SULTAN İBRAHİM HAN :

 

Babası: Sultan I. Ahmed Han

Annesi: Kösem Mahpeyker Sultan

Doğum Tarihi: 1615

Vefat Tarihi: 1648

Saltanat Müd.: 1640-1648

Türbesi: İstanbul'dadır.

 

 

Osmanlı devletinin sıkıntılara düşen yıllarına son veren padişah 4. Murad'ın vefatıyla, Osmanlı Tahtı kardeşi İbra­him'e kucak açmıştı. Bereket versin Mahpeyker Kösem Vali­de Sultan kardeşini izâle etmesini taleb eden merhum padi­şahın emrini akim bırakarak, devleti âliye'ye en büyük hiz­metlerinden birini yerine getirmişti. Tabiiki bu arada Valide Sultan'ın engellemesine itiraz etmeyip yerine getiren Keman­keş Kara Mustafa Paşayı dahi takdirle yâd etmek gerekir.

 

Sultan İbrahim'in tahta oturmadan evvel gösterdiği tered-düd bütün tarih kitaplarında yer atmış bulunduğundan bizde naçizane çalışmamızda bu hususu zikretmeden geçemezdik. 4. Murad gibi, dediğim dedik, çaldığım düdük diyen bir padi­şah döneminde kafes arkasında hayatını sürdüren bir şehza­denin tabiiki sinirleri, normal vatandaş gibi olmazdı. Kendin­den evvel nice kimselerin idamlarına şâhid olan^bir şahsın tabiiki sıra bana ne zaman gelecek intizarı içinde ömür geçir­mesi tahammülfersa bîr hayat değildir. 4. Murad'ın vefat ha­berini, şehzade İbrahim'in kaldığı daireye giderek müjdele­mek isteyen Kızlarağası: Efendimiz; biraderiniz hakkında takdiri ilâhi tecelli etti. Başınız sağolsun, lâkin boşalan tahta oturmanız için hazırlanmanız icab edecek huzurunuza bun­dan geldim. Dediğinde, Şehzade İbrahim başını sallayarak söylenenleri dinledikten sonra, hızla daire kapısının sürgüsü­nü sürdükten sonra: Bana hile edersiniz. Biraderim berhayat-tır. Padişahımızdır.

 

Bana padişahlık gerekmez. Biraderimin ömrü uzun olsun, yolunda beyanda bulunur ve içeri kaçar. Vaziyet devlet ileri gelenlerine anlatılır.

 

Herbiri sürgülü kapı önünde yeni padişaha diller döker. Ancak bir türlü iknaya muvaffak olamayacaklarını anladıkla­rında, devletin mühim rüknü sayılan Kösem Valide Sultana durumu bildirirler. Artık, şehzadenin daire kapısı önünde Va­lide Sultan seslenmektedir: "Haydi arslanım çık. Biraderin Murad hân cennetlik oldu. Cenabı Hakk' sana uzun ömürler versin. Padişahlığın seni bekliyor" derken, oraya gelmeden önce verdiği emirle merhum padişahın, nâşını getirtmiş ve oğlu İbrahim'e söylediklerine ilaveten, istersen bak kendi gö­zünle gör demeyide İhmal etmez. Büyük bir korku ve endişe içinde sürgülü kapının üzerindeki gözetleme deliğine gözünü uyduran şehzade İbrahim, bir döşeğin içinde hareketsiz ola­rak yatanın hakikaten padişah birader olduğunu görür. Tam inanacak iken, aniden: <peki! Bir karıştırın bakahm> Der. Nâşın yanındakiler döşeğinde, birûh olarak yatmakta olan padişahın sakalını, burnunu tutarlar böylece güven vermeyi başarırlar. Burada hemen şunu hatırlatmalıyız ki; şehzade İb­rahim'in, ağabeyi 4. Murad'ın vefatına kanaat getirdikten sonra ellerini açıp, merhuma Cenabı Hakk'dan rahmetler di­lemesi taksiratının affını taleb etmesi arkasından kendisinin tahtta geçecek döneminin islâm milletine hayırlar getirmesi­ni, zararlara sebebiyet verecek tarzda icraattan korumasını istiyen duasına bakarsak, vaziyetini biraderinin ölüp ölmedi­ğine tahkikini usuletle yaklaşması, karşımızda deli bir şehza­de değil, ensesinde her gün ölümün soğuk nefesini hissetmiş buna karşılık son derece tedbirli davranmaya ahdi peyman etmiş biriyle, karşı karşıya olduğumuzu kabüllenmeiiyiz.

 

 

 

Sultan İbrahim Tahta Oturuyor

 

 

Osmanlı devletinin yirminci padişahı, Osmanlı hilafetinin-de onuncusu olan Sultan İbrahim, 1. Ahmedle Kösem Mah­peyker Sultandan 1025/1616'da dünya'ya gelmiştir. Osmani devleti; 1. Ahmed'in vefatıyla, asayiş bakımından çok karışık bir döneme girmişti. Bilindiği gibi bu dönemde mer­hum Sultan Ahmed'in Osmanlı veraset usulünde yaptığı de­ğişiklikle, ekber evlâd yâni büyük evlâd değilde, hanedanın enyaşlı erkek üyesi riyasete dolaysıyla tahta geçeceğinden zaman zaman tatbik olunmakta bulunan şehzade katil'leri artık rafa kalkmış sayılabilirdi. Fakat bu seferde Validesul-tanlar arasındaki çekişmeler, daha da şiddet kesbetti. Taht istemeyen Sultan 1. Mustafa, verilen görevden kurtulmak için ne yaptıysa kâr etmedi. Zorla Osmanlı tahtına oturtuldu. Çok kısa bir zaman dilimi içinde yaptıkları hatayı anlayanlar, bir şûra kararı ile padişahı tahttan indirip, yerine 1. Ahmedin büyük oğlu Osman, nâmı diğer Genç Osman getirildi. Bu zâ­tın başına gelen elem verici neticeyi kitabımızın geçmiş bölü­münde anlatmaya çalışmıştık. Sultan İbrahim; Osmanlı tahtı­na geçtiğinde yirmidört yaşında olup tahta geçiş tarihi 1049/1639 idi.

 

 

 

Sadrazam Silahdar Çeşmesi

 

 

Tahta oturan Sultan İbrahim, sadnazarn Kemankeş Kara Mustafa Paşanın vazifesinde sitkı sadakatle devam etmesini istedi. Vazifesinin en önemli bölümünün paranın ayarını dü­zeltmek ve bunu devam ettirmek tenbihinide ekledi. Bu tali­matı alan sadnazam, paranın ayarında düzeni temin ettiği gi­bi, yeni padişahın adına para da bastırmış oldu. 4. Murad'ın Silahdarı Mustafa Paşa, sadrazam Kemankeş Kara Mustafa arasında evvelce şöyle bir olay geçtiğinden şiddetli bir çekiş­me vardı. Vakayı anlatalım:

 

"Kemankeş Kara Mustafa Paşa bilindiği gibi harp alanında sadrazam olmuştu. Devlet idaresiyle alakalı işlerde doğrudan padişahla konuşurdu. Halbuki kendisinden evvelki bütün sadrazamlar hatta Bayram Paşa bile 4. Murad'Ia yazişmalarının bir suretini de Silahdar Mustafa Paşaya gönderirdi. Sultan Murad; Silahdarını çok ama çok sevdiğinden böyle yapılma­sından memnun bile olurdu. Zaten hekimbaşisını bile Silah-dar'ın ihbanyla ölüme terk etmemişmiydi? Ne varki veziri­azam Kara Mustafa Paşa alışıla gelmiş bu teamüle riayet et­meyip yazıları padişaha gönderiyor, Silahdar'a da nüsha filân göndermeme yolunu tutmuştu. Çok geçmeden Silahdar Pa­şa, padişaha sadrazamı muhaberattan haberdar etmemesi hasebiyle şikâyette bulundu.

 

Sultan 4. Murad; sadrıazarna: Sen; Silahdar Paşaya muha­beratımızdan bir nüsha vermezmişsin" diye sert bir eda ile sorunca, Kara Mustafa Paşa:

 

Padişahım, Silahdar Paşa saltanatınızın ortağıysa bana ha­ber verin, hemen ona da bir nüsha gönderelim. Yok saltanat benimde bildiğim gibi, yalnız sizinse o zaman, neden ona malumat vermeli? Zaten okumam yazmam olmadığı için ya­zışmaları kâtiplerimle yapıyoruz. Devletin öyle sırları olurki, bu sırları yalnız padişah ve sadrıazamı bilmelidir. Nevarki; okuma yazma bilmediğiden kâtipler bu gizli sırlara agâh olurlarda, buna çok canım sıkılır. Diye cevap verdiğinde Sul­tan 4. Murad bu cevaptan çok memnun kalır ve bildiği gibi yapmasını söyler.

 

Ancak bunlar Silahdar Paşanın, veziriazama düşmanlığını bir kat daha arttırır. Sultan İbrahim'in tahta geçmesi ile Si­lahdar Paşanın düşmanlığı korkulmaz hâle gelir ama, ne ça­re bu seferde Silahdar Paşadan intikam alma hastalığı, vezi­riazama geçmiştir. Mücadeleyi başlatır. Bu mücadelenin bir safhasında Silahdar Paşa Kıbrısda vazifeliyken ellibin altınlık bir rüşvet işine adı karıştığından veziriazamın eline düşer. İdam fermanı padişahdan alınınca Silahdar Paşa hayatını kayb etmiş olur. Öte yandan eski sadnazamlardan Nasuh Paşa'nın oğlu Hüseyin Paşa, babasının 1. Ahmed'in veziri- azâmi olması hasebiyle kendinde bir asillik farzederek, yeni­çeri ocağından gelme bir Arnavut olan veziriazama Çorbacı diye hitap ederek, hakarete âmiz davranışlara girer. Halbuki Çorbacı, yeniçeri askeri arasında günümüz rütbelerinden bu­lunan Albay rütbesine denk gelir. Bu sırada eskilerden beri hudud boylarında vazife yapan vezirlerin, tuğra çekme sela-hiyetlerini kaldıran bir ferman yayınlattı. Şüphe yokki bu fer­manın sahibi padişahdı. NasuhPaşazâde bu fermandan padi­şahın haberinin olmadığını ileri sürerek dinlememezlik yaptı. NasuhPaşazâde Hüseyin Paşaya bu ferman ulaştığında Paşa Erzurum Beylerbeyliği görevinde idi. Ancak fermana itaatsiz­lik gösterince sadrazam tarafından vazifesi, Halep valiliğine tahvil olundu. Sadrazam'ın bu tâyin emri itaatsizlik yapmış bir kimse için adetâ mükâfat sayılırsa da, buradaki incelik, Hüseyin Paşayı Erzurum'dan çıkarmaya dönüktü. Çünkü Er­zurum'dan çıkmaz orada isyana kalkarsa cezalandırılması pek güç olurdu. Hakikatte de, Hüseyin Paşa Halep valiliğini kabul etmediğinden Erzurum'dan aynlmadı,j3u vaziyetin or­taya gelmesinden haberdar olan Sultan İbrahim; "kendisine Sivas valiliğini verdim gitmediği takdirde üzerine asker çı­karın" emrini verdi.

 

Nasuh Paşazade sadrazam ile boğuşurken karşısında pa­dişahı buluverdi. Sadrazam Sivas valisi Kör Hazinedar İbra­him Paşaya, bir mektup gönderip, Hüseyin Paşaya Sivas va­liliği verildi. Sen üzerine var ve işini bitir yollu mektup gön­derdi. Nasuh Paşazade Hüseyin Paşa üzerine gelen İbrahim Paşayı mağlup ettiği gibi üstelik öldürdü de. Hüseyin Paşa düşmüş olduğu, isyan dalgasını sürdürmek mecburiyetinde idi. Veya huzura gelip sadrazamla kozunu paylaşmalıydı. Üs­küdar'a kadar bu azim içinde geldiysede karşısında devletin kuvvetlerini gördü ve kuvvei mâneviyesi öyle bir sarsildıki, herşeyi olduğu gibi bırakarak gece yansı gizlice kaçtı. Hedefi, merhum babasının dostluklarıyla övündüğü Kırım Hân'la­rına sığınıp bilahire onların delaletiyle şefaate erişmeyi becermekti.

 

Ancak talihi yaver gitmedi kendisini takip eden Edirne Bostancıbaşıst, Rusçuk'ta kırk kadar adamıyla birlikte yaka­ladı. İstanbul'a gönderildiler. Ancak haber yolda geldi, Topkapı surları uzaktan görüldüğünde hükümleri icra olundu. Bunlar iç olaylar olarak yaşanırken, Rusya'dan bir elçi geldi.

 

4. Sultan Murad zamanında gönderilen elçinin öldürüldü­ğünü, Çar bu hususta büyük üzüntü içinde olduğunu bildire­rek Azak'ı iadeye hazır olduğunu beyan ettiğini duyuruyordu.

 

İran'da Şah 2. Abbas, Şah Sâfi'yi öldürüp yerine geçmişti. Osmanlı Devletinden, Kasrı Şirin antlaşması mucibince Milet kalesinin yıkılmasını taleb eder. Bu kale Van şehri yakınların­da olup, bu talebi bize duyuran elçi, Maksud Hân adlı bir İran ileri gelenidir. Maksud Hân; getirmiş olduğu hediyelerle padi­şahın gönlünü almayı başarır, dönüşü esnasında Yusuf adını alıp 4. Murad'ça Paşa rütbesi verilmiş bulunan ve Emirgan semtinin, kendisine hediye olunduğu Mirgünoğlunu da bera­berinde İrana götürmek içinizin talebinde bulunur.

 

Padişah yaptırttığı tahkikatla bu isteğin Mirgünoğlu'nun teşvikiyle yapıldığını öğrenir. Çok üzülür ve bu kadir bilmezli­ğin, idamla cezalandırılmasını emreder. Ferman uygulanır sahilhanesi sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşaya veri­lir.

 

 

 

Osmanlı Tahtına Vâris

 

 

4. Murad'ın idam ettirdiği şehzadeler münasebetiyle tahtı­nın tek varisi en küçük kardeşi İbrahim kaldığını yazmıştık. Hanedanı âli Osman'nın acele taht vârisine ihtiyacı vardı. Al-lahuâlem bir felâket Osmanlı devletinin sonu olurdu. Bunu göz önüne alan devlet adamları ve bilhassa Kösem Mahpey-kâr valide, padişaha her taraftan kız bulup koynuna sokma­ya çalışıyordu. Devletin devamını temin için; hanedanı er­keksiz bırakmamak için yapılan bu gayretleri asla garip kar­şılamamak gerekir. İnsanların üzerine düşen alabildiği tedbir­leri alabidiğince almasını bilahare tevekkül etmesinin gerek­tiğini hatırlatmak her halde yanlış olmaz.  

 

       .

 

Turhan Sultan Şanslı İnsan

 

 

1627 senesinde Rusya'da doğan ve 12 yaşındayken Tatar akıncılarının eline esir olarak düşen kız, güzellik ve gösterişli endamı ile hemen temayüz etmiş, bu temayüz ediş Kör Sü­leyman Paşa tarafından fark edilmiş Kösem Mahpeykâr Vâli-desultana hediye olunmuştur. Bilindiği gibi saraya giren dev­şirmeler müslüman olurlar ve müslümanlığın bütün gerekle­rini öğrenerek tatbik ederlerdi. Bu bakımdan bir kimsenin, şurada veya burada doğmasından ziyade,., bir mü'mîn veya mü'mine olması yeterlidir. Kösem Sultan Kör Süleyman Pa­şanın bu hediye kızını, haremde Çabucak yetiştirtip, zâtı şa­hanenin koynuna soktu. Meydana gelen izdivaçdan Cenabı Hakk'ın izniyle, ileride Osmanlı tahtına yedi yaşında geçece­ğini ve kırkbir yıl kaldığı tahttan indirileceğini okuyacağımız çocuk dünya'ya geldi. Çocuğun adını Mehmed koydular. Tahta geçtiğinde 4. Mehmed veya Avcı Mehmed diye anıldı. Bu çocuğun babası Sultan İbrahim; Osmanlı devletinin üçün­cü kurucusu dense asla yanlış olmaz. Turhan Valide Sul-tan'da bu hususta padişah kadar şeref ve hisse sahibidir. Ar­tık Osmanlı nesli yürümeye başlamıştır, merhum tarihçi Ah­met Refik (Altınay) bey'in deyimiyle "Osmanlı horozu öt-müştür" ve horozun ötmesi bereketli olarak devam etmiştir. Nasılmı? Sultan İbrahim'in diğer hanımlarından Dilaşûb Vali­de Sultandan Süleyman adlı bir çocuk dünyaya gelir ve ileride 2. Süleyman adıyla taht'a geçer. Süleyman'ın doğum tari­hi 1642 dir. Aradan bir yıl geçer ki 1643 yılına geldiğimizde Muazzez Valide Sultan; 2. Ahmed adı ile taht'a çıkacak bir şehzade doğurur. Görülüyorki vâris sıkıntısıyla gelen Sultan İbrahimin, Mehmed, Süleyman ve Ahmed adlı üç çocuğu da padişahı âlişan olmuşlardır.

 

 

 

Sadrıazamın İdamı

 

 

Sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşa, gerek eski silah-dar'ın gerekse Hüseyin Paşanın ortadan kaldırılmasında ba­şarılı oldu İsede o nisbettede düşman kazanmaya başlamıştı. Bu düşman kazanılmada dürüst idaresinin rolü varsada biraz da, ölçüyü kaçıran konuşmalarının rolü olduğunu duyurmak lâzımdır. Merhum tarihçi İsmail Hakkı Üzunçarşılı muazzam nefasetteki eserindede şunu bizlere duyuruyor, nakledelim: "Veziriazam bir gün divan'a başkanlık ederken padişahdan gelen bir haber <Divanı boz ve gel> çaresiz Paşa padişahın yanına gider, yer öpüp el bağlar. Padişah sorar: Kethüda Hatun'a ferman ettiğim odun, bu vaktedek niçin verilmedi? Veziriazam: Padişahım; derhal tenbih edelim verilsin! De­dikten sonra hiddetli bir sesle: Padişahım, ben senin veziri­nim. Böyle ufak bir iş için neden divan'ı bozdurursun? Siz bana asayişten, hazineden, serhatlerden niçin sormazsınız? Diye ilave etmiştir. Sadrazamın padişahın yüzüne karşı söy­lenenleri duyan Şeyhülislâm Yahya efendi: "Bre zinhar sa­kınsın. Padişahlara böyle söz söylenmez" şeklinde haber göndermiştir veziriazama. Böyle sorumsuz konuşmalar, aşa­ğıda vereceğimiz olayla birleşince haliyle akıbet sadrazamı buldu. Bunun izahı için birazda gerilere gitmek icab edecek­tir. Daha evvel belirttiğimiz gibi, hayatının en önemii yıllarını ölüm korkusu içinde geçiren padişarrkuvvetü bir eğitim gör­mediği gibi sinirlerinin zayıflamasından dolayı da çok fevri hareket eder, acele verilmiş kararların pek isabetli olmadığı bilinir. Bazen; makbul ve matlub olmayan emirler verirdi. Bu arazı atlatmak için mânevi bir teselliye ihtiyaç vardı. Bu te­selliyi her şeyin dermanı olan Kur'anı Kerim'in âyetlerinin, hayırlı ağızlardan okunması idi. Sultan İbrahim, Allah (c.c) ve Resulüne olan sevgisiyle şifayı; hakikati Kur'aniyye'de arardı. Nitekim bir şeyh oğlu olan Hüseyin Efendi; bu şifayı sunmakda bir vasıta oldu. Tarihlerimizse bu şahsı, Cinci Ho­ca diye isimlendirirken aşağılayıcı bir tavır takınırlar. Cinci Hocayı vede Sultan İbrahim'i beraber zikrederler. Halbuki ta­rih kaynaklarımızda önemli biri olan "Evliya Çelebi Seyahat­namesi" ve müellifi Evliya Çelebi merhum, bu Hüseyin Efen­diden pek sitayişle bahseder. Öte yandan şunu da belirtmeyi lüzumlu gördük: bir Allah Dostuna sormuşlar: "Ayetle, dua İle hastalık şifa bulurmu? Cevap şahane: "Tabii bulur, Hz. Ömer'in (r.a) gibi ağzı olanı bulununca" hakikatten Bizans imparatorunun başının ağrısını yazdığı bir ^esmele iîe şifaya vasıta olan, Hz. Ömer'in nurlu elleri değjimiydi? İşte Şeyhzâ-de Hüseyin efendi, okuduğu âyeti^kerimelerle, izniilâhi ile pa­dişahın arazlarını gidermiş, bundan dolayıda kendisini pek sevdirmişti. Biran düşünelim; maruz kaldığımız bir hastalığı­mızın tesbit ve tedavisinde başarılı olan doktorlara ne kadar minettar olarak, çeşitli yollarla teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ki bu doktor, mason bile olsa o tarafını pas geçiyoruz, gazete ilanlarıyla da teşekkürlerimizi duyurup, hastasının çoğalma­sına yardımcı oluyoruz. Bu ölçü içinde baktığımızda, görere-ceğimiz odur ki, Sultanı rahatlatması ve bu rahatlamaya va­sıta olması münasebetiyle, padişahında bu sevgisini göster­mesine nasıl kayıt koyabiliriz. Belki hiç hakketmediği ma­kam ve mertebelere götürmesi, her husustaki tavsiyelerini alması hatalarından sayılabilir. Sultan İbrahim; oğabeyimin silahdarı vardı. Benim niye olmasın> diyerek asıl adı Jozef Markoviç olan, Dalmaçya doğumlu bilahire yeniçeri seçile­rek devşirilmiş, yüzünün temizliği ve zekâ fışkıran gözlerin­den yüksek kabiliyeti hemen de anlaşılmış saraya alınmış, çeşitli kademelerdeki vazife İçinde pişirilmiş ve padişahın si-lahdarlığına tâyin edilince Paşa rütbesi verilmiş böylece orta­ya bir Yusuf Paşa çıkmıştı. Gerek Cinci Hoca, gerekse Siİah-dar Yusuf Paşa padişahın makbullerinden olduğundan, aracı­lıkları pek iş görmekteydi. Bunların delaletiyle gelen, tâiebler ve memuriyet istekleri yerini bulurken, devlet gemisini yürüt­meğe çalışan sadrazamın plân ve programlan alt üst olmak­taydı, buna da bağlı olarak devlet mekanizması aksamak­taydı. Doğru sözlü ve çalışkan sadrazam Kemankeş Kare Mustafa Paşanın bu vaziyetten şikâyetçi olması tabii oiducu gibi her an patlaması beklenmekteydi.

 

 

 

Yanlış Hesabın Beklenen Sonu

 

 

Padişahın çok tuttuğu Yusuf Paşa ve Cinci hoca'nın nüfu­zunu kırmayı başaramayacağını anlayan sadrazam Kara Mustafa Paşayı sakim bir yola sapmış görüyoruz. Bu yol; kontro! altında tutabileceğini hesapladığı bir yeniçeri kıyamı ve tertib edeceği yazıyı yeniçerinin eline tutuşturup, Yusuf Paşa ile Cinci hoca'nm izalelerini istemek olacaktı. Bu dü­şüncesini has ahbablarından Kul Kethüdası Hüseyin ağa'ya açtı. Hüseyin Ağa'nın bu işe aklı yattı. Belkide sadrazamdan ileride alması muhtemel makam ve mevkii düşünmüş olabi­lir. Ancak bu iyi olmayan fikre iştirak, düşüncenin sahibi ka­dar suçlu sayılmaya varmaz mı? Hüseyin Ağa, tasavvur et­tikleri kıyamı bazı yeniçeri zabitleri ile görüştü. Bunlardan bir evet çıkmadığı gibi, hayır sözüde sâdır olmadı. Ancak ocak'ın emektarı Koca Musluhİddin Ağa: "Aman sakının. Merhum padişah (4. Murad) in bu fitneyi söndürmek için binlerce insan Öldürdüğünü ve ancak başarılı olabildiğini

 

söyleyebilirim. Bu bakımdan bastırılmış bu fitneyi yeniden uyandırmayınız." Dedi, ama böyle yerinde oturmayip, doğ­ruca sadrazamın huzuruna gidip, tasavvuru ve neticesini izah ettiğinde, sadnazamdan aldığı cevap koca ihtiyarı şaşırttı. Çünkü Kara Mustafa Paşa böyle bir şey yok demekteydi. Fakat kendisinin söylediklerini de pek ciddiye almadığını gö­rünce, istermisin iş senin başına kalsın ihtiyar! Kimbilir nasıl yanarsın? Düşüncesine saplandığından sadnazamın yanın­dan çıkar çıkmaz padişahın huzuruna yollandı. Durum böyle böyle deyip herşeyi anlattı. Padişah: Peki ihtiyar; şimdi ben bu sadrıazamı öldürürsem, kul taifesi (yeniçeri) isyan -eder mi? Diye sordu. Muslihiddin Ağa: Hayır. Memnun bile olurlar. Cevabını deyiverdi. Bu arada padişahın huzuruna, Muslihid-din Ağa'nın çıktığının haberini alan sadrıazam saraya koştu.

 

Elinde bir mushafla padişahın huzuruna dalmış yeminlerle sadakat ve suçsuzluğunu ispata çalışıyordu. Padişah; bir işa­retiyle Bostancıbaşi'ya "al şunu" dediği görüldü. Ancak; Bostancıbaşı, Sultan İbrahim'in al şunu emrinden maksadın mührü al mânası taşıdığını zannederek vezlriazâm'dan müh­rü aldı. Belki hakikat belki bir minnetin gereği sadrıazama Bostancıbaşı kolaylık sağlama yoluna gitmiş olabilir. Ancak şöyle veya böyle bu fırsattan istifade eden Kemankeş Kara Mustafa Paşada bir ata atladığı gibi, şimdiki İstanbul Valilik binasına bitişik Maili Mescid yakınlarında bulunan bir saman­lığa saklandı. Havanın kararmasını beklediği samanlıktan çıktığında, her yerde aranmakta olduğundan hemen göze çarptı ve yakalandı. Hakkında verilmiş ferman Cellât Kara Ali tarafından kemend ile boğularak icra olundu. Padişah'a cesedi gösterildikten sonra Çarşıkapı'da kendi yaptırmış ol­duğu türbeye defnolundu. Tarih bu sırada h. 1053/m. 1643 senesini gösteriyordu.

 

 

 

Sültanzâde Semin Mehmed Paşanın Sadareti

 

 

Kemankeş Kara Mustafa'nın idamından sonra mevkii sa­daret, eski sadrazamlardan Rüstem Paşanın sulbünden gelen ve anne tarikiylede Kaanuni Sultan Süleyman torunu olması münasebetiylede Sultanzâde lakabıyla anılan Semin Meh-med Paşaya verildi. Bu sadaret esnasında Sultan İbrahim çığrından çıkardı bütün işleri. Böyle olmasına sebeb olarak da padişahın bir numaralı danışmanı olamsı lâzım gelen yeni vezirazam, "Siz yeryüzünde Allah'ın gölgesisiniz. Sizden ha­ta siidûr etmez" diye diye padişahı murakabe edilmez bir vaziyete getirmişti. Bu tehlikeli başıboşluğu devrin şeyhülis­lâmı meşhur şaîr ve mutasavvıf Yahya efendinin dengeleye­bildiği görülüyordu. Ancak şeyhülislamın 1643 yılının sonla­rına doğru gelip çatan vefatı, bu dayanağında kaybedilmesi­ni getirmişti. Bu elim kaybın farkında olan İstanbul ahalisi şeyhülislâmın Fâtih Camiinde kılınan cenaze namazında öyle büyük bir kalabalıkla bu minnetini ifade ettiki, Fâtih Camii ile Yavuz Sultan Selim Camiindeki kabrine kadar bulunan mesafenin cemaatle dolduğu, cenazeyi yürüyerek değil, ta­butu ahalinin parmak uçlarıyla gideceği istikamette kaydır­ması, yeterli gelmişti. Şeyhülislâm Yahya efendinin Hakk'a yürümesinden sonra padişah; meşhur "Tâc üt Tevarih" adlı tarih eserinin müellifi Hacei Sultani eski şeyhülislâmlardan Saadeddin Efendinin torunu, Sultan Genç Osman'ın kaimpe-deri eski şeyhülislâmlardan Es'ad efendinin oğlu Ebu Sâid efendiyi kendine şeyhülislâm nasbetti. Bu tâyin pek isabetli olmuştu çünkü bu ailenin bu göreve tecrübesi adetâ herkesin fevkiinde idi

 

:

 

Daye'nin Çocuğu

 

 

Daye'lık Osmanlı sarayında önemli bir mevkiidir. Bu mev-kiide bulunan bayanlar, nice şehzade ve sultanhanımlarin süt anneleri olduğu gibi tahta çıkan padişahlara da, süt annelik etmişlerdi. Dinimiz; süt kardeşliğe pek önem verdiğine göre, süt annelerininde ehemmiyet taşıdığı izahtan varestedir. Do-laysıyla Daye denilen süt anneler Osmanlı hanedanınca pek makbul muameleler gösterilmesi gerekenler olarak kabul edilmişlerdir. Aşağıya almaya çalışacağımız olayın bu tarafı­nı da düşünmeyi okurlarımız göz önüne almalıdırlar. Sultan İbrahim bir gün sarayın harem bölümünde çocuklar ile oyna­maktayken oğlu Mehmed yerde kendi kendine oynayarak eğlenmektedir. Padişah ise; dizlerinde hoplattığı şehzade Mehmed'in dâye'si (süt annesinin) çocuğuna gülücükler yapmaktadır. Bu sırada salona giren Turhan Valide Sultan durumu görünce sinirlenerek, padişaha: Efendimiz; kendi çocuğunuz yerlerde, Dâye'nin piçi kucağınızda hoplamakta, bu revâmıdır? Diye söylenir. Sultan İbrahim bu serzenişe adamakıllı sinirlenerek, Dâye'nin oğlunu yavaşça dizlerinden indirir. Kendi çocuğu şehzade Mehmed'i kaptığı gibi, büyük salonun ortasında bulunan içi su dolu/havuza fırlativerir. Şehzadenin kafası, havuzun kenarına çarpar ve ömrü boyun­ca izini taşıyacağı bir yara meydana gelir. Sultan İbrahim ço­cuğunu fırlattıktan sonra arkasına bakmadan salonu terk et­mişti. Oradaki harem efradından biri havuza athyarak boğul­ması muhakkak şehzadeyi kurtarır. Bu Dâye meselesindeki piç kelimesinin dayandığı vaka şudur: "Kızlarağası Sünbül Ağa, Sultan İbrahim'in tahta geçtiği günlerde dörtyüzelli al-tuna kendi hizmetine bakmasını temin için bakire bir kız sa­tın alır. Sünbül Ağanın kendisi hadım'dır. Fakat bir kaç ay sonra bu cariye bir oğlan çocuk doğurur. Kesin olarak babası Sünbül Ağa değildir, ancak Ağa bu çocuğu evlâd gibi kabul edip sarayda büyütmeğe başlar. O sıradaysa Turhan Sultan, şehzade Mehmed'i doğurmuştur. Bahse konu câriye, şehza­denin sütanneliğine yâni Dâye'liğine getirilir. İslâm düşmanı tarihçiler, bu çocuğu Sultan İbrahimin süt anneden olmuş gayrimeşru oğlu diye tanımlarsada, aslı yoktur ki, iftiradır. Bu müfteri tarihçiler, Avrupa devletlerinde o devirlerde sal­tanat sahiplerinin klişe dini gereğince papalıktan müsaade gelmedikçe izdivaç yapamadıkları için, aşağı yukarı her sal­tanat sahibinin hattâ derebeylerin bile klişece tasvib edilme­miş bu yüzden gayrimeşru addedilmiş izdivaçları bolca oldu­ğundan, bizim şeriatımızın, böyle saçmalıklara müsaade et­mediğini bilememek veya hanedanın namusuna iftira için bu yolu seçmişlerdir. Eğer bu müverrihlerin söyledikleri vâki ol­sa, hiçbir şeyden füturu olmayan Sultan İbrahim, o çocuk kendisinin olsaydı, anneyi câriye hükmünden, yaptığı nikâh­la kendine hanım yapar, çocuğu da veliaht şehzade olarak ilân ederdi. Ona kim engel olabilecekti? Çocuğa gösterilen şefkate gelince, kim çocuklara muhabbet göstermez? Hele kendi çocuğuyla başka bir çocuk arasında muhabbet farkı göstermemek her babayiğidin hakkı değildir. Padişah; herne kadar tarihlerimizde delilikle anılmışsa da bu hususda akıllı­lara taş çıkartacak numune sergilemiştir. Değilmi ki; Efendi­miz (s.a.v) bir yetimin başını okşamak dahi insanı cennet ehli eder mealinde bir hadis söylediği rivayattandır.

 

 

 

Talihsiz Seyahat

 

 

Havuza atılan şehzade meselesinin haremde bir tatsızlığı doğuracağı mutlaktı. Bu vaziyeti teemmül eden Sünbül Ağa, Hac farizasını ifa etmek üzere vazifeden affını tâleb eder. Bu müsaade verildiğinde süt anneyi ve çocuğunu da yanına ala­rak, o sırada Mekke Kadılığına tâyin edilmiş bulunan Bursalı Ahmed efendinin bindiği gemiye binerler. Bu gemiyi, İbra-ıim Reis adlı işinin ehli ve kahraman bir zât idare etmekte-iir. Ne var ki Akdenizde altı adet gemi karşılarına çıkar. Bu lemiler Malta korsanlarına aittir. Ellerine düşürdükleri avı, )ir avcı gibi takibe başlarlar. Nihayet yakalayıp, saldırırlar. Aeydana gelen çarpışmada çokluk azlığı yener. Sünbül Ağa 5İr hadım olmasına rağmen elinde kılıcı olduğu halde dövüşe iövüşe şehid olur. İbrahim Reis'de çok geçmeden bu şehid-er kafilesine katılır. Bursalı Kadı Mehmed efendi'de ağır ya-alı olarak, süt anne ve çocuğuyla beraber esir düşmüştür. 3ir müddet sonra, bir yolunu bulan Bursalı Kadı Mehmed efendi esaretten kurtulmayı başarmış ve ileride şeyhülislâm-ık makamına yükselecek kadar güzel hizmetlerin sahibi ol-nuştur. Sütanneye gelince çok geçmeden ölmüş, Sultan İbrahim'in bir zamanlar hoplattığı çocuğu hristiyan yapmışlar. 3ütün Avrupa efkârı umumiyesine; "Hristiyan Osmanlı Pren->i" diye lanse etme yoluna gitmişlerdir. Görülüyorki; insan layatı ne gibi melcelerden geçmektedir. Padişah dizinde "îoplayan çocuk, annelik vede kadınlık hislerinin verdiği bir anki kıskançlıkla söylediği tariz edici ifade kaç kişinin haya­lında ne mühim değişikliklere duçar olmalarına,s4beb oldu. 3ir devlet ana olarak anılsa seza olan Turhafı Valide Sultan, ıer insanın malul olduğu hatalanda işleyebiliyormuş.

 

 

 

Şer'den Hayr'a

 

 

Yukarıya aldığımız gemi macerası; tabii ki devleti âliyenin sulağına ulaştı. O tarihlerde Akdeniz umumiyetle bir Türk 3ölü addedilmekteydi. Malta korsanlarının bu cüreti mutlaka cezayla ödetilmeliydİ. Çünkü; flaması Osmanlı sancağı, için­de devletinde önemli memurlarından birinin bulunması ye-:erli harp sebebiydi. Bu noktada gerek Cinci Hoca denilen ?eyhzâde Hüseyin efendiyi ve Silahdar Yusuf Paşayı VenedikIilere harp ilân etmeyi tasarlayan padişahı teşvik eder görü­yoruz. Tasarlama bu teşviklerle kuvvet bulmuş, hazırlıklara inkılap etmiştir. Tersaneler ve askerlerin faaliyetleri azami şe­kilde arttırılmış, tarihler 1055/1645 senesini gösterirken üç-yüziki parçalık bir donanma Giridadası üzerine yepyeni bir Kaptanı Derya komutasında süzülmekteyken, az müddet ön­ce de Venediklilere ilânı harb edilmişti. Bu yepyeni Kaptanı Derya'nın adını söyleyerek, okurlarımızında merakını gideri-lim. Bu Silahdar Paşalıkdan Kaptanı Deryalığa nasb olunmuş Yusuf Paşadan başkası değildi.

 

 

 

Hanya Feth Ölünüyor

 

 

Girid Adasına varıldığında, Hanya Kalesi üzerine sevkedı-Ien gemiler gerek denizden gerekse karadan ablukaya alınan kaleye iki defa saldırıya geçtiler. Yusuf Paşa; padişahdan yardım istedi. Bir taraftan padişahdan imdad isteyen Kaptanı derya Yusuf Paşa beri yandan da üçüncü hücumun hazırlık­larını ikmâl etmek üzereydi. Çok geçmemişti ki Cezayir ve Tunus beylerinin gemileride donanmayı hümayuna yardıma geldiler. Karşılarındaki üstün kuvvetin varlığını anlamakta gecikmeyen Hanya savunmacılarını teslim olma teklifi ya­parken görüyoruz. Kale komutanı da bizzat Yusuf Paşanın otağına gelmiş ve mal ile canlarına, dokunmadıkları takdirde teslim olmaya hazır olduklarını bildirirken görmekteyiz. Yu­suf Paşa ise; bu müracaatı pek makbul bulup, kendilerine, kümeslerinizi tavuklarıyla bile beraber alarak gidebilirsiniz, yeter ki kan dökülmesin sözleriyle taleplerini kabul ettiğini bildirmiş oldu. Küffar böylece kale'den çıkıp gitti. Hanya ka­lesi, Girid Adası üzerinde Osmanlı devletinin bir köprüsü ola­bilmişti. Çünkü yirmibeş yıl sürecek fetih çatışmasının ilk ra­undu ve başarısıydı. Artık her iki tarafında yıpranacağı savaş yıllarına başlanmıştı, nihayetinde zafer islâmın olacaktı. Bu cöprübaşının önemini takdir eden Yusuf Paşa derhal kendilinin yıktığı bölümleri tahkim edip, kuvvetlendirme yoluna gitti. Bu seferde Budin beylerbeyi unvanıyla hazır bulunan kuvvet sembolümüz Deli Hüseyin Paşa, serhad boylarının Kendine kazandırdığı tecrübeye binaen kale tamiri ile vazife­lendirildi. Kuvvet sembolümüz ifadesine, bir açıklık getirmek icab ettiği zannmdayım. Bu Deli Hüseyin Paşa; 4. Murad devrinde sarayda, odun taşıyıcısı olarak vazifeliyken, İran'­dan elçi olarak gelmiş bulunan zâtın 4. Murad Hâna takdim ettiği bir yay vardı ki kimse o yay'ı boşaltamamış. Boşaita-rnamış olmalarından dolayı da yeniden kurma şansını da el­de edememişlerdi. Sultan 4. Murad bütün pehlivanlarına de­netmiş, ancak kimse işlemi yapmaya muvaffak olamamıştı. Kendisi de denememişti. Eğer o da yapamazsa bir burukluk içinde kalacaktı. Bu yay'ı kapıcılar kethüdasının odasına kal­dırmışlardı şimdilik. İşte sonradan lakabı; Deli Hüseyin Pa-şa'ya çıkacak nice kahramanlıklara imza atacak, hattâ vezi­riazam olacak odun taşıyıcısı günlerden bir gün odun getirdi­ği kethüdanın odasında sözkonusu yay'ı görmüş, kimsenin odada bulunmamasından istifade ederek yay'ı indirmiş, boz­muş, yeniden kurmuş, tekrar bozmuştuki, yeniden kurmaya davrandığında yaklaşan ayak sesleri duymuş yakalanma­mak için elindeki yay'ı oradaki sedirin üstüne t*ırakarak kaç­mıştı. Kethüda efendi; odaya girdiğinde, sedirin üzerinde bo­zulmuş olarak duran yay'ı görünce şaşırmış ve derhal odaya gireni çıkanı buldurtmuş. Fakat kimse sahip çıkmamıştı. An­cak Kethüda bu odunları buraya getiren aranızdamı? Diye sorduğunda da karşısına hayır cevabı çıktı. Hemen Baltacı-başından odunları kimin dağıtmakta olduğu soruldu. Genç delikanlı Hüseyin olduğu anlaşıldı. Kethüda Hüseyin'i yanına getirtip; gayet tatlı bir dille, şu yay'ı nasıl boşalttınsa bir kur bakalım, dedi. Hüseyin hemencecik büyük bir çabukluk ve kolaylıkla kuruverdi. Kethüda; bir daha boz, dedi. Hüseyin hemen bozdu. Yeniden kur, diyen kethüda, işlemin tamam­landığını görünce, etekleri zil çalarak huzuru şahaneye koş­tu. Sultan Murad'a durumu anlattı. Pek sevinen padişah der­hal İran elçisini saray'a davet etti ve Elçi'nin gelmesiyle hu­zura alınan yay İle Hüseyin yay'ı bozup kurdu. Bir daha boz­du ve yeniden kurarken koca yay bu müthiş kuvvete daya­namadı ve ortasından kırılıverdi. Sultan Murad rahat bir ne­fes alırken, İran elçisinin gözleride yuvalarından fırlamıştı adetâ. Sultan Murad; bu acı kuvvet sahibi Hüseyin'i himaye­sine aldı ve istikbalin büyük bir serdarı yetişmeye başlamıştı. Yusuf Paşa'nın kalenin tahkimine ve İstanbul'a giderken yeri­ne vekili olarak bıraktığı, Girid'de on yıl serdarlık yaparak, Ada'nın tamamının Osmanlıya geçmesinin en büyük âmili olmuştu Deli Hüseyin Paşa.

 

 

 

İstanbul'da Yangın Ve Tufan

 

 

Bu sırada İstanbul'da meydana gelen bir yangın otuz saat­te, şehrin büyük bir bölümünü yaladı yuttu. Tabii o zaman it­faiye teşkilâtı yoktu. Hattâ tulumbacılar teşkilâtı dahi kurul­muş değil idi. Yangın felâketi henüz atlatılmıştı ki, muazzam bir tufan, bir kasırga meydana meydana geldiki, ahali bun­dan son derece ürktü. Bu olanları kötü günlerin habercisi saymaya başladılar. Kaptanı Derya Yusuf Paşa İstanbul'a döndüğünde, huzuru padişahiye vardı. Seferinin hikâyesini anlattı. Padişah büyük memnuniyet duydu. Yusuf Paşayı iki yaşındaki kızı ile nişanlandırdı, böylece damad unvanı ile Yu­suf Paşayı taltif etmişti. Sadrıazam Semin Mehmed Paşa bu iltifatları endişe İle karşılamaktaydı. Çünkü karşısında Hanya Fâtihliği unvanına sahip bulunan bir sadrazam adayı belir­mekteydi. Böyle güçlü birini padişahın gözünün önünden uzaklaştırmak menfaatine uygundu. Buna bağlı olarak Yusuf Paşayı Mısır Vâli'liği ile güya mükâfatlandırmak iştahı sergili­yordu. Ancak bu tâyini çıkaramadı. Bu yüzden metodunu değiştirdi ve çok sakim bir yola başvurdu. Bunlar ispatı mümkün olmaz iftiralardı. Yusuf Paşa; Girid'in tamamını ala­cağına neden Hanya kalesini ele geçirmekle İktifa etmişti? İf­tiraya göre sebeb basitti. Hattâ Hanya kalesi muhafızlarının silah ve eşyalarıyla beraber serbest bırakması neye bağlıydı? Tâbiiki rüşvet'e! Yusuf Paşayı sadrazam buradan hırpalama­ya koyuldu. Ayrıca padişaha Girid'den iki direk getirdiğini bununda altından olanını kendine ayırdığını, mermerden ola-nını padişaha verdiğini anlattı. Padişah; Yusuf Paşanın derhal hapsedilmesi emrini verdi. Gerek Kösem Vâiide Sultan ge­rekse Cinci Hoca; böyle bir vezirin yerinin hapishane değil, takdir edilmek olduğunu ileri sürdüler. Deli denen padişah, en güzel usûlü buldu, bu huzurunda yüzleştirilecek Paşalar, birbirlerini itham edip ispatlarını delille yapsınlar ve gerçek vaziyet ortaya çıksın, dedi. Yapılan münazarada sadrazam Sultanzâde Semin Mehmed Paşa gaîib gelemeyeceğini anla­yınca edebe sığmaz sözler söyleyerek huzurdan çıktı ve evi­ne gitti. Yaygın rivayettendir ki; münazaranın en önemli bölü­mü, Sultanzâde'nin Kırkkilise civarını işgal eden düşmanlarla ilgili haberi padişaha kırık bir klişenin işgali olarak anlatmış olmasının, yalanıcılığını ortaya koyduğu an olduğudur. Müh­rü hümayun Sultanzâde'den alınıp, Yusuf Paşaya tevcih olundu. Ancak nâdir rastlanan bir olay gerçekleşti Osmanlı tarihinde. O da sadaret teklifini, tecrübesizliğini öne sürerek geri çeviren bir adamla karşılaşıldı. Bu da Yusuf Paşa idi. Bu itizar üzerine mührü hümayun Bosnalı Salih Paşa'ya verildi. Bosnalı Salih Paşa; mâliyeden yetişme olup, defterdarlıktan sadaret makamına Yusuf Paşanın itizarı sayesinde gelmişti. Çok gayretli bir kimseyse de, pek başarıii olamadı. Sadareti­nin ilk işide Semin Mehmed Paşa'nın Girid serdarlığına tâyinini çıkarmak ve İstanbul'dan uzaklaştırmak oldu. Ancak es­ki sadrıazam Girid'deki ellinci gününde dân bekaya intikal etti. Sultanzâde Semin Mehmed Paşa vefat edince, padişah Yusuf Paşayı huzuruna çağırttı.

 

 

 

Yusuf Paşa'nın Katli

 

 

Sultan İbrahim; huzuruna celbettiği Yusuf Paşanın yüzüne hemen bir gemiye atla, bana Girid'in tamamını al. Dedi. Yu­suf Paşa İnşaallah padişahım Girid elbet bizim olacaktır. As­kerimiz anbean oraya hâkim olmaktadır. Tersane ise yeni deniz mevsimiyle ilgili hazırlıklar içindedir. Şu zemheri ayı geçsin elbette denize açılır, Girid'i memâliki mahrusanıza dâ­hil eyleriz. Şimdi gitmenin vakti değildir. Şeklinde cevab ver­di. Padişah: Ne yabane şeyler söylersin? var git, Girid'i aı de­rim, bana bir kale aldım deyu kendini bir hizmetmi yaptın sanırsın? Dedi. Yusuf Paşa korkusuzca fakat hatalı olarak, "hayır şimdi gidilmez" diye cevap verdi. Padişah; Bostancı-başına "Al şunu" diye sesleniverdi. Bostancıbaşı karar deği­şir diye sadece huzurdan çıkarıp siyaset odasında göz altına aldı. Gerek sadrazam, gerek defterdar Musa Paşa istirham­larda bulundular. Hattâ Kâmil Paşanın "Tarihi Siyasiyye" adlı muteber eserinin 2. cildinin 85. sahifesinde şöyle bir malu­mat bulunmaktadır:

 

"Yusuf Paşa dahi çünkü sıhriyeti şahaneye mazhar oldu­ğundan bir ariza takdimiyle o gice sultan hanım hazretlerin­den, bir çocuğu dünyaya geldiği bilbeyan hayatının kerimei şehriyârileri Sultan hazretlerine vede hâfidelerine bağışlan­masını niyaz eylemişse de işbu İstirhamatm bir günâ tesiri ol­mayarak tek'İden sâdır olan, iradei seniyyenin hükmü celili icra olundu" deniyorsa da, bunun doğru olmadığı meydan­dadır. Çünkü; padişahın kızı Fatma Sultan o sırada dört ya­şında bulunuyordu. Değil çocuk yapması, zifafı dahi sözkonusu değildi. Diğer taraftan padişahın, Yusuf Paşayı bir hi­ddetli anında öldürttüğü söylenirki, tek'iden verilen emirler Salih ve Musa Paşaların itirazları bu işin bir anda bitmediğini göstermektedir. Güya pişman olan Sultan İbrahim; cesedi yanma celbettirip "nasıl kıydım, kırmızı kırmızı yanakları varmış" dediği rivayet olunur ki hiç doğruluğu gözükme­mektedir. Zaten Osmanlı tarihi içinde en çok iftiraya uğramış olan padişahların arasında birinci gelir Sultan İbrahim. Diğer taraftan Venedik donanmasından bir gurubun Akdeniz sahi­linde bir baskın neticesinde, beşbin kadar esiri alıp, götürdü­ğü haberi gelir. Padişah bu haber karşısında öyle gazaba" ge­lir ki, ülkedeki bütün hristiyanların, öldürülmelerini ferman e-der. Gerek sadrıazam, gerekse şeyhülislâm buna açıkça iti­razı yapacaklarına, ne kadar kararlı olduğunu bildikleri padi­şahlarını ikna etmek için önce, İstanbul'da ikiyüzbin gayri müslim olduğunu bunların verdiği vergilerin yekünü ileri sü­rülmüş, ayrıca islâm dininin, bunları vergilerini verdikçe, fit­ne ile uğraşmadıkları taktirde hayat hakkı tanıdığını, ecdadı-nında bunlara böyle baktığı anlatılınca suîtan İbrahim: '!Vergi mühim değil, amma dinim ve ecdadımın dediği yol doğru ola" demiş ve iradei hümayun böyle geri alınabilmiştir. Öte yandan Rusya Çarının. Kirman istihkâmlannjJeKrar imarı ci­hetine gittiği haberi alınınca, Tatar Hân'ına haber gönderilip, Ruslar tenkil olunmuştur. Rus Çarı Tatarların bu hareketini şi­kâyet için padişaha elçi gönderir. Gelen elçi Çar'ın dileğini söyleyince gazaba gelen Sultan İbrahim: "Hem kaî'a yapar-suz hem de emrimle size mâni olanı bana şikâyet edersüz" dedikten sonra boyunlarının vurulmasını emretmiştir. Sadra­zam Salih Paşa yalvara yalvara, bunu hapfs cezasına çevirt-meye muvaffak olur. Sevgili okuyucular bu kadar hâmiyyet ve hassasiyet gösteren bir zâta deli denebilirmi? Diyebilirsi­niz ki; bu kitap bu padişahın deli olmadığını isbat içinmi yazildi. Her bir anlatımdan sonra bu suali tekrar ediyorsun. Ha­yır. Uzun yıllar bu milletin evlâdları bu zât'ın deliliğinden baş­ka bir şey öğrenemediler. Hattâ Girid'in fethine, onun devrin­de başladığını bile öğrenemediler. Geçenlerde bir gazetede Sultan İbrahim'in avrupa devletlerine casus yolladığı, bu va­zifelinin görevini yerine getirebilmesi için dince haram olan bazı şeylerin yapılmasında cevaz varmıdir? Diye makamı meşihate fetva sorduğu yazıldı da, bir çok kimse, bu deli pa­dişahın casus yollamasını hayretlerle karşıladılar. İşte tarihi­mizde öyle gizli kalmış hazineler vardır ki, o hazineler sahip­leri tarafından tevazuen kapah geçilmiştir. Milletimiz târih ya­pan bir milletti, keşke yazanda olsa idi.

 

 

 

Girîd Ahvali

 

 

Sultanzâde Semin Mehmed Paşa Girid'de vefat edince, Deii Hüseyin Paşa serdar tâyin edilmiş, kaptanı derya'lık va­zifesi Musa Paşaya verilmişti. Bu Musa Paşayı, Defterdar Mu­sa Paşayla kanştırmamahdır. Serdar Hüseyin Paşa; Resmo kalesini muhasaraya almış, 39 gün sonra fetih nâsib olmuş­tur. Burasının en büyük klişesi camie tahvil edildi. Bu camiin adını Sultan İbrahim Camii olarak andılar. Buraya yakın köy­lerden beş tanesinin geliri camiin vakfı olarak tescil olun­muştu. Kapdanı Derya Musa Paşa; Apokurna, Kalodiso, Ki-samo kalelerine kâfi miktar muhafız ve erzak koyduktan sonra Mora'ya dönerken yolda bir Venedik filosu ile karşılaş­tı. Yapılan savaştada düşman mağlup edilip bir gemi esir edildiyse de, Musa Paşa şehid oldu. Venedikli amiral ise, mürd oldu. Serdar Deli Hüseyin Paşa; Girid'in ilk vergisi olan ellibin kuruşu Hz. Padişaha gönderdi. Sultan İbrahim ise, mukabele edip Serdar Hüseyin Paşa'ya bir kürk, gayet kıy­metli kabzası altuni şlemeli bir kılıç gönderdi.

 

 

 

Cinci Hoca Gözden Düşüyor

 

 

Bir mevlid kandili gecesi, Sultanahmed Camiinde Hazreti Hilâfetpenâhinin önünde ulema sıralanınca padişah görürki birinci sırada olması gereken Bahai Efendinin yerindede Cin­ci Hoca bulunmakta, Cinci Hoca'nın durması icab eden yer­de, Bahai Efendi durmakta. O sıralarda da, padişahın kulağı­na varan sözlerden Cinci Hoca büyük, küçük demeyip rüşvet almakta olduğuydu. Bu dedikodulara kandil gecesi protoko­lünün ihlâlini yapan Cinci Hoca, bu davranışıyla bardağ; ta­şırmıştı. Padişah protokoldeki ihlâli bizzat işaret ederek esa­sına ulaştırmış, Bahai efendi ile Cinci Hoca kendilerine ait hakiki yerlerine geçtiler.                                           ^   _

 

Yıldızın söndüğü, padişahın daha önce Sultanahmed mey­danında bulunan ve Cinci Hocaya hediye etmiş olduğu ko­nağı geri alıp kızı Gevher Sultana hediye etmiş idi. Son elli yıl içinde Cinci Hoca'ya padişah İbrahim'in bağlılığı yazılmış­tır. Sultanın yukarıya aldığımız bu cezalarına Kâmil Paşa târi­hi dışında rastlamak kabil olmadı. Buraya ehemmiyetine bi­naen özetiiyerek aldık. Bu sırada tarihler 1057/î 647 senesini göstermekteydi. Tatarlar Rusya içlerine bir dalış yaparlar, bir çok esir alarak esir pazarlarında satarlar. Bu rakam üçbinden az değildir, bu vaziyetde Ruslar tarafından koz kabul edilir Azak Kalesine saldırırlarsada karşılarına Defterdar Musa Azak kalesi müdafi olarak dikilir. Bir dizi savaş yapılı*, vede Ruslar mağlubiyete uğratılır. 400 esir ile 800 düşman f padişahın ayaklarının dibine saçılır.

 

 

 

Sadrazam Salih Paşa'nîn Katli

 

 

Padişah gerek süvari olarak, gereksede tahtırevan denilen önve arkasında at koşulacak mekanizması olan zamane va­sıtasıyla genellikle kıyafet değiştirerek, bâzende mâiyetiyle beraber devriyeye çıkardı. O zamanın imkânlarıyla yapılmış dar yollar arabalar yüzünden tıkanır halkın buralardan geç­mesi zorlaşırdı. Padişah bu gün bile tatbik edilen bir usule göre arabaların gündüzleri şehir içine girmelerini yasakla­mıştı. Hakikatten bugünde hâl, anbar gibi yerlerin şehir dı­şında yapılması, tırları şehir içinden geçirmemesi bu seyrü­sefer zorluğunu ortadan kaldırmak içinse o zaman da bu ted­bir yerindeydi. Bir gün Davud Paşa semtinde bir imâm efen­diye okunmaya hemde dolaşmaya çıkmış bulunan padişah, imam'ın evinin yakınlarında, yolu tıkamış bir araba görür. Derhal sadrıazam Boşnak Salih Paşaya haber gönderir. Di­van kurma hazırlığında olan Salih Paşa gelir. Padişah: <ben arabalar gündüz şehre girmesün emri vermedimmi? Ben pa­dişah değilmiyim? Emrim niçün tutulmaz? Tiz boğun> emrini verir. Hakikaten çok ağır olan bu hüküm tatbike konur. Hazır ip bulunmadığından imamın evinin kuyusunun ipi alınıp ta­lihsiz vezirin hayatına son verilir.

 

Şimdi sevgili okurlarım; arabanın şehre girmesine elbette sadrazam mâni olacak değil. Bunun Subaşj'sından tutunda, İhtisap Ağasına kadar bir çok vazifelileri vardır. Bunca iş için sadrazam katlolunmaz deyip, biraz araştırdık ve gördük ki, İsmail Hakkı üzunçarşılı'nın 3. c, , 2. ks. sh. 394'de, lno. iu dipnotla Vecihi Tarihi sh. 55'den nâkille diyorki: "Vecihi Tari­hinde Salih Paşanın, Sultan İbrahim'i hâletmek, yâni tahttan indirme düşüncesi, Şeyhülislâm Abdurrahim Efendi tarafın­dan, Valide Sultana bildirilmiş olmasından dolayı katledildiği­ni yazar" Görüldüğü gibi araba hikâyesi bir fenomen, bir olaydır. Hakiki sebeb çizmeyi aşmaktır. Tahtın sahibini alaşa­ğı etmeyi düşünenin, başaramadığı takdirde çekeceği cere­medir. Bu bakımdan padişahın caydırıcı bir usûl olan idam cezası tatbikatını kullanması çizmeyi aşanı, itiaf ettirmesi bir nefsi müdafaa olsa gerektir. Bu arada yukarı aldığımız Vecihi tarihine atıf yapan Clzunçarşüli tarihinin yine kitabın 393. sh. de Boşnak Salih Paşa şöyle tanıtılmış: "Hersek sancağına tâ­bi Nevesinli olup, ne bir asker ne de idareci idi. Niğde'li Mus­tafa Paşanın hizmetinde bulunan daha sonra da, Ruznamçeci İbrahim efendinin yanında bir maliyeci olarak yetişmişti. Al­dığı emri ifa etmekte son derece başarılı bir adam olan Salih Paşa her tarafa uygun politikasıyla, Yeniçeri Ağa'lığı bile yapmıştı. Deftardarlik makammdayken Semin Mehmed Pa­şadan boşalan sadareti, tecrübesiz ve genç olduğunu ileri sü­rerek kabul etmeyen, Hanya Fâtihi Yusuf Paşanın feragati sebebiyle ele geçirmişti. Yusuf Paşanın bu feragati nekadar sitayişle anılsa yeridir. Salih Paşa; vezâreti uzma'da 23 ay kalabilmiştir. Kabri Üsküdar'dadır. 1057h. /1647m.

 

 

 

Hezarpare Ahmed Paşa Sadareti

 

 

Tarihimizde; Hezarpare yâni bin parça mânasına gelen la­kabıyla anıla gelen bu sadnazam esasında sadaret kaimaka-mı olarak tâyin edilmişti. Çünkü veziriazamlık seferde bulu­nan Kapdanı derya Musa Paşaya veriimişsede, yeni sadra­zam İstanbula gelene kadar, kaimmakam Ahmed Paşa binbir dolap çevirmiş, padişah iki yaşındaki kızı, Beyhan sultanı Ahmed Paşa ile nişanlamış olduğundan sadaret kaimakamlı-ğı, sadrıazamlığa kalbedilmişti. İşine çabuk gelemiyen Musa Paşa, sadrazam olma şerefinden mahrum kalırken belki de hayatını kurtarmış oluyordu!. Musa Paşaya 2. vezirlik veril­mişti. Ahmed Paşa çeşitli hile ve dolaplarla ele geçirdiği sa-daretile Sultan İbrahim devrinin son perdesini başlatmış oluyordu. Yeni sadrazam, rüşveti normal hâle getirmiş, verme­yen anormaldi makam ve memuriyetler müzayede ile satıl­maktaydı. Hayli yıldır süregelen Girid savaşına hiç atfu nazar etmiyor, kahraman Gazi Deli Hüseyin Paşa, düşman önünde mahrumiyetler içerisinde destanlar yazıyor, düşman üstüne saldırırken askerinin en önünde, geri çekilirken askerinin en arkasında kalarak emrindekilerin kendisine olan inanç ve sevgisini muhafazaya çalışıyordu. Maalesef İstanbul'dan ne bir yardım gelmekte ne de, askerin maaşı gönderiliyordu. Hüseyin Paşa; marifet gösteren nice kahramanlara bir ze­amet veya tımar'i mükafaat olarak, selâhiyetine dayanarak veriyorsada, bu yerler hemen İstanbul'da sadrazam eliyle başkalarına satılıyordu. Padişah ise, almış olduğu şehvet art­tırıcı ilâçlar sayesinde varmış olduğu şehvet kudreti hasebiy­le durmadan gözde değiştirmekte, gözdeler çoğaldıkça mas­raflar çoğalmaktaydı. Bu gözdeler arasından Voyvoda Kızı diye anılan masalcı, padişaha "Samur Kürk" diye bir masal anlattığında, padişah bu masalın tesirinde kalarak öyle bir samur merakına kapılmıştıki, samur fiatları bire sekiz pahah-iaşıyordu. Rusya bu samur merakına tutulan Osmanlı devle­tine sattığı samur kürkler sayesinde adam akıllı para kazanı-vermişti. Devlet adamları padişahda husule gelen bu mera­ka, kitleler halinde hediye samur kürkler sunarak katılıyorlar ve samur devri diye anılan bir dönem yaşanmış oluyordu.

 

 

 

Şiddetli ve Manidar Bir İtiraz

 

 

Sultan İbrahim; Salih Paşanın katlinden sonra çok şaşırtı­cı, birbirini tutmaz durumlar sergiliyordu. Sarayda olanlar duvarı aşıyor, bîrebin katılarak halka aktarılıyordu. Çok önemli dedikodu olarak yayılmakta olan bir havadis vardı ki; bu bütün Osmanlıya giran geliyordu. Padişahın gözdeleri ye­mek yerken, padişahın kizkardeşleri hattâ 4. Murad'ın kızı

 

Kaya Sultan sofraya hizmet ediyorlar, sofra bitince gözdele­rin ellerine su döküp, peşkir tutuyorlardı. Kösem Validesultan oğlu ile konuşup bu durumun ortadan kaldırılmasını istemiş-sede, padişah annesini derhal saraydan Topkapı dışındaki İs­kender Paşa bahçesine sürdürmüş hattâ oradan da, Rodos adasına sürecek dedikoduları yaygınlık kazanıyordu. Bu de­dikodular yayıla dursun biz şunu hatırlıyoruz ki; sadrazam o sırada kırkbin altuna mâl olacak bir kayığı kızağa koymakta­dır padişaha hediye etmek üzere, halbuki donanmamız mef­luç bir halde olup, Girid'e yardım için Çanakkale boğazından dışarı çıkamamaktadır. Bu bakımdan asırlar sonra bile padi­şahın, annesini Rodos'a süreceği tehdidini asılsız olarak de­ğerlendirme kanaatine varıyoruz. Şimdi kendimize ara başlık yaptığımız işe gelelim.

 

Kaynağımız Mizancı Murad bey'in Rodos'taki sürgün ha­yatı esnasında kaleme aldığı, Ebul Faruk adlı târihinin salta­natı nisvan bölümü sahife 35'den: "Şeyhülislâm Abdurrahîm efendinin oğlu Mehmed efendi Galata Kadfsıdır ilmi ile âmil bir kimsedir. Defterdarlıktan gelen bir emir ile bütün memur­lardan olduğu gibi, Kadı efendiden de, iki samur kürk anber ve akça isteniyordu. Mehmed efendi; bir bohça içine derviş abasını, mevlevi külahını sararak koltuğunun altına alarak sadrazamın yanına vardı. Kendisini huzuru padişahiye çıkar­masını istiyordu. Sadrazam Ahmed Paşa; kadı efendinin ko­lunun altındaki bohçada kıymettar kürkler var sanarak, hedi­yeyi doğrudan sunmak arzusunda olduğunu zannetdi. Meh­med efendi, sadnazamın yanlışını hemen anladı, bohçayı açıp içindekileri gösterdi. İlâve etti;" bunlar benim içindir. Pa­dişahımız aynı zamanda halifemizdir. İstemiş oldukları, bu makamm ulviyetine gölge düşürüp durmaktadır. Kendisine nasihat edip böyle giderse sonucun vahim olacağını hatırla­tacağım." Dedi.

 

 

 

Ahmak Sadrıazam

 

 

Aman Kadı efendi padişah daha hafif şeyler için bile idam emreder, sizi sağ komaz, üstelik babanız şeyhülislâm efendi hz. leri böyle isteklere hep boyun eğer diyerek, Kadı Meh­med efendiye gözdağı vermek istedi. Kadı efendi ise: Babam mevkiini muhafaza etmek için bu rezalete katlanıyor. O, ken­disinin bileceği iş. Ben şu aba ve külah ile her yerde hürriyet içinde yaşarım. Hem siz ne için bu kadar telâş ediyorsunuz? Eğer padişahla konuşma neticesinde onu ikna edebilir isem padişahımız hayırlı dualar alır, ben de onun sevabından his-seyâb olurum! İdam ettirirse, şehid olurum ki bu canıma minnetdir görevden azleder ise serbest olurum. Yarın öbür-gün batacak hâle gelen bu şehirden, uzaklaşır ve şimdiye kadar işlediğim günahlardan rabbime af için yalvarırım. İşte yukarıdaki mükâlemenin neticesi bilinmiyor. Yalnız şurası muhakkak ki, bir kadı efendi ilmi ile âmil olarak faziletle ce­sareti medeniyesini terkip ederek yaptığı teşebbüsle adını ta­rihin silinmez hafızasına ve sayfalarına yazdırmış oluyor.

 

Bu sırada aynı mealde bir protesto da Ağa kapısında cere­yan etmekteydi. Girid'den henüz dönmüş olan ve orada bü­yük takdirlere lâyık yararlıklar göstermiş bulunan, Yeniçeri generallerinden Kara Murad Ağa; defterdar'dan gelen bir memurun kendisine okuduğu talebi dinledikten sonra me­mura: Defterdar efendiye benden selâm söyle bende per-dahtlık barut ve yağlı kurşun var. Anberdi, samurdu bunu el-xden işitiriz. Para der iseniz, ihtiyacımızı borç alarak gideririz. Dedi. Memur ise: Efendimiz! ben bunları âmirime nasıl söyle­rim? Sorusunu yöneltince Kara Murad Ağa: Adam olursan söylersin. Hem bilmezmisin elçiye zeval olmaz, diye bir ba­ğırdı ki, adam hazan yaprağı gibi sallanmıştı.

 

 

 

Saray'ın Vaziyeti

 

 

Padişah halk arasında asılsız söylenti olarak dolaşan hem­şirelerinin, gözdelerine hizmet ettiği yolundaki dedikodularını çürütebilmek için onlan Edirne Sarayına gönderdi. Böylece, burada olmayanlar nasıl hizmet eder? Diye bir anlayışa baş­vurdu ancak bu tedbirde bir işe yaramadı, çünkü dedikodu kolay giderilen hususlardan değildir.

 

 

 

Varvar Ali Paşa İsyanı

 

 

Bu bahse geçmeden sevgili okuyucularıma şu iç hesap­laşmamın neticesini vermek istiyorum. Sultan İbrahim'in, Si­vas Valisi bulunan Varvar Ali Paşadan, daha sonra sadrıazam olacak İbşir Paşanın karısını, kendisine göndermesini iste­mesinde son derecede üzüldüm. İnanmanızı isterim ki; böyle bir hususun, Osmanlı padişahlarından, asla sudur etmeyece­ği inancı içinde, yazmaktan büyük bahtiyarlık duyduğum eseri adetâ terk edip, bu iddianın gerçek olmadığsni araştır­maya başladım. Ve elinizdeki bu çalışmaya bir tek harf bile yazmadan tam dört sene kaybettim. Kendimi bu noktada ik­na edemedikten sonra sizlere okumanız için nasıl böyle bir çalışmaya devam ederdim? Bu maruzattan sonra kaldığımız yerden devam edelim:

 

Yaklaşan bayram münasebetiyle sadrıazam bütün valilere ve sancak beylerine yazdığı birer mektupda, İstanbul'a bay­ram harçlığı göndermelerini emretmişti. Sivas valisi bulunan Varvar Ali Paşa'danda otuzbin kuruş talebde bulunmuştu. Ali Paşa vilâyetin gelirini hesaplatmış fakat bu hesabı tuttura­mamıştı. Bunun üzerinede yanına gelmiş mübaşirede "Si­vas'ın geliri bu parayı Ödemeye takat getiremez. Ben de, yol keserek halkın malını elindenmi alayım?" Diyerek, tahsilata gelmiş mübaşiri geri yolladı. Bir de, rivayet olunurki, İbşir Paşanın çok güzel bir karssı varmsş. Padişah; Varvar Ali Pa­şadan bu kadını göndermesini istemiş güya! Tabii ki, bu ser'i şerife ve insanlığa uymayan bir istekti. Fakat bu istek, bahse konu hanımın ne münasebetle ne yapılmak üzere istenildiği­ni ortaya koyacak netlikte değildir. Buna karşılık; Varvar Ali Paşanın, bu isteği "Bir müslümanm nikâhlısını nasıl başkası­na teslim edeyim" diyerek red etmesi ne kadar doğru sayılsa yeridir, ancak bu sözün, çok öne çıkarılması hususundaki gayretler şüphe çekicidir. Sultan İbrahim'in bu isteği (eğer hakikat ise) ilk önce şeriatı Muhammediye'ye mugayirdir. Makuliyet içinde bakıldığında aynı zamanda halife olan padi­şahın bu çeşit bir hareketi taleb etmesi yapacağı işlerden de­ğildir. Öyleyse bu durum nerden çikiyor derseniz? Söyleye­lim: İleride göreceğimiz gibi Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi şeyhülislâm olmasına rağmen, padişahın yâni Sultan İbra­him'in boğdurulmasında bizzat kemendin Bir tarafını çeken­dir. Diğer ucunu da yaşlı sadnazam Koca Mevlevi Mehmed Paşa bizzat çekmiştir. Çünkü; cellatlar padişahı boğmaya kı­yamamışlardı. İşte bu katil şeyhülislâm, 4. Mehmed devrinde de bir müddet borusunu örttürmüştür. Daha sonra Bursa'ya sürgün olarak gönderilmişti. İşte bu sürgünü esnasında "Rav-za tül Ebrar" adı verdiği bir tarih kitabı yazmıştı bu eser as­lında fena olmamakla beraber, kendisini halk önünde temize çıkarabilmek için, Sultan İbrahim aleyhine hakikatten uzak iftiralarla dolu olarak kaleme alınmıştır. Nedir ki; bu iftiraların en çirkini, İbşir Paşanın hanımını, Sultan İbrahîmin istettiği iddiasıdır. Hayrettir ki bu eserden bahse konu bölümü en muteber sayılan tarih kitabları dahi almışlardır. Müverrihleri; yâni tarihçileri, İbni Haldun'un üzerinde dururarak tekrar tek­rar okunması gereken satırları ihmal etme yanlışını göster­diklerinden, insan mazur göremiyor.

 

İbni Haldun merhum <Mukaddime> adlı mühim eserinde diyorkî: "klasik tarihçilerin nakle tam olarak riayet ettiklerini ve bu nâkile bağlılıktan dolayı da, büyük hataların yapıla gelmiş olduğunu kayd ediyor" ve ilâve ediyor: "sadece nakle bağlılık değiide, şartların, vakaların gözönüne alınmasını, akıl süzgecisinden geçirilmesini, toplumun değerlendirmesi­nin hesaplanmasını tavsiye ederek tarihi yazmalarını ifade eder. "İçimizi rahatlatan satırları ise, merhum Ahmet Refik Altmaym, Ravza tül Ebrar yazan hakkındaki satırlarında bul­duğumdan ve İbni Haldun merhumun, metodunu göz önüne alarak tercihimizi yaptık. Abdülaziz efendinin iddialarını red­de ve bunları hakikatmiş gibi nakle koyulanların da, bu reddin içinde olduklarını söyleyerek hükmümüz odurki, iktidar­dan düşürülmesi gereken adama, kimse taraftar çıkmasın di­ye, islâm toplumunun kabullenemeyeceği bir çirkef atılmış­tır. Şimdi Varvar Ali Paşa isyanını anlatıma geçelim. Varvar Ali Paşa kendisine asker toplamaktayken diğer valilere de haber salıp taraftar toplamaya uğraşmaktaydı. Bu çağrıların­da şu izahatı yapıyordu. Padişah kendine mâlik değildir. Veli­aht ise daha altı yaşındadır. Bize düşen İstanbul'a gidip duru­ma el koymalıyız. Meydana getirilecek bir heyete vazifelerin verilmesi gerekir. Sultan İbrahim'i hiçbir işe karıştirmarnaiı-yız. Böylece alınıp satılan makam ve mansıplar, gölgede kal­dığı görülen adalet bir nizam ve intizama bağlanır. Şehzade Mehmedi buluğa erdiğinde taht'a oturturuz. Ve bu çağrılan valiler tarafından kabule şayan görülmedi, ancak bu çağrılar yağmacı taifesini, Varvar Paşa'nın kuvvetlerine katılmağa yol açtı.

 

Eğer izahta muğlak görünen ifadeleri tefsire kalktığımızda, vardığımız netice şudur: valiler yapılan çağrıyı gayri hukuki, gayri islâmi bulduğundan "Alessultan huruç" yapmayı uygun bulmadığını gösterirki, farzımuhal İstanbul'a gidildi, padişah enterne edildi, vesayet komitesi nasıl teşekkül edecek, bun­lar kimin açık veya gizli yönetimi altında üike idaresini üstle­necekler 4. Murad zamanındaki tedbirlerle, hanedana sada­kati yeniden temin ettiğinden Varvar'm komutasındaki ordu­yu nasıl karşılayacak?

 

Bu çok önem taşıyan bir soruydu. Yeniçeriler, gelen bu kuvvetleri hasım olarak telâkki ederse meydana gelecek olayların mesuliyeti yüklenilecek hususattan değil idi. Varvar Ali Paşa külliyetli bir kalabalıkla Tokat üzerine giderken, bu­rada daha sonra devletin kurtarıcısı sayılacak, Mehmed Paşa (meşhur Köprülü Mehmed Paşa) ile karşılaştı. Çıkan muha­rebede galibiyet Sivas Valisi tarafında kaldı. Mehmed Paşa mağlup olduğu gibi Varvar'ın eline düşmüştü. Çeşitli haka­retlerin muhatabı olarak Varvar'ın çadınna getirilip, direğe bağlandı. Bu esnada Mehmed Paşa'nın başına gelen mağlu­biyetin haberi, İstanbul'a ulaştığında derhal İbşir Paşaya Var­var Ali Paşanın üstüne gitmesi emri verildi. Aslında Varvar Ali Paşadan görmüş olduğu nice iyilikler yüzünden, ona kar­şı minnet duymaktaydı. Nasihatler gönderdiysede, tavsiye­lerle dolu bu nasihatları Ali Paşa kaale almadı. Halbuki İbşir Paşa bu tavsiyeler ve nasihatlarında pek samimi idi. İbşir Pa­şa vaziyetin kâr etmediğini görünce, kendisine iştirak etme niyetiyle yaklaştığını göstermeye başladı. Bu anlayış içinde Varvar kuvvetlerine sokuldu. Birleşmeye gelmiş takviye zan-nı, Varvar Ali Paşada hâkim olduğundan tedbirsiz davrandık! bir saldırıda defteri dürüldü. Varvar Ali Paşanın boynu vuruİ-du. Böylece bu isyan sona ermiş oldu. Köprülü Mehmed Pa- bağlı olduğu çadırda bitkin bir vaziyette bulundu, önce hayatı kurtarıldı, bilahire itibarı iade olundu. Artık ona düşen devleti bulunduğu girdaptan kurtarmak için çalışacağı vakti beklemekti. Bu sırada tarihler, h. 1058/m. 1648 ken olayla­rın geçtiği yer Çerkeş kasabasıydı.

 

 

 

İbrahim Paşa İsyanı

 

 

Şimdi de gelelim Bağdad valisi İbrahim Paşanın isyan ha­reketini gözden geçirmeye: Osmanlı devletinde sadrazamlar iş başına geldiğinde, bu günkü siyasi partilerin yaptığı gibi mümkünmertebe kendi kadroları ile çalışmak isterlerdi. Sadrıazam Boşnak Salih Paşa'nın öldürülmesinden sonra onun yetiştirdiği ve onun vazifelendirdiği bir çok vali görevden alınmıştı. İşte bu görevden almanlar arasında Bağdad vâiisi İbrahim Paşada bulunuyordu.

 

Okuyucularımız hatırSayacaklardırki, Salih Paşa öldürülün­ce sadaret Musa Paşaya verilmişti. Ancak sadaret kaİmma-kamı Ahmet Paşa, çevirdiği dalavere ile sadaret makamını ele geçirmeyi becermişti. Sadrıazam bir tâyinle bir kaç işi yapmak istiyordu. Bu tâyini 2. vezir durumuna düşürdüğü, eski Kapdanı derya Musa Paşayı valilik görevi ile Bağdata tâyin ve Salih Paşanın valisi İbrahim Paşayı vazifeden al­mak, ayrıca bu vâiiliğide kabul etmeyeceğini söyleyen Musa Paşa'ya" paşa karındaş gitmeniz şart değii bir mütesellim yollasanız diyerek, Musa Paşayı tâyini kabule mecbur kıldı. Musa Paşada bir mütesellim gönderdi. Diğer taraftan İbrahim Paşa velinimeti Salih Paşa gibi idam olunacağı endişesiyle Bağdad ahalisini kendine celb ederek isyan bayrağını açdı. Bağdatda İki çeşit asker bulunuyordu. Bunlardan kapıkulu denilen yeniçeriler, iç kalenin muhafazası ile vazifeliydiler. Diğer askerse, <Yerii Kul> adıyla anılan gönüllü askerdi ki, Bağdad vilayeti ve hududunu muhafaza etmekle görevliydi. İbrahim Paşa bu askerlerden ancak yerli kul olanını kendine celbedebilrnişti. Yeniçeri ise devletine bağlı kalmış, bağlılığı­nın misalini de İbrahim Paşa askeri ile kılıç kılıca döğüşerek isbat etmişti. Bu olaylar Bağdadda meydana gelirken, veziri­azam Musa Paşayı Bağdad valiliğinden alıp, onun yerine

 

Boşnak Salih Paşanın kardeşi Murtaza Paşayı tâyin etmişti. İbrahim Paşa hakkındaki idam fermanımda Murtaza Paşanın eline tutuşturmuştu.

 

Aradan bir kaç gün geçmiştik! Musa Paşa saraya çağınhp, Murtaza Paşanın valiliğinin bir muvazaa olduğu, asıl valinin kendisi olduğu, bu münasebetle derhal Bağdad'a gidip, Mur­taza Paşa tarafından İbrahim Paşanın kesilmiş kellesinin ya­nma Murtaza Paşanın kellesini kesip koymak sana düşüyor dendi. Musa Paşa bu iradeye itiraz edecek oldu. Fakat gök gürlemesini andıran bir ses "Ya kelleler, ya kellen" diyen pa-dişahdan başkası değil idi. Musa Paşa Bağdad'a gitti. Her iki kelleyide bala batırsp İstanbul'a gönderdi. Az bir müddet son­rada iş başarmış tavırları ile istanbul'a döndü. Mükâfaatı Ye-dikule'de bir kaç gün hapiste kaldıktan sonra kellesini kay­betmek oldu.

 

 

 

Darbei Hükümet

 

 

Ülke gerek asayiş bakımından, gerekse Girit ahvali yüzün­den, padişahın sadrazama bütün itimadı yüzünden pek sıkın-tih duruma getirilmişti. Sadrıazam Ahmed Paşa, padişahın kızlarından birini oğlu için istemişti. Böylece kendi damatlığı yanında oğlunuda hanedanı Osmaniyan'a intisab ettirmiş olacaktı. Bu hayırlı işin talebi padişah katında kabul gördü­ğünden, düğün hazırlıkları yapılmaya başlanmıştı. Yukarıda-da bahse konu elliğimiz memleketin genel durumunun karı­şık bir halde olması, daha önce padişahın gözdelerine kar­deşlerinin hizmet ettiği, dedikodusu çıkan problemlerden Va­lide Kösem Mahpeyker Sultan, oğluna muğber olmuştu. Ay­rıca yeniçeriler vede bunların ileri gelen komutanları osmanlı devlet idaresinin gösterdiği zaafdan çok ümidsiz, ümidsiz ol­duğu kadar da, İşleri nasıl nizam ve intizama koyabilecekle­rini planlamaktaydılar. İş bu plân, ilk Önce sadrıazamıda içine alan bir plândı. Ancak sadnazam hiçbir perde kalmadan kendisine teklifedilen darbede şerik olmayı merdane bir tarz­da red eyledi.

 

Böylece Ahmed Paşa, padişaha ihanet etmemişti. Biz bu teklife verdiği cevabında takdire şayan olduğunu idrakle bu hareketini bütün kusuruna rağmen lehine bir puan olarak te­lâkki eyledik. Sadnazam bu cevabı vermekle kalmayıp, ihti­lâlcileri kazasız belâsız ortadan kaldırma kararma vararak bunların ortadan kalkmasını teminen bir düğün ziyafeti ter­tipledi. Sadnazam bütün ağaları ve ihtilalci takımının azaları­nı bu düğüne davet etti. Ancak; bu davete icabet eden Yeni­çeri Ağası ve diğerleri katılacaklarını açıkladıkları, sadnazam davetine silahsız gelecek veya silahlı gelip de, kapıda biraka-cak ahmaklardan değillerdi.

 

Nitekim silahlarını sofrada dahi üzerlerinde taşıdılar. Daha enterasanı, yemeğin hiçde tahmin olunmayacak bir safha­sında, otomatiğe basılmış yay gibi aynı anda da sofradan kalktılar. Tabiiki hertüriü saldırıya alesta bekliyen kılıç ehli üzerine saldırmak, a'klın alacağı husustan olmaması bu tuza­ğın akim kalmasını intaç etti. Ziyafetten çıkanlar doğruca, orta camie gittiler. Bu orta caminin bazı tarihlere göre Şeh-zadebaşı Câmü olduğu ileri sürülüyor. Çünkü her ne hâile düğündeki ziyafet tuzağının başka şekilde tekrarlanacağını, belkide gecenin ileri saatinde tek tek enterne edileceklerini anlamış olmalıdırlar ki, başta şeyhülislâm olmak üzere, vaiz­leri, ulemâyı ve diğer tabur, bölük Ağalarını câmi'e çağırdı-iar.

 

Konuştular, konuştular... Sabah olduğunda, silahsız yeni­çeriler camiin etrafını doldurmuş, bir aşağı bir yukarı dolaş­maktaydılar. Ahali ise; yeniçerilerden biraz uzakta olmakla beraber câmi'ye yakın bir alanda bekleşmekteydiler. Çıka­cak kararı beklerlerken, diğer merak ettikleri husus ûlema'nın alacağı tavır idi. Çünkü, ilmiye ile seyfiye diğer tâbir­le âlimler ile kılıç erbabı ittifak ettimi, zorlar kolaylaşır, hak ortaya çıkardı. Öte yandan ortaya gelen yeni vaziyet, sara­yın kulağına ulaşmıştı. Şeyhülislâmın toplantıyla ilişkili ol­duğu da alınan malumattan olduğundan soruyu şeyhülislâ­ma tevcih ettiler bir haberci koşturup. Bu kanuna uygun ol­maz toplantı nedir? Şeyhülislâm cevab verdi:

 

Padişah sadnazamı bize teslim etsin. Aksi haide dağılma­ma kararı çıktı. Dedi. 1058/recep ayının 15. günü akşamı, 1648/ağustosunun 5. günü yapılan bu toplantıdan ahaliye verilen bilgileri şöyle tertiplemişlerdi. Sadnazam müfsid bir kimsedir, ortalığı soyup soğana çevirmektedir. Valide Sultan aleyhine oğlunu tahrik edip, devletin başına felâketler çeki­yor. Bu bakımdan sadrazamın ortadan kaldırılması, yerine münasip bir kimsenin oturması sağlanmalıdır şeklindeki ka­rar gelen haberciye şeyhülislam tarafından nakledildi.

 

O gecenin sabahında, sabah namazını kılmak üzere ulema ve kalabalık Fâtih Camiine geldiler. Şeyhülislâm Abdürrahim efendi, yanında Kara Murad Ağa olduğu halde mezkûr camie gelip, namazı hep birlikte edâ ettiler. Daha sonra toplantı ya­pıldı. Bu toplanan zevat arasında Yalı'da bulunan Kazaskerler yâni, Bahai ve Mahmud efendiler görülmüyordu. Sipahilere haber verilip verilmemesi hususu tartışmaya açıldı.

 

" Kara Murad Ağa bunlara ikrahi bir yaklaşım İçinde oldu­ğunu sergilemekten çekinmedi. Sipahilerin çağrılmasının ge­rekmediğini ileri sürdü. Bu isteğe ûlema'ikirâmın taraftar ol­madığı, askerin hep beraber davranması icab ettiğini tercih ettiklerini söylediler. Bu tercihlerinde ısrar sahibi olduklarını ileri sürerek, yeniçeri zorbalarını iknaya muvaffak oldular. Bunun üzerine sipahilerin de gelmesiyle beraber ahalinin ka­tılımı aynı zamana rastladığından mahşeri kalabalık meyda­na gelmişti. Fâtih Câmii'ne gelmesi İçin sadrazam Ahmed

 

Paşa'ya davet salındıysa da, gelen cevapta akşam evinden ayrılmış olduğu, bilinmeyen bir yerde saklandığı ifade edil­mekteydi.

 

Öte yandan; asker ve ulemanın müştereken meydanlarda içtima etmiş olduğunu haber alan saray, Haseki Ağa ve Bos-tancıbaşının adamlarından bir heyeti gönderdi. Heyet; Ab-dürrahim efendiden toplanma sebeblerini sorarken, biraz sonra gelen Bostancıbaşı'nın memuru, "hemen dağılın" em­rini verdi. Çünkü bu padişahın iradesiydi. Bu iradeye karşı Müftü efendi Abdürrahim efendi; verdiği cevapla; meşhur Mi­zancı Murad bey'e göre, Fransız ihtilâlinin büyük hatibi Mira-bo'ya bir buçuk asır takaddüm ediyordu. Biz Murad beyin kaleminden aynen buraya almayı uygun buluyoruz:

 

<Bu cemiyetin, şer'i şerif ile sözü vardır. Vazifesini ifâ et­meyince dağıtamaz. Siz varın padişaha söyleyin ki sadrıaza-mı hemen bize versin. Görüldüğü gibi, gerek orta câmi'de, gerekse Fâtih Camiinde yapılan toplantıda, şeyhülislâm Ab-durrahim efendi işin başını götürdüğü gibi, daima hedef ola­rak da sadnazamı ileri sürmekteydi. Mehmed Murad bey, yâ­ni Mizancı Murad bey, şu mütalaayı ileri sürüyor, şeyhülislâ­mın yukarı tırnak içine aldığımız ifadesini tahlil ederken: <Eğer AAüftü efendi, gayreti vataniye ve fazilet aşkı ile bu sö­zü söylemiş olsaydı, pek makbul ve mübeccel bir harekette bulunmuş olurdu. Namı da, kemâli ihtiramla müebbeden yâd olunurdu. Ne çâre ki Abdurrahim efendi Kösem Vâlide'nin bir davasını ücrete mukabil deruhde etmiş, âdi bir avukat mertebesinde kalıyordu.> Evvet, Karaçelebizâde'nin bu söz­leri ile kıyam bilfiil başlamış olduğundan, Fâtih Camiinden, yine orta camie dönüldü ve aynı dakikalarda sadrıazamın bulunduğu yerde katline fetva çıkarıldı. Ölüm fetvası verilmiş sadrazam Ahmed Paşanın artık sadareti düşmüş olduğun­dan, yerine bir sadnazam tâyini kıyamcılarca düşünüldü.

 

Eski defterdarlardan Derviş Paşa İle Sofu Mehmed Paşa arasında bir tercih yaşadılar. Doksanlık Sofu Mehmed Paşa tercihe şayan bulundu. Herhalde yaşının büyüklüğü ve kısa akıl sahibi tercih sebebi oldu. Bu Mevlevi Tarikatı mensubu yaşlıyı yapılan teklifi red etmiş görüyoruz. Ancak, zorla ite kaka adam Orta Câmİ'e getirildi. Burada el öpme töreni icra olundu. Bütün bunlar olurken, padişahın musahiblerinden Tavukçu Mustafa Paşa topluluğun yanına geldi. Padişahın; sadrazamın tâyinini kabul ettiğini, yeni sadrazam ve şeyhü­lislâm efendinin saraya gelmesini irade ettiğini, ikinci tenbi-hininde topluluğun hemen dağılması olduğunu bildirdi. Bu iradenin yalnız sadrazamı çağıran tarafına riayet edildi ve ih­tiyar sadnazam, ki sadrazamlığı kıyamcıların eseriydi nede-rece makbuldü az sonra görülecekti. İhtiyar adam binbır özürle padişahın huzuruna dahil oldu. Padişah kendisine mü­hür verdi. Böylece de bu adamın sadareti meşruiyyet kazan­dı. Padişah: Ahmed Paşayı azlettim. Ancak kendisi haneda­nın ve dolaysıyla benim damadımdır. Canını bana bağışlayın. Dedi. Bu talebe Mehmed Paşa tavassut edeceği sözünü ver­di. Huzurdan ayrıldı. Zorbaları kendisini bekler buldu. Padişa­ha tavassut hususunda verdiği sözü söylediğinde, kıyamet koptu. Sadnazam şaşılacak bir vakayla karşı karşıyaydı, an­cak bunu idrak edemiyordu. Kendisine veziriazam diyorlar sonrada, söylediklerini dinlemiyorlardı. Bu nasıl sadrazam­lıktı? Kendisini istedikleri gibi güdüyorlardı. Ayakları geri geri giden sadnazam, Sultan İbrahim'in huzuruna yeniden girdi. Padişah: Ne ettin? Diye sorduğunda: Mevlevi Sofu Mehmed Paşa: İradenizi kabul etmediler? Beni de pek azarladılar. De­diğinde, bütün sinirleri tepesine çıkan padişah bir kartal gibi, sadarete lâyık olmayan sadrazam müsvettesinin üzerine yü­rüdü. Bir hayli hırpaladı.

 

Eski tâbirle; bir güzel donattı. Padişahın huzurundan yan ölü gibi çıkan Mehmed Paşa kendini konağına zor attı. Mührü hümayunu ise, padişaha değil, kıyamcı güruhuna yolladı. Bektaş ve Muslihiddin Ağalar, Mehmed Paşanın konağına koştular. Kendisini; bizim gibi yaşlıların dine hizmetten başka ne gibi gayesi olabilir diyerek teselli ve iknaya muvaffak ol­dular. Hep beraber, kıyamın merkezi seçilmiş bulunan orta camie yollandılar. Buraya geldiklerinde zorbalarla yeniden konuşuldu ve esas maksat, bu sırada ortaya döküldü. Ah-med Paşayı katil, Sultan İbrahim'i hâl, şehzade Mehmed Sul­tanı tahta iclâs kararı tekarrür etti. Padişah huzurundaki ha­linden sonra şaşırmış halde mührü hümayunu padişah yeri­ne kıyamcılara göndermiş olması sonradan pek işlerine yarramıştı.

 

Çünkü bu mühürle damgalamış olduğu iradeler derhal ye­rine getirilmekteydi. Şehir kapılarının kapatılmasında, bazı inzibati tedbirler alınması hususundaki talimatları yaptırmak mührü hümayun sayesinde kolaylaşmıştı. Adeta ihtilâl de­meğe insanın dili varmıyordu! Bu sırada Kösem Mahpeyker Vâlidesultana, bir yazı gönderildi. Vaziyetin geldiği safhayı bildirdiler. Şehzadelerin Sultan İbrahim'den gelebilecek bir kötülüğe karşı, emniyete almalarını ihtar ettiler. Kıyamlar ve ihtilâller genellikle kan ile bulaşırlar. Norma! bir haldir; çün­kü, muvazenesini kaybetmiş herşey şaşırır, sağa da sola da çarpar. Ya kendini kurban, ya da başkalarını kurban eder.

 

 

 

Vefa Ehli Zor Bulunur

 

 

Bu harekâtın ilk kurbanı bir sene zarfında Rumeli kadılığı­na çıkarılan mülakkap lakablı pek makbul bir kimse olma­yan Muslihiddin efendi olmuştu. Halbuki bu adam, toplanan­lar arasına karışarak arzı mevcudiyet göstermek istemişti. Yapılan çekil git ihtarına aldırmıyarak askerin içinde kalma­ya devam etti. Kendisini hırpaladılar, yüzünü gözünü kan •içinde bıraktılar. Yakınında bulunan şeyhülislâmın atına doğru koşunca, ancak yüz vermeyen şeyhülislâm özengisini kanlı surata hizalıyarak atını sürdü. Akıbet yere yıkılan Mus-lihiddin'in üzerine üşüşenler hemen parça parça ettiler, bıçak ve kılıç darbeleriyle. Ahmed Paşa her ne kadar saklanmışsa-da, cemiyetin harekâtının gelişmelerinden haber almaktaydı. Mihayet kendisi hakkında alınan bütün kararlardan haberdar olmuştu. Yaptığı yanına bol miktarda para alıp, makbul za­manında makam ve mevkii verdiği kimselerin yanlarına git­mek oldu. Ne var ki; her yerden boş dönüyor, her biri, birer bahane ile vaziyetine bigane kalmaktaydı. Vefalı kimse bul­mak kolay değildir, bulanda vefalı dostuylan ne kadar övün­se azdır. Ahmed Paşa; senelerce mevkii sadarette bulunduğu halde bir tek vefa sahibi edinememiş demekki, bak şu işe! Kapı kapı dolaşan eski sadrazam, nihayet Aksaray'da Hacı Behram'dan ummadığı alakayı gördü. Çok sevindi. Ne çare-ki Behram'ın niyeti ihanet imiş. Bir yandan Ahmed Paşayı konağına buyurederken, Sofu Mehmed Paşanın konağına haberi uçuruvermişti. Mehmed Paşa adamlarını gönderip, Ahmed Paşayı konağına aldırıyor, kendisine çeşitli vaadler yaparak ikramlarda bulunurken beri yandan da, kellesini ko­parmak için cellat hazırlattırıyordu. İstirahat etmesi için oda­dan çıkıyor, ancak adamlarından birini içeri yollayıp para is­tetiyordu. Bu pazarlık epeyi bir zaman sürüyor ve Ahmed Paşanın artık kuruşu kalmamıştır.

 

Bu sırada iki kişi kendisini koltuklar, yâni kollarına girer ve yardımcı oluyormuş gibi yürütmeye başlarlar. Eski sadra­zam, bunlara baktığında aniden sararır, çünkü birisi saray celladı Kara Ali, diğeri Hamal Ali'dir. Tabiîki boğdular. Cese­din ertesi gün atıldığı yer Atmeydanı oldu, bu sırada herifin biri bu Paşa semiz bir adamdı, bunun eti derde deva diye bir herze yumurtladı. Bir çok kişi bu cesetten bir parça koparıp evine götürdü bu andan sonra öldürülen sadrazamın lâkabı, bin parça mânasına gelen "Hezarpâre" oldu. Her kötünün iyi tarafı, her iyinin kötülüğü olabileceği gibi Hezarpâre Ahmed Paşa'nin fazilet sayılacak bir davranışını anlatarak bir hakkı ketmetmiyelim.

 

Bu bölümü; Mizancı Murad beyin Rodos Adasındaki sür­günü esnasında, yazmış olduğu ve adını oğlu Faruk bey'in adından mülhem, Ebu'l Faruk adlı Osmanlı tarihinden alıyo­ruz: "..Kösem Valide Sultanın tesirinin düşüş gösterdiği bir dönemde, Valide Sultan, sadrazam Ahmed Paşaya: Bu yâni Sultan İbrahim beni de seni de sağ komaz. Âlem harab olu­yor. Devlet de elden gidiyor, bunun hakkından gelelim de şehzadeyi cülus ettirelim. Ahmed Paşa: Ben edemem Sulta­nım. Varsın beni öldürsün. Ben veli'inimetim'e ihanet ede­mem, suikasda ise asla cür'et edemem. Cevabını verir. Gö-rülüyorki; ihtilafda devletin devamlılığını ve başarısının sağ­lanması için kelleler üzerinde pazarlıklar yapılmakta. Valide Sultan'ın kendi oğlunu, bir hükmetme arzusu için kurban et­mesi belki imkânsız değil amma, Allahaşkına; biri söylesin milyonda kaçtır böylesi? Ayrıca bir ananın evlâdını yok etme bahasına işbirliği teklifini, Ahmed Paşanın ihtiyat ile karşıla­mak şeklindeki cevabı devrin oynak anlayışının bir gereği sayılırsa da, yeniçeri ağalarının teklifini de red etmiş olması, bu kötü işlere eğilimi olmamasınıda gösterir. Neticede doğru Cenabı Hakk'ın indindedir.

 

 

 

Padişahın Direnmesi

 

 

Sadrıazam olan damadının katledilmesinden sonra, Sultan İbrahim durmadan haber gönderiyordu, isyancılara. Artık dağılınız. Bir değişiklik olmadığını tesbit edince, saray burç­larına topları yerleştirtmiş, bostancıları silahlandırmiştı. İtaat­sizlikleri devam ettiği takdirde hepsini kırıp geçireceği habe­rinin yayılsın istiyordu. İsyancılar ise Kösem Valideye saldık­ları bir haberde, şehzade Mehmed Sultanı orta camie göndermesini taleb ettiler. Valide Sultan bunun mümkün olama­yacağını, böyle bir cülus adeti olmadığını, padişahın patırdı-sına bakıfmamasını, kendisinin sarayda her ne kadar oniki-bin silahlı bostancı neferi olmasına rağmen Ağaların kendisi tarafında olduğunu bildirdi. Cemiyet saraya geldiğinde bos­tancıların kendilerine iltihak edeceğini bildirdi. Bu bilgiyi er­tesi günü gizlice kıyam erbabının yanıbaşina gelen Bostanci-başı te'yid etti.

 

O gün Cuma idi ve bu hâl üzre salatı cuma elden gitmişti. Atmeydanı'na doluşan kıyamcılar, ayak divanı istediler, ora­da da durmayıp saray içine daldılar. Karşılarında Sultan İbra­him değil, Valide Sultanı gördüler. Karşılıklı olarak konuştu­lar, konuştular! Valide Sultan kıyam edenlere her nekadar mukavemet etmeye çalıştıysa da, oğlu İbrahim'in tahtta kal­masını sağlayamadı! Sonunda: Varayım arslanımın sarıkcığı-nı sardırayım ve çıkarayım. Diyerek içeri girdiği görüldü. Az sonra küçük şehzade babaannesinin elinden tuttuğu halde, masum ve güzel yüzü ile göründü. Osmanlı tahtına oturtul­du. Birbir önünden biat ederek geçiyorlardı. Bu kalabalıktan ürken yeni padişah ağlamağa başlayınca, daha fazla rahat­sızlık vermeyi önlemek için biat yeterli sayıldı. 1058/1 5/re-ceb6/8/1648 çarşamba günü başlayan ihtilâl, 17/receb cu­ma günü nihayetlendiğinde, Osmanlı tahtında kırkbir yıl hü­küm sürecek, 4. Mehmed unvanlı Sultan İbrahim'in oğlu vardi.

 

 

 

Sultan İbrahim'in Sonu

 

 

Sultan 4. Mehmed'e biatlarını yerine getiren devlet adam­ları cemmi gâfir halinde Saray'ın Harem dâiresine sellemü-sellem dalışa geçtiler. Bu yakışıksız hâl; Genç Osman, 4. Murad devrindeyken bile olmamıştı. Bostancıbaşı bu kafile­nin önüne düşmüş, şeyhülislâm, sadrıazam ve ulema arkalarından destursuz yürümekteydiler. Sultan İbrahim'in etrafını kadınlar almış ellerini eteklerini tutuyorlar, bir tarafa kıpırda­masına fırsat vermiyorlar idi. Şüphesiz ki bu davranışları pa­dişaha yardımcı olmak, ona gelebilecek bir saldırıya sed ol­mak niyetini taşıyordu. Hızla yürüyen kafile aniden karşısın­da Sultan İbrahim'i buldu. Bostancıbaşı Padişahım! Ulema ve ayanın kararlan var. Siz artık içeriye buyrunuz. Dediğinde: Sultan İbrahim Bre hâinler, pezevenkler, Allah'dan korkmaz kâfirler! Bu ne işdir? Ben; herbirİnizi ihsanlarıma gark etme-dimmi şimdi isteklerinize uymadığım içinmi bana ihanet edi­yorsunuz. Ben padişah değilmiyim? Kararınızı kabul etmiyo­rum, red ediyorum, defolup gidiniz, irademe itaat etmeyen hâin ve kâfirdir. Bu salvolar karşısında; heyetin içinden yine bir kişinin cevap veren sesi yükseldi. Bu sesde Karaçelebizâ-de Aziz efendiye aitti. Tarihçi Nâima şöyle naklediyor:

 

"Aziz efendi o mecliste büyük cür'et gösterip, padişaha yapılacak hürmete mugayir pekçok söz söyledi şöyleki" Ha­yır padişah değilsin. Din ve şeriata mugayir pek çok iş yaptı­ğından cihanı harabeye çevirdin. Ne zamanki; gaflet ile vakit geçirip rüşveti açıkça yapılır hâle getirdin, zulmü alime mu­sallat ettin, beytülmâli israf içinde kullandın' Dedi. Söylenen bu sözlere oradakiler hayran oldular. "Sultan İbrahim; taht'-tan indirildiğine inanamıyordu. Kendisinin emirlerinin yerine getirileceğine dâir inancı, hiç sarsılmamaktaydı. Bir yandan konuşuyor, bîr yandan kendisi için seçilmiş bulunan dâireye doğru yürümekteydi. Nihayet yanında iki câriye olduğu hal­de dâiresine soktular. Kapının kilidine sokulan anahtar iki defa çevrildi. Arkasından anahtar deliğine kurşun akıtılarak, kilit de işlemez hâle getirilince Sultan İbrahim yine kafese konduğunu idrâk etti. Bütün gücüyle, bağırdı, kapılara vur­du, yıkniağa çalıştı, nihayet ağzına gelen küfürleri bazı kim­selere tahsis etmeğe başladı.

 

 

 

Ölüm Hücresi

 

 

Padişah artık savurduğu küfürleri validesi Kösem Sultana etmeye başlamıştı. Demek ki; yanında bulunan iki cariye­den, hâl vakasında, Kösem Mahpeyker Valide Sultan'in oy­nadığı rolü öğrenmişti. Artık bir dinlenmeye çekilen eski pa­dişah, güçleniyor ve beş defa bağırmaya koyuluyordu. Mah-besinden taşan sesler dışarıya duyuluyor, bunları duyanların bir bölümünün içi sızlamaya başlamıştı. Ertesi gün oda kapı­sının önü bir güzel örüldü. Ahalinin tepkisini ölçmek için pa­dişahın kapatıldığı yerden kurtulup firarı başardığı istikame­tinde bir haber hassaten çıkarıldı. Görüldüki; esnaf derha! dükkânlarını kapadı.

 

Demek ki, ahalinin nabzı sayılan esnaf bu karışık ahvalde yağmaya uğrayacağı endişesiyle ve de, bu işe karışmamak için kenara çekilmeyi seçmişti. Beri yandan kapısı örülü dâ­iresinden Sultan İbrahim'in gönüllere üzüntüler salan feryadı saray duvarlarını aşmaktaydı. Yeniçeri'lerin bir bölümününde bu feryatlardan kalbleri ihtizaza geliyor ve kendi kendilerine acaba bu hâl işini ettiğimiz kötümü oldu? Şeklinde düşünce­lere dalıyorlardı. Ahalinin ve bir bölüm askerin sessizliği; ida­reyi korkuya ve sarayı da endişeye sevketmişti. Kösem Vali­de Sultan tecrübesini konuşturarak, böyle hallerde ulemaya başvurulmak gerektiğini hatırlattı. Başvurulan ulema takımı, derhal çareyi söylemekte gecikmedi: <İz içtimaa haiifetan, faktelu ehadü minhüma> yâniiki halifeden birini öldürünüz! Mizancı Murad bey diyorki: "âyet değil. Hadis değil. İmamla­rın içtihadı değil. Uydurulmuş arabça bir cümle"den başka bir şey değil ulemanın söylediği çare.

 

Yine bahse konu çarenin gösterdiği iki halife ifadesi, gerek mantık gerekse mâna itibariylede yanlıştır. Çünkü halife denilen ikiden biri bulûğ çağına ermemiş bir masum çocuk. Di­ğeri ise bir mecnun. Dolaysıyla değili ki halife bir tane bile mevcud değil, görüşünü ileri süren Mizancı Murad'a iştirak etmiyorsak da söylediklerinin pekde yabana atılacak husus­lardan olmadığını düşünüyorum. Yine Murad bey diyorki; "..sümme tedarik fetvalar yüzünden Osmanlı devletinin uğra­dığı felâketler, düşmanların taarruzlarından meydana gelen felâketlerden büyük ve dehşetlidir." Sultan İbrahim'in katline dâir fetvayı isteyenler, Bektaş, Murad Ağalar, Kara Çavuş ve Muslihiddin idi. ulemanın bulduğu çâreyi fetva haline geti­rende şeyhülislâm Abdürrahim efendiydi.  

 

                       

 

Fecâi'i İbrahim'iye

 

Çalışmamızın bu satırları, pek hissi hususlara mahsus gö-rünsede, aslında hayatımızın his dünyasındaki zenginliği, biz­lerin insanlık seviyesine yaklaşımımızın bir ölçüsü dense, as­la yanlış olmaz. Çünkü; insanoğlu aklıyla hisleri arasında yaptığı muhakeme neticesinde, islâmla muttasıf bir kimse ise, aklın mekrine kapılmayıp, hislerini öne alarak karar alsa menfi bir neticeye doğru yelken açmaz. Aşağıdaki satırlar aklın canavar tarafını kendilerine rehber edinenlerin sergile­diği çirkinliği duyurmağa yöneliktir. Sultan ibrahim'in hücre­ye kapatılmasının 11. günü alınan fetvayı yerine getirmek için başlarında yaşlı sadrıazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa, şeyhülislâm Abdürrahim efendi, fetvayı verenlerin bir bölü­mü, bir miktarda asker olduğu halde saraya girdiler. Saray çalışanları sarayın tavanlarında onbir gündür yankılanan eski padişahın feryatlarıyla dilhûn olmuşken, icraya gelenleri kar­şılarında bulunca, artık gözyaşlarını tutamıyarak, bunlara ar­kalarını dönüp, ağlıyarak her biri bir tarafa kaçtılar. Çünkü yapılacağı görülen cinayete, uzakdan dahi olsa şahid olmak­tan içtinab ettiler. Geride bir kaç acemi hizmetli kalmıştı bunlar da, örülü kapının tuğlalarını yıkması emredildikte red ce­vabı verdiler.

 

Devletlûlar! bunları sille tokat dövmeğe başladılar. Ancak işe yaramadı bu zorla yaptırım teşebbüsü. Çünkü sarayın acemioğlanından dahi: "Öldürseniz o kötülüğü yapmayız" cevabı aldılar. Gelenlerse, bu itirazlardan intibaha gelmeyip senelerce huzurunda diz çöktükleri padişahlarını öldürmek­ten çekinmediler. Çünkü akılları gözlerine inmişti. Çaresiz kalan heyet, işin başa düştüğünü gördüklerinden kazma kü­rekleri ellerine alıp, örüleli on gün olmuş divan yıktılar. Kapı­yı, parçaladılar ve birdenbire karşıların da avazı bülend ile haykırmakta olan padişahla karşı karşıya kaldılar!

 

O: Benim elimden nimet yiyenlerden bana merhamet ede­cek kimsede kalmadım!? Göz göre göre bu zâlimler beni öl­dürecekler. Aman medet ya Râsulellah! Diyerek istimdad ey-liyordu. Gelen kalabalıktan bazı kimseler, hâlin fecaatine ta­kat getiremeyecek olduklarını anlayınca yavaşça sıvışmayı tercih eylediler. Oradan kaçmakla kalmayıp, gözyaşları için­de sarayı da terkettiler. Kafile ile birlikte gelmesi vazifesi olan cellât Kara Ali, terk yolunu seçenlerin arasındaydı. Sadraza­mın emriyle yeniden getirilen Kara Ali, titreye titreye sadra­zamın ayakları dibine yığılarak, bu vazifeden bağışlanmasını yalvarmaya başladı. Ancak ilk günlerde pısırık ve aciz bir ih­tiyar görünümü sergileyen Sofu Mehmed Paşa adetâ bir da­mat teravetine bürünmüştü. Pehlivan yapılı cellât Kara Al­i'nin bu ihtiyar sadrıazamin köteği yüzünden, kapı önüne ge­tirildiğine şâhid olundu.

 

Nihayet, doksanlık sadrazam, şeyhülislâm ile Kara Ali ve yardımcısı Hammal Ali, yıkılmış kapıdan içeri girdiler. Cellât­lar perişan bir halde iken, iki devletlû eski cellâtları andırır soğukkanlılıktaydılar. Sultan ibrahim; elinde mushafı şerif ol­duğu halde şeyhülislâm'a hitab etti: Bak Abdürrahim! Yusuf Paşa bana, senin için, dinsiz, imansız, fitnekâr bir herifdir, sağ bırakma. Dedİydi. Seni öldürmedim. Çünkü; Allah'dan korktum. İşte kitabullah, beni hangi âyetin hükmü ile öldüre­ceksiniz: Abdürrahim efendi bu sözlere cevap yerine cellâta çabuk davranmasına işaret verdiği görüldü. İşi derhal ta­mamladılar resmi cellatların istemeyerek yaptıkları işlemi ta­mamlamak için, ipin bir tarafını şeyhülislâm diğer tarafını sadrazam çekerek padişahı aynen Genç Osman vakasına benzer şekilde katlederleriken, cariyelerin engel olma çalış­malarına önem vermediler. Normal insanların hayatta yapa­cakları davranışlar bir fevkaladelik arzetsede, bunun taham­mül sınırı vardır.

 

Yukarıdan beri bütün teferruatıyla nakletmeye çalıştığımız Sultan İbrahim'in katli hadisesinde, devleti avucunun içinde tuttuğu her kesiminin kâr kabul etmez tarzda malumu olan Kösem Valide Sultana ait me'suliyet gözden ırak tutulamaz. Şüphesiz ki; bu cinayeti irtikâb edenler bu işi ona rağmen yâni, Valide Sultan'a rağmen yapamazlardı. Demek ki; dev­letin bekası hususiyeti, bir annenin ciğerparesi evlâdımda fe­daya göz yumar hâle getirebilmeye varıyormuş. Bu acıya dayanacak anne sayısı, istisnayı teşkil eder. Zaten bütün in­sanlık âleminde, bazı insanların bazı insanlara göre farklılık ve efdaliyyetleri, yüklendikleri kaderin, icabatindan ötürüdür. Osmanlı devleti hanedanına mensubiyetle doğan her fert, soy'un kaderi olan farklılığı yaşarken bu farklılığı bazen çok ağır bir fatura ile ödemek zorunda kalırki, henüz mütalaa et­tiğimiz facia, bunun çok açık bir ispatıdır. Bakınız; Valide Sultan iki halifeden birini öldürünüz fetvası karşısında sus pus olup, adetâ hükmün gerçekleşmesine yardımı bile ol­makta nerdeyse! Taht'tan indirilmiş bulunan Sultanın oğlu, oniki gündür babasının tahtına oturmuş bulunuyor ve aynı sarayın başka bir odasında, hayatını elinden aldıkları babasına hayatını bağışlama yoluylada olsa yardımcı olamıyor. Da­hası ileride nekadar kıymetli bir Valide Sultan olarak görece­ğimiz Turhan Valide Sultan, oğlunun babasını ve kocasını bir cinayet sayılsa seza olan saldırıdan kurtarmaya çalışmıyor da, iki tane câriye, cellâtlara karşı koymaya çalışmakta ve bu cellatlar arasında gayri resmi cellat olarak da şeyhülislâm ve sadrazamı gördükleri halde. Gelde şaşırma!

 

Bu acılı gün 28/receb/105818/ağustos/1648 çarşamba idi. Padişah bu sırada otuzüç yaşındaydı. Sultan İbrahim devrinin mukabilindeki muasırları, Almanyanın başında im-parator 3. Ferdinand, İngilizlerde kral 1. Şarl, İranda Şah Safi ve 2. Abbas, papalık makamında ise, 8. Urban ile 10. İnos-san, Rusyada ise 3. Misel ve 1. Aleksi imparatordular. Fran­sa'da ise 13. ve!4. Lui'ler biribirini takip ettiler.

 

 

 

Devrin Devlet Adamları

 

 

Sultan İbrahim; ağabeyi 4. Murad'dan bergüzar sadrazam Kemankeş Kara Mustafa Paşayı görevinde ipka etmişti. Me­tin içindede anlattığımız Mustafa Paşa aslen Arnavut olup, çok dürüst, ancak okuma yazma bilmez bir kimse idi. Halbu­ki kardeşi olan İlbasanlı Mevlevi ve şâir Sineçâk Münzevi Os­man Dede, on cüzlük "Gülşeni İrfan" adlı eserini sadnazam ağabeyine hediye etmiştir. Kendisini görmek isteyen sadra­zama Osman Dede, bu müsaadeyi vermemiştir. Mustafa Pa­şanın sadaretten azil ve kellesinin alınması arkasından sada­rete bir Sultanhanım oğlu olan Semin Mehmed Paşa getirildi. İşte Sultan İbrahim'i baştan çıkaran sadrazam bu zâttır. Kırık klişe diye, Kırkkilise adlı bölgenin elden çıkmasını saklayan Mehmed Paşa azledilip, Girid Adasına me'mur edildi.

 

Sultan İbrahim'in 3. sadrazamı Boşnak Salih Paşa oldu. Yirmiüç ay süren sadaret bir araba gezintisi yapan padişahın arabasının tıkanmış bir yola rastlaması, Salih Paşanın hayatının sonu oldu. Yerine getirilen Ahmet Paşa İstanbulludur. Ancak vazifesini gereği kadar iyi yapamaması, hem kendi sonunu, hem de padişahın sonunu getirmiştir.

 

Bu vezir, Sultan İbrahim'in kendisinin kendi rızasıyla tâyin ettiği son vezirdir. Her ne kadar istemeyerek de olsa zorbala­rın tâyin etmiş olduğu sadrazam Sofu Mevlevi Mehmed Paşa­yı sözle veziriazam tâyin etmişse de, kendi veziri saymak ne derece doğru olabilir? Ancak fiili katili dense tam isabet olur.

 

Şeyhülislâmlara gelince: Sultan İbrahim 1049/1640'da tahta çıktığında makamı meşihat altı yıldır Şeyhülislâm Yah­ya efendi tarafından yürütülüyordu ve bu zâtın üçüncü şey­hülislâmlığı idi. Vefat tarihi olanl053/zilhicce/1644 şubat ayına kadar da devam etti. Yahya efendi'yi kaybettikten son­ra padişah da, eski şeyhülislâmlardan Saadeddin efendinin torunu, Es'ad efendinin oğlu Ebu Sâid Efendi'yi makama tâ­yin etti.

 

Said efendi'nin ilk meşihatı 1646 ocağında sona erdi. Bu zattan boşalan makam Muid Ahmed efendiye tevcih edildi. Bu zât 1 sene 3 ay 10 gün sonra vefat etti. Yerine ni-san/1647'de, Adanalı Hacı Abdürrahİm efendi geldi ve bu makamda temmuz/1649'a kadar 2 sene 2 ay 23 gün kaldı.

 

Demekki; Sultan İbrahim devri, dört şeyhülislâm ile iktifa etmiştir. Bunlar; Yahya efendi, Sâid Efendi, Muid Ahmed efendi ile Adanalı Abdürrahİm efendilerdir, üzunçarşılı tari­hinde, Muid Ahmed efendi, dürüst bir kimse olarak anılırken, Adanalı Abdürrahİm efendi fetvaları isabetli esaslı bir âlim olarak kabul olunmuştur. Sultan İbrahim ile hâl esnasındaki cevaplarıyla meşhurdur! Sultan İbrahim devrinin ilim adam­larından biri olan Kâtip Çelebi, namı diğer Hacı Halife 1609 şubat'ında İstanbul da dünya'ya gelmiş ve 1657 senesinde, yine bu şehirde, pek genç sayılacak yaşta vefat etmiştir. Yine Sarı Abdullah efendi hem şer'i hem de tasavvufi meselelerde

 

büyük bir âlimdi. Melâmi şeyhi İdris Muhtefi'ye ondan sonra da Aziz Mahmud Hüdai'ye intisabı olmuştur. 1660 senesinde vefat edip, Topkapi mezarlığına defneolundu.

 

Bülbülzâde (Hibri) Ali efendi fıkıhta üstad bir kimse olarak temayüz etmiştir. Hadikat'ül Fukaha adlı te'lif eseri vardır. Ölüm kapısını 1669'dan sonra çalmıştır. Minhacı Muhamme­di' adlı eserde bu zâta aiddir. Tenkihüt Tevarih adlı, umumi bir tarih kaleme almış olan Hezarfen Hüseyin efendi'de dev­rin büyük ilim adamlarından olup, 4. Mehmed'in tarih hocalı­ğı görevinde bulunmuştur. Muhasinül Kelâm ile Şerhü'l Lemâ adlı, iki tane önemli tasavvufi eseri bulunan zât 1691'de ve­fat etmiştir. Müneccimbaşı Ahmed Dede, Selânik'e Kon­ya'dan gelen evlâdı fatihandandır. 1631 !de Selanikde dün­ya'ya gelmiş daha sonra İstanbulda Galata Mevlevihanesine girip, ilmini yükseltmiştir. Astronomi ve Astroloji ilimlerini öğrenmiştir. 36 yaşındayken Hoca'si Müneccimbaşı Mehmed efendi'nin vefatı üzerine müneccimbaşıhğa getirilmiştir. 4. Mehmed'in taht'tan indirilmesi sırasında azledildiği münec-cimbaşılıktan sonra, Mekke'ye giderek Mevlevi Tekkesine şeyh olmuştur. Eski görevine dönmesi için yapılan davete nezaketle red cevabı vermiş ve 1701'de Mekkei Mükerre-me'de irtihal etmiştir. En meşhur eseri "Müneccimbaşı Tari­hidir.

 

Sultan ibrahim üzerinde çok önemli araştırmaların yapıl­ması şarttır. Ve gözümüze, uydurukçu tarih tarafından takılan gözlükle bakarsak, delinin devri deyip geçmekten başka bir yere varamayız. Görülen odur ki; Çanakkale boğazını kapa­maya gayret etme yolunu seçen Venedikliler, sadece Giride yapacağımız lojistik yardımı engellemeyi değil, milletimizi birbirine düşürecek çâre olduğunu hesaplıyarak buna teşeb­büs etmişlerdir, muvaffakda oldular sayılır.

 

Bundan bir kaç sene önce; komedyenlerden, Zeki Alasya ile Metin Akpınar ikilisi, bir Sultan İbrahim şahsiyetini mizahi şekilde yorumlarken, hatırlattıkları hususlar, sergiledikleri mevzuular, seyirciyi Sultan İbrahim hakkında basit ve menfi düşüncelere saplanmanın doğru olmadığı, noktasına ulaştır­dı. Diyebilirim. Komedi tarzda yapılan tahlil, son plânda ni­çin böyle olmasını sorduruyor?.

 

 

 

Sultan İbrahim'in Hanım Ve Çocukları

 

 

Sultan İbrahim'in hanımları hakkında ve sayısında farklı beyanlar bulunmaktadır. Meselâ; Çağatay Gluçay'a göre yedi hanımı hakkında malumat verirken, çalışmasının dip notun­da da, Evliya Çelebi'nin yedi, Ahmed Refik (Altınay) in se­kiz, Alderson ise, ondört hasekiden söz etmiştir. Evliya Çele­binin ileri sürdüğüde kendisininkinin biribirini tuttuğunu ifa­de eder. Alderson; sohbet yapmakla istihdam edilen bayan­ları, hanımlar listesine aldığından tabiiki yanılmaktadır. Al-derson'un verdiği isimler şudur: Hubyar, Saçbağh, Dilaşub, Şivekâr, Hatice Turhan, Handanzâde, Voyvoda kızı, Hatice Muazzez, Sakızulz, Şekerpare, Telli Hümaşah, Zâfire. Üç ta­nesinin adını da yazmamıştır. Bunların içinde adları geçen Hubyar, Saçbağı, Handanzâde, Voyvoda kızı, Meleki kalfa, haremde vazifeli olup, padişahın hanımlığıyla ilgileri yoktur. Ancak hemen belirtelim ki; Çağatay üluçay'da şu kanaati ileri sürmekle harem hayatına yapılan iftira yağmurunada sermaye katkısında bulunuyor.

 

Güya; Sultan ibrahim; modern doktorların teşhisine göre, Psiko Nevroz olup, bu hastalığa müptelâ olanlar kadınlara çok düşkün olurlarmış! Hatta bu alanda işi ileri götürenler işi sapıklığa vardırırlarmış! Bir yabancı yazarda Sultan İbra­him'in cinsi hayatı hakkında şunları söyler diye döşemiş sa­tırları!. (Güya) Sultan İbrahim cinsel arzularını yerine getir­mek için yatak odasının etrafına aynalar kor, bunlara baka­rak cinsi hisleri tahrik olur ve büyük bir zevk içinde, keyfini yerine getirir idi.

 

Her cuma günü annesi veya bir başkası tarafından kendi­sine bir bakire sunulurdu. Bununla; kendisine anlatılan yeni bir münasebet şeklini uygular, bunu şahsî zaferi sayardı. Onun en çok zevk aldığı eğlencelerden birisi de bütün kadın­larını çırılçıplak soyup onları kısraklara benzetmekmiş. Ken­disi de bir aygır gibi onların arasına katılır, güçten kuvvetten kesilinceye kadar aralarında dolaşırmış. Kaynak olarak da, "The Harem" 189. diye ne yazar ne yayımevi, ne tarihi dâir bir beyan yok. Ya bir müfterinin âleti olmuş, -ya da kendisi uydurup, başka adreside meşkûk şekilde gösteriyor. Bütün seyyahlar olsun, sefir hanımları olsun, Harem'in tarifinde ka­dınca buluşmalarında, Osmanlı hanımlarının, güzellik ve za­rafetlerini anlatmışlardır ve bu anlatıma Haremi Hümayun'un yâni padişah evinin öyle herkes tarafından görülen yerlerden olmadığını da belirtmişlerdir. Hele modern doktorlar vasıta­sıyla merhum padişaha koydukları psiko nevroz teşhisi hayli gülünç. Çünkü; hastasını senelerce muayene ede ede, adetâ bilmedik yeri kalmamasına rağmen tam teşhis koyamayan­lar varken, üçyüz şu kadar sene evvel vefat etmiş zâta teşhis koyan hükema, böyİe edebsizliğin âleti olmaz. Maalesef, İs­lam ve Osmanls düşmanı zerzevatın uyduracağı evsafta ifa­delerdir bunlar. Sultan İbrahim'in ilk hanımı, Hatice Turhan -Vâlidesultan olup 1627'de Rusya'da doğmuştur. 4. Mehmed adı ile padişah olacak zâtın annesidir. Turhan Sultan oniki yaşlarındayken, Tatariar'ın her sene Rusya üzerine yaptıkları seferlerden birinde esir düşmesiyle Kör Süleyman Paşanın dikkatini çekmiştir, gerek güzelliği gerekse farkedilir haliyle. Paşa; bu kızı Kösem Valideye hediye eyİedi. Saraya alınıp, vâlidesultanin emriyle terbiye olunan genç kız, 4. Murad'ın vefatı üzerine tahta çıkan Osmanli padişahı İbrahim'e Kösem Vâlidesultan tarafından hediyeolunur. Padişah bu hesnâ gü­zellik karşısında hayran kalır vede büyük bir sevgi İle dolar. Beri yandan Sultan 4. Murad'ın katlettirdiği şehzadelerin

 

sona kalanı İbrahim hân oiup, hanedan da bir tek 1. Ahmed'in kardeşi deli mi velî'mi olduğu meşkuk 1. Mustafa vardı. Bu sevgiyi kuvvetlendiren meyve 1642 yılında dünya'ya geldi. Ancak; hanedanda ki erkek çocuk azlığı Sultan İbrahim'in gayret gösterek, bu sayıyı arttırması taht açısından önem ar-zediyordu. Bu bakımdan vâlidesultan oğlunun koynuna cari­yeleri koymaktan geri durmuyordu.

 

Akıllı kadınlar, padişah olan kocalarını bu hususda engel­lemeye kalkmamahlardı çünkü dinlenmeyeceklerini bilmeleri gerekiyordu. Turhan Sultan; havuz hadisesinden sonra işinin, çocuğunu yetiştirmek ve onu tahta çıkarmak olduğunun -şu­uru içinde kocasını rahat bıraktı. Kaimvalidesi Kösem sul-tanvâlide ile gizli bir nüfuz mücadelesi başlamıştı. Sultan İb­rahim'in tahtdan indirilmesinden sonra, bu gelin kaynana re­kabeti vâlidesultan olma yansına yol açar. Açılan mücadele­de Kösemvâlide işi bir müddet önde götürmüşse de, torunu­nu zehirlemeye teşebbüsle suçlanmak, daha sonra Turhan sultandan daha yumuşak başlı ve saf olan Dilaşup kadının oğlu 2. Süleyman'ı tahta çıkarma komplosunu ağalarla anla­şarak tezgahlaması ve bunu farkeden sabi padişahın etrafın­da toplanan, baş da annesi Hatice Turhan Sultan olduğu hal­de, üzün Süleyman Ağa ve Meleki Kalfa aldıklar; tedbirle Kösem vâlidesultan'ın plânlarını akim bıraktırdıkları gibi bu arada, Kuşçu Mehmed adlı biri Kösem Sultanı, perde kordo­nu ile boğarak öldürmüştü. Artık Osmanlı vâüdesultanı ve padişah nâibesi Hatice Turhan Valide idi. Mührürv'e; "Mazhâ-rı Lütfî Sâmed/Vâlidei Sultan Mehmed" yazni3İ< a böylece devletin hizmetinde bir ve tek selahiyetli olup, temiz yürekli, işlerin güzel gitmesi isteğini bütün tarihçiler belirtmekden kendilerini alamazlar. Turhan Vâlidesultan, taaki Köprülü Mehmed Paşayı makam! sadarete getirene kadar oğlunun müşaviri ve üzerinde etkisini sürdürmeye devam etdi. Daha önceleri Kösem Vâiidesuitanın yaptırmak istediği Çanakkale Boğazı kalelerini ahali, içine asker konursa tecavüze uğrarız diye söz ettiklerinden yaptıramamıştı. Aynı itiraza kulak as­mayan Turhan vâlidesultan, kendi parasıyla hem de kalenin hemen yanına bir de cami yaptırarak, kaleleri onarttı. Şâir Abdi Efendi şu beyiti söylemek suretiyle takdiri hizmet eyle­miştir. Kalenin tamiri 1072/1661'dir. "Budur bu kal'anın her-birine ey tarihi abdi" Kilidi bahri İstanbul seddî pâki Sultanî" Safiye Sultanvâlide tarafından, yeri satın alınmış, etrafı te­mizlenmiş, temelleri hazırlanmış Eminönü'ndeki Yeni Câmİi 1663 târihinde, Hatice Turhan vâlidesultan tarafından yaptı­rılmış, ancak camiin kapısı üzerindeki şu yazı ve târih 8/şu-bat/1664'de yapıldığına İşaret etmektedir. Beyit şöyledir: "Şali itmamına târihi Murat etmiştim Biri kalkıp dedi ki kâbei ehli takva 1074"

 

Ayrıca Turhan vâlidesultan; Mısır Çarşısını doksanbeş dükkân hâlinde yaptırmış ve camiin vakfı olarak tesbit et­miştir. Yapılış târihi ise. 1071 /1660'dır. Hatice Turhan Vâlide­sultan 1094/1683'de vefat etmiştir. Kendi yaptırdığı türbe­sinde defnolundu vefatında eiliyedi yaşındaydı.

 

Muazzez Sultanhanım ise; Sultan ibrahim'in ikinci hanımı­dır. Sultan 2. Ahmed'i doğuran vâiidedir. Ancak vâlidesultan-lık vazifesini icra edememiştir. Çünkü; kocası Sultan İbra­him'in tahtan indirilmesi sonrasında o da, eski saraya gön-deriimiş ve 1098/1687'de eski saray civarında çıkan bîr yangın inkişaf etti ve bahse konu safaya da sıçradı. Bunun üzerine telaşlananlar kendilerini nasıl kurtaracaklarını bile­mezken Muazzez valide bir hayli korkuya duçar oiduki ertesi gün vefatı vukubuldu. Hakkındaki bilgi bu kadardır.

 

Dilaşub Sultanhanımın, Sultan İbrahim'in üçüncü hanımı olduğu ihtimali pek kuvvetlidir. Doğum târihi ve yeri hakkın­da bilgi yoktur. Sultân ibrahim'in tahtdan indirilmesinden sonra Eski saray denen yere gönderildi ve burada 39 yıl bekledi 4. Mehmed'in tahtdan indirilmesi üzerine ve de oğlu Sü­leyman'ın, 2. Süleyman unvanıyla padişah olması üzerine vâlidesultan oidu. İkisene bu makamda kaldıktan sonra hak­kında emri hak vâki olduğu esnada târihler 1689 senesini gösteriyordu- Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesine defno-lundu.

 

1056/1644'de Sultan İbrahim'in haremine dahil oian Ayşe Sultan hakkında odasının döşenmesi hakkında 1054/zilkade ayının, birinci günü, yâni 30/12/1644 tarihli Darüüssade ağasına verilen ferman var. Bu hanım dördüncü hanımdır. 1056/1646'da padişahın beşinci hanımı olan Mahenver Sul­tanı tanıtacak başka bilgiye sahip değiliz. Şivaker Sultan ise, Ahmed Refik (Altınay) 'in söylediği bunun yedinci olduğu­dur. (Jluçay; altıncı olduğunu söylemek daha doğrudur, çün­kü son hanımı Telli Hümaşah'tır demektedirki güya padidi-şah Üsküdar'da dolaşırken, aklına kadın düşmüşde, yanın­dakilere, İstanbul'un en şişman kadınının getirilmesini emret­miştir. Şehre dağılanlar iri yarı bir ermeni kadını bulup getir­mişler ve takdim etmişlermiş. Bu kadın enine boyuna olup ağzıda iyice lâf yaptığından padişahı büyülemiş, Sultan İbra­him onsuz yapamaz ofmuşmuş! Adını da Şivekâr koyan Sul­tan İbrahim olmuş. Padişahın diğer hanımları gibi o da eski saraya gönderilenler arasında yer almıştır. 1104/1693 yılın­da orada öldü.

 

Tefli Haseki de denen Hümaşah Sultan, padişah ibrahim'in en sevdiği ve yedinci eşidir diyor, Çağatay (Jluçay, Ahmed Refik bey'e gelince o da sekizinci demektedir.

 

, Kösem Sultan ve padişah'sn kızkardeşlerinin Edirne'ye sürgün olmalarına sebeb olan bu Telli Haseki'dir yâni Hüma­şah sultandır. Yine; Voyvoda kızının anlattığı masala bakarak , dâiresini samur kürkle döşendiği söylenen hanımsultanda Hümaşah Hasekidir. Padişahın bu hanımından Orhan adı verilen oğiu doğduğunda, padişah boğulmak suretiyle öldürüle-îi altı ay olmuştu. Telli Haseki'de eski saraya gönderilenler arasındadır. Ancak 1082/1672'ye kadar sağ olduğuna dâir bir hazine makbuzu işaret etmektedir. Daha sonraki hâli hak­kında bilgi yok ve ölüm târihi ile makberesi bilinmemektedir. Sultan İbrahim'in çocuklarının tamamıninda padişah olduk­tan sonra doğduğunu kesin olarak biliyoruz.

 

Kız ve erkek çocuklarının sayısında ihtilaf vardır. H. 1052/M. 1642 yılında doğan Fatma sultan hanım, üç yaşın­dayken Kaptanı Derya ve padişahın musahibi yâni sohbetçi-si Yusuf Paşaya nikâh edilmek suretiyle verildi. Çok muhte­şem törenlerle Fatma sultanhanım Topkapi sarayından, Yu­suf Paşa'ya tahsis edilen saraya götürüldü. Hanya Fâtihi olan bu Yusuf Paşa bir sene sonra padişahın emriyle İdam edildi­ğinden, Fatma hanımsultanda dört yaşındayken dul kalmış oldu. Tabiiki değerli okurlarım bu izdivaçların kâğıd üzerin­deki izdivaçlar olduğunu, elbette hatırlatmaya lüzum yoktur. 1646'da musahib ve de kaptanı derya olan Fazluİlah Paşa'ya Fatma Sultanın nikâhı yapıldı. Bu gelin alayı da, mutantan oldu. Fatma sultan Topkapi sarayından> Fazluİlah Paşa'ntn Binbirdirekte'ki sarayına götürüldü. Gelin alayında elli nahii vardı. Fazlı Paşa; Fatma sultanın buluğa girmesini bekledi. Ancak vuslata eremeden, 1657 yılında vefat etdi. Onbeş ya­şında dul kalan Fatma sultanın, bundan sonra izdivaç yapıp yapmadığı hakkında bilgilere rastlamıyoruz. Hâttâ ne zaman vefat ettiği ve nereye gömüldüğü meçhulümüz kalmıştır.

 

Muhterem okurlarım; elli tane nahii önlerinde vardı, dedi­ğimiz de, nahilin ne olduğunu tanıtmayı kendimize vazife saydık. Bu hususda târih deyimleri ve terimleri sözlüğüne, Mehmed Zeki Pakalın merhumun değerli eserine göz attığı­mızda şu cevabı görüyoruz: balmumundan yapılarak gelin veya sünnet çocuğu alayının önünde, insan veya hayvan resimleri, çiçek ve kıymetli taşlarla, sırma klabdan gibi parlak teller ile, yaldızlı kağıtlarla süslü ağacın adıdır, halk dilinde kulanılan nâkil, nahil kelimesinin galatlaşmış hâlidir. Benzet­mek suretiyle, meyvası ve çiçeği çok ağaç ve fidanlar hakın-da da söylenir. Arapça mânâsı olarak nahl, hurma ağacı de­mektir. Merhum İbrahim Hakkı Konyalı nahil için arapçadan dilimize geçen ve ortasındaki noktalı hı, bazen kaf yâni, K'ya çevrilerek naki haline getirilmiş kelimenin lügat mânası hur­ma ağacıdır demektedir. Eski sadnazamlardan Ahmed Vefik Paşa da, bu nahil kelimesinin fidan, hurma ağacı ve balmu-mundan yapma ağaç, meyva ve şükûfe gibi mânalar ile tav­sif ediyor. Fazlullah Paşa; Fatma sultanhanırnı buluğ çağına kadar bekledi. Ne var ki kuvvetle muhtemel olan şudurki vuslat vukubulmadan 1657'de vefat etBi. Onbeş yaşında yi­ne dul kalan Fatma sultanhanımın, bir daha izdivaç yapıp yapmadığından hâttâ öldüğü tarih ve nereye gömüldüğü hakkında, bilgi sahibi bulunmamaktayız.

 

Alderson; Sultan İbrahim'in kızlarını, dedeleri 1. Ahmed'in ve amucaları 4. Murad'ın kızlarıyla karıştırmıştır. Bu sebeb-den gerek sayıda gerekse isimlerde hatalar yapmıştır. Misal olarak Sultan İbrahim'in; Ayşe ve Atike sultan adlı kızları ol­duğunu ileri sürmesi, padişahın dokuz kızının olduğunu an­cak iki tanesinin-adını tesbit edemediğini, ötekilerin adlarını şöyle belirtir: Fatma, Ayşe, Atike, Beyhan, Gevherhan, Kaya ve ümmügülsüm sultanhanımlar. ünlü tarihçimiz Ahmet Re­fik bey'de Sultan İbrahim'in; Atike, Ayşe, Beyhan ve Gevher Sultan adında dört kızı olduğunu yazmaktadır. Bütün bunlar­dan çıkartacağamız sonuç, Osmanlı harem hayatı kendine has bir örtülülükle geçmiştir. Bu bakımdan harem hakkında, ileri geri beyanda bulunanlar ve bu ifadeler fazla itibara alın-mamahdır diye düşünsek, yanlış bir tesbit yapmamış oluruz.

 

Sultan İbrahim'in yine 1052/1642'de doğan kızının adi Gevherhan Sultanhanımdır. Bu sultanhanimda; 23/ka-sim/1646'da dört yaşındayken padişah musahibi Cafer Paşa ile nikâh olundu. Kendilerine; Hoca Paşa da Halil Paşa Sara­yı tahsis edildi. Tabii çeyiz, padişahın emri ile hazineden ya­pıldı. Cafer Paşa ile Gevher Sultanhanumın evliliğinin müd­deti bilinmemektedir. 1647'de bu sultanhanım için Alderson, Çavuşzâde Mehmed Paşa ile izdivaç yaptı, demektedir. O za­man; bir sene önce nikahlandığı Cafer Paşa ne olmuştur? Bu hususda, malumat olmamakla beraber Mehmed Süreyya Bey; Sicilli Osmanî adlı pek değerli eserinde, târih belirtme-mekle birlikte, Çavuşzâde Gevherhan Sultanhanımın izdiva­cını zikretmektedir.

 

Musahip Cafer Paşadan sonra Çavuşzâde Mehmed Paşa ile evlenen Gevher Sultanhanım; Halil Paşa sarayında yaşa­mağa devam etdi. Sultan İbrahim'in katledilmesinden sonra, Gevher Sultanın kardeşi padişah 4. Mehmed, bahse konu sa­rayı Gevher hanımsultan'a verdi. Damad Mehmed Paşa; 1681 yılında iki defa kaptanı deryalık etmiş bir Paşa olarak vefat etdi. Gevher Sultan 21/eylül/1694rebiü!evvel/l 106'da, Edirne'de öldü. Naşı İstanbul'a getirildi Şehzadebaşı camii Naziresinde defnedildi. Gevher Sultanhanımın bütün mallan hazineye devredildi. Sultan İbrahim'in üçüncü kızı 1055/1645' yılında dünyaya gelen Beyhan Sultanhanımdır. Bu da, iki yaşında olduğunda, veziriazam Hezarpâre Ahmed Paşa ile evlendirildi. Bir sene sonrada Ahmet Paşa çıkan ka­rışıklık da parça parça edilcüğinden Beyhan Sultan üç yaşın­da dul kaldı.

 

Bundan sonra (Jzun ibrahim Paşayla onun vefatından yâni 1683 yılında ölmesi üzerine 1689, yılında Bıyıklı Mustafa Pa­şa ile evlendiğini yazmaktadır Aiderson. Bıyıklı Mustafa Paşa ile evliliği; on sene süren Beyhan Sultan hanım, kocasından bir sene sonra 1700 yıhnda vefat etdi. Kabri Kaanuni Sultan Süleyman'ın türbesindedir. Hemen şunu dailâve edelim ki; Yılmaz Öztuna, değerli eseri Devletler ve Hanedanlar adlî ça­lışmasında; ümmügülsüm, Ayşe Sultan, Fatma Sultan, Gev-herhan Sultan, Kaya Sultan, Beyhan Sultan ve Atike Sultan-hanımlar olmak üzere yedi, hâttâ Bican Sultanhanım adlı kızla beraber sekiz tane kız çocuğu olduğunu belirtiyor.

 

Yılmaz Öztuna Bey; Sultan İbrahim'in kızlarından, Fatma Sultan ve Gevherhan Sultan ve Beyhan Sultan adlarıyla mu-atabakatı dışında, Ümmügülsüm Sultanhanım, 1642-1655 arasında yaşayıp onüç yaşında vefatettiğini Ayşe Sultânın 1642 1675 arasında yaşadığını sonrasının bilinmediğini ifade eder. Yine Yılmaz Öztuna Bey; Kaya Sultanın 1642'de doğ­duğunu ve ölümü hakkında bilgi vermemekle beraber 1649'da izdivaç yaptığı damad Mehmed Paşa'nın idâmıyla, duj kalmış oldu ancak bu evliliğinde kâğıt üzerinde kaldığını beyan edelim. Atike Sultanhanim İse; 1646'da doğmuş 1686'da kırkyaşında vefat etmiştir. İlk izdivacımda; Damat üzün Topal San Kenan Paşa ile bir yaşındayken yapmış, 11 sene, 4 ay, 25 gün süren evliliğinde zifaf olmamıştır. Çünkü henüz onüç yaşındaydı o sırada. İkinci evliliğini; Atike Sul­tan, Mostarlı Boşnak İsmail Paşa ile 1659'da yaptı. Bu evlili­ği yedi sene sürdü ve kocasının 1666'daki vefatı üzerine dul kalmış oldu. Vefatına kadar böyle yaşadığı bir izadivaç yaptı­ğı görülmemiştir. Bican Sultan hanımın ise; 1675'den sonra öldüğü tahmin edilmekte ve en az yirmiyedi yaşında olması lâzım geldiği ileri sürülmektedir. Böylecede, Sultan İbra­him'in kızlarıyla ilgili bilgilen nakletmiş olduk.

 

Sultan İbrahim'in, oniki tane oğlunun dünya'ya geldiğini ve bunların hepsininde padişahlığının başlamasıyla birlikte olduğunu hemen hatırlatalım.

 

Bunlar; sonradan 4. Mehmed unvanıyla padişah olan şeh­zade Mehrned (Avcı) onun tahtdan indirilmesiyle yerine, 2. Süleyman unvanıyla padişah olacak olan şehzade, onun da yerine, Osmanlı tahtına 2. Ahmed unvanıyla çıkacak olan şehzade Ahmed'i söyledikten sonra, Selim, Murad, Osman, Bayezid, Cihangirve babasının vefatından daha doğrusu kat-lettirilmesinden altıay sonra doğan, şehzade Orhan vede şehzade Süleyman, şehzade Ahmed ve yine bir ikinci şehza­de Ahmed'den, bahsetmek kabildir. Böylece; 12 erkek ev-laddan, üç tanesinin padişah olarak Osmanlı tahtına çıktığı görülmüş ve Sultan İbrahim'e, Osmanlı devletinin 3. kurucu­su da denmiştir ahali tarafından.

 

 

 

Sultan İbrahim Devrs Deniz

 

 

Sultan Murad zamanında; vakit vakit Ruslar Karadeniz üzerinden İstanbul Boğazına gelip, Bebek civarına kadar, şa-yaklarıyla yâni altı düz nehir kayıklarıyla saldırılarda bulu­nup, etrafa zarar verip, bilahirede çekilip gittikleri, târihin kaydettiği hususattandır. Ancak bu durumda da çâre bulun­maya çalışıldığını söylememiz gerekmektedir.

 

Hâttâ 20/temmuz/1624ide, Boğazdan içeri giren baskıncı Ruslar, Sarıyer'le Yeniköy arasındaki bölgeyi, bir hayli talan etmişlerdi. Bunların üzerine gönderilmeyi emir alan ve Ha-liç'de bulunan Osmanlı savaş gemilerinin birkaçı Rusların üzerlerine doğru gittiğinde, baskıncılar yakalanacağız korku­suyla firara başlamışlardı. Hatta yine bir rivayete göre kazak­lar ertesi günü tekrar boğaz bölgesine gelmişler ve dönüşü sırasında, Osmanlı donanmasının yolunu şaşırtmak içinde Boğaz fenerlerini yıkmışlardı. Yine; çeşitli kaynakların ver­dikleri, başka başka bilgilere göre, ülkemiz sularında faaliyet de bulunan Kazak teknelerinin miktarı hepsi de altı düz ve kürekli tekne olmak üzere, yüz adet civarındaydı. Tarihçiler­den İsmail Hami Danişmend Halic'in ağzındaki; meşhur sa­vunma zincirinin Karadeniz boğazına nakledildiğini yazmak­tan kendini alamadığı görülmüştür.

 

Kadırgalardan meydana gelmiş olan Osmanlı donanması; Karaharman Burnu dolaylarında üçyüz elli adet Ruslara ait şaykayla karşılaştı. Biraz rüzgar olsaydı, kadırgalara oranla biraz daha az, denizci olan şaykalar, Osmanlı teknelerine hü­cuma geçemeyeceklerdi. Deniz'in sakin olması şaykalara Osmanlı kadırgalarına saldırı şansı verdi. Onyedi, onsekiz ta­ne şaykayı kadırgalara yaptıkları rampa ve savaş da başarı kazanmış görüyoruz. Allahdan muharebe sırasında birdenbi­re kuvvetli bir fırtına çıkmasaydı, vaziyetimiz daha da fena

 

olabilirdi. Kuvvetli rüzgardan yararlanan Osmanlı kadırgaları yediğine alabildiği şaykalardan 30 tanesini İstanbula getire­bildi. Batan şaykalar sayısıda 172 adet idi.

 

Osmanlı donanması bu hareketleri gerçekleştirirken, Garb ocakları filoları yâni Fas, Tunus, Cezayir'deki Osmanlı gemi­leri, Atlas Okyanusunda Danimarka ve İzlanda sularına ka­dar yükselmişler, bu okyanusun deniz yollarını, İngiliz ticaret gemilerine bile kapamaya muvaffak olmuşlardı. 1631 yılında da, İrlanda'daki Baltimor limanına saldırıp, burasını yağma etmişlerdi. Muhterem okurlarım görüldüğü gibi yukarıdaki satırlar, 4. Murad dönemini ifade eden satırlardır. Sultan İbra­him'in tahta geçtiğinde deniz hareketleri ve bilhassa Okya­nuslardaki Osmanlı donanması, hükmünü yürütebilecek ka­pasite vede başarı sağlayacak halde olduğunu göstermekte­dir. Osmanlı devletinin, 4. Murad'dan sonra tahta geçen Sul­tan İbrahim, ağabeyinin karada zaferlerle yürüyen bir ordu, denizlerdeyse varlığını ispat eden bir donanma bırakmış ol­ması hasebiyle, şanslı bir padişah sayılmalıdır.

 

Selefi, böyle muntazam bir yapı bırakmasaydı dönemi çok zor geçecekti. Osmanlı Rus ilişkilerine atfu nazar ettiğimizde, Rus Çarlarının sıcak denizlere çıkabilmek hülyasıyla takip et­tikleri politika, savaş hâlini dâima ortaya koyuyordu. Eğitil­miş bir toplum olmaya çalışırlarken Azak denizi istikametin­de inkişaf ediyorlardı.

 

Portekiz'lilerin Hindistana giden yolu bulmalarına karşılık, Ruslar da Hazar denizi üzerinden Hindistan'a ulaşmaya yel­tenmişler ve de bunu temin edecek şirketler kurma yoluna gitmişlerdi. Ancak; İngiliz denizcilerinin, İspanyol donanma­sını yok edip sağlam bir deniz egemenliği kurması, İngiltere-nin artık Rusların Hindistan'a ulaşmak politikalarını gözleme­ye lüzum bırakmamıştı.

 

Böylelikle de Osmanlı/Rusya ilişkilerinde, İngiliz tesiride hayli donuklaşıvermişti. Osmanh/Rus ilişkileri, Rusların sınır üzerindeki müsİümanlara saldırı yoiunu seçmesi, Bayezidi Velî zamanındaki Rus elçisinin kahkahalarla gülünecek kıya­fetinin üzerindende geçen zaman dilimi, daha yüzelli yılı bul­mamış amma, hududu Osmanî'yi tacize başlamıştı. Çok geç­meden ilk Osmanlı/Rus çatışması Azak Kalesi üzerine ger­çekleşti. Bu kale; Azak denizi vede Karadeniz arasında çok öneme hâiz stratejik bir yerdi. Azak denizine akan nehirlerin, aynı zamanda gemi nakliye yolu ve bu gemilerin ticaretin bel kemiğini teşkil etmesi vede Orta Rusya ticareti bu nehirler ile hayat buluyordu. Ne varki; Azak kalesi bîr kontrol mekaniz­ması gibi, Osmanlı'nın elinde Rusya'y1 çıldırtacak gibi duru­yordu. Bir ara bahse konu kale Rusların eline geçmiş, bazı tarihçilerin Deli diye anmayı adet edindikleri Sultan Ibra-him'se, bu kalenin ehemmiyetini idrâk içinde olması ile kale­yi istirdat etmesi icâb ettiğine kanaat getirmişti. Bu iş içinde Kaptanı Derya Siyavuş Paşa vazifelendirilmişti. Ancak; do­nanmanın bu işe kâfi miktarda iktidarı olmadığı gibi kara as­keri bakımından da kifayetsiz bir kuvvet ile bu işe teşebbüs başarı vaad etmiyordu nitekimde öyle oldu. Bölgenin hava şartları savaş sezonunun sona erdiğini ilân etmiş, Siyavuş Paşa askerini alıp, İstanbul'a avdet etmişti. Azak Kalesini is­tirdadı kafasına koyan padişah, 3/şubat/1642'de Sultanzâde, nâmıdiğer Semin Mehmed Paşayı serdar tâyin etmiş, İstan­bul'dan Azak üzerine sevk etmişti. Bir sultanhammın çocuğu olan yeni kumandanın kalabalık bir askerle geleceğini tah­min eden Ruslar, kaleyi savunma yerine çekilmeyi tercih etti­ler. Böylece kalenin savaşmadan Osmanlı'nın eline geçtiğine târihler şâhid oldu. Bu başarı Sultanzâde Mehmed Paşanın, sadarete getirilmesine zemin hazırladı dersek pek doğru bir tesbit yapmış oluruz. Bu istirdat gerçekleştiğinde, 1642 ilk­baharıydı.

 

 

 

Girit Üzerine Bir Etüd

 

 

Sultan İbrahim'in şahsiyetiyle alakalı beyanımız esnasın­da, bu zat hakkında tarihçilerin münsif yâni insafla bakma­dıklarını yazmıştık. Halbuki bu padişahın sekiz yıl süren dö­nemindeki en mühim deniz olaylarından biri, Girit Adası üze­rine yapılan günümüzde anfibik hareket diye adlandırılan fe­tih savaşıdır. 1645'de başlıyan bu hareket 1669'da sona er­diğinde kanlı ve bîr çok vakanın yaşandığı 24 sene geride bı­rakılmıştı.

 

Dalmaçyah Yusuf Paşanın kaptanı deryalığıyla açılan sa­vaş 24 sene sonra nihayetlendiğinde, Osmanlı kuvvetlerinin yöneticisi Köprüiüzâde Fâzıl Ahmed Paşa aynı zamanda, ve­ziriazam olarak devletin iki numaraiısıydı. Girit Savaşı ile ilgi­li olarak; deniz savaşları târihimizin kaynağını, zafernameler, hatıratlar ve gemilerin vukuat defterleri teşkil etmekle bera­ber, Girit savaşıyla ilgili tek kaynak rahmetli deniz tarihçisi, Ali Haydar Emir Alpagut'un olduğunu ifade eden merhum Amiral Afif Büyüktuğrul'un Ali Haydar beyin 1916'da yayım­ladığı 'Târihi Bahri Sayfalan" adli eski Türkçe ile yazılmış ki­taptı demesinin ardından, değerli çalışmasının 2. cildinin 101. sahifesinde Alman Tarihçilerden Ekkehart Eşkof adlı zâtın Türk Târih Kurumunun tertiplediği Atatürk konferansla­rında "Denizcilik Târihînde Kandiye Muharebeleri" dizesiyle, Venedik bilgilerini bize duyurmuştu, demekte.

 

Tarihçi; bu konferanslarının ilkine şu sözle başlamış: "Biz; 22 yıl savaştık. . Hayır deniz savaşı 22 yılda bitti. Aynı za­manda 22 yıl Kandiye Kalesini almak ve vermemek için, bu kale etrafında kara muharebeleri ile geçti. Bundan ötürü mu­harebenin adını da İtalyanlar "Kandiya Muharebesi" olarak tanımlıyorlar. Batılı tarihçiler için, bu kadar uzun zaman alan savaşın önemi ikinci dereceyi almaktadır diyor Dr. Eşkof.

 

Osmanlı devletiyle, Venedik cumhuriyeti arasında cereyan eden kara ve deniz savaşları hakkında değişik fakat ilgi çeki­ci görüşler vardır demektedir. Bu dönemde Girit ve Podol-va'nın alınması ve Ukrayna'nın Kazak böigesi üzerinde Os-manlı egemenliğinin kurulmasını hatırlamak gerekir diyen Dr. Eşkof, ağır bir buhran geçirmesi de bu dönemlerde yaşa­nırken, bu sıkıntıyı atlattıran Köprülü Mehmed ve oğlu Köp-rülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa olduklarına işaretle beyanına de­vam etmekte. Ara başlıkta kullandığımız manşete bağlı kal­mak suretiylede olsa sayfamızı, merhum Büyüktuğrul'un çaşmasınjn 2. cildinin, 102. sahifesinden şu alıntıyla süslüyo-mz: ".Girit için asıl kara savaşına ait safha hemen iki yılda bitmiştir. Kuzey'deki büyük kıyı şehri, Resmo ile yine ku­zeyde ki müstahkem Mirabeilo limanı ve güneydeki, Gira-petra fethedildikten sonra, başşehir Kandiya ile Suda, Spi-nalonga ve Sittia'nın liman tabyaları Venediklilerin elinde kalmıştı. Bundan sonra 22 yıl süren, savaş içinde Kandi-ya'nin işgali, Dalmaçya'ya yapılan küçük çapta karşılıklı se­ferler ve özelikle, büyük ve yaygın deniz seferleri yazılmaya değer olaylardır. İkinci derecede, bir savaş alanı olan Dal-maçya'da bir deniz savası yürütülmektedir. Çünkü Venedik Dalmaçya'si kapalı bir kara eyaleti deöildir. Daha çok ada-îar, kaleler, tahkim edilmiş balıkçı köyleri, girişleri ve geçit­leri setler ve tabyalarla korunmuş, böylecede içerleri kapa­tılmış olan nehir vadileri ve özellikle, çok iyi tahkim edilmiş, liman şehirlerinden ibaret bir savunma sistemi halindeydi.

 

Venedik donanması, Osmanlı filolarının hücumlarına rağ­men Adriyatik denizinde, bu sistemin en Önemli noktalan arasında sürekli bağlantı sağlayarak üslere askerî kuvvetler, topçular ve cephane taşımakta, işgal edilmiş kıyı bölgeleri­ne limanlara yeni kuvvetler çıkarmakta ve Osmanlıların de­niz üslerine yapılacak baskınlara katılmaktaydılar."

 

Venediklilerin savunmasının izah edilmesinden sonra şöyle devam ediyor: "Girit Adası; Doğu Akdeniz kıyılarında önem­li bir rol oynamıştır. Orta Çag'da bu ada'ya sahip olmak için savaş ile Doğu Akdenizde üstünlük sağlama mücadelesi adetâ aynı anlama geliyordu. Ege denizinin girişine egemen bir durumda bulunan adanın, başkenti İstanbul olan impa­ratorluk için ve bu imparatorluğa karşı, girişilecek olasılık bir saldın için çok büyük bir önem taşıyacağı ortadadır. Böylece Bizansla, Şam ve Bağdat halifeleri arasında Akde­niz güvenliği için yürüyen mücadele, gerçekte bu ada için yapılan mücadele idi.

 

Ancak; çok sonraları yeni çağda. İstanbul'a giden yol ye­rme CibraSta'dan Süveyş'e giden yolun dünya denizcilik sis­teminin mihveri olmasından sonradır ki, Yunanistan gibi kü­çük bir devletin bu adayı almasına ve bu ada üzerinde ege­menliğine tahammül imkânı doğmuştur. Venedik, 1205 yı-hrtdâ Girit adasını almış ve böylelikle Ege ve Doğuakdenizin /hatırı sayılır bir deniz egemenliği sağlamıştır. Osmanlı imparatoluâu Girit'i aldıktan sonra Eqe denizide Karadeniz qibi adetâ bir Türk denizi biçimine girdi. Fâtih Sultan Meh­med tarafından başlatılan Ege denizindeki takım adaları, imparatorlunun hakimiyeti altına alma hareketi tamamlan-dıöı zaman, bu böV dekt Venedik hakimiyetinin ve deniz si-yasetinin de soraeİmiş oldu," Diyen Dr. Eşkof; "Osmanlı padişahının Mısır gitmekte olan bir gemi konvoyuna Maİ-tah kadırgaların saldırısı gerçekleşince de devleti âliye, 1565'de Malta üzerine büyük bir sefer yapmıştı ifadesiyle sözü, 30/nisan/1645'de padişahın sarayının önünden bir resmi geçit haMnde Marmaraya yayılan donanmaya getirir. Venedikli gözlemciler, Güney istikametine olan bu sefere nefeslerini keserek bakıyorlardı.

 

Tinos ve Çuha adalarına Kaptanlar ve gemiciler nezaket ziyaretlerini yaptıklarında, Kaptanı Derya Yusuf Paşa'ya ada idarecileri, kahve, şeker ve erzak göndermek suretiyle hür­metlerini yinelemiş oldular. Bu arada da Osmanlı donanma­sı, Garb ocaklarından gelecek filolarını beklemeye başlar­ken, Yusuf Paşa gemilerin reislerine vazifelerini bildiren zarfları açmaları için emir verme zamanı geldiğinin, kararını vermişti.

 

25/haziran/1645'de Hanya kıyılarında Osmanlı gemileri göründüğünde yetmiş yıldır durmuş olan, Osmanlı Venedik savaşı yine başlamış oldu. Bu haber; Venedik senatosuna ulaştığında müzakereler başladı ve Papa'ya haber uçuruldu. Avrupanm o dönem hatırı sayılır bütün ülkelerine Venedik Doçu mektuplar yazdı.

 

Osmanlı hücumunu, Doç'un yazdığı mektuplarda başda Papalıkla yakın olan ispanya kralına, Fransa Kraliçesi Avus­turyalı Anna'ya ve Kardinal Mazarine anlatıldı. Otuz yıl sa­vaşlarının sonunu yaşayan avrupa devletleri, bu mektuplara pek önern vermemekle geçiştirdiyse de Malta şövalyeleri, Napoli, Papalık, Floransa ve Cenova yardıma koştular Bu kuvvetler Girit'e güç verirken Osmanlı donanması tersane­lerinde yapılan gemileriyle, donanmasına devamlı takviye alabildiğinden bu kadar geniş düşmanda uzun yıllar sa­vaşmayı başarması ve nihayetinde Ahrned Paşanın Ada'nın tamamını fethe muvaffak olma& Sultan İbrahimle başlayan deniz hareketini aralıksız savaşla götürebilmesi, 4. Mehmed devrinde tamamlanması devletin devamlılığının en bariz göstergesidir.

 

Ancak; biz Girit savaşının nihayetini 4. Mehmed'in devrin­de deniz hareketlerine atfu nazar ettiğimizde temasa gayre edeceğiz. Sultan İbrahim dönemi meşhur insanlardan Nergis Mehmed Efendi, Karaçelebizâde Mahmud Efendi, ıslahat layihası sahibi Koçi Bey, Kara Mustafa Paşa, Şeyhülislâm Yah­ya Efendi, Kemankeş Mustafa Paşa, Piyale Paşa ve Siyavuş Paşalar gibi zevat zikre şayandır. Sultan İbrahim'in Osmanlı devletini yönettiği dönemde, ülkelerini idare eden bazı bir numaralar şunlardır: Almanya'da imparator 3. Ferdinand, İn­giltere'de 1. Şar!, İran'da Şah Safi ve Şah 2. Abbas, Papa-lık'da 8. Urban, 10. İnnosan, Rusya'da imparator unvanı al­tında 3. Misel, 1. Aleksi, Fransa'da 13. Lui, 14. Luiler biribirini takip ettiler.