tercihe baktı.

 

Sevgili okurlarımız; 1075/1665'de imzalanan Sen Gotard savaş neticesi olan antlaşmayı, Avusturya İmparatoru Le-opold'a imzalatan serdarı ekrem Fâzıl Ahmed Paşa, bir tesa­düf eseri yenilmiş sayanların da bulunduğu savaşa rağmen öyle bir antlaşmaya imza atmıştı ki, sanki mağlup olan gâlib, gâlib olan mağluptu Müdekkik tarihçi İsmail Hakkı Üzunçar-şılı, târihinin 3. cildindeki dip notunda Askeri Müze_ Müdürü Ferik Ahmed Muhtar Paşaca kaleme alınmış olan "Sen Go-tarda Osmanlı Ordusu" adlı eserdende istifade edildiğini kaydetmiş. Biz de; bahse konu kitabı ilk defa lâtinize edip, bu çalışmamızın 4. Mehmed bölümünün son tarafına okuma parçası olarak koymağa böylece de savaşın arka plânını tam manasıyla öğrenilmesini temin bu tarzı seçtiğimizden bu bö­lümde bahse konu etmeyip bu izahat ile yetinelim dedik.

 

Sadnazam Fâzıl Ahmed Paşa 1087 senesi şabanının 26. günü 1676/4/kasım salı günü darı beka eyledi Çorlu ile Ka­rıştıran isimli mevkıide bulunan Karabiber Çiftliğinde ve ölü­münde yaş henüz 42 idi. Arabaya koydular İstanbul'a getirip, Çenberlitaş karşısında Köprülüler Camii yanındaki üstü açık türbede pederi Köprülü Mehmed Paşanın yanına defnolundu. Yerine de senelerce kendisine kaimmakamhk yapan, eniştesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa getirildi.

 

Ancak Köprülüler ailesinin içinde yetişmiş olmasına rağ­men kibirli, azametli inatçı ve asla mülayemet sahibi olma­yan bu Merzifonlu idi. Böylece de, âkil, mütevazi, güleryüzlü, yüksek karakter sahibi Fâzıl Ahmed Paşaya alışanlar Merzi­fonlu ile yapamaz hâle geldiler. Merzifonlu Kara Mustafa Pa­şanın sadareti iki gün sonra gerçekleşen tâyinle yâni 28/ka-sım/1676'da başladı.

 

 

 

Sarıkamış Kazakları Hatmanı

 

 

Doroşenko bir bize, bir Rusya'ya yakınlaşıp, ortalık karış­tıran bir yapıyla nice kan dökülmesine sebeb oldu. Son da­yanak olarak Ruslara taraf olan Doroşenko Kazak Hatrnanlı-ğında bırakılamazdı bu bakımdan yerine Zaparog Kazakları­nın Hatmanı İken sonradan papas olup Yedikule'de mahpusa Konan Himilenitski, kubbealtının emri ile Rum Patriği 4. Par-tiniyos ile Divanı Hümayun tercümanı Mavrokordato tarafın­dan hapisten çıkarılarak, Hatmanlığa tâyin edildi ve Kazakla­rın yanına gönderildi. Tuhaftır ki, Doroşenko'nun yaptığını daha önce bu Hİmilenitsde yapmıştı. Çehrin'in Ruslardan alı­nıp gönderilen Hatmana teslim edilmesi serdar, İbrahim Pa­şaya bildirildi.

 

1677 senesi idi. Cehrin üzerine gitmesi emredilen Şeytan İbrahim Paşa, senenin 6. ayı olan haziranda Cehrin Kalesini kuşattı. Ancak kaleyi, Rusya Kazaklar ve Alman askerleri savunduğu gibi kalenin üç tarafı bataklık olduğundan, saldırı tek yerden yapılabiliyordu. Sayılanda dört bini bulmaktaydı. Bu kalenin alınması hayli zaman ve zorlukların çıkmasına sebeb olmuştu. 1677 haziranında başlayan muhasara, fetihle neticelendiğinde 12/ağustos/1678 olmuştu ve ondört aylık dişe diş bir mücadele verildi. Osmanlı Ordusu bahse konu mücadelede hayli zor durumlara düştü. Bunlardan; Merzifon­'u Kara Mustafa Paşanın metaneti ve soğukkanlılıyla sıyır­gayı başardı. Cehrin Kalesinde otuzbin düşman askeri öldü­rüldü. 3/recep/1089/12/ağustos/1678'de Tasmin suyunu aŞan Osmanlı Ordusu Silahdar Fındıklılı Mehmed Ağa tari­hindeki bilgiye göre Rus, Kazak ve aşağıda adları yazılı çeşit-11 Tatar kuvvetiyle karşılaşıldı ki tamamı ikiyüzbinİ bulmak-taydı. Tatarlara gelince; Tura Tatarı, Eşker Tatarı, Kazan Ta-tan, Beyluk Tatarı, Kalmuk gibi, kırkdört çeşit Tatardan bahseder Fındıklık Silahdar Mehmed Ağa şu da vardı ki; Ruslar, 2. Bayezid döneminin hayli geride kaldığını gösteren bir gö­rüntü sergiliyordu.

 

Kırım Tatarları ve Osmanlı askeri, bunların üzerine yürü­yüp Özi nehrine kadar sürdüler, burada mukavemeti güçlen­diren düşman mağlup sayılsada yok edilemeyeceğide anla­şılmıştı. Ordunun zahiresinin azaldığıda görülünce düşman kendi haline bırakıldı. Önce Osmanlı askeri daha sonra Kı­rım Hanı da geri geldi. Veziriazam Mustafa Paşa İstanbul'a döndüğünde serdarı ekremlik vazifesi Kara Mehmed Paşaya tevcih olundu. Kendisine Babadağında bulunması talimatı verilmişti. Bosna Valisi vezir Defterdar Ahmed Paşa Özi Su­yunun uygun yerlerine iki kale yapmak emri aldı. 1090/1679'da tamamlanmış kabul edilen bu kalelerede mu­hafız konduğundan nisbeten biraz daha güçlüce emniyet ted­biri alınmıştı.

 

Öte yandan; Serasker Kara Mehmed Paşa ve Kırım Han'ından gelen malumata göre, Rusların hummalı bir faali­yet içinde oldukları haber veriliyordu. Şaban/1091/1680 ey­lülünde ricali devletde saraya davet olunarak, enine boyuna müzakere olunmuş vebundan da, padişahın başda olması sefere güç katacağı kanaatine medar olduğundan, o yolda birlik hâsıl oldu. Bunun üzerine Edirne'ye doğru yola çıkıl­mıştır. Rusya; Osmanlı Devletinin kendi üzerine gelmek üze­re sefere çıktığını haber aldığında, şahsi dostu olan Kırım Han'ı Murad Giray ile temasa geçmek suretiyle barış yolunu açma gayretine girdi.

 

Nitekim bu teşebbüsü Kur'an emri müsalaha isteyene bu­nu konuşma şansı verin, tavsiyesine uygun hareket eden devletin, 22/muharrem/1091-13/şubat/1681'de, oniki mad­deden müteşekkil, yirmi sene müddet geçerli olacak sulha imzalar atıldı. Bu sulh antlaşmasına göre bizim Özi dediğimiz

 

Dinyeper nehrinin sağındaki yerler biz de, Kiyef ve bir kaç palanga ise Ruslarda kalıp Potkalı Kazaklarına, Karadeniz'de balık tutma müsaadesi bunun içinde yer alırken, Kiyef Kalesi jle Potkali Kazakları sınırına kadar olan sahada her iki devlet de kale İnşa etmeyecekti. Bu arada Kırım Han'ının, Rusya üzerine akınlarına son verilipesir alınmış olanlar serbest bıra­kılacaktı. 

 

             

 

Avusturya Seferine Girişin Hikâyesi

 

 

Fazıl Ahmed Paşanın darı bekaya intikalinden sonra Orta Macar Beyi'nin oğlu Tökeli İmre nasıl bir yol bulduysa, çeşitli hediyeleri hâmil olarak, gönderdiği rical ile sadrıazam Musta­fa Paşaya başvurmuştu. Bu başvuruyu değerlendiren sadrı­azam, Tökeli İmre'ye Orta Macar Kralı unvanı verecek, berat ve ahidnâmeyi padişah 4. Mehmed Han'dan istihsal eylemiş­ti. Girmiş olduğu, Osmanlı himayesinin verdiği lezzet ve ha­milerine olan itimat, bayrağına "Allah ve Vatan İçin" yazısını koydutturacak kadar sevince dalmasına sebeb olmuştu. Pe-şindende, Avusturya İmparatorluğuna ait topraklara tecavü­ze koyulduğu görüldü. TökeÜyi bu tecavüzlerde Osmanlı kuvvetlerini de beraberinde götürdüğü ileri sürülmeye baş­landı. Acaba bunun aslı hangi merkezdeydi. Acaba bu işi Tökeli, kendinden mi yapıyordu? Yoksa sadnazama sokuldu­ğunda Avusturya seferi ihdas etmek için mezkûr devleti de rahatsız edip bu tecavüzler hasebiyle Avusturya'nın kendisi­ne saldırı veya devleti âliye nezdinde şikâyet edip, bir Os­manlı Avusturya krizi çıkarmak veyahutda Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Kaanuni Sultan Süleyman Han Cennetmekâ-nın fetihe muvaffakiyet bulamadığı Beç'i, yâni Viyana'yı Os­manlı kılıcına ram etmek ve dönemini bu fethin fâtihi olarak şanlandırmak arzusunun getirdiği, uzun fakat hayli tehlikeli bir plânamı dayanıyordu Tökeli'nin, Osmanlı bahadırlarının da içinde bulunduğu taciz hareketleri yine çarpık bir mantık ile baktığımızda Tökeli, askeri birliklerinden birini, Osmanlı askeri birliği kıyafetindemi bu akınlarında bulunduruyor ve .düşmanı benim yanımda, Osmanlıda var diye kandırıyordu?

 

Bununda nazarı itibara alındığını târih kitaplarımızda, tet­kik ettiğim kadarı ile görememiş bulunmaktayım. Şimdi hâl böyleyken; Avusturya İmparatorluk başvekili devleti âliyeye müracaatla, Tökeli ile alakalı şikâyetler söylenmişsede ve buna en üst seviyede muhatap olarak sadnazamın olması ve "memleketlerini almak isteyen kimselere karışmayız" demiş olması ortadayken, bunları padişaha hiç bahsetmemesi, devleti âliyenin sadnazamına tanımış olduğu vâsi yâni geniş selahiyet içinde hareket sağlamış olmasının, kendine kazan­dırdığı bir anlayış olarak kabul etmemiz kabilse de, padişah­larında uçan kuştan haberdar olmaya matuf istihbarat siste­mi, vezirini bu cevapları vermiş bir kimse olarak bilmesi ge­rektiğini aklımıza getiriyor ve bu akıl bu ihtimali gayri kabil görmüyor! Nevar ki; sadrıazam Paşa, belki de padişahın üze­rinde hâsıl ettiği yüksek itimat sayesinde, durumu siyaseten izah ve kabule muvaffak olmuştur diye de düşünüp, kabul­lenmek olabilir!

 

Zâten târih okuru, bir papağandan ziyade artı eksi mütala­alar yürütmek suretiyle iştigâli târih olursa iyi bir sentezci ol­ma kabiliyeti kazanabilir. Nitekim çok geçmeden; Tökeli İm­re, sadnazama başvurup, Avusturya işgalindeki, Fülek ve Honad, Kaşav veya Kassa'nın istirdatı için yardım istedi. Bil­hassa Kaşav, Orta Macar krallığınında merkezi idi. Bu baş­vuruyu sadrıazam, Vasvar Antlaşmasının müddetinin dolma­sına iki sene gibi önemli bir zaman dilimi variken Tökeli'nin elçisini, elinden tuttuğu gibi, huzuru padİşahiye çıkardı. Padi­şah ise burada yardım vaadini elçiye ifade etdi.

 

Sadrıazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa bu vaadin arka­sından Avusturya ile Orta Macar krallığı arasındaki ihtilafa, müdehale etti. 1092/şabanl681 ağustos ayı içinde Varat Beylerbeyi, Hasan Paşa, serasker tâyin olunup Eğri ve Ta-nnışvar Beylerbeyleri, Erdel kralı ve birer miktar da Eflâk ve Boğdan kuvvetleriile beraber, onbeşbin kişilik kuvveti olan Tökeli İmre'de birlikte olduğu halde hareketi başlattılar. Avusturyanın elinden bazı beldeleri alıp Tökeli'ye verdiler. Askerler ise, her biri üslerine döndüler. Avusturya imparato­ru Leopold, olanları haber alınca ve askerlerin üslerine dön­müş olmasından da müstefid olarak, harekete geçti. Sonun­da da hayli yeri Tökeli'nin elinden geri alma başarısını sağla­dı. Bunun sonucunda da, Avusturya Osmanlı savaşı kaçınıl­maz hâle geldi. Nitekim;1 Macarların başlayan feryadı, Os­manlı devletini padişah katında vaad ettiği yardımın gereğini yerine getirme merkezine oturttu.

 

Bunun da neticesinden olduğunu gözleyebildiğimiz seras­ker tâyini yapıldı. Bu sefer görev Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa'ya tevcih edildiğine şâhid olundu. Yeni serasker ilk iş olarak eşkiya yatağı hâline gelmiş bulunan Honad Kalesini önce istila ondan sonra da berhava ettirerek hâk ile yeksan eyledi. Oradan hareketlede Kaşav üzerine yürüdüğü görüldü, Imre bundan pekde menun olarak onbin kişilik bir kuvvetle seraskerin yanında yer aldı. Böyle bir güç karşısında Kaşav iki günde dayanma gücünü tüketti. Böylece teslim oldu. Ya­pılan icraatın en mühimi, Kaşav'da Orta Macar Kralı unvanı­nı burada başına tac giyerek, Tökeli İmre'nin tatması oldu. Serasker Paşa, Osmanlı Devletinin olup, Leopold'un askerle­rince işgal edilmiş bulunan Füiek Kalesi üzerine gitdi ve on-beş gün sonunda Osmanlı kılıcı eski kalesini istirdat etmeye muvaffak oldu. Ancak serasker Paşa, burayı da yıkıp, düzle-mek yolunu seçti. 3/şubat/1682'de Avusturya İmparatoru Leopold, Kont Aiber dö Kaprara'yı elçi olarak Osmanlı Padi­şahının nezdine gönderdiği görüldü. Padişah; elçiyi hükümet­le görüşün diye sadnazama sevketdi. Bu sırada ise takvim­ler, 4/c. ahiri O/haziran/l 682'yi gösteriyordu. Bu sırada ise; Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa'nın dilinde yeniçeriler; "Padişah bizi neye besler, oturmaktan bıktık, kötürüm ol­duk! Cenk isteriz. Sen Gotarda kalan elbiselerimizi varıp düşmandan atalım" dedikleri görülmeğe başlanmıştı. Yeniçerjlere söylettirdiği düşünülen bu sözler padişahın kulağına erişdiğinde, 4. Mehmed sulhun terkine izin vermedi. Sadn-azam, bu vaveylalara padişahın otuziki yaşına gelmiş olma­sının ve çeyrek asırdır tahtda, olmasının getirdiği tecrübe ha­sebiyle ehemmiyet vermemesi üzunçarşılı İsmail Hakkı Bey'in TTK'ca yayımlanmış değerli târihinin 3. cilt 1. kısmın­da sahife 427'de aynen şöyle bir ifade ile yorumlanmakta: ".veziriazam bu sefer hiyleye başvurdu. Serhad Beylerine ve Valilere yazarak oralardan, Avusturyalıların taarruzlarına dâ­ir, sahte feryatnâmeler getirterek padişaha arz etdi. bununla beraber sulhu bozmamakta ısrar eden padişah] harekete ge­çirmek için, kürsülerde vaizlere ve hâttâ, padişahın hocası Vâni Efendiye vaazlar, yaptırdı ve böylece muharebeden çe­kinen 4. Mehmed'i kandırıp, hazırlığa başladı." Muhterem okurlarım; merhum Gzunçarşıh'nın bu hususda verdiği malu­mat hiçde yabana atılacak tiplerden bir malumat olmadığı gibi insan tabiatına da mugayir bir hâlden değildir, umumi­yetle bir görevliyi yerine gelmek suretiyle takip eden yenile­rin köklü değişiklik adına hayli güzel ve nâfi yâni faydalıları da ortadan kaldırdığı geçmişte ve gelecekde şahit olunan hakikatlerdendir. Bu hususda şanlı târihimizde nice misâller vardır. Hele hele, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; çocuk ya­şından beri bir evlâdı manevî olarak aralarında büyüdüğü Köprülüler ailesi içinde babası yerine koyduğu Mehmed Paşa ve onun hayırlı oğlu Fâzıl Ahmed Paşanın başarılı sadaretle­rinde, Osmanlı Devletini izmihlal çukurundan, zirvelere yü­celten neticesinin ardından, bu Köprülüler ailesinin bir dama­dı makamına erişmişliği ve Fâzıl Ahmed Paşanın uzun süren sadaretinde kendisine müşavirlik, serdarlığında kaimma-kamhk yapmış ve vazifelerde gösterdiği muvaffakiyet netice­sinde kaimbiraberinin darı bekaya intikalinden sonra vezareti  makamına irtika etmesi Merzifonlu Kara Mustafa Paşada seleflerinin başarılarına başarı eklemek niyyet ve gayreti olduğu gibi onları tanzir etmek, onları aşmak arzusu ile ya­nıp tutuşduğu ileri sürülse pekde yalan sayılmaz.

 

Bunu temin içinde başvurduğunu yukarıda İsmail Hakkı merhumun satırları arasında gördüğümüz hiyleye hak ver­memekle birlikte yaptığını iyi niyete vermekten başka bir şe­ye de hamledemeyiz. Amma neticede Beçi alamamış olan Koca Kaanuni'ye sebkat etmesi, ona Viyana fethi ile üstün gelme arzusu taşımış da olsa nihayet bu devlete bir hizmet düşüncesine dayanmaktadır. Diye bir mütalaa ile burada be­yanda bulunmaya cesaret ettikki belki düşünce dünyamıza bir fayda sağlarız.

 

Evet! Şimdi veziriazamın arzu ettiği Avusturya savaşının temini babında neler yaptığından da bazı çarpıcı vakalar na­kile geçelim. Osmanlı Devlet yönetiminde reisülküttaplığın bu günkü dışişleri bakanlığı mesabesinde bulunduğunu hatır­latma lüzumunu görmüyoruz ancak sadnazamların bu vazi­fede bulunanlara günümüzde olduğu gibi tesiratının da oldu­ğunu hatırlatmadan geçmeyelim dedik, çünkü veziriazam bu hususda Reisülküttabı İstanbula gelmiş bulunan elçiyle gö­rüşmek üzere, vazifelendirirken asıl maksadıysa, savaşmak olduğundan işi yokuşa sürmek için, eski antlaşmayı teced­düt yâni yenilemek içinde Yanıkkale'nin Osmanlıya terkini, sefer hazırlıklarının masrafının tazminini istemesini teklif et­tirdi. Avusturya elçisi, bunun ne maksada geldiğini anlama-, yacak kadar aptal olmadığından, reis efendiye: "Benim im­paratorum, bana vakti dolmak üzere olan bir antlaşmanın yenilenmesi için talimat verdi. Yoksa mal ve memleket ver diye göndermedi. Cevabı verdi. Yine: Silahtar Fındıklı'lı Meh-med Ağanın târihinde, şöyle bir bilgi görüyoruz: ".İslâm şeri­atı üzere boğazına bez bağlayıp aman diyene kılıç olurmu? Üzerine sefer câizmidir? diye bir vasıta ile Şeyhülislâm Efendiden fetva istedi ve bu suretle sefer caiz olmadığına dâir fetva aldı ve gösterdi ise de, Kara Mustafa Paşa aldırış etmedi ve elçiyi göz hapsine aldırdı" der.

 

Yine 4. Mehmed ve maiyeti kışı geçirmek üzere Edirne'ye gittiklerinde gerek Avusturya'nın dâimi elçisi gerekse de, özel elçisi Edirne'de mülâki oldukları padişahın bulunduğu şehirdeki temaslardan bir şey çıkaramadılar.  1093/aralık

 

1683'ü gösteriyordu.

 

Yalnız sunuda asla unutmamak lâzım gelirki dini mübini İslâm indinde en makbul ibadetlerin başında cihad gelir ve devleti âliye bu hususda bilhassa hristiyan dünyasına karşı gerek tebliğci olarak gerekse de onların, islâm dini üzerine garaz ve kinlerine düşmanca saldırılarına, imân dolu göğsü­nü siper etmiş nice evlâdını, güzide kahramanlarını feda et­mek gibi şahikalar meydana getirmeye muvaffak olmuştur.

 

Tabiiki bu tebliğ işi zaman zaman düşman üstüne gitmek­le, vakit vakit de, onların taarruzlarına karşı koymakla ola gelmiştir. İşte harp sanatı, devlet yönetiminin tecrübe didele ri, mümkün mertebe herçeşit şartı göz önüne almış olarak meselelere strateji ve taktiksel açıdan yaklaşırlar. Meseleye yukarıdaki kritiğimiz içinde baktığımız takdirde, aslında Mer-zifonlu Nemçe'yi yâni Avusturya'yı pek uygun zamanda ya­kalamıştı.

 

Çünkü Avusturyayı otuz sene savaşlarının akabinde yaka­lamış idi. Belki de, sadrıazamın niyetini çoktan anlamasına rağmen yinede sulh içinde devam etmeye arzu etmesi, pek sulh severlikten değil, tam tersine savaşmak için hâli ve or­tağı olmamasından kaynaklanıyordu. Sadnazam; tesbitinde isabet etmiş olabilirdi fakat Avrupayı bu tarz tehditin zaman kaybına vakti yoktur. Çünkü Viyana Avrupaya açılan mühim bir kapı sayıldığından savunmaya ortak temini mutlaktı. Ni­tekim de; kendinden emin olarak yerinde politika üretmeye

 

uğraşan Osmanlı entelijansıyası farkında olmadan, Papa 11. İnnosan'ın teşebbüsü ile batı hristiyan dünyasını birliğe doğ­ru itmiş olduğunun akıbetini hesaba katmaz bir anlayışı ser­gilediğini söylemekten kendimizi alamıyoruz.

 

Daha önce vukubulan Osmanlı Lehistan savaşında, Jan Sobiyeski'nin feryadına kulak tıkayan Avusturya'ya gücenik Prens Sobiyeski, birliğe katılınca Papanın etekleri zil çalma­ya başladı çünkü gücenik olan bir devletin ve reisinin maziyi bırakıp ati'ye yâni gelececeğe bakması, İnnosan'ın çalışma­larına şevk, davetlerine cevabı müsbet verenlerin çoğalması­nı sağladığı görüldü.

 

Halbuki Merzifonlu yıldırım hızıyla Beç'in yâni Viyananın üstüne düşmeli darbesini vurmalıydı ve böyle yapmayınca da, faturası hayli pahalıya mâl oldu. 31/mart/1683'de Avus­turya Lehistan arasında savunma antlaşması imzalandı. Şartlar ise; Lehistan, savaşın sonuna kadar Avusturya ile be­raber hareket edecek, vereceği kırkbine yakın askerin ko­mutası Leh kralında olması şeklinde karara bağlanmıştı. Os­manlı Devleti mağlubiyete duçar edilirse, Bucaş muahedesi gereği, Osmanlının eline geçmiş bulunan yerlere ilâveten Ef­lâk ve Boğdan dahi Lehistana verilecekti.

 

 

 

Viyana Seferi Savaşa Kitlendi

 

 

Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa; Edirne'de bulunan Avusturya elçisini yanma celbederek, görüyorsunuz üzerinize gidiyor ve size son defa söylüyoruz:Yamkkaleyi teslim edin sulh yenilensin! Dedi. Ancak Avusturya elçisinin cevabı hayli cesurcaydı ve şunları söyleyerek Bekri Paşayı şaşırttı: "Kale­yi kılıç ilealabilirsiniz. Buradaki sözle kale verilmez" dedi. Böylece 22/muharrem/1094-21/ocak/1683'de padişah tuğ­ları çekilerek seferle vazifeli olanların, Hıdırellezde yâni 6/mayısda Belgrad'da toplaşmaları hakkında her tarafa fermanı âliyigönderdiler. Bu arada padişahın da,  Belgrad'da Kalmak suretiyle hareket edilirken, sadrıazamın serdarı ek-rem sıfatını hâiz olmak suretiyle ileriye gitmesi karar altına alındı. 1683'şubatının sonunda Edirne'den hareketle, 3/ma-yıs/1683'de Belgrad'a varıldı. Lehistan Avusturya antlaşması jse 31/martta imzalanmıştı. Sadrıazamın komutasındaki or­du, o güne kadar tanzim edilen, asker mevcudu olarak en kalabalığıydı. Kapıkulu Yayaları denilmiş olan yeniçeri, cebe­ci ve topçuların yekünü altmışbini buluyordu. Onbeşbin, ka­pıkulu süvarileri diye bilinen Atlı Bölük gurubunun sayışıydı. Kırım Hanı'nın kuvveti ellibin ve Orta Macaristan Kralının yirmibin kişilik kuvveti hazırdı. Bunlara ilâveten de, üçbin Mısır askeri, beşyüz kişide Şam askerinin yanında bulunuyor, Erdel, Buğdan ve Eflâk voyvodalarının onarbinden, yekûn otuzbin askerini de topladığında yüzyetmişsekizbinbeşyüzü (178. 500) buluyordu. Ordunun savaşan gücünün miktarı üçyüzellibin olunca, bütün sayı beşyüzbini aşmaktaydı. Si­lahtar Târihi seferde ellibin de araba bulunduğunu ifade eder. Sultan 4. Mehmed'in sadrıazamına tenbihi Yanıkkaleyi alma­nız ondan sonra hâl ne gösterir bilinmez fakat arkada düş­man komayı hiçbir zaman önemsiz sanmayın şeklindeydi. Beri yandan Reisülküttap Mustafa Efendi ise hakikaten mu­azzam orduyu müşahede edince, sadrıazarna, bu kadar güç­lü ve kalabalık bir ordu ile insan heryeri ele geçirir diyerek Merzifonlu'daki enaniyeti haylice okşadığının belki farkında bile değildi. Hedef olarak Beç yâni Viyana Şehrini almasını göstermişti. Gerek reis efendinin gerekse Merzifonî'nin ta-savvuratı, aynı karar noktasında tetabuk edince, Yanıkkale es geçildi. Bu arada da Yanıkkale adının monografisini de anlatmak suretiyle bir de bu eserde mühim sayılan rolü ya­nında macerası da bilinsin! Yanıkkale'nin asıl ismi Macarca da Gyoer, Almanca'da ise Raab olup, Macarcadan bozma olarak da Gülvar'dır. Cihannümâ târihinin andığı isim ise ay­nı olup bunda da Gülvar olarak yazılmıştır.

 

Kaanuni Viyana üstüne giderken buranın ahalisi hem itaat göstermiş hem de saygı göstermişti. Dönüşde ise Viyana'yi alamayan padişahın geçişine bu sefer bigâne kaldığı gibi adetâ, uzaktan geç mânasına gelecek tarzda alarga topu de­nen atışa başvurulması Süleyman Kaanuni'yi kızdırmış ve yakın dediği kale yakıldığından, adı da böylece Yanıkkale olarak kalmıştır.

 

 

 

Sefer Müşaveresi

 

 

Buna savaş müzakeresi de dendiği olur. Sadnazam; Kırım Hânı, hudud boylarını yiğit ve tecrübeli savaşçıları bulundu­ğu gibi aksilik Budin Beylerbeyi gelememişti. Sadnazam sö­zü şu ifadeyle açtı: "gerçi maksadımız Yanıkkale ile Komaran Kalesidir. Allanın inayetiyle alınması kabildir. Ancak aldığı­mız bir kaleyi almak olur. Bize yaraşan memleket almaktır ve bu yüzden hedefi Beç olarak nişanladım. Ne dersiniz? So­rusunu sorduğunda daha önce anlaşmış olduğu Sarı Hüseyin Paşaya bakarak ağzın bağlımı? Neye söz söylemezsin?" De­mesi üzerine, Hüseyin Paşa:

 

Siz emredersiniz! Biz yerine getiririz! Dediğinde, Kırım Hâ­nını konuşmak mecburiyeti sardı. Verilen kararın doğru sa­yılmayacağını beyan eden Murad Giray şöyle konuştu: Bu yıl Yanık ve Komaran Kaleleri alınır. Etrafa akınlar yapılır, hem arazi biraz daha tanınır, hem de korkutulan ahali bize yardı­ma döner. Demek suretiyle düşüncesini söyledi amma, o günden itibaren sadrıazamın adavetini üzerine çekti. Belki de bunun farkındaydı. Ancak söylenen tedbir hem padişahın ta­limatına uygun hem de, savaşın icabatından idi. Serdar Bu­din valisi üzün ibrahim Paşa ile müşavereyi en sona bırak­mıştı.

 

Yüzyüze geldiklerinde Merzifonlu; "Paşa Baba: Beç'e gide­ceğiz ne dersin?" Sorusunu sorduğunda yaşlı vezir "Zerini, [Sadasdı, Battanioğulları gibi Avusturya imparatoruna bağlı kimselerin, Macar Beylerinin toprakları alınıp Yanıkkale ve Komaran'ın zaptını sağlam kazığa bağladıktan sonra varalım Beç'in üzerine yoksa saydıklarım yapılmadan Viyana gidişi doğru değildir, şaştım duyunca" dediğinde serdar; Viyanayı alınca her iş kolay olur herkes işe razı gelir, dedi. Karşılıklı fi­kir teatisi sonunda sadnazam yapacağını yapıp, diyeceğini dedi! O da şu idi: "Sen bunamışsin! Bir adamın yaşı sekseni­ni geçince idraki kalmayacağına dâir rivayetler doğruymuş! Akıncılar akın yapıp bir tarafı feryada boğarken, bizede kale almak düşer. Sen memur olduğun işi yap. Yanık, Kamoran kaleleri bize helva gelmez. Alsak; askere zeamet ve time; verilerek hazineye faydası olmaz! Fakat Beç'i alırsak bu ka­leler hemen teslim olur. Dedikten sonra Viyanaya gidişine kim mâni olmak isterse öldüreceğini ilân etti. -

 

Zaten çok geçmedi ki, sadnazam, padişah'a durumu bildi­recek bir telhis yazdı ve İsmail Ağa ile birlikte olanı yazdı. Sadaret kaymakamı Kara İbrahim Paşa, İsmail Ağayı huzuru şahaneye çıkardı. Arizayı verdikten sonra da şifahen kendine tenbih edilenleri padişaha söyleyince, 4. Mehmed de, bizim bildiğimiz Yanıkkaleydi Komaran Kalesiydi Beç Kalesini hiç söze getirmemiş idik. Paşa acaib bir saygısızlık yapmak su­reti ile bu sevdaya düşmüş. Hadi Allah işini rast getire lâkin önceden bildereydi, rıza göstermezdim, dedikten sonra biraz muzdarib emri vâkii istemeyerek kabul etmişti! Öte yandan Papa yine ortaya çıkmış, bir haçlı ordusu tezekküre gayret ediyordu. Avusturya imparatoru başşehiri terkedip kaçarken ikibuçuk günlük bir mesafede olan Lenz Kasabasına sığına­rak, Viyana savunmasını da Von Starhanberg'e bırakmıştı. Fransa Kralı 14. Lui'yi yardım etmeye apaçık davet eden Papa kralın ayak sürüdüğünü görüyordu, fakat kendisine bir şeyde yapmaya cesareti yoktu.

 

Çünkü; daha evvel Fransa, Venedik ve Kandiye işlerinde Osmanlıya karşı yardımı vermesi, bu ülkenin doğu toprakla­rında nice menfaatleri zarar görmüştü. Onun için Fransa bu işe karışmak istemezken, Papa da, bir açık itiraz kendisinin otoritesini sarsacağından dolayı nezaketi elden bırakmama yolunu tercih ediyordu. 14/temmuz/1683'de Viyana önlerine gelebilen Osmanlı Ordusu, karşısındaki bir kızıl elma gibi durmakta olan Viyana'yı görmüşlere bir şey diyemeyeceğiz fakat düşünenlere yardımcı olmak üzere şu tarifi yapmaktan da kendimizi alamıyoruz. Viyana şehri tamamen surlarla çevrili Kara Mustafa Paşanın muhasarası zamanında, Tuna Nehrinin gövdesinden ayrılarak bir kanal meydana gelen ye­rin kenarındaydı.

 

Tuna Nehriyle kanal arası çevresi dört saatte kat edilen bir ada idi. Bu yer savaş başlamadan evvel her zaman olduğu gibi Kur'an emri olan teslim olmayı teklif etmek suretiyle ki­tabı kelâmın arzusunu yerine getirmiş oluyordu. Ama cevabı red de hemen geliverdi.

 

 

 

Osmanlı Ordusu Silahları

 

 

Viyana'nın muhasarasına girişildiği zaman, Osmanlı Ordu­sunda bulunan topların üç okkadan, dokuz okkaya kadar gülle atan toplar vardıki bunlara Kolonborna top ve bir mik­tar humbara havanı ve yüzyirmi adet kadar Zarbezen bulun­maktaydı. Düşmanın ise otuz tane kadar dörder okka gülle atan, yüzotuz adet balyemez ve bir miktarda kolonborna toplan vardı. Bu silah nakışlığını savaşın uzamasına sebeb faktör saymak gerekir. Ancak etraftaki bütün palanga ve ka­leler alınıyor, fakat Viyana Kalesi dayanıp bir tarafı kanal olan Viyana batı cihetinden sarılmış orta kolun arasında serdarı ekrem bulunmaktaydı, Tunayla Kanal arasındaki ada kuşatmadan bir müddet sonra Tuna'dan yüzerek geçilebil-mek suretiyle alınmış ve muhasara yalnız kaleye yönelik ol­muştu.

 

Erdel kralı Apafi Mihal, sadnazamın yanına geldiğinde Merzifonlu çok tatlı bir şekilde misafir etti. Hoşbeşten sonra sadrıazam Paşa, Erdel Kralı Apafi Mihal'e şu soruyu tevcih etti: Sana izin, yaptığımız işi beğendinmi yok beğenmedinse sebebini söylede anlayalım dediğinde, Apafi lâfı eğip bük­meden o da bir soru ile mukabele etdi: Sofraya pilav konsa, ortadanmı yemeğe başlarsın yoksa kenarındanmı? Merzifon­lu Kara Mustafa Paşa tabiiki kenarından. Cevabını verince o zaman karşısındaki konuşmaya başladı: Cephane ve saysca kalabalığına ve silahlarınıza diyecek bir şey yok bütün avru-pa birleşsede ne böyle birgüç ne böyle intizam ortaya çıka­ramaz. Fakat Beç Kalesi sarpça bir kaledir. Keşke önce Ya-nıkkale'yi alıp, buralara oradan kışı hep durmadan tacizlerle geçireydiniz ve topraklarının, bir bölümünü işgal etseydiniz belki imparator korkuya düşer aman'a getirirdiniz! Kış gelin­ce büyük sıkıntı çekersiniz buna bağlı olarak Budin'e gidiniz ve kışı orada geçiriniz. Şeklinde İfadede bulununca veziri­azam da: Sen; Nemçe'den korkarsın! Yanıkkale altında zev­kine bak diyerek, Apafi Mihal'i Yanıkkale'ye yolladı.

 

Bütün bunlara zamimeten Veziriazam, Yanıkkale'den Viya-na üstüne yürürken, Eğri Beylerbeyi Abaza Kör Hüseyin Pa­şa altı bin askerle Tökeli İmre ile buluşup Macaristan'ın Ku­zey bölümlerine saldırmalarını tenbih etmişlerdi. Ancak bu beraberliği teşkil edenler etraftaki kale ve palangaları onbe-şonaltı bin askerle sıkiştırmışlarsa da müdafiiler, Beç kimin olursa bizimde ondan olmamız iktiza eder, demek suretiyle haylice de umulmaz bir mukavemete hazır olduklarını ortaya koymuş oldular. Ayrıca biz size tâbi olsak ve siz Beç'i ala-mazsanız imparatorun bizi kırarken sizin haberiniz bile olmaz cevabını verdiler. Gerek TÖkeli gerekse Hüseyin Paşa, bu mütalaalara bir şey deyemediler ve oradan geçip gittiler. Oradan Pojon üzerine inmeye koyuldular. Bu sırada Tökeli-nin gönderdiği öncüler düşmanın otuzbin civarında bir kuv­vetle, Pojon altında mevzilendiklerini bildirdi. Tökeli İmre; bu gücün kendilerinin iki misli olduğu idraki içinde olarak bun­lara saldırmanın akıl işi olmadığını beyan etdi. Kör Hüseyin Paşa olsun, gerekse itimat ettiği ünsahibi ihtiyar silah arka­daşları: "Biz ne düşman kuvvetlerini, ne de kaleyi gördük. Veziriazam bizim padişahımızın vekilidir. Siz kaleyi ve düş­manı görmeden nasıl döndünüz derse ne cevap veririz." De­dikten sonra düşman üzerine doğru yol aldılar.

 

Tökeli'nin sıkıntısı, karşısındaki düşmanla kendi askeri umumiyyetle aynı din ve ırkı paylaşıyordu. Pojon önlerinde kendilerini bekleyen sayısı da otuz binden hayli fazla adetâ kırk, aşmıştı. Tökeli düşman üzerine giden ve yanında altıbin kişiyi bulunduran Hüseyin Paşaya haber yolladı. Ben bunla­rın üzerine gidersem askerim onlara iltihak eder, Bu kadar çok askerle savaşmaz dönerdim kumandan ben olsaydım demekteydi. Hüseyin Paşa Magravoğlu Gürcü Mehmed Pa­şayı ardçı yaparak geri döndü ve kenardan sıkıştırılmasına rağmen tecrübeli bir komutan olan Kör Hüseyin Paşa çekilişi tamamlayabildi.

 

Sadrıazama yolladığı bir haberde onbin Tatar ve bir o ka­dar, Osmanlı askeri göndermesini tâleb etdi. Eğer Hüseyin Paşa yenildiği takdirde kendisinin bir kıymeti olmadığını an­cak beni aştıktan sonra ordugâhınıza yürüyüşe geçeceklerdir ve bilhassa, Bucaş Bozgununu bir türlü unutamayan Lehis­tan Kralı Jan Sobiyeski'nin atlı ve yaya otuzbeşbin kişilik bir kuvvetle Viyana'ya yardım niyetiyle yolada çıkmış olduğunu haber verdi. Sadrıazam bu ciddi uyanlara fazla kulak asmayıp, üç, beş bin Lehliyi, beşonbin Avusturyalıyı gözde büyü­tecek ne var! Viyana'ya kadar gel oradan Tunayı geç ve or­dugâha gel emrini göndermekle birlikte, Tatar han'ına da on-bin süvarisini Hüseyin Paşa için yardıma göndermesini iste-eli. Ne varki; etrafdan aldıkları ganimetlerle kendilerini taşı­yamayacak hale gelmiş tatar süvarilerinin bu emrin yerine getirilmesinde ancak üçyüz (300) kişisi yer aldı. Viyana ön­lerinde düşmanın saldırısına maruz kalan Kör Abaza Hüseyin Paşa burada muharebeyi kabul etdi. Yapılanın hesabada gelir tarafı yoktu. Avusturya askeri seksenbine yakın mevcuduy­la, üçyüz tatarında dahil olduğu yedi bin kişiyi bulmayan os-manlı birlikleriyle çatışmaya girdi. Çok geçmedi ki Kırım'ın askeri zaten azdı ve kaçtı. Hüseyin Paşa Moravya Suyuna çekilebildiyse de, çarpışma esnasında aldığı yaralar hayli fazla olup, çok kan zayi etti. Köprü üzerinden geçerken suya yuvarlandı ve yetişilene kadar suya gark oldu böylece vefat etdi.

 

Böylece veziriazam kıymetli bir komutanını kaybetmiş oluyordu. Öte yandan Viyana önünde muhasara sürdüren Osmanlı askeri geçen iki ayın sonunda durumdan sıkılmış, sadrıazamın şehri ve ka.çyi hücumdan ziyade teslim olma yolu ile fethetme arzusunuaynı zamanda, yağma ve garete müsaade etmemek tarzında ele aldıklarından haylice de kız­gındılar, hele tatarlar burnundan solumaktaydılar. Bir taraf-tanda erzak ve hayvanların yemi meselesi önemli bir hâle gelmeğede başladı. Ayrıca Osmanlı Ordusu bulunduğu yer­lerde, menzil teşkilatları sayesinde iaşe ve ibate meselesini hallederken düşman topraklarında bu lojistik husus istenildi­ği gibi ikmal edilemediğinden düşman topraklarında kalın­ması, zaruri ihtiyaçları karşılamada hayli güç bir hâle geli­yordu. Meselâ bu kimindi1- deyip de her hangi bir ürüne el koymayıp, peşin para vermek düstûru milletimizin vazgeçe-

 

meyeceği bir yaşayış tarzı olduğundan, civardaki satıcılarda fiyatları yükseltmek suretiyle, ihtiyaçların karşılanmasında zorluklar çıkarma işinde belki de, sinsi sinsi vazife alarak topraklarını bizim askerimizin eline geçmesin diye korumak­taydı. Di! dedikleri; esir alma faaliyetleri içinde olan çalışma­larda ele geçen bazıları, Lehistan askerinin otuzbeşbin kişilik bir kuvvetle muhasara dış alanına yürürken yine Avusturya, Saksonya Bavyera ve Frankonya beldeleri askeri ceman yüzyirmibin kişiiik mevcuduyla muhasara dış hattında bulu­şup, Osmanlı muhasara kuvvetlerini kuşatarak, ani bir hü­cumla imha muharebesi yapacaklarını dillendirmişlerdİ. Bu arada da hemen belirtelim ki; bahse konu savaştada bilfiil bulunmuş olan, Defterdar Sarı Mehmed Paşa değerli eseri Zübdet'ül Vekaayide; yaya ve süvari olarak yirmidörtbin Leh, otuzbeşbin Alman ve kırkbin Avusturyalı ve bazı kavimler­den vede milletlerden mürekkep düşman kuvvetinin, yüzbin kişiden ziyade olduğunu beyan ettiğinide hemen ilâve ede-

 

Bu haberin alınmasını müteakip, sadnazam Budin Valisi üzün İbrahim Paşanın yerine, Silistre Valisi Mustafa Paşayı bırakarak, acele orduya iltihak etmesi hakkında emir gön­derdi. Ramazanın onbeşinde, bu gelme işini tamamlayan İb­rahim Paşa, ordu yakınında karargâhını kurdu. Serdarı Ek­rem Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; Kör Hüseyin Paşanın şe-hadet haberinden sonra, işin varacağı zorluğu hissetmeğe başladı. Tabiiki hep Osmanlı ordusunun durumunu gözetle­mek yerine Viyana müdafiileri cephesinde neler olmakta, önada bir göz atmalıyız.

 

Bilhassa Osmanlı kuvvetleri 26/ağustos da, yaptığı kuv­vetli bir saldırıda haylice tabyaları çökekti ve haylide düş­man askerini öldürmüşlerdi. Bu arada da Viyana şehrinde er-zak'ın haceti gideremeyecek seviyeye düştüğü haber verilirken hastalıklarında kendini yavaş yavaş göstermeye başladı­ğı öğrenilmekteydi. Kale savunmasının komutamda her mevzuda taleplerini arttırmaktaydı ki bu hâl onun mukave­metinin tükenmekte olduğunu gösteriyordu. İşte bu talepler sonunda neticeverdi. Biz; bunu anlatan satırları Defterdar Sa­rı Mehmed Paşanın Zübde't ül Vekaiyat, yâni olayların özü diyebileceğimiz eserinin sahifelerinden okuyalım: <..Sözün kısası, akıbeti kötü Avusturya kralı, korkusundan sair hristi-yan devletlerinin krallarına, elçiler gönderip batıl dinlerinin korunması içinde her tarafdan yardım istemiştir. Bu dünyada sığınakları cehennem olan Roma Papalarının azdirmasiyla küfür bir tek millettir sözünede mutabık olarak çeşitli millet­lerin ittihadından teşekkül eden, küffar ordusuna ilk koşan Leh kralı olmuştu ki, daha Önce zorla bin can ile İstanbul'a müracaat ederek antlaşma imzalamıştı. Yani sureten dost ol­muştu. Fakat padişahın gayretiyle daha evvel elinden alman Kamaniçe Kalesi, Podolya ve Ukrayna vifayetlerinin zaptı hususu, pislikle dolu olan yüreğinde, yerleşip ve içine dert olup daima fırsat gözettiğinden Osmanlı Devleti ile olan barı­şı bozmuştu.

 

Gücü yettiği kadar topladığı askerlerle Avusturya askeri­nin imdadına koşmuş, öteki kâfirlerin dahi, kimi de mal ile kimi asker ile yardıma geldiği haberi herkesin malumu ol­muştur. Karşı konuşması için meşveret yapılmış, bütün si-perlerdeki askerleri dışarı çıkarmak ve toplan çekmek ve oraya yakın ve muharebe edilmeye uygun bir yerde topla­mak ve küffar askeri gelinceye kadarda bu şekilde mukabe­lede bulunmak üzere kara verilmiştir. Fakat serasker, herke­sin ittifak ettiği bu görüşü beğenmeyip, hiç kimsenin sözünü dinlememiş ve hemen asker'in bir miktarını muhasara altın­da bulunan kaledeki düşmanlar ile çarpışmak üzere balye­mez toplarla siperlerde alıkoymuştur. Ancak alay toplarıyla, öteki askerleri savaş tertibi üzere diğer askerleri karşılamak için siperlerden dışarı çıkarmıştır, düşman ordusu Viyanadan, oniki saat uzakda bulunan taşköprüye gelinceye, Avus­turya kralı orada kalmış ve rütbesi itibarıyla Leh Kralı bütün kefere üzerine başkumandan olmuştur. Atlı ve Piyade yirmi-bin Leh askeri toplam, yüzbinden fazla alçak ve rezil rama­zan ayının yirminci, 12/eylül/pazar günkİ kale muhasarası­nın altmışıncı tepede piyadesini görünce, atlısını ardına almış ve bir kaç yerden kısım kısım yürümüşlerdir. Her iki tarafdan, bir iki saat kadar süren muharebeden sonra askerin ço­ğu savaştan kaçmış ve böylece de, ordunun nizamı bozulup daha sonra serdar da çadırına dönünce müşrikler kaleye gir­meğe yol bulmuşlardır. İslâm askerleri de bu hâli görünce toptan oradan kalkıp Yanıkkale önüne gelmişlerdir. "Defter­dar Mehmed Paşanın, bu özet fakat pek tatmin edici olma­yan malumattan sonra bizde, bir miktar daha dünya târihin­de hayli tesiri olan bu savaşın tafsilatına biraz daha sayfaları­mızda yer verelim ki, mektep târihlerinin perde arkası olay­lara önem vermemesi hasebiyle, olayların esrarını muhafaza ettiği, milletçe bilinmediği dolaysıyla da, târihden gerektiği kadar istifade etmesi böylece muhal olmaktadır.

 

İşte buna bağlı olarak çalışmamız gibi diğer kitaplarında bu hususları ihtiva etmesi nesillerimizin bu bilgilerle müceh­hez olması büyük milletimize hizmet etme şansı bakımından, bir çerağ olarak istikbali aydınlatmaya fayda sağlayacaktır.

 

 

 

Düşman Taarruzu

 

 

Başkumandan Jan Sobiyeski komutasında, yüzbin kişiden     İl fazla haçlı ordusu, bir koluda Dük dö Loren komutasında Tuna Nehrini Şimalden yâni kuzeyden gelerek Kalenburg Da­ğındaki mukavemetimizi kırarak işgale muvaffak oldular.

 

Serdarı Ekrem düşman kuvvetlerine karşı altıbin askerle, pzirlerden Kara Mehmed Paşayı gönderirken üzün İbrahim Pasa yanınc*a bulunan yirmibinden fazla askeriyle, Kanburg Geçidini tutması emrini vermişti. Kırım han'ı tarafın-, düşman kuvvetlerinin Tuna Nehrini aştıktan sonra yapıl­ma sı lâzım gelen iş, ordunun arkasının çevrilerek, emniyet­sizliğe duçar edilmesi idi. Ancak; Kırım han'ı bu işlevini yeri­ne getirmedi. İşte biz burada, kendi mülahazamız yerine, muteber târih kitaplarından sayılan ve buna hak kazanmış olan üzunçarşılı Târihinde; 3. cilt, 1. kısımda sahife 451'den bir dip not yazısını aktaralım gerekirse bizde bunu tahlile ça­lışırız: "Veziriazamın, Murad Giraya evvelce teveccühü vardı; fakat serdarı ekremin arzusu hilafına Viyana muhasarasını muvafık bulmaması ve Yanıkkale ve Komaronun alınmaları­nı, tavsiye etmesi üzerine gözden düştü ve veziriazama karşı ihtiyatlı hareket etmeğe başladı. Murad Giray maiyyetini, Se­lim Giray gibi zaptu raptdan âcizdi, kuvvetleri üzerinde otori­tesi olmadığı görülüyordu. Düşmanın Tunayı geçmesine mâ­ni olmak için tâyin edildiği İskender Köprüsünü muhafaza edememiş ve yüksekçe bir yerden elini böğrüne koymuş ol­duğu halde, at üzerinde düşmanın geçişini seyrediyordu. Bu hâl üzerine kendi imamı yanına giderek: <Hân'ım; şu bölük bölük geçen kâfirleri kırdırsanız gerisi kesilmezmiydi?> de­mesi üzerine, hân: <Behey efendi sen bu Osmanlının bize et­tiği çevri bilmezsin; ancak bizi bir hâle kodular ki yanlarında trlak ve Buğdan keferesi kadar rağbetimiz kalmadı, bu düş­manın hareket ve cemiyetini, kaç defadır yazıp bildirdim, uŞman çok, mukavemet mümkün değil, askeri metristen vKaralım, iktiza ederse saf cengi edelim ve illâ selamet yere elim dedim, inadından dönmeyip söz geçiremedim, tekdir u cevapları ve gönderdiği mektuplarında, kokmuş beygir  varıcaya kadar yazmış.

 

İr.'şallahüteâla bu düşmanın defi yanımda iş değildi ve bili-rimki dinimize de düşmez bir ihanettir. Lâkin gayret beni ko-madi, anlarda görsün kendilerin kaç akçelik adam imiş, Ta­tar kadrin bilsinler!> diyerek atını depip kuvvetlerini alarak ordugâha geldi ve sadnazamın çadırına inip vaki hâli söyledi vede düşmanın yürüyüşüne göre Pazar günü mukabil ola­caklarını (yâni karşılaşacaklarını) beyan etti. 17/rama-zan/1094-10/eylül/1683 Sevgili okurlarım görüyorsunuz! İn­sanoğlu ne çok yanlışların zebunu oluyor.. Meselâ Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, veziriazamı olduğu devletin tarihindeki, 1. Ahmed döneminde eğer Osmanlı hanedanında erkek üye kalmadığında, Kırım Hân'larının tahta kuud (oturacağını) edeceğini Yavuz Sultan Selim'in, bir antlaşma ile Kırım hânı olan Kaimpederine vaad ettiği söylenmektedirki buna uygun olarak bir av partisinde, Sultan Ahmed'in önünü kesmeye cüret eden, ancak emellerine muvvaffak olunamaması™ bil­mesi gerekir ve buna rağmen Kırım hânlanyla padişahların iyi geçinmesinin hikmetini araştırması icâb eder ve Kırım hân'ını öyle etüd etmeliydi ki onun şikâyetçi olacağı husus­ları ifade etmez, böyle bir ihanete yol açan sözleri ne söyler nede yazardı! Kırım hânına; gelince onun saldırmayı kısıtlı tuttuğu düşman ordusu, kendi lehlerine ve müslümanların aleyhine bir başarıya imza attılar. Bu ihaneti itiraf eden Mu-rad Giray kendi diliylede akıbetinin iyi olmayacağını, dini is-lamın vatan hainlerini sevmediğini bile bile bu İşi irtikâbı az cehaletmidir? Ne var bu hân'ın selefleri zaman zaman bu ihanetleri işleyerek sonunda Rusya Çariçesinin yerine getir­meyeceği vaadlerinin meclubu olmak suretiyle umdukları bağımsız Kırım Hanlığı yerine koskoca bir esaretin kuyusuna düştüler. Murad Giray; İslâmi müesseselerin başında gelen müşavere hususunda, hocası kimse yanlışça bilgilendirmiş olmalı ki, söylediklerini tutmayan veziriazamı hem de gizlice boykot ederek, mağlubiyete duçar etmekte büyük hisse sa­hibidir ve mert Tatar Milletinin efsanevi murabıtlığına kara bir leke sürmüştür. Aslında islâmi hayatta insanların fikirleri so­rulduğunda, tam bir istiklâliyet içinde düşüncelerini beyan ederler fakat çıkan karar onların ileri sürdükleri fikrin tam tersi olsa dahi, Hz. Kur'anın sizden olan emirlere uyunuz tav-siyei şahanesine muvazi hareket edip, bu yolda şehadeti da­hi göze almayı gerektirir.

 

 

 

Çarpışma Vükü Bülüyor

 

 

Osmanlı serdar'ının yanma bir atlı, çatlatırcasına sürdüğü atından atlıyarak hemen huzura koştu. Bekletmeden veziri­azamın çadırına alındı ve biraz nefeslenmesini serdarın ken­disini hemen kabul edeceğini söylediğinde o yerinde durami-yordu. Getirdiği haber mühimdi, namaz gibi nasıl vakti giren namazı insan hemen kılmaz ve o arada emri hak vâki olursa o namazın borcu ile ahiret yolculuğu başlarsa, işte bu haberi vermeden ölürse orduyu islâmiyeyi tehlikeye atmış olur en­dişesi içinde sabırsızlıkla geçen dakikaları beklemeğe başla­dı! Haydi huzura gir! Dendiğinde, "üzün İbrahim Paşadan ha­yırlar ve müddeti ömrünüz uzun olsun duaları ile birlikte düş­mandan haber getirdim. Çatala benzer ayrı iki yoldan düş­man ordusu yaklaşmaktadır ve bizle aralarında üç saatlik bir mesafe kalmıştır" dedikten sonra, el bağlayıp kenara çekildi. Sadrıazam ve serdarı ekrem unvanı ile orduyu hümayun ko­mutanlığı etmekte olan, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Uzunca İbrahim Paşaya pek kızgın olduğundan gelmiş bulu­nan haberci yiğide berhudar olasın dedikten sonra vaktin geldiğini savaşın başlaması tedbirlerinin sonuncusunun tali­matını vermeye başladı.

 

Viyana şehrinde muhasaraya maruz kalmış bulunan Viya-nalılar, Kalenburg burçlarında halâskârlarlan askeri birlikleri gelince öyle bir sevinç gösterileri yapmaya başladılarki, bu­nu gören gerçekten kurtulduklarında ne yapacaklardır diye merak etmekten kendini alamazdı. Düşman; bol cephane ve hayli sayıda toplarıyla, yağmur gibi daneler göndermekteydi. Tüfenk kurşunları ise son derece mebzuliyette olduğundan şakır şakır ateşleniyordu. İki ayı geçen kuşatmanın yorduğu Osmanlı askeri, kumandan İle maiyeti arasında aşikâr olan anlaşmazlıkların faturasını ödemeye başladıydı ve bu ödeme kan ve can pahasına yapılmaktaydı.

 

Osmanlı ordusu sağ cenahında Budin Beylerbeyi üzün İb­rahim Paşa, saldırıya tahammülü kalmamış askerleriyle boz­guna yüz tutarken, sol kolda yeralmış bulunan Sarı Hüseyin Paşa uzun süre dayanmağa muvaffakiyet gösterirken, elin­deki kuvvetleri dağılmış olan Kırım hân'ı kuvvetlerinden mu­avenet göremediğinden onun tarafı da dağılmaya yüz tuttu. Merkezin cenahlarla yâni sağ ve sol tarafındaki mesafe açı­lınca bu boşluğu düşman kuvvetleri doldurmaya başladı ki, bu savaşın en mühim bir anı idi!

 

Eğer dağılmış sağ ve de sol cenahlar dışarı doğru dağıla­caklarına içe yâni merkeze kayarak derli toplu bir hareket takip etselerdi, merkez pek kuvvet kazanacak boşluklara gir­miş düşman askeri, adeta bir çarkın dişlileri arasında ezilip, öğütülmüş olacaklardı. Ne var ki; dağılma dışa doğru oldu­ğundan iç tarafda boşluk daha fazla büyüyor ve sadrıazamın ortada bulunduğu hedef adeta düşman askeriyle, ancak mu­kayese kabul etmez bir sayı farkıyla düşman lehine inkişaf etmekteydi.

 

Lehistan Kralı saldırıda bizzat bulunmaktaydı ve sadn-azam Paşa burada cesaretini ve metanetini ortaya koyarken nice parmaklar ısırttı. Altı saat burada yiğitleriyle omuz omu­za kılıç salladı. Cenah diye bir şey kalmamış ortada görü­nen, sadece bir merkez ve dere gibi bu merkeze akmakta olan insan seliydi. Sadnazam vuruşa vuruşa çekildi ve ordu­gâhına geldi.

 

Metris de kuşatma faaliyeti devam edenlerin otuzbinini derhal savaşa çekti. Düşman askeri hemen peşlerinden or­dugâha dalmışlar, kılıç şakırtıları, silah sesleri aynı Haço-va'da olduğu gibi burda da yaşanmaktaydı. Sadnazam Paşa savaşın gidişatına dâir kestirdiği karar kendini düşman üzeri­ne atmak ve şehadet şerbeti içmekle, dünyevi hesabı kapat­maktı. Peşinden vuruşmaya devama başladığında Sipahiler Ağası Osman Ağa; <Efendimiz! kerem eyle iş işden geçti si­ze şahadet yakışır da, ancak sizin varlığınız askerin ruhudur! Eğer siz yok olursanız herkes kırılır, ne olur buyrun gidelim  dedikten sonra Sancakı Şerifi alıpda, otağın arka kapısından Yanikkale istikametine uzaklaştığı görüldü.

 

Serdarı Ekrem'in geride bıraktığı eşyayı zâtiyesi, ordu ha­zinesi, ordugâhın onbeşbin çadırı üçyüz top ve nice malla birlikte, Köprülüler devriydi de. . Şimdi savaşın sonunun Tâ­rihi Osmanî Encümeni'nin 3. sene sahife 1007'den şu nakli özetleyerek alalım: "Müellifi bu harpte bulunmuş olan Mi-yar'üd Düvel adlı yazma eser kabahati üzün İbrahim Paşaya yükleterek şöyle diyor: <Budin Valisi İbrahim Paşa serdarın işi ileri götürdüğünü istemeyenlerin başında idi. Önce, Yanık-kaleT altında köprülerin muhafazasına tâyin olunmuştu. Ordu­yu hümayuna gelip, müşavere ettiklerinde ibrahim Paşa nice illet ve özürler yâni sebeb ve mahzurlar söyleyip, kâfir çoktur uygun olan, Metristen askeri ve topları çıkarıp dönmektir. Dedi.

 

Serdar ise; altmış gündür bu kaleyi muhasara etmekteyiz. Askerin yaralısı ve şehidi vardır. Her bir ocağın şehidieriyie etraf kabristana döndü. Bu kadar çok mal ve para harcandı. İş ele geçmek üzereyken dönersek padişaha ne cevap veri­riz dediğini beyan eder ve serdarın sözlerini şöyle bitirdiğini ifade eder: <Kara Mehmed Paşa vesair Paşalar da, tabur ile harpediyorlar diye ibrahim Paşaya, padişah seni tabur üzeri­ne serdar tâyin etdi dedi ve Kırım hânı'nıda düşman taburla­rını karşılamağa yolladı>.."

 

Aziz okurlarım yine bu Viyana savaşının arka plânına dâir o savaşda yer almış bulunan Bursalı Hasan Esirî Mİyarüd Düvel adlı el yazması eserinden şöyle bir ifadesiyle sahifemi-zi süsleyelim ve ondan sonra bu ifadeler ışığı altında 319 se­ne sonra da olsa bir de biz tahlil etmeye çalışalım: Esirî de­mekteki; "dahi akşam oldu ve akıbet yâni sonunda Amca Hasan Ağa (Köprülü Mehmed Paşanın kardeşi) serdarı ekre-me buyur gidelim dedi. Sancağı Şerifi ve asakiri islâmı, sela­mete çıkarmağa sây eyle yâni çalış, şimdengeru iş işden geçti! îyazenbillah şimdiyse Sancağı Şerifi düşmana aldırısında kıyamete kadar siperi lanet oluruz! Dediğin de; Veziri­azam ağlayarak oturduğu iskemle üzerine çıkıp, bir koltuğu­na Amca Hasan Ağa ile bir koltuğuna Cebecibaşı Siyavuş Ağa girip ve bile olan cümle topian ve de cephaneyi bırakıp orduyu hümayuna avdet olundu" demektedir.

 

 

 

Bizim Tahlilimiz!

 

 

Viyana muhasarasının 2. si bildiğiniz gibi Osmanlı Devleti­ne bir gün dönümü yaşatmıştır. Yukarıdaki satırlarda Yanık-kale ve Komaron kalelerinin alınmasını iradei padişahi çıktı­ğını, Viyana'yı muhasara ve zapt teşebbüsü Merzifoniu Kara Mustafa Paşaya reisülküttap Mustafa Efendi tarafından ilka olunmuştur. Bu hususdaki muhavereyi geçmiş satırlarımızda okumuştunuz.

 

Tabii reîsülküttap efendi bu tavsiyeyi ve bu ilkaati yapar­ken büyük bir işin başarılmasını samimiyetle arzu etmekten başka bir hususu dile getirmemiştir. Sadrıazam ise bu ilka-ata, Kaanuni'nin yapmaya muvaffak olamadığını, gerçek kılma arzusu ile kabullenip giriştiği de bir vakıadır. Ancak bü­yük işlerinde haylicene etüd istediği, ilim ve irfan sahiplerin­ce malumdur. Sultan Fâtih'in İstanbul'u fetih çalışmaları sıra­sında, attığı güllelerin Cibali Baba adlı bir meczub tarafından; "gavurcukfanma zarar irişmesin" denilerek yine takdiri tecelli içinde tesirsiz hâle gelmesinde, alınacak tedbir Mevlâmıza tazarrudan başka ne olabilirdi ki?

 

Nitekim Sultan Fâtih niyaza başlamış ve "bu bir emri makdurun neticesidir. Ya giderim, ya gider" demek suretiyle Allahımıza yalvarır ve sonuç, İstanbul'un fethi olduğuna göre meczuba fren, Sultan Mehmed hân'ada fetih nâsib olmuştur. Merzifonlu da; bu misalde olduğu gibi iyi niyet ve zahiri ger­çeklerin her birine yapışırken kendini aşamamanın nice ser-had eskilerinin tavsiyelerine kulak asmayarak, kimini gücen­direrek, kimini de alaya alarak, nefsine eziyet etmiş çünkü kendine güvende pek ileri gitmiştir. Sonunda da; şimdi padi­şaha ne deriz sıkıntısına düşmüş, adetâ intihar edercesine düşman üzerine çalakılıç gitmiş, elhak bu hususda Yıldırım Bayezid'in Timur önündeki, şecaat ve bahadırlığını hatırlatır yürekliliği ve kılıç maharetini göstermeyi bilmiştir.

 

 

Bütün bunların yanında herkes kaderin üzerine yüklediği rolün icabatını yerine getirmiştir. Şimdi; veziriazamın Sanca­ğı Şerifi hâmil olarak, meydanı harbden uzaklaşmasından sonraki hadisatı takip etmek üzere yorumumuzu burada noktalayalım. Bütün bunların yanında hemen ilâve edelim ki; düşman ordusu Osmanlı'nın çekilmesi sonrasında yine İki kola ayrıldı ve bir kolu Viyana'ya girerken, diğer kol da, Os­manlı ordugâhını işgaletmeye koyuldu. Ne kadar güçsüz, ya­ralı ve hasta varsa çekilen arkadaşlarıyla gidememenin acı­sını çok geçmeden dindirdilerdi çünkü muzaffer olan haçlı ordusu, cibilliyetlerinin gereği olarak bu mukabeleden aciz insanları, tek tek öldürmek suretiyle bedeni acılarına son ve­rirken onların kaatili olma unvanını da almış oldular.

 

Muhterem okurlarım bu sayının onbin olduğunu hatırlata-limki, bu katliamın boyutu bütün varlığıyla hafızalarda Avru­pa vahşetinin bir başka versiyonu olarak yerini alsın. Çünkü; Mavi Tuna Vâlsinin bu zarif insanları bu katliamı nasıl yapar diye aklınızdan geçirirseniz, bu satırları hatırlarsınız. Efen­dim!

 

 

 

Mağlûbiyetin Şahıslara Tesiri

 

 

Osmanlı Devletinin savaş anlayışında gaalib kumandan mükâfaata hak kazanır. Mağlub olan ise umumiyetle hayatını celladın ellerine teslim eder. 2. Viyana kuşatması mağlubi­yetten sonra da tesiri devam eden mühim bir olay olarak, za-feryab olan bir kimse ortada görünmediğine göre mağlubi­yetin husulünde Paşa seviyesindekiler, en büyük cezaya el­bette mâruz kalacaklardı. O da, tabiiki kelleyi vermekti. Bu dökülme evvelâ veziriazam ve aynızamanda serdarı ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın padişahın katından gelen hediyelerle buluşması sonrasında başladı.

 

Padişah işi tam tahkik etmemiş sadrıazamı, büyük bir be­lâyı savuşturmuş olmanın rahatlığı içinde tebrike şayan bul­muş böylece hilat ve kılıç göndermişti. Merzifonlu; Yanıkka-le'ye geldiğinde takvimler 22/ramazan/1094-14/eylül/1683 târihini göstermekteydi, üzün İbrahim Paşa ise mezkûr yere veziriazamdan birgün önce gelmişti. Fakat veziriazam Yanık-kale'ye geldiğinde İbrahim Paşanın orda olduğunu öğrendi­ğinde, biraz sıkıldı ve yanına çağırttı. Ancak karşılık bulama­dı. Bu veziriazamın hiddetini kamçıladı. Gönderdiği haber ze­hir zenberekti! Çünkü; hastaysa arabaya binip gelsin! Ol­muştu. Çarnâçar İbrahim Paşa geldi. Yaşı hayli alıp yürümüş Paşaya hiç bir riayet göstermeyen Kara Mustafa Paşa: "Bre dinsiz koca melun! Seni bu kadar zamandan beri padişahı­mızın vezirleri arasında hayli himmeti var diye itibara lâyık görürdük! Bu sefer cümlesinden evvel kaçmak suretiyle as­kerin bozulmasına sebeb oldun, bir de burada ordu öncüsü gibi gelmiş oturursun!" Dedikten sonra tez boğun dedi. Hü­küm yerine geldi ve merhum Paşanın makamı, Budin beyler­beyliği Diyarıbekir valisi Kara Mehmed Paşaya verilirken, mal ve mülkü hazineye mâl edildi. Serdar; Yanıkkale'de üç gün kaldıktan sonra Tata Kasabasınada varıp oradan Bu-din'e geldi. Padişah ise gerçek durumu öğrendikten sonra Belgrad'dan Edirne yolunu tuttu. Bunu hiç de hayra yormak kabil değildi! Buna karşılık veziriazamın, gördüğü aksaklıkla­rı düzeltmeye çalışır, savaş da kusurlarını öğrendiklerini de bir bir cezalandırmaya başladığı görüldü. Zira padişahın gön­derdiği hediyeler, haylice üzüntüsünü teskine sebeb olmuştu. Düşmanın arkadan geleceğini tahmin ettiğinden de bütün kale ve palangaların muhafızlarını arttırıcı tedbirlere baş vur­du, ihtiyaçları hızla tesbit edip takviyeye koyuldu. Bu savaşın neticesi Osmanlı Ordularının avrupanın derinlerine bu kadar çok girişinin sonuncusunu teşkil etti. Artık duraklamaya ve hazindir ki daha sonraları da gerilemeye başlayacaktık.

 

 

 

Ciğerdelenin Kaybı

 

 

Kara Mustafa Paşa daha Budin'den ayrılmamıştık!, düş­manların bir iki adamı yakalandığında onlardan alınan ha­berlerle tahmini yapılan palanga ve kalelerin üzerine düşma­nın gelmekte olduğu tahakkuk etmiş oldu. Tahminlerin doğ­ruluğu, zaten oralarda tahkimat ve güçlendirme yapılmış ol­duğundan, ilâve tedbir olarak Budin Beylerbeyi yapılan, Ka­ra Mehmed Paşa kumandasına otuz bin kişi civarında seyyar bir kuvvet sevkedilmişti. Bu kuvvet bölgede devriye gibi ge­zecek muhtemel taarruz alanını tesbit ederek onlara saldıra­caktı.

 

Nitekim; Lehistan Kralının askeri ile Tuna Nehrinin sol ka­nadında hareket olduğunu haber almış bulunan Kara Meh-med Paşa hemen bu tarafa geçerek, saldırdı ve düşmanı pek fecii bir mağlubiyete uğrattı. Ciğerdelen namlı kalemiz bu za­fer ile biraz daha rahat nefes almaya başladığındaydi ki, alt-mışbin kişilik yeni bir düşman ordusu sökün etti. Kara Meh-med Paşaya tecrübeli Paşalar hemen Ciğerdeieni boşaltmak suretiyle karşıya Estergon Kalesi tarafında saf tutalımın tekli­fini götürdülerse de Kara Mehmed Paşa ferman böyledir de­mek suretiyle bu teklifleri red etmiştir. Bir misli sayıca üstün düşman karşısında askerimiz ve nice değerli Paşalarımızın ibraz ettiği kahramanlık mağlubiyetimizi önlemeye, Ciğerde-îen'in düşmesine ve bu düşme teslim olma yoluyla gerçek­leşmesine rağmen katliamı meslek edinmiş gâvur buradada çocuk, hasta, yaşlı demeden yırtıcı bir katiiam uyguladı ki, bunun perde arkasını Safiye Erol merhumenin "Ciğerdelen" adlı belgesel romanından öğrenir ve denizlere gider akıtaca­ğınız gözyaşları.

 

 

 

Kırım Hân'ının Azledilmesi

 

 

Padişahın; Belgrad'dan Budin'e gelmesi gerekirken, Edir­ne'ye dönmesinin yukarıda iyi haber olmadığını söylemiştik. Buna bağlı olarak Kırım Hân'ı Murad hân'da bu hengâmede nasibini aldı ve hanlığını Kırım Giray'ın oğlu 2. Hacı Giray hân'a bırakmağa mecbur oldu. Esbabı mucibe şu idi:

 

<Murad Giray; veziriazam ile arası limoni olduğundan işi ucundan tutmuş vede Sobiyeski'nin geçişine engel olmakta gayret göstermemişti. Daha sonra Budine gelindiğinde de, Ciğerdelen civarında ol emrine de askerim pekaz demek su­retiyle gitmemeyi seçmeside, hanlığını kaybetmesine kâfi gelmişti. Bu tâyin işi Osmanlı Padişahının iki dudağı arasın­dan çıkacak sözlere bağlıydı.

 

 

 

Belgrad Ve Ölüm!

 

 

Ciğerdelen'in yürekler kanatıcı kaybından sonra Osmanlı kuvvetleri Estergon'a çekildi. Estergon savunması Kara Mehmed Paşa tarafından Deli Bekir Paşa'ya verilmişti. Ekim ayının ortasında Sadrıazam Belgrad'a kışlamak üzere geldi­ğinde, haçlı ordusu 29/ekim/1683'de Estergon önünde kur­duğu tertibatla bu kalenin kuşatmasını bilfiil başlatmıştı. Tek­lif edilen teslim ola, Deli Bekir Paşa'nın ret cevabı verdiğini herhalde söylememize gerek yoktur. Ancak; askerlerin Deli Bekir Paşa'ya ve Arslan Mehmed Paşa ile Zağarcı ve Sam-suncubaşı'nın, üzerlerine hücumla çarpışmak istemediklerini bildirdiler, kendilerine yapılan nasihatleri de kaale almadılar, üstelik teslim bayraklarını direğe çektiler. Saldırıya uğrayıp da cankarını zor kurtaran idareci zümresi böyle bir asker is­yanına ne yapabilirlerdi ki?

 

Bu soru her zaman herkesin kendisine^sorması gereken bir soru olduğunu hatırlatmadan geçemiyor insanoğlu fakat şunu .da hatıra getirmek icab ederki, Ciğerdelen'in mukave­met sonrasındaki teslimi ve katliamcı haçlı askerinin onbin-lere varan nüfusu canavarca bir raşe içinde katliama tâbi tut­masının bu Estergon Kale müdafiilerinin moralini bozmuş olabileceği de nazarı itibara alınmalıdır. Türkülerinin icrasın­da milletimizin ve bilhassa, Rumeli insanının göz yaşlarını göz pınarlarında bir elmas tanesi gibi parıldadığını ve az son­ca da kucağına doğru yuvarlandığını gördüğümüz olmakta­dır. Budin'e gelindiğinde Estergon hesabı, saldırıya uğrayan üst komuta kademesi ve askerlerin ocak Ağalarının itlaf edil­mesiyle sonuçlandırıldı.

 

 

 

Sadrıazam'ın Katli

 

 

Osmanlı başvezaretliği, bu günkü partileri pek andıran müessesedir. Bu makama gelen vezirler kendi ekipleriyle ge­lirlerdi başarıyı hep birlikte aralarında nimet külfet anlayışı içinde paylaşırlarken, başarısızlık ise veziriazamın iç kabine­si de denilen küçük nüvenin omuzlarına yük olarak binerdi. Bazen veziriazam'ın hesabı görülür, yâni hayat çizgisi sona erdirilir ondan sonra, iç kabinesi taşra görevlerinin mızılda-nacakları düşünülen yerlerine yapılırdı. Bu vazifeye gidişleri esnasındaki davranışları dikkatle takip edilir. Sessizce boyun eğip gittiği takdirde idaresi takibe alınarak ilk hatasındada sensin falan denerek, başı vücudundan ayrılırdı! Kimileri ise verilen tâyin emrine karşı temaruz eder, bir koruyucu araşti-rırsa da, umumiyetle bu çabası boşa gider, kendisine itibar iade ettirecek bir şefaatçi bulamazdı. Ancak bu arayışları da geçmiş hatalarına ilâve hatalar sayılarak kaydı görülürdü. Ama bütün bunların takipçisi olan padişahdan Önce, rakip ve gözü devirdiği veziriazamın makamına oturmak gayreti için­de olan vezirler bu yolun takipçileridir. Bir fıkra da denir ki en cesur ve aptal idareciler kimlerden çıkar? dediklerinde, ce­vap olarak Osmanlıda çıkar olmuştur. Nasıl? Diye soruldu­ğunda da, seleflerinin gövdesinden ayrılmış başlan yerde du­rurken, onlar mührü hümâyûnun kendilerine verilmesi için bekleşirler! Cevabı verilmiştir. İşte; Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'da, selefi vede kaimpederi olan Köprülü Mehmed Paşa ve kaimbiraderi Fâzıl Ahmed Paşa'nın yaptığı gibi padişahın yanında kendi muhaliflerini bırakmamak yolunu kullansaydı, arkasından padişah katında çevrilen fırıldaklara fırsat bırak­mamış olacaktı.

 

Anca aşırı güven, kibirinin kendine yaptığı oyunun, muha­lifleri Kızla/ağası Yusuf Ağa, Mirahur, yâni padişah ahırlarının büyük Ağası Boşnak San Süleyman Ağa hoşlanmadıkları /v\erzifonî'nin yerine gönüllerine yatan Kara ibrahim Paşa'yı koymuşlar ve ona yaklaşımları İbrahim Paşayı bu sadaret cezbesine çekmeye yetmişti. Kara İbrahim Paşaysa Merzî-fon'lunun, sadaret kaimakamliğını yapıyor ve kendi seçtiği bir görevli idi. Üstelik sadrıazamlar başkent dışına çıktıkla­rında, en kalitesiz, en beceriksizi yerlerine bırakırlardı, arka­sından bir dümen çevirmesin diye! Halbuki; böyle bırakılmış­ların yâni kendinden zekavetleri yetersizliğinden beklenme­yenleri, akıllı, uslu ve mert, vefakârların asla yapmayacağı entrikalara yakınlaşıyor ve emanete ihaneten vezirazamın manevi fors denizine yelken açıyordu.

 

Bunun böyle olmasında takdiri tecellinin rolünü de unut­madan ifade edelimki, Kara İbrahim Paşanın yukarıda geçen iki ağanın dolabına yakalanması Mustafa Paşalıların başına inecek felaketin başlama noktası oldu. Hiç şüphe yok ki; Ve­ziriazamın sadık adamları da yok değildi üstelik o damad'rla oisa büyük bir soy olan Köprülüzâde sayılabilirdi ve bunlara bağlı kimselerin, bu veziriazama kol kanat gerebilecekleri cezayı hafif atlatabilmesi için bir şefaat kanalı açabilirlerdi.

 

İşte bunlardan biri olan Kadıköylü Mehmed Ağa, kapı ket­hüdası olarak yâni bugünkü tâbirle genel sekreter makamın­da bir kimse olarak, veziriazama gönderdiği bir mektupda padişaha sunulacak hediyelerle kendisine durumun anlatıl­ması, telafinin mümkün olduğunun hatırlatılması tavsiyesi bizim yukarıda dokunduğumuz padişah katında, şefaat kapı­sının tıklatılması olarak âa mütalaa olunabilir.

 

Buna bağlı olarak, Mustafa Paşa, telhisçisini yâni bugünkü tâbirle başbakanlık sözcüsünü İstanbul'a gönderdi. Kara ib­rahim Paşa, telhisçinin İstanbul kapısına vardığını öğrendi­ğinde Kızlar Ağası ve şerikinin kendine vaad ettikleri sadaret koltuğuna oturmak için üzerine düşene kendini bezletti. İlk işi yanına koştuğu Kızlarağasına haberi verdi. Gmulur ki; ge­tirilen hediyeler padişahın sadrıazama muhabbetinin yenilen­mesine sebeb teşki! eder, Merzifonlu badireyi atlatır korkusu­na kaptırmıştı kendisini.. Kızlarağası gelmiş bulunan hediye­lerin padişaha takdimini geciktirmek yolunu bulduğundan İs­mail Ağa huzura çıktığında karşısında veziriazamın da aley­hinde yönlendirilmiş bir padişah olduğunun farkına varamadı taa ki padişah konuşmağa başlayana kadar..

 

Bazı tarihçilere göre İsmail Ağanın bu ziyareti başkent'te değil de, serhad şehri eski başkent Edirne'de vukubulduğunu kaydederler. Ancak işin bu noktada o kadar ehemmiyetli ol­madığını düşünebiliriz. Padişah, veziriazamın sözcüsüne sa­nırım kendinin haberdarı olduğu bazı vukuatı sorduğu peşin­den de gazabını ortaya seren hiddetli çıkışı, takriben şu söz­ler ile kendisini gösterdi. "Paşan da sen de yalancı bir alay melunlarsınız! Devletim yıkıp, ırzımı payima! edip askerimi kırdırıp, nice namlı Paşalarımın şehadetini, topraklarımın, kalelerimin düşman eline geçmesine de sebeb oldunuz! Alın bu adamı!" Emrini verdikten sonra; hışımla Harem'e çekildi­ği, târih sayfalarında yer almaktadır.

 

 

 

Bir Devir Kapanıyor!

 

 

Hiç şüphe yok ki, şu ifade Kara Mustafa Paşanın idam edilmemesini ortaya seren bir görüş olarak kıymet ifade ed­er. Bu ifade, Merzifonlu'nun katlettirdiği Üzün İbrahim Paşa öldürüleceği sırada, üzunçarşılı tarihindeki kayıda göre me-âlen şunları seslendirir: "Bu adam beni haksız yere öldürü­yor. Zayiatı, uğradığımız kayıpları telâfi edebilecek olan yine bu ademdir. Padişahımıza söyleyin aman buna kıymasın!" bu ifadenin en kötü tefsiri hayatını kurtarmak için Uzun İbrahim Paşanın böylece bir yol aradığını söylemek kâbilsede, ancak bu Paşanın hayat çizgisi böyle tabasbusa müracaatına tenezzül edecek bir kimse olmadığını gösteriyor ve de, ayrıca / erzifonlu'dan sonra yerine tâyini yapılanlar o makamı doi-durmağa kâfi gelmemesi de gösterdi üzün İbrahim Paşa en azından bu teşhisinde isabetliydi. Gazez Ahmed Ağa eline verilmiş olan idam fermanına hâmil olduğu halde Belgrad'da bulunan veziriazamın yanına geldi. O sırada

 

Kara Mustafa Paşa, imamı Mahmud Efendi ile henüz öğle namazına durduğunda göz ucuyla cihannümadan, gelmekte olan Gazez Ahmed Ağa ile beraberindekileri görüvermiş. İmama seslenmiş. "Namazı boz İmam Efendi işin tadı kaçtı" der. Gelenleri de hemen yanlarına getirtirler. Veziriazam hayli kalabalık heyette yeniçeriağasının dahi bulunduğunu gördü­ğünde Gazez Ahmed Ağaya sorar: Ne haber Ağa? Cevap ise: Sancakı Şerif ve mührü hümayun istenir! Cevabını venı. Sadrıazam Paşa yine sorar: "Bize ölüm varmidır?" dediğinde Gazez; "olmak gerek! Allah imandan ayırmasın" cevabını ve­rir. Bunun üzerine, Rıza Allahındır! diyen Merzifonlu namaza durdu. Korkuya kapılmadan edayı salat eyledi. Hizmetkârla­rına; beni duadan unutmayın deyip gönderdi.

 

Sarığını çözüp, kürkünü çıkardı. Cellatlar gelsin dedi. Sa­kalını kaldırıpda ipi boynuna kendi geçirdi. İşte o sırada pek kıymetli kaliçeye yâni küçük fakat değerli halıyı gördüğünde gelin bunu alın değerlidir. Millet malıdır. Kirlenmesin; deyip kaldırttı. Ondan sonra infaz gerçekleşti. Viyana'yı alma teşvi-katında bulunan reisülküttab Laz Mustafa Efendİ'de, Edir­ne'ye getirtildi ve Üç şerefeli Camii önünde selb edilmek su­retiyle idam olundu. Şunu da unutmamak gerekir ki; devlet baki insanlar geçicidir.

 

Hatta devletler bile baki olmayıp, târih sahnesinden za-nıan zaman çekilmiş devletlerin hikâyelerine de rastlarsınız. Hâttâ malik oldukları toprakları, beldeleri hâttâ şehirleri para karşılığında satan devletlerin bulunduğuna da, târih malumati içinde şahid olursunuz. Devrân ol devran diye söylenen bir deyimin varlığıda bilinmektedir.

 

Hayattan kaydı silinen Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın yerine veziriazam olarak tâyin olunan Kara İbrahim Paşa; Avusturya üzerine kendisinin gitmeyip, kumandan olmak üzere Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşayı tâyin etmişti ve Bekri Paşa Estergon'u istirdat gayesiyle harekete geçti. Avusturya harekete geçmiş ve Estergon'u almıştı. Oradan da Tuna'nın sol tarafına inen Brandenburg Dükü ve emrinde­ki kuvvetler, Kara Mehmed Paşa kumandasındaki askerleri­mizi mağlup edip, Vayçen Kafesini almış ve peşindende, Peşte (Budapeşte) yi almıştı.

 

Burda da durmak bilmiyen düşman kuvvetleri, Budin'in şimal taraflarına yâni kuzey yönüne geçip, Akklise civarında karşılaştığı Bekri Mustafa Paşa birliklerini de bozmaya şans kazandı. Şimdi ise, hedeflen Budin oldu. Budin muhasarası­na engel olmayada, uğraşmayı plânlayan Bekri Mustafa Pa­şa; Hamza Bey Palangasında hazır beklerken, Budin üzerine gitmekte olan Avusturya birlikleri ani bir yönelişle serdar Bekri Paşa üzerine yürüdü ve üstün vede baskın halindeki bu kuvvete, askerimiz pek fazla müdafaada bulunamayıp, bir hayli sür'at ve uzakça mesafeye ricat ederken bilemiyoruz, bir çok yerleşim alanını ve oralarda meskûn insanları, düş­manın insafına terkettiklerinin farkındamıydılar?

 

Şurası muhakkak ki, Avusturyalı komutan Budin'i sıkıştı­rırken hayli güvenlik içinde idi. Budin kalesi içinde hasta ola­rak yatmakta olan Budin Valisi Kara Mehmed Paşada, yata­ğına isabet eden bir humbaranın, verdiği ağır hasarla hayatı­nı noktalama durumunda olan Kara Mehmed Paşa, maiye­tinde bulunan Divrikli Şeytan İbrahim Paşaya Budin müdafa­asına devam etmesinin gerektiğini vasiyet etti. Bütün bunlar olurken; padişahdan gelen bir fermandan çıkanların insanın dudağını uçuklatacak kadar- tehditkâr olduğu görüldü. Budin giderse kellen gider tehdidinin, şehid olan Budin Valisi Kara Mehmed Paşayamı? Yoksa işi yeni devralan Şeytan İbrahim Paşayamı? Veyahut da sadnazamın serdar tâyin ettiği Bekri Mustafa Paşayamı olduğu pek malum değildi. Ancak; işe ya­radığını kimse inkâr edemezdi. Hemen Bekri Mustafa Paşaya askeri yardım hızlandırılmıştı. Bunun getirdiği gayret ve. kuv-vei mâneviyenin artması Bekri Paşayı 26/ramazan/1096-6/eylül/1684'de harekete geçirdi. Esek'ten yola çıkan Bekri Paşa kuvvetleri İstoni Belgrad'a geldiler. Oradan Dalderesi mevkiine indiler ve bazı küçük çarpışmalarda stratejik başa­rılar elde ettiler. Padişahın isteği olan Budinin içine asker koymağı gerçekleştirmek için iki kol halinde Abaza Siyavuş Paşa ile Rumeli Beylerbeyi Kadıköylü Mehmed Paşa komu­tasındaki askeri birlikler dağ vede ova yolundan düşrrvın üzerine ilerlediler. Hırvat güçlerini yenerek, Budin'dekiiere yetiştiklerini belirten bir haber uçurmayı sağladılar. Zaten bu vakanın iki gün öncesinde Serhoş Ahmed Paşa komutasın­daki serhad gaazileri kaleden yaptıkları huruç sonunda düş­manı tedirgin etmişlerken, bu yardımın geldiğini görmeleri ümidlerini büsbütün arttırmıştı. Bu iki Paşanın yanına Bekri Paşa da hayli yaklaşınca, genel bir taaruzla düşmanı yararak hem zafer kazanmak hem de kaleye askeri mebzul miktarda yerleştirmek gerektiğinde ittifak ettiler. Çünkü anlaşılan taar­ruzu artık kendine pelesenk edinen düşman karşısında, hep hazır olmak lüzumu hâsıl olmuştu. Teşebbüs Viyana Bozgu-nuyla maalesef küffar tarafına geçmişti.

 

 

 

Kahraman Paşalar

 

Yapılan plân düşman üzerine dört tarafdan saldırmak su­retiyle ve bunu beklenmeyen bir vakitte, süratle yapmak böylece de düşmanı adamakıllı şaşırtmaktı. İşe girişildi Siya­vuş Paşa ve Kütahyalı Osman Paşazade Serhoş Ahmed Pa­şa, Estergon kalesi istikametinden kaleye yalın kılıç yürümeye başladılar bu sırada hayli şiddetli yağmur yağıyor ve orta­lık bir çamur deryası halinde göz gözü görmez vaziyetteydi.

 

Diğer kumandanlar; plân mucibini havanın bu muhalefeti karşısında yapamadılar, bu sebebden de Siyavuş ve Ahmed Paşalar, düşman ortasında yalnızlaştilar. Fakat azimlerinden bir şey kaybetmedikleri de görüldü. Kaleyi çepeçevre muha­sara eden düşman kuvvetinin yekünü, yüzbin neferi aşıyor­du.

 

Paşalar cephenin bir tarafından kaleye yaklaşmak üzere yürüyüşün hızını arttırırken, kollan da omuz üstünde-baş ko-mamak üzere, artık danada hızlı inip kalkıyordu. Sanki birer otomatik kafa koparma aleti hâline dönüşmüşlerdi. Üst baş kan revan içinde olup, kendi aldıkları yaralarında farkında bile olmadan, kuşatmayı bir yerinden söküp geçtiler, bu ba­hadırlığı kale bedenlerinden gören yiğitlerde kale kapısını usulünce açıp dışarı fırladılar ve o cenahdaki düşman, iki pres arasında kalmış bir cisim gibi adetâ un ufak edildi. Sa­yısı bine varan asker kale içine gönderildi. Bu seçim önce gönüllülük şeklinde sonra da lâzım gelen vasıfları üzerinde toplayan bahadırların seçimi ile tamamlandı. Bu huruç vede Paşaların saldırısı düşman askerinin; beş bininin hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı.

 

Bu arada düşman lağımcılarından biri esir olarak alınmıştı verdiği bilgiler sayesinde, konan lağımların yerlerini bulabi­len mücahidler, kale halkını ve kaleyi mutlak bir berhava kastedilmesinden kurtardıkları gibi bir hayli de barut elde et­miş oldular. Avusturya İmparatoru'nun damadı, Maksimilyen vire ile teslim olsunlar diye elçi yolladı. Bu elçinin; Fâzıl Ah­med Paşa hizmetinde yetişmiş daha sonra meşhur Sen Gotar da düşmana iltica etmiş biriydi. Elçi Şeytan İbrahim Paşayı mükellef bir sini içinde çeşitli yemeklerin bulunduğu sofrada buldu. Maksimilyen ise; ekmekleri olmadığı haberini istihbar ettiği, kalenin kumandanı İbrahim Paşaya ekmek gönder­mişti. Elçi mütelezziz yemeklerin süslediği sofrayı gördüğün­de "biz sizin ekmeğiniz bile yok diye düşünmnüştük" demek­ten kendini alamadı. Paşa ise onu sofraya davetle erzak çok! Beş sene yeter! Dün de bin kadar takviye askerimiz geldi. Daha ne istiyelim diye beyanlarda bulunarak sordu. "Sen ne İçin geldin?" cevap "vire ile teslim olunuz teklifini getirdim" oidu. Bu kale Paşalara değil kalede oturanlara teslim edildi Sultan Kaanuni tarafından onun için ağalara sor dedi. üzun-çarşılı târihinde yer alan satırlarda Ağalar şöyle konuşu ver­diler: "Padişahımız bizi bu kaleye tâyin ettiği zamanda kulla­rım Allah'a emanet olsun, kale'mi, bir hoş muhafaza edin dedi; yoksa düşmana verin demedi. Fütur getirmedik, şevkle harp ederiz,

 

Siyavuş Paşa içeri imdat gönderdi; zahiremiz vardır, bir neferimiz kalıncaya kadar harp edeceğiz. Allanın inayetiyle bu asker sağ oldukça size kale yok. Kumandanına öyie söy­le "cevabı ile gelen elçiyi geri gönderdiler. Budin muhasara­sına dört ay kadar devam eden yahudi Herzog Maksimilyen, kışın gelmesi, Kırımın idaresini yeniden tanzim eden, Murad Hân'ın yerine getirdiği 2. Hacı Giray hân meşhur Tatar Süva­rilerini Osmanlı ordusunda istihdama devam ettiğinden ve Kırım tatarlannında geliyor haberi Yahudi Herzog Maksimil-yen'in kuşatmayı kaldırıp geriye dönmesine yettide arttı bi­le.. Çekilmeye başlayan düşman askerini bazı komutanlarıy­la ve Kırım Tatarlarıyla takip ettiren, Serdar Bekri Mustafa Paşa bilhassa düşman artçılarının, yirmibinini kırdırmaya muvaffak oldu. Avusturya ve müttefiklerinin bıraktığı cepha­ne Budin Kalesine taşındı ve takvimlerin ise: 24/zilka-de/1096-2/kasım/1684'ü göstermekteydi. Bu arada Şeytan lakablı İbrahim Paşanın gösterdiği yararlıklar padişahın ma­lumatı dahiline girdiğinde takdire şayan olduğu hemen teslim olundu ve bunun ilk emaresi, lakabı olan Şeytan, Me-lek'liğe tahvil olunsun iradei seniyyesi vukubuldu. Peşinden Bekri Paşanın durumu yetersizlik olarak tesbit olunduğun­dan, serdarlık Melek İbrahim Paşaya tevcih olundu yine Bek­ri Mustafa Paşanın ve bazı komutanların, başarısızlıkları ha­sebiyle idamları hususunda karar çıktı. Sadrıazam Kara İbra­him Paşa büyük bir çaba gösterip, idamları iptale komutan­ları daha düşük derecedeki görevlere tâyine muvaffak oldu. Bekri Paşa Kanije Valisi olurken, Budin Valiliğine Arnavud Abdurrahman Abdi Paşa getirildi. Bu arada da Tökeii İm-re'nin üngvar ve bazı beldelerini de ŞuhStz adlı Avusturyalı komutan elinden aldığı görüldü. Bu Şhultz'un yirmîbeşbin ki­şilik ordusu yanında Lord Lotheringen ellibin kişilik askeriyle CIyvar üstüne harekete geçmişti.

 

Bu sırada yâni 1096/ramazan/ilk günül685/ağustos'unun ilk günü olup o hayırlı günde Osmanlı birlikleri Estergon Ka­lesini istirdat etmek için muhasaraya aldı. Dük Lotheringen kuvvetlerinin bir kısmını Estergon üzerine gönderdi. Diğerle­riyle üyvar önlerinde kaldı. CJyvar önleri bataklık olduğu için her iki taraf biribirinin üstüne gidemediyse de, onbeşbin kişi­lik avusturya süvarileri bir tatktik kurup Osmanlı ordusunun seksenbin askerini kendi üzerine celbetmeğe muvaffak oldu bataklığı yandaş olarak kullanmayı beceren avusturya gali­biyeti e!de etti. Arkasındanda üyvar muhasarasını yeniden tesis etdi. Sağlam bir kale olan Ciyvar ancak kırk gün daya­nabildi. Düşman savaşa savaşa kaleden içeri girdi kaledeki-İer teslim olmayıp ölümü seçti. Nice palangalarımız da bun­ların eline geçti.

 

Melek İbrahim Paşanın başarılan asker arasında sadarete geçebilmesinin konuşulduğu görüldü. Merzifonlu'nun yerine geçen Kara İbrahim Paşa üyvar'ın düşmesi hasebiyle, suçu Melek İbrahim Paşaya tahmil edip, ayrıca Avusturyalılara,padişah ve sadrıazama haber vermeden, Dük Lotheringen'e muahede yapma hususu için elçi gönderdiği haberi de gelin­ce, hakkında idam fermanı almak zor olmadı, muhar-rem/5/1097-2/aralık/1685'de hüküm infazolundu. Şimdi biz infaz sonrasında 4. Mehmed'in sadrıazama kinayesini buraya kayıtla işi bir takip edelim.

 

Belgrad'da infazın yapılmasından sonra kafa derisi yüzü­len baş, bal'a batınlıpda Edirne'ye getirildi. Veziriazama tes­lim edildi. Veziriazamda gümüş bir tepsiye koydurduğu başı padişahın huzuruna götürüp de sunduğunda, her halde yap­tırttığı tahkikat neticesinde işin fesat tarafını yakalamış ol­malı ki; veziriazamına: "yüzün kara ve canın rahat olsun! Vü­cuda getirdiğin hüneri hoş gör" deyip başı sadrıazamına geri veriverdi. üzunçarşılı bu komploya dâir önem taşıyan bir şerh koymuş, merhum Cumhuriyet Tarihçileri arasında cid­den haklı bir şöhrete nail olmuş ve CHP mebusluğu yapma­sının yanında eserinin TTK'ca yayımlanması da göz önüne alınır ise buna inzimamen, Tanzimat Dönemini yazma zorlu­ğunun idrakiyle bundan nasıl kurtulurum diye kendi kendine söylendiği rivayetlerde yer alır. Her halde bu endişesinde sa­mimiydi ki, tanzimat dönemini yazmaya ömrü vefa etmedi. Onun bıraktığı yerdende Enver Ziya Karal devam ettirmişti ve tanzimatı o kaleme almış idi. üzunçarşılı hakkındaki bu bilgiyi verirken bu zâtın şerhinin mühim olduğunu çünkü kuvvetli bir araştırmacı olduğunu duyurmaya matuf olduğu-nuda ifade edelim. Şimdi şerhe geçelim: "Melek İbrahim Pa­şa hakkında, veziriazam ile Boşnak Sarı Süleyman Paşa itti­fak etmişlerdi; veziriazam kendisine rakib saydığı Meiek İbra­him Paşayı bertaraf etmeyi düşünürken gizlice kendisine sadnazamhk vaad edilen San Süleyman Paşa da; aynı rakip­ten kurtulmak istiyordu. Bunun için padişahın huzuriyle has­ta bulunan veziriazam hariç olarak Süleyman Paşa, şeyhülislam ve iki kazasker, yeniçeri ağası ve Köprülü Mehmed Pa­şanın biraderi Hasan Ağa ve kâtiplerden, Acemzâde Hüseyin Efendi, toplanarak görüştüler bu içtimada, Enderun Ağala­rından, Müverrih Fındıklılı Mehmed Halife'de hizmetkâr ola­rak bulunmuş ve gördüğünü târihine kaydetmiştir.

 

Müverrih; Süleyman Paşanın, Melek İbrahim Paşa aleyhin­de söyleyip katlini istedi; veziriazam da gönderdiği arizasın-da, katlini istiyor ve mizaçgir olan şeyhülislâm Ali Efendi'de onlara uyuyordu, bunlara karşı Anadolu Kazaskeri Ebu Said-zâde Feyzullah Efendi öldürülmeyip bir tarafa sürülmesini söyledi ise de ekaliyette kaldı ve katli için acele kapıcılar kethüdası yollandı. (. . ) Hüküm tebliğ edildiğinde İbrahim Paşa; iki rekât namaz kıldıktan sonra: "Yarab din ve devlete, kırk yıldır sadakat ile ettiğim hizmeti bilirsin, ömrüm ahar ol­du, hüsnü hatime müyesser kıl ve bana edenleri hazretine havale eyledim" diyerek oruçlu olarak boğulmuştur.

 

4. Mehmed'in veziriazamları birbirlerinin kuyuların! kazı­yorlardı. Nitekim; Kara İbrahim Paşa, Merzifonlu Kara Musta­fa Paşayı darı bekaya yollattıktan sonra Boşnak Sarı Süley­man Paşayla karşı karşıya kaldı. Padişah ise, bu sefer gizlice Süleyman Paşaya taraftar olmuş ve sadareti vereceğini ihsas etmişti. Bu arada da cidden İbrahim Paşadan sıtki sıyrılmıştı.

 

 

 

Kara İbrahim Paşa Düşerken!

 

 

Yukarıda padişahın soğuma mânasına gelen sadnazam-dan sıtkı sıyrılmıştı değişimizin sebebi, padişahın Boşnak Sa­rı Süleyman Paşayı sadarete getirmesinin ardından, Kara İb­rahim Paşa Üsküdar'da Bayram Paşa Yalısında oturulmasıyla emrolundu. Çok geçmedi ki, hac'ca gitmek üzere padişah-dan müsaade istedi. Bu sırada da kazan kaynamakta, biribi-rinden kurtulmak isteyen veziriazam namzetleri padişahın kulağına eski sadrıazam hakkında parası çoktur. Hac'ca giderim diye çıkacak bu paraylada Abaza Hasan gibi isyan bayrağını açar şeklinde nazariyeler ileri sürülerek, padişahın vehmi ayaklandırıldı. Para meselesi için padişah bir ferman yollayarak, beşyüz kese sefere yardım yapmasını emrettiğin­de, Paşanın cevabı benim o kadar param yok. Siz beni soya-cakmısınız? Şeklinde gelenlere lâflar etti. Bunun padişahın isteği olduğunu her halde fehmedemedi. Bu hâlde padişahı pekçe kızdırdı. Derhal malı müsadere olunan; İbrahim Pa-şa'ya> uygulanan işkence sonunda kırk gün geçmekle bera­ber, param yok diyenden padişahın beş yüz keselik isteğini param yok diye çeviren mazul sadrıazam, üçbinbeşyüz kese parayı kırk günlük soruşturma sonrasında ortaya çıkardı. Bu miktar paradan başkaca muazzam bir eşya ile pek kıymetli mücevherler çıkıverdi. Bunun üzerine Kıbrıs'a sevk edildi.

 

Orada ikamet ederken, elinin altındaki askeri, kendisinin sadaretini istemeye sevk ettiği haberi İstanbul'a eriştiğinde gönderilen ferman 1098/zilhiccel687/ekiminde katledilme­sine yettide arttı bile. Bu arada makamı sadarete gelmiş bu­lunan, Boşnak Sarı Süleyman Paşa, cepheye gitmeye yanaş­mamış ve bir türlü Osmanlı ile didişmekten imtina etmeyen Avusturya cephesine de Serhoş Ahmed Paşa'yı gönderdi. Ki­mileri ise bu seferler sadrıazam işi değil padişah işidir der dururken, bir kısım kimseler de padişah avı bırakıp, ya sefe­re ya başehre yâni İstanbul'a dönsün. Edirne; angarya öde­mekten yoksul düştü diye de mırıldanmaktaydı. Bu mırıldan­malar bir alarm idi. Bunu duymak ve mırıldanmayı kesecek iş yapılmalıydı! Bunun ne olduğu şimdi söylense neye yarar ki? Ancak, sunuda hemen ilâve etmek lâzım gelirki, padişah bir veziriazamına Yarın kale'ye git diyor, o ise Viyana'yı sıkış­tırıyor. Sadrıazam yaptığı birisi sefere çıkmayıp serdar tâyin ediyor. Avusturya'ya feci mağlup olmuş veziriazam, kendine gelen hediye kılıcı görünce işi atlattım zannedip, güngörmüş Paşayı öldürtmekten çekinmiyor. Sadrıazamı infisal ettiriyor, git otur surda diyor. Ben hac'ca gideceğim diyor. Beşyüz ke­se sefer yardımında bulun diyen padişahın adammi kovalı­yor. Sıkıştırıldığında ise beşyüz kese yerine üçbinbeşyüz ke­se ve haylice mücevherlerini buluyorlar. Şimdi söyleyin Allah aşkına, 4. Mehmed'in sefere gitmemesinden başka bir kaba­hati görünüyormu? Sefere gidipde, Sobiyeski Merzifonlu ye­rine 4. Mehmed'i sürüp geceydi. Ne olurdu Osmanlı devleti­nin hâli? Belli bir zaman diliminden sonra padişahın seferden alıkonması padişah yenilirse devlet biter. Paşası yenilirse, Paşa haylice bulunur! Bu anlayışı makul görmemek kâbilmi?

 

 

 

Sadrıazamla Beraber Değişim

 

 

Sadaret kaimakamı Süleyman Paşa, bu makama asaleten tâyininde kethüdası İbrahin Ağa rütbei vezaretle Şam Eyale­tine valiliğe atanmıştır. Bu arada denizciliktede değişime gi­dilmiş Mısırlızâde İbrahim Paşa'nın bu alandaki ustalığı ve kı­demi gözönüne alındığından, padişahın yanına Edirne'ye da­vetle, kapdani deryalık ihsan olunmakla beraber ayrıca ve-zarette verilmek suretiyle bu bâbda güzel bir iş yapılmıştır. Değişim rüzgarı esmeye devam etmiş ve Yeniçeri Ağası ile Sakız Muhafızı da, bundan nasiplerini almışlardır.

 

Kul kethudalığında bulunan Çolak Hasan Ağa, Yeniçeri Ağalığına getirilirken, eski yeniçeri Ağası Zülfikâr Paşa azil olunarak, Sakız muhafızlığına tâyini yapılmıştır. Padişah ise, bu sırada istanbul'a dönmeye karar vermişti. San Süleyman Paşayı Engürüs yâni Macaristan üzerine gidecek orduyu hü­mayuna serdarı ekrem tâyin ettiğinden birinci mirahur Recep Ağa'da sadaret kaimakamhğına getirildi. Meclisi, tâbiri diğer ile divânı yönetebilmek tecrübesinden mahrum olan Recep Paşa bir kaç toplantıda Sadrıazamın idare ettiği divân top­lantılarına katılarak adetâ kurs görmüş bunun üzerine top-

 

lantıda bulunanlardan ilk defa böyle bir duruma rastlayanlar vaziyeti endişe ile karşılamışlardır. Padişah'ın ise İstanbul dö­nüşünde Küçük Halkalı denen yerde ki mutad merasimle karşılanmasından sonra gösterilen resmî geçit seyredilmiş, nihayetlendiğinde herkes, arabalara binmek üzere gittiğinde, veziriazam kaimakamının yanında bulunan, Rikâbı hümayun kaimakamı, Vezir Mustafa Paşanın yanında kimse kalmamış, bunun üzerine padişahda atını onun yanına sürmüş ve bera­berce, yan yana at sürerek Eyüb Sultan Türbesine kadar bir­likte gitmişlerdir. Daha sonra da Vezir Mustafa Paşa Mora'da bulunan Anadolu muhafaza kalesi adlı bölgeye muhafız ola­rak gönderilmiştir.

 

 

 

Süleyman Paşa Ve Budın'ın Düşmesi

 

 

Yukarıda sadnazam'ın serdanekrem olarak görevlendirilip-de Macaristan üzerine gitmesinin emrediidiğini kaydetmiştik. Edirne ovasında son hazırlıklarını da tamamlayan serdanek­rem Belgrad üzerine doğru Tevekkel tü Tealallah deyip yola koyulduğu görüldü. Avusturya Kralı da adetâ bir haçlı ordu­su teşkil edip her çeşit silahla mücehhez ordusunu Budin Ka­lesi önüne yığmıştı. Takvimler bu sırada 1097/receb/25-1686/17/haziranı göstermekteydi. Bu târihin kuşatma haberi olduğu Boşnak Sarı Süleyman Paşaya ulaştı. Yapılan müşa­vereler sonucunda bulundukları yer olan Budin'e pek yakın Hamzabey mevkiinden hiç bölünemeden yürüyüşe geçip ka­leye yardım kararı tezekkür ettirildi. Lokumtepe denilen yere gönderilen bir keşif müfrezesi düşman askerinden serbestçe gezinenlerinden bir kaçını ölü, bir kaçını diri olarak elde et­miş ve sorguya çekmiştir.

 

Düşman Osmanlınında bu kaleyi koiay vermeyeceklerini tahmin ettiğinden ve onlarda bizim haber aldığımızı öğren­miş olabilİrlerki, tahkimlerini sade kale üstüne değil bilhassa hilal şeklinde, tertipledikleri kuşatmanın, toplarını yerleştirir­ken kale istikametinde atış yapanların hemen yanında, arka­dan geleceklere atış yapabileceği yöne çevrilmiş ve atışa ha­zır bir tarzda yerleştirmişlerdi.

 

Bu arada hemen şunu belirtelimki; Budin Kalesi yakının­daki menzil olan Hamzabeye geliş, 1097/şevval/2-1686/ağustos/22'yi bulmuştuki geçen bu zaman diliminde düşmanın, kaleyi hayli hırpaladığını görmek için bir bakış yeterdi. Bu bakışın hemen farkedeceği bir husus vard' ki, o da, Kalenin hemen karşısına düşen Kargabayırı idi. Düşma­nında en büyük korkusu kaleye yardıma, muhasaraya saldı­rıya hazırlanan Osmanlı birlikleri, bu Kargabayın'na hâkim olursa muhasaranın parçalanmaya mahkûm olduğunu teşhis ettiklerinden, bahse konu yeri bir güzel tahkim etmişler, tah­rip ve menzili uzun bir topuda yerleştirmişlerdi. Ayrıcada se-kizbin kişiden az olmayan bir kuvveti de mevzie yatırmışlar­dı. İslâm askeri Kargabayırın işgalini hemen yapılan harp di­vanında kabul edip buna girişmesi gerekirdi.

 

Ancak yapılan divan toplantısında da güngörmüşler denen bazi tecrübeli gaaziler ilk iş olarak Kargabayır Tepesini elde etmek lâzım geldiğini hatırlattılar ve bunun sonunda düşma­nı siperlerden çıkartmaya muvaffak olarak muhasarayı kıra­biliriz dediler. Fakat serdar'mda bu tekliflere sıcak bakmadığı yarın hep birlikte saldırıya geçeriz, sözü ortaya koymuştu. Bosna Valisi Sivayuş Paşa'nın askeri üzerine, düşmanın sal­dırıya geçtiği görüldü. Buradaki piyade askerininse, muka­vemete takat yetiremediği görüldü ve düşman bunları hırpa­larken Sarı Paşa'nın askerleri içine düşen korku hasebiylede, gerisin geriye Lokum Tepesine çekildiler, aslında buna çekil­me değilde adetâ firar desek duruma daha uygun düşer!

 

Bu firarı fırsat sayan düşmanlar bunların peşine takıldığın­da, yandan gelen askerimizin bir bölümü tam bir metanetle, karşısına dikildiği düşmanın boyunun ölçüsünü almaya baş­ladı. Bunların arkasını sarayın manevrası yapan haçlılar, yola çıktıklarının akabinde karşılarında Tatar ve Osmanlı Bahadır­ları ile karşılaştılar. Ortada kan ve revan içinde büyük bir mücadele yaşandı. Düşmandan hayli kişi cehennem çukuru­na yuvarlanırken, bizim yiğitlerimizinde bazıları cennet bağ-çelerine uruç eylediler. Bir gurub Dalkılıç Budin Kalesine gi­rip, mücahidlere güç ve metanet vermek istedilerse de, bir bölümü bu gayretle şehid olurken, bir kısmı da girmeye mu­vaffak oldularsa da, aldıkları yaraları pek ağır olduğundan bakıma muhtaç hâle geldiklerinden, maddi plânda, pek bir şeye yaramadılar denebilir! "Hakimi Mutlakın olmazsa bir İşde takdiri Müfît olmaz hezâr erbabı aklın re'yü tedbiri Ha-zeri men'i kader, kılmaz ne denlü kûşiş eylersen, Kazayı mübremin mümkin değil sa'y ile tağyiri" Mevlâmız, bir işin gerçekleşmesi için takdiri tecelliye murad ederse onu değiş-terecek hiç bir tedbir fayda vermez. Bu beyitteki mânai münif, buna delalet eden tasavvufi tarafida ağır basan bir dizedir ki, mezkûr Budin Kalesi 17/haziran/l 686'dan 2/ey-lül/1686'ya kadar süren düşman muhasarası ve onlarla, çar­pışan islâm askeri, savunma yapan kaledeki askerimiz yetmişaltigün kan döktü, can verdi şan aldı, baş aldı nam saldı fakat Takdiri Hüdâ; Budin'i düşman aldı. Budin'in düşmesi; her kaybedilen toprağın, her kaybedilen beldenin, insanımız-daki feryadlarını, asumana yayan vak'ayı teşki! etti. Hariciye eski bakanlarından Ord. Prof. Dr. Fuad Köprülü'nün oğlu Dr. Orhan Köprülü'nün hazırladığı, MEB yayınları arasında neş­redilmiş bulunan Köprülü'den Seçmeler adlı eserde Budin'in melûl bir beste ile okunan şarkısının güftesini sahifemize al­mak suretiyle, okurlarımıza sunmanın bahtiyarlığını yaşar­ken, sahifemizi de süslemiş olmanın, farkında olduğumuzu bilmenizide hatırlatırım.       

 

                 , .

 

Büdin Şarkısı

 

 

Ötme bülbül ötme yaz bahar oldu

 

Bülbülün figanı bağrımı deldi Gül alıp satmanın zamanı geçdi

 

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i *Budin'in içinde uzun çarşısı

 

Orta yerde Sultan Mehmed Camisi Kabe suretine benzer yapısı

 

Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i

 

Çeşmelerde abdest alınmaz oldu

 

Camilerde namaz kılınmaz oldu

 

Mâmur olan yerler hep harâb oldu

 

Aldı Nemçe bizim nazlı Budini *Cephane tutuştu aklımız şaştı

 

Selâtin Câmiier yanıp tutuştu Hep sabi sübyan âteşe düştü Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i *Serhadler içinde Budindir başı Kan ile yoğrulmuş toprağı taşı Çerkeş Alemdar şehidler başı Aldı Nemçe bizim nazlı Budin'i Kıble tarafndan üç top atıldı Perşembe günüydü güneş tutuldu Cuma günü idi Budin alındı Aldı Nemçe bizim nazlı

 

Budin'in bu hazin nazmını, yarım kalmış üç mısralı bir ağıtla târihimize kaydederek tamamlamış olalım. "Ben bir müftü kızıydım" sözleriyle başlayan esir edilmiş bir müftü kı­zının hicranımızı arttıran feryadı sonrasında: "Budin'in kalesi dörttür biri sahraya bakar Sokakları sel sel olmuş su yerine kan akar Al beni küffâr elinden Padişahım der Budin... Bu folklorik yakınmadan sonra askerimizin serencâmına avde-tedelim. Bunun üzerine askerimiz bunca uğraşa rağmen, mezkûr bölgeden geri çekilirken yolları üzerindeki İstol-ni/Belgrad kalesinin de bir savunmaya yakında İhtiyacı ola­bileceğinin endişesi içinde, Şeyhzâde Ahmed Paşa'ya veza-ret verilmek suretiyle, bu kale'de komutanlığa, tayini gerçek­leştirildi. Bu yolculuk esnasında, bölgeye uzak olmayan Ka-nije Kalesi Komutanı olan Tekfurdağlı Mustafa Paşa'nın yeri­ne, Fındık Mehmed Paşanın tâyini yapıldı. Oradan da orduyu hümayun Varadine geldi. Segedin Kalesine erzak götürmeyi planlayan sadrıazam Sarı Süleyman Paşa, ordunun kısmı azamini, Varadin'de bırakıp bizzat kendisi bu birliğe komuta edip, yola çıkarak Sente denilen yere geldiğinde, karşıların­da da pek kalabalık düşman askeri olduğunu gördüler.

 

Düşmanla derhal dişe diş, göze göz bir savaş başladı. Az olan sayımız, eldeki erzakı muhahafazaya kâfi gelmedi. Er-zakın mühim bir kısmı da, düşmanın avucunun içine düştü. Yine de şükr gerekir ki; sadrıazamımız bu savaş da ölümle buluşabilir veya düşmana esir düşebilirdi!

 

 

 

İmdadı Seferiyye

 

 

2. Viyana muhasarası sonrasında artık milletimizin başına öyle işler açılıyordu ki; şimdiye kadar bilmediği tarz politika­lar, duymadığı teklif ve taleplerle karşılaşmaktaydı, tşte ara-başlık yaptığımız ifade, eyaletlerimizin insanlarına ilk defa ulaşan bir teklifdi. Osmanlı yıldızının parlaklığı Merzifon-fu'nun hatasından münbais olarak, gölgelerin arkasına, bu­lutların arasına dalmaya başlamıştı.

 

Bütün bunların yanında da düşmanın üzerimize tazyiki, her geçen gün artmaktaydı. Papa İnnosan'in açtığı ehli salip saldırısı günbe gün devam ediyordu. Avrupa topraklarımızın, Macaristan ovalarından, üstümüze doğru gelen düşman akınlarını önlemek için yapılan seferlerin masraflarından ha­zine hayli daralmış, hudutlarımız içindeki zengin, tüccar ve yüksek memurlarından akçe talebi yapıldı. Bu gün bile eko­nomik sıkıntı içinde olan halkımız, ne hikmetse milletvekille­rini pek zengin saymakta her çeşit sıkıntıda bunların bir aylık maaşlarını bağışladığı takdirde işin hâl olacağına dâir doğru görmediğim bir çözümü vardır, ümanmki devletin zaman za­man yukarıda yazdığımız gibi tebaasına baş vurup, savaş için yardım veya kampanyalar açma dönemlerinden kalan bir sentezleme diye düşünüyorum.

 

4. Mehmed zamanında yapılan bu İmdadı Seferiyye'ye Is-tanbulahalisinden binbeşyüz kese, Bursa ahalisinden ikiyüz kese, Mısıra gelince üçyüzelli kese, Bağdad ve Basra ahali­sinden ise yüzellişer kese, ayrıca vali, vezir ve beylerbeyleri­nin her birinden yardım istenmiş ve hepsinin yekûn olarak dört bin kese akçe topladığı görülmüştür. Hemen ilâve ede-limki hammsultanlar, kendilerinin olan haslardan gelen akar­larından yarısını imdadı seferiyye'ye vermekte tereddüt dahi etmemişlerdir. Çöl hâkimi diye anılan Hüseyin Abbasa gönderilen fermanda kendisinden asker göndermesi istenmiş bu zat da hemen dörtyüz askerini talebe uygun olarak tam teç-hizatlı şekilde gönderdi. Ayrıca Belgrad'a gelen bu askerin ihtiyaçların] Rakka malından gönderdiği biliniyor. İmdadı Se-feriyye talebinin arzu edilen seviyeyi bulabilmesi, sanıyorum ki devletin ilk defa buna başvurmak mecburiyet duymasın­dan kaynaklanmaktadır. Zira zaman bir hayli geçtikten sonra halk folkloru denen hikâyelerimizde, meşhur üç oğul düden dile dolaşmağa başladı. Kısaca nakledelim:

 

Ülkei Osmanî'nin kenar bölgelerinden birinde yaşayan bir adamın üç oğlu varmış. Bir gün tarlasının hududunda, başın­da fesli bir süvari görüyor, buyur dediğinde, padişahın Mos-kofa savaş açtığını buna bağlı olarak büyük oğlunu askere almaya geldiğini söyler vatan uğruna feda olsun diyen üç oğullu baba, evlâdını uğurlar bir kaç sene sonra yine bir as­ker toplama vazifelisi aynı tarlanın kenanna gelir ve diğer oğuîu ister çünkü, padişah yine Moskofa savaş açmıştır. O oğlunu da gönderir. Hatırlatalımki büyük oğlunu gönderen adam bir daha ondan haber alamamıştır. Böylece ikinci oğ­lunu gönderirken birinci de olduğu gibi coşkusu olamamıştır. İkinci evlâdın gidişi, o gidiş olunca baba, artık üçüncü oğlu­nu gelip isteyecekler kaygusuyia göz yaşı dökmektedir. Çok geçmezki; üçüncü evlâdı askere almaya gelen sürücü tâbir edilen asker toplayıcı, maksadını söylediğinde, acılı baba: Alın! Alın! Padişaha da selâm söyleyin! Artık bana güvenipde moskofa veya herhangi birine savaş açacaksa, kendi dölü­ne güvensin artık Osman Ağa'da ne döl kaldı, ne de bel! İflas etti deyiniz! Şeklinde konuştuğu dilden dile nakledilir. Bu mevzuyu aşağı alacağımız beyit ile noktalayalım: "Şah'dan gönlü hoş olmayan sipahi, Vilayet hududlarım iyi gözetmez!" Bu İmdadı Seferiyye hâdisesi hakkında, Zübdei Vekaiyat'da bir âlimin, ülkenin bu hâle getirilmesinde yapılan yanlışların hatırlatılmasında, pek mühim dersler çıkarılabilecek, beyan­da bulunmasını buraya nakletmeden geçemiyorum.

 

"Sadaret Kaimmakamlığında yapılan bir toplantıda İmdadı Seferiyye hakkında sözalan Recep Paşa vaziyeti izah edip, katılanlardan yardım İstediğinde Rumeli Kazaskeri Deli Ha-mid Efendi; "Baka Paşa Hazretleri; bu ne de demektir? Bu kadar devlet gelirleri ne oldu? Kiminiz sefer açıp hazineyi te­lef ettiniz ve kiminizde hevanıza sarfettiniz. Şimdi de fukara­dan yardım istersiniz" Diye ifadei kelâmda bulununca, sada­ret kaimmakamı Recep Paşa: "Efendi, ne söylersin? Niçin haddini aşarsın?"diye azarladığında da, Hâmid Efendi öfkele­nip: "Sen dün, pabuç kesesi belinde ve çizme süngeri elinde bir çuhadar olup, şimdi bu kadar samur kürklü oğlanların var iken, devleti âliyyeye sen senken imad (direk) eylemeyip, bizim gibi devlet duacısı olup yetmiş, seksen yılda bintürlü meşakkatle nail olduğu ev ve eşyasını satmaktan başka ak­çe tedarikine kudreti olmayan fakirlerden, medet ummanın, mânası nedir?

 

Şeklinde sözler irad etdi. Meclis huzursuz olurken, Hâmid Efendi'nin bu söylemlerine, hazirundan olan diğer ulemadan ne lam, ne mim diyen oldu. Deli Hâmid Efendi'nin bu ikazını padişaha taşıyan kaimmakam, Hâmid Efendi'yİ Rodos'a sür­dürmekle işi hâlmi ediyor zannetti! Serhadlerde yâni hudud boylarındaki askerin maaşları için hazinei hümayunda yâni padişahın iç hazinesinden, tâbiri diğerle, cebi hümayundan beşyüz kese akçe ihsan edildi.

 

 

 

Külah Kapma Mücadeleleri

 

 

İnsan hayatında kimse, kimsenin ekmeğiyle oynamamalı yanlışlar görüldüğünde ikazlar yapılmalı devam ettiği müşa­hede olunduğunda da yeri değiştirilmeli ve bu seferki ikaz, biraz daha açık ve sonucun vahim olacağı şeklinde izah edilmeli der akil kimseler. Kaimmakam Recep Paşa, bazı kin ve. garaz sahiplerinin, kendisine kıvırdıkları bazı yalanlarla Def­terdar Ali Efendiye muğber olmasını sağlamışlardı. Bu muğ-beriyet Paşa da hayli ileri safhaya gitmiş, azilden başka kel­lesini de istetecek bir ispazmoza dönüşmüştü. Sonunda Def­terdar Ali Efendiyi azlettirmeye muvaffak oldu. Boşalan ma­kama Eğriboz muhafızlığında bulunmakta olan Seyyid Mus­tafa Paşanın tâyinini çıkarmış kendisine Belgrad'a gidip or­duya katılmasını bildirmişti. Emre uyan yeni Defterdar Mus­tafa Paşa, derhal görev yerine gidip işine başlamıştır. Eski Defterdar'a gelince sadrıazamın aslında memnun olduğu bu zâtın, kaldırılmasına çalışan kairnmakamin, gönderdiği bilgi­lere pek kulak asmıyordu, yalan yanlış bilgilerden bıkan sad-rıazam, Seddülbahr'e gönderilmek istenen Defterdar Ali Efendinin tâyinine rızası olmadığını bildirmişti. Ne var ki, Re­cep Paşa kin ve gayzını aşamamış, vekili olduğu sadrıaza­mın uyarısını hesaba almamış ve Ali Efendiyi vazifesinden etmişti.

 

Beri tarafta da, Sadrıazamın Çavuşbaşısına sert ifadelerle cevap veren meşhur Minkarîzâde'de sürgüne gönderilirken takvimler 15/cemaziyelahir/1098-28/nisan/1687'yi gösteri­yordu. Budin'in düşmesinden, vali Abdi Paşanın şehadetin-den sonra, elimizden bir çok kale ve palanga çıkmaya başla­dı. Avusturyalı kuvvetlerin Macaristan üzerinde pek rahat do­laşmaya başladığı görüldü. Segedin'in düşmesinin ardından, Şemontoma, Peçuy (Peçevi) , Kapoşvar ve Şikloş gidenler arasındaydı. Kış bastırdığı için ordumuz Essek üzerinden Belgrad'a kışlağa çekildi. Erdel Kaleleri de bu arada Avus-turyanın eline geçti. Esek'de Avusturya saldırısıyla sarsılır­ken, Belgrad'daki Sarı Süleyman Paşada hemen gelecekleri beklemeden Esek'e yardıma koştu. Orada düşmanı mağlu­biyete uğratmak kabil oldu. Şikloş Avusturyanın tutunduğu bir nokta oldu. Ancak; Osmanlı askerinin oraya doğru yol al­dığını tahmin eden veya haber alan Avusturya birlikleri bura­yı da boşaltıp ovaya yayıldı. Şikloş'dan fazla uzaklaşılmadan Prens Şarl'ın kuvvetleri Sarı Süleyman Paşa ve askerinin önüne dikilerek döğüşe başlandı. Önceleri ordumuz vaziyeti lehe doğru çevirmeye muvaffak olmuştu. Ancak veziriaza­mın harp tecrübesinin fazla olmaması, yaptığı hatalı taktikler büyük bir hezimeti haber vermeye başladı. Anadolu askeri­nin bulunduğu taraf yorgunluk emareleri göstermeye başla­dı. Bu hâl ordunun tamamına sirayet etdi. Mağlubiyet pek çabuk geİdi. Efendim; askerlik târihinin ve de Osmanlı târihi askeriyesinin nâdir evsafta ki komutanlarından olan Katırcı-oğlu Gaazi Müşir Ahmed Muhtar Paşa'yı kendi erkânı harbi Mehmed Arif Bey merhum "Başımıza gelenler" adlı muhte­şem eserinde anlatırken, bizim askerin bozulmasının hiç bir askerin bozulmasına benzemediğini, adetâ bozguna dönüştü­ğünü, tam bir kurmay anlayışıyla izah eder. Bu yüzdende bi­zim bozulan askerimizi, firardan ancak onu vurmak suretiyle alıkoyabilirsiniz demektedir. Nitekim; İstiklâl Harbimizin kah­raman komutanlarından Dadaylı Deli Halit Paşa (Nur içinde yatsın) çok firarın önünü bu tarif edilen yoila engelleyebil­miştir.

 

Bu firar işinde rütbe tanımaz, cepheye arkasını vereni vu­rur geçerdi. "Yetmişlik Bir Subay'ın Hatıraları" adlı kitapta Kemalettin Apak albayın, kendisinin asla firarda gözü olma­dığı halde, azkalsın yanlışlıkla Paşanın mermisine hedef ol­maktan, son anda kurtulduğunu kaydeder. İşte askerimizin bozulması öyle bir bozguna döndü ki Eşek üzerine gelindi­ğinde bir nefes alındı. Eşek Kalesine asker koyan veziriazam Boşnak Sarı Süleyman Paşa orada da durmayıp, Petervaradin'e geldi. Ancak buraya da Eğri'den bir feryad ulaştı. Yiye­cek ihtiyaçları dayanılmaz safhaya erişmiş yardımın yapıl-

 

ması şart idi. Düşman yollan kesmiş ve mesafede bir hayli uzak olmasına rağmen Cafer Paşa komutasında, erzak, cep­hane ve de silah bir miktarda asker takviyesi için tertibat alındı. Askerin itiraz edeceği ve itirazını isyana çevirmekten imtina etmeyeceği göz önüne alındığından hazırlıkların ve gi­dilecek yerin gizli tutulması kararlaştırıldı. Ne var ki; bu ted­bire rağmen iş duyuldu.

 

Umulur ki; o tarafa gidecek komutan bu saklı bilgiyi sız­dırdı ve askerde muhalefet ettiğinden Eğri Kalesine erzak da, esliha ve cephanede gönderilemedi. İşin rengi başkataştı! Ta­bii ki dini mübini İslâm anlayışında sizden olan emire itaat şarttır. Bunun aksi cezayı müstelzimdir. Bu olay savaş esna­sında husule gelirse suçluların ölümü hakkedecekleri tabiidir. Bu durumu idrak eden; Eğri'ye gönderilecek birliğin komut > nı olan Yeğen Osman Paşa her halete sızdırma vakasından dolayı suçu sübût bulacak ve bahse konu cezaya, çarptırıla-cakdı. Bunun önlemi vak'ayı başka bir mecraya döküp, şans denemesine baş vurmaktı. Şerikleri olanlarla birleşip, Amas­yalı Küçük Mehmed'i de yanına alarak, askerin maaşı veril­medi bahanesiyle sadnazam aleyhine İsyan ettiler.

 

Yeniden Yeniçeri ağalığına getirilmiş bulunan Bekri Musta­fa Paşa ve Defterdar Seyyid Mustafa Paşa ile birlikte sadn­azam, Sancakı Şerifi alarak Belgrad'a, Tuna Nehri yoluyla kaçtılar. Bunlar canlarını kurtarmış oldular. Geride ise; kaç­mış sadrıazamın otağında bir toplantı düzenleyen Yeğen Os­man Paşada, Köprülü ailesi darnadiarından olan Siyavuş Pa­şaya gidip, "seni sadnazam ettik" deyip, zorlayarak ata bin­mesini temin ettiler ve Süleyman Paşanın otağına getirdiler. Siyavuş Paşanın sadaretini ilân ve birbirleri aleyhine davra-nışda bulunmayacaklarına dâir sözleştiklerinden başka Padi­şah 4. Mehmed'in hâl'ini aralarında söz kestiler ve de cephe­yi boşaltarak İstanbul'a doğru yola koyuldular. Zilkade/1098-Eylül/1687 târihleri idi. Bu vak'a gibisi Osmanlı Târihinde eşi emsali olmayan bir fenomendir. Müthiş bir şey­dir. Siyavuş Paşayı veziriazam eden güç gayri resmî, gayri kaanuni ve bir isyan hukukudur. Bu hukukunda padişah ka­tında kabulü, gerçekten bir siyasi denemedir hem de, kendi­ni feda edercesine, kaçanlar başlarını kurtarmak için cephe­yi boş bırakmışlar, isyancılar, bu hareketin padişah tarafınca cezasız bırakılmayacağını bildiklerinden onu taht'dan İndire­bilmek için İstanbul'a yürüyorlar ve bunlar da zaten çiğnen­mekte olan mahrusei islâmiyeyi engelsiz bir arazi olarak, ahaliyi bir avuç muhafıza bırakarak, katliama açık bir kurban sürüsü yerine koymuşlardı.

 

Önce kaçan tez gidermiş menziline hesabı; Süleyman Pa­şa geldiği İstanbul'da, kaimakam Recep Paşa eliyle, mührü hümayunu padişaha gönderdi. İşte padişahın siyaseti burada denemesinin takdire şayan olduğunu söylemeden geçeme­yeceğim. Çünkü; bunlara hot zot demek evvelâ, yukarıda işaret ettiğimiz cephenin boşaltılması, telafisi gayri kabil teh­likeler arzediyordu. Bunların yaptığını kabullenmek, nefsini yenen biri olarak padişah için kolay olmasa gerek.

 

Evet; 4. Mehmed hân; mührü hümayunu Siyavuş'a gön­derdi ve Belgrad'dan bu tarafa geçmemelerini emretti. Cep­henin bırakılmamasını da hatırlattı. Fakat dinleyen olmadı. İstanbul'a doğru yola çıktılar. Onlar yürüye dursun Avustur­yalılar da gezintiye çıkmış gibi, bir zamanlar Kaanuni'nin Karlos'un ülkesinde atını nasıl gezdirdiyse, bunlar da islâm topraklarını keyiflerince çiğniyorlardı. Sırayla da, Eşek, Vara-din, Sirem ve civarı ile Belgrad yakınlarındaki Zemlin düş­manın eline geçiyordu. Bu arada Lehistan Kuvvetlerinin Ka-maniçe üzerine yürümesinden de bahsetmeden geçmeyelim. 1098/ramazanıl687/temmuzu Lehistan Kralı Jan Sobiyes-ki'nin, büyük oğlu, Yakob Sobiyeski'nin kumandasındaki birliklerin, Kamaniçe üzerine geldiğini haber aldığında Boşnak Hüseyin Paşa vaziyeti Bozoklu Mustafa Paşaya bildirdi. Ser­dar etrafına kuvvet toplamaya çalışırken, düşman Kamani-çe'ye gelip bilahare muhasarayı başlattı.

 

Yaş şehrini ise bu arada ele geçirmişlerdi. Lehliler bu hü­cum hareketleri esnasında zahire bakımından hayli sıkıntıya düşmektelerdi. Lojistik bakımdan yetersiz kalışlarının telafisi­ni Bucak'taki Tatarların buğday anbarlarını garet ve yağma­da gerçekleştirmeyi denediler. Fakat; Tatarlar her tarafı ateşe verdiğinden Lehliler boşuna Prut Nehrini geçmiş oldular. Ge­riye dönüşlerinde ise biraz da telefat vermişlerdi. Üstüne üst­lük, Kırım hân'ınin gönderdiği onbin süvari, Lehistan kuvvet­lerinin Kamaniçe muhasarasını kaldırmasına mühim bir se-beb teşkil etdi. 24/şevval/1098-2/eylül/1687'yi gösteriyor­du.

 

 

 

4. Mehmed Devri Deniz Hareketleri

 

 

Osmanlı deniz filosunu, hareketlerini bu bölümde daha zi­yade 1683'de vukubulan Viyana Muhasarası bozgununun er-tesindeki vakaları merkez ittihaz ederek incelemeye çalışa­cağız.

 

Tuna Nehrini, Macaristan topraklan üzerindeki çekilişimiz, bu nehir üstünde hissedilen baskımızı hayli ortadan kaldırttı­ğı gibi, paylaşımda da bir kısıtlanmaya maruz kaldığımız aşi­kârdır. Çünkü bu bozgun sonunda avrupa Osmanlı'ya bir teşhis koymuştur. Bunu devri istilâsı bitti! Devri müdafaası başladı! Şu halde rahat bırakmamalı ve durmadan saldırma-lı. Saldırıya uğrayan bir ülke kendini toplamaya derman bu­lamaz anlayışına varmışlardı. Venedik Cumhuriyeti bu anla­yışa bağlılık içinde Dalmaçya, Arnavutluk kıyıları ve Girid Adasına saldırırken, Rus'un ise Azak Kalesi, Lehistan'ın bir bölümü ve Basarabya'nında bir kısmı göz diktiği yerler ol­muştu. Avusturya ise Üsküb'e inerken, Ukrayna ve Podolya Kazaklarını da, harekete geçiriyordu.

 

Bu dönemde donanmamıza komuta eden kapdanı derya­lar arasında, iki isim ehemmiyet arzetmektedir. Bunun birini, rumca yanölü demek olan Mezamorta Hüseyin Paşa ile Mı-sırlıoğlu İbrahim Paşalar olduğunu söyleyiverelim. Misırhoğlu ibrahim Paşa karaaskerlerinin başına götürülmüşken, Hüse­yin Paşa da Rodos Bey'i yapılmıştı. Yukarıda bahsettiğimiz muavenet akçası yâni İmdadı seferiyye ada halklarından da tâleb edilmişti. Buna inzimamende Kıyı Vergisi isimli bir ver­gi de Ada'lar ahalisine tahmile koyulmuşlardı. Amiral Bü-yüktuğrul merhum, yapılan bu işlemlerin devleti âliyenin ar­tık deniz nimetlerinden faydalanmayı sarfı nazar ettiğinin bir göstergesi olarak nitelerken, kara ve de deniz imparâtorjuğu-nu terk edip, ilkel bir kara devleti biçimine avdet ettiğini, ifade eder ve Sultan Fâtih ile gerçekleştirilip Kaanuni Süley­man döneminde, zirveye yükseltilen denizci devlet anlayışı bu tedbirlerle sona erdirilmiş oluyordu.

 

2. Viyana kuşatması ve peşinden gelen bozgun üzerimiz­deki küffar baskısının ziyadeleşmesini sağlarken, denizci devletlerin de bu hususda geri kalmadığını görüyor ve artık donanmamızı savunma tedbirlerine göre yerleştirdiğini his­setmememiz kabil değil. Bunlara misal olarakda şu tedbirle­re göz atmak kâfidir. Dördüncü vezir Şahin Paşa Çanakkale Boğazı muhafızlığına tayin edilmesi ve emrine haylice yeni­çeri askeri verilmiş oluşu.) Daha önce emekliye ayrılmış bu­lunan Halil Paşa'nın yeniden; hizmete alınması ve Sakız Ada­sı muhafızlığına getirildiği görüyoruz. Şaban Ağa, Mora Mu-hafızhğıyla vazifelendiriimişti. Bozcaada, Limni, Midilli, Sakız, İstanköy ve Rodos Adasında, müdafaa ağırlıklı tedbirler alın­dığı görülüyordu ki, bu vaziyeti tesbit, Büyüktuğrul amiralin ileri sürdüğüne delalet etmekteydi. Venedik ise; bu tedbirlerin alınışıylada, kendisine hücum fırsatı verdiğine hükmetti ve Dalmaçya, Arnavutluk kıyılarıyla Koran ve Modon Kalelerini almak, Ege denizine girmek zevkıyle yanıp tutuşuyordu.

 

Bu yanıp tutuşmaya yardımcı olacak tedbirler arasında, Venedik, Papa'lık, Toskana Prensliği, Malta Şövalyelerinin fi­lolarını yanlarına çekmekte geliyordu. Bunlardan Malta Şö­valyelerini yedi gali, Papa'lık beş gali ve Toskana da, dört gaii ile kumpanyaya katılacaktı. Bu kumpanya Ege Denizin­de merkez olarakda kullanacakları bir ada üzerinde müzake­re açtılar. Netice de de Limni Adası üzerinde ittifak sağladı­lar. Peşinden de harekâta geçtiler, bin kişi kadar askeri ada'ya çıkardılar.

 

Ancak Küçük Hüseyin Paşa'nın bir saldırısı, çıkanlarında dahil olduğu üzere denize dökülmelerine yetti. Herhalde yan­lış kapı çaldıklarını anlamış olacaklar ki, Venedik donanmasının ada'dan çekildiği görüldü. Ne varki Yunan denizinde iş­lerimiz pek iyi gitmedi Amiral Morosini bir haçlı filosu Preveze ve kalesi üzerine yürüdü.

 

Bu sırada Şahin Paşa Aziz Mauro adasını Venedikliler'den istirdat için yola çıkmıştı ki; Preveze üzerine düşman gemile­rinin dümen kırdığı haberi gelmişti. Saint Mauro adasını al­maktan sarfı nazar eden Şahin Paşa, Preveze'ye yetişmek için yelken bastı, kürek çaldı. Düşman ise bu gelişten haber­dar olduğundan, onlarda Preveze önünden çekilip, Osmanlı filosu üstüne yelken bastılar. İki tarafda deniz saffı harbine giriştiler karşılaştıklarında ancak mücadeleyi kazanan düş­manlarımız oldu. 28/eylül/1684'de, Preveze de kaybedilen bu savaştan olumsuz etkilendi. Kapdanı derya Mustafa Paşa, 15/nisan/1685'günü Çanakkaleden çıkış yaptı. Maksadı de­nizlere korku salan korsanları etkisiz kılmak idi. Rodos Adası civarında Malta korsanlarının Osmanlı ticaret gemilerini ko­valadığını haber aldı. Gemilerimiz; Göve limanı içine sığın­mış, Malta gemileri ise çıkışın ağzında volta atıp avı bekliyor­lardı.

 

Rodos'tan Göve'ye, doğru yelken açılıp, kürek çekilmeye başlandı. Nihayet Göve ağzına geldiğini gördükleri Osmanlı gemilerinden, korsan gemilerinin bir, çoğu kaçtı. Biraz sava­şan bir tek korsan gemisi teslimden başka çâre bulamadı. Bu arada da Osmanlı kalyonları su yapmaya başlamış ve neticede bir tanesi de batmaktan kurtulamamıştı. Mustafa Paşa bu gemilerle sıkıntı yaşayacağını anladığından Rodos adasına geldiler. Burada bir baskına uğrama endişesi yaşadı-larsa da düşmanın harekette kuşkuya düşmesi, Osmanlı filo­sunun kalabalığı düşmanın korkmasına sebeb olmuştu. Se­lameti, Rodos'tan uzaklaşmakta bulmuştu. Mustafa, Paşa ise Rodos'da gemilerini tamire girişirken, Garpocaklan fiTösunu korsan takibi için İskenderiye istikametine yolladı. İstanbul'dan gelen bir emirde, Venedik filolarından birisi Koron Kalesine saldırdı. Donanma gidip Kale muhafızına yardım et­sin. Yazmaktaydı.

 

Müttefik donanması adaların herbiri hakkında işgal kararı alırken, Mora Yarımadasınada bir çok misyoner çıkartmışlar ve bölgedeki Osmanlı Devletine tâbi olan gayri müslimleri isyana teşvike çalışıyorlardı. Francesko Morosini adlı amiral, birleşik donanmaya komuta etmekteydi. İlk önce bizim İne-bahtı, onlarında Lepanto dedikleri körfeze saldırı plânlan var­dı. Kıyıya sokulduğunda işi yanlış aldığını anladı, kıyıdan açılan ateş salvosu, kaptan köşkünden kafasını bile çıkar­maya fırsat vermedi. O da, tası tarağı toplayıp, yelkenleri şi-şirip, nasibini başka yerde aramaya koyuldu. Venedik, Pa-pa'lık, Ceneviz, Floransa, Malta ve İspanya filolarından mü­teşekkil bu donanma, Korona gelerek onbin askeri karaya çıkardı. Şehrin dış mahallerini işgale muvaffak oldu. Koron artık, kuvvetli bir muhasaraya düşmüştü. Bu- siradada Mus­tafa Paşa'nın kapdanı deryalığı son buldu ve yerine 25/ara-lık/1685'de çekirdekten denizci İbrahim Paşa getirildi. Bu arada Koron, yukarıda söylediğimiz güçlü muhasaraya on-beşgün dayanabildi. Karadan gönderilen; Mahmud Paşa ko­mutasındaki kuvvetlerimiz, sadre şifa olamadı.

 

Eylül'de Koron ve Modon Kaleleri elden çıktı. Artık; Os­manlı donanması Akdeniz'i göl olmaktan unutup, Ege'yi mu­hafaza etmeye çalışıyordu ki, bu da savunmayla olur sandı­lar! Halbuki gereken hücumda olmaktır deniz dünyasına hâ­kim olmanın yolu.. İbrahim Paşa; Osmanlı Ticaret filolarına nefes aldırmamaya çalışan korsan gemileri ve onların gizli işbirlikçisi haçlı donanmasıyla esasında, hayli muvaffakiyetli savaşlar yaptı. Devrinin değerli iki denizcisi Baba Hasan Pa­şa ve Benefşeli Ali Paşa, birer deniz kurdu olduklarından uzun zaman ticaret gemilerimizi himayeye muvaffak olmuşlar, düşmanı ise, herzaman korku içinde tutmayı bilmişlerdir. Venediklileri, en çok alakadar eden husus, Mora Yarımadası­nı almak oradan da, Atina'yı ele geçirmekti. Bunu yapabilir-lerse, Eğriboz ikinci hedefleriydi. Eğriboz'a çekilen İbrahim Paşa, adetâ Morosiniyi üstüne celbetti. Morosini, Eğriboz üzerine saldırı plânı yaparken ibrahim Paşa, Taşoz üzerinden donanmasını İstanbul'a çoktan getirmişti.

 

Mora Yarımadasını Osmanlılar boşalttılar 11/ağus-tost/1687'de Mora, 25/eylüI/1687'de, Atina Venediklilerin eline geçti. Mora Yarımadasının Venedik eline geçmesi stra­tejik bakımdan bizi geriletirken, Venedik'i kudrete eriştiriyor­du.

 

 

 

4. Mehmedin Düşüşü Başlıyor!

 

 

Batı dünyasında küffar ile boğuşan devleti âliye; 2. Viyana sonrasında savunmaya başlamıştı. Şimdi bir de Anadolu ci­hetine veya istanbul'un şark tarafına bir bakalım oradaki ah-valü âlem ne haldedir? Osmanlı târihinin batı'daki muhare­belerinin netameli neticeleri gerçekleştiğinde mutlaka asker arasında çıkan nifak ve şikakın bir isyan veya kargaşaya yoi açması, bunun tesbiti ve ted'ibi fazla zaman geçmeden Asya Osmanisinde asayişsizlik, isyan, bunları teskin içinde askeri hareket gerektiğini hemen farketmek kabildir. 1622'de Hotin dönüşü, Hotin Seferi sırasındaki 2. Osman (Genç) ıin asker sayımı yapması, nişan tâliminde de mükafat vermesinde as­keri memnun edememesi gerek ülkede gerekse kendisinin nelerle uğraşmasına sebeb olmuştu. Celâlilik alıp, yürümüş­tür. Bunlar zaman zaman temadi etmiştir. Viyana bozgunu sonrasında da bu tesbiti yapmak kabildir. Anadolu'da Akkaş, Kara Mahmudoğlu, Yâdigâroğlu ve Bölükbaşı Yeğen Osman adlarında ki, elebaşılar ve sekban ile levendler, Sivas'tan Bo-lu'ya kadar olan yerlerde, asayişi ihlal ve köy ve kasabaları basmaya koyulmuşlardı. Teftişçi herhalde müfettiş mânasına gelen bu lakablı Ali Paşa ondan sonra da, Ömer Paşa bu ih­lâlleri teskine, asayiş iadesine görevienmişse de bunda başa­rılı olamamışlardır.

 

Canik mutasarrıfı olan Vezir Cafer P.aşayı eşkiya üzerine onları tenkil ile vazifelendirdiler. Bu işe hazırlıklarını ikmal edip gidecek olan Paşaya, padişahdan pek ağır bir hattı hü­mayun geldi. "Memur olduğun türedi eşkiyası üzerine niye varmayıp avrat gibi gezer durursun. Ya vurup haklarından gel veya başını huzuruma gönder. "Cafer Paşa bu ikaz üzeri­ne Anadoluya bir fırtına gibi girdi. Yukarıda adı geçenleri bir bir yakalayıp kafaları tek tek huzuru padişahiye göndermeye başlamıştı. Eşkiya takımının birer birer yakalandığını ve ka­falarının padişaha, vücudlarının başsız gömüldüğünü görüp işiten Yeğen Osman, eşkiyalıkda sebat etmeyip, devlete de­halet etdi. Af olundu. Afyon Mutasarrıflığını bir müddet ifa eyledi peşinden maiyetine dörtbin kişi verilerek, Rumeli tara­fına sevk olundu ve serçeşmelik unvanı tevcih olundu. Serçeşme unvanı bir çeşit yedek subaylık gibi düşünülebilirse de Osmanlı zamanında savaş zamanında toplanılan askerle­rin komutanına verilen isimde olmuş, tşte burada adı geçen Serçeşme Yeğen Osman, Boşnak Sarı Süleyman Paşaya ka­fa kaldıran ve meşhur Eğri kalesine gönderilmek istenen er­zak meselesini tehlikeli görüp, bundan kurtulmak için askeri isyan için kışkırtan adamdır ki, ol şakiye itimat bazen de böyle gösterir kendini!

 

 

 

İmamlar Sesini Yükseltiyor!

 

 

Padişah; bazı cedleri gibi, meselâ 2. Selim gibi, bir müddet 3. Murad gibi, Sokullu Mehmed Paşa gibi bir veziriazamı bu­lunca da İşe karışmamak yolunu nasıl tuttularsa, Sultan Mehmed'de Köprülü Mehmed ve Fâzıl Ahmed Paşalar gibi kiymetdar, veziriazamları bulunca yetkilerine karışmaması, yanlış değildir diye düşünüyorum.

 

Tabiiki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, padişahın arzusu hi­lafına Viyana üzerine yürüdüğünde müdehale etmemesi, ve­ziriazamın selefi Köprülüler gibi olabileceğine ihtimal verme­sinden kaynaklandığı ortadadır. Halbuki; daha çocukluk dö­neminde Turhan Valide Sultan'ın işe yarar vezir bulmak için ne kadar çok sadrıazam değişmesine müsaid davrandığını birazda düşünmek lâzım. Belki de sık sık sadrıazam değiştir­mesi, devlet de hanedan değişimine göz diken olu yüzden fazla görevde tutmadığını teemmül gerekir. Amma Köprülü­ler gibi sadık, ahlâk sahibi becerikli insanları bulunca da iki adamla yirmi seneyi aşan bir görev beraberliğinde padişa­hında hayli hissesi vardır. Merzifonlu'nun infazı, kahtı ricali getirdi sanki. Vezirleri başarılı görmek kabil olmuyor, biribir-leriyle çekişmekten memlekete faydalı olamıyorlardı. Düş-manlarsa mukaddes bir ittifakla birleşmişler, devamlı saldırı­yorlar. Günlerden bir gün; Hacı Evhaddin Tekkesi Şeyhi Hacı Hüseyin Efendİ'yi avlanmak üzere bulunduğu Davud Paşa'da iken bahse konu semtin camiine vaaz vermesi için davet ed­er. Fakat: "Hüseyin Efendi; Vaaz dinlemek isteyen İstanbul'a gelir herkes giBi camie girip dinler." Dedikten sonra: "benim söyleyeceğim av'dan elçek, gel tahtında otur. İbadet ve ta~ atle meşgul ol, ülke harabeye döndü, ibadullahı gör ve onla­rı gözet" Diye haber gönderdi. Padişah gönderdiği dâvetçı-den, yukarıdaki cevaplan aldığında hayli kırıldı. Bu sefeı de başka bir zâtı davete karar vererek dâvetçi gönderdi. Bu zât da Bayramiye'ye mensup şeyhlerden Himmetzâde Abdullah Efendi idi. Padişah davetini red etmeyi uygun görmeyen Himmetzâde DavudPaşa Camiine gitdi. Verdiği vaaz dinle­yenleri hüngür hüngür ağlatacak meşrebde idi. Söyledikle-riyse, özetle: "Ümmeti Muhammed, devlet sahipsiz kaldı, şehir ve kaleler düşman eline düşüp cami ve mescitler kili­se oldu. Fiillerinizi değiştirin, günahınıza tövbe edin; şimdi­den bize lâzım olan, gözümüzün yaşından çimen bitinceye kadar başımızı yerden kaldırmamaktır." Dedikten sonra pa­dişaha tarizle: "Nedir bu inip binme? Bu hay huy ve nefsi emmarenize uymalar? Nice bir gaflet uykusunda yatıyorsu­nuz? Gerçi padişahlar av'a gidip gelmişler amma ancak şimdi zamanı değil! Her zamanında bir icâbı var dedi." Padi­şah ise sözün döküldüğü alanı intikal ettiğinde kızdı ve atına binip, kürsüyü ve şeyhi vaazda bırakarak ava çıkmayı tercih eyledi. Bundan böyle kendisinin avda olduğu zaman bölge­deki camilerde vaazı yasakladı. Bu yasaklama kararı sonrasında, cuma namazlarını ve dualara iştiraki terk eden padi­şahı ikaz için ulemâ birleşip, şeyhülislamın kapısına dayan­dılar. Sordular: "Padişah Hazretleri niçin Cuma namazına gelmez? Yedekçilikten bozma, bir serhoşu sefihi kaymakam edip devleti sipariş etmiş! Kendi hevâyı nefsine tâbi avında ve kuşunda, vilayatın harab olduğuna bakmayıp umun müs-limiyni görmez oldu ve işte din ve devlet bu hallere girdi eğer padişah ise şikârdan el çekip tahtında otursun ve iba­dullahın hizmetini görsün. Şikâra gittiğine duaya gelmediği­ne rızamız yoktur" Diyerek şikâyetlerini ortaya koydular. Şeyhülislâmı bu şikâyetleri, Recep Paşa kanalıyla padişaha arz ettiğinde padişahda o pazartesi Eminönün'deki Yenicâ-mie gelip, orduların muzafferiyeti duasına iştirak etdİ. Fakat bu ifadelerin padişaha ait otoritenin sarsılması demektir. Va­sıtalı olarak söylenmesi daha zor yenir, yutulur bir işdi! Bun­lar olurken Budin Kalesinin elden gittiği haberi erişdi. Padi­şah bu bilgi üzerine şeyhülislâmı istişare için yanına çağırdı­ğında Efendi: "Bizim yanınıza gelmemize ulemânın müsa­adesi yoktur! Emirîeri ne ise bildirsinler" şeklinde haber gönderdi. Bu cevap da işin vahametini ortaya koyuyordu. Fakat; padişah dâvetine icabet etmeyenin azli gerçekleşti ve Ankaravî Mehmed Efendide makamı meşihate nasbedildi. Yeni şeyhülislâm padişaha güzel bir nasihat çekmek suretiy­le bir ay kadar av yapmamasını sağladı. Ancak bu zevkin tir­yakisi olan padişah oturamadığını ileri sürüp izin istediyse de, uzaklara gitmemek kaydıyla müsaade verildi.

 

 

 

Siyavüş Paşanın Sadareti

 

 

Bilindiği gibi; Siyavuş Paşanın İstanbul'a gelip, Recep Pa­şa vasıtasıyla mührü hümayunu ve Sancakı Şerifi padişaha göndermiş olduğunu ve buna mukabil padişahında, bu Emri­vaki karşısında, nefsine mağlup olmayıp, mührü, Sancakı Şerifi ve bir de hattı hümayunla bu tarafa gelmemelerini em­rettiğini kaydetmiştik ve bunlar yeni sadrıazamın eline geçti­ğinde Siyavuş Paşa, maiyetindekiler! toplayıp onlara yüzbe yüz olarak padişahdan gelmiş fermanı okuttu.

 

Ancak ocaklar halkı, yâni çeşitli askeri sınıfın efrads şu ifa­deyi ileri sürdü: "Bu hattı hümayunu gönderen adamın mut­lak padişahlığını istemeyiz. Burada kışlamayıp da şer'ile dâ­vamızı görmeye İstanbul'a varmayınca hiçbir mahalde dizgi­nimizi çekmeyiz" Demek suretiyle ne padişahın dediği Belg-rad'da kalın sözünü takmadılar ne de her hangi bir yerde du­ralım teklifine de kapı kapadılar. 16/zİlkade/1098-22/ey-lül/1687'de bu hâl tevali edince Siyavuş Paşa madem gide­ceğiz, memâlikimizi bir düzen üzere bırakalım dedikten son­ra, bazı vazifelere tâyinlerde bulundu. Yeniçeri askerinin ısrarı üzerine Ağa'lıktan azledilmiş bulunan Bekri Mustafa Paşaya yeni hizmet yeri olarak Boğazhisar (Çanakkale) muhafızlığını gösterdi.

 

Kul kethüdası, yâni yeniçeri erkânı harb sekreterini yeni­çeri Ağa'Iığına yükseltti. Bunun adı da, Cadı Yusuf Ağa idi. Bu icraattan sonra istikameti İstanbul eylediler. Ancak; Vara-din'de bulunurken Sadrıazam Siyavuş Paşa; kendi ağzından değilde isyancıların hislerini aktaran şikâyetnameyi de Şey­hülislâm Ankaravİ Mehmed Efendi'ye gönderdi. Din ve imanla namus ve ırz gidip, düşmanlar arasında kötü anılan­lardan olduk padişah tahtında durmaktadır fakat askerde gö­nül birliği olmayıp, bunlarla bir şey yapılmaz.

 

Büyük çoğunluğun seçimi hepimizde öncülüğünüze ihti­yaç duyup, gidelim ve şer'le dâvamızı halledelim 4. Meh-med'i tahtdan indirip, kardeşi şehzade Süleyman'ı padişah edelim, dediklerini bildirdi. Bunun üzerine Ankaravî Mehmed Efendi; ulemanın reisi olmasından doîayıda gizlice bir top­lantı tertip etdi. Kendisine gelen sadrıazamın mektubunu gelenlere okudu. Onlarda, cevap olarak "Bu noktada bizde as­kerle aynı düşünüyoruz. Padişahın nezdimizdeki itimadı şa­yanı kabul olmayacak derekededir. Nasihat kabul etmiyor, ne kadar işe yaramaz adam varsa onları başa koydu ve ülke bu hâle geldi. Ancak bu isyancı reziller de yarın İstanbul'da neler eder bilemeyiz çünkü bunlar söz anlamaz takımından-sa sıkıntı daha da büyür. Sadrıazam bunlardan, ulemayı dinleyeceklerine dâir söz alabilirse, biz de yardımcı olalım ve daha güç şartlar zuhur etmesin şeklinde cevap verdiler. Sadrıazam Siyavuş Paşa İstanbul'a müteveccihen yolday­ken, padişah Sarı Süleyman Paşa ile Recep Paşayı yanına çağırttı, Boşnak San Süleyman Paşa hemen geldiği saray'da boğularak kellesi yoldaki askere gönderildi. Recep Paşa ise, kendisini almaya gelen Bostancıbaşı'ya "içeride pek önemli evrak var. Birazda üzerime nakit alayım az bekleyin" demek suretiyle içeri girdi. Tebdili kıyafet edip, firara muvaffak oldu. Çıkışını gizli kapıdan yapmıştı. Bu firar, padişaha bildirildi­ğinde hayli kızdı ve ongüne kadar yakalanmazsa, Bostancı-başı'nın öldürülmesini de emretti. Recep Paşa ise tebdili kı­yafet bindiği beygirle Edirnekapı istikametinde uzaklaşırken, esnafın çarşılarından geçerken de şehre haydutlar bastı, dükkanlarınızı kapatın kaçın demek suretiyle bir karışıklık çı­karmaya da gayret sarfettiğini Zübdei Vekaiyat bildiriyor. Pa­dişah; eski sadrıazamın kellesini gönderirken yolladığı yazıda kimlerin kellesini istiyorsanız defter ediniz, ciğerparem Mus­tafa'yı bile isteseniz sizden esirgemem diye yazmıştı. Bunları tutar tutar, kellerini gönderirim. Siz Edirne'de kışlayın tenbi-hini de unutmamıştı. Şüphesizki padişahın bu mektuplara yazdıklarını, harffiyen yerine getireceği sanılmamalidır. Bun­lar zaman kazanmış olmak için yapılan ajitasyon hareketleri­dir. O zamanki tâbir, asileri birbirine düşürmek için serpilen nifak ve şikak teşebbüsleriydi. Eğer altun ile de takviye edilirse, en azından kitleyi, ikiliğe düşürmek uzak ihtimal değil­di-

 

Padişahın; tahtını muhafaza edebilmek için bazı yollara baş vurmasını makul karşılamak gerekir diye düşünüyorum. İktidarın, buyrun sizin olsun diyenine deli lakabı verildiğini, 1. Mustafa'nın, yeğeni Genç Osman'ı "Nerdesin? Osman; bu bâr bana pek ağır geliyor" diye sedir altlarını arayan olduğu­nu hatırlarsak, dünya saltanatına önem vermeyene deli mi denir? Yoksa akıllımı? Bunu iyice temmül etmek gerek.. Yu­karıda düşüncemizi belirttiğimiz minvalde; 4. Mehmed'de aynı yola başvurmuş Serçeşme Yeğen Osman'ada gönderdi­ği haberde kendisine bin altun gönderdiğini, bu işi atlattıktan sonra kızı Hatice Sultanla evlendireceğini vaad etmekten de çekinmemişidi. Ancak padişahın son hattı hümayunu, yine Siyavuş Paşa tarafından kaderdaşlara okutuldu. Onlar ise, İstanbula varınca padişahımız bellidir." Dediler. Bu arada ise; boşalan sadaret kaimmakamhğına Köprülüzâde Fâzıl Musta­fa Paşa tâyin edildi. Siyavuş Paşa, Fâzıl Mustafa Paşanın eniştesi olduğundan belki kendine faydalı bir yol bulunuru düşünmüş olabilir.

 

Fâzıl Mustafa Paşayı; Alay köşkünde kabul ederek padi­şah şunları söyledi "sana yapageldiğim cevirlere rağmen ba­na sadakatte dâim oldun. Paşa baban ve biraderin zamanın­daki hizmetleri senden de beklerim dedi. Padişah bu sözleri söylemeğe kendini vicdanen mecbur hissederek söylemişti. Çünkü, Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın infazı sonrasında bu Köprülüler ailesi hayli istiskale maruz kalmıştı ve bu vicdan­ları sızlatacak bir haldi. Bu sırada da Recep Paşa Çatalca'da ele geçirildi ve boğduruldu. Edirne'de kışlamağa razı gelme­yen asker, padişahın hallinde ısrarlı olduğundan, bu hâl padi­şaha bildirildiğinde, 4. Mehmed; Siyavuş Paşa'ya meâlen son olarak şunları yazdı: "Sizin maksadınız malum olmuştur. Ben size yaramadığımı anlıyorum. Beni tahttan indir­meniz murad ise, oğlum Mustafa'yı size Allah'ın emaneti olarak veriyorum. Yerime geçirin ve beni kendi hâlime ko­yun. Allahımızın bir esması da Kahhar'dır. Dilerim Allahdan

 

ki; cümleniz kahrolasınız!" Diye yazdı. Bu son cümle padişa­hın nefs ve izettini korumasının bir örneğidir ki, kellesini or­taya koymuş olması bakımından takdire şayan bir şecaatdir. 1099/Muharrem başında, 7/kasım/1687'de 4. Mehmed'in menkubiyeti, mahlû padişahın kardeşi şehzade Süleyman, 2. Süleyman unvanı ile Osmanlıya padişah oldu.

 

 

 

4. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları

 

 

19. Osmanlı padişahı olan 4. Mehmed'in hanım sayısının sekizinin adından başka bir malumat olmayıp, iki hanımı hakkında geniş sayılmasada bir miktar malumat bulunmuş­tur.

 

Bunların ilki Mehpâre Emetullah Gülnûş valide sultandır ve 1647'de doğdu padişahdan beş yaş küçüktür. 68 yaşın­dayken, Edirne sarayında irtihal eylemiştir. Deli Hüseyin Pa­şanın Resmo'da Verzizzi sülâlesinden esir alınıp, Turhan vali­deye hediye edilmişti. Padişah bu izdivaçla 1661 'de Gülnûş sultanla başlayan hayat çizgisi 26 sene sürmüştür. Bu ha-nimsultandan olan oğulları 2. Mustafa vede 3. Ahmed ün-vanlarıyla tahta çıktıklarından, iki defa valide sultanlık etme şansı elde etmiştir. Ayrıca Haticesultan adlı kızı bu hanımın­dan doğmuştur 4. Mehmed hân'ın. Üsküdar'da Vâiide Cami­inde yaptırdığı türbeye defn olunmuştur.

 

4. Mehmed hânın 2. hanımı ise, şâire Afife Haseki olup es-ki sarayda 1688'den sonra vefat etmiştir. Diğerlerinin yukarı­da ki ifademize uygun olarak sekiz hanımın isimleri şöyledir: Râbia Haseki ile Kâniye, Siyavuş, Gülbeyaz, Rukiyye, Cihgn-şûh, Dürriye ve Nevruz hanımlardır. Padişahın kızlarına gelinçe; 1662 doğumlu Hatice sultanhanım 81 yaşında vefat etmiştir. Kabri Yenicâmii türbesindedir. Çokça eskimiş olan Ayvansaray'daki Yavedûd Camiini ihya etdi. Bu sultanhanım 81 sene muammer olmuş ve bu uzun ömürde iki izdivacı ol­muştur. Bunun ilki Musahip Mustafa Paşa ile olmuş 1675'de izdivaç gerçekleşmiştir. Bu dâmad'ın 1686'da vukubulan ve­fatını müteakip dul kalan Hatice sultanhanım, Morali Enişte Hasan Paşaya verilmiştir. Bu evlilik 23 sene temadi etmiştir. Hasan Paşa Î713'de vefat etmiştir sultanhanım ömrünün son otuz senesini evlenmeden tamamlamıştır.

 

4. Mehmed'in 2. kızı Emetullah sultanhanımın 1670'de doğup 30yaşında olduğu halde 1700 vefat edip, Yenicâmi türbesinde toprağa verildiğini biliyoruz. Bu sultanhanimda iki defa evlenmiştir. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ile ilk izdiva­cını yaptığında daha doğrusu nikâhı aktedildiğinde beş ya­şında olan hanımı 2. Viyana bozgunu sonrasında nikâhlısının idam edilmesi hasebi ile 13 yaşında dul kaldıysa da, zifaf vu-kubulmamış olduğundan, bu izdivacın hukuken yapıldığını fakat fiili bir izdivaç olmadığını kaydedelim. 2. dâmad ise Si-lahdar Çerkeş Küçük Osman Paşa oldu. Evlilik Edirne'de 1694'de gerçekleşti. Bu sırada sultanhanımın yaşı 24 idi ve altı sene süren evliliği sonunda vefat etdi.

 

1681'de dünyaya gelen Fatma sultanhanım'sa 4. Meh­med'in üçüncü kızıdır. Bu hanımsultanda ilk evliliğini Tırnak­çı Çerkeş İbrahim Paşa ile 1696'da 15 yaşında olduğu halde yapmıştır. 1697'de öldürülen daha doğrusu idam edilen Pa­şanın dul Hanımı, henüz 16 yaşındaydı. 2, Dâmad ise Topal Yusuf Paşa ile 1697'de üç sene sürebilen bir izdivaç yaptılar, bu evlilik sultanhanımın vefat etmesiyle noktalandı.

 

4. Mehmed'in altı tane adları bilinen oğlu doğmuş olup, bunların ikisi, biri Sultan 2. Mustafa, diğeri 3. Ahmed unvan: ile Osmanlı tahtına çıkmışlardır.  Dört şehzade ise bebeklik dönemlerinde vefat etmişlerdir. Bunların adları şöyledir: İbra­him, Bayezid, Süleyman şehzadeler ve ümmi Sultandır.

 

 

 

4. Mehmed'in Sadrazamları

 

 

4. Mehmed'in ilk sadrazamı Mevlevi Sofu Mehmed Paşa­dır. Sultan İbrahim'in son sadrazamı olmasıyla, otomatikman görevinde ipka olunduğundan çocuk padişahın ilk veziriaza­mı olması kesinlik kazandı. Merhum padişahın katliyle ala­kalı fiil ve rolü ifademizde yer almıştı. Mehmed Paşa, 1060/1650 tarihli vakfiyesindeki bilgilere göre Süleyman ad­lı bir zâtın oğludur. 1051/1641senesinde Kemankeş Kara Mustafa Paşa sadaretinde, başdefterdar görevinde bulunup, faydalı çalışmaları görülmüştür. Yenikapi Mevlevihanesinde Hüseyin Dede dervişlerindendi. 1059/cemaziyeIevvelin 7. /1649 mayısının 19. perşembe günü azledildi. Kabri öldürül­düğü yer olan Malkara'dadır.

 

Kara Murad Paşa: Aşağı yukarı her Osmanlı ileri geleninde olduğu gibi, Kara Murad Paşa da doğum tarihi bilinmemek­tedir. Arnavut ırkındandir. Yeniçeri Ocağının Samsuncu Orta­sında (bölüğünden) yetişmiştir. Girit'i fethe gönderilen ordu­nun komutanı Yusuf Paşa'nın yanında yeniçerilere komuta eden Ağa olarak vazife yapmıştır. Hanya'nın zaptedilmesin-den sonra Sekbanbaşı makamına yükseltilmiştir. Sultan İbra­him'in son döneminde Girit'te sekbanbaşılıktan infisal etti­ğinden payitahta dönmüştür. 4. Mehmed'in tahta iclasında Yeniçeri Ağası nasbediimiştir. Sofu Paşanın azlinden sonra makamı sadaret Yeniçeri Ağası Kara Murad Paşa'ya düşmüş, Yeniçeri Ağalığı da, Kara Çavuş Mustafa'ya tevdi olunmuştu. Sadrazam ve Yeniçeri Ağası aralarındaki rekabeti, can düş­manlığı hâline getirmişlerdi. Kara Çavuş Mustafa Ağa, Kur çük Valide Turhan Sultan hizbine müntesib olduğundan, ha­yatını tehlikede gören Kara Murad Paşa, sadaretten istifayı uygun görmüş ve Budin Valiliği görevine tâlib olurken, padi­şaha da, ocaktan hiç kimseyi veziriazam yapmamalarını, Melek Ahmed Paşa'nın sadaretini tavsiye eylemiştir. Bir gün önce Bağdad valisi nasbolunan Melek Ahmed Paşa bu gö­revden alınmış ve sadareti uzma makamına yükseltilmiştir. Kara Murad Paşa üçyıl süren Budin Valiliğinden sonra İstan­bul'a gelmiş ve Kaptanı Derya makamına tâyin olunmuştur. Kaptanı Deryalığı esnasında Girit'e asker ve yardım götürme işlemini yapmak üzere donanmayla, Çanakkale Boğazından çıkmıştı. Üzerine saldıran Venedik donanmasını, mağlup et­meyi başararak, Girid'in ihtiyacı olan yardımları taşımaya muvaffak olmuştur. Daha sonra veziriazam İbşir Mustafa Pa­şa aleyhine tertiplediği isyan sonunda, İbşir görevinden atı­lıp, idam olunduğunda boşalan sadaret tekrar Kara Murad Paşa'ya verilmiştir. Ancak bu sadareti üç ay sürebilmiştir. Yi­ne kendi İstifasıyla ve talebine uygun olarak Şam'a vali ola­rak gönderilmiştir. Yolda tutulmuş olduğu Humma Hastalığı, Hama şehrinde ölümle sonuçlanmıştır. Oraya defnedilen Mu­rad Paşa altmış yaşlarındaydı deniyor. Paşanın iki sadareti­nin yekünü birbuçuk sene civarındadır.

 

Melek Ahmed Paşa: Can Mirza Paşanın Abaza diyarından çalıp satışa arzettiği çocuklardan olduğu rivayeti varsa da, Zılhoğlu Mehmed Efendi nâmıdiğer Evliya Çelebi Merhum, ünlü eseri Seyahatnâme'de annesi tarafından akrabası olan Melek Ahmed Paşayı anlatırken, babasına ait Tophane sem­tindeki konaklarında doğduğunu, az sonra yine babası tara­fından alınıp, Abaza diyarına götürülüp, kendi yaşıtları ara­sında yetişip, terbiyesine itina etmek üzere yetiştirilmesi sağ­lanmıştır. Daha sonra yine babası, İstanbul'a getirip, Sultan 1. Ahmed Hazretlerine takdim etmişti ve Melek lâkabı bizzat padişah tarafından verilmiştir, demektedir. 1048/şabanl638 aralık ayında Diyarbekir Valisi olarak saraydan çıkmıştır. Altı yıl sonra, 4. Murad Hân'ın kızı Kaya Sultanhanım ile izdivaç yapmıştır. Çeşitli vilayetlerde valilikle istihdam olunduktan sonra, Kara Murad Paşanın tavsiyesi üzerine boşalttığı maka­ma tâyin olundu. Bu sadarette Kösem Valideyle hanımı Kaya Sultanın iltimasları yok sayılmamalıdır. Melek Paşanın mem­leketin mâli sıkıntısının hafiflemesini temin hususunda, bütün devlet adamlarının sipahilerin, timar ve zeamet sahiplerinin-de, fedakârlık yapmalarını taleb eden tedbirleri yüzünden se­vilmeyen bir kimse olmuştur. Makamı sadarette pekde fazla kalamamıştır. 7/ağustos/1648ile21/mayıs/1649 tarihlerinde bir sene onyedi gün sürmüştür. Bu zat'da altmış yaşlan civa­rında vefat etmiştir. Eyüb Sultan'da Kaya Sultan Yalısı civa­rında üstadı Geçi Mehmed Efendi kabrinin hemen yanına defnedildiği Hasibi üsküdâri'nin "Vefayat Mecmuası" adlı eserinde yer almıştır.

 

Siyavuş Paşa: Bu sadrazamda Damad olmak şerefine nail olmuştu ve bu da, selefi gibi Abaza kavmindendir. 4. Murad devrinin meşhur Abaza Paşasının mâiyetindendir. Abaza Pa-şa'nın öldürülmesi sonrasında padişah tarafından sarayda ahkonmuştur. Pek güzelce bir zat olan Paşa iki defa sadaret makamına oturmuşsa da, bunu birincisinde, bir ay yedi gün muhafaza edebilmiş, ikincisi Vakai Vakvakiye meselesi esna­sında Zurnazen Paşanın yerine geçmesiyle olmuşsa da, humma'ya yakalanmış, pek bir şey yapamadan vefatı vuku-bulmuştur. İlk sadaretinden önce çeşitli yerlerde valiliklerde bulunmuştur. İkinci sadareti de bir ay yirmiiki gün sürmüş iki sadaretin toplamı 2 ay, 29 gün tutmaktadır. Bu zâtı da bir defasında idam olunmaktan Kösem Mahpeyker Valide Sul­tanca kurtarılmıştır.

 

Gürcü Mehmed Paşa: Bu zat, sadarete geldiğinde ası sekseni aşmış bulunuyordu. Sadareti 8 ay, 23 gün sürmüşA, tür. Divân'da Hocazâde Mesud efendinin sözleri karsısında"evladım ben bu saçı sakalı devlet işlerinde ağrıttım" cevabı­nı verdiğinde Turhan Valide Sultanın azarlaması pek anılan rivayettendir. Sadaretinden sonra bir çok sürgüne muhatap olmuş, 1660 senesinde son valiliği olan Budin vilayetinde vefat eylemiştir. Vefatında 90 yaşında olduğu söylense de, Vecihİ tarihinde 113 yaşında olduğunu belirten rivayetide bu­raya alalım.

 

Tarhoncu Ahmed Paşa: Arnavutluk'un Mat kasabasından-dır. Enderundan yetişenlerdendir.  1633 yılında Mısır'a Vali tâyin olunan Bosnalı Musa Ağanın maiyetinde saraydan Mı­sır'a gitmiştir. Sultan İbrahim'in sadrazamı Hezarpare Ahmed Paşa maiyetinde de bulunmuştu. Sadrazamın parçalandığı vakada hayatını kaybetmek üzereyken, şeyhülislâm Abdür-rahim efendi himayesi altına alarak mutlak bir ölümden Kur­tarmıştır. Önce Diyanbekir valiliğine tâyin olunan Tarhoncu Ahmed Paşa daha sonra Mısır Valiliğine nasb olunmuştur. Bu sırada  tarihin h. 1 059/m. 1 649  olduğunu  görüyoruz. H.1061safer/m. 1651ocak ayına kadar Mısır Valiliğini yürüt­müştür. Azledilmiş ve yerine Hadım Abdurrahman Paşa geti­rilmiştir.

 

 

 

4. Mehmed'in Şeyhülislâmları

 

 

4. Mehmed tahta çıktığında henüz yedi yaşının içindeydi tabii Kösem valide sultanın niyabetinde hüküm sürmüştü. Bu sırada makamı meşihatde Adanalı Hacı Abdurrahim Efendi bulunuyordu. Şeyhülislâm Osmanlı devletinin 41. şeyhülislâ­mı idi ve Sultan İbrahim tarafından, 25/nisan/1647'de göre­ve getirilmişti. 4. Mehmed bu şeyhülislâmla 11 ay, 10 gün çalışmıştır ve yerine aslına bakarsak devletin atabeyi duru­munda olan Kösem valide, Hocazâde Mehmed Bahai Efen-di'yi 18/temmuz/1649'da göreve getirdi. Bu zâtın meşihati i sene, 9 ay,  15 gün sürdüğü görüldü. Yerini 43. şeyhülislâm olarak, Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi tâyin edildiğinde tâ­rih 2/mayıs/1651 idi. Bunun 4 ay, 2 gün süren vazifesini Ebu Said Efendiye 2. meşihatini sürdürmek üzere devretmiş oldu bu zât da, bir seneyi tamamlamaya 18'gün kala infisal etdi. Bahaî Efendi ikinci defa vazifeye getirildi. Bu seferki meşiha-ti 1 sene, 4 ay, 17 gün sürmekle beraber, hayattaki nefes sa­yısı da göreviyle birlikte bitti.

 

Bu sefer halef selef oldu, yâni biribirlerini takip ederek, Ebu Said tekrar ve 3. defa şeyhülislâm oldu 2/ocak/1654'den 1 l/mayis/1655'e kadar 1 sene, 4 ay, 10 gün, sürerek üç meşihatinin toplamı 4 sene, 2 ay, 10 gün ol­muştur.

 

47. şeyhülislâm olarak Tulumcuzâde Abdurrahman Efen­diyi 9 ay, 25 günsonra makamdan istifaen ayrılmış görüyo­ruz.

 

Memikzâde Mustafa Efendi 13 saat süren meşihatiyle gö­revde enkısa zaman kalan oldu.

 

49.  şeyhülislâm Mesud Efendiydi ki, bu çok genç adamın meşihati 4 ay;  13 gün sürmüş, azlinden 15 gün sonrada idam ettirilmiştir.

 

50.  şeyhülislâm ise Nahcıvan doğumlu Hanefi Mehmed Efendide vazifede, 4 ay, 5 gün kalabildi. Balızâde Mustafa Efendi, 6 ay, 2 gün kaldığı makamdan ayrıldığında takvimler 23/mayıs/1657'yi gösteriyordu. Bolulu Mustafa Efendi 1 se­ne, 9 ay, 28 gün sürecek hizmetine başladığı târihin son hiz­met günü 20/mart/1659 oldu ondan boşalan yere, Bıçakçı-zâde Esirî Mehmed Efendiyi getirdiler. 2 sene, 10 ay, 14 gün sürmüştü.

 

54. şeyhülislâm Sunîzâde Mehmed Efendi, 3/şu-bat/1662'de göreve başlamıştı. Minkârizâde makamı meşi-x hate geldiğinden 11 sene, 3 ay sonra giderken târih 21/şu-bat/1674idi.

 

İstikrar avdet etmiş olmalıki Çatalcalı Ali Efendi, 12 sene, 7 ay, 4 gün süren meşihat dönemi tamamlandığında, târihler 27/eylül/1686'idi. 57. şeyhülislâm Ankaravî Mehmed Efen-didel sene, 1 ay, 5 gün sürdü ve makamı vefatıyla boşaldı.

 

Debbağzâde Mehmed Efendi; 2/kasım/1687'de vazifeye tâyin edildi. 3 ay, 12 gün makamda kaldı ve de yerini, 59. şeyhülislâm Erzurumlu Hacı Feyzullah Efendiye bıraktı. Fa­kat bu zâtın ilk meşihati 17 gün sürebildi. Şeyhülislâmın al­tıncı günü dolarken, 4. Mehmed'in tahttan indirilmesi ger­çekleşti. Böylece 4. Mehmed; 19 defa şeyhülislâm tâyini yapmışsa da, iki zâtda ikişer defa meşihate geldiğinden on-yedi ayrı kişi ile çalışmıştır.

 

Dördüncü Mehmed döneminin, uzunluğu ve çok dönemli bir devri ihtiva etmektedir. Biz, burada yukarıda tamamlayıcı malumat olarak aşağıdaki çalışmayı ayrıca eserin bu sahife-lerine dercini uygun gördük. Köprülü Mehmed Paşanın vefa­tından sonra, vasiyeti üzerine sadarete oğlür Köprülü Fazıl Ahmed Paşa getirilmişti ve yaşı henüz 27 idi.

 

1072/1661tarihi yeni bir dönem başlatmıştı. Baba vezir, ülkenin iç nizâmını temin ettikten sonra yavaş yavaş serhad boylarında, kıpırdanan düşmanlara haddini bildirmek üzere harekete geçmişti ki, ecel onu yakaladı. Bahse konu hazırlık­ları oğul sadrıazam Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa devraldı. Avusturya son zamanlarda Erdel işlerine pek karışır olmuştu. Hatta söz konusu belde üzerine asker bile sevketmişti. Bu mesele hakkında Avusturya ile yapılan müzakereler bir se­neden çok sürdü. Sonunda müzakereciler geri çekildi. 1073/1663de mecburen Nemçeliler üzerine sefer açıldı.

 

Genç sadrıazam seferin baş kumandanlığını uhdesine aldı. Osmanlı ordularının geçmişde defaatle sopasını yemiş bulu­nan Avusturyalılar, kısa zamanda bu ordunun öncülerini kar­şısında bulduklarında şaşkınlığa düştüler ve hemen, sadrı azamın yanına gönderdikleri elçi ile aldıkları bütün kaleleri geri vermeye, Erdel üzerine sevk ettikleri birlikleri geri çek­meye amade olduklarını bildirdiler.

 

Fazıl Ahmed Paşa, son zamanda Avrupa siyasi mahfille­rinde Osmanlı'nın zafiyeti hakkında alıp giden dedikoduları, boşa çıkarmak niyetiyle, Osmanlı Devletinin Kaanuni zama­nındaki yapılan antlaşmaya eş bir antlaşma yapmak ve böy­lece Avrupada yayılan düşünceyi çürütmenin yolu olarak se­nede 30 bin altun vermelerini veya bir seferde, 200 bin altun ödedikleri takdirde, sulha razı olacağını serdetti.

 

Arkasındanda yürüyüşüne devam ederek; Ösek, Budin, Estergon yolu ile Ciyvar kalesi önüne geldi. Vakit geçirmeden mezkur yeride kuşatmaya aldı. Hemen o sırada Kırım Ha-nı'nın oğlu Ahmed Giray 100 bin Tatar süvarisi yanında ol­duğu halde gelip, orduya katıldı. Bu kuvvetin iltihakı, düş­man üzerinde kuvvei mâneviyeyi sarsmağa yetti de arttı biie. Bir aya kalmadan Uyvar kalesi Osmanlı eline geçti. Tunanın karşı yakasına geçen Osmanlı ordusu burada Avrupanın ün­lü komutanlarından Monte Kukuli birlikleriylen tutuştu. Mon­te Kukuli burada mağlup oldu. Tatar süvarileri de, Silezya ve Moravya'yı çiğneyip yağmaladılar. Avrupalılar bu Osmanlı başarısı karşısında birleşmeyi ve Avusturya'ya yardımı karar altına aldılar. Çalışmalara başladılar ancak kış bastırdığından onların ameliyesi yarım kalırken, Fazıl Ahmed Paşa da, kış­lamak ve ordunun eksiğini gediğini tamamlamak üzere Belg-rad'da kışlağa çekildi. Bizim tarihlerimizdeki adı Demirkazık, olan meşhur Avusturyalı generallerden Zirinyi, Kanije kalesi­ni kuşatma altına almışsa da, Fazıl Ahmed Paşa'nın gönder­diği kuvvetler karşısında mağlup olmuştu. Bu vaziyet Avus-^ turya imparatorunu 25 sene temadi edecek bir sulh yapma mecburiyetine taşımıştı.

 

1075/1664'de Avusturya Erdel'i ve civar kalelerini boşal­tacağı gibi, defaten 200 bin duka altunu verecekti. Nevarki sadrazam bu teklifi az bularak elçileri geriye gönderme yolu­na gitti. Askerleriyle San Gotar üzerine yürüdü. Raab Nehri üzerine köprü kurdurarak öteki sahile geçti. Mevsim gereği Raab suyunun taşması, karşı yakaya geçmiş onbin kadar Osmanlı askerinin, kendisinden bir kaç kat fazla Avrupalı müttefik askerleriyle tutuşması, askerin geri kalan bölümü­nün öbür tarafta kalması ve karşıya geçiş yolu olmak üzere yapılan köprüyü kabaran suların götürmüş bulunması, karşı­da mahsur kalan kendinden bir kaç misli kalabalıktaki düş­manla boğuşa boğuşa şehadet şerbeti içen islâm askerini, bulunduğu yakada çaresizlik içinde seyretmek mücahidlerin, canevinden vurulmalarını intaç etmişti.

 

Düşman müttefik ordusunun bu savaştaki kumandanı da­ha önce, Fazıl Ahmed Paşanın yendiği meşhur Monte Kukuli idi. San Gotar Meydan muharebesi diye tarihe geçen savaşı, fevkalâde güzel bir şekilde tahlil etmiş bulunan. Gazi Ahmed Paşanın bir araştırmasını, ehemmiyetine binaen bölüm sonu sayfalarımıza almayı lüzumlu bulduk.

 

 

 

Girid Meselesinin Halli

 

 

Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa, Avusturya seferinden dö­ner dönmez, 1055/1645'de açılmış olan Girid seferi bunca zaman devam etmekte ve nice memleket evlâdının şehadet şerbetini içmesine sebeb olan savaşa son noktayı koyma ha­zırlığına girişmişti. Bu yirmi sene zarfında Girid'in bir çok bölgesi devletin eline geçmişti amma pek muhkem ve meta­netle savunulan Kandiye ele geçirilememişti. Burası müca­hidlerin yed'ine geçmeden, Ada'nında fethi gerçekleşmiş sa­yılamazdı. Bu büyük gaileyi ortadan çıkarmak için gerek de­niz kuvveti,  gerekse kara birlikleri hazırlıklarına  girişti.

 

1076/1665 senesi ortalarında Edirne'den yola çıktı. 1077/1666'da Hanya'ya geldi. Kandiye'yi muhasaraya aldı. Ancak bu muhasara iki sene, sürdüğü halde başarıya ulaşı­lamadı. Sebebse, donanmanın pek kuvvetli olmamasından ve yeterli muaveneti gösterememesinden kaynaklanmıştı. Ancak düşman bu kuşatmaya 2 sene mukavemet edebildi­ler. Çünkü şehirde yiyecek azalmış, çarpışanların sabrı tü­kenmişti. Şehrin muhafızı sadrazamın son hücumundan son­ra bir murahhas yollayarak, Venediklilere üç iskele bırakıl­masını taleb eder. Bu iskeleler Suda, Ispiralunga, Garabi-ye'dir. Osmanlılara gelecek her hangi bir zarardan Venedik sorumlu tutulacak, bu hususta Galata'da bulunan Venedik Balyozuna müracaat mahalli sayılacaktır. Bu şartlar altında Kandiye kalesini teslim edebileceklerini söylediler. Malum ol­duğu üzere Girid fethi başlangıcından, nihayetine kadar veri­len şehid sayısı yüzbini aşmıştı. Yalnız Fazıl Ahmed Paşa'nın saldırıları otuzbin kişinin telefatına sebeb olmuştu. 27/ey-lül/1669'da Kandiye teslim alındı. Bu teslim alış Osmanlıla­rın enson büyük zaferidir.                                           ;

 

Fâzıl Ahmed Paşanın Şahsiyeti

 

 

Döneminin en büyük devlet adamı dense doğru bir tesbit yapmayı başarmış oluruz. İlim sahibi ve faziletli bir kimseydi. Çok konuşmaz, maksadını kestirmeden yerine getirmeye ça­lışırdı. Aklı tedbirlere pek ererdi. Mütevazi, eli açık bir kim­seyken, çokça hiddetlendiği Fransa kralı 14. Lui'nin elçisini kendi elleriyle hırpalamış, hapse attırmış, böylece de, bu devletle aramızda büyük bir soğukluk yaşanmıştır. 23 yaşın­da vali olan bu bu zat, sadarete 27 yaşında geldi. Bu kadar genç bir sadrıazam işleri yürütmekte hiç zorluk çekmediğini göstererek dostları sevindirip düşmanları çatlatmayı sağladı.

 

16 sene fasılasız yüklendiği sadareti memleketin her tara­fına sükunet, asayiş ve adalet içinde yaşayış temin etti. Eğer Paşanın ömrü biraz daha uzun olsaydı, Viyana seferinin mu­vaffakiyetle neticelenmesi mutlaktı. Bu fetih ise nice pürüzle­rin çıkmadan yok olması demekti.

 

 

 

Cehreyn Seferi

 

 

1089/1678 senesinde Ukrayna eyaletinin başşehri olan Cehreyn kalesi Rusların eline geçmişti. Gerek bu hududa ya­kın askerlerimizle, Kırım Hân'ı Selim Giray buranın hâlaskar-lığına memur edildiyselerde yapılan çarpışmalar askerimizin başarısızlığını dolaysıyla mağlubiyeti getirivermişti. Padişş'h 4. Mehmed vaziyete müdehale gereğini duyarak, birliklerin hazırlanması çalışmalarına bizzat katıldı. Seferi başlattığında Tuna Yalısına kadar askerle birlikte yürüdü. Burada orduyu, sadrıazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'ya teslim etti. Bu sadrazam düşman üstüne yürürken Cehreyn'L almayı plânla­mış, fakat elinde tutabilme imkânını görememişti. Hakikaten kaleyi kurtarmayı başararak düşmandan aldı ve yıkmayı ter­cih etti. Ardından padişahın yanma avdet etti. Bu sırada İse, Rusların Çarı sulh talebini yapmaya mecbur kalmıştı bile. Teklif kaale alındı, sulh yapıldı vede İstanbul'a avdet edildi.

 

 

 

(İç Asrın Tahlili

 

 

Tarihi Encümeni Osmani azasından Ali Sabri bey'in; kuru­luşundan Merzifonlu Mustafa Paşa dönemine kadar geçen vak'a, varılmış bulunan hedefleri tahlil eden ifadesiyle sayfa­mızı süslüyoruz: "Üç asır içinde irili ufaklı ondört adet devleti ele geçiren, Avrupanın adeta tamamını yumruğunun altında boyun eğdirebilen, arazisinin yüzölçümü bakımından Roma imparatorluğunuda aşmış bulunan Osmanlı devleti, munta­zam kanunlarıyla adilâne ve medeniyete beşiklik edecek mahiyette idare tarzı göstererek parmak ısırtırken, 1000/1592'den sonra yukarıdaki başarıları sergileyememek^ teyse de, yinede Viyana kapılarına dayanmakta, San Go-tar'larda düşmanı sıkıştırmakta pek geri kalmamışda eski şaşaa ve parlaklığı gösterdiği ileri sürülemez.

 

Esasında: 4. Sultan Murad gibi sağlam kimseler, Genç Os­man gibi genç veya yaşlı fakat genç fikirli padişahlar, Köprü­lüler gibi devlet hayatına yeniden kan ve can veren kimseler, bu devrede de yetişmiş olsalar da, ne eskiler gibi icraat ve faaliyeti nede ötekilerin rezanet yâni ağır başlılık ve kifayeti yetersiz, çürümekte olan uzuvlarıyla, Osmanlı tamamıyla de­vasız olmamıştır.

 

Diğer bir anlatımla; her birinin kendi tesir ve faaliyeti, yine kendi zamanına bağlı kalmıştır. Çünkü, bu uzuvları çöküşe mahkûm eden sebebler ve alametler çeşitli idi. Bunlardan bazılarını hemen aşağıda belirtelim:

 

Birinci sebeb padişahların vaziyeti idi. Kuruluş ve müte­akip dönemde padişahlarımız ordularının başında bulunur hatta savaşların en kanlı bölgelerinden kılıcından kan damla­yarak çıkarlardı. Genç Osman'ı Lehistan seferi, 4. Murad'ı Bağdad ve İran seferleriyle, 4. Mehmed'in Köprülü vezirin ıs­rarlarıyla katıldığı Lehistan seferi, 2. Mustafa'nın katıldığı bir kaç sefer sayılmaz ise padişahların, 1000/1592'den sonra seferlere katılmadığı çok net gözlemleniyor. Esasta padişah­ların askerin yanında ve başında bulunmasının önemini tarih pek net bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak tarihin ortaya koyduğu bu faydalar pek iyi değerlendirilemedi. Sultanlara söz geçirilemedi.

 

 

 

İstıdrad:

 

 

 Efendim alıntı yaptığımız Ali Şeydi bey merhu­mun, bu ifadesine genellikle katılmak mümkünsede, buvka-naatini 1329/191 l'de beyan buyurduğunu görüyoruz. Bu devirde Osmanlı devletinin izmihlaline 11 yıl kalmış bir dönemdir. Ülkenin içine düşürülmüş bulunduğu ahval, yazarın düşüncesinde bir küşayiş husule getirmiş demekki, üstelik bu 1329 tarihi rumi dediğimiz hesabın icrasını gerektiriyorsa, bu da 1913 tarihine denk gelirki, Balkan mağlubiyetini tattı­ğımız yıllara denk gelir, bu hâl ise yazarımızı daha fazla üz­müş olacağından, mütalaasında hata etmekte olduğunu bile­memesine sebeb olur diye düşünüyorum. Asla unutmamak gerekirki; padişahlar ülkenin bir çok meselesi hakkında bilgi­lenmekten mahrum kalmış veya edilmiş olabilirde ancak, onların gafil olmadığı bir kurum vardır. Bu kurum orduyu hü­mayundur. Padişah komutasındaki bir ordunun düşman kar­şısında hem de o devirde yapılan savaşlar kafi neticeli mey­dan muharebeleridir ki; böyle bir savaşın tarafı olan ordumuz başlarında padişahları olduğu halde mağlubiyete duçar oldu-mu, devleti ayakta tutmak mümkün olabilir mi? Böyle olma­dığını Yıldırım merhumun, Timur karşısında aldığı acı mağlu­biyet buna misal oimazmı? O mağlubiyetin devri fetreti getir­diğini hatırlatmakla işin inceliğini ortaya koymuş oluyorum sanıyorum. Genç Osman'ı Hotin seferinde biran düşünseniz, padişahların bitmez tükenmez Paşalarını savaş alanlarına sevk ederek, devletin bekasını temine çalıştığını anlamakda mümkün. Evet, Ali Sabri beyin mütalasına bu kadar bir iti­razla yetinerek devam etmeye koyulalım:

 

"Halbuki bu milleti Osmaniye padişahlarına madden ve mânevi bakımdan merbuttur. Padişah hangi yol ve anlayışı seçerse ahalide onun tercihine iştirak eder. Saray israfa ve sefahata ne kadar eğilim gösterirse halkda onların bu haline iştirak eder. Misal olarak, 2. Bayezid'i tarikata yönlendiren anlayışı, devletin memurundan ahalisine kadar herkesi zühd vede takva yoluna i'sal eder. Adeta taassub derecesine va­ran bir dindarlık hissi uyanır.

 

4. Murad; harb ve darb adamı olduğundan, ahalinin ağzın­da celadet, şecaat, cesaret, döğüş kelimeleri daha fazla dolaşır. 4. Mehmed'in avcılığı, ahaliyi de av meraklısı yapmak­tadır. Görülmekte olan şudurki;

 

Osmanlı padişahlarının millet üzerinde kurduğu nakıs oto­rite ve tesiri sonucunda, üçüncü devre adı verilen dönemde ordumuz korkutuculuğu koflaşmış, devlet işleri idaresi intiza­mını kaybetmiş haldedir. Sultan 3. Murad sonrasındaki taht sahiplerinin çoğunluğunu yedi, onbir ve ondört yaşlarında çocuklar teşkilettiği müşahede olunur. Bu hâlin müncer ola­cağı vaziyet tâlim ve terbiyelerinin tamamlanmasına imkân kalmadan me'suliyeti yüklenmeye mecbur kalmalarıdır, bu vaziyette de, talim ve terbiye yoluyla yetişme yerine vakala­rın içinde yoğrulma ve boğuşmaya duçar olunmaktadır. Son vaziyeti yakalayana kadarsa, devlet işleri menfaatperest kişi­lerin çoğunluğunun husule getirdiği vükelâya veyahut da sa­rayda nüfuzunu devam ettirmeye çalışan tâifei nisâ'nın elleri­ne kalmaktadır. Padişahların eski tarz yetiştirilmesi sonucu elde ettikleri, muhariplik, kılıç kullanma, ata pek mükemmel binme, çeşitli harp aletlerini layıkıyla kullanabilme şansı, ar­tık bu devir hakanlarının işi olmaktan çıkmış bulunduğun­dan, bunların orduyla beraber savaşlara gitmesi bir mâna ifade etmezdi, denmekle beraber, değerlendirmeyi yapan Ali Sabri bey'in biraz ifrata kaçtığını ifade, boynumuza borç ol­muştur. Çünki; Yavuz Selim'den sonra gelen padişahların Hakanlıkları dışında bir de, halife sıfatları bulunmaktaydı ki; bu mânevi rütbe, askerimizin riayeti diniyede kaldığı müd­detçe padişahın kılıcındanda, atındanda önem taşıyan husu-sattan olduğu, ne hikmetse gözardı edilerek yoruma gidil­miş.

 

3. Mehmed'in gerek Eğri Zaferinde, gerekse Haçova mey­dan muharebesinde gösterdiği manevi kahramanlıklarla, za­ferin amili olmayı sergilemesi, Ali Sabri bey'in aklından çık­mış oİacak! Yine 3. Murad'dan sonra gerek yeniçeri askeri-

 

4. MEHMET) (AVCI)' nin, gerekse orduyu teşkil eden diğer sınıflarda bozulmalar her geçen gün çoğalarak, Genç Osman'ın tahta geçtiği sıra­da en şımarık dönem yaşanılmağa başlamıştır.

 

İstanbul'da silah taşıma yasağı olmayan enaz ellibin sivil erkek varken, çeşitli askeri sınıflar mevcudiyetini sürdürür­ken ve bunlarda bilhassa sipahiler de padişaha sempatileri mevcutken, bir kaç yüz kişiyi aşmayacak organize yeniçeri asi taifesi, bu genç padişahı islâm âlemine ve Osmanlı mille­tine hakaret edercesine katlederken görülen nemelâzımcılık askeri ve sivil cemiyetteki çürümeyi göstermesi bakımından Önemli bir numunedir. Dolaysıyla iyi bir kumandan bile, dü­zensiz ve disiplinsizliğe duçar olmuş bir ordu ile hangi başarı­yı elde edebilir? Doğrusu üzerinde çok durulması icab eden hallerdendir.

 

Diğer bir hususda; batı dünyasında husule gelen terakki-yat bize nazaran bir hayli hızlı ve müsbet olarak gerçekleş­miştir. O milletler bizim ordumuz karşısında aciz kalırlarken, vaziyetin aleyhimize döndüğü, yaptığımız her cedelde yavaş yavaş kendini göstermeye başlamasıyla anlaşılmıştır. Bizim İstanbul'u fethetmemizden sonra Bizans'dan Avrupaya geçen hristiyan âlimleri, batı dünyasına islârn dünyasının yanında yaşamanın verdiği, avantajla ve islâm dünyasından aparttik-ları ilim ve fenleri nakletmeyi ödev bildiler.

 

Martin Luter tarafından açılan protestan mücadele, yâni klişe dini olan hristiyanlık karşısında lâzım olan reform ger­çekleştiğinden, avrupa milletleri kendilerini cidden geri bıra­kan papasların dini ve onların ellerinden halas olmayı becer­diler. Bunun sayesinde bir çok ilimlerin ihyasına, keşiflerin yapılmasına muvaffak olmalarıyla beraber, hurafelerden kur­tulmayı da başarmış oldular. Avrupa cemiyetinde görülen düzelmeler, tabiatıyla bunların askeri düzenlerine de yenilik­ler getirdi. Alman, Avusturya ve Leh ordusu kuru bir şövalye birliği olmaktan çıkmış, silah üstünlüğü, bizim aleyhimize olarak onlara geçmişti. Bizim tarafda ise intizamını kaybeden yalnız ordumuz değildi buna zamimeten, gerek ulema gerek­se devlet kâtipleri aynı manzarayı veriyorlardı. Adetâ topye-kün bozulmaya yüz tutmuştuk. Misal olarak ilim dünyasında kendini ispat edebilmek için, gereken tahsili yapmak çok uzun senelere bağlıyken, 1050/1640'ların sonrasında bu tah­sile riayet edilmeyip, bir âlimin daha mahalle mektebinde okumakta olan oğluna makam, lakab ve gelir getirici arpa­lıklar verilmeye başlanmıştır.

 

Diğer bir deyimle batı dünyası dirildİkçe dikleşiyor, bizler ise bozuldukça yamuluyorduk. Yine bir tesbit gerekiyorki, bozulmamızı hızlandıran unsurların hemen önemli bir tarafı-da, zor kullanmak ve zâlimleşmekdi. Halbuki Allah (c. c) Ki­tabı kelhamında, "zâlimlerin zulmünün cezasının mutlaka ve­rileceğini ve de asla cezalanın hafifletilmeyeceğinin apaçık buyurmaktaydı. Yeniçeriler ve halk bu hakikati bilmelerine rağmen, madden ve manen bozulmuşlar bu tehdidi umursa­maz hâle gelmişlerdi sanki. Ahlaken bozulmuş ferdlerin ayakta tuttuğu bir ülke tek yolun takipçisi olurki, bu yolda yıkılmağa ve tarih sahnesinden çekileceği ana koşmak yolu­dur. Yine önemli bir tesbittir ki; kadınların devlet İdaresine ol­sun, tahtı Osmaniye doğurdukları şehzadeyi oturtmak için yapmaya başladıkları entrikalar, 3. Murad döneminde kendi­ne göstermeye başlar.

 

Hürrem Sultan, hâttâ ondan evvelki dönemlerde valideler çocuklarını çok şerefli bir görev olan padişahlığa çıkarabil­mek için gayretler sergilemişlerdir. Ancak otoriter, yerine ge­çecek karakteri kendine göre tesbit etmiş padişahlara sözü­nü ettiğimiz çalışmaların pek tesiri-olmadığı görülmüştür.

 

 

 

2. Viyana Muhasarası

 

 

Tarih sayfalarında; Otuz Sene Savaşları diye nam almış bulunmakta olan hengamenin bitiminden sonra Avusturya (Nemçe) imparatoru 1. Leopold, Macaristan üzerinde pek zalimane davranışların tatbikçisi olmuş, gerek ahali gerekse Macar asilzadelerinin çoğunluğunu hapis, sürgün ve idamlar­la perişan etmişti. Bu dayanmak zor eziyetlerin sona ermesi niyetiyle, bazı Macar asilzadeleri, halkın galeyana gelmiş his-lerinede tercüman olarak, Erdel Kralını kendilerine ricacı edi­nerek, Osmanlı devletine başvurmak için aracı olmasını iste­diler, isteklerini padişahın dergâhına duyurmaya muvaffak oldukları talebleri, Osmanlı'nın Avusturya'nın yaptıklarına dur demesini ve bunun kuvveden fiiliyata erişmesi için mü~ dehale etmesini istemekten ibaretti.

 

Bu istek diğer bir deyimle, aynı dinin mensuplarının biri-birlerine yaptıkları zulümleri durdurmak için müslümanların merhametine başvurmaları demekti. Hristiyan âlemi için son derece aşağılık bir halken, adaleti taleb edilen müslümanla­rın insaniyetininde ne yüksek mertebelerde bulunduğunu göstermesi bakımından, üzerinde önemli durulması gereken hususattan olduğu, bütün mükemmelliyetiyle ortaya çıkar. Dünya devleti olmanın gereği olarak Osmanlı bu istimdadla-nn bigânesi olmadı. Hemen feryadlara cevap olacak hare­ketleri sergilemeye başladı. Sefer hazırlıklarını ikmâl ettikten sonra, savaş ilânını Avusturya devletine 1093/1682'de yapı verdi.

 

Aslında yapması gereken tatbik edilmekte olan mezalimi kınayan, vazgeçilmesini taleb eden yazışmalarla, bütün insaf sahibi kimselere duyurma yoluna gitmesi gerekirdi. Çünkü içişlerde epeyice düzenlemelere ihtiyacı vardı. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa işi bu noktada önemli bulmadıki, savaş ilânını gerçekleştirdi. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Köprülü Mehmed Paşanın damadlarındandı. Aileye çocukken girmiş­ti. Bir nevi evlâdı mânevi idi ve damadlıkla bu yakınlık bir kat daha perçinleşmişti. Merzifonlu Paşa, Fâzıl Ahmed Paşa­ya uzun yıllar sadaret kaimakamiığıyla yardımcı olduğundan Fâzıl Paşanın vefatından sonra, sadarete getirilmesinde bu yakınlıklar ve işlerde kazandığı tecrübe nazarı itibara alın­mıştı. Yanında İkiyüzbİn asker olduğu halde İstanbul'dan çı­kan sadrazam, Tuna Nehrini aştı. Viyana üzerinde sefere de­vam ederken önüne çıkan kale ve kasabaları da zapt etmek­teydi. Viyana üzerine gelen sadrazamın ordusunun haşmeti, İmparator Leopold'un telâşına ve saray halkını yanına aldığı gibi şehirden uzaklaşmayı tercih etmesine düşürdü. Osmanlı ordusu Viyana önüne geldiğinde, karşısında hiç bir kuvvet görülmüyordu. Bunun üzerine şehrin kuşatma işlemine giri­şildi.

 

1094/receb'inin/19. 1683/temmuzunun/15. /çarşamba günü, başlamış bulunan muhasara, onsekİz saldırı yapıldı­ğında eylül ayının 15. gününü bulmuş, altmış günlük bir ku­şatmada geride kalmıştı. Fakat fethi mümkün olmadı Viya-na'nın. En önemli müverrihler ittifakları ile şu hususu belirt­mektedirler. Harp ilmi üzerinde fazlaca bilgisi bulunmayan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu eksiğini idrak etmediği gi­bi, kendisine bir takım tavsiyede bulunanlara, yapılması ge­rekenleri hatırlatanlara önem vermeyen hatta meramlarını anlatmaya fırsat vermeyen, davranış sahibi olarak tanımlı­yorlar. Böyle davranışının sebebini, askerce zayiat verme­mek için muhasarayı uzatarak, şehirdekileri teslim mecburi­yetinde bırakmayı tercihi teşkil ediyordu. Halbuki bu tarzı tercih etmesi kendi açısından şu mahzurları taşıyordu:

 

Askerin zafere inancı azalıyordu. İaşesi zorlaşıyor ve her geçen gün düşmanın kendisine karşı koymak için, Avrupa devletlerinin kurtarıcı bir ordu tanzim etmelerine fırsat tanı­mış oluyordu. Hakikaten ülkesinin başşehrini terk etmiş bu­lunan imparator, avrupayı adım adım dolaşarak,  hristiyan anlayışı harekete geçirerek, müslümanların istilasını önleme hususunda ittifak arama çabaları sarf ediyordu. Bu dolaşma­lar, tahrikler ve teşviklerin semeresi görülmeğe başlandı. Başta Almanlar olduğu halde, Lehistan'dan ve bazı prenslik­lerden, misâl olarak, Kohlenberg savaşı diye anılan savaşta­ki prenslikler şunlardı: Bade Margrafları, Sadoa prensi, Bav-yera ve Saks prensleri, Eyzenah, Lanborgh, Holşteyn, Vor-temborg, Brunsvik Luneburg düka'lıklarıyla Avusturyalıların altı tane mareşali karşımıza dikildiler. Sadrazamın muhasara tedbiri, bir sabah yukarıda saydığımız gücün ani ve şiddetli saldırısına uğramamızı önleyemedi. Yiyecek noksanlığı ve hareketsizlik, yeniçerinin kuvvei mâneviyesinin kırılmasında en önemli tesiri icra etmişti. Böyle ani ve güçlü bir saldırıya karşı koyma yerine savaş alanını terk etmeyi seçince mağlu­biyet mukadder oldu. Her ne kadar askerin tamamı firara başvurmamışsa da, çarpışan gurup azınlığı teşkil ettiler. Şe­reflerini muhafazaya muvaffak oldularsa da, hayatlarını düş­man elinden kurtaramadılar. Meydan 10 brn şehid, 300 top, 15 bin çadır ve bol miktarda harb levazımını kaybeden Os­manlı ordusunu taa YıldırırnTimurlenk savaşı olan 1402'deki Ankara savaşından beri böyle bir bozgunla karşılaşmadığı tarihi hakikatlerdendi bozgunu ancak Yanıkkale'ye çekilerek durdurabilirdi. Ne varki; daha derlenip toparlanmadan Lehis­tan ordusu, yâni Polonyalılar üzerimize öyle ani ve kuvvetle saldırdılar ki, verdiğimiz zayiat iyice fazlalaştı. Serdar ancak, Belgrad'a çekilmeyi akıl etti.

 

4. Mehmed; Viyana bozgunu haberini aldığında bir hayli üzüldü. Ancak bu işde, sadrıazamın kötü idare ve tedbirlerin­den haberdar olmadığından, kendisi teselli babında pek süslü bir kılıç hediye etme nezâketini gösterdi. Daha sonra haki­kati hâle vakıf olunca tereddütsüzce idam emrini verdi. Bu mağlubiyet bu kadarla kalmadı. Macaristan üzerinde yapılan mezalime son verdirmek üzere harekâta geçen İslâm müca-hidleri seferi başarısızlıkla bitirince, dişleri dökülmüş, tirnak-landa sökülmüş orta yaşlı bir arslana benzemeye başlamış­tık. Topraklarımızın genişliği, fert halinde sergilediğimiz kah­ramanlıkları görenler arslanhğımiza inanıyor, topluca sefere çıktığımızda umulan elde edilmiyordu. Bu mağlubiyetin he­men ardından bazı kalelerimiz elden çıktı, umulmaz bozgun düşmana cesaret verdi. Papa'nın teşvikiyle meşhur "İttifakı Mukaddes!" kuruldu. Lehistan, Venedik ve Rusya bazı dev­letler birleşip birleşip üstümüze yürümeye başlamışlardı. Ruslar bilhassa Kırım hân'lığının üzerine bütün güçleriyle eğilmişlerdi. Bu mutlaka savaş şeklinde olmayıp, çeşitli va-adler ileri sürerek, gösterdikleri menfaatlere râm ederek, Os­manlıdan ayırma metodlarını denemeye başlamaları gözden kaçmıyordu.

 

Kırım bu sebebden ikiye münkasımdı yâni ikiye bölün­müştü.     

 

               '                              '

 

4. Mehmed'in Aleyhinde Kıyam

 

 

Viyana önünde sadrıazamm hatasından olsun, kendilerinin beceriksizliklerinden olsun, münhezim olarak Edirne'ye dö­nen asker başta yeniçeriler olmak üzere, biz feci bir mağlubi­yete uğrayarak ülkeye dönerken, padişah hâla Edirne'de av peşinde koşmakta, bize böyle padişah lâzım değil sözleri bir­den bire ortada dolaşmaya başladı. Bu arada İstanbul'a va­ran asker bu talebini sadrıazama, devlet adamlarına ve ule­maya dayatmaktan çekinmediler. Hemen peşinden Ayasofya Camiinde bir toplantı akdedildi. Buradaki toplantıdan çıkan karar Sultan 4. Mehmed'in hâl edilmesi, yerine 2.  Süleyman'ı tahta geçirme kararı uygulandı. Tarih bu sırada 1099/1687yi göstermekteydi. Sultan 4. Mehmed taht'tan in­dirildikten beş yıl sonra irtihal eylemiştir.

 

 

 

Sultan 4. Mehmed'in Şahsiyeti

 

 

4. Mehmed esasasında iyi kalbli bir kimseydi. Yumuşak, şefkatli cömert olarak ömrünü geçirmiştir. Çok renkli bir sal­tanat geçirerek, nice badireler atlatmış ve uzun bir dönem padişahlık etmiştir. Üç devre ayırabileceğimiz padişahlığının birinci dönemi müthiş sıkıntılarla ve kadınların söz sahibi ol­duğu çeşit, çeşit entrikaların, isyanların, sürgünlerin kauTle-rîn yaşandığı bir dönem olmakla beraber, Köprülü Mehmed Paşa ile başlayan devire adetâ devletin yükselme devrinin en şaşaalı günlerinin hatırlandığı ve mukayeseye medar olacaK başarılar görülmüştü. Viyana bozgunundan sonra ve Kara Mustafa Paşa'nm bu bozgunun müsebbibi olarak idamı, dü­zelme imkânının yok edilmesi sonucunu vermişti. Taht'tan hâl'i, son devresinin son olayı olmuştur. Bu görüşümüzü te'yit eden bir tarihçi şunları söylemektedir: "Şehriyan müşa-rileyhin 41  sene süren ahdi saltanatları, üç devire taksim olunabilir. Birinci devre, bidayeti cüluslarından, Köprülü Mehmed   Paşa'nm   sadaretine   yâni    1058/1648den 1066/1656'ya kadar mümted olarak padişah hazretlerinin sinni sabavetlerine müsadif ve ahdi sabıkın seyyiatine, mu-karin olduğu cihetle idarei devletin en müteştet zamanların-dandır. İkinci devir, Köprülü Mehmed ve Ahmed Paşaların hengâmı sadaretleri olan 21 yıllık 1067/1657-1087/1677 zamanıdırki; Bu devrede saltanatı Osmaniye, devri Süleyma-nı Hâni'de vâsıl olduğu mertebei refi'ai şevketü mekinete av­det etmiştir. Üçüncü devre dahi evahiri saltanat Mehmed Hân olan oniki senelik zaman olup Köprülülerin ras'ı umurdan te-baidi cihetiylede o devrede devleti mütecavere ile ağır bir harbi umumiye tutuşmuş ve zayiatı mütenabeaya uğramıştır.

 

"Sultan 4. Mehmed'in en isabetli davranışlarından biride ceddi 2. Selim'in devlet idaresini Sokollu Mehmed Paşanın dirayetine ve mahir idaresine bırakması gibi, kendisi de, dev­let gemisinin idaresini Köprülülere bırakmayı tercih etmesi­dir. Baba Köprülü irtihal ettiğinde, yerine oğul Köprülü'yü getirirken, menfi olarak yapılan telkinlerin hiç birine kapıl-maması ayrıca takdire sezadır. Şunu da belirtmeden geçme­yelim ki; Sultan Mehmed'e Avcı lakabı verilmiştir. Biz bu eserde bu lakabı pek kullanmamışsakda, yok da sayamaz­dık. Sultan Mehmed, ülkenin karanlık günler yaşadığı dö­nemlerde bile av peşinde koşmakla itham olunmaktadır biz bu hususa tarihlerin söylediğinden başka bir şey ilâve etme durumunda değiliz. Ancak; bu av merakının her padişahda bulunan meraklardan olduğunu beyana cesaret edelim. Ayrı­ca Osmanlı devletinde av partileri, bir çok maksada matuf olarak tertiplenerek, başta savaş ekserzisi sayılacak hızlı at sürme, nişancılık, iz sürme gibi tatbikat safhasına girdiğini de belirtelim. Bu arada; devlet işlerinin kendi omuzlarından tamamen alındığı Köprülü Mehmed ve Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşalar devrinin kendisine sağladığı rahatlık, avcılığa fazla zaman ayırmasına fırsat verdi dersek yanlış bir şey söy­lemiş olmayız.

 

Sultan 4. Mehmed'in; Osmanlı devletinde, Kaanuni Sultan Süleyman'dan sonra, en uzun müddet taht'ta kalan, padişah olduğunu göz önüne alarak devrinde, dünyanın diğer ülkele­rinin başındakilerin kısa bir listesini vermeye çalışalım. Al­manya'da 3. Ferdinand ve 1. Leopold, Britanya yâni İngiliz-lerde 1. Şad, Olİvya Kromvel, Rişar Kromvel, 2. Şarl ve 2. Jak muasırlarıdır. Papalıkda 10. Inosan, 7. ve 9. Koleman, 10. Koleman 11. İnosan ile Rusya'da İmparator 1. Aleksi, 3. Feodor, 5. İvan, 1. Petro, İmparatoriçe Sofi ve Fransa'da ise,

 

14. Lui dünyada aynı dönemde yaşadıkları yöneticileri teşkil etmiştir. Yeni Camiin banisi olan Turhan Valide Sultan'm dini bütünlüğünü ortaya koyan şu davranışını, sayfamızı süsle­mek için belirtelim:

 

4. Mehmed'in önce Mustafa, arkasından Ahmed adı veri­len çocukları dünyaya geldikten sonra, kardeşi Süleyman ve Ahmed'i boğdurtmak düşüncesini haber alan Hatice Turhan Valide bu iki şehzadeyi hemen himayesine almış, gerek Top-kapı gerekse Edirne sarayında, bîr siyanet meleği gibi koru­yucu kanatlarında muhafazya muvaffak olmuştur. Sabetay Sevi meselesi bu padişahın döneminde vukubulmuştur. 4. Mehmed bir müslüman kadın ile yahudi gencin zina ithamıy-la yargılanıp, recm cezasına mahkum edilmelerinden dolayı, yapılan infazı seyrettiği tarih sayfalarında yer almaktadır. Ya­zısı pek güzel olmadığından bunun eksikliğini çocuklarına hat dersi aldırmakla telafiye çalışmıştır. Musiki meşgul oldu­ğu bir zevkiydi. Segah tekbirin bestekârı Mustafa İtri Dede olsun, Hafız Post olsun padişahın daima iltifatına ve hediye­lerine nail olmuş büyük sanatkârlardır. "Abdi Paşa Vekayina-mesi" bu devri en güzel anlatan bir kaynak olmakla beraber, medihnâme gibi kaleme alındığı bilinmektedir.

 

Padişah 4. Mehmed: "Gönül ne Göksuya mail ne sân yâre gider Sipahi gamdan emin olmağa hisar'e gider" Beytini söyleyen kimsedir. Hanımlarının arasında, bir şâire olan Afife hanım en sevdiği eşidir. Afife hanımı şu beyitle tasvir etmiş, gönderdiği şiirinde: "Beyazlar geydiğince bir dürri yektaya benzersin. Siyahlar geydiğince sen hemen Leylaya benzer­sin. Yeşiller geydiğince tûti güyaya benzersin. Benim hoşbu Âfifem sen güli rânaya benzersin." Bu şiiri alan Afife hanım aşağıdaki beyitle padişah kocasına mukabelede bulunmuş­tur: "Beyazlar geydiğince padişahım Ay'a benzersin. Siyah­lar geydiğince Kâbei ulya'ya benzersin. Kızıllar geydiğince

 

cevheri hamzaya benzersin.  Benim  heybetli hünkârım  he­men deryaya benzersin."

 

 

 

4. Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları

 

 

4. Mehmed'in ilk hanımı, Rabia Emetullah Gülnuş Sultan­dır. Şehzadeler bu hammındandır. Giritli Verzizzi ailesinden olan Gülnüş Sultan kadının, Girit Serdarı Deli Hüseyin Paşa tarafından Resmo fethi esnasında esir alındığı ve hanedanı âli Osmana hediye olunduğu kaynaklarda yazılıdır. 1052/1642 yılında Girit'de dünya'ya gelmiştir. Sarayda padi­şahın gönlünü çalarak başkadmefendi olmuştur. 1664'de şehzade Mustafa'yı, 1673'de Ahmed'i dünya'ya getirmiştir. 1715 senesinde vefat etmiştir. Cesedi Edirne'den İstanbul'a getirilmiştir. Üsküdar'da adını taşıyan camiin haziresine def-nedilmiştir.

 

Sultan 4. Mehmed'in 2. hanımı Gülnar kadın diye meşhur tarihçi Ahmed Refik (Altınay) iddia etmektedir. Ancak bu hanım hakkında bilgiye rastlanmamıştır. Afife Kadın hakkın­da şiirlerden başka bilgi yoktur. Şu şiiri pek manidardır. Çün­kü 4. Mehmed'in tahttan indirilmesinden sonra yazılmıştır: "Söyleyin Gülnûş'a karalar bağlasın Ah ettikçe ciğerini dağ­lasın Sultan Mehmed Şimşirlikte ağlasın Bana hayf değil mi der Sultan Mehmed" 4. Mehmed'in; altı kızı olduğunu beyan eden Alderson, ancak üç isim verebilmektedir, bunlar da Ha­tice, Fatma ve Ümmügülsüm Sultanlardır. Sultan 4. Mehmed 1099/1688'de tahttan indirildikten sonra 5 sene daha ömür sürmüş, 1693'de darı beka eylemiştir ve annesi Hatice Tur­han Valide Sultan'ın türbesine defnolunmuştur. Bu türbe Mı­sır çarşısının Sultanhamam çıkışına yakın köşesindedir.

 

 

 

Okuma Parçası:

 

 

Esfarı Osmaniye Hatıraları 1073/16621075/1664 Seferinin Vakai Esasiyesi San Gotard'da Osmanlı Ordusu

 

 

Muharriri: Mühendishanei Bern Hümayun Nazırı Erkânı Harb Ferik'i Ahmed Muhtar **** Tâb ve Naşiri Tüccarzâde İbrahim Hilmi (Çığıraçan) Kütübhanei islâmi ve askeri Tüc­carzâde İbrahim Hilmi Çığıraçan 1326/1908

 

Sultan 4. Mehmed'in saltanat döneminde, sadrazam ve serdarı ekrem Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa kumandasın­daki Osmanlı'larla Feld Mareşal Monte Kukuli'nin kumanda­sındaki Avusturya ve müttefiklerinden kurulu, müttefikler or­dusu arasında 1075/1664 senesinin muharreminin, 8. ağus­tos ayının 1. günü olan Cuma gününde meydana gelen "San Gotard Meydan Muharebesi" ile bahse konu meydan sava­şından önce ve sonra yapılan askeri harekât hakkında veri­len önemli ve esaslı bilgileri kapsamaktadır. Bu eserin mey­dana getirilmesinde başvurulan kaynaklar Osmanlı yazarları­nın eserlerinden:

 

1-  "Sahaifil Ahbar" adlı Müneccimbaşı tarihi

 

2-  Abdurrahman Şeref beyefendinin "Tarihi Devleti Osmaniyesi

 

3-  Defteri hakanı eski nazın Mustafa Paşa merhumun" Ne-tayicül Vukuat" adlı mühim eseri.

 

4-  Bu sefer sebebi ile Viyana'ya elçi olarak gönderilen Ev­liya Çelebi merhumun, seyahatnamesi.

 

5-  Tarihi Raşid

 

6-  Çenberlitaşda bulunan Köprülü kütüphanesinde mevcut "Tarihisülâlei Köprülüzâde" adı taşıyan Tarihi Hususi.

 

7-  Gülşeni Maarif isimli osmanlı tarihi.

 

8-  Fudeladan Ahmed Rıfat efendi merhumun "Lügati tari­hiye ve Coğrafya" adlı meşhur eseriyle, Kamus ül âlâm.

 

9-  Osmanlı askeri yazarlarından miralay Tahir bey merhu­mun "Müellifatı Askeriyye Tetkikatı" adlı eseri.

 

10-  Tarihi Cevdet, Fezlekei Tarihi Osmani, Sicilli Osmani, ile daha bir çok tarih eserleri.         ....

 

Ecnebi Yazarların,eserlerinden:      ,         ,

 

1  Vortenburg erkânı harbiyei umumiyesi miralaylarından, İsveç askeri üniversitesi azasından meşhur, Kauzler'in 1847 senesindebasılan ve Ezminei kadime yâni geçmiş zamanlar­daki, kurunu vusta ve ezminei cedid, yâni orta çağ ve yakın dönemdeki savaşların bahsini eden büyük atlaslı meşhur eseri.

 

2  Avusturya ve müttefikleri ordusunun başkumandanı Monte Kukuli'nin 1760 yılında, Amsterdam şehrinde basılan "Memovar dö Montekukuli" adlı meşhur eseri.

 

3  1683 senesinde "Viyana Önünde Osmanlılar" adıyla, 1883 senesinde Prah ve Layipzih şehirlerinde yayımlanan ve "Kari Lovazel" tarafından yazılmış mühim eser.

 

4  Almanyalı Wilhe!m Totebum adlı bir zatın 1887'de Ber-linde yayımlanan "Monte Kukuli ve Sen Gotard Masalı" eser.

 

5  Hammer ve Joannen adlı zatların Osmanlı tarihleri, ve­saire. Montekukuli, Avusturya devletinin fransa ile yaptığı harpte, bilhassa 1675 senesinde fransızların meşhur mareşa­li, Toren'e karşı yapmış olduğu savaşlarda, Avusturya ordu­suna tam bir ustalıkla komuta etmiştir. Son seferden sonra Lins şehrine çekilerek ömrünün geri kalan kısmını askerlik hatıralarını yazmakla geçirmiştir. Esere ve yazdıklarına dair geniş malumat almayı arzu edenlere, meşhur askeri yazarla­rımızdan merhum Mehmed Tahir beyefendinin "Müellifatı As­keriye Tedkikatı" adlı askeri eserler arasında, nefâsetiyle te­mayüz eden kitaba müracaat edebilirler. Montekukuli'nin San Gotar savaşına ait bilgileri ihtiva eden "Memovar"ında Montekukuli'nin bir resmi bulunup, alt yazısında Meclisi Harp reisi, Tophane müşiri, Raab Valisi ve asakiri imparatoriye başkumandanı olarak unvanları yer almaktadır. Tovassun Şövalyeliği, unvanları arasındadır, ne eriştiler. Ne kadar uzun olsa, bin sene bile yaşanılmış bulunulsa, yine bir sonu olan ömür uzunluğunu, şehadet rütbesine, namus ve sadakat ka­idesine feda etmediler. Askerlik dünyası; şu San Gotard fe­dakârlarını ilelebed, şanla şereflerle yâd edecektir. Bütün is­lâm âlemi ve Osmanlılar ruhupâkilerine bundan sonraki her gün kıyamete kadar, saygılar sunarak rahmetler dileyecek­lerdir.  (Rahmetullahi aleyhim ecmain) Almanların erkânı harplerinden meşhur Kauzler'in; yapılan savaşın meydana gelmesinden evvelki vaziyetler hakkındaki beyanları içinde yer alan, aşağıya alacağımız bölümü pek dikkat çekicidir. İş­te: "Nehrin geçid noktası yakınlarında vaziyet almış Osmanlı bataryaları alafranga saatle, sabahın dokuzunda ateşe başla­dılar. Bunlar ateş ettikleri sırada, Bosnalı İsmail Paşayı em­rinde bulunan, üçbin sipahi ve yine üçbin yeniçeri ile Raab nehrini geçit mahallinden karşıya geçmiş görüyoruz. İmpara­torluk   askerlerinin ileri karakolları Osmanlılar tarafından mahv ve perişan edildi. Avusturyalı Naseslo ve Kiyel Manes-kiğe adlı komutanlar idaresindeki piyade alayları ile Şemiyet komutasındaki zırhlı süvari alayı, yazdığımız ileri karakolların imdadına koşmuşlarsa da, bunlarda Osmanlıların perişan et­tikleri arasına katıldılar. Yeniçeriler; Mükeksedorf köyünü iş­gal ederek o bölgede siperler kazarak usulen bu metrislere girdiler. Sipahiler dahi imparatorluk askerinin ordugâhına kadar girip, tesirlerini göstererek, orada bulunan imparatorluk askerlerinin çeşitli yönlere firarına sebeb olmuşlardı. Bosnalı İsmail Paşanın düşman ordugâhına yaptığı tam başarı sayı­lan hareketi gerçekleştirdiği sırada, Osmanlı ordusunun ta­mamı nehrin sağ tarafındaki tepeler üzerinde bulunan kendi ordugâhlarından çıkarak nehrin sahili boyunca doğru inişe geçti. İşte bu sırada sadrazam büyük bir hata işledi ki, bu ha­tası şu idi: düşman ordusunun bölünmüş cenahlarını <yâni sağ ve sol yanlarını> hiç bir şekilde işgal etmemek ve Raab nehrinide geçmiş bulunan askeri birliğe, yeterli sürat ve ace­le ile yapılmasını gerektiren yardımı sevketmemiş olmaktır.

 

"Montekukuli'nin geçmişteki beyanından, hakikati aynen ortaya koymadığı <yâni geçit hareketinin-bir adam tarafın­dan yapılan hatalardan dolayı değil, belki Osmanlıların fenni askeri kaidelerine uygun olarak ve gayet ustaca, cesurane hareketi sayesinde muvaffakiyet elde edilmiş bulunduğu, bu hareketten sonra Avusturya ve müttefikleri kuvvetlerinin müthiş bir baskına maruz kaldığı>

 

Kauzler'in yazılı beyanından iyice ortaya çıkıyor Avustur­yalılar ve müttefiklerinin, baskına uğradığını Montekukuli de, tasdik edip, itiraf eylemektedir. Bu baskının verdiği neticeyle; Avusturya ve ortağı devletler ordusunun içine düşmüş bu­lunduğu perişanlık, Montekukuli'ninde itirafları arasındadır. Önceden olsun, sonradan olsun anlatılardan anlaşılacağı üzere bu baskın, bütün müttefikler ordusunun, kafi bir hezi­mete uğradığı şeklinde telakki ettirmiştir. Herkes, adetâ başı­nın çaresini aramağa başlamış, şu bir avuç Osmanlı bahadır­larının, yüzbin kişiyi aşan Avusturya ve müttefikleri birlikleri­nin içine dalıvererek rast geldiklerini kılıç ve mızrak darbeleri ile yere sererek, düşman ordugâhımda çiğneyerek herkesin kalbine korku ve endişe saçtıkları, Montekukuli'nin itirafıyla doğrulandığı gibi, yedi saat süren bu müthiş an Osmanlının zaferi kazanmasına ramak kaldığını gösterir. Eğer; kesin za­fer elde edilmiş olunsaydı, pek şanlı olan ilk muzafferiyetin arkası getirilebilmiş olsaydı, düşman ordusu tamamen esir veya artık herhangi bir harekete mecali kalmayacak şekilde hareketsizliğinden yok edileceklerdi. Böylece de, padişahın ordusu önünde hiç bir engel kalmadiğından, doğruca Viyana şehrini muhasara altına alacaktı. Böylece daha sonra 1093/1682'de sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşanın komutasındaki kuvvetin Viyana'ya şevkinin, 2. Viyana ku­şatması adıyla anılması ondokuz sene evvel başlamış ola­caktı. Daha ileri safhalarda verilecek, tafsilattan anlaşılacak­taki; Montekukuli'nin dediği gibi sonunda kesin zafer, düş­man (Osmanlı) tarafında kalmamış ve şu kadar ki, Raab nehrinin tasmasıyla nehrin karşı sahilindeki Osmanlı askeri­ne yardıma koşulamadığından yalnız oradaki askerimiz mec­buren perişan olmuştur. Avusturya ve müttefikleri ordusunun tamamının mahv olup çökmesinden Raab kalesinin zaptına dair esas maksat gerçekleşememişti. Böylece nehri başka bir tarafdan geçerek, düşman üzerine hücum için sadraza­mın ordusu bu vakadan sonra nehrin akışı istikametinde sağ sahil boyunca yeniden askere çıkış harekâtına başlamış ise de, işin sonunda devleti âliye lehine olarak yapılan sulh ant­laşması harbin nihayet bulduğunu ilân etmiştir. Şu halde Montekukuli'nin, güya büyük bir meydan savaşı kazanmış gibi yazmış olduğu eserine hodbince satılmış yazılar karala­ması garib sayılacak şeylerden değilmidîr? Gelecek sayfa ve satırlarda bu hususata ait bir çok hakikati efkârı umumi-yenin tetkik nazarlarına sunacağız. Montekukuli; bahse konu muharebenin tafsilatı hakkında bilgiverirken demekteki; "..Bu esnada sadrazam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa, neh­rin bizim bulunduğumuz tarafına asker geçirmekten bir an geri kalmıyordu. Buna bağlı olarak Osmanlının bütün kuvvetlerinin bu mahalde toplanmakta olduğunu gördüğümde ve bizi o kuvvetlerle eşitlik bakımından mukayese edersek vaziyetinde aleyhimize olduğunu müşahede ettiğimden ya­nımda bulunan Markidö Maşlo'yu, sol cenahda bulunan Fransızların kumandanı Markidö Kolonyi'ye çabucak gitme­sini verdiğimiz karar mucibince bize yardıma davranmaları­nın, zamanının gelmiş olduğunu söylemesini ve bu yardımını ise pek acil şekilde yapmasını rica ettiğimi bildirmesini ten-bihledim. Kolonyi; bazı müşkülatlar ileri sürdüysede, tahmi­nen bin kişi kuvvetinde, iki tabur ve tamamı altıyüz atlı süva­ri olan dört bölüğü gönderdi.

 

Gelen piyade taburları, Foyyad'ın süvari bölükleri ise Bu-veze'nin komutasında idiler. Bu kumandanlar ise emir ve ko­mutamıza girmek ve ilettiğimiz, emirleri almış olduklarını, yüksek sesle emir tekrarı yaparak bildirmek ve büyük cesa­retle yerine getirmeye pek büyük gayret göstermişlerdir.

 

(*) Bizim kuvvetlerimiz; işte ancak Fransızların ve diğer müttefiklerin, Şiplık ve Piyo komutasındaki piyade ve Ra-paksi komutasındaki, süvari alaylarından meydana gelmiş kuvvetlerin yardımıyla meydanı harbde sayımız çoğalmış bulunduğundan, işlerin azar, azar lehimize sayılacak güzellik­lere dönüştüğü görüldü. Ne var ki Osmanlılar da, bulunduk­ları yerde kurmaya başladıkları mevki müstahkemler saye­sinde kendilerini sağlama almağa koyulmuşlardı. Öte yan­dan Osmanlının büyük bir süvari kolu, yarım fersah yukarıda nehri geçti. Öbüryandan da bir takım Osmanlıya ait asker daha aşağıda Sen Gotard köyü yakınlarında nehri geçmek teşebbüsüne başlıyordu. Eğer Osmanlıların bahse konu ha­reketleri başarıyla sonuçlansaydı ordumuz tamamen bir ku­şatmaya maruz kalmış olacak böylecede zafer Osmanlılar ta­rafında kalacak idi.

 

 (*) Sen Gotard savaşına iştirak eden ve çoğunluğunu, sü­vari şövalyelerin teşkil ettiği fransız askerînin bıyık ve sakal­ları traş edilmiş ve eski usulleri gereği, saçları kadın gibi uza­tılarak enselerinden aşağı salıverdiklerinden dolayı sadraza­mın bunları kadın zannetmesinden ve böyle savaş girmiş ol­malarını ve davranışlarını gördüğünde hayrette kalırken, bu fransız şövalyelerinin üzerlerine atılan osmanlı askerini bir­birlerine, "öldür öldür" feryatlarıyla coştururken, buna ilave­tende savaşı başarılı bir tarzda sürdürmelerini gördüğünde, bu hayreti şaşkınlığa kadar varmış idi. Çünkü bunların kadın olduğunu sanmaktaydı. Avrupalı bazı yazarlar sadrıazamın bu şaşkınlığını eserlerine almış bulunmaktadırlar. Monteku-kuli yukarıda saydığımız tehlikeli hareketi ifadeden sonra, bu hareketi zafere çevirmek için aşağıdakileri yapmamın gerek­tiğini anladım demekte. Bütün ihtiyat askerinin geride bulu­nanı ve Şiparuk alayları, nehrin üst tarafına ait bölümü mü­dafaaya koştular. Müttefik ve fransız askerleri nehrin akışına doğru atılıp, düşmanı (Osmanlıları) durdurup, nehri geçmek­ten menetmeye muvaffak oldular.

 

Anlatılanlara dayalıdırki; savaş nizamının merkezi, harbi hâl ve fasl eyleyecek duruma cilvegâh olmuş ve o an, büyük bir önem kazanmıştı. Burada bir an bile zaman kaybı olma­malıydı. Çünkü; böyle bir yerde ve vaziyette tereddüd içinde kalınırsa, Osmanlılar buradaki mevkilerinde kendilerini kuv­vetlendirme, sağlamlaştırmaya vakit bulacaklardı. Harb mevkiinin yerini ve faydalı taraflarını, düşman askerinin (os­manlı askerinin) düzenini bizzat kendim yeniden tahkikle keşfe giriştim. Bunu tamamladıktan sonra diğer arkadaşla­rında, istikşafatta bulundurduktan sonra diğer generaller ile birlikte saldırıya geçmek üzere tertibat yapma karan aldım. Bu arada bazı zevatın çekilmek fikrinde olduklarını, başka bir takımınında daha evvelce ordugâhı terk etmiş olduklarını vede birtakımının da yine ricat fikriyle dolu olduğunu gördü­ğümden vücudumuzu kurtarmak için, cesaretimizi kolumu­zun kuvvetini kullanmaktan başka çare kalmadığım, bu ba­kımdan bütün gücümüzle düşmana saldırmamız ve mağlup etmek için, en son gayretimizin dahi gösterilmesinin gerekti­ğini söyledim. Galibiyeti elde edemediğimiz takdirde meta­netle ölümü seçmemiz icab ettiğini, yahud zafer veyahudda canımızdan vazgeçmemiz icab ettiğini bunu yapabilmek içinde cesur olmanın kâfi geleceğini beyan ettim. Yukarıda ifade ettiklerimi tamamladıktan sonra bir anda her cihetden düşmanın üzerine atıldık. Aynı yerde bulunan düşmanın deh­şet verici tarzda attıkları, nâra ve sayhalarından ve onlara karşı kullandığımız ateşli silahlar ve çeşitli topların husuie getirdiği seslerin meydana gelmesinden, gökleri sarsıcak bü­yüklükteki şamata içinde savaşmağa başladık. İmparatorluk askeri alaylarından Şepik; Piyo, Tasso, Loren, Şinadav, Rap-pak alayları sağda ve imparatorluk askeri ve bilhassa Şuab dairesi askeri ortada, fransız askeri solda bulunuyorlardı. Bahse konu askerin hepsi bir kavis şeklinde yürüyerek düş­man kuvvetlerinin kuşatılmasını cepheden ve yan taraflardan hızla yürüyerek gerçekleştirdiler. (Meydan savaşının Viyana'da basılmış bir eserden alınan resmin gösterdiğine dikkat edilmesi) İki hasım arasında meydana gelen müthiş kapışma neticesinde istihkâmlar inşa ederek yerleşmiş oldukları arazi­yi terk etmeğe, bunla da iktifa edilmeyip, gayri muntazam şekilde geri çekilme hatta kendilerini nehre atmağa mecbur oldular. Bu vaziyet öyle bir karmaşa, korku ve dehşet halin­de vukua geldi ki oskerin pek dar bir geçid içinde sıkışarak birbiriyle çarpışmağa, birbirlerini itip kakmağa mecburiyetle­rinden dolayı> göğüs göğüse savaştan canını kurtarabilen ne çare nehir içinde boğuldu. General Şiparuk ise, düşman <osmanlı> süvarisine meydan okuyarak, büyük bir savaşın kanlı sahnesini yaşadı, üst tarafda ise, düşman süvari askerleri ise, Hırvatlar ile imparatorluk askerlerinden Dragon süvarile­ri tarafından mağlub edilmiştir. Nehrin karşı yakasında mev­ki tutmuş bulunan düşman topçusu; tüfenkli askerimiz tara­fından, arkası kesilmiyen bir atışa mâruz bırakılarak topları­nın başından ayrılma fiilini işleme vaziyetine düşürüldüler. Bizim askerin bazıları sahilin karşısına yüzerek geçtiler. Bu­radaki topların bazılarını çivilediler, bir kısmını da nehre yu­varladılar. Daha sonra da, nehire dökülen toplarda çıkartılıp ordugâha getirildi. "Yukarıya almış olduğumuz Montekuku-li'ye ait ifadeden sadrıazamın karşı sahile asker şevkinden bir an bile geri durmadığını bununla birlikte Osmanlı kuvvet­lerinin tamamının burada buluştuğunu, buna bağlı olarak da kuvvetler arasında eşitlik kalmadığını, sol cenahdaki fransız -ların kumandanı olan Kolliniden yardım taleb etmeye mec­bur kaldığını, itiraf ettiğini anlamış oluyoruz. Bir takım adi davranışları, Montekukuli gibi büyük bir asker ve komutanın ağzından işitmek, doğrusu insanı hayretlere garkediyor. Ba­kınız koskoca mareşal, bilinen eserinin başka bir bölümün­de, kendi söylediklerini yine kendi ifadeleriyle nasıl yaralıyor. "Suların azgınlığından Raab nehri o kadar kabarmıştı ki sa­vaşın ertesi günü nehrin kenarında bulunan karakollarımızı, geri çekmeğe mecbur olduk. Bundan başka Osmanlıların sa­vaşa seyirci gibi bakmış'otuz bin atlısının*tamamen dinç olarak savaşa hazır bulunması... Takibin yapılamamasına asli sebeb gibiymiş şeklinde gösterilebiliyor." Şu ifadesiyle Montekukuli; otuzbin Osmanlının harbe hiç girmemiş oldu­ğunu itiraf ederse, neticesinde kazandığı galebenin, zaferin temini İçin Osmanlının bütün kuvvetinin bir araya gelmiş ol­ması nasıl mümkün oluyor. Bütün anlatılanlardan anlaşıldığı­na göre, çoğu gerek ecnebi, gerekse yerli tarihlerde gösteril­diği üzere Montekukuli'ninde nehrin ortasında, kendileriyle harbe giriştiği askerin, Osmanlı askerinin tamamı olmayıp, bu ordununun mahdut bir kısmıdır. Yâni; Avusturya ordusu­nu ansızın basan ilk Osmanlı taarruz birliği ile onları kuvvet­lendirmek için sadrazamın fezeyan yâni; suların kabarmasın­dan önceki ana kadar, karşıya geçirebildiği sayısı belli bir miktar asker, tahminen orduyu hümayunun sekizde/birini teşkil etmektedir. Tarihçilerin çok büyük bir bölümünün ka­naati bu muharebede Avusturya ordusu ve müttefik devletle­rin gücünün tamamı yüzbin kişiyi aşmaktaydı, buna karşılık-da Osmanlı kuvvetlerinin tamamı seksenbin civarında idi. Nehri taşıran su feyezanına kadar bu kuvvetin ancak onbin kişilik kuvveti karşı sahile çıkarılabilmişti. Böylece nehrin su­ları kabarınca imdadına koşulması gereken Osmanlı kuvveti, onbin kişiydi. Bu askerin imdadına gidemeyen Osmanlı kuv­vetleri katliamın ancak seyrine bakma durumunda kalırken, mareşal Montekukuli bu kuvvetin onbin kişi olduğunu gör­mezden gelerek, beyanında kuvvetlerin eşitsizliği münasebe­tiyle, fransızlardan yardım isteme mecburiyetinde kaldım de­mesi, gülünecek hâldir!

 

Nehrin öte tarafında, avusturya kuvvetlen ve de müttefik­leri ile başbaşa kalmış onbin kişi civarındaki Osmanlı birliği, aradaki aleyhlerine olan korkunç güç ve sayı farkına rağmen cesaretle, soğukkanlılıkla çarpışıyorlardı. Kifayetsiz kuvvet ve sayıca az olmalarına rağmen, osmanh birliği muzafferiye-te nail olmak şansına erecekti nerdeyse. Ancak; geriden gel­mesi gereken takviye, nehrin sularının kabarması yüzünden mümkün olmayınca bulundukları mevkii düşmana verme­mek için, olanca güçleri ile savaşmaya koyuldular. Bu duru­ma bağh olarak, Montekukuli bu fırsattan istifade ederek, ce-' nahlardaki bütün kuvvetleri merkeze topladı ve kendi kuv­vetlerinin binde birini teşkil etmeyen Osmanlı üstüne saldırdı ve hududu belli bir muvaffakiyet kazandı. Yukarıda söylediğîmiz gibi, onbin osmanh askeri nehrin öbürtarafında, çok büyük kuvvetler karşısında katliama tâbi tutulmaktayken ge­ri kalan ve kuvvetin büyük kısmını teşkil edenler seyretme durumunda kalmıştı. Buradaki kuvvet otuzbin kişi olmayıp, adetâ Osmanlı kuvvetlerinin çok büyükçe kısmını teşkil et­mekteydi. Osmanh birlikleri nehrin sularının kabarmasından pek az önce düşmanın sağ ve sol cenahlarına saldırıya geç­mişse de, daha erken yapılması ve merkezle birlikte yapıl­ması gerekirken, yapılan tehir, nehrin kabarması sonucuna denk gelince başarı elde etmek kabil olmamıştır. Buna bağh olarak, düşmanın sağ vede sol cenahları serbest kaldığından Montekukuli bu serbestlikte merkeze, yeterli kuvvet çekebil­me şansını bulmuş ve kullanmıştır. Geçde olsa avusturya kuvvetlerinin sağ ve sol saflarına karşı hücumla vazifelenen osmanh yan kollan, Montekukuli'nin dediği gibi, Osmanlılar kendilerine karşı koyan gücün kuvvetlice mukavemetinden değil, taşmış bulunan nehrin karşı yakasına geçemediklerin­den bir şey yapmağa muvaffak olamamışlardır. Yine Monte­kukuli'nin dediği gibi; bu cenahlardan birinde Osmanlı güç­leri başarılı olsaydı, avusturya ordusunun kalabalık bir süvari kuvveti ile arkası alınmış olacak, bu süvari gücü hasebiyle avusturya ve müttefiklerinin tamamı arkalarını feyezan halin­deki Raab nehrine vermeye mecbur kalarak, Osmanlı mer­kez hücum kolu ile cenah kuvvetlerinin arasında kalarak ya tamamen mahvolacak ya da, terki silah etmeğe mecbur ka­lacaktı. Ne çareki; takdiri İlâhi böyle tecelli etmiş, Raab neh-rininde suları kabarmış, Osmanh askerlerinin istihsal edeceği bir zafer tahakkuk etmemiş oldu. Montekukuli'nin uzun uzun anlatmaya çalıştığı, aldığını söylediği harb tertibatına bakar­sak, bu ifadelerinde takdiri hakkettiği söylenebilir. Ancak; kendi kendine meydana gelen su kabarmasının husule getir­diği fırsattan istifade ederek, tabiyatiyle yapması gerekeni tatbik etmeyi anlatırken gösterdiği mübalağa inkâr ediimez şekilde kendini sergiliyor. Karşısında pek zayıf bir güçle dire­nen düşmana karşı, çok üstün bir kuvvetle elde edilen galibi­yette hele talihin az görülür derecedeki büyük yardımı saye­sinde gösterilen muvaffakiyete bir büyük kumandanın bu ka­dar sevinmesi ve büyük bir şeref duymaması icab eder.

 

Montekukuli'nin bu savaştaki başarısını mübalağalı yersiz­ce övünmesi, savaş erbabının ciddiyetiyle tanınmış kimseleri arasında takdire mazhar oİamaz. Mareşal Montekukuli sava­şın nihayetinde, kendisinin askerlerinden bazılarının nehri yüzerek geçtiğini ve Osmanlıların bırakmış olduğu topların bir kısmını çivilediklerini, bir kısmını da nehire yuvarladıkla­rını, bilahire sudan çıkarılıp karargâhlarına getirdiklerini söy­lüyor. Şimdi kendisiyle savaşmakta olanlar mağlup edilmiş­ler, yazılan toplan da bırakıp gitmişler İdi. Geçit yerinin elleri­ne geçmesi ve Osmanlıların burada kurduğu muhakkak olan vede mareşalin ifadesinin tamamına bakarak hâlâ mevcud bulunması icab eden köprüden galib olarak geçerek bahse konu toplan ele geçirerek ordugâhlarına nakletmelerini ge­rektirirdi. Askerlerin bazılarının nehri yüzerek geçip, topların bazılarını çivilemesi ve bazılarımda nehre yuvarlamasına hiç lüzum yoktu. Montekukuli'nin bu ifadesiylede ortaya çık­maktaki, Raab nehri askerin geçişine müsaade etmeyecek tarzda taşmış, üstündeki köprüyüde alıp götürmüş, buna bağlı olarak da, suyun öbür tarafına geçmiş bulunan Osman­lı askeri lâzım gelecek yardımı alamamış, kendisinden on mislinden fazla sayıdaki düşman kuvvetine mağlup olmuş­tur. Mareşal Montekukuli; savaşın safahatı ve neticesine sözü getirerek diyorki: "Bahse konu savaş pek kanlı ve inatla so­nu belirleyecek açıklıktan uzak tarzda cereyan ediyordu. Av­rupa saati İle sabahın dokuzundan önce başlayıp, akşam üs­tü onaltıya kadar devam etmiştir. Her iki taraftan bir hayli insan ölmüşsede ve bir çokda yaralı varsada, osmanlı tarafının kaybı dahada ziyade idi. Osmanlılar meydana gelen bu sa-vaşda yardımcı askerlerini değil, belki en savaşçı, en cesur, kahramanlığı ile temayüz etmiş seçme askerlerini, dünyaca meşhur yeniçeri ile arnavut askerleriyle, sipahilerini yâni Os­manlı devletinin kılıçla kalkanı sayılan, İstanbul'un en birinci bahadır yiğitlerini zayi ettiler. Tarih sayfalarında misaline pek ender rastlanır ki böyle, büyük bir kavga ve cenk ile kuvvet­lerinin hepsinide biryere toplamış büyük bir ordunun sahra­da, yukarıdan beri anlattığımız şekilde perişan edilmesine rastlanmış değildir. Yapılan bu savaşda düşmandan (Osman­lıdan) bir çok sancak vede bayraklar ele geçirildi. Ayrıca çe­şit çeşit altun ve gümüşden, beygir takınılanda ele geçti. Ni­ce sanat eseri kılıçlarla, para ve pek kıymetli taşlar, velhasıl külliyetli miktarda ganimetin sahibi olduk. Savaştan sonra bir hayli zaman geçmesine rağmen, mezkûr nehrin dibinden nice kıymetlere hâiz ganimet çıkarılmaya devam olunmak­taydı. Suyun üstünde yüzen cesetlerde, çengelle kenara çe­kilenlerde de bu kıymetli ganimetlerden bulunuyordu. Bu sa­vaşda tecrübe bakımından yetersiz olan yeni askeri merkeze koymak, kendilerine daha fazla emniyet ve itimat edilmekte bulunulan kıdemli askerin yan bölgelere konma suretiyle ta­biye olunması bu üzücü neticeyi davete sebeb olmuştur.

 

Bilhassa düşman yalnız merkeze hücum etmeyip, cenah­lara da hücum etmiş, Raab nehrini merkeze karşı bir yerde geçmiş bulunduğundan askerlerimizin burada bulunan az bir bölümü, eğer etraf ve yanlardan gelen yardımlarla takviyesi sağlanmasaydi, ordunun tamamı Osmanlıların, biraz büyük­çe kuvveti tarafınca ricata mecbur bırakılsaydı büsbütün ku-şatılacaktı. Yanı vede arkası alınarak feci bir mağlubiyete du­çar edilecekti. Böyle durumlarda askerin azlık olmalarından doğan eksiklikleri, cesaretle ikmal ile bertaraf etmeleri mutlakı lâzım edendir. Arzu edilen bu çeşit hassa tecrübesiz as­kerde değil, belki değeri ve kıymeti denenmiş tecrübeli ve muntazam askerde bulunacağı aşikârdır. Bundan başka bi­zim yaptığımız gibi merkezi kendisinin yakın ve bitişiğinde bulunan cenahların yardımıyla takviye edip himayeye almak kolay ise de, aradaki mesafe büyüdükçe bir uçdaki asker ile taa diğer uçdaki askerin koruma altında bulundurulamaya-cağı herkesçe kabul edilir. Anlattıklarımızla görülürki; mey­dan savaşı yinede kaybedilme tehlikesine maruz idi. Süku­netle incelersek görülecektirki, müttefik askerler meydana gelen çeşitli karışıklık ve perişanlık yüzünden, bozulduktan sonra dahi ölmeyi yaşamaya tercih eden, asla minnet ve âmâna düşmeyen yeniçerilerle, arnavutlann cesaret ve kah­ramanlıklarının ve metanetlerinin yüksekliği, denizlerde gö­rülen med ve cezir olayı gibi zaman zaman askerimizin geri­lemesini, vakit vakitte kendilerinin geriye çekilmesi bundan dolayı savaşın uzun bir zamanının meşkûk kalması, barutun bitmeğe yüz tutması gibi hususlar savaşın kaybedilmesine dair ikna edici delillerin başhcalanndandır. " Avusturya ve müttefikleri ordusunun başkumandanı olan Montekukuli'nin anlattıklarına göre: sabahın dokuzundan akşam üstüonaltı'ya kadar yedi saat sürmüştür. Alman erkânı harp miralayların­dan meşhur Kauzler; yedi saat süren bu savaşta müttefiklere ait kuvvetlerin bir hayli ölü (60 subay, 2000 asker) verdiğini, karşı ordununda 6 bin ölü, 8 binde Raab nehrinin sularında boğulduğunu ifade ediyor isede, Osmanlı tarihçilerine göre bizim zayiatımız ordunun tamamına nisbetle pek az olup, avusturya, müttefik ordusunun zayiatı ise, Osmanlılardan bir kaç misli ziyadedir. Savaş alanı ve bilhassa harb nizamının merkezi sayılan Mükeksedorf köyü yakınları müttefikler or-\ duşu mensubu askerlerin (eşleriyle dolmuştur. Montekuku- \ li'nin, Sen Gotard savaşı hakkında yukarıda kaydettiğimiz^ sözlerinden olan Osmanlıların en seçme askerlerini telef e -tiklerine dair ifadeleri, pek mübalağa sayılsa yeridir. Monte­kukuli'nin bu ifadesi kendisini büyüklük kompleksine kaptır­dığını ortaya koymaktadır. Çünkü; ordusunun tamamının 80binkişi olduğu ve bu kuvvetin lObin kişisi nehri geçmiş ve Montekukuli kuvvetleriyle çarpışmıştır. Yetmiş bin kişinin bil-fiilsavaşa girmediği noktada, seçme askerin kaybedilmesi olayı nasıl mümkün olabilir? Montekukuli, hakikati söyleme yolunu tercihi şu ifadeyle gerçekleşebilirdi: "Bu savaşda Os­manlılar seçkin askerlerinden olan yeniçeri ve sipahilerin az bir kısmını kaybetti" Mareşal Montekukuli'nin Osmanlıları ta­mamen bozduğuna ve büyük bir zafer kazandığına dair ifa­delerde bulunması, şaşılacak şey olmayıp, ancak gülünecek bir haldir. Bu kumandanın anlatmaya çalıştığımız hududu belli başarısını, tarihlerde ve bilhassa Avusturya tarih kitap­larında, hassaten de kendisinin kaleme almış olduğu "Me-movar"ında tarif edilmez büyüklükte gösterdiğini müşahede eden hakikat sever zevattan, almanyah Wilhelm Notebom adlı zat: "Montekukuli ve Sen Gotard Masalı" adını verdiği bir eser kaleme almıştır. Bahse konu eserde Montekukuli'nin te­sir ve rolünün tarihçiler tarafından büyütülmüş olduğunu ik­na edici delillerle ortaya koyduğu rahatça görülür. Bu eser 1887 senesinde Berlin'de tâb olunmuştur. Bay Wilhelm bu çalışmasını yaparken bahse konu savaş hakkında yayımla­nan bütün kaynaklara bakmış, risale haline getirilmemiş nice hatırat ve layihalarıda taramıştır. Hâttâ h. 1153/m. 1740 se­nelerinde ülkemizdeki basılmış tarih kitaplarından olan "Râ-şid Tarihi"ne de müracaat etmiştir. Bütün bu tetkiklerden sonra bu alman muharrir, yapmış olduğu eserde, iki asırdır avrupayı ve avrupalıları pek büyük bir zaferin sahibiymiş gibi adeta aldatmış olan Montekukuli'yi bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. Herhalde bu Montekukuli'nin, kazanıldığın­dan bahsettiği parlak zaferin çeşitli ganimet mallarının kıy­metinin de mübalağa edilmiş olduğunu kabul gerekir. Montekukuli, tecrübesi yetersiz askeri yalnız merkeze koymakla yaptığı hatayı itiraf ediyor. Yaptığı bu hata ile birlikte, yapıl­masına, pek geç başlanan ve suyun taşması sebebiyle başa-çıkılamayan hücumlarından birinde başarılı olunduğu takdir­de, kendi ordusunun başına geleceği gayet tabii olan felâketi pekgüzel görüp tetkik ediyor. Ayrıca cenahlar ile merkez arasındaki büyük açıklığı, kendisinin yaptığı gibi cenahlarda-ki askerle merkezi korumak her dem mümkün olmayacağını düşünebiliyor. Meydan savaşının neredeyse kaybetme tehli­kesi bulunduğunu göstererek, hududu belli başarısının bile kendisine pek pahallıya oturacağını dolaysıyla gösteriyor. Hele Osmanlı askerinin kahramanca ve usanmaz bir iman ve inançla yaptığı savletleri, din ve devlet uğruna ölmeği, yaşa­mağa tercih ettiklerini tasdik ve ifade ederek, her zaman ifti­har ettiğimiz ecdadımızdan bize hatıra sunmuş oluyor. Mon-tekukuli; düşmanın takibi üzerine sözü getirip diyorki: Bozul­muş ve korkuya dalmış ve dehşete düşmüş olan düşmanın takibiyle zaferden büsbütün istifade etmek akla gelmemiş değildi. Hatta Kartaz (Kartaca) ordusunun başkumandanı Anibal'e bu hususda isnad edilen ayıp ve kusur bile bu sıra­da, iyice düşüncemizi sarmıştı. Fakat gelecekteki korku en­gel teşkil etmiştir. Düşmanı takip etmek için geçilmesi gere­ken nehrin suları savaşın sona ermesiyle başlayan fezeyan-dan dolayı o kadar yükselmiştiki, nehrin kenarında bulunan karakollarımızı dahi ertesi günü çekmeğe mecbur olduk. Bir de; düşmanın savaşa seyirci gibi bakma durumunda kalmış olan otuzbin atlısının son derece dinç ve savaşa hazır durum­da olması, son hücumda ise ekmek ve cephanenin tamamen tükenmiş olması, askerin önemli miktarda azalması, yorul­muş bulunması hatta konması şart olan karakolların bile as­ker azlığından dolayı konulamaz hale gelmesi, bu takibin ya­pılamamasının esas sebebi olarak gösteriliyor. Bundan da başka düşman; kendi ordugâhını kaldırmayıp, ağustosun beşinci ve altıncı gününe kadar yalnız sıkıştırmak, takviye yap­mak ile yetini vermişti" Montekukuli büyük bir meydan mu­harebesini kazanmış olduğuna herkesi inandırmış bulundu­ğuna kanaat getirdikten sonra, alelusul yapılması icab eden bîr takibden bahsederek, Aniballerden filânlardan, misal ge­tirdikten sonra takibi yapamamasının sebebi hususunda be­yanda bulunmaya çalışıyor. Bir büyük meydan muharebesi kazanılmışım ki takip mümkün olsun?. Osmanlı kuvvetleri bütün kuvvetinin ancak sekizde birini kaybetmekle birlikte faal durumunda, mükemmel nizamında kalarak, dehşet ve iktidarını sergilemekte ve düşmanı tepelemek için, hâla fırsat gözleyerek savaşıp darbe vurmaktan asla aciz değildi. Bu­lunduğu yerde bütün korku salan heybetiyle beş gün kalmış, harekete başlamamış idi. Bu vaziyette galib olarak geçin­mekte olan Montekukuli mağluplardan çok, çöküşe ve peri­şanlığa düşmüş olduğunu beyan ettiğinden dağınık ordusuy­la Osmanlıları takip işini nasıl yapacaktı? Montekukuli, sava­şı anlatırken kendisinin zaferini iyice parlak göstermek için, düzmece bir plân icad etmiştirki, o dahi Raab nehri sularının güya savaşı bekleyip de takibe mâni olmağa savaş biter bit­mez suların kabarmasının başlamış olmasıdır! Fesübhanal-lah!

 

Koca Montekukuli, herkesin gördüğü, osmanlı tarihçileri­nin tamamının meydana koyduğu koca bir hakikati <yâni savaşın cereyanı sırasında, nehrin birdenbire taşarak karşı sahildeki osmanlı askerine artık imdada gidilememiş oldu­ğundan mecburen o askerler yenilmiştir. Şimdi böyle açık bir hakikati nasıl saklamaya cesaret edebiliyor? Ancak roman­larda rastlanan, garib tesadüfler Sen Gotarda da kendini gös­terdi! Ecnebi tarihçi ve yazarlar ile osmanlı müverrihleride acaba savaş yapılma esnasında meydana gelen şu suların kabarmasını, karınlarındanmı uydurmuşlardı? Deniiebilirmi ki; bu hususda ecnebi yazarlarda yalanı seçmeyi tercih etti­ler? Kesin olarak tesbit olunmuştur ki; feyezan yâni suların kabarması öğleden biriki saat geçince birdenbire başlamış, nehrin üzerine kurulu hafif köprüyü alıp götürmüş, nehrin iki yakasını birleştiren vasıta ortadan kalkmış oluyordu böylece. Bu vaziyet karşısında az bir sayıyla kalmış osmanli askerini, bütün kuvvetleriyle kuşatıp, kuşatmada kalan askeri bozmak için, büyük müşkülâtlarla karşılaşarak ancak muvaffak ola­bilen Montekukuli'nin, nehri kendi ordusu ile geçebilmesine, farzı muhal geçse bile <karşı sırtlarda avusturya ve müttefik­leri ordusuna hâla dehşet saçan faaliyet ile mükemmel vazi­yette olduğu kendisi tarafındanda tasdik olunan> osmanlı or­dusu, kısmı azaminin aç vede perişan halde olan ordusunun durumunu kendi itiraf eden kimse böyle bir orduyla takibe kalkışabilirini? Savaştan sonra meydana gelen durum iyice tetkik olunur, bilhassa savaş ağustosun birinci günü meyda­na geldiği halde, Montekukuli'nin itirafına göre osmanlı ordu­sunun ağustos'un altısına kadar, bulunduğu mevkii terk et­meyerek vaziyetin telafisini fırsatı olduğu düşünülürse, ileride anlatılacağı gibi bu savaştan sonra yapılan sulh antlaşması­nın Osmanlılar lehinde cereyan ettiği düşünülürse, Monteku­kuli'nin takiplerden, filanlardan bahs ettiğine kendisi her za­man osmanlı ordusunun tehdidi altında kaldığı halde, galip olarak geçindiğine cidden hayret edilse elverir. Montekukuli; Sen Gotard savaşından dolayı avusturya'da meydana gelen büyük memnuniyete dikkat çekerek şöyle demekte: <Zaferin haberi, avusturya imparatoru ve bütün halkın gözünde fev­kalade neşeyle karşılanmış, bu haber üzerine Viyana mabe­dinde de pek büyük ayinler yapılmış, neş'e içinde toplarının şehre velveîesâz olmuş bulunduğunu, imparator tarafında^ yazılıp orduya gönderilen mektuplarla kendisine ye emrindeki generallerle zabitana arzı teşekkür ve takdirlerde bulunul­duğunu, kendi eliyle italyanca yazarak, adına göndermiş olduğu iki mektupda dahi hakkında fevkalâde iltifatlar yapıl-- masına vede bu mektupların gelecek nesiller için kıymet bi-çilemeyecek derecede, pek pahalı bir hazineyi teşkil ettiğini bundan başka,  hizmetinin mükâfaatı olarak imparatordan uhdesine kendi ordularının leytonan generalliği <feriklik> rütbesi verildiğini*bir de, imparator tarafından mükafat ola­rak, bütün askere birer maaş ihsan olunup, bununda mem­nuniyeti umûmiyeye sebeb olduğunu nakil ve rivayet ediyor. Bu rivayettende anlaşılıyor, ki Montekukuli ötedenberi her zaman muzaffer olan osmanlı ordusunun, nehri geçen bir müfrezesine, suların kabarması yardımıyla elde ettiği zaferi, pekçok parlaklıkta göstererek bildirmiş ve bu başarı pekde büyük görülmüş ki kendisine, büyük teşekkürat yapılıp, mü­kafatlara nail edilmiştir. Montekukuli; Sen Gotard meydan savaşından sonra avusturya'da husule gelen büyük memnu­niyete sözü getirerek "Muzafferiyet haberinin avusturya im-paratorununun ve bütün halkın gözünde fevkalade neş'e ve sürura sebeb olduğu görüldü. Alınan zafer haberi gereğince Viyana büyük mabedinde azim bir ayin yapıldı. Tesit için atıl­makta olan topların sesiyle neş'e bulunduğunu, imparatorun kendi eliyle yazarak orduya gönderdiği mektuplarla, Monte-kukuli'ye ve maiyetindeki komutanlara, generallere ve zabit­lere teşekkürlerin arz olunduğunu, çeşitli takdirata mazharol-duktan sonra, imparatorun kendi el yazısı ile italyanca ola­rak yazmış bulunduğu iki mektubdan memnuniyetini belirt­miş ve gelecek nesline, bu iki mektubun paha biçilmez kıy­met taşıyan hatıra olarak kalacağının zevkini tatmıştır. Ayrı­ca imparator, kendi ordularının başına kumandan yaparken "liyotonan generalliği" "<bizdeki feriklik> rütbesini verdiğini ayrıca askerlerin her birine bir maaş ikramiye ihsan ettiğini1' beyan ediyor, bu anlatılandan ortaya çıkıyorki; Montekukuli eskidenberi devamlı galip gelen osmanlı ordusunun nehri geçen bir müfrezesine karşı suyun kabarması sayesinde elde etmiş olduğu galibiyeti pek fazla büyütüp, parlatarak bildir-liştir. Hakikaten bu anlatım vakayı büyük göstermeğe yara-ıışki, teşekkür ve mükafatın büyük tutulduğu görülmüştür.

 

 

 

San Gotar Savaşında Galib Gelememenin Esas Sebebi

 

 

Kauzler, bazı ecnebi ve osmanlı tarihçileri nezdinde Os-nanh askerinin muvaffak olamamasına aşağıdaki sebebler medar olmuştur. Montekukuli; feld mareşallik rütbesiyle di­ğer rütbelerini daha sonraları avusturyanın diğer savaşların­da elde etmiştir. Genellikle, sulh zamanında gösterdiği büyük yararlıklar kendisine mükafat olarak bu rütbeleri getirmiştir. <Montekukuli'nin tercümei haline müracaat

 

1) Raab nehrini önce geçen ve avusturya imparatorluk as­kerini kendi ordugâhları ortasında tarn bir emniyet içinde iken basan ve şecaatin son raddelerine kadar sebat etmiş bulunan Bosnalı İsmail Paşa komutasındaki osmanlı birliği­nin himayesinde ihmal bulunularak, lâzım gelen zamanda ona yardımın gönderilmemesi ve düşmana vurulması gere­ken kuvvetli darbe fırsatınında kaçırılmış bulunması;

 

2) Raab nehrinin henüz suları kabarmadan önce avustur­ya, müttefikler ordusuna ait iki cenahada daha önce hiç do-kunulmaması, bu cenahların bulundukları iyi halde serbest bırakılması, Montekukuli'ye merkezin yardımına gelebilmek için bu cenahlardan istifade etme şansının sağlanması;

 

3)  Cenahlara hücuma geç başlanıldığı gibi gevşek davra-nılmasida, bu hücumların tam fayda vereceği esnada suların kabarma vakasının cereyan etmesi hareketi adetâ akim bı­rakması;

 

4)  Büyük bir hızla yağan yağmurun tesiriyle, öğleden son­ra Raab nehrinin taşması ve bu su üzerindeki hafif köprüyü götürmesi böylece de iki sahili birbirine bağlayan vasıtadan mahrumiyet;

 

5)  Ordunun yanında her vaziyete uygun tarzda kullanılabi­lecek tam tekmil köprü takımlarının, nehrin karşı sahiline atış yapabilecek uzun menzilli topların ve bundan başka, düşman ordusuna nisbetle yeterli sayıda adi topların dahi bulunmaması;

 

6)  Bu savaş esnasında, eski savaş nizamımızın bozulmağa başlamasına ait zamanda olması buna karşılık ise, avrupalı-ların savaş usullerinde, bir hayli terakki etmiş olduğu döne­me rastlaması;

 

7)  Müttefik askerlerinin, başkumandanı olan general Mon-tekukuli'nin fevkalade ustalık ve sebatkârlikla savaşı idare edebilmesi, yazmış olduğu mezkûr savaşı anlatan eserde du­rumu her ne kadar abartmışsa da, bunların ze_ki, başarılarını değerli bulmak gerektiği, rivayete göre general Montekuku-li'nin emrinde bulunan generallerin telaş ve korkulan başku­mandana erişememişti defalarca yapılan osmanlı hücumları karşısında harp ilmine vukufiyeti sayesinde dayanması, ba­şarısında büyük rol oynadığını kabul lâzımdır.

 

 

 

San Gotar Savaşı Hakkında Bazı Osmanlı Tarihçilerinin Verdikleri Malumat

 

 

Tarihi Devleti Osmaniye diyorki: "Osmanlı ordusu Raab Çayı'nın sol yakasına geçmeğe savuşup, bir münasib geçid bulmak üzere, sağ yakasını ve avusturya başkumandanı ge­neral Montekukuli de geçişe engel olabilmek için, sol sahili takibe başladılar. San Gotar köyüne gelindiğindeyse dar bir geçit yeri bulundu. Sadrıazam hemen burda bir köprü kurul­sun emri verdi. Asker kurulan köprüden karşı yakaya geçmeğe başladı. 8/Muharrem/10751/ağustos/1664'de Yeniçe­riler; düşmanın gözleri önünde suya atılarak selamet sahiline çıktıklarında da savaşlarının kaidesine göre derhal toplanıp şiddetle harbe koyuldular, ne çareki, bir taraftan suların tuğ­yanı diğer taraftada, o zamanın en önemli savaş bilgini olan Montekukuli'nin manevraları Osmanlı kahramanlarının gös­terdiği cesaret ve sebat yüz güldürücü netice vermedi. Ayrı­ca avusturya ordusunda Kpntdö Kolini komutasında altıbin fransız askeri de bulunuyordu. "Netayİcül Vukuatın özetlen­miş beyanatı aşağıya alınmıştır: "Sadnazam, Raab nehrini geçip diğer ismi Yanıkkale olan Raab kalesini muhasara et­mek kararını verdi. Geçid yeri bulmak içinde nehrin bir tara­fından giderken, general Montekukuli de nehrin öbür tarafın­dan yürümekte olup, herhangi bir geçiş hareketinin önünü kesmeği plânlıyordu. Bu sırada dört süvarinin yanyana ge­çebileceği büyüklükte bir geçid yerine rast gelindi. Hafif pi­yade birliğinin geçişini sağlayacak mertebede küçük bir köprünün inşa edilmesiyle, karşı kıyıya onbin kişi kadar geçirilebilindi.

 

Bu asker, karşılaştığı Avusturya askeri ile yaptığı çarpış­mada onları ricata mecbur eyledi. Tam bu esnada sular ka­bardı. Bunun sonucu meydana gelen selin, hafif olan köprü­nün yıkılmasını sağladığı görüldü. Bu olay sonunda; Avustur­ya askeri moral bulup, az bir kuvvetle ve yardımsız kalması mukadder Osmanlı birliklerinin vaziyetine karşı, üstün bir duruma geldi. Osmanlı askeri ölümün veya esaretin hesabını yaptığında, tarihden gelen alışkanlığıyla çarpışarak şehid ol­mayı tercih etti ve şanına lâyık bir hamiyyet ve kahramanlık gösterdiler ve şehadet şerbetini içtiler. Her nekadar uğranılan zayiat pek fazla sayılmazsada, gerekse nehrin taşkın hâli, gerekse Avusturyalıların bu durumdan istifade ederek savun­mada avantajlı duruma geçmiş olmalarından dolayı Ziget- karar verildi."

 

Osmanlı tarihleri arasında yer alan ve pek de makbullerin­den sayılan "Raşid Tarihi" bu seferle ilgili olarak özetlemeye çalışacağımız aşağıdaki ifadeyi serdetmiş: "h. 1075/muhar-rem/3 m. 1663/temmuz/27 pazar günüdürki serdarıekrem hazretleri, islâm askeri ile Raab nehri kenarında bulunmakta olan, Karmend ve Çakan adlı palangalar karşısında çadırlar kurup, karşıyakadaki plangalar karşısında olduğundan o ta­rafa asker geçirmek için köprü yapmaya karar verildi. Köp­rünün oralarda bulunan düşman birlikleri islâm askerinin karşıya geçebilmesini önlemeye çalışıyordu. Eskiden Morava suyu denilen Mor nehri üzerindede Osmanlının geçişini güç­leştirirken şimdi de bu Raab nehri üzerinde de Nemçeiiler, yâni Avusturyalılar engel olmağa çalışmaktaydılar. Bu sırada da bunlarla sulh müzakereleri de devam etmekteydi. Madde­lerin kendi içlerinde, müzakerelerinin yapılması müsaadesini kullanmaktaydılar.

 

Red cevabı gelmesi endişesiyle savaş alanını terk etme­yen, Osmanlı askeri reisleri arasında yapılan toplantıda Raab suyunun geçilmesi, oradaki askerin üstüne gidilmesi karar­laştırıldı. Büyük gayretlerle ve çalışma ile Sankoncar yâni Sen Gotarda bulunan palanganın üst yanında bir saat mesa­fede olan mahalde dört atlının yanyana geçebileceği geniş­likte olan suyu özengiden yukarı seviyede olan geçit yeri bu­lundu. Yüksek ferman gereğince ocak halkı, İsmail Paşa, Bosnalı Mehmet Paşa, Kaplan Paşa aynı ayın sekizinci günü bahse konu yere geldiklerinde acileten bir köprünün yapıl­masını nehrin karşı yakasını da zaptetmek ve burayı muha­faza etmek için deve'ler ile bir miktar, yeniçeri geçirip, var­dıkları yerde siper almayı kararlaştırdılar. Düşman askeri, vaziyetten haberdar oluncada hemen yeniçerilerin üzerine saldırdı. Geçid başında bulunan, dilaver gazilerin bir çoğu kendilerini suya atarak, yeniçeriye yardıma koştular böylece düşman askerinden, ikibin kişiden fazlası cehennemlik oidu. Bir tarafdan düşmanın uğradığı hezimeti gören asker, kimisi atlar kimi develerle, karşı tarafa geçmeğe hazırlanmağa baş­ladılar. Orada bulunan İsmail Paşa, yeniçeriağası, Kaplan Pa­şa ve serdarıekremin yanında bulunanlar, düşman tarafında görülen bozulma alametlerini tesbit ettiklerinden, o tarafa geçmeye başladılar. Düşman askeri; Osmanlı ve Tatar aske­rinin tamamen nehri geçerek karşısına çıkacağı korkusuna düşmüş olduğundan kaçmağa koyulmuşlardı. Osmanlı aske­rinin çok çok büyük kısmının karşıda, kendileriyle savadan askerin ise ancak onbin civarında olduğu şeklinde bilgilendi­rildiğinden ve ayrıca bunlara yardıma koşacak kimse gör­mediklerinden ricattan vazgeçip, mevcud asker üzerine hü­cum ettiler.

 

İki taraf birbirine girdi. Sabahdan ikindiye kadar devam eden kanlı savaşın en talihsizleri, çaresizlik içinde karşıyaka-da can verip şan alan arkadaşlarını seyretmek mecburiyetin­de olan ordunun çok büyük bir kısmını teşkil edenlerdi. Çün­kü suların kabarmasında meydana gelen sel, hafif köprünün yıkılmasına dolaysıyla da kendilerinden mukayese edileme­yecek derecede kalabalık, bir düşman karşısında kalan os-manlılann adetâ yok edilmesine vesile oldu. Bu nadir rastla­nan faciayı seyretmek mecburiyetinde kalan serdarıekrem, emrinde bulunan asker bu vakanın intikamını almak için, karşı kıyıya geçebilmenin bir çok yollarını aradıysa da, böyle bir arzu gerçeğe ulaşamadı. Artık görülen o tarafa bu henga­mede geçilemeyeceği idi. Bu bakımdan oralarda dolaşıp durmak ayrıca bir hata sayılır. Artık yapılacak iş, Avusturya kapıkethüdası ile sulh meselesini bir şekle bağlayıp geri dö­nülmeğe karar verilmesiydi zaten onlarda öyle yaptılar." Bir Hatırlatma Efendim görüldüğü üzere nehrin karşı yakasında avusturya ve müttefiklerinin eline düşmüş bulunan askerimi­zin, kanlı bîr muharebeden sonra terki hayata, şehadet inancı ile baktıklarından, onlar hakkında söyleyeceğimiz tek hu­sus ruhları şâd, mekânları cennet olmasıdır. Şefaatlerinin biz­lere de ulaşmasıdır. Ancak; bu feci hâlin mecburi seyircileri askerlerin tabiiki, bu iş bitti gidelim, diyemeyeceği açıktır.

 

Hâttâ bu askeri oradan alıp götürmek de her babayiğit ku­mandanın işi değildir. Nihayet işin şahidleri, katliama uğra­yanların enaz beş altı mislini teşkil etmektedir. O kadar bü­yük bir kuvvetin çekilme işlemine peyderpey razı gelebilece­ğini düşünebilmek, o savaştaki komutanların, insan psikolo­jisine vukufiyetlerinin saklı delilini teşkil eder. Nehrin civarın­da karşıya geçebilecek başkaca bir geçid arama arzu ve te­mayülünü gösterenlere hayır dememek hâttâ onların önüne düşerek bu geçidi aramak, sükunet ve askerlikte pek mühim olan solidalite yâni, ayrılmaz beraberliği temin yönünden çok isabetli olmuştur diye düşünüyorum. (Metin Hasırcı)" Yine seferin meydana geldiği devrin meşhur yazarlarından ve os-manlı muharrirlerinden biri "Sen Gotar meydan muharebesi" hakkında ve neticesi babında şunları dile getiriyor: "Erdel topraklarında savaşla vazifelenen orduyu hümayun Sebin Kalesi altında bulunduğu esnada Köprülü Mehmed Paşanın vefatından sonra yerine geçen oğlu henüz yirmiyedi yaşında idi adı İse Fazıl Ahmed Paşa idi. Bu zâtın babasının yerine tâ­yin olunduğu zaman tarihler 8/rebiülevvel/1078-28/ağus-tos/1667 Pazarını gösteriyordu. Aradan çok az bir zaman geçtikten sonra, Foğraş isimli yerde aynı ismi taşıyan bir ka­le önünde önemli çarpışmalar husule gelmişti. Bir ay kadar süren bu savaşlar neticesinde düşmanların elinden pek kıy­metli ganimetler elde edilmişti. Ellibin kişiden fazla esir, bin­lerce araba elde edilmişti.  1073/1663 yılında serdarıekrem Fâzıl Ahmed Paşanın, Macaristana gelişinde üyvar (Nevah-zol), Letre, Liveh, Novigrad, Secan, Kermab, Derekli, Holok, Buyak kaleleriyle birlikte, bir çok yer serdarıekremin gayret­leri ve öncülüğünde feth olundu. Bir çok esirin elimize geçtiği :cephane ve mal yönünden, kıymetli ganimetler elde olundu. Bu kadar fetihlerden sonra orduyu hümayun dinlenmeye çe­kildi.

 

Bunu fırsat bilen Avusturyalılar bazı kalelerimizi muhasara altına almışlarsada, durumu haber alan serdar, umulmaz bir süratle bunların üzerine harekete geçti. Sadrazamı yanında büyük bir kuvvetle üzerlerine geldiğini istihbar eden düşman derhal ellerindeki savaş aletlerini olduğu yere bırakarak Os­manlıların Yenikale, onların ise, Keçkopuvar dedikleri kaleye ve Zerinyivar dedikleri hisara sığındılar. Sadrazam serdarıek-rem Fâzıl Ahmed Paşa bunları fena bir şekilde mağlup etme­yi başardı. Bulundukları yerde tutunamayan düşman kaçma­ya başladı. Nehirlerden geçmek için kullandıkları köprülerin üzerinde takip edilmekte oldukları Osmanlı kuvvetlerince to­pa tutuldular. Osmanlı ordusu buraya kadar gelmişken Hır­vatistan toprağını da bir kolaçan etmekten kendini alamadı. Zaferlerle taçlanan askerimizin ırki gururu galeyana geldiği için durmak kolay değildi. Sadnazam Raab suyu tarafına geçti. Bu nehrin kenarında bir savaş meydana geldi. Yapılan bu son muharebeye kadar bir aksilikle karşı karşıya gelmi-yen Osmanlıların bu sefer karşısına bir aksilik çıktı. San Go-tar yakınlarında nehri geçen ve oradan düşman ordugâhına kadar sokulan yeniçeriye "Geriye dönüp metrislerinize giri­niz" şeklinde emir geliverince hepsi itaat ettiler. Nevar ki si­pahilerin bu emirin gelişinden haberi olmadı. Bu sırada adeta düşmanla göğüs göğüse gelmiş bulunuyorlardı. Yeniçeri as­kerinin peşlerinde olmadığını fark ettiklerinde, yeniçerinin fi­rar etmiş olduğu düşüncesi birdenbire akıllarına düştü.

 

Paniğe kapılıp beygirlerinin gemini çektiler istikametlerini Raab suyuna çevirdiler. Maksatları firar ettiklerini sandıkları yenicen askerinin önünü çevirmeyi başarmaktı. Yeniçeriler ise sipahilerin karşı tarafa geçtiklerini görünce, bunlar da sipahilerin firara kalkmış olduklarını zanneylediklerinden bun­lara katılmak için hızlandılar. Böylece köprü üzerinde biriken gayrımuntazam ve ağır yük, bu köprünün kırılmasına sebeb oldu. Köprünün çökmesiyle birlikte suya düşen külliyetli in­san kalabalığı, maalesef büyük çoğunlukla gark oldular. Yâ­ni; Allaualem boğularak şehid oldular. Köprüyü geçemeyen­ler ise karşı tarafta, vuruşa vuruşa şehidlik makamını ihraz ettiler. Sadnazam bu feci vakaya metanetle dayandı ve sa­vaş gayretini elinden bırakmadı. Savaşa savaşa İstolni Belg-rad kalesinin altına kadar geldi. Burada ortaya atılmış olan sulh konuşmalarına rağbet gösterdi. Avusturya imparatoru tarafından elçiler geldiği gibi; Rumeli pâyeli, Kara Mehmed Paşa ile bu makaleyi yazan fakir (Evliya Çelebi) elçi tâyin o-lundu ve Avusturya imparatoru nezdine gidip, sulh antlaş­masını imzaladılar. Yalnız bu makalede görünen bir husus varki oda suların kabarmasından bahis edilmemiştir. Bunun bahse konu olmamış olması, suların kabarması yok diye, neticeye tesir edici anlayışa kapılmamalıdır. Yoksa burada bahse konu makaledeki bölümde suyun kabarması durumu yer almamıştır. Evliya Çelebinin eserinde bu sefer hakkında pek geniş malumata rastlayabilir tetkik eden okuyucular.

 

 

 

Sen Gotar Savaşi Hakkındaki Kararlar

 

 

Almanya devleti fahimesinin zabitlerinden olduğunu, daha öncede ifade ettiğimiz mösyö "Wilhelm Notebom" adlı zat, birkaç sene evvel epeyi miktarda esere, bunların arasında da Osmanlı târih kitaplarından bazılarına müracaat ederek yap­tığı tetkikat sonunda bulmuş olduğu deliller ile hatta Osmanlı eserlerinden sarfı nazar edilse bile, diğer muteber tarih eser­leri sayesinde, Avusturya yazarlarının, mübalağalarla dolu eserleri ve /Aontekukuli'nin abartılı ifadelerini iptale yeter, hükümler çıkarabilmiştir.

 

Bunları aşağıya dercediyoruz: Evvelâ: Bu ifadelerden an­laşıldığı kadarı ile Osmanlı devleti Avusturya ve müttefikleri arasında yapılmakta savaş 1073/1663'den beri yâni iki se­nedir devam etmekteydi. Sulh müzakereleride bu arada ya­pılmaktaydı. San Gotar savaşı husule geldiğinde, Osmanlı devletinin harp hareketleri içinde olması tedbir alma niteli­ğinden kaynaklandı denilebilir. Saniyen: Sen Gotar savaşına katılan asker sayısı ancak beşonbin kişi mesabesinde olup, buna dense dense bir müfreze denilebilir. Ordunun tamamı­nın katılmış olduğu bir savaş olmayıp, buna bağlı olarakda orduyu hümayun büyük bir hezimete uğratıldı denemez.

 

Sâlisen: Raab nehrini geçmeye müsaid geçit karşı tarafa geçenlerin mağlub olup ricatından sonra avusturya askeri ta­rafınca savunmaya alınmıştır. Bu arada da suların kabarma olayı temadi ettiğine bakarak, bilahirede ötedenberi devam etmekte bulunan, sulh müzakeratı imza aşamasına geldiğine göre orduyu hümayunu mezkûr geçidi yeniden geçmeye ne sevkedecektirki?

 

Rabian: Daha sonra imzalanan sulh antlaşmasının madde­leri gereğince Osmanlının eski hududunun Viyana şehrine yirmi mil daha yakın hale gelmesi, orduyu hümayunun riva­yetlere göre büyük hezimete düştüğü mânasındaki ifadelerin yaîan olduğu bu hükümde ayan beyan görülmektedir.

 

 

 

Sen Gotar Savaşından Sonra Ördü Harekâtı Ve Sulh

 

 

Montekukuli, bahse konu eseri "Memovar"ında San Gotar savaşından sonraki vaziyeti ve şevki idaresini şöyle nakle gi­rişiyor "Osmanlı ordusu ağustos ayının 6. gününe kadar, San Gotar sırtları üzerindeki ordugâhında kaldıktan sonra, yuka­rıda zikredilen günde yürüyüşe geçti ve nehrin sağ sahili üze­rinde bulunmakta olan Kirman'a doğru yönlendirdi. Biz ise, nehrin karşı sahilinde Osmanlılarla aynı hizada yürüyor idik. Fakat bu hareketimiz büyük zorluklar içinde yapılabiliyordu. Çünkü Lanfiniç (San Gotar'da Raab nehrine karışan bir nehir ismidir) ve Pinka (o da bir nehirdir) nehirlerinin sulan o ka­dar çok kabarmıştıki, suyun kabarmasından dolayı, bu ne­hirler üzerinde bütün köprüler yıkılmaktan kurtulamadı. Aynı istikamette karşı yakalarda Osmanlıya muvazi olarak yürü­mekteydik. Ağustosun 9. günü Kirman civarına geldik. Yapı­lan harp meclisi toplantısında, ben Raab nehrinin geçilmesini teklif ettim. Ağustos'un 11. günü osmanlı ordusuna bir daha hücum etmeye durumun, her zaman böyle müsait olacağını sanmadığımı, düşmanın seçme askerle mağlup edilerek ta­kip altına alınması gerektiğini beyan ettim. Harp meclisinde yer alan Avusturya ve müttefikleri komutanları, yaptığım teklife itirazda bulundular. Bunların hepsi "Osmanlıya saldır­madan evvel ordumuza bir istirahat imkânı vermezsek, bun­lar yorgunluktan dolayı asla savaşamaz, yapılacak hareketin merkezi sayılacak olan insanların ekmeği ve hayvanların ye­minin bulunmadığını, eğer nehir geçilip de düşman üzerine gidilirse, bataklıklarda onlarla savaşmak icab edeceğinden çekilmek, ricat, gibi hususlar akıldan çıkarılmalı ancak yor­gun aç ve hastalanmış insanlarla, böyle bir savaşa gireme­yeceklerini beyan ettiler.

 

Bu bakımdan istirahatin şart olduğu ve bunu Edimburg ci­varında gerçekleştirmek gerektiğini, istirahat esnasında da, yiyeceklerin teminine, yardımcı askerin bulunduğu yerlerden katiyyen ayrılmamalarının temini ve tecrübeli askerin de bir araya getirilerek harekete hazırlanmak kararlaşmak diyorlar­dı. Buna bakarak düşmanı takip etmek ve onu göz altında tutmak üzere o aralık yalnız Kont Nadasti'nin, maiyeti olan Macarlar ile Hırvatları Dragonlar ile altı kıta sahra topu, bera­berlerinde olduğu halde düşman üzerine gönderilmesi yeterli görüldü. Bu sırada ise; Osmanlı ordusu Alpiroyal denen İstoİni Belgrad adıyla yâd ettiğimiz bölgeye yürüyordu. Bizim or-du'da Pinka ve Gunz nehirleri boyunca aheste aheste Edim-burga doğru ilerlemedeydi. Avusturya ordusu menziline var­dıktan sonra bir kaç günü istirahatla geçirdi. Bu istirahat ta-biiki iadei kuvvete sebeb oldu. Prens CJlrick dö Vittenberg ko­mutası altında bulunan vede imparatorun tophanelerinden henüz çıkmış gayet nefis toplarla imparator tarafından gön­derilmiş yeni askerden meydana gelmiş bir imdad kuvveti almıştır. Edimburg'da Avusturya ordusuna istirahat ettirildiği sırada Osmanlı ordusu Alpiroyal yâni jstoni Belgrad civarın­da ordugâh kurmuştu. Burada bulundukları zaman içinde Osmanlılara 12 ilâ 15 bin asya askerinden ibaret bir imdad kuvveti gelmiştir. " Osmanlı ordusu Raab nehrinin sağ sahili boyunca akıntı tarafı istikametinde giderken avusturya ve müttefikleri ordusunun nehrin sol sahili boyunca, osmanlı kuvvetlerinin hizasında yürüyüşe devam etmesi, bu kuvvet­leri takip etmek için değil, belki adı geçen kuvvetlerin başka bir yerden, yeniden bir geçidin yardımıyla kendi üzerine düş­memesi için gözaltında tutmaya çalışmasıdır. Bunun böyle olduğu da, şu ana kadar vermiş bulunduğumuz bilgilerden rahatça çıkarılabilir.

 

Montekukuli'nin Lanfinç ve Pinka nehirlerinin de, Raab nehrigibi olağanüstü şekilde kabararak, köprüleri alıp götür­müş olması ve bununla beraber askeri harekâtın gayet açık yapılması gerektiğini apaçık söylemesi Osmanlının başarı­sızlığının suların taşmasından kaynaklandığının İtiraf edildiği­ni, ortaya koyan mühim maddelerdendir. Montekukuli'nin ara sıra orduyu hümayunun takip olunmasının gereğinden bahs ettiğini, ancak muhalif reyler yüzünden takibi yapama­dığını ileri sürmesi, Osmanlı ordusunu mükemmel bir tarzda bozmuş olduğunu söylediği yalanı beslemek, kuvvetlendir­meyi temin için olduğuna, şüphe etmemek lâzımdır. Ordu­nun başkumandanı ve tam selahiyetle sevkı idareye sahip olmasına rağmen. Takip İşi için şuna buna engel oldular di­ye, suçlamalarda bulunması büyük bir insafsızlıktır. Baştan ve sonradan elde olunan malumattan da anlaşılırki; Osmanlı ordusu San Gotar savaşından sonra, mağlup bir ordu gibi geri dönmemiş olup, Avusturya ve de müttefikleri ordusunu nasıl bir hezimete uğratmalıyım düşüncesine kafa yorarak, intikamını planlamıştır. Hakikaten aynı ordu en kısa zaman­da Avusturya içlerine dalacak hücumları gerçekle yüzyüze getirmiş, bu toprakların altını üstene getirmeyi becererek, kendi menfaat ve arzularına uygun bir sulh imzalamaya da muvaffak olmuştur. Böylece bu sefer sulhun menfaat-i Os-maniyana yaramasından dolayı zafer, devleti âliyede kaldı denmelidir. Montekukuli; zaferinin! devamı için takipten dem vururken birtaraftanda kendi ordusunda, cidden acınacak ve merhamet edilecek durumlarını açık etmesi, kendilerini kor­kudan tir tir titreten Osmanlı ordusunun karşısına, kalelerden tecrübeli askerleri getirtmeyi, uzun uzun anlatması gülüne­cek hale gelmesine yeterde artar bile. Kont Nadesti'nİn Os­manlıları takip için değil, belkide Osmanlıların tekrar nehri geçmeğe teşebbüsleri halinde yapılacak geçiş harekâtına engel olmaya çalışmak içinde bir hazır kıta bulundurması şeklinde telakkisi, okuyucunun dahi aklına gelmiş sayılır.

 

 

 

Sulh Antlaşması

 

 

Tarihi Devleti Osmaniye adlı eserde San Gotar savaşı son­rasındaki durum ve yapılan antlaşmayı şöyle nakletmekte:

 

"San Gotar muharebesinden sonra, sadrıazam orduyu hü­mayunu Vasvar kasabasına getirdi. Burada Avusturya elçisi tasdiklenmiş antlaşmayı Fâzıl Ahmed Paşaya takdim eyledi. Tâbiiki bu tasdik Avusturya murahhaslarına aid tasdik İdi. Avusturya imparatoru bunda, bu günden sonra Erdel (Traıv silvanya) işlerine müdehalede bulunmamaya, Apafi Mihal'i yeni Erdel kralı tanımayı, yıkılmış bulunan Zerinovar kalesini tamir etmemek, sulhun bedeli olarak da ikiyüzbin kuruş ver­meyi, tiyvar ve Novigrad hisarları Osmanlıda kalmak, eski ahidlerin yâni yapılmış eski antlaşmaların, diğer hükümleri iki tarafçada geçerli şartlardan sayılmasını kabuiehazır oldu­ğuna amirdi. 1075/1664 Görülüyorki; San Gotar hezimeti Vasvar antlaşmasına asla bir tesirde bulunmamıştır. Ayrıca tamamen Osmanlı menfaatlerine uygun tarzda neticelenmiş­tir. Ancak sadrıazam, Montekukulİ'yi bozmuş olsaydı, sulh-nameyi Viyanada bizzat imparatorun elinden alması ihitma! dahilinde idi. Ancak hu fark etmiştir. İki sene süren bu büyük sefer içinde serhad kumandanları ve seferde bulunan bütün asker pek güzel tarzda vazifelerini yapmışlar, Osmanlı san­cağı aynen cennetmekân Kanuuni Sultan Süleyman hân hazretlerinin devrindeki sânı hatırlatarak, serhadlerde dolaş-tınlmıştır. Köprülü ailesinin bu hizmette büyük hissesi vardır.

 

 

 

İki Taraf Ordularının Başkumandanlarının Biyografileri

 

 

Osmanlı ordusunun başkumandanı bulunan ve bu seferde sadrıazamlıkla birleşen serdarıekrem, unvanlı Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşanın tercümei hâlini vererek bu bölüme baş­layalım. Bu eserden daha geniş malumatı, Kamusül âlâm ve Tarihi Râşid'den elde edebilirsiniz. Fâzıl Ahmed Paşa, Os­manlı devleti vükelâsından meşhur Köprülü Mehmed Paşa­nın büyük oğludur, h. 1072/ml661 senesinde Köprülü Meh­med Paşanın husule gelen vefatı ve yine merhum sadrıaza-mın vasiyeti üzerine fazileti ve irfanı göz önüne alınarak vezi­riazam olarak nasbedildi. Osmanlı devletinin hayatiyetini ih­yada büyük hizmeti geçen merhum sadrıazam Köprülü Meh­med Paşa oğlu Fâzıl Ahmed Paşa sadarete tâyin oluşundan bir sene sonra  1073/1662'de Avusturya seferine çıkmıştır. 1075/1664 Morava civarında bir kaç tane mühim kaleyi zap-tetmiştir.  Daha  sonra  San Gotar savaşını  yapmıştır. 1077/1666dan 1080/1669 tarihine kadar yâni üç sene için­de, yapmış olduğu çalışmalar ile savaş ilminde büyük başa­rılara imza atan. bir ordu yetiştirerek bütün dünyanın bildiği ve bazı avrupa askeri mekteplerinde öğretilmekte olan ders mahiyeti taşıyan Kandiye Kalesini.muhasarası, daha sonra­da bu kaleyi cesur ve kahraman askerleriyle kılıcına râm ey­lemiş yirmiüç sene süren kuşatmayı zaferle taçlandırmıştır.

 

Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa bu kalenin fethinden dön­dükten sonra 1083/1672'de ise Lehistan seferine gitmiştir. Lehlilerin hayrete düşmelerine sebeb olacak hâli ihdas et­miştir. Lehistan bir defaya mahsus seksenbin ve her sene içinde yirmişerbin altun vergi vermek şartıyla sulha bağla­mıştır. (İstidrad: Lehli'ler sadrazamın bu davranışından bü­yük üzüntüye düştüler. Ne var ki aradan on sene geçtikten sonra Fâzıl Ahmed Paşa ailesinin damadlanndan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana'yı muhasaraya aldığında bu Lehli­lerin, meşhur krallarından Jan Sobiyeski'nİn komutasındaki birliklerle, daha on sene önce aynı aileden biriyle imzaladık­ları sulh antlaşması hükümlerinden yüz çevirerek Avusturya ile anlaşarak Osmanlı muhasara kuvvetlerine taarruza geçe­rek, Osmanlı yenilgisini getirebilecek darbeyi vurmuşlardır.

 

Gaazi olarak anılsa seza olan Fâzıl Ahmed Paşa nice nice vazifelerde büyük liyakat gösteren, padişahının ve devleti âlî'yenin şanına şân katan, vezir oğlu vezir, devlet işlerinde vücudunu helak edercesine verdiği hizmetler esnasında 1087/1676'da diğer bir tâbirle, San Gotar muharebesinden, oniki sene sonra fâni dünyadan, hakiki dünya'ya göç etmiş­lerdir. (Allanın geniş bulunan rahmeti üzerine otsun)

 

Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşanın vefatından sonra, Köp­rülü Mehmed Paşanın evlâdı mâneviyesi, daha sonra da da­madı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kendisine halef ol­muştur. Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Ahmed Paşa ile birlikte bü­yümüş ve devlet hizmetinde daima onunla birlikte bulun­muştur. Özellikle Kandiye muhasarasında hemen maiyetinde bulunurken, San Gotar savaşı esnasında kaimakamlıkda is­tihdam olunmuştur. Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Ahmed Paşa­nın verdiği ve halleri kolay olmayacak işleri büyük bir liyakat ve vukufla becermiş, cesur bir kimse olarak da Kandiye ka­lesi önlerinde kemâle getirilen muhâs,ara usulünü, kendisi sadaret makamına yükseldikten daha sonralanda yaptığı Vi­yana kuşatmasında tatbike koymuştur. Fâzıl Ahmed Paşanın vefatından altı sene sonra yâni 1093/1682 tarihinde Viyaca üzerine yürürken, kaleyi ele geçirmeye ramak kalmışken ri­vayete göre son derece kibirli olması teşebbüsler bakımın­dan nakıs kalmasına ve bazı işlerde başarısızlığa uğramasına sebeb olmuştur. Eğer Fâzıl Ahmed Paşa bir müddet daha ya­şayıp, Kara Mustafa Paşanın hattı harekâtını tatbik etseydi, Osmanlı hududuna pekde yaklaşmış olan Viyana kalesi hiç şüphe olmasın bu zâtıâlikadir tarafından zapt edilecekti. Şa­yanı dikkatdir ki; Kara Mustafa Paşa'dan sonra da, mevkii iktidara geçen Köprülü hanedanına mensup olan zevat, din ü devlete, padişahına büyük bir sadakatle hizmetler vermişler­dir. Buna bağlı olarak da çok büyük şöhret ve nâm kazan­mışlardır. Bunlar her bir işinde Fâzıl Ahmed Paşanın takip eylediği hizmeti ve usûlü kendilerine düstûr eylemişlerdir. Böylece Osmanlı tarihinde pırıltılı yerlerini almışlardır. Alla-hın rahmeti üzerlerine olsun.

 

Raymond Kont Montekukuli; 1608 yılında doğmuştur. 1681'de Sangotar savaşından onyedi sene sonra ölmüştür. Kont Montekukuli'yi Avusturya devletinin en meşhur, en usta -kumandanlarının arasında görüyoruz. Yazmış bulunduğu as­keri eserinde, bizim harb fennimizle alakalı hususlardaki ma-kaleleriyle, özel bir yeri vardır. Dondömalfi unvanını almış olan Montekukuliyi evvelâ topçu sınıfında vazife almış görü­yoruz. Miralay rütbesiyle otuz sene savaşlarının ikinci kıs­mında hazır bulunmuş 1657 yılında mirlivalık rütbesine yük­seltilmiştir. İsveçlilerle yaptığı savaşlarda pek büyük başarı­lar göstermiştir.

 

1661 yılından sonra Osmanlılar ile savaşmakta olan ordu­ya kumandan tâyin edilmiştir. Avusturya'ya çok büyük hiz­metlerde bulunmuş Osmanlılarla yapılan sulh antlaşmasın­dan sonra imparator sarayında toplanan, harp meclislerine başkanlık etme görevine getirilmiştir.

 

Montekukuli, Avusturya devletinin Fransa ile yaptığı harp­te, bilhassa  1675 senesinde Fransızların meşhur mareşali, Toren'e karşı yapmış olduğu savaşlarda, Avusturya ordusu­na tam bir ustalıkla komuta etmiştir. Son seferden sonra Lins şehrine çekilerek ömrünün geri kalan kısmını askerlik hatıra­larını yazmakla geçirmiştir. Esere ve yazdıklarına dair geniş malumat almayı arzu edenlere, meşhur askeri yazarlarımız­dan merhum Mehmed Tahir beyefendinin "Müellifatı Askeri­ye Tedkikatı" adlı askeri eserler arasında, nefâsetiyle tema­yüz eden kitaba müracaat edebilirler. Montekukuli'nin San Gotar savaşına ait bilgileri ihtiva eden "Memovar"ında Mon­tekukuli'nin bir resmi bulunup, alt yazısında Meclisi Harp re­isi, Tophane müşiri, Raab Valisi ve asakiri imparatoriye baş­kumandanı olarak unvanları yer almaktadır. Tovassun Şöval­yeliği, unvanları arasındadır.