FATİH SULTAN (II.) MEHMED HAN : 

 

Babası: Sultan II. Murad Han

Annesi: Hürfıâ Hatun

Doğum Tarihi: 1432

Vefat Tarihi: 1481

Saltanat Müd.: 1451-1481

Türbesi: İstanbul Fatih Camii Yanında Yatar.

 

 

Tahta Geçişi

Cennetmekân Sultan Murad'ı Sâninin, Cennetbahçelerine uçtuğunu bildiren haberi alan Sultan 2. Mehmed, derhal atı­na atlamış ve «Beni seven arkama düşsün» diye bağırarak Manisa'dan hareket etmişti. 2'nci defa cülus edeceği Os­manlı tahtının bulunduğu taht şehri Edirne'ye doğru birSeba rüzgârı hızıyla mesafeleri yutmaya başlamıştı. Üç gün içinde Gelibolu'ya geldi. Gelibolu'da iki gün dinlenip arkasından koşanları bekledi. Onları da bir intizama soktuktan sonra, is­tikbâle hükmedecek Sultan, Edirne'ye ilerledi. Devlet-i Os­maniye'nin ileri gelenleri, kumandanlar ve ahalî kendisini karşılamaya çıkıp tebrik ve taziyelerde bulunuyorlar ve mut­lu saltanatını müjdeliyorlardı.

 

Taht odasında resmî biat merasimi yapıldı. Biat merasi­minden sonra sadrazam Çandarlı Halil Paşa'ya vazifesinde bırakıldığı, kızlar ağası Şahin ağa vasıtasıyla duyuruldu. Sul­tan 2. Mehmed'in ilk cülusunda pek anlaşamadığı Çanlarlı Halil Paşayı vazifede bırakması, babasının vasiyeti üzerine olmuştu. Çünkü bu güngörmüş sadrazam, Sultan Murad-ı Sani'nin tahta yeniden geçmesi için çok ısrarda bulunmuştu. Bu husus bütün tarih yazarlarınca, Sultan 2. Mehmed'in Çandarlı'ya kızgın ve kırgın olduğu intibaını vermişse de biz bu fikre evet diyemiyoruz. Bunu da şöyle izah ederiz: Daha 15 yaşındayken «Eğer padişah isen gel ordularının başına geç, yok padişah ben isem; emrediyorum gel ordularımın başına geç» diyen bir zekâ şahı, tertemiz kalbinde kin taşıya­cak bir devlet reisi değildi. İslâm milletinin hayrına olan her iş için değil tahttan, canından dahi feragat edecek kadar yüksek bir mertebe sahibi sultandı.

 

İshak Paşa'ya, iltifat makamına geçecek bir vazife verildi. Merhum Padişah Murad-i Sani'nin pâk cesedini toprağa koy­mak üzere Bursa'ya nakle memur heyetin riyasetine tayin olundu. Zağnos Paşa'yi yanına getirten padişah, Has Müşa­virlik vazifesini kendisine tevdi etti. Merhum babasının ha­remlerinden olan Sırp Prensesi Mara'yı Sırbistan'a iade eder­ken, kendisine geçimini 'ahatça sürdürebileceği maaş tahsi­siyle beraber, Sırp Kralına da hediyeler gönderdi. Daima iyi münasebetler içinde olma arzusunda olduğunu bildirmesi için Prenses Mara'ya vazife verdi.

 

Bizanstan, Mora Despotlarından, ülahtan, Raküzadan, İs­tanbul Galatadaki Cenevizlilerden, Midilli, Sakız ve Rodos adalarından ve şövalyelerinden elçilik heyetleri gelmişti. Hepsine hüsnü kabul gösteren Sultan; Raküza Cumhuriyeti­ne, vergilerini bundan böyle beşyüz altın zamlı olarak öde­melerini bildirdi. 

 

             ,    --

 

Yine Karamanoğlu

 

 

Konya hakimi Karamanoğlu hanedanın başında bulunan Karamanoğlu İbrahim bey; Selefi Mehmed Bey'in söylediği gibi «Bizim Osmanoğluyla olan düşmanlığımız mezara ka­dardır» düsturuna bağlı bir adamdı. Ne umduysa kendi malu­mudur. Bermutad isyana kalktı. MenteşeoğlUj Germiyanoğlu, Aydınoğlunu da bu isyana teşvik etmişti.

 

Ne varki İbrahim bey suçu unutmuştu. Genç padişah çok enerjik, kararlı ve büyük İşler yapacak meziyetlerle müceh­hez bir sultandı. Derhal anadolu Beylerbeyi İshak Paşa'ya or­duyu seferber edip hedefin Karamanoğlu olduğunu bildiren fermanını gönderen Padişah, kendisi de çabucak hazırlandı.

 

Karamanoğlu İbrahim Bey, kısa zamanda kuvvetli bir or­duyu karşısında bulacağını tahmin etmediğinden, ayrıca

 

kendisine Anadolu'da taraftar olabilecek bir kuvvet bulama­dığından derhal aman diledi.

 

Sultan 2. Mehmed; selefleri gibi bu fitneye yumuşak kal­ma niyetinde değildi. O işi kökünden halletmek istiyordu. Fakat merhum babası vasiyyetinde; İki Cihan Serveri Efen­dimiz (s.a.v.)'in tebşiratına nail olması için yetiştirdiği oğlunu il işinin mutlaka Kostantaniyye (İstanbul'nin hesabını görme­si olmasını hassaten belirtmişti.

 

Derler ki;

 

Cenab-ı Hakk'ın sevgili kulu Murad-ı Sâni Hz.leri, zamanı­nın büyük velisi, Hacı Bayram Veli Hz.leriyle sohbet ederler­ken, bu mübarek zat'tan, Hazreti Padişah Kostantaniyye için sual eder ve der «Sultanım; acaba bu fetih bize nasib olmaz mı?» Gelen cevaba bakınız: «Bu beldenin fethini ne siz ne de ben vücudu fanî'mizle göremeyiz. Bize denir ki; şu oynayan çocuk ile kapuda dikili bizim köse'ye nasibtir.»

 

Evet oynayan çocuk 2. Mehmed ile kapuda dikilen Ak-şemseddin'den başkası değildi.

 

Sultan 2. Murad, vasiyyetine koyduğu fetih meselesinde her halde bu tebşirata da istinat ediyordu.

 

Bizans Kayseri de bu sırada bir münasebetsizlik edip ya­nında bulunan Şehzade Orhan Sultana verilmekte olan tahsi­satın arttırılmasını, isteği yerine getirilmezse Orhan Sultanı salıverip, devletin başına mesele çıkaracağı tedidini savurmuştu.

 

Kayser yapmış olduğu bu teklifle, Sutan 2. Mehmed'e bü­yük bir fırsat tanımış oluyordu. Çünkü Kostantaniyye'yi feth etmekten başka bir düşünceye öncelik tanımayan Padişah; tahta geçişi sırasında heyet gönderen ve iyi münasebetler içinde olmayı temenni eden Kostantin Dragezes'in yakasına, kudretli parmaklarını nasıl geçireceğini düşünen buna vesile arayan Sultana bu teklif nefis bir bahane olmuştu.

 

 

 

Boğaz Kesen Hisarı'nın İnşaası

 

 

Karamanoğlu meselesi münasebetiyle Anadolu tarafına geçmiş'plan Hazreti Padişah Bursa'dan Edirne'ye avdet ederken Kocaeli üzerinden Göksuya gelip Güzelce Hisar adıyla anılan şimdiki Anadolu Hisarının izine üstü açık mu­vakkat bir camii yaptırıp, otağını da Anadolu Hisarına hâkim bir tepeye kurdurup karşı kıyıda bir kale inşaasına başladı. Bu kalenin inşası için;

 

Derler ki;

 

Hz. Padişahın Anadolu Hisarının içine yaptırdığı muvakkat camiden sonra Otağı hümayununun Hisara hâkim bir tepeye kurdurmuş olması, Kayser'in dikkatini çeker ve elçiler gön­dererek maksatlarını öğrenmek ister. Gelen heyete Hz. Padi­şah «Kayser'e söyleyin bu sûr'un karşısına düşen yerde bir manda gönü kadar yer istiyorum, yoksa karşına çıkar oraları irademe alırım» der.

 

Elçiler, Kayser'in yanına dönerler ve durumu anlatırlar. Kayser «Zaten oralarda dahi hükmümüz pek sökmüyor, bari bir manda gönü (derisi) verin onun kadar bir yer onun olsun» der.

 

Bîr mandanın yüzülmüş derisi Sultan Hazretine gönderilir. Sultan Hazretleri; Kayser'in yolladığı bu deriyi bir saraciye ustasına verir ve iplik inceliğinde tek bir sicim yumağı haline getirmesini tenbih eder. Saraç bu deriyi sanatının en büyük ustalığını göstererek bir sırrım yumağı haline getirir ve Haz­reti Padişah takdim eder. Padişah fustalarla (küçük gemiler) karşıya geçip bu sırım yumağının yettiği kadar bir alanı çevi­rir, işaretler. Padişahın fustalarla karşı yakaya geçtiği haberi­ni alan Kayser yine elçilerini gönderir, ne yaptıklarını sordurur.

 

Padişah; «Bize verdiğiniz gön kadar yeri işaretliyorum», der.

 

Elçiler, biz size manda gönü kadar yer verdik, siz ne kadar yer işaretlemişsiniz derler.

 

Hazreti Padişah; «Verdiğimiz gön elimde bu hale geldi, ben de o kadar yer işaretliyorum», der.

 

Elçiler; bunun üzerine «Bu işi akıllarının alamadığını söy­lerler.»

 

Hazreti Padişah târihlere geçen şu muazzam cevabı verir.

 

«Bizim hakikat kıldıklarımıza, sizin hayaliniz bile ulaşa­maz.»

 

Hazreti Padişah askerî ehemmiyet ve denizin avantajını pek isabetle kuİanarak bugünkü Rumeli Hisar'nın inşaasina başladı ve çok kısa bir zaman olan dörtbuçuk ayda inşaatı tamamlattı. Üç büyük kuleye, her kule inşaatına nezaret eden vezirlerinin isimlerini verdi. Zağanos Paşa Kulesi, Sam­ca Paşa Kulesi, ve Çandarh Kara Halil Paşa Kulesi olarak hâ­lâ isimleri muhafaza olunur. Bu kulenin ehemmiyetini belir­ten en güzel dizelerden biri olan Enverî'nin Düsturnâmesin-den merhum Profesör Mükrimin Halil Yinanç'ın naklinden al­mayı uygun bulduk.

 

«Nice kal'a-i incilayin bir hisar Görmedi âlem İçinde rüzighar Hüsrevânî küp gibi çok toplar Atılır göklere andan küpler Ne gemi kaçamaz andan kelebek Kim ururlar topla geçse sinek»

 

Evliya Çelebi bu Boğaz Kesen Hisarına (Rumeli Hisarına) yüzbeş adet top konduğunu bildirir.

 

Bu Boğazkesen Hisarını tamamlatan Sultan Hazretleri maksadını verdiği isimle dahi açıklamış olmuyormuydu? BOĞAZKESEN

 

 

 

Çandarlı Halil Paşa

 

 

Padişah Hazretlerinin tek meşgalesi Kostantaniyye'nin fet­hi idi. Bazı vezirler ve sadrazam Halil Paşa fetihten pek ümit-var değildiler. Bu mesele dîvanda konuşulduğu zaman bazı itirazlarda bulunurlardı. Hatta bazı tarihlerde muhasara sıra­sında Bizans halkının ümidi kırılıp teslime hazırlandığı sırada güya, Halil Paşa haber göndermiş biraz daha dayansınlar, muhasara yakında kalkar, diye haber göndermiş de Bizans halkı yeniden gayrete gelmiş, muhasara o yüzden uzam:ş. Biz deriz ki, bu mümkün değildir Çünkü Çandarh ailesi, bu devletin kuruluşunda büyük vazifeler almış insanlardan mü­teşekkildir. Belki dîvanda itirazlarda bulunmuştur.

 

Çünkü bu yaşlı veziriazam, Timur belâsının devleti ne hal­lere düşürdüğünü görmüş, devr-i fetreti geçirmiş Osmanlı Devletinin ne fitne ve fesatlar içinde kaynadığını müşahede etmiş ne zorluklar geçirilerek bugünlere gelindiğini biliyordu.

 

Veziriazam Halil Paşa ve itiraz eden zevat ihanetten değil geçirdikleri badirelerin acısını unutamamış ve yine o badire­lere düşülme korkusundan itiraz ediyorlardı. Bu yalan ve ifti­ralar tarihlerimizden inşallah temizlenir ve bu yüksek karak­terli insanların haklan yerine konur. Daha da ileri giderek şu­nu deriz ki, Fatih Sutan Mehtned gibi bir fetih ve gönül sulta-nının Çandarh'nın hiyaneti olsaydı o mücessem kai'anın sûr'una o zatın ismini verdirir ve o ismin kullanılmasının de­vamına müsaade eder miydi? diye biz de bir sual sorarız.

 

Buraya bir film olayının da koyarak bu mevzudaki görüşü­müze son vermek isteriz. 1950'den sonra bir mason'un ida­resinde çevrilen «İstanbul'un Fethi» adlı film'de ki, bu yerli bir filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dola­bında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandariı Hali] Pa­şanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sa­hip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.

 

Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken Haz­reti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanı­mefendinin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İs­tanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bİr şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine ça­lışsa geri döndüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taş­tan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eri­tip yumuşak eylerim.»

 

Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.

 

 

 

Topların Dökülmesi

 

 

Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mü­barek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız»mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebile­cek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş bü­yüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ay­da getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.

 

 

 

Sûrların Önünde İslâm Mücahidleri

 

 

857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapı haricinde işgal etmedik bir yer bırakmaya­rak öncülük vazifesini bihakkın yerine getirdi. Hazreti Padi­şah önce Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yı işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizillerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, geceleri ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.   

 

                   *

 

Fetih'de Osmanlı Donanması

 

 

Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Umanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşat-filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dola­bında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarlı Halil Pa­şanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sa­hip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.

 

 

Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken Haz­reti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanı­mefendinin "Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İs­tanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bir şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine ça­lışsa geri dondüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taş­tan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eri­tip yumuşak eylerim.»

 

Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.

 

 

 

Topların Dökülmesi

 

 

Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mü­barek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız)' mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebile­cek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş bü­yüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ay­da getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.

 

 

 

Surların Önünde İslâm Mücahidleri

 

 

857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapi haricinde işgal etmedik bir yer bırakmaya­rak öncülük vazifesini bihakkın yerine getirdi. Hazreti Padi­şah önce Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yi işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizlilerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, geceleri ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.      

 

                *

 

Fetih'de Osmanlı Donanması

 

 

Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Umanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşat- filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dola­bında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarlı Halil Pa­şanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sa­hip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.

 

Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken Haz­reti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Ham-mefendinin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları)) adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İs­tanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bİr şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine ça­lışsa geri dondüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans) benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taş­tan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eri­tip yumuşak eylerim.»

 

Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.

 

 

 

Topların Dökülmesi

 

 

Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mü­barek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile silâhlanınız»

 

mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebile­cek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş bü­yüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ay­da getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.

 

 

 

Surların Önünde İslâm Mücahidleri

 

 

857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapı haricinde işgal etmedik bir yer bırakmaya­rak öncülük vazifesini bîhakkın yerine getirdi. Hazreti Padi­şah önce Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yi işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizlilerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, gecelen ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.   

 

                   *

 

Fetih'de Osmanlı Donanması

 

 

Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Limanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşat-filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susarnışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dola­bında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarh Halil Pa­şanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sa­hip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatlan bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.

 

 

Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla seslerini yükseltirlerken Haz­reti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha Ayverdi Hanı­mefendinin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1. ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrüse-i İs­tanbul» adlı eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bir şeye Allah'ın iradesi taaluk edecek, bütün kâinat aksine ça­lışsa geri döndüremez. Eğer ol kal'anin (Bizans) benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taş­tan topraktan değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eri­tip yumuşak eylerim.»

 

Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü itirazın kapısını kapatmıştı.

 

 

 

Topların Dökülmesi

 

 

Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan Serveri'nin (S.A.V.)'in mü­barek hadisi şeriflerinden (Düşmanın silâhı ile silâhlanınız»

 

mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebile­cek mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş bü­yüklükte toplar döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift öküzle iki ay­da getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef etti.

 

 

 

Surların Önünde İslâm Mücahidleri

 

 

857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi. Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapi haricinde İşgal etmedik bir yer bırakmaya­rak öncülük vazifesini bîhakkın yerine getirdi. Hazreti Padi­şah önce Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'y3 sevk ettirip, Eyüb sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti. İcab ederse de Galata'yı işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizİllerin elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, geceleri ise bütün kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.  

 

                    *

 

Fetih'de Osmanlı Donanması

 

 

Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dortyüz parça irili ufaklı gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile

 

sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Limanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşatmada olan Bizans'a yardım olarak gönderdiği beş büyük kal­yonun geleceği istihbar edildi. Bunun limana girmemesi, yardımlarını gerçekleştirmemesi için tertibat alan donanma­mız; o tarihlerde denizciliğimizin daha emekleme çağında ol­masından ve boğaz sularının kendine has akıntılarının ve ge­milerimizin çoğunluğunun küçük boyda olmasından doiayı tutuşulan savaşta manevra kabiliyeti fazla olan ehli saiib kal­yonları kaçmayı başarmışlardır. Bu kısa savaşta gözüne bir ok isabet eden Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın «Bir başa bir göz yeter» deyip oku kendi eliyle çıkardığı tevatür rivayet­tendir. Durumu Beşiktaş sahilinde vezirleriyle takip etmekte olan Padişah Hazretleri, ehli salip gemilerinin kurtulduğunu görünce beyaz atını mahmuzladığı gibi denizin içine dalar. Bazı tarihlerde çok kızan Hazreti Padişahın Baltaoğlu Süley­man Paşa'ya vuz sopa vurduğunu yazarlar. Biz deriz ki, bu tarihçiler ya hiç sopa yememişler veya sayı saymamışlar. Bir gözünü kaybetmiş ve bulunduğu yerden ayrılmayan bir pa­şasını dövecek adam değildir. Hazreti Fatih... Ola ki, muvaf-fakyetsizlikten dolayı azarlasın.

 

Batılı tarihçiler, Bizans mukavemetçilerinin sayısını çok eksik göstermeye çalışırlar. Askerî kuvvet olarak dokuzbin kişi olduğunu söylemek küstahlığında bulunurlar. Halbuki surların uzunluğu göz önüne getirilirse bu dokuzbin kişinin bir tek kapıyı bile müdafaa edemeyeceği kesindir. Ayrıca bu muhasarada devrinin en ileri silâhı olan muazzam toplarla işe başlayan Osmanlı Ordusu, ayrıca serdengeçtilerden bazı­larının lâğımlar açarak şehre girmeye çalıştıklarını göz önüne alırsak bu nasıl bir dokuzbin keferedir ki, her yere yetişmiş­lerdir. Daha beş sene evvel onların 200 bin'er kişilik orduları­nı 60.000 kişilik kuvvetle Kosova sahralarında, Varna Önle­rinde perişan eylemiştik. Hiç olmazsa bunu göz önüne alarak 9 bine bir sıfır soyarak 90.000'e çıksınlar bakalım.

 

Yalnız şunu ilâve etmek icab eder ki, bu muhasaranın tah­mini yapan Kostantin Dragazes çok daha evvelden iki kilise­yi birleştirme çabalarına başlamış ve bir hayli de merhale kat etmişti. Hatta bir defasında Asayofya'da Katolik âyini icra olunmuş, Kostantin ve Bizans ileri gelenleri âyinde buluna­rak birleşmeyi kesinleştirmek metodunu seçmişlerse de Pat­rik Kenadyus ve bağlıları bu âyini Ayasofya'yı telvis (pislet­me) saymıştır. (Ne var ki, Bizanslının dahi Papanın bu âyini­ni red etmesine rağmen biz Müslüman olarak camiden mü­zeye tahvil edilen Ayasofya'ya Papa'Iarın gelip dua etmeleri­ne müsade ediyoruz. Cenab-ı Hak bize akıl ve izan nasib et­sin) Papanın serpuşunu Bizans'ta görmektense müslümanla rın sarığını görmeye razı hale gelmiş bir Bizans ahalisi de mevcuttu.

 

 

 

Ak Şeyhin Kerameti

 

 

Kostantaniyye'nin fâtihi iki tanedir. İlki gönül fatihleridir ki, bunlar uzun yıllar evvel İstanbul'da yerleşmiş İslâm müca-hidleridir. İkincisi ise madde plânında, sebeb dünyasında ya-şayib adetullaha riayetle can verip şan alan, kan döküp kal'a alan İslâm mücahidleridir. Bu mücahidler ordusunun mânevi mimarı Ak Şemseddin Hazretleri, Sultan 2. Mehmed'İ Kos­tantaniyye'nin fethi için daima teşvik etmiş, desteklemiş ve onun ve ordusunun muvaffakiyete ulaşması için Rabi Âlâ'ya niyaz ve tazarruda bulunuyor idi. Bir gün Sultan Hazretlerinin Kutlu otağına şu haber ulaştı. Ak Şeyh, keşif yoluyla Pey­gamber Efendimiz (S.A.V.)'in mihmandarı Hazreti Ebû Ey-yüb'ül Ensârî'nin kabri şeriflerini bulmuştu. Bu haber İslâm ordusunda bir müjde olarak kabul olundu. Mücahidler ordu­sunun kuvve-i mâneviyesi en yüksek dereceye vardı.

 

Çünkü bu kuvve-i mâneviyenin yükselmesi için sebeblerin en büyüğü bu büyük sahabinin hayatında mündemiç idi. Medine'de bir gün Kur'an-ı Kerim okurken cihadla ilgili ayetlere gelince doksan yaşındaki bu aksakallı sahabi ayağa kalkar zırhını kuşanır, kılıcını beline takar, okunu yayını alır. Ben Halifenin ordusuyla cihada gidiyorum, der Evlât ve torunları baba sen yaşlısın, o iş bizim işimiz artık, derlerse de o müba­rek sahabi vecd halinde, kimseyi dinlemez ve Halifenin ordu­suyla Beldeyi Tayyibeye cenge gelir ve burada şehadet mer­tebesine de nail olur. Bu doksan yaşından sonra cihada çı­kan sahabinin kabrinin bulunuşu fethin yakınlığının işareti ol­duğu aşikâr olduğundan, bülbülün gül dalına konması gibi, zaferin de İslâm mücahidlerinin ağuşuna gelmesinin sembolü olmuştur. Dolayısıyla kuvvei mâneviyyelerinde tezayûdüne vesile olmuştur.

 

 

 

Gemilerin Karadan Yürütülmesi

 

 

O kerim ve Devletlü Padişah, Boğazkeseni yaptırırken Bi­zans elçilerine «Benim hakikat kıldığım yere sizin hayalleri­miz bile ulaşamaz» derken bu muazzam olayı da herhalde kastetmiş olmalıdır. Bu muazzam olayı biz anlatırken bir ge­miye bir tank yükleme zorluklarını düşündüğümüzde bundan beşbuçuk asır evvel karada yürütülen gemileri, aç karnımızı doyurmak ve çıplak bedenimizi giydirmeye ancak yeterli olan aklımızla yapmanın zorluklarını da düşünmesini bilmeli­yiz.

 

Dolmabahçe'den (o zamanki adı Yeni Hisar) yukarıya dö­şetilmiş keresteler yağlanmış ve gemiler bunların üzerinde Öküzlerin çekmesi ve mücahidlerin bilek güçleri ile asılmala­rının yanında derviş gazilerin Hû Allah! Hû Allah! zikirleri arasında Halic'e indirilen gemiler sabahleyin Bizans halkın­ca, Halic'in sularında seyir ederek Bizans'ın geri hatlarını da topa tuttuğu görülünce, bütün ümitleri bir balon gibi söndü. Çünkü limanın ön tarafına gerdikleri zincir orayı korumuştu amma; akıllan durduran bu harika olayın gerçekleşmesine mâni olamamıştı.

 

Derler ki;

 

Halic'e inmiş gemilerden geri hatlarına atış yapılan Bi­zans'ın hâlâ gevşemediği müdafaaya devam ettiği görülür. Ehlullahtan olan hazreti F^tih durumu tefekkür eder ve ol perdeler açılıp ona ayan olur. Cibali Baba derler bir suflî velî duası berekâtı ile bunlara zarar ilişmesine mânidir.

 

Secdeye kapanan Hazreti Padişah, Rabbi Zülcelâle yalva­rır yakırır ve der ki, «Ya rabbi; eğer İki Cihan Serveri'nin hadî­si şeriflerinde müjdelediği emir bensem tebcil eylediği asker bu askerse buna mâni olanı sen bilirsin, onu kabz eyle)» diye dua eder. Ve dua Cenab-ı Hak indinde kabul olunup Cibali Baba kabz olunur ve siyanetten mahrum Rum taifesi, zarara ve ziyana uğramaya başlar.

 

 

 

Kati Ve Son Hücum

 

 

Fatih muhasaranın sonlarının geldiğini hissediyor, fakat mürşidi, efendisi Ak Şemseddin Hazretlerinden durumu öğ­renmek fethi müyesserin ne gün olacağını sormak üzere Şâir Mahmud Paşa'yi iki defa Şeyh'in otağına gönderdi. İkinci gi­dişte cevab gelmişti. «Cemaziyel evvel ayının onsekizinci ge­cesinin şafağında umumî bir taarruz yapılırsa Allah'ın inaye-tiyle fetih müyesser olacaktır.» dendi. Derhal hazırlıklara giri­liyor, bütün gece Orduyu Hümayun ibadet ve savaş hazırlık­ları İle meşgul oluyor. Bütün kumandanlar birliklerini dolaşı­yor, onları hazırlıyorlardı. Şafak sökerken Beyaz Atının üze­rinde bembeyaz elbiseler içinde Hazreti Padişah ordunun en Ön safında kılıcının zafer pırıltılarını aksettiren parlaklığıyla hücum emri veriyor. Düşmana bizzat taarruza geçiyor. Artık zafer İslâm'ındır. Kostantaniyye zaferler Sultanın oluyor. Fa­tih ona lâkap, İslâmbol Kostantaniyye'ye isim oluyor.

 

Hazreti Peygamber (S.A.V.) Hendek Savaşında sahabinin kıramadığı bir taşı parçalarken çıkan kıvılcımda gördüğü Sultan bu Sultandı ve asker bu askerdi.

 

«O ne güzel bir emir, o ne güzel bir askerdi.»

 

Fatih Sultan Muhammed Han ve İslâm Ordusu Osmanlı Ordusu idi.

 

Evet muhasara 53 gün sürmüş, Ak Şemseddin Hazretle-ri'nin müjdelediği gün feth olunmuştu. Hicri 857, Milâdî 1453 29 Mayıs Salı günü İslâm Ordusu müjdelerin gerçekleştiğini ilân ediyordu.

 

 

 

Sırbistan Seferi

 

 

Kostantaniyyeyi, İstanbul Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, yirmi gün kaldığı bu yeni beldede intizamı temin ettikten, Rum ahalinin İslâm içinde gösterilen şartlarını yâni Hıristi­yanların dini inanç ve ibadetlerine yön verecek patriklerini seçtikten sonra bugünkü İstanbul Üniversitesinin bulunduğu yere bir saray yapılmasını irade etmişti. Yine payitahtı olan Edirneye dönmeden son bir iradesiyle Karadeniz kıyılarından beşbin ailenin İstanbul'a getirilmesini ve yerleştirilmesini em­retmişti.

 

Edirne'ye bir çok ülkenin sefaret heyetleri geldiler. Tebrik­lerini sundular ve bir çok hediyeler de getirdiler. Bunların içinde Sırbistan Elçi Heyetinin durumu özellik teşkil etti. Es­kiden Osmanlının olan bazı kaleler yine Sırblara geçmiş idi. Bunların bazılarını kurtarmayı düşünen Sırblılar, bu kaleler­den bir kaçının anahtarını hediye olarak gönderip Fatih Haz­retlerinin gözünü boyamak istediler. Fakat Hazreti Padişah, Avrupa serhadlerindeki siyasî durumları pek yakından takip ediyordu.                                                                    

 

Kral Yorgi, Sırbistan krallığı ile alâkası olmadığı halde bu yerlere ve Sırp krallığına sahipleniyor ve ayrıca Sultan 2. Murad'ın Haremi Prenses Mara'nın hakkını da gasb etmiş bu­lunuyordu.

 

Sultan Fatih Sırb elçilerine «Yorgi bir iki parça köhne kal'a ile aldatmak ister, onun ancak Sofya dibinde küçük bir san­cağa hakkı olabilir» diyerek niyetini bildirmişti.

 

Kral Yorgi bu haberi alınca birtakım dahilî tertibatlar aldı. Aile efradını yanına alarak Macar kralı makamında bulunan Yanko Hünyad'ın himayesine girdi. Topladıkları hafif süvari alayları ile Sırbistan ve Bulgaristan'a dahil olup şehirleri yağ­ma ve yıkmaya, insanları kana boyamağa başladılar. Tırnova civarına kadar geldiler Askerimiz onlara yetişemeden Tu-na'nın öbür tarafına geçtiler.

 

Hazreti Padişah süratli birliklerle Sırbistan'a dahil olup bir çok yerleri zabt etti. Ostrovice'yi muhasara altına aldı. Bir müddet de Semerdire'yi sıkıştırıp güzel bir ders verdiler. İleri gelenlerden ellibin kişi esir topladılar. Firuz Bey kumandasın­da bir miktar asker bırakıldı. İstenilen muvaffakiyet elde edil­diğinden Hazreti Fatih Edirne'ye döndü.

 

Sultan Hazretlerinin avdetini haber alan Hunyad ve Yorgi yeniden saldırdılar. Bu sefer yanlarında birçok hristiyan delvetlerin ordularından birlik vardı. İslâm askerinin çoğunu şehid ve kumandan Firuz Bey'i esir aldılar.

 

Padişah hemen Şehir köyü tarafına sefer çıktıysa da Hun­yad Macaristan içlerine kaçtı. Yorgi ise padişaha senede otuzbin altın vergi vererek sulh teklifinde bulundu. Fatih Haz­retleri bunu muvafık gördü. Hicri 858/Milâdl 1454.

 

Bu anlamadan bir kaç ay sonra Evranos zadelerden İshak Paşa'nın oğlu İsa Bey, Sultan Fatih'e ulak göndererek Sırbis­tan'ın fethinin zamanıdır, diye bilgi sundu. Hicrî 859/Milâdî 1455 yılında Sırbistan'ın büyük bir bölümü Devleti Osmani­ye'nin hududlarına İlhak olunmuş oldu. Padişah Hazretleri oradan Kosova'ya inerek /Hüdavendigâr Sultan 1. Murad Hazretlerinin şehadet yerini ziyaret etti ve Hatmi Şerif tilâvet olundu. Oradan Selanik yoluyla Edirne'ye geçildi. Bu Sela­nik yolu ile dönüşte Solakzâde nam tarihçi Hamza Bey'in do­nanmasının Padişah Hazretlerini naklettiğini söylerken gemi­ye şarab da yüklendiğini yazar.

 

Merhum Mizancı Mehmed Murad Bey bunu fevkalade bir isabetle red eder. İslama bağlılıkta emsâü az bulunur bir in­san olarak gördüğü Hazreti Fatih'in içkiyle katiyyen alâkası olmadığını belirtikten sonra tarihlerden böyle iftiraların te­mizlenmesini pek isabetli olarak tavsiye ediyor.  Şimdi  biz merhum mizancı Mehmed Murad Bey'e bu mevzuda iştirak ederek diyoruz ki; Batılı tarihçiler bu tip iddiaları bizim kay­naklarımızda bulmasalar bile eninde sonunda İslâm düşmanı olduklarından bu zatlara iftiradan kendisini alamazlar. Peki bizim olan Solakzâde merhum böyle bir şeyi olmadan nasıl yazabiliyor. Sultan Hazretlerinin işrette olmadığı ihraz ettiği manevî makamları münasebetiyle de aşikârdır. Şu halde bu zatlar nar şurubu vesaire şurubları içtiklerine göre şurubların şarab gibi okunması ihtimali daha ağır basmakta olduğu inti­baını veriyor bize.

 

 

 

Belgrad Muhasarası

 

 

Belgrad'ı almaya karar veren hazreti Fatih Sırbistan'a da­larak önüne gelen yerleri çiğneyip geçti. Muhasaralarda en önemli silâh şüphesizdir ki toptur. İstanbul'un fethinde kulla­nılan bu topların buralara taşınması çok zor olduğundan Sul­tan Hazretileri yüksek dehası sayesinde seyyar top döküm­haneleri kurdurmuş, her muhasaraya gittikte muhasara yeri­nin icabına göre toplar döktürüyor idi. Bilhassa hesaplarını kendi yaparak mucidi olduğu Havan Toplan çok önemli vazi­feler görüyordu. Burada şu durumu mutlaka belirtmeyi lü­zumlu görüyoruz: Bilindiği gibi zamanımız Ekonomi Şeytanı ismini verebileceğimiz salgın bir hastalığın insan şuuruna yerleşip her şeyi madde açısından görmelerinden dolayı ma­nevî hayatı red veya lüzumsuzluğuna kail olanların matees-

 

süf çok olduğu bir zamandır. Bazı görüş sahiblerİ kardeşlen­ip

 

mİz tarihi islâmiyet'ten verdikleri misallerle; yanlış yola sap­mış ekonomi Şeytanının tuzağına düşmüşlere yol göstermek isterler. Ne var ki onlar esir oldukları maddî dünyalarından halâs olamayıp bu tavsiyeleri ve misalleri kulak arkası eder­ler. Her muhasara edilen kal'anın hususiyetine göre top dök­türen ecdadının acaba sanayii ile ekonomik bir olayın ger­çekleştirildiğini düşünebilirler mi? Belgrad kal'ası önünde 320 adet muhtelif ebat ve sistemde top döktüren Hazreti Fa­tih, İslâm milletinin yüksek vasıflarından birini ortaya koy­muş olmuyor muydu? Hâlâ harp sanayini kuralım mı, kur­mayalım mı münakaşası yapılan memleketimizde ne acip ve üzücü bir haldir bu münakaşa. Ecdadımız bu münakaşaları değil yapmak, düşman kalesi ve siperleri önünde, onlara göstere göstere harbin gerekli silâhlarını imal ediyordu. Yâ-rabbi sen bu millete izan nasib eyle, harb sanayini kurması­na vesile olacak intibahi lûtfeyle.

 

Çünkü atalar sözüdür: «İstersen sulhu salâh hazır ol cen­ge».

 

Biz gene Belgrad önlerine dönelim.

 

Belgrad önlerinde üçyüzyirmi adet top döktüren Sultan, kaleyi muhasaraya aldı. Ayrıca ikiyüz parça küçük gemi Tu­na nehri yoluyla Belgrad önlerine getirilmiş yarım ada şek­lindeki şehri, Tuna ve Sava nehirlerinden de muhasaraya ka­tıldılar.

 

Belgrad kalesi kolay alınır bir kale olmamakla beraber İs­tanbul surlarını aşmış bir ordu için her halde zor değildi. İşte bu muhasaraya böyle bakıldığından olacak ki netice iyi ol­madı. Evvelâ hedefin Belgrad kalesini almak olduğu açıkça ifşa olundu. Halbuki Belgrad kal'ası Avrupa'ya açılan bir ka­pı idi. Papalık, Osmanlı Devleti'nin maksadını öğrenince bü­tün hıristiyan dünyasını ayağa kaldırdı. Yanko Hünyad'ın ko­mutasında çok büyük bir ordu teşkil edildi. Ayrıca gayet iri kalyonlarla mücehhez bir donanma da bu ehli salip seferinde vazife aldı. Ehli salip donanması Tuna ve Sava nehri üzerin­de muhasaraya katılan donanmamıza şiddetli bir saldırda bulundular. Maalesef hâlâ denizlere hâkim olabilecek duru­ma gelememiş donanma bu savaşı kaybetti fakat gayet akıl­lıca bir davranışla gemilerini kendileri yakarak düşman eline geçmesine izin vermediler.

 

Donanmanın bu mağlûbiyetine rağmen muhasaraya de­vam edildi. Bir hafta sonra umumî bir hücumla şehre girildi. Ve bir kısmı işgal olundu. Lâkin şehrin öbür ucundan, Yanko Hünyad komutasındaki ehli salib ordusu da şehre girmişti. Osmanlı Ordusunun çok az bir bölümü Karaca Paşa başla­rında olduğu halde şehre girebilmişlerdi.

 

Şehir içine giren mücahidler ricat yolunu seçmeyip düş­mana pala savurmayı cana minnet bildiler ve başlarında sevgili paşaları Karaca Paşa olduğu halde vuruşa vuruşa şe-hidlik mertebesine vasıl oldular. Karaca Paşa'nın kale içinde kalışı, şehadetinin kesin oluşu Hazreti Padişahı çok üzdü, bü­tün tedbiri terkedip kale kapısına dört nala kaldırdığı atıyla yalın kılıç saldırdı.

 

Düşman içinden çok iri bir silâhşor Hazreti Padişahın üze­rine koştu. Onun hücumunu ustaca bir manevrayle savuştu­ran Sultan kılıcını öyle bir hırsla indirdi ki herifi baltanın kuru bir kötüğü ikiye yarması gibi başından aşağıya kadar ikiye ayırdı. Etraftan koşanlar padişahı tek başına kaleye hücum etmekten zor caydırabildiler. Karaca Paşa'nın şehadeti bütün azeb askerinin kuvvei maneviyyesini altüst etmişti. Onlar in­tizamsız bir şekilde dağılmaya başlayınca durumu gören Yanko Hünyad ve Yorgi hücumlarını otağı Hümayuna doğru sevk ettiler. Azeb askeri iyice dağılmış bir miktar Yeniçeri ile Kapıkulu askeri başlarında en güzel emir Hazreti Fatih oldu­ğu halde çok kanlı göğüs göğüse, kılıç kılıca bir savaş yaptı­lar. O gün savaş meydanını^ rakibsiz cengâveri Hazreti Fâtih idi. Omuz üstünde baş bırakmıyor, bir yandan da sistematik bir şekilde ordunun geri çekilmesini idare ediyordu. İşte bu sırada ayağından hafif bir yara alarak gazilik rütbesine nail oluyordu.

 

Bir müddet sonra altıbin kadar İslâm ordusu süvarisi savaş yerine yetişince mukavemet dengeye dönüştü. Bir müddet sonra da düşmanı ordugâhdan def etmeye muvaffak oldular. Padişah bunu bir mağlûbiyet olarak telâkki edip firar edenleri bulduğu yerde bu dünyadan da, ordusundan da terhis edi­yordu.

 

Ehli salip ordusu ise son derece telefat vermiş, Yanko Hünyad dahi aldığı yaraların tesiriyle bir müddet sonra bu dünyadan terki can eylemişti. Kral Yorgi ise o çoktan ölmüş­tü. Hicri 860/Milâdî 1456. Sultan Fatih bu seferden sonra kendisine çıkacağı seferin nereye olduğunu soran vezirlerine «Sakalımın bir teli bundan haberdarsa onu yolup atarım» diye cevap verdiği söylenir.

 

 

 

Mora'nın Fethi

 

 

İstanbul'un İslâm'a ram olmasından sonra Mora yarımada­sı birden bire anarşi ve kargaşaya sahne oldu. Kostantin Dragazes'in kardeşleri Tomas ve Dimitri Dragazes Mora'dan kaçmak için hazırlıklara başladılar. Bu sırada Hazreti Fatih bunlara gönderdiği bir emirle yılda onikibin altın vergi ver­dikleri takdirde vazifelerinde kalabileceklerini bildirmişti. Bu haberi alan bu iki kardeş kalmak mı zor gitmek mi zor dü­şüncesi içindeyken ve kalmağa karar vermek üzereyken ahali bunların kaçma haberini almış olduğundan iyice gale­yana geldi. Bir de Manue! Kantakuzen kendi hesabına bu İki kardeşin aleyhine kıyam etti. Üstelik de Arnavud sergerdele­rinden «Topal Petro», Fatih Hazretleri tarafından taleb edilen oniki bin altını kendisinin ödöyeceğini iddia ederek kıyama kalktı. Artık işler çorbaya dönmüştü. Korent Muhafızı Hasan Bey; durumu Hazreti Padişahın otağına bildirdi.

 

Sultan Fatih Hazretleri; işi ehline vermeyi hem Cenabı Hakk'm kitab-ı Muhkemindeki âyeti kerime ve bu yüce emri uygulamaktan bir an bile ayrılmayan ced'inden tevarüs eyle­mişti. Mora işinin ehli de Turhan bey idi. Turhan Bey'în yanına verdiği bir müfreze ile daha evvel yapılmış Mora seferleri­nin bu usta emektarını Mora'ya gönderdi. O havalide herkes Turhan Bey'in namını bilir, sevgiyle karışık bir korkuyla ken­disine tâbi olurlardı. Ve nitekim ileri gelenler Turhan Bey'i hemen karşıladılar. Turhan Bey.,, kendilerini hüsnü kabul ile karşılamakla beraber babacan bir tavırla azarladı. Adaletsiz­likle memleketin idare olunamayacağını anlattı. İslâm'ın mu­vaffakiyetinin iyilere mükâfat, kötülere ceza vermekte kusur­suz ve adil olmaktan geldiğini izah etti. kendilerini düzelt­mezlerse Hazreti Padişahın memleketlerini işgal edeceğini bildirdi.

 

Turhan Bey, Dimitri ile Tomas'ın hükümetlerini tasdik etti. Onlara asî olanları da cezalandırdı. Böylece dış görünüşte sükûnet temin olundu. Fakat Tomas İstanbul'un müslüman-ların eline geçmesi yüzünden yok olan Doğu Roma kayserli-ğini yeniden kurmak ve bu unvanla anılmak sevdası iie ya­nıp tutuşuyordu. Bu hülyalarını gerçekleştirmek için ise dur­madan fitne ve fesadlar karışıyordu. Tomas vahşetini arttır­mış, yanına davet ettiği akrabalarını çocukları ile beraber hapse atarak onları açlıktan öldürdü. Ahaya Prensinin dama­dının gözlerini oyup, kulak ve burnunu kestirip ayak ve kol­larını kırdırdı.

 

Lâkin bu sırada istimdad feryadları da dergâhı Padişahıye varmıştı. İşte Hiristiyan batı'mn insanı buydu. Bunların zul­müne, birbirlerine yaptıkları haince, canavarca işkencelere Allah adına, insaniyet namıma son vermek müslümanlara düşüyordu. Hey batıl ve vahşî Avrupa; sen nasıl bir mantığa sahipsin ki, senin dindaşına ve ırkdaşına adalet ve insanca hayat yaşamayı getiren müslümanlara «Barbar Türkler» der­sin.

 

Hazreti Fatih, Mora'ya yürürken ilk feth ettiği kale Tarsus kal'ası idi. Buranın muhafızları savaşa lüzum kalmadan teslim olduklarından kendileri eman ile mükâfatlandılar. Lâkin ertesi gün bir iç darbeye teşebbüs ettiklerinde derdest yaka­lanıp elleri, ayaklan güzel bir sopadan geçirilip hurdahaş olundular. Bunun üzerine küffâr bu kale'nin ismini değiştirip Tokmak Hisarı koydular. Akıllarınca dayaktan geçirilen iha­net ehli kale muhafızlarına yapılan sanki işkenceymiş de bu isim ebediyyen bu barbarlığı haykıracakmiş! İşte bu Avrupalı böyledir. Hem sandalı sallar hem de fırtına var diye feryad eder. Hicrî 862/Milâdî 1458 yılını gösteren tarih, Mora'nın ta­mamı ve Yunanistan'ın büyük bir bölümünün Osmanlı hu-dudlarına dahil ve sancak beylerine taksim olunmasına şahit oluyordu.

 

 

 

Adaların Fethi

 

 

Adaların fethine Edirne'nin yegâne iskelesi olan Aynos is­kelesini almakla başlandı. Arkasından Limni, Midili donan­mayı hümayhuna boyun eğmişti. Rodos iyice sıkıştırılmış ve İstanköye asker çıkarılmıştı. Arkasından İmroz, Taşoz feth olunmuş idi. Bu suretle Rumeli sahilindeki adalar zapt olun­muş oldu. Bu sırada Midilli adası halkının büyük bir bölümü İstanbul'a nakil olundu.

 

Sadaretten azledilen Mahmud Paşa kaptanı deryalığa geti­rilmiş, bu zat tenzili makama rağmen hizmetten fütur getir­memiş, tayin buyrulduğu vazifede büyük muvaffakiyetler göstermiş, donanmayı bir güzel İslah edip intizama koymuş, yıllanmış Venedik savaş gemilerini bucak bucak kaçmaya mecbur bırakmıştı. Bu arada da Akdeniz'in en mühim adala­rından olan Girid Kıbrıs'tan sonra gelen Eğriboz adasını feth eylemişti.

 

 

 

Venedik Muharebesi Ve İskender Bey Gailesi

 

 

Çanakkale Boğazının tahkimatını yapmaya karar veren Hazreti Fatih, derhal işe girişti. Rumeli sahilinde seddülbahir, Anadolu sahilinde ise Çanakkale istihkamları yapıldı. Her iki tarafa da otuzar adet büyük toplar yerleştirildi.

 

İstanbul'un deniz tarafındaki surları da sağlamlaştırıiıp top-lada donatıldı. Bu arada Kadırga limanı da temiz ve intizamlı bir liman haline getirildi. Bu arada Hazreti Fatih dünya siya­setine yüksek vukufunun en önemli delillerinden biri sayıla bilecek olan şu manevrayı yaptı. Midilli adasında Floransa'îı-lara bir imtiyaz tanıyarak onları Venedik ve ehli salib kışkırtı­cısı Papa'nın gizli toplantılarından haberler getirmekle kul­landı. Bu arada da Arnavutluk Beyi, İskender Bey gailesine son vermek zamanı geldiğine karar verdi.

 

İskender Bey, Venedik himayesine girmiş bütün Arnavut­luk sahilini Venediklilere müstemleke gibi vermişti.

 

Venedikliler İşkodrayı bile kendi şehirleri gibi kullanıyorlar­dı. Buna mukabil İskender Bey, İslâm mücahidlerine karşı yaptığı savaşlarda bunlardan yardım alıyordu. Sultan Fa­tih'in gönderdiği müfrezeler bunları ovalarda yaptıkları sa­vaşlarda yeniyor buna mukabil İskender Bey kuvvetleri dağ­lara çekilip mücahidleri üzerine çekince galibiyet onda kalı­yordu. Bu savaşlardan birinde İskender'in kardeşlerinin oğul­larından biri esir edilmişti. Bu adamın ismi Hamza Bey'cii. Kendisine bir miktar asker verildiği takdirde bu işin sonunu getireceğini söylüyordu. Yanına bir miktar kuvvet verildiyse de bir netice almak mümkün olmadı. Ancak bu savaşlardan birinde İskender Bey çok büyük bir bozguna uğradı. Ordusu­nun en cengâver askerinden beşbin kadarı bu savaşta can vermiş, o yetmiyormuş gibi en kıymetli arkadaşlarından Müzahi telef olmuş, üstelik de Debreli Musa adlı bir sergerde de Sultan Fatih tarafına iltica etti. Bu sırada Hazreti Fatih başka işlerle meşgul olunduğu için İskender Bey'e Şimal (Kuzey) Arnavutluk sancağı verilerek bu sancak beyliği İskender Bey'e tevdi edilerek bir mütareke yapılmıştı. Bu mütarekenin şartlarından biri İskender Beyin oğullarından birini dergâhı Hümayuna göndermesi idi. İskender Bey bunu açıkça red et­memiş oğlunun küçük olduğunu ileri sürmüştü. Sultan Hazretleri de bu mütarekeyi bozmak istemediğinden üzerine va­rılmadı. Çünkü siyasal durum büyük bir harbin alâmetlerini hissetirmeğe başlamıştı, Hicrî 864/Milâdî 1460.

 

Bu mütareke üç yıl kadar devam etti. ne var ki, üç sene geçtikten yâni Hicrî 867/Mİlâdî 1463 yılında Papa İkinci Pius bir ehli salip ordusu tertib etti. Bu ehli salip kuvvetlerine İs­kender Bey'i de katmak için, Draç Piskoposu Ancelo'yu va­zifelendirdi. Bu cerbezeli adam başlangıçta İskender Bey'i kandırmağa muvaffak olamadı. İskender Bey, ben, ahde im­za koymuşum, besa demişim, diye teklifi geri çevirebiliyor­du. Lâkin Ancelo, bir dinsize karşı (hâşâ) verilen sözün hük­mü yoktur, diyerek İskender Bey'i kandırmaya muvaffak ol­du. Rahip Anceio bu muvaffakiyeti yüzünden kardinalliğe terfi ettirilirken, Osmanlının başına yine püsküllü belâ olarak İskender Bey savaş alanlarına yürümüştü.

 

Önce Şeremet Bey, sonra da Balaban Bey'in müfrezeleri ile yaptığı savaşlarda kâh mağlûb, kâh galib oluyordu. Ne var ki, bir sürü zarar verdiği meydanda idi. Bunun üzerine Hazreti Fatih bizzat kendisi bunun üzerine yürüdü. Fakat İs­kender Bey, dağlara kaçtı. Arazinin verdiği avatajlardan isti­fade ederek Sultan Hazretlerini çok uğraştırdı. Şunu hemen ilâve etmek icab ediyor ki, basınımızda Gazete oiarak şöhre­tini yapan bir gazete çıkardığı Binbir Temel adlı seri kitaplar­da Acem kılıcı gibi iki taraflı bir kesme yaparak bazen fevkalâde güzel eserlerin gün yüzüne çıkmasını temin ederken ba­zen de son derece mide bulandırıcı kitaplar da yayınlamak­tadır. İşte bu mide bulandırıcı kitapların başında Türk Dostu diye tanıtılan La Martin tarihidir. Yedi kitap halinde çıkartılan bu kitap, bu İslâm milleti içine bir sürü nifak tohumu atan bir kitaptır. İşte bu kitapta Hazreti Fatih gibi bir zâtın karşısında İskender Bey bir dev gibi gösterilir. Ve İskender Bey'in Hazre­ti Fatih tarafından hiç mağlûp edilemediğini ileri sürer. Şüp­hesiz kesin galibiyet için iki taraf kuvvetlerinin birbirleriyle bir meydanda kat'i bir netice için çarpışması icab eder. De­vamlı kaçan bir taraf, kovalayan tarafa galib gibi gösterilmek istenirse buna bitaraf tarihçilik, yok Türk dostu gibi lâkablar verilmez. Haçlı ruhunu içinde muhafaza eden ve kusmuğunu kibar sözler ve hareketlerle üzerimize avuç avuç b... atar gibi tarafgir ve İslâm düşmanı olarak vasıflandınlabilir. Bu La'martin tarihini okuyanlar bilsinler ki, Osmanlı Tarihini bu adamdan öğrenmeye kalkmak, Dini İslâmı müsteşriklerden öğrenmek kadar batıl ve tehlikelidir. Bu mülâhazamıza bir misalle son vermek istiyoruz. Günümüzün İslamcı gençliği­nin yapısında bir yeri olan bir yazar, kendisine sataşan bir gazeteciye neden cevap vermediğini soranlara, bir rovelver patladı diye kırkikilik top ateşlenmez, diye nefis bir cevap vermiştir. İşte bu olay da, Sultan Fatih bir Cihan Fatihi; İs­kender Bey İse bir dağ birliğini komutanıdır. Mukayese olun­maz mukayese yanlıştır. Bahtsızlıktır. Maksatlıdır. Biz gene mevzumuza dönelim.             %

 

Bu uğraşmalardan bıkan Sultan Fatih, İskender Bey'in et­rafını çevirtip dıştan gelen yardımları kesmeğe muvaffak ol­duktan sonra ordusunun büyük bir kısmı ile çekildi. Zaten az sonra da İskender altmışüç yaşında Venediklilere ait olan Leş şehrinde öldü.

 

İskender Bey'in ölümünden sonra Arnavutluk seve seve Osmanlıya tâbi oldu. Ne var ki İşkodre. daha evvel yazdığınız gibi adeta Venedik tasarrufunda idi. Hadim Süleyman Paşa kuvvetleriyle burayı muhasara etti. Harp sanayimizin kendi­mize ait oluşunun faydalarını dile getiren bu kuşatmada top­lar İşkodra kalesinin önünde o kalenin icabatına göre dökül­dü. Ve topa tutuldu, açılan gedikten İslâm mücahidleri daldı-larsa da şehri ele geçirecek bir kuvvetle giremediklerinden bir müddet göğüs göğüse çarpışıp geri çekildiler. Kalenin mukavemete imkânı kamamış, ikinci bir hamleyi karşılama­ya hâli yokken bu sırada Hadim Süleyman Paşa'ya gelen bir emir muhasaranın derhal kaldırılmasını icab ettirmişti. .Buğ­dan Bey'i isyan etmişti. Bunun te'dip edilmesi gelen emirde yazılıydı. Demek ki vakti saati gelmemiş olan fetih; vaktini bekliyecekti. Hicrî 880//Milâdî 1475. Nevar ki üç sene sonra Hazreti Padişah bizzat ordusunun başında olduğu halde Ve-nedik'i sulha razı ettiğinden fetih gerçekleşecekti.

 

 

 

Boğdan İsyanının Bastırılışı

 

 

Hadim Süleyman Paşa gelen emir üzerine İşkodra muha­sarasını kaldırmış ve Boğdan üzerine yürümüştü. Tuna'dan Eflâk yakasına geçtiler. Ne var ki yorgun ve hastalıkara tu­tulmuş ordu, yollarda birtakım yağma ve çapul hareketlerine başladılar. Boğdan hâkimi bu haberi aldığından birliklerini muntazam bir hale koydu. Dağılma durumuna düşmüş olan İslâm Ordusu bu muntazam birlikler tarafından tutulduğu yerde imha edildi. Maalesef pek çok şehid verildi. Hadim Sü­leyman Paşa dahi kendisini zor kurtardı. Bu haberi alan Yüce Padişah ordusunu o tarafa çevirdi. Bir ormanın içinde istih­kâm kurmuş olan Boğdanlılann üzerlerine açtığı kesif top ateşinden ürken Yeniçeriler, düşmanın üzerine yürümeyince, savaş alanlarının bu kahraman Sultanı eline aldığı kalkanı ile tedbirin almış, Cenabı Mevlâ'nın koruyuculuğu sayesinde bizzat düşmana hücuma geçince, Kapıkulu askeri ve daha sonra Yeniçeriler gayrete gelerek o ormanı Boğdanlıya me­zar ettiler. Yiğitler can verdiler, cennete alındılar, gaziler can aldılar, şan verdiler. Yüce İslâm askeri ve onun dahi Sultanı Hazreti Fatih zafernâmesine bir sayfa daha ekledi.

 

 

 

Trabzon Kayserliğinin Ve İsfendiyar Beyliğinin İlhakı

 

 

Rumeli ve Avrupa'daki meseleleri hâl eden Yüce Padişah, Akıncılarına, Avrupa ovalarını işaret etmiş, atlarının nallar: ile buralarının tozunu, naraları ile kulakların tozlarını, gürz ve kılıçları ile vücudlarını ortadan kaldırıcakları yerleri hedef olarak göstermiş ve zaferlere âşinâ gözlerini Anadoluya çe virmişti.

 

Trabzon, İstanbul'un fethinden sonra bir Kayser'lik hüviye­tine bürünmüş Rumların kıblegâhı ve yeniden can bulma ümitlerine bir istinat olma hâline gelmişti. Arada İsfendiyar Beyliği toprakları uzanıyor, Karadeniz Ereğlisi ve Amasra li­manları Cenevizlilerin adeta nüfuzu dairesinde bulunuyordu.

 

Bu iş böyle başıboş bırakılırsa Anadolu'nun yeniden kay­namağa başlaması işten bile değildi. Mısır Sultanına, Hacca giden yolların menzillerindeki su sarnıçlarını yaptırması için haber gönderen ve bu sarnıçların yapılmasında kullanılacak maddî yardımı da beraberinde göndermekle suih içinde me­seleleri hâl etmeyi gaye edinmiş bir Padişahı Cihan elbette hüküm ferman olduğu ülkesinde bir dinamit fıçısı barındır­mak istemezdi. O fıçıyı yok etmek ve o fıçıyı meydana getir­meye çalışan elleri kırmak, mel'un baş'larını koparmak şüp­hesiz vazifesiydi.

 

Sadrazam Mahmud Paşa, ilkbahar mevsiminde Amasra önüne gitti ve o sırada da Hazreti Padişah, Bursa üzerinden yola çıkmıştı. İlk muvaffakiyet Amasra'da elde edildi. Amasra; Cihan devletinin şanlı ordusunu ve donanmasını karşısın­da görünce derhal teslim oldu. Peşinden Sinob'u da feth eden Sultan; Amasra, Sivas tarikiyle (yoluyla) Erzincan'a oradan da Erzurum yoluna düşünce asıl maksad anlaşıldı. «Maksat anlaşıldı» sözü üzerine çok kısa hatırlatma yapılım. Hz. Fatih seferi nereye murad ettiğini hiç bir zaman söyle­mezdi. Ancak yapılan hazırlıkların azlığı ve çokluğu buna bir ölçü teşkil edebilirse de bu da kesin bir tahmini icab ettir­mezdi. İşte bu Yüce Sultan sırrın esrarını muhafazaya sıkı sı­kıya bağlı bir zât idi. Evet maksat Cizun Hasan'dı. Uzun Ha-san'ın bir darbe alması icab ediyordu.

 

Akkoyunlu devletinden ve Uzun Hasan denilen bu zattan 3İr nebze olsun malûmat verelim. Timurlenk'in ölümünden sonra birbirine düşen oğullarının kavgaları, Akkoyunlu aşireti =xniri Uzun Hasan'a bir deviet tesis etmesine fırsat vermişti. 3u devletin hududu epeyi de geniş ve yekpare idi. Yâni dev-etinin içinde başka bir ükenin toprağı yoktu. Ham hayali, Ti-murlenk'in kurduğu bir devlet gibi büyük topraklara sahip bir jlke tasarlamaktı. Yüzbinlerce askerî havî, bir ordusu vardı.

 

Uzun Hasan, bir sene önce Hazreti Fatih'in huzuruna gön­derdiği bir elçiye, Devleti Osmaniyye'nin tâ Çelebi Sultan viehmed zamanından başlayan her sene hediye gönderilerek devamı temin edilecek dostluğun nişanesi olan bu hediyele-in gönderilmediğini bu zamana kadar geçen vakit zarfında tunların yekûn olarak ödenmesini talep etmişti.

 

Yüce Sultan Mehmed Fatih Han bu talebe karşı bütün cid­diyet ve nezâketini muhafaza ederek şu ince ve tarihi cevabı verdi: «Sizi bana gönderen üzün Hasan Bey'e selâmlarımı götürünüz. Talep ettiği şeyleri vermek üzere geiecek sene bizzat kendim geleceğim, o vakit görüşüp, konuşabiliriz.»

 

Bazı tarihçiler bu cevabı veren Hazreti Fatih'i, derhal Yıldı-ım Bayezid cennemekânın, Timurlenk'e verdiği  cevab mukayese ederek Fatih Hazretlerini takdir edip, Bayezid Hazretlerini sert mektuplarından dolayı kötülemeğe çalışırlar. Bu İslâm milletinin evlâdları çok iyi bilirler ki hal ve keyfiyet her zaman aynı olmaz. İnsanların meziyetleri de bir presten çıkma imalât gibi tıpa tıp olmaz.

 

Uzun Hasan, Koyunlu Hisarını nüfuzu Osmanlı hududu da­hilinde olmasına rağmen gaflete düşerek zorla ele geçirdi. Bunun üzerine bir Osmanlı müfrezesi, Gedik Ahmed Paşa kumandasında Koyunlu Hisar'a gönderildi. Bu müfreze Ko­yunlu Hisar'ı muhasara altına aldığı gibi etraftaki yerleri de şöyle bir bastı. Uzun Hasan yardım kuvvetleri gönderdi. Ge­dik Ahmed Paşa ve mücahidleri gelen bu orduyu da perişan ettiler. Uzun Hasan bu mağlûbiyetten ürkdü ve validesi Sara Hatunu ve ulemadan Şeyh Hüseyin nam bir zatı elçi tayin edip Hazreti Fatih'in otağına gönderdi. Sulh talebinde bulun­du.

 

Sultan Fatih gelen heyeti ve Uzun Hasan'ın validesi Sara Hatunu «Validem» diyerek hürmetle kaşıladı. Ve kendisine Trabzon'a yapacağı seferde Uzun Hasan bîtaraf kalırsa ona ilişmeyeceğini söyledi. Uzun Hasan buna evet dedi. Ancak Hazreti Fatih Sara Hatunu salmadı, en derin hürmet ve sevgi ile otağı hümayununda ağırladı ve Trabzon önlerine kadar götürdü. Sara Hatun, her münasebet düştükçe Hazreti Fatih'i Trabzon'a gitmekten caydırmaya çalıştı. Sarp dağlardan ge­çerken atlardan inip bir hayli yaya yürümek zorunda kalını­yordu. Bu zahmetleri müşarıide eden Sara Hatun: «Oğul, muazzez vücudunun bunca zahmetlere maruz bırakmasına nice Trabzonlar bile bedel değildir, deyince Yüce Padişah şu akıllar durduran manevî sırlan havi cevabı verdi: «Kılıcı ciha­dı fîsebiliHâh için kuşanmışım, eğer vazifemi yapmazsam ve gazi olmayacak olursam yarın ne yüzle huzuru Hak'ka çıka­bilirim.»

 

Trabzon önlerine gelmiş olan Sadrazam Mahmud Paşa ku­mandasındaki donanmayı Hümayun, zaferler sultanını bekli­yordu. Hz. Fatih, Trabzon önüne gelince bir elçilik heyeti ter-tib edip Kayser David'e şu teklifi bildirdi: «Eğer mukavemet etmeden şehri teslime edersen burdaki gelirin kadar sana irad verilip Rumeli'de «Siroz» şehrinde çoluk çocuğun ile ya­şarsın. Yok mukavemet edersen mutlaka çok ağır cezaya müstehak olursun» dedi.

 

Kayser David, bu teklifi uygun buldu. Eşi, çocukları ve bendegânmi yanına alarak deniz yolu ile gösterilen yer hare­ket etti. Trabzon'un fethinden dolayı bir çok ganimet Sara Hatuna takdim olunup selâmlar söylenerek üzün Hasan'a gönderildi.

 

Anadolu pürüzleri hâl edilmiş, şimdi yalnız Karaman Bey­liği tek pürüz olarak ortada kendini gösteriyordu.  

 

           

 

Karaman İlhakı

 

 

Karaman Bey'i İbrahim Bey, Osmanlı Devletinin kuvvetiy­le aşık atamayacağını anladığından açık şekilde husumet göstermiyordu. Buna mukabil bir yandan Gzun Hasan Bey'le, diğer taraftan Papalık ve Almanya İmparatorlukları ile gizli münasebetler içinde idi. Yalnız şu vardır ki; Avru­pa'nın Osmanlı Devleti ile uğraşacak hâl ve durumu mevcut değildi. Lâkin bu münasebetler Hazreti Fatih'in et kulağına ulaşmadı.

 

Karamanzâdelerin an'anevî Osmanlı'ya karşı olan husu­meti babadan oğula tevarüs ediyordu. İbrahim Beyin yedi ta­ne oğlu vardı. Bu aile ana tarafından Osmanlı'ya akraba olu­yorlardı. Karamanlılar, Sultan Fatih Hazretlerinin halazadeleri idiler. İşte bu yedi oğuldan altısı Yüce Padişahın halasından dünyaya gelmişlerdi. Bir tanesi ise İbrahim beyin cariyesin­den olma idi. Altı oğlunun Osmanlı'ya meyilli olabileceğini hesab eden İbrahim Bey cariyeden doğan oğlu İshak Beyi kendisine vâris tayin etti. Ana tarafından Osmanlı olan altı oğlunu mirasdan mahrum etti.

 

Beyzadeler bu karara son derece müteessir olarak İsyan bayrağını açtılar. İbrahim Beyi Konya'dan uzaklaştırdılar. Bu­nun üzüntüsü ile vefat eden İbrahim Beyden sonra çocukları miras kavgasına devam ettiler. Bunlardan Pîr Ahmed Bey Konya'da Karaman tahtına culüs eyledi. İshak Bey bu du­rum karşısında üzün Hasan'a başvurdu. Gzun Hasan kuvvet­leriyle Konya'ya yürüdü ve Pîr Ahmed, Sultan Fatih Hazret­lerine iltica etti. İshak Bey hükümetini kurdu. Ne var ki üzün Hasan'ın askerleri Konya'da yaptıkları zulüm ve şenaatle halkın sadece düşmanlığını kazanabildiler ve hepsi Pîr Ah­med Bey tarafını tutmayı kararlaştırdılar.

 

İshak Bey hükümetinin tanınması için Hazreti Padişaha hey'et gönderdi, padişah, Hazreti Yıldırım Bayezid zamanın­daki Çarşamba suyunu hudud kabul ederse hükümetini tas dik ederim, diye cevap gönderdi. Lâkin İshak Bey bu muka­bil cevabı kabul etmeyince Hazreti Fatih, Anadolu muhafızı Hamza Bey'e Pîr Ahmed Bey'in tahtına oturtulması için emir verdi. Hamza Bey ve Pîr Ahmed Bey Konya üzerine yürüdü­ler. Ermenek civarında İshak Bey'le karşılaştılar. Meydana gelen savaşta İshak Bey fecî bir mağlûbiyete uğradı ve solu­ğunu Üzün Hasan Bey'in yanına iltica edince rahatça alabi­ldi. Silifke kalesi, İshak Beyin hanımı ve onun küçük olan çocuğu eline kaldı. Tahta geçen Pîr Ahmed Bey Saklanhisar, Ilgın kalesi ve Akşehir'i bir hediye olarak Devleti Aliyei Os-maniyyeye takdim ettiler. Hicrî 868/Milâdî 1464.

 

Lâkin bu çözüm Sultan Fatihi tatmin etmemiş, Karaman'ı mutlaka Osmanlı sancağı altına alması İcab ettiğini ciddi ciddi düşündürmeye başlamıştı. Ne var ki Pîr Ahmed Bey yi­ne baba tarafına çeker huyunu gösterdiği, dün öpmek için kapandığı eli bugün yavaş yavaş ısırmaya başladı. Bunun üzerine Karaman'a Seferi Hümayun tertib olundu. Sadrazam Mahmud Paşa, Pır Ahmed'i Konya'dan çıkardı. En sonunda Lârende civarında yapılan şiddetli bir savaşta Pîr Ahmed he­zimete uğradı. Karaman Sancağı adı verildi ve büyük Şehza­de Mustafa Sultan a verildi. Hicrî 872/Miiâdî 1468. Şehzade­nin Lalası sıfatıyla Gedik Ahmed Paşa idareyi ele aldı.

 

 

 

Uzun Hasan İle Otlukbeli Savaşı

 

 

Uzun Hasan'ın hemen üzerine gidilmesini düşünen Yüce Fatih sadrazamlığa yeniden Mahmud Paşa'yı tayin etmişti. Mahmud Paşa, durumu görüyor, Yıldırım Bayezid Hz.ierinin başına gelen Ankara Savaşı mağlûbiyeti daima önünde ör­nek vazifesi ifa ediyordu.

 

Sultan Fatih derhal orduyu hümayunu harekete geçirip gururundan ne yapacağını şaşıran, bir İslâm devleti olan Os­manlı'ya karşı, Papa ve Hıristiyan devletlerle anlaşma zemini arayan bu adama ki, daha evvel annesi Sara Hatunla selâm­lar dahi göndermişti. Şimdi ona hemen haddini bildirmek is­tiyordu.

 

Anadolu Beylerbeyi Davut Paşa, Anadolu askerini yanına bir miktar Rumeli hafif süvari askerinden alarak Sultanın em­riyle Konya'da bulunan ve Üzün Hasan'ın her an taarruzuna uğraması muhtemel Şehzade Mustafa Sultan ve onun lalası Gedik Ahmed Paşa'nın yardımına gönderildi.

 

Hakikaten Clzun Hasan da bir ordu tertib ederek başlarına oğlu Yusuf ve Zeynel mirzaların yanına asıl kumandan olarak Mehmed Bakır Mirza tayin olunmuştu. Karamanzâde Pir Ah­med Bey ve Kasım bey de bu orduda yer almışlardı.

 

Şehzade Mustafa Sultan, bunları kemali metanetle karşıla­dı. Sultan Fatih Hazretlerinin gönderdiği kuvvette yetişmiş olduğundan bu metanet daha da ziyadeleşmişti. Kıreli gölü civarında büyük bir savaş oldu. Osmanlı ordusu savaşı ka­zandı. Mehmed Bakır Mirza dahi ölüler arasındaydı. Kara-manzâdeler ise firara muvaffak oldular. Hicrî 877/Milâdî 1473

 

Bu savaştan sonra orduyu hümayun bir nefes almış oldu. Şark hududuna doğru tam bir emniyet içinde yürümeğe baş­ladı. Rumeli askeri Gelibolu Boğazından geçerek Yenişe­hir'de toplandılar. Resmî geçid yaparak ahaliyi İslâmiyyenin moralini takviye etme başarısını gösterdiler. Ve tekrar yürü­yüşe devam ettiler. Şehzade Mustafa Sultan ve Şehzade Ba­yezid Hazretleri de şanlı askerleriyle birlikte orduyu hümayu­na iltihak ettiler. Sivas'a gelince burada bir müddet dinlenip, eksiklikler tamamlandı. Bu arada Rumeli Beylerbeyliğine ta­yin olunmuş bulunan Murad Paşa, seyyar bir müfreze ile ön­den Erzincan'a doğru gönderildi.

 

Üzün Hasan'a gelince Fırat kenarında sağlam bir mevki tutmuştu. Sadrazam Mahmud Paşa ve Mihaioğlu Ali Bey'in tembihlerine rağmen Has Murad Paşa, üzün Hasan kuvvetle­rine hücum etti fakat bu bir taktik hatasıydı ki, maalesef bu hatanın neticesi başta Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa ol­duğu halde bu seyyar müfrezenin mücahidleri şehadet şer­betini içtiler. Bazı tarihlerde bu Has Murad Paşa'nın Bizans'ta ihtida edenlerden olduğunu söyleyen satırlara rastlanmakta­dır. Bu hücumun yapılmaması icab ettiğini söyleyen bu ta­rihler askeri ile beraber şehyd düşen bu paşayı istihfamla anar bir duruma getirmiş olduklarının farkında olmalıdırlar. Biz şeriatı İslâmiye mertebesinde bu meseleye düşmanla sa­vaşarak şehadet şerbetini içmiş bu askerlerin başlarında ku­mandanlar Has Murad Paşa olarak bir şehidler zümresi sayıp kendilerine Allahtan rahmet dilemeyi lüzumlu görürüz. Niy-yetleri ancak âlemlerin Rabbi bilir, üzün Hasan bu ön savaş­ta, Meşhur Turhanzâde Ömer bey ve bazı ileri gelen süvari

 

birlik komutanlarını huzurunda esir olarak görünce şu ham hayalini dile getirdi. «Bu seyyar müfreze Rumeli süvarisidir. Bu süvariler Osmanoğlu ordusunun bel kemiğidir. Ben bu kemiği kırdım. Osmanoğlunun artık bana mukavemete me­cali kalmamıştır. Bundan böyle Rumeli saltanatı, ile devleti Kayseriyye artık benim olacaktır.» dedi.

 

 

 

Otluk Beli Savaşında Varılan   Netice

 

 

Sultan Fatih Hazretleri' yukarıda kısaca tafsilâtını ve'rdiği-miz olaya rağmen orduyu hümayunu üzün Hasan'ın üzerine yürütmekten vaz geçmedi. Uzun Hasan ise Baysurt civarına ricat etmiş ise de savaş mukadderdi. Çünkü ayağı zaferlerle kutlu Padişah avını mutlak yakalamağa, boyundan büyük iş­ler yapmağa kalkışan üzün Hasan'ın beyni bâlâsına gürz mi­sali yumruğunu vurmayı kararlaştırmıştı. Şimdiye kadar o sultanlar sultanının karar verdiği şeyi yerine getirmediğine şahid olunmamıştı. Ve yine karar sahibi devietlü kararını in­faz edecek idi...

 

Nihayet iki ordu Tercan civarında Otlukbeli'nde karşı kar­şıya geldiler. Çok şiddetli bir savaş neticesinde zafer gül yü­zünü Osmanlı'ya gösterdi. Bu muharebede Şehzade Mustafa Sultan ve şehzade Bayazıd Sultan büyük kahramanlıklar gösterdiler. Uzun Hasan ordusunun Osmanlı ordusu karşısın­da tutunamayacağını anlayınca her şeyi yüzüstü bırakıp firar yolunu seçti.

 

Yüce padişah onu kovalamıya lüzum görmedi. Çünkü ne­tice çok kesin olarak meydana çıkmıştı. Sultan Hazretleri bu zafere şükür ettikten sonra buna bir cemile olmak üzere ne kadar kendine hediye edilmiş köle varsa hepsini azad eyledi. Tarihçi Solakzade bu sayının kırkbin kişiyi bulduğunu kayde­der.

 

 

 

Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi

 

 

Hazreti Fatih, Hicrî 878/Milâdî 1473 senesi sonunda Ot-lukbelinde üzün Hasan gailesine son verirken aynı zamanda Avrupa ile savaşıyordu. Avrupa, üzün Hasan'a bel bağlamış onun muvaffak olması halinde, Timurlenk'in kendilerine yet-mişbir yıl evvel temin ettiği avantajı yeniden kazanacaklarını sanıyorlar idi. Halbuki işleri yine yanlış tutmuşlardı. Çünkü ne Üzün Hasan bir Timurlenk'ti ne de orduyu hümayun, cen-netmekân Bayazıd Yıldırım Hazretlerinin uğradığı ihanetle yaralanacak bir orduydu. O yetmiyormuş gibi bir de seyrü-süluk deryasında, Şeyhi Akşemseddin Hazretlerinin irşad ve mânevi terbiyesiyle Kutbul Evliya makamında bir Sultan karşısındaydılar. Münkir Avrupalı ne bilsin ki Allah'tan başka istinatgah yoktur. Söz buraya gelmiş iken buna misal olmak üzere İkinci Halife Hz. Ömer'in bir kıssasını nakledelim.

 

İki Cihan Serveri Efendimiz Hazretleri (S.A.V.)'den sonra, tarihlerin kaydettiği en büyük kumandan Halid İbni Velid'dir. Bu savaşların büyük taktisyeni, meydanların yegane aslanı, vefatında vücudu pâk'ine bakıldığında yara almamış hiç bir yeri kalmayan bu büyük sahabi İslâm ordusunun bir istinât­gahı haline gelmişti. Mücahidini İslâm hangi savaşa giderse gitsin:

 

— «Başımızda Halid bin Velid varken mesele yoktur.»

 

demeğe başlarlar. Bu artık bir terane haline gelmiş her mücahid bunu söylemeğe başlamıştı. Bu durumu gören Hz. Ömer derhal gönderdiği bir emirle Halid bin Velidİ kuman­danlıktan almış ve bir köle azadlısını kumandan tayin buyur­muşlardı. O koca sahâbi büyük kumandan Halid İbni Veiid derhai emre itaat ederek makamını yeni tayin edilen kuman­dana bıraktığı gibi bir İslâm neferi olarak savaşa katılmıştı.

 

Okurlarımız lütfen buraya çok dikkat buyursunlar. Bu tâyin­den sonra mü'minlerin emiri sordurmuş asakiri mücihidin bu tayine ne diyorlar? Cevap şu:

 

— İşimiz Allah'a kaldı Diyorlar.

 

Hz. Ömer:

 

— Hah işte şimdi tamam, çünkü mü'minin bütün işi Allah-ladır. Onun yardımıyladır.

 

İşte Avrupalı, Allah (C.C.)'un yardımı üzerinde olan bir Ve­lî Padişahın ve onun mücahidlerinin zaferle müjdelenmiş ol­duğunu ne bilsin, üzün Hasan'ı mağlûp ve münhezim bir hal­de harp meydanından kaçıran Fatih Hazretleri orada yalnız üzün Hasan'ı yenmiş değil, Hıristiyan taassubunu da parça parça etmişti.

 

İşte Hicri 886/Milâdî 1480 yılına gelindiğinde Osmanlı akıncıları Avsturya önlerinde, İtalya ovalarında. Venedik li­manlarında, Kırım adalarında Livayı hamd sancağını şan ve şerefle dolaştırmışlar ve Avrupayi toptan bir mağlûbiyyete, her birini teker teker mağlûb ederek duçar etmişlerdi.

 

Şair Yahya Kemâl bey asırlar sonra şöyle sesleniyordu: «Pür Velvele çıktı Gedik Ahmed Paşa Otrantoya...

 

İşt Hz. Fatih kırkdokuz senelik bir ömre böyle büyük olay­lar sığdırmıştır ki bir mü'min bunu mutlaka Cenabı Allah'ın zafer ve nusret vaad eden vaadinde ve esbaba tevessül et­mede olduğunu düşünmek ve kabu! etmekle mükelleftir. Mü'min'in dışındakinin ne düşündüğü mü'mini alâkadar et­mez.

 

«Sakalımın bir teli seferi ne tarafa yapacağımı bilse, onu yerinden koparır atarım» diyen bu büyük Velî Sultan Fatih, şehidlik mertebesine bir dönmeyen dönme olan Jakop (Yakup Paşa.) tarafından azar azar verilen zehirle nail olmuş, bu­günkü Gebze kazası civarında terki can ettikte, düşmanları­nın şükür ayinlerine, bayram yapmalarına ondan kurtulma­larına sevinçten uçan bir küffar mileti öte yandan kaldığı yer­den vazifeyi götürecek bir İslâm milleti bırakmıştı. Hicrî 887/Müâdî 1481'de Hz. Fatih'in sayılı nefesini sonuncusunu verdiği günde.

 

Muhterem okuyucu, Hz. Fatih'in devir ve şahsiyyetini ver­meye çalıştığımız bu bölüme Şâiri Âzam Abdülhak Hamid Tarhan'ın «Merkadi Fâtihi Ziyaret» adlı nefis şiirin metni ve açıklamasını koyarak noktalamak istiyoruz. Cenabı Mevlâ Murad oğlu Hz. Fatih Sultan Muhammed'e rahmet ve onun şefaatine bizleri de ilhak eylesin.

 

 

 

Merkad-İ Fatih'i Ziyaret

 

 

Her kuşesinde dehrin, nâm-ı bekâ-nisârın; Şayestedİr denilse âlem seni mezarın.

 

Kaldın cihanda biân, her ânın oldu bir devr; Mülki ezeldi güya tahtında hem civarın.

 

Sensin o padişah ki bu ümmet-i necibe; Emsâr bahşişindir, ebhar yadigârın.

 

Meydân-ı harbi kıldın san*tahtgâh-s şevket; Leşkerdi hep müsellâh etbâ-i bi- şümârın.

 

Sen cism idin fenâ-Yâb, ol ruhi câvidâni; Düştün cüda sen amma. bakîdir iştiharın.

 

Ettin muvahhidine mülk-i cihâdı meftûh, Sulh oldu anda câri fermân-ı feyz-bârın.

 

Mazi o perdei gayb ükşade-i huzurun, Âti, o râh-ı muzlim âmâde-i güzârın.

 

Tevhid idi meramın islâm ile enamı, Birleşti ol uğurda ilminle iktidarın.

 

Beyt-i Hudâya konmuş câhın metâf-ı eslâf; Durmuş başında bekler, bir kavm türbedârın.

 

Takında müncelidir hep beyyinât-ı mânâ, Esrâr-ı !em yezelden masnû'olan bu darın.

 

Bir maksada ederdi seyf ü kalem teveccüh, Ahkâmına uyardı kânunu rüzgârın.

 

Şemşir kuvvetinde hâmendi lerze-bahşâ Mu'cizdi misl-i hâme şemşir-i hud'a-kârın

 

Okşardi zülf-i yârı tedbir-i âdilânen, Çarpandı fikr~i hasma takrir-i dil-şikârın.

 

Her şaha böyle tâli' yar olmaz ey şehenşeh, Nâdir geyir nazîri bir böyle şehriyârın.

 

Bir dem ü yüzün gülünce âlem bahar olurdu; Misl-i küsûf her-câ zahirdi İğbirarın.

 

Yoktur senin gurubun, ey neyyir-i maâli, Var şu'le-i dehadan bin necm-i tâbdârın.

 

Bir mecma'-i siyaset buldun ukûle çesbân, Tâbân ufuklarından eczâ-i târmârın.

 

Ervâh-ı mü'minindir, encüm kadar meşail, Bâlâ-yİ türbetinden tenvir eden kenarın.

 

Sen muhrik-i fitendin, ey âteş-i celâdet; Söndün nihayet amma berk oldu her şirânn.

 

Mehd-i vücudu oldun bir çok nevâdirin sen, Hâkinden oldu nâbit esbabı kârzârın.

 

Bir yıldırımdı nîzen, peyveste ka'r-ı hâke;

 

bir burc-i Hak-nümândır, ermiş göğe menârın.

 

Bab-ı necatı sensin, ey Fatih, eyleyen feth, Miftâh yaptı ancak cedd-i büzürgvânn.

 

Her dem sana açıktır ebvâb-ı Arş-ı rahmet, Türbendir en azîmi feth ettiğin diyarın.

 

Gösterdiğin maâli ehramdır müselsel, Kühsârlar umumen bâlin-i ihtizârın.

 

Perverdigâra nazır bünyad-ı ser-bülendi, Sâfillerin elinde tâbût-i pür-vekârın.

 

İster idin ki olsun düşmenle yâr yek-dil: Devrân idi rakibin, Allah idi nigârın.

 

Tahtın getirdi bir dem umkıyyeti kıyhama, Eyler rükûa da'vet ulviyyeti mezarın.

 

Her gün ederdin ihya bir başka cilve-i akl, Bi-hûş-i haletindi erkân-ı hûşyârın.

 

Hâlâ dahi ukûlun ser-haddidir geçilmez, Seyl-i dumû' birle mahsur olan cidarın.    .

 

Ağuş-i mâdenden hâk-i vatan eazdir; Andan daha muazzez bir nurdur gubârın.

 

Sen pençe-i kazadan bi-fark idi deminde, Zeyl-i rızâyı sarmış bâzû-yi zi medarın.

 

Titrerdi secdegâhın oldukça sen cebîn-sây, Hâlâ gelir zeminden tekbir-i zâr-zânn.

 

Her azmin eylemişti tefsir-i âyet-i Hak, Zahirdi nâsiyende âsârı çâr-yârın.

 

Seyyâre-i vatadır, ardınca peyk-i harın, Eyler tavaf her-sû rûh-i fütûkârın.

 

Sen yattığın düşekte bisterdi güle-i top Tûfân-ı hûn u âteş gülzâr-ı nev-bâhânn.

 

Eyler bu dem başında leyi ü nehâr-mânend Teşkil-i nûr-i u zulmet sayen ile çenârın.

 

Kılmsş tulu' yerden, gözler bu inkılâbı: Bir devrdir mücessem destâr-hun-disarın.

 

Kahhâr-ı müntakimden hiç kalmadı mahâfet; Senden biz eyleriz havf, ahz et gelip de sârin.

 

Açdı cana cenahın cânân-ı sermediyyet, Etti anı der-âğûş cân-ı cihan-sipânn.

 

Ecr-i azim-i vasfın kaydında Hâmid ey şah Kıl bu sevabını sen afv ol günahkârın.

 

Mehdinde şâirâna ilhamlar gerektir: Ta'rifi yerde bitmez Arşa çıkan kibarın.

 

 

 

Şerh

 

 

Yukarıya aldığımız Abdülhak Hâmid Bey'in «Merkad-i Fati­hi Ziyaret» adlı şiirini muhterem ağabeyimiz merhum Melih Yuluğ beyefendinin esrarı tasavvufa bihakkın vakıf olması münasebetiyle şerhini istirham ettiğimizde lütfettiler biz de siz okurlarımıza aynen sunuyoruz.

 

«Fatih'in Kabrini Ziyaret diye de söylenebilir. Bu şiirin bazı beyitleri çok derin mânâlar ihtiva ettiğinden şiirin gerek kül halinde gerekse bazı beyitlerin edebî bakımdan bir kritik hem de şerhe tâbi tutulmasında zaruret vardır. Kanaatımızca lâfızlar mânayı tam istiaptan âciz ve mânâ elfâz'a sığmaz du­rumdadır.

 

«her kuşesinde dehrin nâmı beka nisann/Şayestedir denil­se âlem senin mezarın»

 

Beytinden mânâ derinliğine taşmış gibidir. Yeknazarda bu beyitten şu anlaşılıyor. «Ey Yüce Fatih cihanın her köşesinde senin nâmın var, âdeta bu âlem senin mezarın denilmekte hata yoktur. Amma bunu izah ve şerhi yapılmadan Dehrin neden dolayı Fatih'in mezarı olduğu anlaşılmamakta, müp­hem kalmaktadır. Esasında Hamid Bey şunu ifade etmek is­temiştir. Dehrin ne tarafına bakılsa Fâtih'in daima baki ve payidar olan namını görürüz. Mezarlara kitabe dikmek o me­zarda medfun olanın namını oraya te'yit içindir. Dünyanın her köşesinde Fatih'in nâmı olduğuna göre, ona her yerde bir mezar kitabesi dikilmiş olur. Her yerde bir mezar kitabesi dikmekte bütün âlemi bir mezar yapmaktır. İşte onun için âlem Fatih'in mezarı denilse şayeste (lâyık) dir.

 

İkinci beyitten itibaren şiire mânâ vermeğe devam edelim: Fatih cihanda bir an kaldı fakat kaldığı zamanın her anı bir devir kadar uzunmuş gibi feyizli eserler verdi. Şu halde o mahdut zamanı, sınırsız gayrı mahdut yaptı. Otuz küsur se­nelik saltanatının mademki her anı bir devir kadar uzundur. Bu otuz sene sonsuz bir zaman demektir. Zaman denilen mefhuma bu ezelliyeti verdiğinden anlaşılıyor ki mekânende onun ezelliyet tahtı mülkünün yanındadır. Bir şahıs mekânen böyle fevkalâde bir mazhariyyete nail olmasa zamanen o ezeliyyeti veremezdi.

 

Şiirde çok önemli mânası şerhe muhtaç bir beyit de şöyle­dir:

 

«Mazi o perde-i gayp ükşadei huzurun

 

Atî o, râhi muzlîm amadei güzarın»

 

Maziki bir gayıp perdesidir. Ne kadar sayısız insanlar ve şöhretler o perdede kaybolup gitti. Fakat böyle yıpratıp yok eden bir mazi senin huzurunda tâzimen divan duruyor. Atiki karanlık bir yoldur. Kimlerin oradan geçeceğini yâni âtide kimlerin yaşayacağını, hangi şöhretlerin atî itibariyle payidar kalacağı meçhuldür. İşte böyle olan âtî daima Fatih oradan geçecek diye hürmetle bekleyip duruyor. Görülüyor ki Ha­mid, «mazi o perdei gayb» derken nice namlı kimseleri nisya-na gömer gayıb perdesi olan maziyi kasdetmektedir. Hamid başka bir şiirinde de «Nisyan o makteli ekâbir» demektedir ki aynı mânadadır.

 

Şiirin kıymeti ne. kadar yüce olursa olsun tasavvuf! bir an­lam taşıdığı iddia olunamaz. Hatta:

 

«Nice karagözleri mahvetti suret perdesi» mısraı kadar bi­le sofiyyane bir hikmet taşımaz. Yine şiirin diğer beyitlerini de şerhe devam edelim. «Kılıç tedmirin kalem tedbirin bir remzidir.» Halbuki ey Fatih sen kudretindeki azamete bak. Kalemi kılıç ve kılıcı kalem gibi kullanmayı bildin. Kalemin bir kılıç gibi titretici idi. Siyasetin hilelerine karşı kulandığın kılıçta icazkâr bir kalemdi. Kılıcın dost için yârin zülfünü okşayan nüvazîş gibi âdilâne bîr lütfü tedbir olur. Fakat düş­mana gelince; kılıç ve sözün bir yıldırım kesilerek çarpar düşmanın ödünü parçalardı.

 

Cihana o kadar hâkimdin ki eğer sen gülersen cihan da güler ve cihanda kaharlar açardı. Fakat celâdet anlarında hiddete gelmişsen, o zaman da cihan küsufa uğramış gibi karanlık ve korku içinde kalırdı. Celâdet tarafından görünün­ce mızrağın kaarı hake (toprağın derinliğine) inen bir yıldı­rımdı. Hakkaniyyet tarafından görününce o zamanda türbe­nin yanındaki camiin minarelerini sadece bir minare değil hak ve hakikatin göklere kadar uzanmış ve başı göklere de­ğen bir burcu gibi görmekteyiz.

 

Ey Fatih; sen türbene girmekle halik sana bütün arşı rah­metinin kapılarını açtı sen ki hayatında bu kadar saltanat ve ülkeler fetih ettin. Fakat ölümünle de arş'ı fetih etmeği basardın. Şu halde feth ettiğin diyarın en azametlisi kendi tür-bendir. Madem ki, türbenle sana arş dahi meftun olur.

 

Şahsiyyetin de o kadar büyük ki eğer bunu da madeten ifade etmek lâzım gelse büyük dağlar sana yastık olurdu.

 

Tahtın ki yukarıdadır fakat herkesin yalnız yüksekte zan­nettiği o taht o kadar derindir ki derinliğin kendisi de ona hürmeten ayağa kalkar. Buna mukabil mezarın toprağın içe­risindedir. Herkes sanır ki mezar çukurdadır. Halbuki çukur­da olan mezarın hakikatta o kadar ulvî ve yüksek ki ulviyye-tin kendisi bile bu yüksekliğine hürmeten eğilip rükûa var­maktadır. Bir kaza var bir de ona biİmecburiyye, boyun eğ­mekten ibaret bir rıza var. Senin pençen ise o rızanın eteğini sarmış bir kaza idi. Rıza naşı! daima kazaya mağlûp ise ci­handa senin bir kaza gibi olan gücünün karşısında rıza idi.

 

Sen ebediyyete erdikçe sermediyyet kelimesi seni kucak­lamak istedi. Fakat ezel ve ebedden ibaret iki kanadını aça­rak seni kucaklamak isterken seni cihanları kapiayan hudut­suz ruhun onu tuttu, kucakladı. Seni sermediyyetin Melikesi bile ihata edememiş, sen ona muhit olmuşsun, demektir.

 

 

 

Fâtih Sultan Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları

 

 

Bizim kaynaklarımıza baktığımızda Sultan 2. Mehmed'in izdivacının sayısının beş olduğunu görüyoruz. Bunun ilkini Güibahar Hatun, 2.sini Gülşah Hatun, 3.sünü Sitti Hatun. 4.sü Çiçek Hatun ve sonuncusu yâni 5. cisi Heiene'dir. Sayın Yılmaz Oztuna; on izdivacın Sultan Fâtih'in hayatında yer tuttuğunu anlatırken Çağatay üiuçay'ın kitabının dipnotunda Alderson'un padişahı 17 hanımla evlendirdiğini okuyoruz an­cak sayın üluçay, bunu mübalağa olarak kabul ettiğini bildi­riyor. Şimdi biz bu iddialardan ecnebi olanınkiyie başlayalım padişahın hanımı olanlar kimlermiş! "Turgatir'in 1450'de adı bilinmeyen kızı 1, bir Fransız kızı olan, 1453'de Fâtih'in haremine alınan Akide Hatun 2, 1453 târihin de aldığı ve aynı sene öldürttüğü İrene 3. , yine aynı târih de adı bilinmeyen bir hanım 4. oluyor. 1455 senesinde aldığı Lespos Adası hâ­kimi 1. Dorino'nun kızı 5., 1456'da aldığı, George Pharan-tezn kızı Tamara 6., 1458'de aldığı Mora Despotu Demetri-usun kızı Helen 7., 1461 yılında alıp bıraktığı ve Zağanos Pa­şa' nın evlendiği Trabzon İmparatoru David Komnenos'un kı­zı, Anna 8., 1462 yılında aldığı Lespos Adası hâkimi, 1. Do-rinonun; 2. kızı, Maria Aleksandra Komnenosun karısı iken, Trabzon'un fethinde Fâtih'in haremine ahnmıştirki 9. olmak­ta, 1470'de Negro Ponta savaşında esir alınıp hükümdarın sözlerini dinlemediğinden, öldürülen Anna onuncu birde han­gi tarİhde hareme alındığı bilinmeyen Esmahan vardır ki bu 11. olmaktadır. Zağanos Paşanın bir kızının Sultan Fatih'le diğer bir kızının, Mahmud Paşa ile evli olduğunu iddia eden Babinger, Zağnosun bu kızıyla Fâtihin 12.yi bulduğunu diğer beş hanımı da bu sayıya eklersek Alderson'un 1 7 rakamı bu­lunmuş olur. Şimdi biz kısıtlı olsa da Güibahar Hatun hakkın­da verilmiş malumatı nakille Yüce Fâtihin değerli hanımlarını tanımaya çalışalım. Güibahar Hatun aslen Arnavut'tur diyor, ünlü babinger, 872/1468 tarihli bir vesikada "Güibahar Ha­tun bint-i Abdullah" diye geçer. Bu ifadenin mühtedi olduğu dikkat çektiği bilinir. Osmanlı padişahının haremine 850/1446'da girdiği rivayeti vardır. 1448'de Bayezid-i Velfyi dünya'ya getirdi. Gevher Sultanın annesi olduğuda söylen­mektedir. Güibahar sultan 898/1492'de vefat etmiş ve Fâtih camii avlusunda ki türbesine defnolundu daha sonra kızı Gevher sultan da oraya gömüldü ve türbesinin bakım ve lâ­zım gelen masrafını temin içinde Tokat ile Bozöyük'de bazı yerleri vakfetmiştir. Gülşah Hatun ise Fâtih'in Manisa san­cakbeyi iken 1449'da haremine aldığı ifade edilmektedir. 1450'de de şehzade Mustafa'yı dünyaya getirmiştir. Yaşarken Bursa'daki türbesini yaptırtmıştır. 892/1487'de vefat et­miş yaptırdığı türbeye defn olunmuştur. Sitti Hatun ise, Dul-kadıroğullarından olup, Karamanoğlu'nun bir tertibini boz­mak için 2. Murad'ın oğlu Mehmed'e almak suretiyle Dulka-dıroğullanyla akrabalık kurma düşüncesinin Osmanlıya ge­tirdiği gelindir. Tam adı Sitti Mükerreme hanımdır. 2. Murad bu düğünü çok gösterişli yapmak suretiyle bütün Anadolu Beyliklerine Osmanlının geldiği noktayı sergilemek yoluna gitti. Gelin önce Bursa'ya oradan da Edirne'ye götürüldü. Muhteşem düğün orada oldu. Yeni evlilerde üç ay kadar bu­rada kaldıktan sonra Manisa'ya gittiler. Sitti Hatun kocası padişah olunca gelin geldiği Edirne'ye geri geldi ve orada ömrünün bundan sonraki bölümünü hayır ve hasenat işleye­rek geçirdi. Kocası Fatih Sultan Mehmed'den aldığı izin üze­rine Edirne'de büyük çene bir saray yaptırdı. Sultan Fatih'e bir çocuk veremediği biliniyor. 1484'de tamamlattığı camiin mihrabını önüne iki sene sonra vukubulan vefatı üzerine def-nolurıdu. Sitti Sultan'in biri taht-ı revan üzerinde, diğeri erkek kardeşlerinden biriyle yapılmış resmi bulunmaktadır. Çiçek hatun'sa hakkında Sırp, Fransız veya Rum olduğuna dâir ri­vayetler olan bir hanımsultan. Ali adında da bir kardeşi var­dır. Sultan Fâtih'in haremine 1457/58'de alındığı sanılıyor. 1459 senesinde; şehzade Cem'i dünyaya getirdi. Fâtih Sul­tan Mehmed vefat ederken, Çiçekhatun oğlu Cem'in yanında bulunuyordu. Cem; ağabeyi Bayezid'e ülkeyi taksim teklifi yaptığı zaman, red cevabı aldı. Bunun üzerine iki kardeş sa­vaştı, bölünme anlayışına karşı olan Bayezid-i Velî, savaşda galibdi. Şehzade Cem, validesini, hanımını ve çocuklarını alarak Kahire'ye gitti. Cem'in esareti boyunca Çiçekhatun bir anne olarak Kahire'de acıklı bir hayat sürdü ve nihayet 903/1498'de, orada Ömrünü tamamladı. Mora Despotu De-metrusun kızı olan Helene'ye gelince 1442 yılında doğduğu ifade edilmiştir. Sultan Fâtih'in Mora seferi dönüşünde güzelligi ile nâm yapmış Helene'yi haremine gönderdiyse de, hak­kında bir suikast düzenler en azından, zehirleyeceğine dâir şüphesi, evlenme işini gerçekleştirmedi. Ancak bunun Yunan kaynaklarından neşet etmesi haberin biraz ihtiyatla karşılan­masını akla getirmektedir. Sultan Fâtih'in Gevherhan isimli bir kızı olup, Gülbahar Hatun'dan dünyaya gelmiştir.  1474 yılında Uzun Hasan'ın oğlu uğurlu Mahmud Bey, babası üzün Hasan ile ihtilafa düşünce Fâtih Sultan Mehmed Hân'a dehalet etdi. Fâtih; hem kızı Gevherhanı bu delikanlıya verdi­ği gibi Sivas'a Beylerbeyi olarak tâyin etdi ve karısını koluna takan damad Sivas'a gitdi. Bilahire İran'a davet edilen Mah­mud Bey; orada 1477 yılında katledilince Gevherhan Sultan yavrusu Göde Ahmed'i kucağına alıp İstanbula avdet etdi. Bir müddet sonra Gevherhan sultan vefat etdi ve validesi Gülbahar Sultan'ın türbesinde toprağa verildi. Göde Ahmet i-se dayısı olan padişah Bayezid-i velî'nin kızı, Aynışahla izdi­vaç etdi. Bilahire Akkoyunlu hükümdarı oldu. Sultan Fâtih'in oğullarına gelince büyük oğlu sonradan padişah olan Baye­zid-i Veli, 1450 senesi ekim ayında Dimetoka sarayında Gül­bahar Hatundan dünya'ya geldi. Tam adı Yıldırım Bayezid ol­makla beraber ceddi Yıldırım Bayezid'le karıştırılmasın diye, yıldırım adından sarf-ı nazar olundu. Osmanlı devletinin 8. padişahı oldu. Velî olduğu rivayeti doğru bir tesbittir. Fâtih'in 2. oğlu şehzade Mustafa, Edirne'de 1451 yılı sonuna doğru Karamanoğlu ailesinden Gülşah hatun'dan dünyaya geldi. şâir ruhlu ve kılıç ehli biri olduğu hakkında pek kuvvetli riva­yetler vardır. Yabancı lisan olarak İtalyancayada önem verdi­ği bilinir. Bu lisanı Gian Mario Angellodan öğrenmiştir. Hoca Selman'in Cemşid-ü Hurşit mesnevisini nazım hâlinde Fars-çadanTürkçeye tercüme etmiştir. Babasının sol cenahında girdiği savaşlarda liyakat göstermiştir. Sultan Fâtih 6 ay sü­ren bir hastalık sonucunda bu şehzadesini kaybetmenin üzüntüsünü hep hissetti. 23 yaşında idi vefatında târihi ise 25/12/1474 olup, Muradiyedeki türbesine sakladılar. Şehza­de Gıyaseddin Cem, Sultan Fâtih'in 3. oğludur. Validesi Çi­çek Hatundur. Dünyaya gelişi Edirne'de 23/araltk/1459'da saat 6. 24 geçe vukubulmuştur. Üçüncü oğul olması ilmi ve terakkiyi boşlamasına sebeb olmadı. Çok ciddi bir eğitim gördü.

 

Belkide cidden tahta geçmek üzere, özel gayret gösteril­miş olabilinir. Çünkü padişah hanımlarınmda kızıl elması, bir gün vâlidesultan olmaktı ve şimdiki tâbir, first leydi olarak kadınlığında vazgeçilmez üstünlük taslama zevkini tatmaktır. Fakat bu hırs islâm âlemine öyle pahalıya mâl olduki, İspan­ya'da Katolik İzabella ile engizisyon taraftarlarının, işlediği insanlık suçunu, dünya'da tek önliyecek ülke olan, Osmanlı devleti bu Cem gailesi yüzünden, Endülüsten gelen yardım isteklerine kulak tıkama mecburiyetinde kaldı. Çünkü Pa­palıkla alakalı, bir haçlı anlayışının meydana getirdiği guru­bun elinde, kafası kesik bir horoz gibi oradan oraya dolaştın-lan Cem, Bayezid idaresindeki devlet-i âliyye için, Macaris­tan üzerinden balkanlara teçhiz edilmiş bir orduyla hudud-u Osmaniden içeri bırakırız tehditlerine mâruz kalıyor vede kahredici gücünü bu muhatara yüzünden ne müslümanları ne de Ispanya'daki insanlık dramına son verecek olan nara­sını patlatamiyordu.

 

Ne zaman Cem 25/ şubat/1495'de Napoli'de, 35 yaşını aşmış olarak vefat ettiğinde Bayezid-i Veli; Kaptanı deryası Kemâl Reise istikamet İspanya, ne bulursan kurtar emrini verdi. Kurtanlanlarsa Safarat yahudileri ile yok denecek ka­dar kalmış müslümanlar, zulme uğramış insanlar oldular. Ölümünden dört sene sonra ülkeye getirilen Cem'in naşı, Bursa'da Muradiye'deki ağabeyi Mustafa'nın türbesine def-nolundu, sonra da bu türbe bazılarınca Sultan Cem türbesi diye anılmaya başladı.

 

Sultan Fâtih'in sadnazamlarına gelince; padişah taht'a çıktığında Çandarlı Hayreddin Paşa, 1440'dan beri makamı sadaretteydi. Ne var ki İstanbul'un fethi meselesinde, uyuşa-mayıp dafarkh düşünceler ve politikalar güttüler.

 

Sultan Fâtih; büyüksabır gösterip, feth-i mübin gerçekle­şinceye kadar sadrıazamı idare etdi. Fetihten dört gün sonra ve 13sene, 2gün hizmet veren Halil Paşanın elinden hem mührü hümayunu hemde omuzunun üstünden kellesini alı­verdi. Yerine bir yıl sürecek sadaretiyle Damad Zağanos Pa­şayı getirdi. Daha sonra 14. sadnazam olarak, Adni Velî Mahmud Paşa'yı getirdi, bu zâtın ilk sadareti, 1454 ile 1466 arasında 12sene sürdü. 1466 ile 1469 arasındaki 3 sene sa-daret-i uzma Rum Mehmed Paşaya tevcih olundu. 1469'da sadarete Sarı Ishak Paşa getirildi ve bu görevde 3 sene mu­ammer oldu. Onun boşalttığı sadarete, yeniden Adni Velî Mahmud Paşa 2. defa olarak getirildi vede bu sefer ancak bir yıl vazifede kalabildi ve idam taşında hayatı sona erdi. Mah­mud Paşanın sadaretinin toplamı 13 yıl tutmaktadır. Mah­mud Paşadan sonra Gedik Ahmed Paşa sadnazam olmuş 1473'den, 1477'ye kadar 4 sene bu makamda hizmet ver­miştir. Karamanı Mehmed Paşa, 18. Osmanlı sadnazam! ola­rak vazifeye getirilmiştir. Sultan Fâtihin, son sadrıazamı ol­duğuna göre dokuz defa sadnazam nasbeden Sultan Fâtih bu dokuz tevcihde 8 ayrı şahısla çalışmış, bunlardan Adni Velî Mahmud Paşayı iki defa sadaretle görevlendirmiştir.

 

 

 

Osmanlı'nın Çıkışında Avrupa'ya Bakış

 

 

Osmanlı beyliği; bilhassa Orhan Gazi döneminde, Marma­ra denizi ve İstanbul'un Anadolu yakasındaki gönül ve top­rak fetihleriyle meşgulken, Orhan Gâzi'nin büyük oğlu Sü­leyman Paşa'da Rumeli yakasına çıkmış oralarda hem de Bi­zans tahtının şeriki ile babası arasındaki kaim peder-damad ilişkisinin verdiği avantajla gönüller ve beldeler fethetme ça­balarını sürdürmekteydi. Avrupa topraklarında Doğu-Roma imparatorluğu adıyla, bin yıldan ziyade bir zaman diliminde hayatiyetini sürdüren Bizarısın islâm orduları karşısında defa-atle zelil duruma düşmesinin ardından, milâdi bin yılından iti­baren kendini toparlamış, karşı taarruza geçmiş, Doğu Ana­dolu ve Suriye'nin kuzeyinide yeniden hududlanna katmıştı. Bu Bizans çıkışı m. 1071'de bir final ile nihayetlendi. Çünkü bu târihde Büyük Selçuklu hükümdarı Alpaslan, bir melha-mei kübra hâlinde cereyan eden, Malazgirt Meydan Muharebesinde Bizans'ın imparatoru ve bu savaştaki, kumandanı olan Romenos Diyojenis'i kahkaarî bir bozguna uğrattı. Anadoluyu Türklerin çoğunluğunu teşkil ettiği zafer kılıçlı adam­ları ebediyyen ele geçirmiş ve müslüman yapma vizesini el­de etmişti. 1071'den sonra Anadolu'da kendini gösteren Mo­ğol kasırgası Anadolu Selçukiye devletine inkıraz yâni çöküş getirdi. Çalışmamızın Anadolu Beylikleri başlıklı satırlarında da belirtmeye gayret ettiğimiz gibi, bir toparlanma dönemi geçirildiğini işe lâyık beyliğin çıkış mücadelesine katılan beyliklerin serencâmını kayd ile sayfalarımızı süslemiştik. Peki Anadolu ahvâli buydu da; İstanbulun Rumeli yakası ile Avrupanın doğusu vede orta avrupa ve avrupanın Akdeniz havzasında mütemekkin yâni, yerleşmiş devletler 14. asırda ne ahvâldeydiler. Bunlar hakkında da kısa bir bilgi turu atahm.  Balkan yarımadası denilen yerde,  Bizans devletinir rıntılar zümresinden olan Bulgar ve Sırp krallıkları vardı, leoiogos hanedanına mensup prenslerin idare etmekte ğu eski Yunanı iddiayı sürdürmeye çalışan Yunan prens|| nin ise, askerî açıdan hiç bir ehemmiyeti yoktu. Balkan yQ madasının, eski yerleşimcileri Traklar, Hazar, Avar ve Bu|G adlı Türk kabilelerini 14. asırda iskat etmeyi başarmış Sırı ve Bulgarların lideri olduğu manzarası karşımıza çıkar. EU| lar Türklerin çok tanrılı dininden, hristiyanlığa geçmiş ve g zans ile münasebetleri hasebiyle ortodoks mezhebine dâ^j, olmuş Türk kavimlerindendi. Bulgar devleti; Orta İtil hav2f) smdan gelen Bulgar Türklerinin yerli Türk ve Islavlarla karış: mak suretiyle târih sahnesine 7. asırda çıkarmış oldukları : devletti. İdarelerini Türk usûlü olan Hân'lık sisteminde yürüt­mekteydiler. Ancak Bizans'ı temsil eden misyonerler bunlara zamanla hristiyan usûlü idare tarzını benimsetmeye muvaf­fak oldular. Sırplar ise Bizans kucağında yetişmekle berab'.-., zaman içinde 13. asırda yâni 1201'lerden sonra bütün kom­şuları aleyhine hâttâ Bizans aleyhine de olmak üzere tevessü etme yâni büyüme ve genişleme stratejisi gütmeye başla'11^ ve <Büyük Sırbîstan> hülyası ihdas etmiştir.

 

Bu hülya zaman zaman Sırpların ellerinin eriştiği heryfrde büyük bir vahşet içinde nice katliamlara teşebbüs etme haS talığına yakalanmasını getirmiştir. Çalışmamızı yaptığı dönemlerde bile balkanların kasabı unvanına yenilerini e tecek hunharlıklara teşebbüs halindeydiler. Tuna Nehri kuzey cihetinde Eski Roma'nin müstemlekesi olan sim' Romanya'da yaşamakta olan Slav boylarını emrine becermiş olan Macar Türklerinin kurmuş bulunduğu Engı Kraflıâı adı verilen bir devlet vardı.

 

Romanya arazisinin kimi bölümü yerli beyler tarafın    yönetilirken, kimi yerleride Macar kralının hükmü altında

 

Tabii ki Macarların hungaria veya hun adıyla daha eski târih­lerde yâd edilmesini onların Türk ırkından olmalarına senetlemek kabildir.

 

Fakat; bunlar yaşadıkları topraklarda diğer kavim ve bil­hassa ıslavlarla karışmışlar ve bol lehçeli bir lisanla varlıkla­rını ortaya koymuşlar, buna inzimamen, Balkanların batısı diyebileceğimiz alanda yerleşen bu ahali, hristiyan olmayı seçmekle beraber, balkanlı komşularından farklı olarak Batı Roma'dan mezheb olarak katolikliği seçtiler. Böylece orto-doks-katolik farklılığı bu topraklar üzerinde rol oyna-mağa başladı. Macar derebeylerinin toplandığı 1201'den sonraki yıllarda ihdas ettikleri bir parlamentoları mevcuttu. Macar asilleri parlamentoyu ellerinde tutuyorlardı. Bir Türk sülâlesi olduğu iddiası akla yakın düşen Arpad hanedanı büyüğü parlamentoyu İdare eden kral görünümündeydi.

 

13. asrın ortalarına doğru bu sülalenin neslinin kesilmesi veya öyle farz edilmesi, parlamentoyu ve kralı Macar beyleri kendi aralarından seçer oldular. Macaristan'ın hemen kuzey doğusunda yer alan, bir devlet olarak da Lehistan'ı yâni Po­lonya'yı görürüz. Bu devlet; 1101 ile 1301 yıllan arasında bir Türk devleti olan Altınordu devleti idaresinde bulunmaktay­dı.

 

Rus beyleri Altınordu hân'larının tabileri idi. Rusya'nın av­rupa kısmında berhayat olan insanların çoğunluğunu, Türk kavminden insanlar teşkil etmekte ve hâkimiyetde bu züm­redeydi. Rusya'da yaşamakta bulunan Islavlar şefleri olma­yan bir güruh idi. 9. asırda ortaya çıkan Kınyazlar yani Rus beyleri Hazar Türklerinin Rus kabilesindendir.

 

Rusların birinci devletini bunlar kurmuşlardır. Rusya adı bu Türk kabilesinin adından kinayedir.

 

 

 

Batı Ve Güney Avrupa Devletleri Ahvâli

 

 

Avrupa milletleri arasında muntazam durumda görülen devletin bulunduğunu ileri sürmek pek güçtür. Çünkü devam etmekte olan ve târih de yüz sene savaşları diye şöhret bul-muş harpler sürmekteydi. Almanya ve İtalya 1201 İlâ 1301 yılları, gelip geçerken siyasi birlik sergileyecek durumda ol­mayan haldeydiler. Bu İki ülkenin bahse konu namlı savaşın tabii neticesi olarak dagerek italya, gerekse Almanya bir ha­rabe hâlini almış durumdaydı.   *

 

Fransa ve İngiltere birer krallık olarak yüzyıl savaşlarının en ziyade yıprattığı devlet halindeydiler. Akdeniz'e yakın İs­panya sekiz asırdır Endülüs Emevileri adıyla topraklarında avrupaya medeniyet ışıklan saçmış müslümanları, toprakla­rından atabilmek için, yine müslümanlann tevaifül mülük, devletin parçalanmasından beyliklere inkısam olmasının ha­tası yüzünden İspanya mücadeleye başlamıştı ve hâlâ aşıla­mayan jenosit ve barbarlığın örneğini, din adına gösteriyor ve akıllı hristiyanlarca, <bÖyle din olmaz> diyenlerinin sayı­sını arttırıyordu.

 

İspanya birliğini kurarken gerek musevi, gerekse müslü-man ve de gerçek hristiyan dindarını, yer yüzünden kazımak düşüncesinin zebunu olmuştu. Milâdi târih, 1328M gösterdi­ğinde Fransa krallığı avrupa devletleri içinde en disiplinli ve güçlü devletlerinden biriydi. İngiltereye gelince; Saksonlar ve Normanîar mücadelesi şortunda saksonlar, varlıklarını nor-manlara kaptırdılar. 13. asrın başlarında İngiltere kralı, 2. Hanri'nin 12. asır ortalarında temine muvaffak olduğu krali­yet otoritesini kaybetmişti.

 

Nitekim bunu 1215 yılında ilân ettikleri Magna carta adlı ferman, meşrutiyeti İngiliz anlayışına sokmuştur. 3. Hanri'nin başarısızlıkları, ve de parlamentoya yaptığı davete icabet eden murahhaslar silahlan yanlarında geldiler ve kral'a da­yadıkları Oksfort Fermanını 1258'de kabul ettirip yayımlattı­lar. 1265 yılına gelindiğinde İngiltere parlamentosunda bütün zümrelerin temsilcileri bulunması suretiyle bir milli meclis görüntüsü sağlanmıştı bu meclisin elan sürmekte olan husu­siyetinin başında üyelerince kabul edilmeyen bir verginin ül­kede alınmasının kabil olmadığının sağlanmış olmasıdır. Bu­nun önemini de, keyfi tutumla işgören idarelerin yaşandığı ülke ahalisi gibi hiç kimse anlayamaz.

 

 

 

Avrupa'da Rönesans Ve Reform

 

 

15. yüzyıl ifâdesini tabiiki 1401'sonrası ile yâd etmek du­rumundayız. Başka bir tâbirle, Anadolu'nun merkezi sayıla­cak Ankara'nın Çubuk ovasında Timurlenk-Bayezid kapış­masına az bir zaman kala; avrupa devletleri, Akdeniz kıyısı­nın okyanusa açılmakta olan kapısının hemen yanında, bu­günkü İspanya topraklarında 15. yüzyıldan, sekiz asır önce hayatiyet bulan Endülüs müslüman medeniyetinden müste-fid olduğu ilim ve bilim âleminden, vardığı netice, öğrendik­lerini insanlık dünyasında uygulama safhasının geldiğini id­râk etmesidir.

 

Müslüman Araplardan elde ettiği anlayışı ve ilim kollarını, avrupa insanının telâkki tarzının kısm-ı âzamini kapsayacak şekilde sentezlemek suretiyle tatbike girişmiştir. Gerek dini, gerekse içtimai ve iktisadi ve de askerî alanda uygulama dağdağasına girişmiştir. Bu girişimin dini olmayan ismine rö-nesans denmiştir. Fransızların meşhur Larus adlı ansiklope­disinde Rönesans kavramının izahı şöyle yapılmaktadır:

 

<15. ve 16. yüzyılın bir bölümünde avrupa kültüründe es­ki çağın ruhsal ve biçimsel değerlerini, yeniden yaşatmaya yönelen harekete verilmiş olan ad. demektedir. Bu bir mâ­nada bu ifade de irtica olarak telâkki olunabilir, çünkü geriye 309 dönüş olarak naklettiğimiz ifade bize söyletiyor bunu! Tabii ki hiç bir toplum yoktur ki, dini inancı olmasın. Bu semavi din­ler olabileceği gibi beşeri din anlayışıda olabilir. Bu bakım­dan, bir ülkede husule gelen ve doğrudan insaniyyet cemiye­tini alakadar eden, sosyolojik vak'aların, dine ve ilahiyata dâir dokunakları olacaktır.

 

Nitekim; Larus ansiklopedisinde, 17. cildin, 72. sahifesin-deki rönesans tarifi ile alakalı izahatda, şu ifade hemen kar­şımıza çıkmaktadır: ..MicheIet ve Burckhardt'ın etkisiyle daha geniş bir tanımı yapılarak Rönesans'a ortaçağın ilahi­yatçı ve otoriter anlayışına karşı bir tepki-insanın ve dünya­nın bir keşfi-hür, tenkitçi vede dinden uzak bir bireyciliğin ortaya çıkması gözüyle bakıldı. Bu görüşü savunanlara göre Rönesans, Dante ve Giotto ile İtalya'da başlamış ve  16. yüzyılda (1501 sonrası) özellikle İtalya savaşlarının sonu­cunda, yavaş yavaş bütün avrupa yayılmiştir. Şeklindeki izaha baktığımızda avrupanın klişe dini ile mücadelesini baş­lattığını ve Rönesans'ın böyle anlaşılmasının, dinde Reforma gidilmesini getirdiğini düşünebiliriz. Nitekim;  1490'larda 15. yüzyılın başladığı 1401'sonrasında Katolik İzabelle ile Kral Ferdinand'ın kolbrasyonu yâni, işbirliğiyle Endülüs toprakla­rında yaşamakta olan hristiyanlar dışındaki başda müslü-manlar olduğu halde engizisyona katolik inanç içinde yapı­lan vahşice uygulamalar, insaniyyetin yüz karası işkenceler, netice itibarıyla ve vicdan yoklaması muhasebesi akabinde, büyük insanlık ailesinin ekseriyetinin vardığı kararın bu vahşi gidişi, klişe kodamanlarının o zaman da mevcut olduğu şüp­hesiz olan, Siyonist papalar ve papazların dünyayı sürükle­mek istediği vahim ortama, müsaade etmemek direnişi ola­rak da bakmak kabildir.

 

Bu tarz bakışı gönül rahatlığı ile yapabilmek için adı geçen ansiklopedinin şu satırlarını, tenkitçi ve tahlilci bir metod içinde okumamız faydalı olacaktır:

 

<..Artık Rönesans denince orta çağın tam karşıtı akla gelmez; ayrıca Rönesansı İtalya'ya ve avrupadaki İtalyan etkisine bağlamaktan da vaz geçilmiştir; buna karşılık 1400 ile 1559 arasında bütün büyük ülkelerin yakın bir alışveriş içinde ve birbirlerine paralel olarak geliştiğine ina­nılır. Sona ermekte olan orta çağın anarşi ve karışıklığı av-rupa da 1400 (yılı) dolaylarında en yüksek noktasına var­mıştı. İmparatorluk, prenslerin, şehirlerin, şövalye birlikleri­nin Karşısında güçsüzdü; daha 1415-1420'den İtibaren, Fransa, İngilizlerle Burgonyahlann kurbanı olmuştu; Roma klişesi mezhep ayrılığı, milli klişelerin hak iddiaları ve tari-katlerin çoğalması yüzünden zayıf düşmüştü.> Amman sev­gili okurlarım bundan sonraki bölümü pek dikkatli okuyun lütfen: <...Bir ara ortaya rakip üç imparator ve biribirini afa-roz eden üç papa birden çıktığı bile oldu. Bizans; Türk isti­lâsına mahkûm olduğunu biliyordu; avrupa iktisadî bir buh­ran içindeydi. Lübeck'den Floransa'ya kadar heryerde sos­yal devrimler patlak veriyordu; Iskolastik düşünce karmaşık soyutlamalarla oyalanıyor ve tam bir şüpheciliğe varıyordu; şiir ortaçağın kof zerafet formülleriyle gücünü tüketiyor; -milletlerarası gotik-sanatı, hristiyan avrupasında eşine rast­lanmayan, bir hayalciliğe sapıyordu. Görüldüğü gibi; Bi­zans'ın, Osmanlı karşısında varlığını kaybedeceği, avrupaca da kabul edilmiş ve beklenen vakte boş verilerek, avrupa kendi kafasında kopacak kıyameti atlatmaya önem atfetmiş­tir. İşte; bütün bunlar bir oluşumun sebeblerini meydana ko­yan Mevlâ'mızın cilvei rabbaniyesinden olduğu târih ve za­manı, ölçüyü İlâhiyi hiç bir zaman hesab dışı tutma yoluna gitmeyerek telâkki edenlerin kavrayacağını hatırlatarak, bir de dinde reforma göz atalım efendim.

 

 

 

Sultan 1. Mehmed'in Deniz Hareketleri

 

 

Bilindiği 1402'de Bayezid'in Timur'a mağlubiyeti Osmanlı ülkesinde, şehzadeler kavgası da denilen bir fetret yâni otori­te boşluğu yaşadı. Bunu bir düzine yıla yakın süren mücade­lelerin sonunda hitama erdiren Çelebi Sultan 1. Mehmed hân oldu. Şurası var ki, Çelebi Mehmed'in Edirne'de devletin be­raberliğini ilân ettiğinde, durum ve manzara şu hâli göster­mekteydi ki her şeyden evvel Anadolu beylikleri, Osmanlıla­ra vermiş oldukları topraklardan bir hayli fazlasını Timur va­sıtasıyla elde etmişlerdi. Bunun bir adım ötesi de hayli stare-tejik alanlarıda ele geçirmişlerdi. Hele hele Karadeniz kıyıla­rının önemi büyük noktalarına inzimamen, Marmara denizi­nin Gebze'den Silivriye kadar olan kıyılarda hakimiyet-i Os-maniyandan alınmıştı. Yine Çelebi bu binbir mesele ile uğra­şırken Simavna Kadısı isyanı ve onunla uğraşmak bütün sı­kıntıların üstüne tüy dikmiş, bu sebebten dolayı da Rumeli topraklarındaki komşu devletlere barış elini uzatmak padişah için kaçınılmaz hâle gelmişti.

 

Venedik cumhuriyeti; Osmanlı devletinin ayağa kalkacağı­na dâir kanaata bir hissi kablelvuku ile gelmiş Osmanlının can çekişen durumu göz önündeyken yinede münasebetleri­ni düzgün tutma yolunu tercih ediyordu. Çünkü Ege Adala­rındaki Dukalıklarının hayatiyetinin devamı Venediklilerin en büyük gayesiydi. Cenevizlilere gelince; bunların tesir sahaları ve kolonileri daha ziyade Karadeniz'de bulunduğundan Ce­neviz ülkesiyle buradakiler arasında bağlantı kurmak zorluğu Ceneviz'i Osmanlıyladaha da iyi geçinmeye ve ona vergi vermeye kadar zorluyordu.

 

Venedik her ne kadar Osmanlı'dan çekinmekteyse de, yi­ne Venedik'e bağlı Naksos Dukalığı nerede bir Osmanlı gemisi buluverse üzerine çullanıyor ve yağmalıyor, mallarını pazarlarda satıyordu. Çelebi Mehmed Sultan otuz adet gali yapmak suretiyle savunmayı plânladı. Ancak düşüncesini tatbike koyup, yaptırdığı gemilerin bir bölümüyle hemencik 1415'de Çalı Bey komutasında Andros, Milas ve Tinos Ada­larını vurmak üzere göndermişti.

 

Çalı Bey bir müddet denizlerde dolaştı, ele getirdikleriyle dönmeye hazırlanırken karşılaştığı Venedik donanmasının güçlülüğü karşısında akıllıca bir manevra ile Gelibolu'nun kalelerinde atışa hazır toplarının menziline çekilmek suretiyle düşman saldırısını akim bırakacak pozisyona geçiverdi. Ve­nedik donanmasıda karşıda Lapseki'ye çekildi.

 

Osmanlı - Venedik Deniz Savaşı

 

 

Venedik donanması, Osmanlı filosunun Ege Adalarına ya­pacağı saldırıyı önlemek görevini almıştı. Eğer böyle bir sal­dırı gelmediği taktirde asla tecavüze müsaade verilmemişti. Amiral Pietro Loredano, elindeki donanamaya Girit, Oniki Ada ve Eğribozadaları Dukalıklarından takviye aldığı yedi adet kadırgayida hâvi olarak alesta beklemekteydi.

 

İşin diğer bir yönü de Venedik donanmasında Osmanlıyla konuşmak üzere iki tane Venedikli büyükelçi'de bulunmak­taydı. Nitekim; Venedikliler Gelibolu üssüne çekilen Çalı Bey filosunu çekildikleri Lapsekide beklerken karaya çıkardıktan iki elçiyi Edirne'ye göndermişlerdi. 29/mayis/1416'da, Mar­mara denizi istikametinden gelmekte olan, bir Ceneviz tica­ret gemisinin Osmanlı ve Venedik gemileri Osmanlı gemisi zannıyla görülmesi, Osmanlı - Venedik savaşının çıkmasına sebeb oldu. Gelen geminin bandırasını öğrenmek için bir ge­mi gönderen Loredano'nun bu hareketini, Türk gemisi üzeri­ne gemi gönderiliyor düşüncesine saplanan bizimkiler de, bir gemiyi gönderdiler, Türk gemisi zannettikleri gelen gemiyi korumak için. Fakat gönderilen gemilerin birbirlerine ateş ettikleri görüldü. Kale toplarının hakimiyeti altında geçen, çı­kan savaşın bidayeti, kahir bir zaferimizle bitiyor ve düşman donanması hayli, ağır yaralar alıyordu.

 

Fakat Çalı Bey'in düşmanı takip etme kararı vermesi ha­taların hatasıydı. Çünkü Venedik gemileri büyük olduğu gibi toplanda vardı. Bizim gemide top olmadığı gibi rakip gemiye rampa yaparak savaşmak mecburiyetindeydi. Manevralarını sergileyen düşman, bizim rampa yapma gayemize fırsat ver­memek suretiyle yorulmamızı sağlarken, Osmanlı donanma­sında ki Katalan ve Sicilyalı denizciler hristiyani gayretle ol­malı istekle çarpışmayınca zafer bu sefer Venediklilere güldü. Enteresandır. Savaşın hemen sonunda amiral Loredaro, Osmanlı ordusundaki hristiyan savaşçıları derhal astırmiştır. Bu astırma eylemini İtalyan Deniz Kuvvetleri Târihi yazarı Prof. Camillo Manfrani pek manidar bulmuştur. Savaşın Türk tarafındaki kumandanı Çalı Bey şehit düşmüştü. Loredano ise yaralı, kendi gibi yaralı filosuyla Bozcaada'ya yol alırken bizim donanmamız ağır kayıbıyla başbaşaydı. Osmanlı-Ve-nedik dialoğu başlamış ve sonunda Osmanlı gemilerinin kaybının masrafını ödeyen Venedik, Osmanlı devletince tica­ret gemilerinin boğazdan geçme müsaadesini almayı becer di. Donanması adetâ yok denen Osmanlı, donanması ada­makıllı güçlü olan Venedik'i mat etmeyi becermişti. Görüldü­ğü gibi devletimizin zaman zaman donanma yaptığı ortada­dır, ancak deniz gücü kuramadığı mütehassısların tesbitidir.

 

 

 

Hristiyanların Reformu?

 

 

Hristiyan dünyası dünya imtihanını; müslüman olmamak ve Essalat-ü Vesselam Efendimize, intisab etmemek suretiy­le kaybettiği bir vakıadır. Mevlâmızın muradı; onların din-i is-lâmı kabul etmeleri istikametinde olsaydı tabiiki, intisab-ı islâmiye ile şerefleneceklerdi. Nitekim zaman zaman hristiyanların içinden tahkik-i islâmiye veya tasavvuf-u tetkiye sonu­cunda her vasıfta insanın müslümanlıkla şerefyâb olduğunu duyduğumuz gibi, batı dünyasına Anadolu'dan giden işçileri­mizin, 1950'lerde İstanbula geldikleri gibi seccadelerini de beraberinde getirmeleri gibi namazı hristiyan ülkelere taşıdı­lar.

 

1960 sonralarında da bilhassa Batı Almanya, daha sonra İngiltere, Fransa ve diğer avrupa ülkelerinde din-i islâmı ser­gilediler. Demostrasyon yâni gösterek anlatma şansı gidildiği günden itibaren yapılabilseydi, bugün avrupadaki mevcut müslüman sayısı, çok çok daha fazlave etkili halde olurdu. Almanya'da 2. kuşak, öğrendiği lisanında yardımıyla dinle­rinden sorulduğunda verdikleri cevaplarla cermenleri aydın­latmaya muvaffak oldukları nisbette, müslüman sayısının artmasına vesile oldular.

 

Bu ahvâl içinde ülkemizde yeniden neşvü nema bulan mil­li görüş'ün avrupada yaşamakta olan insanımızın manevî dünyasını zenginleştirme hizmetine bir veçhe vermesi, avru­pada çaiışan insanımızın sadece dünyevî başarı değil, uhrevî muvaffakiyete yol almasına pusulahk ve dergâhlığı yüklendi­ğini şu satırlarda söylemeyi, kadirbilirlik olarak saymışımdır. Günümüzdeyse, bütün avrupanın müslümanlığa hamile ol­duğunu beyanla, hristiyan dünyasında yapılan rönesansın, dini anlayışda da değişikliklere gidilmesini getirdiğini göz önüne almalıyız.

 

Nitekim; yukarıdada baş vurduğumuz Fransızların ünlü ansiklopedisi Larus'un Reformla ilgili izahına bir göz atalım böylece istanbul'un fethine avrupanın yardıma gelememesi-ninde sebeblerinden birinin, bu uğraşılar olduğu kanaatini ileri sürenlere bir miktar pay vermiş olalım. Larus'ta şöyleki: Reform düzeltmek, daha iyi duruma getirmek amacıyla yapılan değişikliğe verilen ad. Reforme şekliyle kelimenin mânasını veren Larus Reform olayını şöyle satirlaştırmış: 16. yüzyılda avrupanın büyük bir bölümünü, papa'Iarın hâkimiyetinden çıkaran ve protestan klişelerinin kurulması­na yol açan dinî hareket. Madde yazarı, bu ifadeden sonra hristiyan papazların ve vaizlerin bazıları ahlâki ve dini refor­mun yapılmasını, 1500 yılı öncesinde dillendirmeye başla­mıştı dedikten sonra, Roma'nın otoritesinin sarsılmasına se-beb olacağından hiçbir değişikliğe gitmediğini vurguladıktan sonra, yüksek klişe makamlarına tâyin yapma sisteminde bir değişikliğe de gidilmediğini ve ahalinin bundan da hayli hu­zursuz olduğunu ifade eder.

 

 

Rahip Erasmus'un eserleriyle birlikte artık kutsal kitap de­dikleri inciller üzerinde filolojik incelemelerinde başlanıldığını ve akabinde dini inanç ile kurumların tenkidine girişildiğini beyan ediyor, madde yazarı. Peşinden gelen paragrafda ise: <10/kasım/1483'de Saksonyanın Eisleben şehrinde dünya­ya gelen Agustinus rahibi olan Martin Luther uzun süren bir vicdan bunalımından sonra Aziz Paul'usun-Romahlara Mek-tupunda-insanın, manevî kurtuluşunu doğrudan doğruya imân'a bağlayan bir metin buldu. Bu metin bütün protestan klişeleri için, bir ilahiyat, bir ahlâk ve bir mistisizm kaynağı olacaktı. Johanes Tetzel'in yönetimindeki Dominiken rahip­leri Saksonya'da gürültülü bir kampanya ile Papa 10. Leo'-nun San Pietro Klişesinin yeniden yapılması için, gereken maddi imkânları sağlamak Amacıyla satışa çıkardığı endüla-janslara müşteri toplamağa çalışırlarken, Luther Wİthenberg üniversitesinde kendi imân doktrinini okutmağa başlamıştı bile..  Görüldüğü gibi, klişe üstüne kopan kavgada imân meselesi tartışılınca işin yatışacağı artık düşünülemezdi.

 

Luther'in daha Papa'ya başkaldırmadığı dönem olduğunu hatırlatan madde yazarı daha sonra oluşumu şöyle anlatıyor;

 

Luther; 1519'da Layipzig'de ilahiyatçı John Ecke karşı, kutsal kitap araştırmalarında tek otoritenin, serbestçe kul­lanılan kişisel yargı olduğunu açıkladı. Luther'in protestosu katolik dünyasında büyük bir yankı uyandırmıştı..> diyen madde yazan, sözü Luther'in doktrinini ortaya koyduğu üç esere getirir ve derki:

 

<..1520/haziranıyla, eylül'ü arasında yayımladığı üç baş­lıca eserinde, doktrinini açıkladı. Doktrininin ana hatları şunlardı; evrensel ruhanilik ilkesi, kutsal sırların üçe indiril­mesi, kişi vicdanının hürriyete kavuşması ve aynı zamanda din bütünlüğü, klişe ve siyasi disiplin zorunluğu.

 

Luther, aralik/1520'de kendisini afaroz eden 10. Leo'nun kararnamesini Wittenberg'de alenen yaktı. Ocak 152Vde imparator tarafından, Worms diyetine çağrıldı ve fikirlerini cesaretle savundu. Saksonya seçicisi kendisine Wartburg'da İnzivaya çekilebileceği bir yer sağladı. Luther orada Refor­mun eline bir silah vermek için kutsal kitabı Almancaya çe­virmeye koyuldu. Luther'in en ateşli taraftan olan Andreas Karlstad, bunun üzerine, rahiplerin yemin mecburiyetini kal­dırdı, din adamlarının evlenebileceğini ilân etti ve kutsal re­simlere tapınmaya son verdi. Missa âyini bir kurban olmak­tan çıktı vede bir anma töreni haline geldi. Wartburg'dan dö­nen Luther, bu oldu bittileri onayladı. Daha o zamandan, doktrinlere sansür koyma fikrini benimsemeğe başlamıştı; nitekim fazla radikal bulduğu Karlstad'ı Saksonya'dan çı­karttı, eyalet içinde, tapınma âyinleri ve papazları olmayan dini topluluklar kurmağa kalkışan Thomas Münzer Mülha-usene sığınmak zorunda kaldı. 1524'den beri Güney Alman­ya'da, Münzer tarafından kışkırtılan, bir köylü ihtilâli gelişi­yordu.

 

Luther, prensleri bu ihtilâli bastırmağa teşvik etti; o sıralar­da bir -Devlet Klişesi- fikrini benimsemeğe başlamıştı. İmparator ve katoliklerle mücadelesinde prenslerin yardımına muhtaçtı. 1528'den beri devlet adına klişeleri denetleyen-zi-yaretçiler- de çok geçmeden, bir çeşit yeni piskoposluk kur­dular. Karlstadın görüşü, İsviçre'de ve Ren havzasında kabul edilmeğe başlanmışdı. Antik hümanizme bağlı olan vede İs­viçre'den paralı asker alınmasına karşı gelmesiyle tanınan, ülrich Zivingli, Luther'in çağrısına uydu ve tasarladığı re­formlar gereğince 1525'de Zürih'de, 1528'de Bern'de kutsal sırları redetti ve lütirjiyi çok sadeleştirdi.

 

1529'da Basel'de Oecolampade katolİklere ve hatta Roma'ya sadık kalan Erasmus'a karşı Zwingli mezhebini yaydı. Bu mezhebi, Starsburg'da 1524'de Martin Bucer kabul ettir­miştir. Klişe mülkünün el değiştirmesinde çıkar gören Alman prensleri Luther reformunu destekliyorlardı. şeklinde ifade­leriyle Reformun aynı zamanda mülklerin e! değiştirebilme yönüylede alakalı olduğu hükmünü çıkarmak kabil olur, de-ğilmi efendim. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki; Rönesans ve Reform, pozitivist atılımlar yâni deneyci anlayışa gelen ve hristiyanlığın ilmi engelleyen kıstaslarından kurtulan avrupa insanı, papazlardan kurtulurken bir mânada, kendilerini tek­nolojiyi tanrılaştıran kaosun içinde buldular. Aradan geçen altı asır sonrasında da içine düştükleri çukurda debelenip durmaktalar. Ama şunu da ilâve etmeden geçmeyelim ki, teknikleşen avrupa, Kolomb ile bulduğu Amerika'ya insan ihracını yapmağa başladığında, genel olarak adetâ barsak temizlercesine insanların bir haylice serazatlarını yeni kıtaya gönderirken kendileri de içtimai, iktisadî ve askerî alanlarda pozitivist (deneyci) anlayışla atılımın zirvesine doğru uzandı­lar. Harp sanayii ve denizcilik vasıtalarındaki gayretli çalış­maları, bu kıta devletlerinin her birinin birer sömürgeci ülke yaftasına hak kazanmalarını, sağladığı inkâr edilemez.

 

Belki doydular! Belki de geliştiler! Fakat adaletin yayicısı olma niyeti dahi taşımadıklarından, zâlimler zümresini teşkil ettiler ve de beyaz adam mantığının vahşilik kanadını teşkil ettiler. Afrika, Asya insanları, Amerika kızılderilileri, Çin ve Hindistan bu zalimlikten, üzerlerine düşen ezilen insanlar topluluğu dramını yaşadılar.

 

Osmanlı'nın avrupayı tokatlamasının bittiği 1683'sonrası, kürre-i arz bu tek dişli medeniyet canavarının tecavüzüne uğradı durdu. Milletleri diplomasi alanında, karşılıklı menfa­atler muvacehesinde kategoriye ayırmak belki gerekir, an­cak ilâhi ikazın -küfür tek millettir- olduğunu millet evlâdının unutmaması farzdır.

 

 

 

Okuma Parçası:

 

İstanbul'un Fethi Üzerine Ecnebi Hezeyanlar!

 

 

Hiç şüphe yoktur ki; tatbiki mânada İstanbul'un fethinin Osmanlı padişahı Sultan 2. Mehmed Hân'a müyesser olma­sının ilâhi bir müjde olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Yaratıcımızın, yâni Cenâb-ı Allah'ın muradı dışında bu kâina­tı muazzamada ne gerçekleşebilir? Bu fetih başarısının hristi-yan âleminin mistik bir bağlılık hissettiği İstanbul'un, Bi­zans'ın elinden sökülüp alınması tabiiki ohhh ne iyi oldu diye karşılanacak değildi elbette. İtirazlara, tevillere hâttâ iftiralara kadar varması beklenen vakaa idi. Nitekim avrupa âleminde gerek sözle, gerekse yazı ile bu hususda hayli beyanlarda bulunulmuştur.

 

Bu hususda en değerli çalışmalardan biri, Fransız akademi âzasından, Güstav Şlomberje'nin, "Türk Muhasarası" adıyla M. Nahid adlı yüksek tahsilini Fransa'da yapmış bir evlâdı vatanın tercümesiyle Osmanlıca olarak ülkemizde yayımlan­mıştır.

 

Ülkemizde yaşayan ister gayrimüslim olsun, gerekse müs-lim olsun, milletimizin emsalsiz mükemmellikteki târihine düşmanlık besleyenlerin, bu eserin içinden çekip çıkarıp, genç nesillere" bakın İstanbul'un fethinde şöyle olmuş" de­mek suretiyle ehl-i salip zihniyeti sahibi eşhas ve tarihçilerin, iftira ve hezeyanlarını kendi menfur zihniyetlerinin amaçladı­ğı istikametde bir makale, bir hikâye hâttâ bir roman hâlinde takdim ederek, zâten tahsil hayatında hissedilir ağırlıkta ilim tedris olunmayan ülkemizde, târih derslerinin müfredat bakı­mından yeterli olmadığını söylemek hiç de yanlış bir ifâde değildir. Allahımızın kendilerinden razı olmasını temenni etti­ğim, milletimizin geçmişine kemiğinden, iliğine kadar meftun târih öğretmenleri, yazarları ve alaylı tarihçiler dediklerimizin doğaçlama halindeki muhterem ve özel gayretleri olmasa bu ilim dalının anbarlarına girip, oradan dünyaya, hakikatlerle dolu bilgileri aktarmasalardı, bu tür maksadlı yayınların taar­ruzu, târihimizde rahneler, yâni bir hayli yaralar meydana gelmesine sebeb olabilir idi. İşte yukarıda andığımız târihimi­zin alperenleri, olan Osmanlı târih araştırmacılarının ibzal et­tiği gayretler, bu kültürel tecavüzü hayli redde muvaffak ol­muşlardır.

 

Osmanlı islâm devletinin kuruluşunun 700. senei devriyesi münasebetiyle devletin de azbuçuk himmetiyle yapılan kut­lamalar hayli işe yarayan eserlerin gün yüzüne çıkmasına sebeb olduğu sıralarda, hemence menfi yayınlarda sinsi sinsi piyasaya sürülmeye başlandı. Bilhassa valide hanımsultanlar hakkındaki menfi yayımlarada rastlanıldı.

 

Günümüzde de böyle olduğunu hatırlattıktan sonra; 1935'lerden sonra ülkemizde M. Nahit tarafından 1914 yılın­da Şlomberje'nin birkaç günde tercüme edilmiş ve Osmanlı­ca olarak basılmış kitabın, münderecatmdan bazı bölümleri latinize ederek, yeni buluşmuş gibi her 29/mayıs yaklaştığın­da gündeme getiren devlet ve millet düşmanı zihniyetin bile­rek veya bilmeyerek kullanmayı sağladığı maşalar, milleti­miz içinde tereddütlere, târihine kuşku ile bakmasına sebeb olmuşlardır. 1950'den sonra Fâtih İmam Hatip lisesinde dersler veren Sultan Selim'li Hafız Ali Rıza Sağman merhu­mun bu fitne çalışmalarını idrak ederek yazmış olduğu: "Fâ­tih İstanbul'u Nasıl Aldı?" adlı eseriyle, Şlumberje'nin yazdığı ve M. Nahid'in tercüme etdiği çalışmayı, yukarıdaki andığı­mız kitabında bir, bir iddiaları inceleyerek lâzım gelen cevap­lan vermiş, böylece de ülkemiz münevverlerinin istifadesine sunduğu çalışmayla târih dünyamıza büyük hizmetde bulun­muştur.

 

Hemen ilâve edelim ki, 1950'den önce İstanbul valiliği gö­revinde olan Dr. Lütfü Kırdar merhum, bu lâzım gelen kitabın çıkarılması teşebbüsatından haberdar olduğunda târihimize sahipliği, vazifesi içinde gördüğünden, kitabın yazarına imza­layarak verdiği ve kitabın hemen ön sözünün peşine konma­sını istediği ezcümle nakle çalışacağımız şu ifâdeyi kaleme almıştır: "Sayın yazar Ali Rıza Sağman; 'Fâtih İstanbul'u Nasıl Aldı?' adlı eserinizin 1. cildi, İstanbul'un 500. yıldönü­mü yaklaşırken neşredildiğini görmek istediğimiz eserlerden biridir." İstanbul valisi Dr. Lütfi Kırdar. İmzalı bu teşvik ve takdirin ne kadar yerinde olduğu, aşağıda aktarmaya çalışa­cağımız iddiaların çürütülmesi babında istifade olunması, ya­zarın seçimi ve merhum valinin teşvik ve takdiri karşısında isabeti, sizlerde fark edeceksiniz.

 

Biz; 2001 senesi İstanbul Fethi haftasından dokuz hafta önce, bahse konu, Şlomberje'nin "Türk Muhasarası" adıyla Fransa İçtimaiyat İlimleri (Sosyal ilimler) Akademisini bitir­miş bulunan ve Şlomberje'nin talebesi olan merhum M. Na­hid'in 1330/1914'de yayımlamağa muvaffak olduğu esere zaman zaman müdehale etmiş ve Fransız akademi azası ho­cası Şlomberje'e itirazlarını büyük bir edeb dâhilinde yapa­rak, münevverlerimizin batı hayranlığı hasebiyle bu çürük id­diaları kabul etmeleri endişesini taşıdığından böyle bir gayre­te gelmesini takdirle karşıladığımızı elhak Nahid Bey merhu­mun bir evlâd-ı vatan olduğunu sık sık hatırlatarak, Rad-yo/Çağ-101. 3 adlı radyoda, onsekiz saat süren Metanet Köprüsü adlı programımızda burada yer alan bölümlerin, bir kısmını bahsettiğimiz programda dinleyecilerimize duyur­muş, noktai nazarımızı ileri sürmüş ve bu hassasiyetimizden, programda bizi arayan dinleyenler teşekkürlerini belirtmek için, telefonlarımızın kilitlenmesine sebeb olmuşlardı.

 

Dinleyicinin fark edipde gösterdiği bu hassasiyeti gözönü-ne alarak, bu kitaptan bazı aktarmalar ve cevaplarını verme­yi, bir târih çalışmasının tabii oiarak kapsaması gerektirdiğini düşündüğümden bu çalışmamızda sayfalarımızı bu mevzu ile süslemeyi vazife saydım.

 

Güstav Şlomberje Kimdir? Biz bu hususda Şiomberje'nin eserini, tercüme ve yayınlanmasını sağlayan M. Nahid mer­humun kalemine başvuralım. Mütercimimiz diyor ki: "1903 târihinde Sir Edwİn Piyers bu muhasara hakkında İngilizce mükemmel bir kitap neşretti" Bunu belirten Nahid Bey; Mösyö Güstav'ın "İstanbul Muhasarası" adlı çalışmasının medhal yâni giriş bölümünde, 'bana; bu eseri adım adım ta­kip etmek ve parçalar nakletmek kaldı'.. "Dediğini ve şöyle devamını getirdiğini ifade ediyor. "Bu büyük vakayı rnüşaha-dede bulunanlar, hemasırlarının veyahut tamamen aynı dö­nemin insanı değilse bile, bu hususda en fazla malumat sa­hibi tarihçilerin, öndegelenlerinin naklettiklerini iktibas ede­rek, bu müthiş olayın günlüğünü yazmaya önem verdim. Bu eserlerin yazarlarının en büyükleri arasında kabul olunan Venedikli Barboro, Kardinal İzidor, Midillili Piskopos Leonar, Yunanlı Kritivulos gibilerinin eserlerinden nakiller yaptım." Demekte. Ayrıca; Françes, Dukas ve Halkondilas adlı Bi­zans vakanüvİslerinin yazdıklarıyla telif ederek, iki ay süren muhasaranın safahatını ve vakalarının saati saatine takip etmemize imkân sağlamıştır. Türk tarihçilere ve Sloven mü­verrihlere de başvurdum" Diyen; Mösyö Güstav, eserinin ya­pılmış çalışmalar arasında en mühim bilgileri verenin bu eser olduğunu belirtiyor.

 

Nahid bey merhum ise, mösyö Güstav'ın Akademi Fransez üyesi olduğunu Bizans târihi ve arkeolojisinin kırk yıl tet­kikini yapmış bir ilim adamı olduğunu da belirtmiş bulunu­yor. Tabiiki hayli büyük bir eser olan bu çalışmanın önemlilerin en mühimlerini buraya alarak, okurlarımızın zaman za­man ileriye sürülen iddiaların fantastikliği karşısında şaşırıp, ürpermelerini önlemek için bir takım maksada dönük ortaya atılanlara, hafıza ve bilgilerinin bunlar bizim bildiğimiz yave­lerdir, dedirtme gayesinden başka bir şey değildir burada bu­na dokunmamız. Bahsettiğimiz konularla ilgili nakillere man­tık ve kıymeti yüksek bilim adamlarımızın cevaplarıyla te­mas edeceğiz. İstanbul'un nasıl alındığını anlatmaya çalışan Ali Rıza Sağman merhum, Şlomberje'nin kitabından aldığı bazı iddialara muknîce beyanlarla cevap vermesi ve bunun başında pek mühim bir tesbit olan Kerkoporta Kapısı iddiası­nın mutlaka çürütülmesi gerekiyor görüşüne katılmamak mümkün değil. Çünkü, yeni duyulan ve demiştik yönü bulu­nan iddiaların, az bilgili veya maksat sahiplerinin şaşırması­na ve 2. gurubun ise millet İnançlarının sarsılmasına âmil olacak fırsatları bulabildiğini düşünmek gerek.

 

Bütün bunların yanında batı dünyasında, var olduğu farze-dilen hürriyetin, şark âleminin, diğer bir tâbirle islâm âlemini ve bunun bin yıldan beri bayraktarlığını yapan müslüman milletimize dâir eserlerin dürüstlükle batı dillerine tercümesi­nin önüne gizli gizli geçildiğini hatırlatmak isterim. Nitekim Biratudİ adlı bir yazar, Şeyhülislâm Hoca Saadeddin Efendi­nin muhteşem eseri, târihlerin tacı mânasına gelen "Tacüi. Tevarih"in batı lisanlarından birine tercüme ettiğini ancak bütün mânası ile yanlış yapmıştır, haberini Ali Rıza Sağman merhum bildiriyor.              

 

Hemen burada, yukarıda adı geçen Kerkoporta kapısı me­selesi olayını bir - iki cümleyle özetleyeyim ve yeri geldiğin-deyse tatminkâr malumatı arz ederiz. Efendim; Kerkoporta Kapısı bir kandırmaca efsanesidir ve Kargayı kanarya yap­ma kudretinin ben-i beşere, yâni insan oğluna verilmemiş ol­masıyla, bu efsaneyi akıl sahiplerine yutturamama arasında bir fark yoktur. Bu Kerkoporta Kapısı, Hepdomon denilen ve Bizans surlarının savunulmasının yapıldığı yerdeki kapılar­dan, bir kapının adıydı. Bu kapı; üzerinde olduğu hendeğin tabanı seviyesinde olup, irtifa bakımından alçak sayılacak bir boyuttaydı. Kostantin'in verdiği bir emirle bu kapıyı açtır­dığını okuyoruz.

 

Efsaneye göre günün birinde şehri zapt etmeye çalışan kuvvetler, bu kapıdan girmeye muvaffak olacaklardı. Nite­kim; imparatorun emriyle açılan bu kapı bir müfrezenin sa­vunmasına bırakılmıştı.

 

Aslında Rumların düşüncesi, Türk mevzilerine karşı bir hu­ruç harekâtı yapmak ve ani bir baskın ile Osmanlı birlikleri­ne büyük zayiat vermekti. Yerleşim hasebiyle bu saldın tabi­atıyla Osmanlı sol kanadı üzerine yapılmak mecburiyetindeydi.

 

Yukarıda vali bey tarafından teşvik ve takdir olunmuş ese­rinden bahsettiğimiz Ali Rıza Sağman merhum, fetih hakkın­da yaptığı geniş araştırma ve bilgilerinin ışığı altında ve vu­kufla "Rumların; böyle ne bir tasarısı nede imkân elde ede­cek halleri olmadığını" ileri sürerek diyorki: "Bu hendek ze­mininden açılan kapı yirmi metre derinliğindeki bir hendeğin zemininde olduğuna göre ve bu alanın ise, deniz suyu ile doldurulmuş olduğunu gözÖnüne aldığımızda huruç harekâtı yapacak Bizans askerleri o suların arasından nasıl çıkacak­tı?" Sorusunu sorduktan sonra yine kendisi: "bütün bu ha­yaller Şedomil Mijatoviç adlı yazarın, hayallerinden ve masa başında yazılmış, diğer hayali çalışmalarının içinden telif edilmiş uydurmalardır" demektedir Venedikli arkadaşlarının yanından hiç ayrılmayan, bu bölgede savunma hâlinde bulu­nanlar arasında yer alan, ünlü tarihçi ve gemi cerrahı Barba-ro, Kerkoporta Kapısı olayı vukubulsaydı şüphesiz ki, en ge­niş safahatıyla ve belki de abartıyla, eserinde bahsedecek kimselerin başında gelenidir. Kerkoporta Kapısının, Osmanlı zaferini küçümseme niyeti ile bir mizansen olarak uydurul­duğunu, neden Kerkoporta Kapısı diye düşünmeye başladı­ğımızda, yukarıda arzettiğimiz maksada dayalı olduğuna ula­şabiliriz.

 

Şimdi Kerkoporta Kapısı hakkında eski sadrıazamlardan Ahmed Vefik Paşanın yaptırtmış olduğu geniş bir araştırma­nın sonucundan bahsedelim. Sadnazam Paşa maarif nazırı olduğu kabinelerden birinde, Asar-ı Atika'a yâni, eski eserler adlı müze müdürlüğüne Mösyö Detye adlı bir gayrimüslimi getirir. Mösyö Detye; merhum Ali Rıza Sağman'ın nakline göre şu pırlanta değerindeki beyanı yapmıştır:

 

"Her muharririn sözünü ayn-ı hakikat olarak kabul eden müverrihlerin her biri bu kapıyı bir tarafa götürmüşlerdir. Surların her tarafında da böyle bir çok küçük kapılar ve mahreç (çıkış) mazgalları olduğunu düşünmeyerek mahza (güya) Türklerin muzafferiyetini kolaylıkla kazanılmış bir za­fer suretinde göstermek için, icâd edilen bu bahanelere ma­alesef inanmışlardır."

 

İşte sevgili okur görülüyor ki batı'lıların ileri sürdükleri yal­nız kalmamıştır. Bunları çürüten veya karşı tezler her zaman ileri sürülmüştür. Bu sebebden okurlarımız, şu gazetenin ve­ya bu derginin veya başka bir kitabın ileri sürdüklerini he­men kabullenmek yerine, masanın hem öte tarafından hem de bu tarafından bakmak icâb eder.

 

 

 

Jan Jüstinyâni

 

 

Gayrimüslim tarihçilere göre, Jan Jüstinyâni adlı kahra­manın varlığı muhasaranın uzama sebebi olmuş! Doğru olsa bile neticeye bir te'siri yoktur. Çünkü; Sultan Mehmed büyük bir azim ile gâyei yegânesi olan fetih'i gerçekleştirmek için, en büyük mâni olarak sûr'ları görmüştü. Bütün hazırlıklarını sûrları yıkarak, ufalamayı ve İstanbuta girmeye göre düzen­lemişti bütün hesaplarım.

 

Nitekim; burçların ve sûrların, devrin en müthiş silahı top­lar karşısında patır patır dökülmesi padişahın gayesine ula­şacağını göstermektedir. Buna; bilmem ne kapısı, ne Jan Jüstinyâni, ne Paîeogoslar ne de bizatihi Kostantin Dragase-zin engel olması kabildi. Nitekim; 28/mayıs/1953 sabahına yakın başlayan büyük yürüyüş ve hücum, İstanbulun batı yönü boyunca uzayıp giden sûrların her tarafından şehre gi­rildi.

 

Kerkoporta Kapısı, Jüstinyâni'nin yaralanması gibi olaylar savaşın tabii ve beklenen neticelerindendir. Yoksa bunların Osmanlı fethini önleyecek bir güç olmadığını kabullenmek gerekir. Ayrıca bu iradeye karşı koyacak kuvvete ve de yar­dıma sahip değillerdi.

 

Nitekim; "İstanbul ve Boğaziçi" isimli eserin sahibi Meh-med Ziya Bey merhumun: "Jüstinyâni'nin geri çekilmesi, şehrin sükûtunu getirdi denmesi asla doğru bir söz değildir" demekte olduğunu buraya kaydetmeden geçmeyelim. Zâten Venedikli Barbaro'ya göre Jüstinyâni yaralanmış filânda de­ğildir. Jüstinyâni; Sultan'ın büyük gücünü idrâk etdikten son­ra, düştüğü üzüntü sonunda, bulunduğu yeri terketme karan almıştır. Bu arada da Jüstinyâni'nin durumu hakkında tarih­çiler farklı şeyler söylemektedirler bunlardan Kalkondil; kur­şun ile elinden yaralandı Tetaîdi, ki bu adam Galata'da zabıta müdürü idi bunun beyanı kolvirin adı verilen bir top mermi­siyle yaralandığını söylerken, Kritivulos büyük karabina ile atılmış büyük bir mermi, zırh gömleğini delerek göğsünden girip, sırtından çıkmıştır, derken Rikşeriyo adlı bir târihçiyse bambaşka bir şey İfâde ediyor: "Jüstinyani'yi yaralayan; ne bir Türk askeri, ne de attığı bir şeydir. Onu kendi adamla­rından biri attığı ok ile yaralamıştır. Kritivulos başka bir yerde de, bir Türk askerinin kılıcıyla Jüstinyâni ölmüştür de­mektedir. Bizim kaynaklarımız Ulubadlı Hasan; Jüstinya­ni'yi kılıcıyla karnını deşerek öldürmüştür, dedikten sonra Hasan'ın yürüyüşüne devam ettiğini bildirmektedir az sonra sûr dibinden yukarı çıkmaya başlarken atılan oklar ve taşlar şahadet şerbetini içmesine sebeb olmuştur demektedir.

 

 

 

Bizans'a Yardım

 

 

Papa'lığın bu muhasara karşısında Bizansa neden muave­net etmediği sorusu ister istemez akla gelmektedir. Kendi li­manlarının bombardıman edilmesini önleyemeyen Papalık, Bizans kuşatmasına nasıl yardım edebilecekti"? Bu soruya verilecek cevap, avrupanın o sırada önemli bir kavşaktan geçmekte olduğu kendi keline merhem aradığı bir dönemdi ve dinde reform ve hayatda rönesans ile cedelleşiyordu.

 

Papalık bu değişimin neresindeydiyİ sorarsak alacağımız cevap, statükoyu muhafaza etmek üzere kendini düzenle­mişti. Dolayısıyla kendi hengâmeleri Bizans'ın yardımına ko­şacak ne imkân ne de takat bırakmıştı. İşin bir başka tarafı vardı ki, o da Osmanlı taht'ına bu sefer, kafi olarak çıkmış bulunan yirmi yaşındaki genç padişah, barutu kendinden ateşi ruhundan alan bambaşka birşey olduğu gibi yaptığı ha­zırlıkların büyüklüğü Papalığın aldığı malumatın dışında de­ğildi diyebilirizki, papalık bu sefer yapılacak yardım Bizans'ı, akıbetinden uzak tutamayacak, hâttâ avrupanın yardımına rağmen İstanbul'un Sultan tAehmed'e râm olması, hristiyan-lık büyük camiası adına yüz kızartıcı hâl meydana getirecek­ti. İsterseniz şimdi, Papalığı ve Bizansı bir kenara bırakalım, Sultan 2. Murad'ın hayattan ayrılması üzerine bu sefer fetih­ler yapmak üzere tahta çıkan 2. Mehmed'in hazırlıklarına bir atfu nazar edelim.

 

 

 

Edirne'de Olanlar

 

 

Sultan 2. Mehmed; 1453'ün mart ayı sonunda İstanbul'u fethetmek için bütün hazırlıkları tamamlamıştı. Gerek Ana­dolu cihetinde gerekse Rumeli tarafındaki mücahidlerini top­lamaya girişerek gönderdiği haberler davet edilenlere ulaştı­ğında pek kısa sürede mızraklı olarak piyade ve süvariler, ki­mileri ok, yay kimileride sapanlarıyla gelirlerken, bir başka bölümü de zırhlı gömlekler giymişler her biri aşık olunacak bahadırlardı. Bunlara şimdi zırhlı birlikler denirken, o günler­de, katafırakath askerler deniyordu.

 

Sultan 2. Mehmed'in ordusunun yekûn sayısını, tam bir sıhhatle vermek kabil değildir. Pek çok yazar sayı vermekle beraber, aralarında bir hayli sayı farklılığı mevcuddur. İçlerin­de en fazla itibar olunanı görülen Venedikli Barboro'nun be­yanıdır. Diyorki: "2. Mehmed; Marmara sahili ile Haliç ara­sındaki alana, 160 bin kişiyi yerleştirmişti. Bunlar gerek muntazam kıtalar, gerekse gayri muntazam topluluklardı. Fakat kuvvetlerin tamamının bu olduğunuda söylemek icâb eder" diyor. Filonun mürettebatıysa orta çağda büyük şark ordularının dâimi olarak savaş eri olmayan kişilerdiki bunlar yukarıdaki sayının tabiiki dişindaydı. Başka ve meşhur bir tarihçi olan Netaîdi ise; bu miktardan miktardan farklı bir ra­kam söylememektedir. Bu tarihçinin beyanını özetlersek şu ifadeyle karşılaşırız: "Sultan Mehmed'in İkiyüzbin askeri olup, bunların 30 ilâ 40 bini süvari idi geri kalanı çeşitli meslek sahiplerinin ve bilhassa hizmetinden, zenaatmdan ve ticari kaabiliyetinden istifade edilecek tüccarlar olduğu­dur" Biz hemen şunu söyleyeiimki sevgili okurlarım; Netaldi, Osmanlı süvari askerinin mikdarının 30 ilâ kırkbin olduğunu ifade ederken arada onbin kadar bir sayıyı muhayyer bırakı-yorki bu onbin rakamının, nelere kaadir olabileceğine akilı ermiyor. Halbuki; Osmanlı devleti daha altmış yıllık bir mazi­ye sahipken, Meriç kenarında Hacı îlbey Kumandasındaki 10 bin süvari ile askeri gök yere düşse mızraklarımızla tutarız diyen bir gurur ve kibir ordusunu, ki 200 bine yakın mevcu­du vardı bunu bir gece baskını ile tarumar ettiğini ya bilmi­yor, yahut da ifadesinde bu kıstası atlamış oluyor.

 

Efendim bir savaşın vukuunda, kuvvet dengeleri ve mevcud sayısı pek önemlidir. Bu bakımdan iki tarafın kuvvetleri­nin doğruya yakın sayıda tesbiti, başarının veya başarısızlı­ğın başka nerelerde aranması gerektiğini ortaya koyar. Güstav Şulomberje'nin eserini tercüme eden Nâhid Bey farklı sa­yılar İfade eden müellifler olduğunu hatırlatıyor.

 

Meselâ; bizim Hayrullah Efendi, 80 bin kişilik ordu mevcu­dundan kapı açarken, Klelef ve Halkandilas Osmanlı'nın 400 bin mevcudlu ordusundan söz eder, demek suretiyle müter­cim merhumda bu aşırı farklılığı işaret etmekten kendini aia-mamsştır. Öte yandan Françes; Osmanlı kuvvetlerinin 258 bin olduğunu ileri sürerken, Sakızlı Leonardo ise 15 bini ye­niçeri olmak üzere, miktarın 300 bini aştığını, meşhur Dukas ise 100 bin süvari 140 binden fazlasının gemici veyahud ba­şıbozuk olduğunu yekûnun ise 260 bini bulduğunu dillendirir. Monteîdi ise; karacı ve denizci sayısının yekûn olmak üzere 240 bini bulduğunu beyan eder. Böylece; hakikate yakın rakkam Venedikli M; Barboro'nun söylediği 160 bin sayısıdır.

 

Muhterem okuyucularım; mösyö Güstav Şulomberje, Os­manlı ordusu târihin bu döneminde, askerlik ilminin terekki-yatına ayağını uydurmuş olduğu için en güçlü ordu olmayı yakalamıştı, demeyi esirgemiyor. Şulomberje; yeniçerilerin, hristiyanlıktan devşirme olduğunu ileri sürerek, Osmanlıları daha önceki zaferlerinde, Varna'da Jan Hünyad'ın feci mağ­lubiyetinde, Kosova sahrasındaki hristiyan âleminin uğradığı bariz mağlubiyetde, en mühim rolü oynayan gücün, devşirilmiş ve Osmanlı'lar tarafından yeniçeri askeri diye anılan hrîstiyan çocukları olduğunu görüyoruz demekte.

 

Halbuki; insanoğlu hür ve günahsız doğar. Onu istikamet-(endiren bir ailesi, yok bakıcısı, mürebbiyesi vardır. Çünkü ademoğlunun hayvanlardan farklı yaratılışının göstergelerin­den biride belli bir yaşa kadar, ihtiyacatını kendi kendine gi-derememesidir. Bu bakımdan insanoğlunun velâdetinden, yâni doğumunun peşinden kendisine bakanlar tarafından, aynı zamanda inanç bakımından da yönlendirilir. Mösyö Güstav'ın; burada hristiyan çocukları idi bu muzaffer müslü-man ordusunun yeniçerileri, demesi, bu hakikati anlamazlık­tan gelme olup, hristiyanlığmın icabâtındandır. Çünkü; çok kişi bilmektedir ki bir çok gayri müslim, devşirme toplanma işinde çocuklarını verecek ailelerin rızası alındığı gibi genel­likle aileler (şüphesizki ekonomik zorlukları olanlarıydı.) Ev-iâdiarını bu organizasyona vererek onların istikbâllerinin iyi olmasını düşünüyorlardı. Ayrıca mensubu olduğumuz islâm dini itikadında insan mükellef çağına girince dinin emirlerine muhatap olur. Yeniçeri alınma çağı, insanın mükellefiyatının başlamasından bir hayli zaman önce gerçekleştiğinden o, hristiyan olmamış bir çocuk olarak kabul edilir. Aiie efradı o yavruyu vaftiz ettirmiş olsalar bile, bu anne ve babasının ter­cihleri olup bu hususda İslama göre bâtıl bir adet'in kiymet-i harbiyyesi yoktur. Tâki müslümanlar; inançlara asla karış­madıklarından, vaftiz gibi hristiyan âdetlerine dil uzatmaya da teşebbüs etmezler.

 

Güstav Şulomberje demekte ki; "bineceği bir beygiri dahi olmayan nice fakir ve bir çok gayri muntazam tâbir-i diğerle başıbozuk denilen kişilerin hayliydi sayıları ve de bunlar ga­nimet ve yağma ümid edenlerin arasında, bir çok hristiyan-da vardı." Bu itirafda göstermektedir, ki Bizans devleti avru-pahların yardımından mahrum kalmakla birlikte, kendi dindaşlarının bir bölümünün hem de ganimet ve yağma ümidiy­le, üzerine yüründüğünü görünce, meşhur Sezar'ın, evlâtlığı Brütüs'ü kendini öldürmeye kalkışanların arasında, hançeri­nin parlayan ışığında yüzünü gördüğünde herkesçe bilinen sözünü "Sendemi? Brütüs! Artık öl Sezar" dediği gibi Bi­zans'ında demesi icâb eder, diye düşünüyor insanoğlu. An­cak insan kahramanken, yine insan, hâin de olabiliyor ve kimse hâinlere bakıp da inancından vazgeçmemeli değilmi muhterem okurlarım.

 

Mösyö Güstav; kitabının 57. sahifesinde şunları ileri sürü­yor "bu ordunun feverân-i hissiyatı görüimeye şayandı. Bu sayısız askerler, asırlardan beri nice müslüman nesillerin aşk ve hararetle tahayyül etmiş oldukları mukaddes bir ese ri sonunda gerçekleştireceklerdi. Peygamber-i Zişân'da bu­nu vaktiyle düşünmüştü. En büyük hükümdar İstanbul'u zapt eden hükümdar olacak, ordusu ise güzel ordu addedi­lecek" dememişmiydi? Sorusunu sorup cevabını Şulomberie şöyle devam etmekte:

 

"Arab'lar tarafından bîribirini tâkib eden, yedi sefer yapıl­dı. Bunların 3. sündede gençliğinde bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in sancaktarlığım yapmış ve sevdiği yakınlarından olan yaşlı (90 yaşında) Hz. Eyüb'ünde içlerinde bulunma­sıyla ayrıca şÖhretlenmiş, bu muhasaradan beri daha nice kuşatmalara mâruz kalmıştı İstanbul. Hakiki inanç sahiple­ri, müjdeİ peygamberinin gerçekleşeceğine inananlar içle­rinden gelen nâz île birleştirdikleri cennet misâli İstanbula yaklaşıp, vuslata ermelerinin başarısını temin edecek duacı­lar sadece erbâb-ı takva olmayıp, bol miktardaki serve-ti samanı düşünen ve bunları nasıl yağmalayacağını düşünen­lerde bulunuyordu" İfadesini yazmaktan kendini alamamsştır. Yine de son cümleye, bu menfaat gurubunun içine Bi-zans'dan gayri memnun hristiyan unsurları yazmasına, tarafgirliği engel olmuş görülmektedir ve objektif olamadığını tesbit kolaydır.

 

Ancak yinede diyebilirizki Güstav Şulomberje, bu mesele hakkında en objektif yazanların hemen başında gelir. Padi-şah'ın ordusuna katılmak için, muhasaranın devam ettiği müddetçe, yeni yeni gayri muntazam kuvvetlerde denilebilen yığınların katıldığını beyan eden Mösyö Güstav, bu katılımı yağmacılıkla bağdaştırıyor, ki avrupai mistisizm dahi neticesi itibarıyla materyalist bir görüşle alaşım halindedir. Karışım, demiş olsaydık hata etmiş olurduk, çünkü karışımı meydana gelen kitleden tefrik yâni ayırmak çok daha kolaydır.

 

Mösyö Güstav Şulomberje; 1389'da Kosova Meydan Mu­harebesinin şehid galibi Sultan 1. Murad-ı Hüdavendigârın ordusunda toplanan Mücahidin-i İslama bir atf-u nazar eyle-se, o ordu içindeki Karamanoğlu askerlerinin bulunduğunu görecekti. Tabüki yazar; Hüdavendigâr unvanının ihtimalki ledünni mânasındakİ müslümanları bir bayrak altında topla-yabilene verilen lâkab olduğunda behre sahibi olmadığından, Sultan Fâtih'in ordusuna fevç, fevç gelenleri, insanın aynaya baktığında kendini görür misâli, kendileri yağma düşüncesi taşıdığından, herkesi aynı kalıp ile değerlendiriyor.

 

Sultan Mehmed'in ceddi olan 1. Murad'ın ordusuna aman­sız düşmanı Karamanoğlu'nun bile katılması, İslâm ordusu ve müjdelenen Fetih Ordusu olması ihtimalinin en yüksek ol­duğu dönemde, islâmlar tabiatıyla bu orduya katılmazmı? O kutsal gazanın mücâhidi, Gaazisi olmak istemezlermi? Şu-lomberje'nin idrak edemediği husus, yeri geldiğini sandığı­mızdan söylüyoruz: Sultan Fâtih'in; "Bizim hakikat kıldığı­mız yere onların hayalleri dahi ulaşamaz" beyanını ya duy­mamış olabileceğinden veyahut da bitmez tükenmez haçlı zihniyetinin, islâmlar ve şark dünyası ile sıcak veya soğuk savaşından ötürüdür.

 

Muhterem okurlarım; bahse konu yazar bu çalışmasının 58. sahifesinde, şunları ifâde ederek, elifi elifine olmasa da bizim ifademize hayli yaklaşmış bulunuyor: "İslâm âleminin dindar müridlerinin harb severiiklerini tahrik maksadıyla sa­vaş habercileri, dini misyonerleri göndermişti. Bütün eyalet­lerden bahasus Asya'dan hakikaten oğul ansının koğanı terk etmeleri kabilinden koşuşdular. Bir şark tarihçisine göre ko­şuşan binlerce kimselerin arasında meşhur olanların isimleri şunlardır: Akşemseddin, Karaşemseddin, Molla Senaî, Emir Buharî, Molla Fenârî, Cebâli, Ansar Dede, Molla Gürânî, Şeyh Zindanı, Karamanoğlu ve yedi bin gönüllüsünün ba­şında Aydinoğlu Derebeyi. Bu savaşçı kitlelerin sayısını tan min etmek için akla gelen bütün teşebbüsleri çaresiz kılan şey tekrar ediyorum, muhasaranın son günlerine kadar Ön­lerinde bir alay, dervişler, mollalar, mağribiler, ve mutaas­sıplar bulunduğu halde, Türk Ordugâhına gelen akın akın yeni savaşçıların akması hususu akıl alacak şeylerden de­ğildir" demekten kendini alamamıştır. Bu bakımdan işin onun kısır düşüncesinin değil, islâmi dinamiklerin, iyi öğre-nilmesiyle alakalı olduğunu ifâde edememektedir.

 

Güstav Şulomberje'nin Tutuculuğu Yazar; eserinin 59. sa­hifesinde, "hristiyanlıkdan dönme birçok hâinlerin safları ya­nında, Türkler tarafından ele geçirilmiş nice ve çeşitli kavim­lerin var olduğu bir orduydu bu ordu dahası, Sırp süvarilerin­den, Sırp olan topçulardan, lâğımcılardan yine, Almanlar ve Macarlardan bu orduya muavenet edildiğini ve ilâve olarak bunlara Rumların, Lâtinlerin, Cermenlerin, Panoniyenlerin, Bohemyalıların, hâsılı bütün hristiyan kavimlerin fertlerinin, Sultan Mehmed'e yardım için, hâinane bir şekilde koşuştuk­larını, Sakızlı Leonardo'nun yazdığını" söyler. Yine Mösyö Mi-catoviç'in eserindeyse: "Padişaha Sırp kralı Jorj Brankoviç tarafından mecburen gönderilmiş olan, Sırp kuvveti hakkında yazılmış gayet faydalı bir sahife vardır" demektedir. Yazari ara başlıkta tutuculukla itham sebebimiz; hristiyaniarın dindaşı oldukları Bizans'ın yardımına koşacakları yerde, üs­tüne yürümelerinin esbab-ı mûcibesini teemmül etmemiş ol­masıdır.

 

Anadolu topraklarında daha bir aşiret halindeyken, hristi-yan tekfurların tebâlarının gönlünü çelmeyi beceren Kayı bo­yu ve müslümanca tutumlarının, getirdiği adalet ve sevgi do­lu ilişkiler hristiyan insanlarda takdire mazhar oimadımı? Bu­nun sonunda düşünen bir kafa, din değiştirip, hem dünyasını hem de ahiretinin hayırlara dönmesine yarayan bir sonuca varırdı. Hadi diyelimki din değiştirmek aynı topluluk içinde yaşarken zordur ve bilhasa hanımlar, çevremiz ne der İtira­zında bulunacağından müslümanlığa geçiş ertelenebiimiştir fakat adalet içinde emîn olmakla yaşamak, bir tekfurun keyfi idaresine boyun eğmekden daha da efdaldir, diyen insanların bir akıllan olduğunu, İstanbul gibi dünya'nin merkezi bir bel­denin asırlar sonra yepyeni bir medeniyete geçeceğine aklı kestiklerinde, bu işin gerçekleşmesinin kendilerine dünya menfaati bakımından da hayli şeyler kazandıracağını hesap etmelerine niçin kafa yormuyor, ahalinin böyle olmasının müsebbibi, küse ve kraliyet ailesinin, keyfemâyeşa idâresi­nin sonucu olduklarını idrak etmiyorda, Sultan Mehmed'e katılanlara ver yansın ediyor.

 

İşte biz bunu yazarın tutculuğu diye tavsif ederken, hiç ak­lımızdan çıkarmıyoruz ki, Şulomberje bizim dediğimiz gibi mütalaalarda bulunsaydı, onun hristiyanlığm mütegallibe-lerince ipi çekilirde, ne kendinden ne de çalışmasından dün­ya haberdar olmazdı. Siz bakmayın batı'da hürriyetin bulun­duğunu söyleyenlere; Recâ Bey'in(Roje Garaudy) siyonizmle yahudilik üstüne gitti ve neler çekmekte olduğunu hep bera­ber görüyoruz, 2000 yılında dahi.Şulomberje; kitabında şunları yazıyor: "Bizans imparatoru ve müşavirleri, ellerindeki hiç sayılsa yeri olan vasıtalar ile muazzam beldenin, müdaafasını teşkil etmekle meşgulken. Genç Padişah, Edirne'deki ordugâhında şaşırtıcı bir faaliyet içindeydi, uyku nedir? Bilmiyordu! Bütün geceleri; çalışma ile Bizans'ın şehir plânını tetkikîe ve bu beldenin müdafaasını hakkı ile bilenler ile yaptığı münakaşalarla geçiriyordu.

 

Bu harikulade hazırlıklar hakkında İstanbul'a kadar dağıl­mış olan şayialar (şunu unutmayalımki istihbarat elemanları­nın Bizans'da kendilerine temin ettiği ajanlarla bu göz korku­tucu, moralleri bozucu, ve İçlerinde çalkantıya sebeb olan ifadeler bir organizasyonla gerçekleştiriliyordu) bu belde'ye dehşet saçıyordu. Toplan döken hâin hristiyaniarın yaptığı silahlar hakkında yayılanların insanların zihinlerini alt-üst et­mekteydi. Top barutunun keşfi, küçük ve büyük çapda silah­ların imâlatı ortaçağ döneminde zamanın şartlarını değiştir­meye, eski usûlleri bozmaya başlıyordu. Sultan 2. Meh-med'in pederi, Sultan 2. Murad'm pek yeni ve müthiş olan bu silahlardan daha önce tedarik etdiğini biliyoruz. Bu hari­kulade teşebbüsler sayesinde, savaş sanayiinin ve harp sa­natının yeni bir devreye başlamasını oğlunun kabiliyetine gü­venerek, bırakmış bulunuyordu."

 

 

 

Çirkin İftira

 

 

Mösyö Şulomberje; çalınmasının 60. sahifesinde; "1453 senesi ocak ayındaki ilk haftalarda Rumların başkentinde, çeşitli vasıtalar, ihtimal bilhassa, Zağnos (Mehmed) Paşa hakkında beslediği kin ve garaz saikasıyla padişahına ihanet eden ve hristiyanlara müsaid davranan Sadrıazam Çandarlı Halil Paşa vasıtası sayesinde, Edirne'de <Bombarde> denilen büyük ve müthiş bir topun döküldüğü öğrenildi.

 

O zamana kadar görülmemiş büyüklükte olan ve akla sığ­ması zor bu topa sahip olan, Türklere ait bahse konu harp âleti için Bizanslı tarihçi; Dukas'ın sözleri şöyle: "1452'nin sonbaharında, Hz. Padişahın huzuruna Osmanlı'ya iltica eden asker kıyafetinde bir firari çıkarıldı. Bu firârî, padi-şah'a İstanbul'un mukavemetine dâir sağlamlığı hakkında hayli değerli bilgiler verdi. Bu adamın adı Urban veya CIrbanî idi. Macar veya Ulahlardandı. Dökümcülükde henüz emsali görülmemiş ustaların arasında gelmekteydi. Daha Önce İs­tanbul savunmasında, görev almak için Kostantin Draga-zes'e kendini takdim etmişti. Hükümdarın kendisine koydu­ğu şartlardan memnun kalmadığı gibi aldığı ücretin çok bü­yük bir kısmını, aracılar ve nüfuzlu kimseler alıyor ve cep doldurucular, bundan hayli istifade ederlerken, maaş sahibi kıt kanaat geçiniyordu. Urban bu tarzın çirkinliğine daha fazla dayanamadı ve gizlice Sultan 2. Mehmed'in hizmetine girmek için, Bizans'tan firar edip, Osmanlıya iltica etdi. Pa­dişah; bu ilticacıya iyi davranarak, kendisini dikkatle dinle­me yolunu seçti. Daha sonra nice hediyeler verdikten başka rütbeler İhsan etti ve bu rütbeleri taşıyan elbisede hediye etdi.

 

Hele hele bağladığı yüksek maaşın doğrudan eline geçişi CJrban'ı pek sevindiriyordu. Dukas'a göre; Urban bu maaşın kafasından yaptığı hesaba göre dörtte birine razı idi." (Biz burada hemen sormadan edemiyoruz, maaş miktarındaki düşüncesini Dukas'ın, Urban'dan nasıl öğrendiğidir?) ancak Şulomberje devamile diyorki; "Dukas; Sultan Mehmed bü­yük tasavvur sahibi zevatdan olduğundan, Urban'in sanatıy­la meydana gelen böyle kıymetli yardıma sahip olmaktan dolayı saadet havuzu içinde yüzüyordu adetâ ve Urban'a, bu güne kadar hiç teşebbüs edilmemiş büyüklükte bir topun dökümünü yapıp, yapamayacağını sordu: Ürban'sa değil İstanbul surlarını, Bâbil surları kadar metîn inşa olunmuş ol­sa dahi tuz-buz edecek büyüklükteki taş gülleler atmaya muvaffak olacak toplar dökeceğine güvendiğini ifâde etdi. Ancak (günümüzde balistik hesaplan diye bilinen) endaht (patlama) ve menzil meseleleri hakkında fazla bilgisi olma­dığını da itiraf etmekten çekinmedi. Sultan Mehmed; bunla­rı kendisinin halldeceğini ifâde etdi. Yeterki; Urban, Sultan Mehmed'in bitmez bir iştiyakla arzuladığı harp âletini hazır etsin." Mösyö Şulomberje, bizim arabaşlık yaptığımız "hâin mühendis" ifadesiyle Topçu CIrban'ı kastetmekteydi. Çünkü; yazar bu eseri yazarken taraftır. Aslında insanlar taraftır fakat bu taraftarlık hiçbir zaman iftira etmek, hakikatleri ketmet-mek, delilleri yorumlama esnasında adaletden ayrılmamak esas kabul edilmelidir.

 

Yoksa İnsanların çeşitli sâiklerle, farklı olaylarda farklılık göstermeleri fıtratının icâbıdır. Şulomberje; hâin mühendis (urban), Sultan Mehmed, Mimar Muslihiddin ve Mühendis Sarıca Paşa ile diğer teknik adamlar büyük bir toplantıda iş­leri tartıştılar. Padişah'ın Rumelihisar inşaatını ziyaret ertesin­de yapılmıştı bu ileri dönük meselelerin tartışıldığı bir toplan­tıydı. Bu toplantıda konuşulanlar resmî tarihçilerin ifadeleri Sultan'ın, fetih'den başka bir gayesinin olmadığını önemle belirtmeleriydi. Bu toplantılardan geleceğe aktarılan bir hu-susda Sultan'ın kendi elleriyle çizdiği, o muazzam şehrin ha­ritası üzerinde başarıyla neticelenecek olan hücuma en uy­gun yeri seçmek, sûr'larda gedik açmak, lağım koyabilmek için ideal noktaları tetkik etdikten sonra tesbitini yapıyordu. Bu toplantılarda, ifadeleri, bıkmazhğı ve dikkatinin herkesi kendine hayran kıldığı, bir çok vakanüvisin kaydettiği ortak noktaydı.

 

Bu toplantıların mühim bir muhalifi vardıki bu hristiyanlar-la savaşa girilmeye karşı çıkan sadrıazam Çandarlı Halil Paşa idi. Fakat bunun karşısında da Damad Zağnos Paşaki bu adam Arnavut ve hristiyandı, diğeri ise ihtiyar akıncı beyi Turhan Beydi ve bunlar padişahı bütün varlıklarıyla destekle­dikleri gibi teşvikleride hayli müeesir idi. (îstidrat: Mösyö Şu-lomberje'nin; Zağnos Paşa hakkındaki hristiyanlık iddiası ya­kıştırma olmaktan başka bir şey değildir. Zağnos Paşa; Balı­kesir'imizin pek tanınmış ailelerinden birinin ecdadı olduğun­dan, bu ailenin bu hususda yayımladıkları bir kitab ile bu id­dianın nasıl bir iftira ve aslı esası olmayan isnat olduğunu is­patlamışlardır) Biz; Mösyö Şulomberje'nin ifadelerine temasa devam edelim:

 

Padişah çok dikkatli ve tedbirli olduğundan gözünden bir şey nihan (saklı) kalmıyordu. Hristiyan ülkelerin, bilhassa İtalya vede Macaristan'ın Osmanlıya karşı vaziyet alıp alma­yacaklarını da oralara gönderdiği casuslarıyla kontrol etmek­ten geri durmamaya pek gayret sarfediyordu. Öte yandan da, dökümleri yapılmış gülleleri hazırlanmış ve atış deneme­lerine amade silahlarının denemelerine başlamıştı.

 

 

 

Top Devrinin Milâdı

 

 

Top'un müthiş bir tahrip afeti olduğu, bu cesamette topİa-nn imâli, bu devrin doğuşu olarak kabul edilse yeridir. Gerek Şark gerekse Garp dünyasında, Sultan Mehmed'in imâl ettir­diği ve urban ustanın yaptığı kabul edilmiş bulunan topun İmâli topçuluk târihinin, o döneme kadar yapılmış en büyük top olduğunu artan ehemmiyetiyle birlikde kaydeder tarihçi­ler. Buna bir ad olarak vasi'yâni kral lâkabı verildi. (Bizde de hemen ifade etmeliyizki Şahî adı söylenmeye başlanmıştı. Mösyö Güstav Şulomberje, bahse konu topu Dukas'ın ifade­siyle naklediyor:

 

"Bu top çok gösterişli, korku salan görünüşü müthiş bir harika idi. Bu topun kalıbının yapılması üç ay gibi bir zaman aldı. Yapılan bu kalıbın içine Tunç alaşımını döktü." Bizim sanayii işçisi olmamız ve mesleğimizin dökümcülük olması hasebiyle Tunç hakkında kısa bir malumat arzedelim. Tunç alaşımının halitasında bakır madeninin en büyük payı taşıdı­ğına işaretle yeteri kadar çinko, kalay ile meydana getirilen bir metal alaşımıdır. Dökümün yaklaştığı son safhada da, eri-mİş malzemenin rahat bir akıcılık kazanması için, yeteri ka­dar fosfor katılır. Fosforun katılımı bir hayli dikkat isterki, bu­nun haddi aşılır ise malzemede kırılganlık olma ihtimâli artar. Çünkü, fosfor'un malzemede atomları çeşitli yerlerde fazla sıkıştırmak gibi mütecanis olmayan bir iç yapı kazandırdığı olur. Kullanımda ısınan alet, atomların gayri mütecanis hâli devam etdiği takdirde, aletin ısınma arkasından soğuma za­manlamaları farklı olacağından, gövdede çarpılma, çatlama veya yarılmaya kadar varan mahzuru olur.

 

Şulomberje'den nakille meşhur tarihçi Françes: "bu topun gövdesinin, rumlara ait bir ölçü olan sipitam ile 12 sipitam, yâni 9 kadem ve de metre cinsinden ifade edersek, 3 met­re, 40 emdir." İngilizlerin de bu konuda kalem oynattıklarını ünlü tarihçileri Mister Piyers; bu topun Edirne'de dökülmedi-ğini Rejiyon'da yapıldığını ileri sürer.

 

 

 

Top'ün Denenmesi

 

 

Sultan Mehmed Edirne'de adı Yeni Saray denilen bir me­kân inşa ettirmişti. İşte bu yapılan büyük topu burada dene­meyi kararlaştırmıştı. Ancak; deneme esnasında meydana gelecek sâdayı hafifleticek bir çâre aramanın en pratik yolu­nu, denemenin yapılacağı zamanı ve günü münadilerle ilân ettirmesi ve hamilelerin kendilerini sesin vereceği baskıya hazırlamaları ile ilgili çâreleri aramalarını bildirmiş olması medeniyyet-i insanlığın icabıydı. Dukas'ın ifadesi; "top gür-lediğinde 13 millik mesafeden sesi duyuldu, (karamili 1609 metre olduğuna göre, 21 kilometro, 170 metroya ulaşmış oluyor, topun çıkardığı ses. Bir mukayese yapmak için 1878'de Çatalca'dan top seslerinin İstanbul'da duyulduğunu göz önüne alırsak, 425 sene önce patlatılan yukarıdaki top'un sâdasının 21 km. ye ses duyurması, yüzde yüzün art­tığı bir mesafeyse de, aradaki zaman farkının 425 sene gibi azımsanmmayacak bir zaman olduğu düşünülmelidir. Bu de­neme atışında tarihçinin kimisine göre; 600 kg, 750 kg, taş-gülle atıldığını, 1500 metro mesafeye düşmüş olduğu ve düştüğünde açtığı çukurun üç metroya yakın olduğu ifade edilmektedir. Mösyö Şulomberje şöyle devam etmekte: "Bu gülleler; bu gün bile (1914'de) İstanbul'un bazı mahallelerin­de meselâ Büyük Sûr'un hendeklerinde, Galata surlarının diblerinde, eski sarayın avlularında hatta tersâne'de rastlan­maktadır.

 

İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu güllelerden iki adetinin öl­çümünü yapmış vardığı netice Midillili başpiskopossun ifade etdiği ölçüyü bulmak suretiyle bir doğruya ulaşmıştır. Ölçüm sonunda çevresi, 88 pûs olan bir değer ortaya çıkmıştır. Bu gülleler granit olup, Karadeniz sahillerinden gelme karataş yahudda aletlerle yuvarlatılarak gülle haline getirilmiş mer­mer kütlesiydi. Koçi Efendi; (Koçi Bey risalesini kastediyor) Sultan Mehmed'in otuz kantar yâni 30 bin kilo miktarında gülle hazırlattığını bahseder." demekte olan Şulomberje kan­tar hesabında bir hata yapmış olmalı biz doğruyu ifadeye gayret edelim. Bizim ülkemizde bir kantar, 56 kg.dır. Dolayı­sıyla; 30x56=1680 kilo ederki, bu da koca İstanbul'un bu kadar az ağırlıkta gülle ile alınabileceğini akılın alması kabi! değildir. Tâa ki metinde geçen 30 kantarın 30 bin kantar ol­ması iktiza ederken baskıda bin yazısının konulmaması vuku bulmuşsa buna mürettip hatası denir amma bu seferde neti­cenin 30bin kilo olmayıp, 30 binx56=l. 680. 000 <birmilyonaltıyüzseksenbin kilodurki> makul görünüyor. Aziz okurla­rım; Şulomberje eserinin 63. sahifesinde "İstanbul'un muha­sarasına iştirak edenlerden biri olan Midillili Piskopos Sakızlı Leonardo; büyük bir Türk topu tarafından fırlatılan surların üstünden aşıp giden bir gülleyi ölçmek merakına düştüm di­yor. 88 pûs çevresi, ağırlığıysa 600 kg. geldi demektedir." di­ye nakilde bulunuyor.

 

 

 

Edirne'den Çıkış

 

 

1453 senesi ocak ayı başlarında yola çıkarılan bizim Sahi dediğimiz müthiş büyüklükteki top, İstanbulun önlerine an­cak iki ayda getirilebildi. Karaca Paşa komutasındaki gayri muntazam süvarilerin sayısı onbini buluyorduki topun geçe­ceği yolları düzenliyorlardı.

 

Koruma görevi de bu birliklerin vazifesiydi. Rivayetlerin en asgarisi 30 çift öküzle başlayan söz konusu topuçekme ame­liyesi için 150 çift öküzün kullanıldığı ileri sürülmektedir. Pek yakın bir zamanda Çar Ferdinand'ın askerlerinin firar eden Türkleri önlerine katarak geçtikleri bu nihayetsiz ve üzüntü verici ovalarda ilerleyen o şâyan-ı temaşa yâni seyre değer alayı göz önüne getirmek kolaydır" Demekte olan Şulomber­je mazide kalmış hristiyanlann galibiyetine atıf yapmakta bu hasretini belirtmesine, eseri tercüme eden, merhum M. Na-hid Bey şu sitemi pek haklı olarak yapmaktan kendini ala­mamış böylecede bu milletin hakikatli bir evladı olduğunu ortaya koymuş bulunuyor, ctemekte ki:

 

"Şlumberjenin ilmî bir esere, bu gibi hissi ve tarafgirâne fikirleri karışdırması, şayanı teessüfdür." Top'un bindirildiği tekerlekler üzerinde yol almasını tanzime çalışan ikiyüz kişi yan tarafında durdukları halde yola koyulmuşlardı. Başka bir ikiyüz kişilik amele ekibiyse yolun elverişsiz bölümlerini yola benzetmeye çalışıyorlardı. Elli dülger ise her çeşit tamirin hakkından gelmek için kafileyi adım adım takip etmekteydi-ier. Bunlar bilhassa köprüler kurmak suretiyle iniş ve çıkışı kolaylaştıran kestirmelikler temin etmekteydiler. Bazı kay­naklar bu yolculukta kullanılan insan unsurunun ikibin kişiye vardığını da rivayet ederler. Nihayet mart ayı sonunda (Françes nisan'in 2. günü diyor) Allah'a havale edilmiş Bizans surlarının, beş mil uzağına top'u getiren kafile vâsıl oldu.

 

Yol boyunca bu muhteşem topun geçişini görmüş bulunan insanlar dehşete kapılmışlardı. Gördüğünü hafızası hayli za­man taşıyacaktı. Halk arasında hayli ün sahibi olan urban Topunun, Sultan Mehmed'in bir çok topunun iştirakiyle yapı­lan atışlar sonucundaki tahribini, CJrban'in topu yaptı gibi sanmak veya öyîe göstermeğe çalışmak kadar yanlış bir hu­sus olamaz.

 

Öte yandan Karacabey'in askerleri geçmiş oldukları Trak­ya sahrasını bir harabeye çevirdiler. Ayastefenos (Yeşilköy)'u bastılar. Yalnız; Silivri kasabası mukavemete muvaffak oldu. Osmanlı Donanması, bütün tarihçilerin ittifakla söylediği gibi nisan ayının 5. günü İstanbul'un, Marmara Denizine bakan büyük sûr'Iarı önünde görüldü.

 

Padişah 2. Mehmed'de 23/mart/1453'de İstanbul önlerin­de bulunmaktaydı. "Diye kitabında yer veren mösyö Şulom-berje şu tasvirle bizlere sesleniyor: "Târihin en meşhur sah­nelerinden birini fikren ve tahayyülünüz nisbetinde gözünü­zün önüne getirmenize yarayacak bir tasvir yapalım; seyret­meğe değer çeşitli renkleri kendinde toplamış, yığınlar hâ­linde yırtıcı süvari ve piyade askerlerinden meydana geimiş, fevkalâde cemm-i gafir yâni az rastlanır büyüklükteki kala­balık, bu muazzam şehrin, o ıssız, çorak, düz ve tozlu böl­gelerinde, toz koparan gibi dolanan o parlak ve muntazam taburlar, gayri muntazam hadsiz ve hesabsız suvâri bölükle­ri, insanlar, hayvanlar, ağırlıkların teşkil ettiği o ardı arası gelmeyen kollar gözlenince yüzbinlerce ahalinin müthiş vel­velesi, etrafı kuşatan muzıkaların akseden ahenkleri, tram­petlerin patırdısı, binlerce hayvanın inlemesini bir an için ta­hayyül ediniz. Osmanlı padişahı 2. Mehmed; refakatinde 12 bin yeniçeri olduğu halde ve bir kaçbin sipahiden meydana gelmiş muhafız kuvvetiyle 23/mart/1453'de, Büyük Sûr'da denilen 'Beri' mıntıkasından tahmini birbuçuk mil kadar uzaklıkta bulunan LikÖs, yâni Bayrampaşa deresinin vadi­sinde sol bölümde, tepe üzerinde bir askerî hastane (1914'de) bulunan Maltepe'ye otağını kurdu. Topkapı (Bi­zans dilinde; San-Roman)'nın tam karşısındaydı. Buraya büyük toplan koydu. Zâten bizlerin Topkapı dememizde bu topların buraya konmasıyla alakalıdır.

 

Miriyandiriyon, yâni Orta kapı, Şarisiyas, yâni Eğri kapı gibi bu üç kapının karşısındaki yerde 1422'de babasının or­dugâhını kurduğu yerde seccadesini seren padişah 2. Meh-med, ilk iş olarak o muazzam ordusuna bir öğle namazı kıl­dırmak yolunu seçti kıbleye yönelerek. Namazın edasından hemen sonra bilfiil muhasara başlamıştı. Bu ordusunun ta­mamına fethin hedef olduğu, muhasaranın başladığını tel­lâllar vasıtasıyla duyurmuştu. Alimler; artık birlikleri tek tek ziyaret ediyorlar, başlamış bulunan mukaddes cihad padişa­hın emrince islâmın askerine anlatılıyordu. Hz. Muham-med'in müjdesinin hatırlatılması buna kâfi gelmekteydi. Or­dunun en büyük güç ve kalabalığını teşkil eden Asya veya Anadolu kıtaları, bu geniş mesafeye yayılmıştı. Rumeli kuv­vetleri diye bilinen grup ise Maltepe'nin yâni padişahın ordu­gâhının sağ tarafından itibaren, Marmara sahiline varan arazi üzerine yayılmıştı. Ayrıca Halic'in iç tarafınada yayıl­mışlardı. Bu gösterişli ordunun gökyüzüne akseden velvele­leri üzerine yığıldıkları Bizans halkı için ne müthiş manzara idi.

 

İstanbul'un bedbaht insanları bu pek geniş alan kum gibi kalabalıkla, sayıya gelmez süvari bölükleriyle dolduran o harikulede ordunun her saat büyüdüğünü, dehşet tesiriyle hadekalanndan fırlamış gözleriyle görüyor ve bu şeytanî manzara bunların ömürlerinin sona erecek olduğu zehabını hissetiriyordu. Kulaklarına ulaşan uğultular, bu talihsiz bel­denin etrafında biraz sonra, hiç bir firarinin geçebilmesine, artık meydan vermeyecek olan o canlı demir ve çelik çenbe-rin böylece oluştuğunu görmek, Bizans insanının pek büyük dehşetle seyrettiği tablodur.

 

Aynı zamanda; târihde hakikaten ilk Türk donanması ola­rak da kendini gösteren büyük donanma merkezi sayılan Geliboludan hareket ederek yola çıkmıştı. Bu donanma da­ha doğrusu bir Bulgar muhtedisi olan Süleyman Reis yâni Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın Kapdan-ı Deryalığında idi. <Muhterem okurlarımız: bu eserin mütercimi muhterem Na-hid Efendi merhum, koymuş bulundukları dipnotla Baltaoğlu Süleyman Paşanın mühtedi olmadığını ikaz ettiği orjinal kita­bın hemen altında yer almış.

 

Sultan Mehmed; en azından böyle bir donanmaya sahip olunmaması İstanbul fethini yaşatmayacağını biliyordu. Bu bakımdan gerek avrupa sahillerini doldurduğu donanmasının başına Baltaoğlu Süleyman Paşayı getirdiği gibi donanmanın merkezini teşkil eden Gelibolu Valiliği de bu zâta verilmişti.

 

"Mösyö Şulomberje; Baltaoğlu Süleyman Paşa'yı ilk kap-tanpaşa olarak gösterirki, bu iddia isabeti olmayan talihsiz bir beyandır. Çünkü; merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un ka­leme almış olduğu" Osmanlı Deniz Harp Târihi ve Cumhuri­yet Donanması" adlı eserinin 1. cildinin, 50. sahifesinde şu ifadeye yer vererek Şulomberje'nin ifadesini çürüten bir mi­sâli zikredelim: "m. 1325 yılında Mudanya'yı, 1326'da Bur-sa'yi fetheden Orhan Gazi, Karasioğlullanndan Aslan Karamürsel Bey'i 24 adet gemisiyle beraber getirerek İzmit kör­fezinde bir mahalde üslendirmiştir. Rivayete göre bu mahal­lin adı Aslan Karamürsel olmuştur. DolaysrylaOsmanlı'nın ilk amirali ve kapdanpaşasi yukarıda adı geçendir ve böyle­ce yazarın bu yanlışını tashih ettikten sonra Şulomberjeye dönelim:

 

"...Osmanlı donanması büyük surların hizasından sahil bo­yunca yayıldığında, 2 ve 3 katlı olan 30 kadar kadırga önde yol almakta ve 130 parça da küçük gemi veya sanda! irisi denebilecek derecede bir filoydu bu. Bizanslı tarihçi Kritivu-los, bu donanmayı pek müthiş bir donanma sayıyor ve za­vallı Romalılar, ifadesiyle Bizans Rumlarının korkularını belir­tiyordu. Ancak şu da bir vakıa idiki, Bizans bu güne kadar deniz üzerinden de bir muhasaraya mâruz kalmamıştı. De-mekki Sultan Fâtih; o güne kadar kimsenin yapmadığı bir tarzı getirmişti. Evvelâ; Rumelihisarını yaptırıp, ceddi Yıldı­rım Bayezid'in inşa ettirdiği Anadoluhisarı'nin'karşısına koy: muş, böylece de Karadeniz'den gelecek herhangi bir muave­neti (yardımı) durduracak gücü kazandıracak mevzileri kur­muştu.

 

Ancak; donanmanın hareketini daha mufassal yâni tafsila­tıyla anlatan Venedikli Barboro'ya kulak verelim: <nisan ayı­nın ilk günlerinde hazırlıklarını tamamlamış olan Türk do­nanması, Bizans üzerine yürümeğe hazır haldeydi. Kadırga­lar, fustalar, prandariler ve briyk denilen gemilerden olmak üzere 145 yelkenliden mürekkep donanmanın başına geçen Baltaoğlu, Marmara'dan doğruca pupa-yelken giriyordu. Bu giriş; trampetler, askerî mûsikî aletleri ile büyük debdebe ile sahilin her iki tarafından gelişleri görülmüştü. Marmara sa­hiline toplanmış bulunan hristiyan ahali bu ana kadar islam-lara ait böyle büyük bir donanma görmemiş olduklarından hüzünleri başlarında esen belânın büyüklüğünü aksettiriyor-

 

Kimileri uzun zamandan beri şehrin kapılarını kapatıp, atıl durmanın yanlışlığını anladılar, Osmanlı donanması Dol-mabahçe'den Beşiktaş ve Ortaköye uzanan cilveli akıntıla­rın girdabında oynaşan sulara yayılıp demir attığında tak­vimler 12/nisan/1953 târihini gösteriyordu.> Artık deniz yolu emniyeti de tesis edilmiş bulunduğundan gerek Karade­niz üzerinden gerekse Marmara cihetinden çeşitli gemiler ge­lip gidiyor, Osmanlı ordusunu ve donanmasının ihtiyacatının bir bölümü, bu deniz yoluyla karşılanıyordu. Bu noktada ta­rihçi Françes; Osmanlı filosunun 480 parça olduğunu ifade ederek herhalde ikmâl vasıtalarını geliş gidişlerini sayarak bunları genel yekûne dâhil etmiş olmalı ki bu mübalağalı rakkamı vermeye mecbur kalmış. Karadeniz cihetinden ge­len gemiler ekseriyetle kereste ve toplarla fırlatılacak taş gül­leler getirmekteydi. Barboro; bu gemiler arasında 300 tonila­toluk büyük bir nakliye gemisinden söz eder. Devrine göre şaşırtıcı bir niteliktir.

 

 

 

Otag-I Hümayün'da Neler Var?

 

 

Otağ, etrafına çok derin kazılan hendekle koruma alanı içine almıyordu. Tertibat öyle dizayn olunuyorduki, Silivri çe­şitli zaviyelerden tarassuta alınmış oluyordu. İstanbul'a yar­dıma gelebilecek güçler ancak yardımı Silivri'den görebilir­lerdi.

 

Bu tedbir, bu yönüyle isabetliydi. 6/nisan/1453'de Türk Ordusu düşman menziline girmemek kaydıyla sûrların he­men hemen bir kilometreden daha yakın bir mesafeye so­kuldular. Çarpışma başlamadan önce, Bizanslı tarihçi Kriti-vulos hakkı teslim ederek şunları söyler: "<Sultan Mehmed; Kur'ân-ı Kerîm'in emrine uygun olarak Bizanslılara son elçi­sini yolladı. Eğer şehir kan akıtılmadan teslim olursa hiçbir kimsenin burnunun kanamayacağını, can, mal, ırzını teminat altına aldığını bildir. Tabiiki cevap umulan şekilde oldu. Teklif red edilmişti. Bunun üzerine fethe giden yolun son resmî geçidi yaptırdı. Bu muazzam ordunun saçmış olduğu mehabet ve gösteriş, Bizans insanlarının yeniden bir ümit­sizlik girdabına yuvarlanmalarına sebeb oldu.> Kritivulos tâ­rihinde şöyle devam etmekte:

 

<Hz. Padişah; ordusu tarafından işgal edilmiş olan iki sa­hili, biribirine daha çabuk ve emniyetli bir tarzda buluştura-bilmek için, Zağnos Paşaya Halic'in son noktasına bir köp­rü kurmasını emretmiştir.> Hakikaten düşünce plânına alı­nan bu köprü Zağnos Paşanın kuvvetleriyle, son hücuma da­ha çabuk katılmasını sağlayacaktı." Asya cihetinden gelmiş olan askeri birliklerin başında Anadolu Beylerbeyi sıfatıyla bulunan İshak Paşa, Asya Türklerinin imparatorluğunun en kuvvetli bağlılarından olan Mahmud Bey'le birlikte, tecrübe ve cesaretlerini bir merkeze tevhid ederek, gösterdikleri iş­birliği şâyan-ı hayretken, Otağ-ı hümayunun sağından başla­yarak, Topkapı yaldızlı kapıdan, taa Marmara sahiline kadar, yâni şimdiki Yedikule sûrlarının dibine kadar muhasara et­mekle vazifeliydiler. Şeklinde bilgi veren Mösyö Şulomberje şöyle devam etmektedir:

 

"Bu kuşatmanın en ehemmiyetli bölümünü ise Edirnekapı üe Topkapı arasındaki mahal teşkil eder. Ve buraya düşen görevi, Suitan Mehmed vede sadrıazamı Çandariı Halil Paşa deruhde ediyorlardı. Ancak İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu bölgenin en zayıf yer olduğumu, hâttâ Yunan Mitolojisinde ge­çen Aşil'in topuğuna benzettiğini nakletmekte Mösyö Güstav Şulomberje.

 

 

 

Donanmaya Engel Zincir

 

 

Şulomberje bu meseleye de şöyle bakıyor: "Sarayburnu önünden gerilmiş bulunan ve liman girişini tıkayan zincirin bağlı olduğu Tevriyon mevkiine kadar olan bölgeyide Balta-oğlu komutasındaki donanma göz altında tutacaktı.

 

Sultan Mehmed; zinciri tahrip edip, kıyıya çıkabildikleri takdirde burada bulunan surlardaki kuvvetin yetersiz ve sa­vunmadaki zaafiyetini düşünmüş olduğundan, buradan şid­detli hücumlar tasarlamaktaydı. Meşhur zincir aşılacak gibi olmadığından, donanması burada sadece gözcülük yapma durumunda kalmıştı. Bu bakımdan Sultan Mehmed şehri an­cak iki cepheden zorlamak durumunda kalmıştı.

 

Şulomberje; çalışmasının 75. ve 76. sahifelerinde, Bi­zans'ın uğradığı eski bir muhasarayı şöyle nakleder: "1204 senesinde haçlı orduları tarafından Bizans muhasaraya ma­ruz kalmıştı. Bu muhasarada Hanri Dandolo, gemileri saye­sinde Haliç tarafından galibiyetle sonuçlanacak bir hücum yapmıştır. Ancak biraz evvel Bizans amirali Mihail Sotirigi-nos, Bizans filosunu satmak suretiyle ihanet etmişti.

 

Bunun ihanetiyle İtalyan kadırgaları liman girişini tıkayan zinciri çözüp, hiçbir müşkülatla karşılaşmadan Halic'e gire­bilmiştir. Arab'lar gibi,' Türk ırkından olan Avar'larda bundan asırlarca önce sahip oldukları sayısız harp gemilerine rağ­men, gemilerini asla sahile yanaştıramamışlar, buna karşılık, iri Bizans harp gemileri ve Rum âteşi denilen suda dahi sön-miyen müdafaa vasıtaları sayesinde, Marmara sahili tarafın­dan Bizans surlarına ciddi bir hücuma muvaffakiyet bulama­dılar..."

 

Yazar Mösyö Şulomberje; çalışmasının 85. sahifeşinde Türk top döküm sanayiinin varmış olduğu enteresan merha­leyi anlattığının farkındamı bilmem amma, bu asrın tekniği bile bu safhanın ucunu tutamadı. Düşman hedefleri önünden lâzım gelen tarz silah imâli. İşte bir millet silâh sanayiini milli bir sanayii olarak benimser ve tatbike koyarsa, o millet hiç bir zaman cephane ve silaha muhtaç hâle gelmez. Sultan Fâtih'in 1453'de ki harp sanayii hamlesini 1970'den beri millete ve devlete kabulettirmeye çalışan; Milli Görüş mimarı Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Milli Görüşe gönül vermiş olanlar, Sultan Fâtih şuurunu aziz vatanımızın hayat-ı siya-siyyesinde ve temadi-i ömrüne kazandırmakla, Müslüman Türk milletinin, uydu devlet değil, lider devlet olma mücade­lesini başlattılar ve bu sonunda gerçekleşecektir.

 

Milletimiz, mirasçısı olduğu ecdadının en güzel taraftarıyla dünyada adaletin temsilcisi olduğu, eski ve şaşaalı günleri yeniden ihya edecektir. Neyse biz şimdi; Sultan Fâtih'in fev­kalâdeliklerini anlatan Kritivulos'u, Şulomberje aracılığıyla dinleyelim: "Ünlü tarihçi Kritivulos Rum olmakla birlikte, Sultan 2. Mehmed'in sâdık bir tebaasıdır. Bahse konu tarihçi 2. Mehmed'in topları için şunları söylüyor:

 

<Ordusunu İstanbul önlerine en uygun şekilde yerleştirdik­ten sonra, topları dökenleri yanına çağırdı. Onlarla bu silah­ların tahrip gücünü, karşıda duran sûrları yıkıp, yıkamayaca­ğını konuştu. Mühendisler ise; büyük toplara ilâve edilmek üzere burada da aynı veya daha büyüklükte toplar dökülebi-leceğini bunun yapılması hâlinde, sûrların yerle bir edileceği cevabını verdiler. Ancak müthiş denilebilecek bir maddi im­kânı gerektirdiği beyanında da bulundular. Padişah; derhal istenenleri verdiğini söyledi. Bunun üzerine bu mühendisler, insanın kendi gözleri görmese inanamayacağı, hummalı bir çalışma ile dehşet verici büyüklükte toplan imâl etmeye baş­ladılar.

 

<Kritivulos devamla:<mühendisler son derece yağlı ve ha­fif killi toprağı, içerisine dağılmasın diye keten, kenevir gibi bazı lifleri içine kıyıpda katıyorlardı. Sonra da, günlerce o ku­mu yoğurup kıvamını bulduğuna kanaat getirince kalıp hali­ne getiriyorlardı..> Diyen Kritivulos, kalıbın nasıl yapıldığını anlatmaktan da kendini alamaz. Fakat biz bu top bahsine son vermeden, mübalağa sanatından bir örnek olmak üzere Şuiomberje'nin, İngiliz tarihçi Piyers'den alıntilıdığını nakle­delim ve biraz da, deniz de olmazsa karada yüzen gemiler bölümüne geçerek, bu kıymetli eserden aldıklarımıza gemi­lerle son verelim.

 

Piyers'in ifadatı: <her İki taraf, Türkler ve Bİzans'iılâr ve bilhassa Türkler o kadar çok çok atışı yapmaktaydı ki bu atışlar esnasında, havada gelen okların yığılması ara sıra gü­neşin ışıklarını göstermeyecek birbulut hâline geliyordu.> Her nekadar mösyö Piyers'in ki bir mübalağaysada ancak dikkat çekmek istediği bana kalırsa, Sultan Mehmed'in ordu­sunun mücahidleri okçuların kudretini işaret ettiğidir.

 

 

 

Haliç Ağzındaki Tedbir!

 

 

Muhterem okurlarım; zorluklan aşmaya azmetmiş bir pa­dişahın ve ona büyük itimadı olan ve sevgiyle bağlı ve de müjdei Nebevîye'ye nail olmak arzusu ile yanıp tutuşan, ina­nanlar ordusu karşısında olduklarını unutan Bizans müdaafi-lerini, zincir ve Barboro'nun aşağıya alacağımız tahkimatı zorlayan müslümanların nasıl çâreler bulacağını daha sonra göreceğiz. Şimdi Barboro cerrah'm (o bir savaş cerrahıydı) Ruznâmesinden alıntıların yapılmış olduğu, Mösyö Şulom­berje'nin eserinin 108. sahifesine dalalım:

 

"Limanda zincirin gerisinde dokuz büyük geminin araların­da üçü Tana'dan gelmiş kadırgalar, iki hafif Venedik kadırga­sı diğerleride Kostantin Dragezesİndi. Silahları alınmış kadır­galar ve diğerleri olmak üzere onyediyi buluyordu. Direkleri çanaklı ihtiyat gemileri vardı. Bunlardan başka içindeki silahları alınmış ve düşmanın (Türklerin) büyük toplarından gelen mermilerden ateş almaları korkusuyla batırılmış bir çok gemilerde vardı. Böyle güçlü bir filonun mâliki olarak, kendimizi gaddar Türklerin hücumundan masun zannediyor­duk! Halic'in İstanbul sahili üzerindeki San-Ojen burcu iie Beyoğlu cihetinin Lakarova burcu, zincir sayesinde araların­da irtibat peyda eden biri medhal yâni girişin sağında, diğeri solunda olan, bu iki burç limanın müdafaasında cidden fay­dalı idiler," Demekte olan Barboro, bir perişanlığı yaşamağa hazırlanan insan haleti ruhiyesiyle yazmış görüntüsü sergili­yor.

 

Çünkü o müthiş olayı, müslümanların, denizde yüzdürmedikleri gemileri karada pupa yelken uçurduklannı gördük­ten sonra yazılmış bir yazı olduğu hemen anlaşılıyor.

 

 

 

12/Nisan Bombardımanı

 

 

Osmanlı kuvvetleri tüm hazırlıkları yapmış mevcut topları­nı Kostantin'in sarayı olan Vlâkerna'nın karşısına 3 top, 3 top da Selimbirya^ kapısına, 2 topun şarisyus kapısına tabya ettirildi atışlar başladığında ise sûrların titremeğe başladığı görüldü merhum mütercim M. Nâhid Bey, Barboro'nun top salvolarının kendisinde tevlid ettiği hâlet-i ruhiye ile Sultan Fâtih hz. lerine, terbiye dışı lâkab ve sözlerle bahsettiğini üzüntüyle ifade eder ve bu memleketin bir evlâdı olarak, ec­dadımıza böyle hakarete âmiz ifadeler kullanan şahsın satır­larını ulvî terbiyesi münasebetiyle tercüme etmemiş olacak ki, bizler Barboro'nun ne söylediğini öğrenememiş olmakla beraber, kötü söz sahibine aiddir darbı meseline yapışmayı tercih ediyoruz.

 

Bombardımanın bütün ağırlığıyla devam etmesiyle birlikte diğer önemli faaliyet donanmanın şimdiki adı Kabataş olan Çiftesütun'a erkenden gelmesidir... Topların bu 12/nisan gü-

 

nü endahtı, Bizanslılara her an gelebiliriz mesajı gibi geliyor onları titretiyordu.

 

 

 

Beklenmeyen Elçi

 

 

Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaris­tan Naibini elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu aşikârdır" dedik­ten sonra şöyle demekte:

 

"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücu­muyla tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh taraftan fikriyatına güç kazandır­maktı. Semendire antlaşması üç seneyi kapsayan bir antlaş­maydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine sebeb ol­muştu. Hünyad'ın adamları geldikleri otağı hümayundan ku­şatma alanını gezmek izni alarak çıktılar, dolaştılar." (Padi­şah; hemen ilâve edelimki bu seyre ve gezmeye müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek iste­miştir. ) "18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları Jüstinyâni'nin bulunduğu yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların ön ve arka duvarlarını da haylice hırpalamış bulunu­yordu. Jüstinyani ise gelişi güzel siperler kazdırıyor, mukave­mete devam etmekteydi. 18/nisan hücumunun verdiği hasa­rı gören padişah sabahın ilk ışıklarıyla umumî taarruza yakın kesafette bir deneme yaptı. Cerrah ve tarihçi Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:                                                       

 

<Türklerin çok kalabalık bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu sırada saat gecenin iki'sini gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra saat altıya kadar sürdürdüler. Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara rağmen gece karanlı­ğından istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden bizimkilerin üzerine atılıyorlardı. Atmış oldukları savaş naraları, çıkardık­ları sesler, mevcudlarının çok üzerinde bir kalabalığın varlığı­nı hissettiriyordu. Bu sesler o kadar yüksekti ki, 12 mil uzak­lıktaki Asya cephesinden dahi işitilmekteydi. Hristiyanlar ka­pıldıkları korkuyla feryad-ı figan ediyorlardı. Bu sesleride du­yan İmparator Kostantin, hayli endişeye kapılmaktan kendini alamadı.

 

Putperestler; (hâşa! Müslümanları kastediyor) geriye çekil­diklerinde ortalık sessizliğe büründü. Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne de yaralı vardı.> Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de yazmış olduğu "Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı aynen an­latmaktadır. Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geç­meyeceğim: <Birinci hücumda öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa üzerimize doğrulttuklarında Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı. Türklerin topuna doğru nişanladığında ve atışını yaptığında isabet vaki olmuş, Türklerin topunun İçinde bulunan barut, topun kundağını parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı müşahede ettiğinde, hayli hiddetlendi

 

ve havada akisler bırakan sesiyle iki defa: "Yağma! Yağma!"

 

•i diye bağırdı. Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini

 

tekrarladılar ve karadan da denizden de hücuma geçtiler. İs­tanbul'da bütün.ahali sûrlara koştu. Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle, rahibeler duaya kalmışlardı.

 

İmparator Kostantin Dragezes hıçkıra hıçkıra ağlamaktay­dı. Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn olmalarını ifâde etmektende kendini alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla bütün şehri dolaştı. 18/nisan, yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki hasım arasında çeşitli harp vasıtaları­nın kullanıldığı savaş devam etmekteydi. Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara tırmanmağa çalışan müslümanların üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle savunmaları­nı yapıyorlardı.

 

Buna karşılık Sultan'in askerleri; şehîd olma şuuru içinde fethi temin edecek hücumlarında ısrarlı ve sebatkârdı. Sava­şa nihayet verildiğinde, sessizlik çökerken imparator bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya dalmış nöbetçiler bul­du fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehri­leri İtalyanlar ile Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlar­dı. Üzerlerindeki zırhlar onları atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım

 

Sevgili okurlarım, Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen söylediği ikiyüz Türk'ün telefatı, müdafiiierden değil ölü, yaralı bile bulunmadığının söylemesi karşılığında , Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş bulunduğu "Sloven Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu rakamları veriyor: 1740 Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün telef ol­duğunu ileri sürer. Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak rakamlar ileri süren tarihçilerle ne yapılabilir? Sorusunu sor­makla, bir hakkı teslim etmiş olmuyormu? 22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir harikulade olay vuku bulduki gerçekle­şen bu olay sayesinde, İstanbul'un sükûtunun, yâni düşmesi­nin son kertesine gelindi. Hakikaten bu olayda, insanların gözlerini hadekalarından fırlatacak kadar, akıllara durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de. Gemiler gökten in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in etmekteydi.

 

Evet azim ve sa'nat, kudretle birleşince Dolmabahçe'den Beyoğlundan, Okmeydanından,  Kasımpaşa'ya ve oradanda

 

Kadırgalar caddesinin önünden Halic'in sularına kara yoluyla inivermekti bu akıllan durduran ve asırlardır diilerden düş­meyen vede asla düşmeyecek olağan üstü gayretlerin neti­cesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri yapan müverrihlerin be­yanlarını değerli eserinde derce muvaffak olan Mösyö Şu-lomberje'den biraz daha nakli uygun buluyorum. Böyle yap­mamızın sebebi bizim târihlerimiz ecnebi tarihçilerin maske­sini indirecek olan biribirlerini çürütecek tarzdaki beyanlarını pek nakil yoluna gitmemişler böylece de, insanımızın şura­da, burada duymuş oldukları bazı iddialara yenik düşmek durumunda kalmasına sebeb oluyorlar. Bunu önlemek her­kesin üzerine düşen vazifeden diye kabul edersek, o zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne diyora biraz önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146. sahifesinde şunları söylüyor:

 

"Bu kitabın bütün okuyucuları; İstanbulun bir çok piânîar, resimlerle meydana konulmuş krokilerle, topoğrafik vaziyeti­ni bilirler bu büyük şehir, müselles (üçgen) şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer taraftan Galata, Beyoğlu, Ka­sımpaşa tepelerinin eteklerindeki bir kaç km. boyunca uza­yıp giden Haliç ile huduttur. Muhasaranın bu anma kadar, İs­tanbulun gayet zayıf olan kuvvei askeriyyesi mukayese edi­lemez büyüklükteki, Osmanlı ordusuna karşı bu namlı üçgen şeklindeki İstanbulun, yalnız iki cephesini savunabilmektey­diler. Bu cephenin bir tarafını Marmara yönü, diğerini Mar­mara sahilinden Halic'in kuzey yönündeki uç noktasına ka­dar ki burası Teodosyus sûru ile müdafaa edilen kara cephe­siydi.

 

Üçüncü cephe; Halic'in boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi yılında, ehli salip ordularının eiine geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e girişi zincirle korunuyordu. Halic'in karşı sahili, yâni Fındıklı'dan başlayıp,  Kasımpaşa ve ötesine uzanan sahil üzerinde, Galata denen yerde Cene­vizlilere aid belde Taksim ve Kasımpaşa tepeleriydi. Buraları Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok kalabalık askeri ile Ga­lata Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen hisarın­dan taa Haliç sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağ­nos Paşanın hüküm ferma olduğu yerlerdi. Bu gün (1914 yı­lı) Kağıthane'de Sidaris Suyu denilen dere üzerine bir köprü­de kurulması ihmal edilmemişti. Böylece birliklerin irtibatı haylice kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor, Şulomberje ve şöyle devam ediyor:

 

"Peşinden eserini adım adım takip ettiğim Mister Piyers; Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün semâya yükselen meşhur kule'de (Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu. Eğer Sultan Mehmed; Ceneviz beldesine girmiş olsaydı işini son derece ilerletmiş olacaktı. Bu beldenin sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve güven içinde durmakta olan hrîstiyan gemilerini, pek ra­hatça vurması kabil olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephe­nin irtibatıda sağlanmış olacaktı. Bu Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan Sultan Mehmed ile sulh içinde olmaya devam ediyorlardı.

 

Ancak bu belde de yaşayanların eğilimi, asla putperest Türklere değil, kendi dindaşları hristiyanlara idi. Sultan Meh­med; İtalyanların bu beldeye hakimiyet ve bağlılığını bildiğin­den, asla bunlara zarar vermiyordu. Verdiği takdirde, gerek deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de Sul-tan'ın muhasarayı kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte ta­raftan; Cenevizliler Haliç vasıtasıyla muhasara altındaki Bi­zanslılarla tatlı tatlı alış verişlerine devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise; hiç duymadım ve gÖrmedimi ve de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında, hristiyan tarih­çiler tarafından, kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz mevkii

 

kumandanı ile bedbaht tebâsı hakkında ihanet ithamlarının bol miktarda olduğu görülür. Bu doğulu Cenevizlilerin, bütün teveccühleri, hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu, fakat muharebe esnasında nâzik mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare etmek mecburiyetine soktuğu hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan anlamamız gereken; Sultan Fâtih Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde bulunanların ittihadını önle­mek için ince politikayı kararlaştırmış ve bunu pek güzel olarak uygulamaya koyduğudur. Ayrıca böyle yapmakla ge­mileri karadan yüzdürme projesini Galata cihetinin gözün­den, kulağından uzak alanda altyapısını imâra başlama fırsa­tı bulduğudur.

 

Bir de önemle işaret etmemiz gereken hususda, gemileri karadan yürütme fikrinin ilhamının en önemli faktörü, çok geniş bir dünya târihi bilgisine sahip olmasından kaynaklan­dığıdır. Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin 150. sahifesinde şöyle yazıyor:" gemileri karadan yürütme projesi, harikulade bir gizlilik ve pek süratli bir biçimde gerçekleştirildi. Bu hari­kulade ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk donanma gemilerinin pek büyük gemiler olmadığımda göz önüne al­mak icâb eder. "İşte sevgili okurlar biz burada devreye gir­mezsek bazı okurlarımız bu ilk bakışda doğru, teemmül edil­diğinde isabetli olmayan bu görüşün iğfaline mâruz kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu Süleyman Paşanın donanması, ye­terli irilikte kalyonlardan, kadırgalardan müteşekkil olsaydı, o zaman gemileri karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu kadar zahmet illâ târihler yazsın diye çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü başarıyı aramaya sevk etdi ve tam tersi Osmanlı donanmasının gemileri kâfi kudrete sahip olsaydı gerilmiş olan zinciri ortasından ikiye bölebilecek iş hakkında kafa patlatıp, buna muvaffak olacak ilim adamı ve operasyonu gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum gibi kaynamaktaydı. Bir misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar efsanevi amiral gemimiz olan Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne yazar doğrusu, yolu Topkapı Sarayına düşen veya pek me­rak eden olursa gitsin orda bahse konu zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje belki hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede "katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir mik­tar gönderdiği yardımı taşıyan üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını yanpda, mahut zincirin ar­ka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük zafer demiş olmasını, şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz zannindayım. Şulomberje devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini temin için Boğaziçinde kuzey tarafındaki sa­hil üzerinde, padişahın mühendisleri tarafından tercih edilmiş noktada, tamamen aynı tesbitde bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün muhasara boyunca Osmanlı donanma­sının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon yâni Çiftesütun bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler: Beyoğlu tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yi­ne mühendislerce seçilmiş yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz yazar Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası Tarihi adlı ki­tabından şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde bu­lunduğu tepeler, kesilmiş ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil eden, yukarı hat'dan itibaren hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar Vadisi" bugün, hristiyan mezarlığı yerine kâim olmuş, servi­ler dikili bir Türk Mezarlığıdır. "Şulomberje; Piyers'den alıntı­ya şöyle devam ediyor: "O devirde, boğaz sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden başlayarak, Beyoğlu Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde uzayan dik ve meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra öbür yamacı takip ederek, Haliç sahili üze­rindeki menbaiar vadisi denen yere inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim kışlası) yerde bir­birini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol ağzı teşkil edi­yordu. Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz sahilinden yukarıya çıkan bu pati­ka; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında ölmüş bulunan İngiliz kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişe­nin bulunduğu yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir düzlüğü aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan aşağıya iniyor Ju. Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru bir diğer dereyi takip ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu cad­desinden Menbaiar Vadisine yâni Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ ya­macı tırmanan, sonra inen bu uzun yolu takip ederek, do­nanmasının gemilerini bir taraftan diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor." Demekle, gemilerin karadan yürütül­mek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle indirdiğini de is­ter istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tez­vir ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir mukni cevap olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi kitabı içinde bu değerli delilleri bu­lundurmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız.

 

Şlomberje Latin asıllı Poskİlos ile kuşatmayı başından beri yaşamakta olan Midillili başpiskopos Leonardo'dan şu nakli yapıyor: "21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz Beldesi­nin üzerine Sent-Teodara tepesine Galatanın doğu tarafında­ki sûrunun Kuzey tarafına, şimdiki İngiliz Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar yerleştirildi. Padişahın bundan mak­sadı, Galata Cenevizlilerini korkutmaktı. Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu oyalama elzemdi, geri taraflarda donan­manın gemilerini nakile yarayacak çalışmaları, bunların fark etmemesi tedbirini almak demekti. Bahse konu yere üslendi­rilen bataryalar, güllelerini küçük beldenin evlerinin üstünden aşırarak, zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan ge­milerini bombardıman etmekle vazifelenmişti. Böylece gemi­lerin karadan nakli için yapılan faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.

 

Muhterem okurlarım; Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde, Poskülos'un, her hristiyandaki hoş olmayan tavır gi­bi kaleme aldığı yazıyı örnek olarak sunalım: "Nisanın 20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari hezimet karşısın­da son derece sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü kırpmadı. Tehevvürden yâni kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin, donanmasına galip gelmenin, intikamını almak­tan başka bir şey düşünemiyordu. Güneş doğmadan evvel, Galata'ya hakim olan yüksek tepenin üzerine büyük bir top yerleştirdi. Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı top güllelerini Haliç'deki gemilere atacaktı. Emri hemen yerine getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini henüz aydınlatıyordu ki bu dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa yayıldı. Sim­siyah bir duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde kaldılar." Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun beyanına bakalım: "Bombardıman bir mühen­disin idaresi altında uzun zaman devam etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühen­dis idi. Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince, taşıdığı yükle birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe ile yerlerinden fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen gemilerini zincir boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde buldukları kuytu yerlere çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri Mişel'de: "Toplar durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Os­manlı donanmasının bir denizden, bir denize kara yoluyla naklinin yapılması esnasında engellemek veya tahrip etmek için hiç bir teşebbüsde dahi bulunamadılar." diyordu. Meşhur Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.

 

"Ne Rumlar, ne de Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için sesimizi çıkarmadık demeleri doğru değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla saklı tutmayı bilmişti." Demek­te. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle anlatır:

 

"Nisan'ın 22. günü, kara tarafından bize zarar vermeyece­ğini enine boyuna tetkik eden Sultan Mehmed, Çiftesütun yâni Dolmabahçe önünde bulunan donanmasından bir kıs­mını İstanbul limanına geçirmek için plânlar yaptı. Bizim aleyhimizdeki tasavvurunuda çok seri birşekilde tatbik etme ye muvaffak oldu. Bu merhametsiz gaddar'ın (!) nasıl hare­ket ettiğini anlamanız için onun düşüncesini aşağıda İzah edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun almak için do­nanmasını şehrin limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi. Donanması iki mil uzakta demirliydi. Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi. Donanmanın bulunduğu Bosfor (Boğaziçi) sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim sırtın boyunca de­vam edip, üçmil süren bir yol tesviye etdi. Yol, tamamen dü­zeltildiğinde yola boylu boyuaca bir çok yuvarlak ağaç dizdi­ler.

 

Bu ağaçları; Galata Cenevizlilerinden satın aldıkları zeytin­yağları ile domuz yağı ve sade yağ ile öyle yağladılar ki pa­dişah, gemilerinin bazılarını İstanbul limanına geçireceğini gözüne kestirdi küçük ebattaki Fusta ile işe başlandı. Bu fus-ta yuvarlak ağaçların üzerine konuldu. Askerler çekmeye başladı. Çok kısa zaman zarfında Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına kadar indirtti.

 

Osmanlılar bu icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görün­ce; onbeş kürekli, yirmi kürekli hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye koyuldular. Eğer padişah, eii altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak bir alay Türke mâlik ol­masaydı bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese inanılmaz ve gayri mümkün gelirdi. Türkler o derece kalabalıktılar ki bu gemilerin her biri mükemmelen silahlandırılmıştı. Her vazife­ye hazır 72 parça gemiyi İstanbul limanına indirdiler. Bu da Türklerin, Beyoğlu Cenevizli'leriyle sulh hâlinde bulunmaları yüzünden gerçekleşti." Demektedir.

 

Şulomberje; Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle yo­rumluyor: "Venedikli tabib'in bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu harikulade harp ameliyesinin târihini, oldukça güzel bir su-retde hülâsa eder. İstanbul muhasarasının en meşhur vakala­rından biri olan bu operasyon beklenilen kat'î başarıyı temin edememişsede, kesin netice üzerinde gayet ehemmiyyetli bir te'sir vücuda getirmiştir." Rum tarihçi Kritivulos ise, olayı da­ha geniş ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur. Şöyleki:

 

"Sultan Mehmed; İstanbulu zaptetmekten ibaret olan mak­sadına vasıl olabilmek için, ne suretle olursa olsun, bu şehrin limanına sahip olmak lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda bütün vasıtalara başvurdu. Pek maharetli bir karar aldı. Bu kararı yerine getirmek suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu. Bahriye mühendislerine ve bunların tayfalarına, Boğaz sahi­linden, Halic'e kadar çok çabuk, kızaklı yollar yapmayı em­retti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş olan bu kızak yolları bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa sekizstad (bir bizans ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış kirişlerden meydana gelmişti. Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle temizlenip, düzeltilen arazi, yol güzergâhının yansini teşkil eden tepenin zirvesine kadar hızla yükseliyor bura­dan da aynı hızla Halic'e doğru iniyordu.

 

Bu kızak yollan bir yığın amele tarafından tasavvurun üze­rinde bir hızla yapılabildi. O zaman Hz. Padişah; her iki yanı­na İstinat olması için uzun kirişler denen büyükçe keresteler­den meydana gelmiş kızakların üzerine gemilerini ilerletti. Sonra bu gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak suretiyle kızak üstüne sıkısıkıya yerleştirdi.

 

Pek uzun olan gemi direği halatlarını teknelerin eğilim gösterdiği noktalarına da bağladıktan sonra bu kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine kısmen elleri ile makara ve çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla çektirdi" Sekiz mil uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana getiren yuvarlak ağaçlar 13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe haline getirilmiş, aynı itina ile yağlanmışlardı.

 

Kızak yahut beşik şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her birinin üzerine harikulade yoldan sevk edilecek gemi­lerden birini çekiyor ve kızağın yanlarındaki, uzun kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu kitlelerden her birini suyun dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu garip seyahate başlardı. Önceleri küçük to­najda yâni fusta'larla tecrübe yapılmıştı. Tepeye gemiyi çek­me ameliyesinde Türkler, manda da kullandılar.

 

"İşte sevgili okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2. Mehmed Hân'ın fethi temin etmek için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve fennin bütün icâblarından istifadeyi ve kullan­ma suretiyle Beşiktaş önlerinden Dolmabahçe, Taksim tari­kiyle gemileri yukarıya çekip oradan da Kasımpaşa civarın­dan Halic'e indiren kızak yol, milletimizin ne büyük bir zekâ ve teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir delil teşkil eder. Ge­mileri; karadan da yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rah­metler dilerken, önce tırmanan sonrada büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun Boynuz denen, Halic'e indirilen fustalann, yelkenlilerin mürettebat ve savaş erlerinin, gemiyle yaptıkla­rı, bu kara yolculuğunun başarı ve zevki içinde şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle geminin yelkenlerini fora edip, görün­mez bir mai (su) üzerinde enginlere açılmaya hazır ve de açılan yelkenleri dolduran rüzgârın sesi ve bununla tatmin-i zevk'in zirvesine yükselen, mücahidini islâm ve denizlerin yi­ğitleri levendler, pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde bulundukları mesrûriyeti, teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek naklimizi tamamlamış olalım. Çalışmamızın bu­rasında; 2001 senesi fetih haftasını değerlendirmeye çalıştı­ğımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü adlı programı­mızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Baki­ler ve Bülent Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gu­rup tam programımızı kapatmak üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben de Radyo/Çağ dinle­yenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine tercü­man olmuş Bülent Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap okurundan kıskanmak olmaz diye düşünerek, sayfamı­zı süslüyor ve şiirin, bir akrostiş çalışma olduğunu da hatırla­tıyorum:

 

 

 

Kan Ağlıyor!

 

 

Fırtınalar gibi kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Tâ­rih kitapları seni yazamadı / İnsanlığa bir örnektin Sen! / Ha­di gel artık bu zamana gel / * Ne yaptık? Biz sana? / Elleri­miz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz, soluğumuz kesildi! / Lâl oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor Fâtih; bir bak! / Bülent Karaçam25/4/2001