FATİH SULTAN (II.) MEHMED HAN :
Babası: Sultan II. Murad Han
Annesi: Hürfıâ Hatun
Doğum Tarihi: 1432
Vefat Tarihi: 1481
Saltanat Müd.: 1451-1481
Türbesi: İstanbul Fatih Camii Yanında Yatar.
Tahta Geçişi
Cennetmekân Sultan Murad'ı Sâninin, Cennetbahçelerine uçtuğunu
bildiren haberi alan Sultan 2. Mehmed, derhal atına atlamış ve «Beni seven
arkama düşsün» diye bağırarak Manisa'dan hareket etmişti. 2'nci defa cülus
edeceği Osmanlı tahtının bulunduğu taht şehri Edirne'ye doğru birSeba rüzgârı
hızıyla mesafeleri yutmaya başlamıştı. Üç gün içinde Gelibolu'ya geldi.
Gelibolu'da iki gün dinlenip arkasından koşanları bekledi. Onları da bir
intizama soktuktan sonra, istikbâle hükmedecek Sultan, Edirne'ye ilerledi.
Devlet-i Osmaniye'nin ileri gelenleri, kumandanlar ve ahalî kendisini
karşılamaya çıkıp tebrik ve taziyelerde bulunuyorlar ve mutlu saltanatını
müjdeliyorlardı.
Taht odasında resmî biat merasimi yapıldı. Biat merasiminden
sonra sadrazam Çandarlı Halil Paşa'ya vazifesinde bırakıldığı, kızlar ağası
Şahin ağa vasıtasıyla duyuruldu. Sultan 2. Mehmed'in ilk cülusunda pek
anlaşamadığı Çanlarlı Halil Paşayı vazifede bırakması, babasının vasiyeti
üzerine olmuştu. Çünkü bu güngörmüş sadrazam, Sultan Murad-ı Sani'nin tahta
yeniden geçmesi için çok ısrarda bulunmuştu. Bu husus bütün tarih yazarlarınca,
Sultan 2. Mehmed'in Çandarlı'ya kızgın ve kırgın olduğu intibaını vermişse de
biz bu fikre evet diyemiyoruz. Bunu da şöyle izah ederiz: Daha 15 yaşındayken
«Eğer padişah isen gel ordularının başına geç, yok padişah ben isem;
emrediyorum gel ordularımın başına geç» diyen bir zekâ şahı, tertemiz kalbinde
kin taşıyacak bir devlet reisi değildi. İslâm milletinin hayrına olan her iş
için değil tahttan, canından dahi feragat edecek kadar yüksek bir mertebe
sahibi sultandı.
İshak Paşa'ya, iltifat makamına geçecek bir vazife verildi. Merhum
Padişah Murad-i Sani'nin pâk cesedini toprağa koymak üzere Bursa'ya nakle
memur heyetin riyasetine tayin olundu. Zağnos Paşa'yi yanına getirten padişah,
Has Müşavirlik vazifesini kendisine tevdi etti. Merhum babasının haremlerinden
olan Sırp Prensesi Mara'yı Sırbistan'a iade ederken, kendisine geçimini
'ahatça sürdürebileceği maaş tahsisiyle beraber, Sırp Kralına da hediyeler
gönderdi. Daima iyi münasebetler içinde olma arzusunda olduğunu bildirmesi için
Prenses Mara'ya vazife verdi.
Bizanstan, Mora Despotlarından, ülahtan, Raküzadan, İstanbul
Galatadaki Cenevizlilerden, Midilli, Sakız ve Rodos adalarından ve şövalyelerinden
elçilik heyetleri gelmişti. Hepsine hüsnü kabul gösteren Sultan; Raküza
Cumhuriyetine, vergilerini bundan böyle beşyüz altın zamlı olarak ödemelerini
bildirdi.
, --
Yine Karamanoğlu
Konya hakimi Karamanoğlu hanedanın başında bulunan Karamanoğlu
İbrahim bey; Selefi Mehmed Bey'in söylediği gibi «Bizim Osmanoğluyla olan
düşmanlığımız mezara kadardır» düsturuna bağlı bir adamdı. Ne umduysa kendi
malumudur. Bermutad isyana kalktı. MenteşeoğlUj Germiyanoğlu, Aydınoğlunu da
bu isyana teşvik etmişti.
Ne varki İbrahim bey suçu unutmuştu. Genç padişah çok enerjik,
kararlı ve büyük İşler yapacak meziyetlerle mücehhez bir sultandı. Derhal
anadolu Beylerbeyi İshak Paşa'ya orduyu seferber edip hedefin Karamanoğlu
olduğunu bildiren fermanını gönderen Padişah, kendisi de çabucak hazırlandı.
Karamanoğlu İbrahim Bey, kısa zamanda kuvvetli bir orduyu
karşısında bulacağını tahmin etmediğinden, ayrıca
kendisine Anadolu'da taraftar olabilecek bir kuvvet bulamadığından
derhal aman diledi.
Sultan 2. Mehmed; selefleri gibi bu fitneye yumuşak kalma
niyetinde değildi. O işi kökünden halletmek istiyordu. Fakat merhum babası
vasiyyetinde; İki Cihan Serveri Efendimiz (s.a.v.)'in tebşiratına nail olması
için yetiştirdiği oğlunu il işinin mutlaka Kostantaniyye (İstanbul'nin hesabını
görmesi olmasını hassaten belirtmişti.
Derler ki;
Cenab-ı Hakk'ın sevgili kulu Murad-ı Sâni Hz.leri, zamanının
büyük velisi, Hacı Bayram Veli Hz.leriyle sohbet ederlerken, bu mübarek
zat'tan, Hazreti Padişah Kostantaniyye için sual eder ve der «Sultanım; acaba
bu fetih bize nasib olmaz mı?» Gelen cevaba bakınız: «Bu beldenin fethini ne
siz ne de ben vücudu fanî'mizle göremeyiz. Bize denir ki; şu oynayan çocuk ile
kapuda dikili bizim köse'ye nasibtir.»
Evet oynayan çocuk 2. Mehmed ile kapuda dikilen Ak-şemseddin'den
başkası değildi.
Sultan 2. Murad, vasiyyetine koyduğu fetih meselesinde her halde
bu tebşirata da istinat ediyordu.
Bizans Kayseri de bu sırada bir münasebetsizlik edip yanında
bulunan Şehzade Orhan Sultana verilmekte olan tahsisatın arttırılmasını,
isteği yerine getirilmezse Orhan Sultanı salıverip, devletin başına mesele
çıkaracağı tedidini savurmuştu.
Kayser yapmış olduğu bu teklifle, Sutan 2. Mehmed'e büyük bir
fırsat tanımış oluyordu. Çünkü Kostantaniyye'yi feth etmekten başka bir
düşünceye öncelik tanımayan Padişah; tahta geçişi sırasında heyet gönderen ve
iyi münasebetler içinde olmayı temenni eden Kostantin Dragezes'in yakasına,
kudretli parmaklarını nasıl geçireceğini düşünen buna vesile arayan Sultana bu
teklif nefis bir bahane olmuştu.
Boğaz Kesen Hisarı'nın İnşaası
Karamanoğlu meselesi münasebetiyle Anadolu tarafına geçmiş'plan
Hazreti Padişah Bursa'dan Edirne'ye avdet ederken Kocaeli üzerinden Göksuya
gelip Güzelce Hisar adıyla anılan şimdiki Anadolu Hisarının izine üstü açık muvakkat
bir camii yaptırıp, otağını da Anadolu Hisarına hâkim bir tepeye kurdurup karşı
kıyıda bir kale inşaasına başladı. Bu kalenin inşası için;
Derler ki;
Hz. Padişahın Anadolu Hisarının içine yaptırdığı muvakkat camiden
sonra Otağı hümayununun Hisara hâkim bir tepeye kurdurmuş olması, Kayser'in
dikkatini çeker ve elçiler göndererek maksatlarını öğrenmek ister. Gelen
heyete Hz. Padişah «Kayser'e söyleyin bu sûr'un karşısına düşen yerde bir
manda gönü kadar yer istiyorum, yoksa karşına çıkar oraları irademe alırım»
der.
Elçiler, Kayser'in yanına dönerler ve durumu anlatırlar. Kayser
«Zaten oralarda dahi hükmümüz pek sökmüyor, bari bir manda gönü (derisi) verin
onun kadar bir yer onun olsun» der.
Bîr mandanın yüzülmüş derisi Sultan Hazretine gönderilir. Sultan
Hazretleri; Kayser'in yolladığı bu deriyi bir saraciye ustasına verir ve iplik
inceliğinde tek bir sicim yumağı haline getirmesini tenbih eder. Saraç bu
deriyi sanatının en büyük ustalığını göstererek bir sırrım yumağı haline
getirir ve Hazreti Padişah takdim eder. Padişah fustalarla (küçük gemiler)
karşıya geçip bu sırım yumağının yettiği kadar bir alanı çevirir, işaretler.
Padişahın fustalarla karşı yakaya geçtiği haberini alan Kayser yine elçilerini
gönderir, ne yaptıklarını sordurur.
Padişah; «Bize verdiğiniz gön kadar yeri işaretliyorum», der.
Elçiler, biz size manda gönü kadar yer verdik, siz ne kadar yer
işaretlemişsiniz derler.
Hazreti Padişah; «Verdiğimiz gön elimde bu hale geldi, ben de o
kadar yer işaretliyorum», der.
Elçiler; bunun üzerine «Bu işi akıllarının alamadığını söylerler.»
Hazreti Padişah târihlere geçen şu muazzam cevabı verir.
«Bizim hakikat kıldıklarımıza, sizin hayaliniz bile ulaşamaz.»
Hazreti Padişah askerî ehemmiyet ve denizin avantajını pek
isabetle kuİanarak bugünkü Rumeli Hisar'nın inşaasina başladı ve çok kısa bir
zaman olan dörtbuçuk ayda inşaatı tamamlattı. Üç büyük kuleye, her kule
inşaatına nezaret eden vezirlerinin isimlerini verdi. Zağanos Paşa Kulesi, Samca
Paşa Kulesi, ve Çandarh Kara Halil Paşa Kulesi olarak hâlâ isimleri muhafaza
olunur. Bu kulenin ehemmiyetini belirten en güzel dizelerden biri olan
Enverî'nin Düsturnâmesin-den merhum Profesör Mükrimin Halil Yinanç'ın naklinden
almayı uygun bulduk.
«Nice kal'a-i incilayin bir hisar Görmedi âlem İçinde rüzighar
Hüsrevânî küp gibi çok toplar Atılır göklere andan küpler Ne gemi kaçamaz andan
kelebek Kim ururlar topla geçse sinek»
Evliya Çelebi bu Boğaz Kesen Hisarına (Rumeli Hisarına) yüzbeş
adet top konduğunu bildirir.
Bu Boğazkesen Hisarını tamamlatan Sultan Hazretleri maksadını
verdiği isimle dahi açıklamış olmuyormuydu? BOĞAZKESEN
Çandarlı Halil Paşa
Padişah Hazretlerinin tek meşgalesi Kostantaniyye'nin fethi idi.
Bazı vezirler ve sadrazam Halil Paşa fetihten pek ümit-var değildiler. Bu
mesele dîvanda konuşulduğu zaman bazı itirazlarda bulunurlardı. Hatta bazı
tarihlerde muhasara sırasında Bizans halkının ümidi kırılıp teslime
hazırlandığı sırada güya, Halil Paşa haber göndermiş biraz daha dayansınlar,
muhasara yakında kalkar, diye haber göndermiş de Bizans halkı yeniden gayrete
gelmiş, muhasara o yüzden uzam:ş. Biz deriz ki, bu mümkün değildir Çünkü
Çandarh ailesi, bu devletin kuruluşunda büyük vazifeler almış insanlardan müteşekkildir.
Belki dîvanda itirazlarda bulunmuştur.
Çünkü bu yaşlı veziriazam, Timur belâsının devleti ne hallere
düşürdüğünü görmüş, devr-i fetreti geçirmiş Osmanlı Devletinin ne fitne ve
fesatlar içinde kaynadığını müşahede etmiş ne zorluklar geçirilerek bugünlere
gelindiğini biliyordu.
Veziriazam Halil Paşa ve itiraz eden zevat ihanetten değil
geçirdikleri badirelerin acısını unutamamış ve yine o badirelere düşülme
korkusundan itiraz ediyorlardı. Bu yalan ve iftiralar tarihlerimizden inşallah
temizlenir ve bu yüksek karakterli insanların haklan yerine konur. Daha da
ileri giderek şunu deriz ki, Fatih Sutan Mehtned gibi bir fetih ve gönül
sulta-nının Çandarh'nın hiyaneti olsaydı o mücessem kai'anın sûr'una o zatın
ismini verdirir ve o ismin kullanılmasının devamına müsaade eder miydi? diye
biz de bir sual sorarız.
Buraya bir film olayının da koyarak bu mevzudaki görüşümüze son
vermek isteriz. 1950'den sonra bir mason'un idaresinde çevrilen «İstanbul'un
Fethi» adlı film'de ki, bu yerli bir filmdir. Bu filmin maalesef Koca
Veziriazam bir hain olarak gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir
susamışlık içinde olan müslümanlar, o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın
gitmişler ve susuzluklarının bir bölümünü bu aldatma dolabında hafifletmişlerdi.
O filme göre, Büyük Çandariı Hali] Paşanın hiyanet içinde olduğuna inanarak
yılarca bu görüşe sahip olarak kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve
Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar
hamdolsun bu görüşlere iştirak etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah
kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı
hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla
seslerini yükseltirlerken Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha
Ayverdi Hanımefendinin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1.
ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı
eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bİr şeye Allah'ın iradesi taaluk
edecek, bütün kâinat aksine çalışsa geri döndüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans)
benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan
değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ
deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü
itirazın kapısını kapatmıştı.
Topların Dökülmesi
Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli
bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine
başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan
Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile
silâhlanınız»mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek
mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar
döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip
çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift
öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top
perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle
atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef
etti.
Sûrların Önünde İslâm Mücahidleri
857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu
başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi.
Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapı haricinde işgal etmedik bir yer
bırakmayarak öncülük vazifesini bihakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce
Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb
sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos
Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti.
İcab ederse de Galata'yı işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizillerin
elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri
Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, geceleri ise bütün
kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.
*
Fetih'de Osmanlı Donanması
Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı
gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini
Balta Umanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli
salibin kuşat-filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak
gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar,
o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir
bölümünü bu aldatma dolabında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarlı
Halil Paşanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak
kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş
olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak
etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah
kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı
hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla
seslerini yükseltirlerken Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha
Ayverdi Hanımefendinin "Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1.
ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı
eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bir şeye Allah'ın iradesi taaluk
edecek, bütün kâinat aksine çalışsa geri dondüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans)
benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan
değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ
deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü
itirazın kapısını kapatmıştı.
Topların Dökülmesi
Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, urban isimli
bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine
başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan
Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile
silâhlanınız)' mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek
mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar
döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip
çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift
öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top
perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle
atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef
etti.
Surların Önünde İslâm Mücahidleri
857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu
başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi.
Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapi haricinde işgal etmedik bir yer
bırakmayarak öncülük vazifesini bihakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce
Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb
sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos
Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti.
İcab ederse de Galata'yi işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizlilerin
elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri
Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, geceleri ise bütün
kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.
*
Fetih'de Osmanlı Donanması
Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı
gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini
Balta Umanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli
salibin kuşat- filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak
gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susamışlık içinde olan müslümanlar,
o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir
bölümünü bu aldatma dolabında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarlı
Halil Paşanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak
kalmışlardı. Tabiiki hakikatları bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş
olduğu mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak
etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah
kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı
hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla
seslerini yükseltirlerken Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha
Ayverdi Ham-mefendinin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları)) adlı eserinin 1.
ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrûse-i İstanbul» adlı
eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bİr şeye Allah'ın iradesi taaluk
edecek, bütün kâinat aksine çalışsa geri dondüremez. Eğer ol kal'anın (Bizans)
benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan
değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ
deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü
itirazın kapısını kapatmıştı.
Topların Dökülmesi
Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli
bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine
başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan
Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi şeriflerinden «Düşmanın silâhı ile
silâhlanınız»
mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek
mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar
döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip
çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift
öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top
perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle
atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef
etti.
Surların Önünde İslâm Mücahidleri
857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu
başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi.
Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapı haricinde işgal etmedik bir yer
bırakmayarak öncülük vazifesini bîhakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce
Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'ya sevk ettirip, Eyüb
sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos
Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti.
İcab ederse de Galata'yi işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizlilerin
elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri
Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, gecelen ise bütün
kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.
*
Fetih'de Osmanlı Donanması
Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dörtyüz parça irili ufaklı
gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile sonradan Baltaoğlu'mum ismini
Balta Limanı olarak alacak yerde dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli
salibin kuşat-filmdir. Bu filmin maalesef Koca Veziriazam bir hain olarak
gösterilmiştir. Çok uzun yıllar islâmî bir susarnışlık içinde olan müslümanlar,
o tarihlerde çevrilen bu filme akın akın gitmişler ve susuzluklarının bir
bölümünü bu aldatma dolabında hafifletmişlerdi. O filme göre, Büyük Çandarh
Halil Paşanın hiyanet içinde olduğuna inanarak yılarca bu görüşe sahip olarak
kalmışlardı. Tabiiki hakikatlan bilenler ve Hazreti Fatih'in ihraz etmiş olduğu
mertebei makamın ne olduğunu anlayanlar hamdolsun bu görüşlere iştirak
etmemişlerdir.
Evet... Sultan 2. Mehmed Hazretlerinin fetih gayretinin, maazallah
kötü bir akıbetle sonuçlanması, bu güngörmüş vezirlere mazideki acı
hatıralarını akıllarına düşürüyordu. Bu vezirler yine birtakım itirazlarla
seslerini yükseltirlerken Hazreti Padişahtan şu cevabı aldıklarının Samiha
Ayverdi Hanımefendinin «Türk Tarihinde Osmanlı Asırları» adlı eserinin 1.
ciltinin 281. sh.inde, Tâcizade Cafer Çelebi'nin «Mahrüse-i İstanbul» adlı
eserinden nakletmeyi pek lüzumlu bulduk. «Bir şeye Allah'ın iradesi taaluk
edecek, bütün kâinat aksine çalışsa geri döndüremez. Eğer ol kal'anin (Bizans)
benim elimle feth olması mukadder olmuş ise, burç ve bârusu taştan topraktan
değil de, demirden olmuş olsa, mum gibi eritip yumuşak eylerim.»
Kılıcı gibi, sözü gibi kalemi keskin azîm ve irade sahibi, mânâ
deryalarında kulaçlar atan Padişahın yukarıdaki sözleri artık her türlü
itirazın kapısını kapatmıştı.
Topların Dökülmesi
Bütün kışı muhasara için hazırlıkla geçiren Sultan, Urban isimli
bir Macar'ın yeni usul bir top icad ettiğini ve Sultana hizmet için kendisine
başvurmasını gayet müsait karşılar. Çünkü Hazreti Padişah; İki Cihan
Serveri'nin (S.A.V.)'in mübarek hadisi şeriflerinden (Düşmanın silâhı ile
silâhlanınız»
mealindeki hadisin zahiri ve batini mânalarını ihata edebilecek
mertebede idi. O vakte kadar emsalleri görülmemiş büyüklükte toplar
döktürülmüştü. Hele bunlardan bir tanesinin namlusuna bir adam rahatça girip
çıkıyordu. Bu topa «Şâhî» ismi verildi. Bu top Bizans surları önüne elli çift
öküzle iki ayda getirilebildi. Bizanslıların kuvve-i mâneviyelerini bu top
perişan ettiyse de bu toptan fazla istifade mümkün olmadı. Zira çok büyük gülle
atıyor ve geç soğuyordu. Bir defasında patlayarak etrafındaki efradı da telef
etti.
Surların Önünde İslâm Mücahidleri
857 Hicrî, 1453 Milâdî senesi Nisan başında mücahidler ordusu
başlarında Sultan 2. Mehmed olduğu halde Bizans surları önünde görünmüşlerdi.
Timurtaşzâdelerden Karaca Paşa, Silivrikapi haricinde İşgal etmedik bir yer
bırakmayarak öncülük vazifesini bîhakkın yerine getirdi. Hazreti Padişah önce
Eğrikapı önlerine inmişti. Bilâhare büyük topu Top-kapı'y3 sevk ettirip, Eyüb
sahilinden, Zeytinburnu'na kadar olan araziyi muhasara altına aldırdı. Zağnos
Paşa; Kâğıdha-ne deresinden yürüyüp Şişli ve Beyoğlu tepelerini işgal etti.
İcab ederse de Galata'yı işgal edecek idi. Galata o zamanlar Cenevizİllerin
elinde olup, bunlar iki yüzlü bir politika takib ediyorlardı. Gündüzleri
Osmanlı Ordusunun isteklerini yerine getiriyorlar, geceleri ise bütün
kuvvetleriyle Rumlara yardım ediyorlar idi.
*
Fetih'de Osmanlı Donanması
Baltaoğlu Süleyman Paşa kumandasında dortyüz parça irili ufaklı
gemiden müteşekkil donanma, Emirgân körfezi ile
sonradan Baltaoğlu'mum ismini Balta Limanı olarak alacak yerde
dizilmiş olarak bekliyordu. Bu arada ehli salibin kuşatmada olan Bizans'a
yardım olarak gönderdiği beş büyük kalyonun geleceği istihbar edildi. Bunun
limana girmemesi, yardımlarını gerçekleştirmemesi için tertibat alan donanmamız;
o tarihlerde denizciliğimizin daha emekleme çağında olmasından ve boğaz
sularının kendine has akıntılarının ve gemilerimizin çoğunluğunun küçük boyda
olmasından doiayı tutuşulan savaşta manevra kabiliyeti fazla olan ehli saiib
kalyonları kaçmayı başarmışlardır. Bu kısa savaşta gözüne bir ok isabet eden
Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın «Bir başa bir göz yeter» deyip oku kendi eliyle
çıkardığı tevatür rivayettendir. Durumu Beşiktaş sahilinde vezirleriyle takip
etmekte olan Padişah Hazretleri, ehli salip gemilerinin kurtulduğunu görünce
beyaz atını mahmuzladığı gibi denizin içine dalar. Bazı tarihlerde çok kızan
Hazreti Padişahın Baltaoğlu Süleyman Paşa'ya vuz sopa vurduğunu yazarlar. Biz
deriz ki, bu tarihçiler ya hiç sopa yememişler veya sayı saymamışlar. Bir
gözünü kaybetmiş ve bulunduğu yerden ayrılmayan bir paşasını dövecek adam
değildir. Hazreti Fatih... Ola ki, muvaf-fakyetsizlikten dolayı azarlasın.
Batılı tarihçiler, Bizans mukavemetçilerinin sayısını çok eksik
göstermeye çalışırlar. Askerî kuvvet olarak dokuzbin kişi olduğunu söylemek
küstahlığında bulunurlar. Halbuki surların uzunluğu göz önüne getirilirse bu
dokuzbin kişinin bir tek kapıyı bile müdafaa edemeyeceği kesindir. Ayrıca bu
muhasarada devrinin en ileri silâhı olan muazzam toplarla işe başlayan Osmanlı
Ordusu, ayrıca serdengeçtilerden bazılarının lâğımlar açarak şehre girmeye
çalıştıklarını göz önüne alırsak bu nasıl bir dokuzbin keferedir ki, her yere
yetişmişlerdir. Daha beş sene evvel onların 200 bin'er kişilik ordularını
60.000 kişilik kuvvetle Kosova sahralarında, Varna Önlerinde perişan
eylemiştik. Hiç olmazsa bunu göz önüne alarak 9 bine bir sıfır soyarak 90.000'e
çıksınlar bakalım.
Yalnız şunu ilâve etmek icab eder ki, bu muhasaranın tahmini
yapan Kostantin Dragazes çok daha evvelden iki kiliseyi birleştirme çabalarına
başlamış ve bir hayli de merhale kat etmişti. Hatta bir defasında Asayofya'da
Katolik âyini icra olunmuş, Kostantin ve Bizans ileri gelenleri âyinde bulunarak
birleşmeyi kesinleştirmek metodunu seçmişlerse de Patrik Kenadyus ve bağlıları
bu âyini Ayasofya'yı telvis (pisletme) saymıştır. (Ne var ki, Bizanslının dahi
Papanın bu âyinini red etmesine rağmen biz Müslüman olarak camiden müzeye
tahvil edilen Ayasofya'ya Papa'Iarın gelip dua etmelerine müsade ediyoruz.
Cenab-ı Hak bize akıl ve izan nasib etsin) Papanın serpuşunu Bizans'ta
görmektense müslümanla rın sarığını görmeye razı hale gelmiş bir Bizans ahalisi
de mevcuttu.
Ak Şeyhin Kerameti
Kostantaniyye'nin fâtihi iki tanedir. İlki gönül fatihleridir ki,
bunlar uzun yıllar evvel İstanbul'da yerleşmiş İslâm müca-hidleridir. İkincisi
ise madde plânında, sebeb dünyasında ya-şayib adetullaha riayetle can verip şan
alan, kan döküp kal'a alan İslâm mücahidleridir. Bu mücahidler ordusunun mânevi
mimarı Ak Şemseddin Hazretleri, Sultan 2. Mehmed'İ Kostantaniyye'nin fethi
için daima teşvik etmiş, desteklemiş ve onun ve ordusunun muvaffakiyete
ulaşması için Rabi Âlâ'ya niyaz ve tazarruda bulunuyor idi. Bir gün Sultan
Hazretlerinin Kutlu otağına şu haber ulaştı. Ak Şeyh, keşif yoluyla Peygamber
Efendimiz (S.A.V.)'in mihmandarı Hazreti Ebû Ey-yüb'ül Ensârî'nin kabri
şeriflerini bulmuştu. Bu haber İslâm ordusunda bir müjde olarak kabul olundu.
Mücahidler ordusunun kuvve-i mâneviyesi en yüksek dereceye vardı.
Çünkü bu kuvve-i mâneviyenin yükselmesi için sebeblerin en büyüğü
bu büyük sahabinin hayatında mündemiç idi. Medine'de bir gün Kur'an-ı Kerim
okurken cihadla ilgili ayetlere gelince doksan yaşındaki bu aksakallı sahabi
ayağa kalkar zırhını kuşanır, kılıcını beline takar, okunu yayını alır. Ben
Halifenin ordusuyla cihada gidiyorum, der Evlât ve torunları baba sen yaşlısın,
o iş bizim işimiz artık, derlerse de o mübarek sahabi vecd halinde, kimseyi
dinlemez ve Halifenin ordusuyla Beldeyi Tayyibeye cenge gelir ve burada
şehadet mertebesine de nail olur. Bu doksan yaşından sonra cihada çıkan
sahabinin kabrinin bulunuşu fethin yakınlığının işareti olduğu aşikâr
olduğundan, bülbülün gül dalına konması gibi, zaferin de İslâm mücahidlerinin
ağuşuna gelmesinin sembolü olmuştur. Dolayısıyla kuvvei mâneviyyelerinde tezayûdüne
vesile olmuştur.
Gemilerin Karadan Yürütülmesi
O kerim ve Devletlü Padişah, Boğazkeseni yaptırırken Bizans
elçilerine «Benim hakikat kıldığım yere sizin hayallerimiz bile ulaşamaz»
derken bu muazzam olayı da herhalde kastetmiş olmalıdır. Bu muazzam olayı biz
anlatırken bir gemiye bir tank yükleme zorluklarını düşündüğümüzde bundan
beşbuçuk asır evvel karada yürütülen gemileri, aç karnımızı doyurmak ve çıplak
bedenimizi giydirmeye ancak yeterli olan aklımızla yapmanın zorluklarını da
düşünmesini bilmeliyiz.
Dolmabahçe'den (o zamanki adı Yeni Hisar) yukarıya döşetilmiş
keresteler yağlanmış ve gemiler bunların üzerinde Öküzlerin çekmesi ve
mücahidlerin bilek güçleri ile asılmalarının yanında derviş gazilerin Hû
Allah! Hû Allah! zikirleri arasında Halic'e indirilen gemiler sabahleyin Bizans
halkınca, Halic'in sularında seyir ederek Bizans'ın geri hatlarını da topa
tuttuğu görülünce, bütün ümitleri bir balon gibi söndü. Çünkü limanın ön
tarafına gerdikleri zincir orayı korumuştu amma; akıllan durduran bu harika
olayın gerçekleşmesine mâni olamamıştı.
Derler ki;
Halic'e inmiş gemilerden geri hatlarına atış yapılan Bizans'ın
hâlâ gevşemediği müdafaaya devam ettiği görülür. Ehlullahtan olan hazreti F^tih
durumu tefekkür eder ve ol perdeler açılıp ona ayan olur. Cibali Baba derler
bir suflî velî duası berekâtı ile bunlara zarar ilişmesine mânidir.
Secdeye kapanan Hazreti Padişah, Rabbi Zülcelâle yalvarır yakırır
ve der ki, «Ya rabbi; eğer İki Cihan Serveri'nin hadîsi şeriflerinde
müjdelediği emir bensem tebcil eylediği asker bu askerse buna mâni olanı sen
bilirsin, onu kabz eyle)» diye dua eder. Ve dua Cenab-ı Hak indinde kabul
olunup Cibali Baba kabz olunur ve siyanetten mahrum Rum taifesi, zarara ve
ziyana uğramaya başlar.
Kati Ve Son Hücum
Fatih muhasaranın sonlarının geldiğini hissediyor, fakat mürşidi,
efendisi Ak Şemseddin Hazretlerinden durumu öğrenmek fethi müyesserin ne gün
olacağını sormak üzere Şâir Mahmud Paşa'yi iki defa Şeyh'in otağına gönderdi.
İkinci gidişte cevab gelmişti. «Cemaziyel evvel ayının onsekizinci gecesinin
şafağında umumî bir taarruz yapılırsa Allah'ın inaye-tiyle fetih müyesser
olacaktır.» dendi. Derhal hazırlıklara giriliyor, bütün gece Orduyu Hümayun
ibadet ve savaş hazırlıkları İle meşgul oluyor. Bütün kumandanlar birliklerini
dolaşıyor, onları hazırlıyorlardı. Şafak sökerken Beyaz Atının üzerinde
bembeyaz elbiseler içinde Hazreti Padişah ordunun en Ön safında kılıcının zafer
pırıltılarını aksettiren parlaklığıyla hücum emri veriyor. Düşmana bizzat
taarruza geçiyor. Artık zafer İslâm'ındır. Kostantaniyye zaferler Sultanın
oluyor. Fatih ona lâkap, İslâmbol Kostantaniyye'ye isim oluyor.
Hazreti Peygamber (S.A.V.) Hendek Savaşında sahabinin kıramadığı
bir taşı parçalarken çıkan kıvılcımda gördüğü Sultan bu Sultandı ve asker bu
askerdi.
«O ne güzel bir emir, o ne güzel bir askerdi.»
Fatih Sultan Muhammed Han ve İslâm Ordusu Osmanlı Ordusu idi.
Evet muhasara 53 gün sürmüş, Ak Şemseddin Hazretle-ri'nin
müjdelediği gün feth olunmuştu. Hicri 857, Milâdî 1453 29 Mayıs Salı günü İslâm
Ordusu müjdelerin gerçekleştiğini ilân ediyordu.
Sırbistan Seferi
Kostantaniyyeyi, İstanbul Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, yirmi
gün kaldığı bu yeni beldede intizamı temin ettikten, Rum ahalinin İslâm içinde
gösterilen şartlarını yâni Hıristiyanların dini inanç ve ibadetlerine yön
verecek patriklerini seçtikten sonra bugünkü İstanbul Üniversitesinin bulunduğu
yere bir saray yapılmasını irade etmişti. Yine payitahtı olan Edirneye dönmeden
son bir iradesiyle Karadeniz kıyılarından beşbin ailenin İstanbul'a
getirilmesini ve yerleştirilmesini emretmişti.
Edirne'ye bir çok ülkenin sefaret heyetleri geldiler. Tebriklerini
sundular ve bir çok hediyeler de getirdiler. Bunların içinde Sırbistan Elçi
Heyetinin durumu özellik teşkil etti. Eskiden Osmanlının olan bazı kaleler
yine Sırblara geçmiş idi. Bunların bazılarını kurtarmayı düşünen Sırblılar, bu
kalelerden bir kaçının anahtarını hediye olarak gönderip Fatih Hazretlerinin
gözünü boyamak istediler. Fakat Hazreti Padişah, Avrupa serhadlerindeki siyasî
durumları pek yakından takip ediyordu.
Kral Yorgi, Sırbistan krallığı ile alâkası olmadığı halde bu
yerlere ve Sırp krallığına sahipleniyor ve ayrıca Sultan 2. Murad'ın Haremi
Prenses Mara'nın hakkını da gasb etmiş bulunuyordu.
Sultan Fatih Sırb elçilerine «Yorgi bir iki parça köhne kal'a ile
aldatmak ister, onun ancak Sofya dibinde küçük bir sancağa hakkı olabilir»
diyerek niyetini bildirmişti.
Kral Yorgi bu haberi alınca birtakım dahilî tertibatlar aldı. Aile
efradını yanına alarak Macar kralı makamında bulunan Yanko Hünyad'ın himayesine
girdi. Topladıkları hafif süvari alayları ile Sırbistan ve Bulgaristan'a dahil
olup şehirleri yağma ve yıkmaya, insanları kana boyamağa başladılar. Tırnova
civarına kadar geldiler Askerimiz onlara yetişemeden Tu-na'nın öbür tarafına
geçtiler.
Hazreti Padişah süratli birliklerle Sırbistan'a dahil olup bir çok
yerleri zabt etti. Ostrovice'yi muhasara altına aldı. Bir müddet de
Semerdire'yi sıkıştırıp güzel bir ders verdiler. İleri gelenlerden ellibin kişi
esir topladılar. Firuz Bey kumandasında bir miktar asker bırakıldı. İstenilen
muvaffakiyet elde edildiğinden Hazreti Fatih Edirne'ye döndü.
Sultan Hazretlerinin avdetini haber alan Hunyad ve Yorgi yeniden
saldırdılar. Bu sefer yanlarında birçok hristiyan delvetlerin ordularından
birlik vardı. İslâm askerinin çoğunu şehid ve kumandan Firuz Bey'i esir
aldılar.
Padişah hemen Şehir köyü tarafına sefer çıktıysa da Hunyad
Macaristan içlerine kaçtı. Yorgi ise padişaha senede otuzbin altın vergi
vererek sulh teklifinde bulundu. Fatih Hazretleri bunu muvafık gördü. Hicri
858/Milâdl 1454.
Bu anlamadan bir kaç ay sonra Evranos zadelerden İshak Paşa'nın
oğlu İsa Bey, Sultan Fatih'e ulak göndererek Sırbistan'ın fethinin zamanıdır,
diye bilgi sundu. Hicrî 859/Milâdî 1455 yılında Sırbistan'ın büyük bir bölümü
Devleti Osmaniye'nin hududlarına İlhak olunmuş oldu. Padişah Hazretleri oradan
Kosova'ya inerek /Hüdavendigâr Sultan 1. Murad Hazretlerinin şehadet yerini
ziyaret etti ve Hatmi Şerif tilâvet olundu. Oradan Selanik yoluyla Edirne'ye
geçildi. Bu Selanik yolu ile dönüşte Solakzâde nam tarihçi Hamza Bey'in donanmasının
Padişah Hazretlerini naklettiğini söylerken gemiye şarab da yüklendiğini
yazar.
Merhum Mizancı Mehmed Murad Bey bunu fevkalade bir isabetle red
eder. İslama bağlılıkta emsâü az bulunur bir insan olarak gördüğü Hazreti
Fatih'in içkiyle katiyyen alâkası olmadığını belirtikten sonra tarihlerden
böyle iftiraların temizlenmesini pek isabetli olarak tavsiye ediyor. Şimdi
biz merhum mizancı Mehmed Murad Bey'e bu mevzuda iştirak ederek diyoruz
ki; Batılı tarihçiler bu tip iddiaları bizim kaynaklarımızda bulmasalar bile
eninde sonunda İslâm düşmanı olduklarından bu zatlara iftiradan kendisini
alamazlar. Peki bizim olan Solakzâde merhum böyle bir şeyi olmadan nasıl
yazabiliyor. Sultan Hazretlerinin işrette olmadığı ihraz ettiği manevî
makamları münasebetiyle de aşikârdır. Şu halde bu zatlar nar şurubu vesaire
şurubları içtiklerine göre şurubların şarab gibi okunması ihtimali daha ağır
basmakta olduğu intibaını veriyor bize.
Belgrad Muhasarası
Belgrad'ı almaya karar veren hazreti Fatih Sırbistan'a dalarak
önüne gelen yerleri çiğneyip geçti. Muhasaralarda en önemli silâh şüphesizdir
ki toptur. İstanbul'un fethinde kullanılan bu topların buralara taşınması çok
zor olduğundan Sultan Hazretileri yüksek dehası sayesinde seyyar top dökümhaneleri
kurdurmuş, her muhasaraya gittikte muhasara yerinin icabına göre toplar
döktürüyor idi. Bilhassa hesaplarını kendi yaparak mucidi olduğu Havan Toplan
çok önemli vazifeler görüyordu. Burada şu durumu mutlaka belirtmeyi lüzumlu
görüyoruz: Bilindiği gibi zamanımız Ekonomi Şeytanı ismini verebileceğimiz
salgın bir hastalığın insan şuuruna yerleşip her şeyi madde açısından
görmelerinden dolayı manevî hayatı red veya lüzumsuzluğuna kail olanların
matees-
süf çok olduğu bir zamandır. Bazı görüş sahiblerİ kardeşlenip
mİz tarihi islâmiyet'ten verdikleri misallerle; yanlış yola sapmış
ekonomi Şeytanının tuzağına düşmüşlere yol göstermek isterler. Ne var ki onlar
esir oldukları maddî dünyalarından halâs olamayıp bu tavsiyeleri ve misalleri
kulak arkası ederler. Her muhasara edilen kal'anın hususiyetine göre top döktüren
ecdadının acaba sanayii ile ekonomik bir olayın gerçekleştirildiğini
düşünebilirler mi? Belgrad kal'ası önünde 320 adet muhtelif ebat ve sistemde
top döktüren Hazreti Fatih, İslâm milletinin yüksek vasıflarından birini
ortaya koymuş olmuyor muydu? Hâlâ harp sanayini kuralım mı, kurmayalım mı
münakaşası yapılan memleketimizde ne acip ve üzücü bir haldir bu münakaşa.
Ecdadımız bu münakaşaları değil yapmak, düşman kalesi ve siperleri önünde,
onlara göstere göstere harbin gerekli silâhlarını imal ediyordu. Yâ-rabbi sen
bu millete izan nasib eyle, harb sanayini kurmasına vesile olacak intibahi
lûtfeyle.
Çünkü atalar sözüdür: «İstersen sulhu salâh hazır ol cenge».
Biz gene Belgrad önlerine dönelim.
Belgrad önlerinde üçyüzyirmi adet top döktüren Sultan, kaleyi
muhasaraya aldı. Ayrıca ikiyüz parça küçük gemi Tuna nehri yoluyla Belgrad
önlerine getirilmiş yarım ada şeklindeki şehri, Tuna ve Sava nehirlerinden de
muhasaraya katıldılar.
Belgrad kalesi kolay alınır bir kale olmamakla beraber İstanbul
surlarını aşmış bir ordu için her halde zor değildi. İşte bu muhasaraya böyle
bakıldığından olacak ki netice iyi olmadı. Evvelâ hedefin Belgrad kalesini
almak olduğu açıkça ifşa olundu. Halbuki Belgrad kal'ası Avrupa'ya açılan bir
kapı idi. Papalık, Osmanlı Devleti'nin maksadını öğrenince bütün hıristiyan
dünyasını ayağa kaldırdı. Yanko Hünyad'ın komutasında çok büyük bir ordu
teşkil edildi. Ayrıca gayet iri kalyonlarla mücehhez bir donanma da bu ehli
salip seferinde vazife aldı. Ehli salip donanması Tuna ve Sava nehri üzerinde
muhasaraya katılan donanmamıza şiddetli bir saldırda bulundular. Maalesef hâlâ
denizlere hâkim olabilecek duruma gelememiş donanma bu savaşı kaybetti fakat
gayet akıllıca bir davranışla gemilerini kendileri yakarak düşman eline
geçmesine izin vermediler.
Donanmanın bu mağlûbiyetine rağmen muhasaraya devam edildi. Bir
hafta sonra umumî bir hücumla şehre girildi. Ve bir kısmı işgal olundu. Lâkin
şehrin öbür ucundan, Yanko Hünyad komutasındaki ehli salib ordusu da şehre
girmişti. Osmanlı Ordusunun çok az bir bölümü Karaca Paşa başlarında olduğu
halde şehre girebilmişlerdi.
Şehir içine giren mücahidler ricat yolunu seçmeyip düşmana pala
savurmayı cana minnet bildiler ve başlarında sevgili paşaları Karaca Paşa
olduğu halde vuruşa vuruşa şe-hidlik mertebesine vasıl oldular. Karaca Paşa'nın
kale içinde kalışı, şehadetinin kesin oluşu Hazreti Padişahı çok üzdü, bütün
tedbiri terkedip kale kapısına dört nala kaldırdığı atıyla yalın kılıç
saldırdı.
Düşman içinden çok iri bir silâhşor Hazreti Padişahın üzerine
koştu. Onun hücumunu ustaca bir manevrayle savuşturan Sultan kılıcını öyle bir
hırsla indirdi ki herifi baltanın kuru bir kötüğü ikiye yarması gibi başından
aşağıya kadar ikiye ayırdı. Etraftan koşanlar padişahı tek başına kaleye hücum
etmekten zor caydırabildiler. Karaca Paşa'nın şehadeti bütün azeb askerinin
kuvvei maneviyyesini altüst etmişti. Onlar intizamsız bir şekilde dağılmaya
başlayınca durumu gören Yanko Hünyad ve Yorgi hücumlarını otağı Hümayuna doğru
sevk ettiler. Azeb askeri iyice dağılmış bir miktar Yeniçeri ile Kapıkulu
askeri başlarında en güzel emir Hazreti Fatih olduğu halde çok kanlı göğüs
göğüse, kılıç kılıca bir savaş yaptılar. O gün savaş meydanını^ rakibsiz
cengâveri Hazreti Fâtih idi. Omuz üstünde baş bırakmıyor, bir yandan da
sistematik bir şekilde ordunun geri çekilmesini idare ediyordu. İşte bu sırada
ayağından hafif bir yara alarak gazilik rütbesine nail oluyordu.
Bir müddet sonra altıbin kadar İslâm ordusu süvarisi savaş yerine
yetişince mukavemet dengeye dönüştü. Bir müddet sonra da düşmanı ordugâhdan def
etmeye muvaffak oldular. Padişah bunu bir mağlûbiyet olarak telâkki edip firar
edenleri bulduğu yerde bu dünyadan da, ordusundan da terhis ediyordu.
Ehli salip ordusu ise son derece telefat vermiş, Yanko Hünyad dahi
aldığı yaraların tesiriyle bir müddet sonra bu dünyadan terki can eylemişti.
Kral Yorgi ise o çoktan ölmüştü. Hicri 860/Milâdî 1456. Sultan Fatih bu
seferden sonra kendisine çıkacağı seferin nereye olduğunu soran vezirlerine
«Sakalımın bir teli bundan haberdarsa onu yolup atarım» diye cevap verdiği
söylenir.
Mora'nın Fethi
İstanbul'un İslâm'a ram olmasından sonra Mora yarımadası birden
bire anarşi ve kargaşaya sahne oldu. Kostantin Dragazes'in kardeşleri Tomas ve
Dimitri Dragazes Mora'dan kaçmak için hazırlıklara başladılar. Bu sırada
Hazreti Fatih bunlara gönderdiği bir emirle yılda onikibin altın vergi verdikleri
takdirde vazifelerinde kalabileceklerini bildirmişti. Bu haberi alan bu iki
kardeş kalmak mı zor gitmek mi zor düşüncesi içindeyken ve kalmağa karar
vermek üzereyken ahali bunların kaçma haberini almış olduğundan iyice galeyana
geldi. Bir de Manue! Kantakuzen kendi hesabına bu İki kardeşin aleyhine kıyam
etti. Üstelik de Arnavud sergerdelerinden «Topal Petro», Fatih Hazretleri
tarafından taleb edilen oniki bin altını kendisinin ödöyeceğini iddia ederek
kıyama kalktı. Artık işler çorbaya dönmüştü. Korent Muhafızı Hasan Bey; durumu
Hazreti Padişahın otağına bildirdi.
Sultan Fatih Hazretleri; işi ehline vermeyi hem Cenabı Hakk'm
kitab-ı Muhkemindeki âyeti kerime ve bu yüce emri uygulamaktan bir an bile
ayrılmayan ced'inden tevarüs eylemişti. Mora işinin ehli de Turhan bey idi.
Turhan Bey'în yanına verdiği bir müfreze ile daha evvel yapılmış Mora seferlerinin
bu usta emektarını Mora'ya gönderdi. O havalide herkes Turhan Bey'in namını
bilir, sevgiyle karışık bir korkuyla kendisine tâbi olurlardı. Ve nitekim
ileri gelenler Turhan Bey'i hemen karşıladılar. Turhan Bey.,, kendilerini hüsnü
kabul ile karşılamakla beraber babacan bir tavırla azarladı. Adaletsizlikle
memleketin idare olunamayacağını anlattı. İslâm'ın muvaffakiyetinin iyilere
mükâfat, kötülere ceza vermekte kusursuz ve adil olmaktan geldiğini izah etti.
kendilerini düzeltmezlerse Hazreti Padişahın memleketlerini işgal edeceğini
bildirdi.
Turhan Bey, Dimitri ile Tomas'ın hükümetlerini tasdik etti. Onlara
asî olanları da cezalandırdı. Böylece dış görünüşte sükûnet temin olundu. Fakat
Tomas İstanbul'un müslüman-ların eline geçmesi yüzünden yok olan Doğu Roma
kayserli-ğini yeniden kurmak ve bu unvanla anılmak sevdası iie yanıp
tutuşuyordu. Bu hülyalarını gerçekleştirmek için ise durmadan fitne ve
fesadlar karışıyordu. Tomas vahşetini arttırmış, yanına davet ettiği
akrabalarını çocukları ile beraber hapse atarak onları açlıktan öldürdü. Ahaya
Prensinin damadının gözlerini oyup, kulak ve burnunu kestirip ayak ve kollarını
kırdırdı.
Lâkin bu sırada istimdad feryadları da dergâhı Padişahıye
varmıştı. İşte Hiristiyan batı'mn insanı buydu. Bunların zulmüne, birbirlerine
yaptıkları haince, canavarca işkencelere Allah adına, insaniyet namıma son
vermek müslümanlara düşüyordu. Hey batıl ve vahşî Avrupa; sen nasıl bir mantığa
sahipsin ki, senin dindaşına ve ırkdaşına adalet ve insanca hayat yaşamayı
getiren müslümanlara «Barbar Türkler» dersin.
Hazreti Fatih, Mora'ya yürürken ilk feth ettiği kale Tarsus
kal'ası idi. Buranın muhafızları savaşa lüzum kalmadan teslim olduklarından
kendileri eman ile mükâfatlandılar. Lâkin ertesi gün bir iç darbeye teşebbüs
ettiklerinde derdest yakalanıp elleri, ayaklan güzel bir sopadan geçirilip
hurdahaş olundular. Bunun üzerine küffâr bu kale'nin ismini değiştirip Tokmak
Hisarı koydular. Akıllarınca dayaktan geçirilen ihanet ehli kale muhafızlarına
yapılan sanki işkenceymiş de bu isim ebediyyen bu barbarlığı haykıracakmiş!
İşte bu Avrupalı böyledir. Hem sandalı sallar hem de fırtına var diye feryad
eder. Hicrî 862/Milâdî 1458 yılını gösteren tarih, Mora'nın tamamı ve
Yunanistan'ın büyük bir bölümünün Osmanlı hu-dudlarına dahil ve sancak
beylerine taksim olunmasına şahit oluyordu.
Adaların Fethi
Adaların fethine Edirne'nin yegâne iskelesi olan Aynos iskelesini
almakla başlandı. Arkasından Limni, Midili donanmayı hümayhuna boyun eğmişti.
Rodos iyice sıkıştırılmış ve İstanköye asker çıkarılmıştı. Arkasından İmroz,
Taşoz feth olunmuş idi. Bu suretle Rumeli sahilindeki adalar zapt olunmuş
oldu. Bu sırada Midilli adası halkının büyük bir bölümü İstanbul'a nakil
olundu.
Sadaretten azledilen Mahmud Paşa kaptanı deryalığa getirilmiş, bu
zat tenzili makama rağmen hizmetten fütur getirmemiş, tayin buyrulduğu
vazifede büyük muvaffakiyetler göstermiş, donanmayı bir güzel İslah edip
intizama koymuş, yıllanmış Venedik savaş gemilerini bucak bucak kaçmaya mecbur
bırakmıştı. Bu arada da Akdeniz'in en mühim adalarından olan Girid Kıbrıs'tan
sonra gelen Eğriboz adasını feth eylemişti.
Venedik Muharebesi Ve İskender Bey Gailesi
Çanakkale Boğazının tahkimatını yapmaya karar veren Hazreti Fatih,
derhal işe girişti. Rumeli sahilinde seddülbahir, Anadolu sahilinde ise
Çanakkale istihkamları yapıldı. Her iki tarafa da otuzar adet büyük toplar
yerleştirildi.
İstanbul'un deniz tarafındaki surları da sağlamlaştırıiıp top-lada
donatıldı. Bu arada Kadırga limanı da temiz ve intizamlı bir liman haline
getirildi. Bu arada Hazreti Fatih dünya siyasetine yüksek vukufunun en önemli
delillerinden biri sayıla bilecek olan şu manevrayı yaptı. Midilli adasında
Floransa'îı-lara bir imtiyaz tanıyarak onları Venedik ve ehli salib kışkırtıcısı
Papa'nın gizli toplantılarından haberler getirmekle kullandı. Bu arada da
Arnavutluk Beyi, İskender Bey gailesine son vermek zamanı geldiğine karar verdi.
İskender Bey, Venedik himayesine girmiş bütün Arnavutluk sahilini
Venediklilere müstemleke gibi vermişti.
Venedikliler İşkodrayı bile kendi şehirleri gibi kullanıyorlardı.
Buna mukabil İskender Bey, İslâm mücahidlerine karşı yaptığı savaşlarda bunlardan
yardım alıyordu. Sultan Fatih'in gönderdiği müfrezeler bunları ovalarda
yaptıkları savaşlarda yeniyor buna mukabil İskender Bey kuvvetleri dağlara
çekilip mücahidleri üzerine çekince galibiyet onda kalıyordu. Bu savaşlardan
birinde İskender'in kardeşlerinin oğullarından biri esir edilmişti. Bu adamın
ismi Hamza Bey'cii. Kendisine bir miktar asker verildiği takdirde bu işin
sonunu getireceğini söylüyordu. Yanına bir miktar kuvvet verildiyse de bir
netice almak mümkün olmadı. Ancak bu savaşlardan birinde İskender Bey çok büyük
bir bozguna uğradı. Ordusunun en cengâver askerinden beşbin kadarı bu savaşta
can vermiş, o yetmiyormuş gibi en kıymetli arkadaşlarından Müzahi telef olmuş,
üstelik de Debreli Musa adlı bir sergerde de Sultan Fatih tarafına iltica etti.
Bu sırada Hazreti Fatih başka işlerle meşgul olunduğu için İskender Bey'e Şimal
(Kuzey) Arnavutluk sancağı verilerek bu sancak beyliği İskender Bey'e tevdi
edilerek bir mütareke yapılmıştı. Bu mütarekenin şartlarından biri İskender
Beyin oğullarından birini dergâhı Hümayuna göndermesi idi. İskender Bey bunu
açıkça red etmemiş oğlunun küçük olduğunu ileri sürmüştü. Sultan Hazretleri de
bu mütarekeyi bozmak istemediğinden üzerine varılmadı. Çünkü siyasal durum
büyük bir harbin alâmetlerini hissetirmeğe başlamıştı, Hicrî 864/Milâdî 1460.
Bu mütareke üç yıl kadar devam etti. ne var ki, üç sene geçtikten
yâni Hicrî 867/Mİlâdî 1463 yılında Papa İkinci Pius bir ehli salip ordusu
tertib etti. Bu ehli salip kuvvetlerine İskender Bey'i de katmak için, Draç
Piskoposu Ancelo'yu vazifelendirdi. Bu cerbezeli adam başlangıçta İskender
Bey'i kandırmağa muvaffak olamadı. İskender Bey, ben, ahde imza koymuşum, besa
demişim, diye teklifi geri çevirebiliyordu. Lâkin Ancelo, bir dinsize karşı
(hâşâ) verilen sözün hükmü yoktur, diyerek İskender Bey'i kandırmaya muvaffak
oldu. Rahip Anceio bu muvaffakiyeti yüzünden kardinalliğe terfi ettirilirken,
Osmanlının başına yine püsküllü belâ olarak İskender Bey savaş alanlarına
yürümüştü.
Önce Şeremet Bey, sonra da Balaban Bey'in müfrezeleri ile yaptığı
savaşlarda kâh mağlûb, kâh galib oluyordu. Ne var ki, bir sürü zarar verdiği
meydanda idi. Bunun üzerine Hazreti Fatih bizzat kendisi bunun üzerine yürüdü.
Fakat İskender Bey, dağlara kaçtı. Arazinin verdiği avatajlardan istifade
ederek Sultan Hazretlerini çok uğraştırdı. Şunu hemen ilâve etmek icab ediyor
ki, basınımızda Gazete oiarak şöhretini yapan bir gazete çıkardığı Binbir
Temel adlı seri kitaplarda Acem kılıcı gibi iki taraflı bir kesme yaparak
bazen fevkalâde güzel eserlerin gün yüzüne çıkmasını temin ederken bazen de
son derece mide bulandırıcı kitaplar da yayınlamaktadır. İşte bu mide
bulandırıcı kitapların başında Türk Dostu diye tanıtılan La Martin tarihidir.
Yedi kitap halinde çıkartılan bu kitap, bu İslâm milleti içine bir sürü nifak
tohumu atan bir kitaptır. İşte bu kitapta Hazreti Fatih gibi bir zâtın
karşısında İskender Bey bir dev gibi gösterilir. Ve İskender Bey'in Hazreti
Fatih tarafından hiç mağlûp edilemediğini ileri sürer. Şüphesiz kesin galibiyet
için iki taraf kuvvetlerinin birbirleriyle bir meydanda kat'i bir netice için
çarpışması icab eder. Devamlı kaçan bir taraf, kovalayan tarafa galib gibi
gösterilmek istenirse buna bitaraf tarihçilik, yok Türk dostu gibi lâkablar
verilmez. Haçlı ruhunu içinde muhafaza eden ve kusmuğunu kibar sözler ve
hareketlerle üzerimize avuç avuç b... atar gibi tarafgir ve İslâm düşmanı
olarak vasıflandınlabilir. Bu La'martin tarihini okuyanlar bilsinler ki,
Osmanlı Tarihini bu adamdan öğrenmeye kalkmak, Dini İslâmı müsteşriklerden
öğrenmek kadar batıl ve tehlikelidir. Bu mülâhazamıza bir misalle son vermek
istiyoruz. Günümüzün İslamcı gençliğinin yapısında bir yeri olan bir yazar,
kendisine sataşan bir gazeteciye neden cevap vermediğini soranlara, bir
rovelver patladı diye kırkikilik top ateşlenmez, diye nefis bir cevap
vermiştir. İşte bu olay da, Sultan Fatih bir Cihan Fatihi; İskender Bey İse
bir dağ birliğini komutanıdır. Mukayese olunmaz mukayese yanlıştır.
Bahtsızlıktır. Maksatlıdır. Biz gene mevzumuza dönelim. %
Bu uğraşmalardan bıkan Sultan Fatih, İskender Bey'in etrafını
çevirtip dıştan gelen yardımları kesmeğe muvaffak olduktan sonra ordusunun
büyük bir kısmı ile çekildi. Zaten az sonra da İskender altmışüç yaşında
Venediklilere ait olan Leş şehrinde öldü.
İskender Bey'in ölümünden sonra Arnavutluk seve seve Osmanlıya
tâbi oldu. Ne var ki İşkodre. daha evvel yazdığınız gibi adeta Venedik
tasarrufunda idi. Hadim Süleyman Paşa kuvvetleriyle burayı muhasara etti. Harp
sanayimizin kendimize ait oluşunun faydalarını dile getiren bu kuşatmada toplar
İşkodra kalesinin önünde o kalenin icabatına göre döküldü. Ve topa tutuldu,
açılan gedikten İslâm mücahidleri daldı-larsa da şehri ele geçirecek bir
kuvvetle giremediklerinden bir müddet göğüs göğüse çarpışıp geri çekildiler.
Kalenin mukavemete imkânı kamamış, ikinci bir hamleyi karşılamaya hâli yokken
bu sırada Hadim Süleyman Paşa'ya gelen bir emir muhasaranın derhal
kaldırılmasını icab ettirmişti. .Buğdan Bey'i isyan etmişti. Bunun te'dip
edilmesi gelen emirde yazılıydı. Demek ki vakti saati gelmemiş olan fetih;
vaktini bekliyecekti. Hicrî 880//Milâdî 1475. Nevar ki üç sene sonra Hazreti
Padişah bizzat ordusunun başında olduğu halde Ve-nedik'i sulha razı ettiğinden
fetih gerçekleşecekti.
Boğdan İsyanının Bastırılışı
Hadim Süleyman Paşa gelen emir üzerine İşkodra muhasarasını
kaldırmış ve Boğdan üzerine yürümüştü. Tuna'dan Eflâk yakasına geçtiler. Ne var
ki yorgun ve hastalıkara tutulmuş ordu, yollarda birtakım yağma ve çapul
hareketlerine başladılar. Boğdan hâkimi bu haberi aldığından birliklerini
muntazam bir hale koydu. Dağılma durumuna düşmüş olan İslâm Ordusu bu muntazam
birlikler tarafından tutulduğu yerde imha edildi. Maalesef pek çok şehid
verildi. Hadim Süleyman Paşa dahi kendisini zor kurtardı. Bu haberi alan Yüce
Padişah ordusunu o tarafa çevirdi. Bir ormanın içinde istihkâm kurmuş olan
Boğdanlılann üzerlerine açtığı kesif top ateşinden ürken Yeniçeriler, düşmanın
üzerine yürümeyince, savaş alanlarının bu kahraman Sultanı eline aldığı kalkanı
ile tedbirin almış, Cenabı Mevlâ'nın koruyuculuğu sayesinde bizzat düşmana
hücuma geçince, Kapıkulu askeri ve daha sonra Yeniçeriler gayrete gelerek o ormanı
Boğdanlıya mezar ettiler. Yiğitler can verdiler, cennete alındılar, gaziler
can aldılar, şan verdiler. Yüce İslâm askeri ve onun dahi Sultanı Hazreti Fatih
zafernâmesine bir sayfa daha ekledi.
Trabzon Kayserliğinin Ve İsfendiyar Beyliğinin İlhakı
Rumeli ve Avrupa'daki meseleleri hâl eden Yüce Padişah,
Akıncılarına, Avrupa ovalarını işaret etmiş, atlarının nallar: ile buralarının
tozunu, naraları ile kulakların tozlarını, gürz ve kılıçları ile vücudlarını
ortadan kaldırıcakları yerleri hedef olarak göstermiş ve zaferlere âşinâ
gözlerini Anadoluya çe virmişti.
Trabzon, İstanbul'un fethinden sonra bir Kayser'lik hüviyetine
bürünmüş Rumların kıblegâhı ve yeniden can bulma ümitlerine bir istinat olma
hâline gelmişti. Arada İsfendiyar Beyliği toprakları uzanıyor, Karadeniz
Ereğlisi ve Amasra limanları Cenevizlilerin adeta nüfuzu dairesinde
bulunuyordu.
Bu iş böyle başıboş bırakılırsa Anadolu'nun yeniden kaynamağa
başlaması işten bile değildi. Mısır Sultanına, Hacca giden yolların
menzillerindeki su sarnıçlarını yaptırması için haber gönderen ve bu
sarnıçların yapılmasında kullanılacak maddî yardımı da beraberinde göndermekle
suih içinde meseleleri hâl etmeyi gaye edinmiş bir Padişahı Cihan elbette
hüküm ferman olduğu ülkesinde bir dinamit fıçısı barındırmak istemezdi. O
fıçıyı yok etmek ve o fıçıyı meydana getirmeye çalışan elleri kırmak, mel'un
baş'larını koparmak şüphesiz vazifesiydi.
Sadrazam Mahmud Paşa, ilkbahar mevsiminde Amasra önüne gitti ve o
sırada da Hazreti Padişah, Bursa üzerinden yola çıkmıştı. İlk muvaffakiyet
Amasra'da elde edildi. Amasra; Cihan devletinin şanlı ordusunu ve donanmasını
karşısında görünce derhal teslim oldu. Peşinden Sinob'u da feth eden Sultan;
Amasra, Sivas tarikiyle (yoluyla) Erzincan'a oradan da Erzurum yoluna düşünce
asıl maksad anlaşıldı. «Maksat anlaşıldı» sözü üzerine çok kısa hatırlatma
yapılım. Hz. Fatih seferi nereye murad ettiğini hiç bir zaman söylemezdi.
Ancak yapılan hazırlıkların azlığı ve çokluğu buna bir ölçü teşkil edebilirse
de bu da kesin bir tahmini icab ettirmezdi. İşte bu Yüce Sultan sırrın
esrarını muhafazaya sıkı sıkıya bağlı bir zât idi. Evet maksat Cizun Hasan'dı.
Uzun Ha-san'ın bir darbe alması icab ediyordu.
Akkoyunlu devletinden ve Uzun Hasan denilen bu zattan 3İr nebze
olsun malûmat verelim. Timurlenk'in ölümünden sonra birbirine düşen oğullarının
kavgaları, Akkoyunlu aşireti =xniri Uzun Hasan'a bir deviet tesis etmesine
fırsat vermişti. 3u devletin hududu epeyi de geniş ve yekpare idi. Yâni
dev-etinin içinde başka bir ükenin toprağı yoktu. Ham hayali, Ti-murlenk'in
kurduğu bir devlet gibi büyük topraklara sahip bir jlke tasarlamaktı.
Yüzbinlerce askerî havî, bir ordusu vardı.
Uzun Hasan, bir sene önce Hazreti Fatih'in huzuruna gönderdiği
bir elçiye, Devleti Osmaniyye'nin tâ Çelebi Sultan viehmed zamanından başlayan
her sene hediye gönderilerek devamı temin edilecek dostluğun nişanesi olan bu
hediyele-in gönderilmediğini bu zamana kadar geçen vakit zarfında tunların
yekûn olarak ödenmesini talep etmişti.
Yüce Sultan Mehmed Fatih Han bu talebe karşı bütün ciddiyet ve
nezâketini muhafaza ederek şu ince ve tarihi cevabı verdi: «Sizi bana gönderen
üzün Hasan Bey'e selâmlarımı götürünüz. Talep ettiği şeyleri vermek üzere
geiecek sene bizzat kendim geleceğim, o vakit görüşüp, konuşabiliriz.»
Bazı tarihçiler bu cevabı veren Hazreti Fatih'i, derhal Yıldı-ım
Bayezid cennemekânın, Timurlenk'e verdiği
cevab mukayese ederek Fatih Hazretlerini takdir edip, Bayezid
Hazretlerini sert mektuplarından dolayı kötülemeğe çalışırlar. Bu İslâm milletinin
evlâdları çok iyi bilirler ki hal ve keyfiyet her zaman aynı olmaz. İnsanların
meziyetleri de bir presten çıkma imalât gibi tıpa tıp olmaz.
Uzun Hasan, Koyunlu Hisarını nüfuzu Osmanlı hududu dahilinde
olmasına rağmen gaflete düşerek zorla ele geçirdi. Bunun üzerine bir Osmanlı
müfrezesi, Gedik Ahmed Paşa kumandasında Koyunlu Hisar'a gönderildi. Bu müfreze
Koyunlu Hisar'ı muhasara altına aldığı gibi etraftaki yerleri de şöyle bir
bastı. Uzun Hasan yardım kuvvetleri gönderdi. Gedik Ahmed Paşa ve mücahidleri
gelen bu orduyu da perişan ettiler. Uzun Hasan bu mağlûbiyetten ürkdü ve
validesi Sara Hatunu ve ulemadan Şeyh Hüseyin nam bir zatı elçi tayin edip
Hazreti Fatih'in otağına gönderdi. Sulh talebinde bulundu.
Sultan Fatih gelen heyeti ve Uzun Hasan'ın validesi Sara Hatunu
«Validem» diyerek hürmetle kaşıladı. Ve kendisine Trabzon'a yapacağı seferde
Uzun Hasan bîtaraf kalırsa ona ilişmeyeceğini söyledi. Uzun Hasan buna evet
dedi. Ancak Hazreti Fatih Sara Hatunu salmadı, en derin hürmet ve sevgi ile otağı
hümayununda ağırladı ve Trabzon önlerine kadar götürdü. Sara Hatun, her
münasebet düştükçe Hazreti Fatih'i Trabzon'a gitmekten caydırmaya çalıştı. Sarp
dağlardan geçerken atlardan inip bir hayli yaya yürümek zorunda kalınıyordu.
Bu zahmetleri müşarıide eden Sara Hatun: «Oğul, muazzez vücudunun bunca
zahmetlere maruz bırakmasına nice Trabzonlar bile bedel değildir, deyince Yüce
Padişah şu akıllar durduran manevî sırlan havi cevabı verdi: «Kılıcı cihadı
fîsebiliHâh için kuşanmışım, eğer vazifemi yapmazsam ve gazi olmayacak olursam
yarın ne yüzle huzuru Hak'ka çıkabilirim.»
Trabzon önlerine gelmiş olan Sadrazam Mahmud Paşa kumandasındaki
donanmayı Hümayun, zaferler sultanını bekliyordu. Hz. Fatih, Trabzon önüne gelince
bir elçilik heyeti ter-tib edip Kayser David'e şu teklifi bildirdi: «Eğer
mukavemet etmeden şehri teslime edersen burdaki gelirin kadar sana irad verilip
Rumeli'de «Siroz» şehrinde çoluk çocuğun ile yaşarsın. Yok mukavemet edersen
mutlaka çok ağır cezaya müstehak olursun» dedi.
Kayser David, bu teklifi uygun buldu. Eşi, çocukları ve bendegânmi
yanına alarak deniz yolu ile gösterilen yer hareket etti. Trabzon'un fethinden
dolayı bir çok ganimet Sara Hatuna takdim olunup selâmlar söylenerek üzün Hasan'a
gönderildi.
Anadolu pürüzleri hâl edilmiş, şimdi yalnız Karaman Beyliği tek
pürüz olarak ortada kendini gösteriyordu.
Karaman İlhakı
Karaman Bey'i İbrahim Bey, Osmanlı Devletinin kuvvetiyle aşık
atamayacağını anladığından açık şekilde husumet göstermiyordu. Buna mukabil bir
yandan Gzun Hasan Bey'le, diğer taraftan Papalık ve Almanya İmparatorlukları
ile gizli münasebetler içinde idi. Yalnız şu vardır ki; Avrupa'nın Osmanlı
Devleti ile uğraşacak hâl ve durumu mevcut değildi. Lâkin bu münasebetler
Hazreti Fatih'in et kulağına ulaşmadı.
Karamanzâdelerin an'anevî Osmanlı'ya karşı olan husumeti babadan
oğula tevarüs ediyordu. İbrahim Beyin yedi tane oğlu vardı. Bu aile ana
tarafından Osmanlı'ya akraba oluyorlardı. Karamanlılar, Sultan Fatih
Hazretlerinin halazadeleri idiler. İşte bu yedi oğuldan altısı Yüce Padişahın
halasından dünyaya gelmişlerdi. Bir tanesi ise İbrahim beyin cariyesinden olma
idi. Altı oğlunun Osmanlı'ya meyilli olabileceğini hesab eden İbrahim Bey
cariyeden doğan oğlu İshak Beyi kendisine vâris tayin etti. Ana tarafından
Osmanlı olan altı oğlunu mirasdan mahrum etti.
Beyzadeler bu karara son derece müteessir olarak İsyan bayrağını
açtılar. İbrahim Beyi Konya'dan uzaklaştırdılar. Bunun üzüntüsü ile vefat eden
İbrahim Beyden sonra çocukları miras kavgasına devam ettiler. Bunlardan Pîr
Ahmed Bey Konya'da Karaman tahtına culüs eyledi. İshak Bey bu durum karşısında
üzün Hasan'a başvurdu. Gzun Hasan kuvvetleriyle Konya'ya yürüdü ve Pîr Ahmed,
Sultan Fatih Hazretlerine iltica etti. İshak Bey hükümetini kurdu. Ne var ki
üzün Hasan'ın askerleri Konya'da yaptıkları zulüm ve şenaatle halkın sadece
düşmanlığını kazanabildiler ve hepsi Pîr Ahmed Bey tarafını tutmayı
kararlaştırdılar.
İshak Bey hükümetinin tanınması için Hazreti Padişaha hey'et
gönderdi, padişah, Hazreti Yıldırım Bayezid zamanındaki Çarşamba suyunu hudud
kabul ederse hükümetini tas dik ederim, diye cevap gönderdi. Lâkin İshak Bey bu
mukabil cevabı kabul etmeyince Hazreti Fatih, Anadolu muhafızı Hamza Bey'e Pîr
Ahmed Bey'in tahtına oturtulması için emir verdi. Hamza Bey ve Pîr Ahmed Bey
Konya üzerine yürüdüler. Ermenek civarında İshak Bey'le karşılaştılar. Meydana
gelen savaşta İshak Bey fecî bir mağlûbiyete uğradı ve soluğunu Üzün Hasan
Bey'in yanına iltica edince rahatça alabildi. Silifke kalesi, İshak Beyin
hanımı ve onun küçük olan çocuğu eline kaldı. Tahta geçen Pîr Ahmed Bey
Saklanhisar, Ilgın kalesi ve Akşehir'i bir hediye olarak Devleti Aliyei
Os-maniyyeye takdim ettiler. Hicrî 868/Milâdî 1464.
Lâkin bu çözüm Sultan Fatihi tatmin etmemiş, Karaman'ı mutlaka
Osmanlı sancağı altına alması İcab ettiğini ciddi ciddi düşündürmeye
başlamıştı. Ne var ki Pîr Ahmed Bey yine baba tarafına çeker huyunu
gösterdiği, dün öpmek için kapandığı eli bugün yavaş yavaş ısırmaya başladı.
Bunun üzerine Karaman'a Seferi Hümayun tertib olundu. Sadrazam Mahmud Paşa, Pır
Ahmed'i Konya'dan çıkardı. En sonunda Lârende civarında yapılan şiddetli bir
savaşta Pîr Ahmed hezimete uğradı. Karaman Sancağı adı verildi ve büyük Şehzade
Mustafa Sultan a verildi. Hicrî 872/Miiâdî 1468. Şehzadenin Lalası sıfatıyla
Gedik Ahmed Paşa idareyi ele aldı.
Uzun Hasan İle Otlukbeli Savaşı
Uzun Hasan'ın hemen üzerine gidilmesini düşünen Yüce Fatih
sadrazamlığa yeniden Mahmud Paşa'yı tayin etmişti. Mahmud Paşa, durumu görüyor,
Yıldırım Bayezid Hz.ierinin başına gelen Ankara Savaşı mağlûbiyeti daima önünde
örnek vazifesi ifa ediyordu.
Sultan Fatih derhal orduyu hümayunu harekete geçirip gururundan ne
yapacağını şaşıran, bir İslâm devleti olan Osmanlı'ya karşı, Papa ve
Hıristiyan devletlerle anlaşma zemini arayan bu adama ki, daha evvel annesi
Sara Hatunla selâmlar dahi göndermişti. Şimdi ona hemen haddini bildirmek istiyordu.
Anadolu Beylerbeyi Davut Paşa, Anadolu askerini yanına bir miktar
Rumeli hafif süvari askerinden alarak Sultanın emriyle Konya'da bulunan ve
Üzün Hasan'ın her an taarruzuna uğraması muhtemel Şehzade Mustafa Sultan ve
onun lalası Gedik Ahmed Paşa'nın yardımına gönderildi.
Hakikaten Clzun Hasan da bir ordu tertib ederek başlarına oğlu
Yusuf ve Zeynel mirzaların yanına asıl kumandan olarak Mehmed Bakır Mirza tayin
olunmuştu. Karamanzâde Pir Ahmed Bey ve Kasım bey de bu orduda yer almışlardı.
Şehzade Mustafa Sultan, bunları kemali metanetle karşıladı.
Sultan Fatih Hazretlerinin gönderdiği kuvvette yetişmiş olduğundan bu metanet
daha da ziyadeleşmişti. Kıreli gölü civarında büyük bir savaş oldu. Osmanlı
ordusu savaşı kazandı. Mehmed Bakır Mirza dahi ölüler arasındaydı.
Kara-manzâdeler ise firara muvaffak oldular. Hicrî 877/Milâdî 1473
Bu savaştan sonra orduyu hümayun bir nefes almış oldu. Şark
hududuna doğru tam bir emniyet içinde yürümeğe başladı. Rumeli askeri Gelibolu
Boğazından geçerek Yenişehir'de toplandılar. Resmî geçid yaparak ahaliyi
İslâmiyyenin moralini takviye etme başarısını gösterdiler. Ve tekrar yürüyüşe
devam ettiler. Şehzade Mustafa Sultan ve Şehzade Bayezid Hazretleri de şanlı
askerleriyle birlikte orduyu hümayuna iltihak ettiler. Sivas'a gelince burada
bir müddet dinlenip, eksiklikler tamamlandı. Bu arada Rumeli Beylerbeyliğine tayin
olunmuş bulunan Murad Paşa, seyyar bir müfreze ile önden Erzincan'a doğru
gönderildi.
Üzün Hasan'a gelince Fırat kenarında sağlam bir mevki tutmuştu. Sadrazam
Mahmud Paşa ve Mihaioğlu Ali Bey'in tembihlerine rağmen Has Murad Paşa, üzün
Hasan kuvvetlerine hücum etti fakat bu bir taktik hatasıydı ki, maalesef bu
hatanın neticesi başta Rumeli Beylerbeyi Has Murad Paşa olduğu halde bu seyyar
müfrezenin mücahidleri şehadet şerbetini içtiler. Bazı tarihlerde bu Has Murad
Paşa'nın Bizans'ta ihtida edenlerden olduğunu söyleyen satırlara rastlanmaktadır.
Bu hücumun yapılmaması icab ettiğini söyleyen bu tarihler askeri ile beraber
şehyd düşen bu paşayı istihfamla anar bir duruma getirmiş olduklarının farkında
olmalıdırlar. Biz şeriatı İslâmiye mertebesinde bu meseleye düşmanla savaşarak
şehadet şerbetini içmiş bu askerlerin başlarında kumandanlar Has Murad Paşa
olarak bir şehidler zümresi sayıp kendilerine Allahtan rahmet dilemeyi lüzumlu
görürüz. Niy-yetleri ancak âlemlerin Rabbi bilir, üzün Hasan bu ön savaşta,
Meşhur Turhanzâde Ömer bey ve bazı ileri gelen süvari
birlik komutanlarını huzurunda esir olarak görünce şu ham hayalini
dile getirdi. «Bu seyyar müfreze Rumeli süvarisidir. Bu süvariler Osmanoğlu
ordusunun bel kemiğidir. Ben bu kemiği kırdım. Osmanoğlunun artık bana
mukavemete mecali kalmamıştır. Bundan böyle Rumeli saltanatı, ile devleti
Kayseriyye artık benim olacaktır.» dedi.
Otluk Beli Savaşında Varılan
Netice
Sultan Fatih Hazretleri' yukarıda kısaca tafsilâtını ve'rdiği-miz
olaya rağmen orduyu hümayunu üzün Hasan'ın üzerine yürütmekten vaz geçmedi.
Uzun Hasan ise Baysurt civarına ricat etmiş ise de savaş mukadderdi. Çünkü
ayağı zaferlerle kutlu Padişah avını mutlak yakalamağa, boyundan büyük işler
yapmağa kalkışan üzün Hasan'ın beyni bâlâsına gürz misali yumruğunu vurmayı
kararlaştırmıştı. Şimdiye kadar o sultanlar sultanının karar verdiği şeyi
yerine getirmediğine şahid olunmamıştı. Ve yine karar sahibi devietlü kararını
infaz edecek idi...
Nihayet iki ordu Tercan civarında Otlukbeli'nde karşı karşıya
geldiler. Çok şiddetli bir savaş neticesinde zafer gül yüzünü Osmanlı'ya
gösterdi. Bu muharebede Şehzade Mustafa Sultan ve şehzade Bayazıd Sultan büyük
kahramanlıklar gösterdiler. Uzun Hasan ordusunun Osmanlı ordusu karşısında
tutunamayacağını anlayınca her şeyi yüzüstü bırakıp firar yolunu seçti.
Yüce padişah onu kovalamıya lüzum görmedi. Çünkü netice çok kesin
olarak meydana çıkmıştı. Sultan Hazretleri bu zafere şükür ettikten sonra buna
bir cemile olmak üzere ne kadar kendine hediye edilmiş köle varsa hepsini azad
eyledi. Tarihçi Solakzade bu sayının kırkbin kişiyi bulduğunu kaydeder.
Avrupayla Büyük Savaş Silsilesi
Hazreti Fatih, Hicrî 878/Milâdî 1473 senesi sonunda Ot-lukbelinde
üzün Hasan gailesine son verirken aynı zamanda Avrupa ile savaşıyordu. Avrupa,
üzün Hasan'a bel bağlamış onun muvaffak olması halinde, Timurlenk'in
kendilerine yet-mişbir yıl evvel temin ettiği avantajı yeniden kazanacaklarını
sanıyorlar idi. Halbuki işleri yine yanlış tutmuşlardı. Çünkü ne Üzün Hasan bir
Timurlenk'ti ne de orduyu hümayun, cen-netmekân Bayazıd Yıldırım Hazretlerinin
uğradığı ihanetle yaralanacak bir orduydu. O yetmiyormuş gibi bir de
seyrü-süluk deryasında, Şeyhi Akşemseddin Hazretlerinin irşad ve mânevi
terbiyesiyle Kutbul Evliya makamında bir Sultan karşısındaydılar. Münkir
Avrupalı ne bilsin ki Allah'tan başka istinatgah yoktur. Söz buraya gelmiş iken
buna misal olmak üzere İkinci Halife Hz. Ömer'in bir kıssasını nakledelim.
İki Cihan Serveri Efendimiz Hazretleri (S.A.V.)'den sonra,
tarihlerin kaydettiği en büyük kumandan Halid İbni Velid'dir. Bu savaşların
büyük taktisyeni, meydanların yegane aslanı, vefatında vücudu pâk'ine
bakıldığında yara almamış hiç bir yeri kalmayan bu büyük sahabi İslâm ordusunun
bir istinâtgahı haline gelmişti. Mücahidini İslâm hangi savaşa giderse gitsin:
— «Başımızda Halid bin Velid varken mesele yoktur.»
demeğe başlarlar. Bu artık bir terane haline gelmiş her mücahid
bunu söylemeğe başlamıştı. Bu durumu gören Hz. Ömer derhal gönderdiği bir
emirle Halid bin Velidİ kumandanlıktan almış ve bir köle azadlısını kumandan
tayin buyurmuşlardı. O koca sahâbi büyük kumandan Halid İbni Veiid derhai emre
itaat ederek makamını yeni tayin edilen kumandana bıraktığı gibi bir İslâm
neferi olarak savaşa katılmıştı.
Okurlarımız lütfen buraya çok dikkat buyursunlar. Bu tâyinden
sonra mü'minlerin emiri sordurmuş asakiri mücihidin bu tayine ne diyorlar?
Cevap şu:
— İşimiz Allah'a kaldı Diyorlar.
Hz. Ömer:
— Hah işte şimdi tamam, çünkü mü'minin bütün işi Allah-ladır. Onun
yardımıyladır.
İşte Avrupalı, Allah (C.C.)'un yardımı üzerinde olan bir Velî
Padişahın ve onun mücahidlerinin zaferle müjdelenmiş olduğunu ne bilsin, üzün
Hasan'ı mağlûp ve münhezim bir halde harp meydanından kaçıran Fatih Hazretleri
orada yalnız üzün Hasan'ı yenmiş değil, Hıristiyan taassubunu da parça parça
etmişti.
İşte Hicri 886/Milâdî 1480 yılına gelindiğinde Osmanlı akıncıları
Avsturya önlerinde, İtalya ovalarında. Venedik limanlarında, Kırım adalarında
Livayı hamd sancağını şan ve şerefle dolaştırmışlar ve Avrupayi toptan bir
mağlûbiyyete, her birini teker teker mağlûb ederek duçar etmişlerdi.
Şair Yahya Kemâl bey asırlar sonra şöyle sesleniyordu: «Pür
Velvele çıktı Gedik Ahmed Paşa Otrantoya...
İşt Hz. Fatih kırkdokuz senelik bir ömre böyle büyük olaylar
sığdırmıştır ki bir mü'min bunu mutlaka Cenabı Allah'ın zafer ve nusret vaad
eden vaadinde ve esbaba tevessül etmede olduğunu düşünmek ve kabu! etmekle
mükelleftir. Mü'min'in dışındakinin ne düşündüğü mü'mini alâkadar etmez.
«Sakalımın bir teli seferi ne tarafa yapacağımı bilse, onu
yerinden koparır atarım» diyen bu büyük Velî Sultan Fatih, şehidlik mertebesine
bir dönmeyen dönme olan Jakop (Yakup Paşa.) tarafından azar azar verilen
zehirle nail olmuş, bugünkü Gebze kazası civarında terki can ettikte,
düşmanlarının şükür ayinlerine, bayram yapmalarına ondan kurtulmalarına
sevinçten uçan bir küffar mileti öte yandan kaldığı yerden vazifeyi götürecek
bir İslâm milleti bırakmıştı. Hicrî 887/Müâdî 1481'de Hz. Fatih'in sayılı
nefesini sonuncusunu verdiği günde.
Muhterem okuyucu, Hz. Fatih'in devir ve şahsiyyetini vermeye
çalıştığımız bu bölüme Şâiri Âzam Abdülhak Hamid Tarhan'ın «Merkadi Fâtihi
Ziyaret» adlı nefis şiirin metni ve açıklamasını koyarak noktalamak istiyoruz.
Cenabı Mevlâ Murad oğlu Hz. Fatih Sultan Muhammed'e rahmet ve onun şefaatine
bizleri de ilhak eylesin.
Merkad-İ Fatih'i Ziyaret
Her kuşesinde dehrin, nâm-ı bekâ-nisârın; Şayestedİr denilse âlem
seni mezarın.
Kaldın cihanda biân, her ânın oldu bir devr; Mülki ezeldi güya
tahtında hem civarın.
Sensin o padişah ki bu ümmet-i necibe; Emsâr bahşişindir, ebhar
yadigârın.
Meydân-ı harbi kıldın san*tahtgâh-s şevket; Leşkerdi hep müsellâh
etbâ-i bi- şümârın.
Sen cism idin fenâ-Yâb, ol ruhi câvidâni; Düştün cüda sen amma.
bakîdir iştiharın.
Ettin muvahhidine mülk-i cihâdı meftûh, Sulh oldu anda câri
fermân-ı feyz-bârın.
Mazi o perdei gayb ükşade-i huzurun, Âti, o râh-ı muzlim âmâde-i
güzârın.
Tevhid idi meramın islâm ile enamı, Birleşti ol uğurda ilminle
iktidarın.
Beyt-i Hudâya konmuş câhın metâf-ı eslâf; Durmuş başında bekler,
bir kavm türbedârın.
Takında müncelidir hep beyyinât-ı mânâ, Esrâr-ı !em yezelden
masnû'olan bu darın.
Bir maksada ederdi seyf ü kalem teveccüh, Ahkâmına uyardı kânunu
rüzgârın.
Şemşir kuvvetinde hâmendi lerze-bahşâ Mu'cizdi misl-i hâme
şemşir-i hud'a-kârın
Okşardi zülf-i yârı tedbir-i âdilânen, Çarpandı fikr~i hasma
takrir-i dil-şikârın.
Her şaha böyle tâli' yar olmaz ey şehenşeh, Nâdir geyir nazîri bir
böyle şehriyârın.
Bir dem ü yüzün gülünce âlem bahar olurdu; Misl-i küsûf her-câ
zahirdi İğbirarın.
Yoktur senin gurubun, ey neyyir-i maâli, Var şu'le-i dehadan bin
necm-i tâbdârın.
Bir mecma'-i siyaset buldun ukûle çesbân, Tâbân ufuklarından
eczâ-i târmârın.
Ervâh-ı mü'minindir, encüm kadar meşail, Bâlâ-yİ türbetinden
tenvir eden kenarın.
Sen muhrik-i fitendin, ey âteş-i celâdet; Söndün nihayet amma berk
oldu her şirânn.
Mehd-i vücudu oldun bir çok nevâdirin sen, Hâkinden oldu nâbit
esbabı kârzârın.
Bir yıldırımdı nîzen, peyveste ka'r-ı hâke;
bir burc-i Hak-nümândır, ermiş göğe menârın.
Bab-ı necatı sensin, ey Fatih, eyleyen feth, Miftâh yaptı ancak
cedd-i büzürgvânn.
Her dem sana açıktır ebvâb-ı Arş-ı rahmet, Türbendir en azîmi feth
ettiğin diyarın.
Gösterdiğin maâli ehramdır müselsel, Kühsârlar umumen bâlin-i
ihtizârın.
Perverdigâra nazır bünyad-ı ser-bülendi, Sâfillerin elinde tâbût-i
pür-vekârın.
İster idin ki olsun düşmenle yâr yek-dil: Devrân idi rakibin,
Allah idi nigârın.
Tahtın getirdi bir dem umkıyyeti kıyhama, Eyler rükûa da'vet
ulviyyeti mezarın.
Her gün ederdin ihya bir başka cilve-i akl, Bi-hûş-i haletindi
erkân-ı hûşyârın.
Hâlâ dahi ukûlun ser-haddidir geçilmez, Seyl-i dumû' birle mahsur
olan cidarın. .
Ağuş-i mâdenden hâk-i vatan eazdir; Andan daha muazzez bir nurdur
gubârın.
Sen pençe-i kazadan bi-fark idi deminde, Zeyl-i rızâyı sarmış
bâzû-yi zi medarın.
Titrerdi secdegâhın oldukça sen cebîn-sây, Hâlâ gelir zeminden
tekbir-i zâr-zânn.
Her azmin eylemişti tefsir-i âyet-i Hak, Zahirdi nâsiyende âsârı
çâr-yârın.
Seyyâre-i vatadır, ardınca peyk-i harın, Eyler tavaf her-sû rûh-i
fütûkârın.
Sen yattığın düşekte bisterdi güle-i top Tûfân-ı hûn u âteş
gülzâr-ı nev-bâhânn.
Eyler bu dem başında leyi ü nehâr-mânend Teşkil-i nûr-i u zulmet
sayen ile çenârın.
Kılmsş tulu' yerden, gözler bu inkılâbı: Bir devrdir mücessem
destâr-hun-disarın.
Kahhâr-ı müntakimden hiç kalmadı mahâfet; Senden biz eyleriz havf,
ahz et gelip de sârin.
Açdı cana cenahın cânân-ı sermediyyet, Etti anı der-âğûş cân-ı
cihan-sipânn.
Ecr-i azim-i vasfın kaydında Hâmid ey şah Kıl bu sevabını sen afv
ol günahkârın.
Mehdinde şâirâna ilhamlar gerektir: Ta'rifi yerde bitmez Arşa
çıkan kibarın.
Şerh
Yukarıya aldığımız Abdülhak Hâmid Bey'in «Merkad-i Fatihi Ziyaret»
adlı şiirini muhterem ağabeyimiz merhum Melih Yuluğ beyefendinin esrarı
tasavvufa bihakkın vakıf olması münasebetiyle şerhini istirham ettiğimizde
lütfettiler biz de siz okurlarımıza aynen sunuyoruz.
«Fatih'in Kabrini Ziyaret diye de söylenebilir. Bu şiirin bazı
beyitleri çok derin mânâlar ihtiva ettiğinden şiirin gerek kül halinde gerekse
bazı beyitlerin edebî bakımdan bir kritik hem de şerhe tâbi tutulmasında
zaruret vardır. Kanaatımızca lâfızlar mânayı tam istiaptan âciz ve mânâ elfâz'a
sığmaz durumdadır.
«her kuşesinde dehrin nâmı beka nisann/Şayestedir denilse âlem
senin mezarın»
Beytinden mânâ derinliğine taşmış gibidir. Yeknazarda bu beyitten
şu anlaşılıyor. «Ey Yüce Fatih cihanın her köşesinde senin nâmın var, âdeta bu
âlem senin mezarın denilmekte hata yoktur. Amma bunu izah ve şerhi yapılmadan
Dehrin neden dolayı Fatih'in mezarı olduğu anlaşılmamakta, müphem kalmaktadır.
Esasında Hamid Bey şunu ifade etmek istemiştir. Dehrin ne tarafına bakılsa
Fâtih'in daima baki ve payidar olan namını görürüz. Mezarlara kitabe dikmek o
mezarda medfun olanın namını oraya te'yit içindir. Dünyanın her köşesinde
Fatih'in nâmı olduğuna göre, ona her yerde bir mezar kitabesi dikilmiş olur.
Her yerde bir mezar kitabesi dikmekte bütün âlemi bir mezar yapmaktır. İşte
onun için âlem Fatih'in mezarı denilse şayeste (lâyık) dir.
İkinci beyitten itibaren şiire mânâ vermeğe devam edelim: Fatih
cihanda bir an kaldı fakat kaldığı zamanın her anı bir devir kadar uzunmuş gibi
feyizli eserler verdi. Şu halde o mahdut zamanı, sınırsız gayrı mahdut yaptı.
Otuz küsur senelik saltanatının mademki her anı bir devir kadar uzundur. Bu
otuz sene sonsuz bir zaman demektir. Zaman denilen mefhuma bu ezelliyeti
verdiğinden anlaşılıyor ki mekânende onun ezelliyet tahtı mülkünün yanındadır.
Bir şahıs mekânen böyle fevkalâde bir mazhariyyete nail olmasa zamanen o
ezeliyyeti veremezdi.
Şiirde çok önemli mânası şerhe muhtaç bir beyit de şöyledir:
«Mazi o perde-i gayp ükşadei huzurun
Atî o, râhi muzlîm amadei güzarın»
Maziki bir gayıp perdesidir. Ne kadar sayısız insanlar ve
şöhretler o perdede kaybolup gitti. Fakat böyle yıpratıp yok eden bir mazi
senin huzurunda tâzimen divan duruyor. Atiki karanlık bir yoldur. Kimlerin
oradan geçeceğini yâni âtide kimlerin yaşayacağını, hangi şöhretlerin atî
itibariyle payidar kalacağı meçhuldür. İşte böyle olan âtî daima Fatih oradan
geçecek diye hürmetle bekleyip duruyor. Görülüyor ki Hamid, «mazi o perdei
gayb» derken nice namlı kimseleri nisya-na gömer gayıb perdesi olan maziyi
kasdetmektedir. Hamid başka bir şiirinde de «Nisyan o makteli ekâbir»
demektedir ki aynı mânadadır.
Şiirin kıymeti ne. kadar yüce olursa olsun tasavvuf! bir anlam
taşıdığı iddia olunamaz. Hatta:
«Nice karagözleri mahvetti suret perdesi» mısraı kadar bile
sofiyyane bir hikmet taşımaz. Yine şiirin diğer beyitlerini de şerhe devam
edelim. «Kılıç tedmirin kalem tedbirin bir remzidir.» Halbuki ey Fatih sen
kudretindeki azamete bak. Kalemi kılıç ve kılıcı kalem gibi kullanmayı bildin.
Kalemin bir kılıç gibi titretici idi. Siyasetin hilelerine karşı kulandığın
kılıçta icazkâr bir kalemdi. Kılıcın dost için yârin zülfünü okşayan nüvazîş
gibi âdilâne bîr lütfü tedbir olur. Fakat düşmana gelince; kılıç ve sözün bir
yıldırım kesilerek çarpar düşmanın ödünü parçalardı.
Cihana o kadar hâkimdin ki eğer sen gülersen cihan da güler ve
cihanda kaharlar açardı. Fakat celâdet anlarında hiddete gelmişsen, o zaman da
cihan küsufa uğramış gibi karanlık ve korku içinde kalırdı. Celâdet tarafından
görününce mızrağın kaarı hake (toprağın derinliğine) inen bir yıldırımdı.
Hakkaniyyet tarafından görününce o zamanda türbenin yanındaki camiin
minarelerini sadece bir minare değil hak ve hakikatin göklere kadar uzanmış ve
başı göklere değen bir burcu gibi görmekteyiz.
Ey Fatih; sen türbene girmekle halik sana bütün arşı rahmetinin
kapılarını açtı sen ki hayatında bu kadar saltanat ve ülkeler fetih ettin.
Fakat ölümünle de arş'ı fetih etmeği basardın. Şu halde feth ettiğin diyarın en
azametlisi kendi tür-bendir. Madem ki, türbenle sana arş dahi meftun olur.
Şahsiyyetin de o kadar büyük ki eğer bunu da madeten ifade etmek
lâzım gelse büyük dağlar sana yastık olurdu.
Tahtın ki yukarıdadır fakat herkesin yalnız yüksekte zannettiği o
taht o kadar derindir ki derinliğin kendisi de ona hürmeten ayağa kalkar. Buna
mukabil mezarın toprağın içerisindedir. Herkes sanır ki mezar çukurdadır.
Halbuki çukurda olan mezarın hakikatta o kadar ulvî ve yüksek ki ulviyye-tin
kendisi bile bu yüksekliğine hürmeten eğilip rükûa varmaktadır. Bir kaza var
bir de ona biİmecburiyye, boyun eğmekten ibaret bir rıza var. Senin pençen ise
o rızanın eteğini sarmış bir kaza idi. Rıza naşı! daima kazaya mağlûp ise cihanda
senin bir kaza gibi olan gücünün karşısında rıza idi.
Sen ebediyyete erdikçe sermediyyet kelimesi seni kucaklamak
istedi. Fakat ezel ve ebedden ibaret iki kanadını açarak seni kucaklamak
isterken seni cihanları kapiayan hudutsuz ruhun onu tuttu, kucakladı. Seni
sermediyyetin Melikesi bile ihata edememiş, sen ona muhit olmuşsun, demektir.
Fâtih Sultan Mehmed'in Hanımları Ve Çocukları
Bizim kaynaklarımıza baktığımızda Sultan 2. Mehmed'in izdivacının
sayısının beş olduğunu görüyoruz. Bunun ilkini Güibahar Hatun, 2.sini Gülşah
Hatun, 3.sünü Sitti Hatun. 4.sü Çiçek Hatun ve sonuncusu yâni 5. cisi
Heiene'dir. Sayın Yılmaz Oztuna; on izdivacın Sultan Fâtih'in hayatında yer
tuttuğunu anlatırken Çağatay üiuçay'ın kitabının dipnotunda Alderson'un
padişahı 17 hanımla evlendirdiğini okuyoruz ancak sayın üluçay, bunu mübalağa
olarak kabul ettiğini bildiriyor. Şimdi biz bu iddialardan ecnebi olanınkiyie
başlayalım padişahın hanımı olanlar kimlermiş! "Turgatir'in 1450'de adı
bilinmeyen kızı 1, bir Fransız kızı olan, 1453'de Fâtih'in haremine alınan
Akide Hatun 2, 1453 târihin de aldığı ve aynı sene öldürttüğü İrene 3. , yine
aynı târih de adı bilinmeyen bir hanım 4. oluyor. 1455 senesinde aldığı Lespos
Adası hâkimi 1. Dorino'nun kızı 5., 1456'da aldığı, George Pharan-tezn kızı
Tamara 6., 1458'de aldığı Mora Despotu Demetri-usun kızı Helen 7., 1461 yılında
alıp bıraktığı ve Zağanos Paşa' nın evlendiği Trabzon İmparatoru David
Komnenos'un kızı, Anna 8., 1462 yılında aldığı Lespos Adası hâkimi, 1.
Do-rinonun; 2. kızı, Maria Aleksandra Komnenosun karısı iken, Trabzon'un
fethinde Fâtih'in haremine ahnmıştirki 9. olmakta, 1470'de Negro Ponta
savaşında esir alınıp hükümdarın sözlerini dinlemediğinden, öldürülen Anna
onuncu birde hangi tarİhde hareme alındığı bilinmeyen Esmahan vardır ki bu 11.
olmaktadır. Zağanos Paşanın bir kızının Sultan Fatih'le diğer bir kızının,
Mahmud Paşa ile evli olduğunu iddia eden Babinger, Zağnosun bu kızıyla Fâtihin
12.yi bulduğunu diğer beş hanımı da bu sayıya eklersek Alderson'un 1 7 rakamı
bulunmuş olur. Şimdi biz kısıtlı olsa da Güibahar Hatun hakkında verilmiş malumatı
nakille Yüce Fâtihin değerli hanımlarını tanımaya çalışalım. Güibahar Hatun
aslen Arnavut'tur diyor, ünlü babinger, 872/1468 tarihli bir vesikada
"Güibahar Hatun bint-i Abdullah" diye geçer. Bu ifadenin mühtedi
olduğu dikkat çektiği bilinir. Osmanlı padişahının haremine 850/1446'da girdiği
rivayeti vardır. 1448'de Bayezid-i Velfyi dünya'ya getirdi. Gevher Sultanın
annesi olduğuda söylenmektedir. Güibahar sultan 898/1492'de vefat etmiş ve
Fâtih camii avlusunda ki türbesine defnolundu daha sonra kızı Gevher sultan da
oraya gömüldü ve türbesinin bakım ve lâzım gelen masrafını temin içinde Tokat
ile Bozöyük'de bazı yerleri vakfetmiştir. Gülşah Hatun ise Fâtih'in Manisa sancakbeyi
iken 1449'da haremine aldığı ifade edilmektedir. 1450'de de şehzade Mustafa'yı
dünyaya getirmiştir. Yaşarken Bursa'daki türbesini yaptırtmıştır. 892/1487'de
vefat etmiş yaptırdığı türbeye defn olunmuştur. Sitti Hatun ise,
Dul-kadıroğullarından olup, Karamanoğlu'nun bir tertibini bozmak için 2.
Murad'ın oğlu Mehmed'e almak suretiyle Dulka-dıroğullanyla akrabalık kurma
düşüncesinin Osmanlıya getirdiği gelindir. Tam adı Sitti Mükerreme hanımdır.
2. Murad bu düğünü çok gösterişli yapmak suretiyle bütün Anadolu Beyliklerine
Osmanlının geldiği noktayı sergilemek yoluna gitti. Gelin önce Bursa'ya oradan
da Edirne'ye götürüldü. Muhteşem düğün orada oldu. Yeni evlilerde üç ay kadar
burada kaldıktan sonra Manisa'ya gittiler. Sitti Hatun kocası padişah olunca
gelin geldiği Edirne'ye geri geldi ve orada ömrünün bundan sonraki bölümünü hayır
ve hasenat işleyerek geçirdi. Kocası Fatih Sultan Mehmed'den aldığı izin üzerine
Edirne'de büyük çene bir saray yaptırdı. Sultan Fatih'e bir çocuk veremediği
biliniyor. 1484'de tamamlattığı camiin mihrabını önüne iki sene sonra vukubulan
vefatı üzerine def-nolurıdu. Sitti Sultan'in biri taht-ı revan üzerinde, diğeri
erkek kardeşlerinden biriyle yapılmış resmi bulunmaktadır. Çiçek hatun'sa
hakkında Sırp, Fransız veya Rum olduğuna dâir rivayetler olan bir hanımsultan.
Ali adında da bir kardeşi vardır. Sultan Fâtih'in haremine 1457/58'de alındığı
sanılıyor. 1459 senesinde; şehzade Cem'i dünyaya getirdi. Fâtih Sultan Mehmed
vefat ederken, Çiçekhatun oğlu Cem'in yanında bulunuyordu. Cem; ağabeyi
Bayezid'e ülkeyi taksim teklifi yaptığı zaman, red cevabı aldı. Bunun üzerine
iki kardeş savaştı, bölünme anlayışına karşı olan Bayezid-i Velî, savaşda
galibdi. Şehzade Cem, validesini, hanımını ve çocuklarını alarak Kahire'ye
gitti. Cem'in esareti boyunca Çiçekhatun bir anne olarak Kahire'de acıklı bir
hayat sürdü ve nihayet 903/1498'de, orada Ömrünü tamamladı. Mora Despotu
De-metrusun kızı olan Helene'ye gelince 1442 yılında doğduğu ifade edilmiştir.
Sultan Fâtih'in Mora seferi dönüşünde güzelligi ile nâm yapmış Helene'yi
haremine gönderdiyse de, hakkında bir suikast düzenler en azından,
zehirleyeceğine dâir şüphesi, evlenme işini gerçekleştirmedi. Ancak bunun Yunan
kaynaklarından neşet etmesi haberin biraz ihtiyatla karşılanmasını akla
getirmektedir. Sultan Fâtih'in Gevherhan isimli bir kızı olup, Gülbahar Hatun'dan
dünyaya gelmiştir. 1474 yılında Uzun
Hasan'ın oğlu uğurlu Mahmud Bey, babası üzün Hasan ile ihtilafa düşünce Fâtih
Sultan Mehmed Hân'a dehalet etdi. Fâtih; hem kızı Gevherhanı bu delikanlıya
verdiği gibi Sivas'a Beylerbeyi olarak tâyin etdi ve karısını koluna takan
damad Sivas'a gitdi. Bilahire İran'a davet edilen Mahmud Bey; orada 1477
yılında katledilince Gevherhan Sultan yavrusu Göde Ahmed'i kucağına alıp
İstanbula avdet etdi. Bir müddet sonra Gevherhan sultan vefat etdi ve validesi
Gülbahar Sultan'ın türbesinde toprağa verildi. Göde Ahmet i-se dayısı olan
padişah Bayezid-i velî'nin kızı, Aynışahla izdivaç etdi. Bilahire Akkoyunlu
hükümdarı oldu. Sultan Fâtih'in oğullarına gelince büyük oğlu sonradan padişah
olan Bayezid-i Veli, 1450 senesi ekim ayında Dimetoka sarayında Gülbahar
Hatundan dünya'ya geldi. Tam adı Yıldırım Bayezid olmakla beraber ceddi
Yıldırım Bayezid'le karıştırılmasın diye, yıldırım adından sarf-ı nazar olundu.
Osmanlı devletinin 8. padişahı oldu. Velî olduğu rivayeti doğru bir tesbittir.
Fâtih'in 2. oğlu şehzade Mustafa, Edirne'de 1451 yılı sonuna doğru Karamanoğlu
ailesinden Gülşah hatun'dan dünyaya geldi. şâir ruhlu ve kılıç ehli biri olduğu
hakkında pek kuvvetli rivayetler vardır. Yabancı lisan olarak İtalyancayada
önem verdiği bilinir. Bu lisanı Gian Mario Angellodan öğrenmiştir. Hoca
Selman'in Cemşid-ü Hurşit mesnevisini nazım hâlinde Fars-çadanTürkçeye tercüme
etmiştir. Babasının sol cenahında girdiği savaşlarda liyakat göstermiştir.
Sultan Fâtih 6 ay süren bir hastalık sonucunda bu şehzadesini kaybetmenin
üzüntüsünü hep hissetti. 23 yaşında idi vefatında târihi ise 25/12/1474 olup,
Muradiyedeki türbesine sakladılar. Şehzade Gıyaseddin Cem, Sultan Fâtih'in 3.
oğludur. Validesi Çiçek Hatundur. Dünyaya gelişi Edirne'de 23/araltk/1459'da
saat 6. 24 geçe vukubulmuştur. Üçüncü oğul olması ilmi ve terakkiyi boşlamasına
sebeb olmadı. Çok ciddi bir eğitim gördü.
Belkide cidden tahta geçmek üzere, özel gayret gösterilmiş
olabilinir. Çünkü padişah hanımlarınmda kızıl elması, bir gün vâlidesultan
olmaktı ve şimdiki tâbir, first leydi olarak kadınlığında vazgeçilmez üstünlük
taslama zevkini tatmaktır. Fakat bu hırs islâm âlemine öyle pahalıya mâl
olduki, İspanya'da Katolik İzabella ile engizisyon taraftarlarının, işlediği
insanlık suçunu, dünya'da tek önliyecek ülke olan, Osmanlı devleti bu Cem
gailesi yüzünden, Endülüsten gelen yardım isteklerine kulak tıkama
mecburiyetinde kaldı. Çünkü Papalıkla alakalı, bir haçlı anlayışının meydana
getirdiği gurubun elinde, kafası kesik bir horoz gibi oradan oraya
dolaştın-lan Cem, Bayezid idaresindeki devlet-i âliyye için, Macaristan
üzerinden balkanlara teçhiz edilmiş bir orduyla hudud-u Osmaniden içeri
bırakırız tehditlerine mâruz kalıyor vede kahredici gücünü bu muhatara yüzünden
ne müslümanları ne de Ispanya'daki insanlık dramına son verecek olan narasını
patlatamiyordu.
Ne zaman Cem 25/ şubat/1495'de Napoli'de, 35 yaşını aşmış olarak
vefat ettiğinde Bayezid-i Veli; Kaptanı deryası Kemâl Reise istikamet İspanya,
ne bulursan kurtar emrini verdi. Kurtanlanlarsa Safarat yahudileri ile yok
denecek kadar kalmış müslümanlar, zulme uğramış insanlar oldular. Ölümünden
dört sene sonra ülkeye getirilen Cem'in naşı, Bursa'da Muradiye'deki ağabeyi
Mustafa'nın türbesine def-nolundu, sonra da bu türbe bazılarınca Sultan Cem
türbesi diye anılmaya başladı.
Sultan Fâtih'in sadnazamlarına gelince; padişah taht'a çıktığında
Çandarlı Hayreddin Paşa, 1440'dan beri makamı sadaretteydi. Ne var ki
İstanbul'un fethi meselesinde, uyuşa-mayıp dafarkh düşünceler ve politikalar
güttüler.
Sultan Fâtih; büyüksabır gösterip, feth-i mübin gerçekleşinceye
kadar sadrıazamı idare etdi. Fetihten dört gün sonra ve 13sene, 2gün hizmet
veren Halil Paşanın elinden hem mührü hümayunu hemde omuzunun üstünden
kellesini alıverdi. Yerine bir yıl sürecek sadaretiyle Damad Zağanos Paşayı
getirdi. Daha sonra 14. sadnazam olarak, Adni Velî Mahmud Paşa'yı getirdi, bu
zâtın ilk sadareti, 1454 ile 1466 arasında 12sene sürdü. 1466 ile 1469
arasındaki 3 sene sa-daret-i uzma Rum Mehmed Paşaya tevcih olundu. 1469'da
sadarete Sarı Ishak Paşa getirildi ve bu görevde 3 sene muammer oldu. Onun
boşalttığı sadarete, yeniden Adni Velî Mahmud Paşa 2. defa olarak getirildi
vede bu sefer ancak bir yıl vazifede kalabildi ve idam taşında hayatı sona
erdi. Mahmud Paşanın sadaretinin toplamı 13 yıl tutmaktadır. Mahmud Paşadan
sonra Gedik Ahmed Paşa sadnazam olmuş 1473'den, 1477'ye kadar 4 sene bu makamda
hizmet vermiştir. Karamanı Mehmed Paşa, 18. Osmanlı sadnazam! olarak vazifeye
getirilmiştir. Sultan Fâtihin, son sadrıazamı olduğuna göre dokuz defa
sadnazam nasbeden Sultan Fâtih bu dokuz tevcihde 8 ayrı şahısla çalışmış,
bunlardan Adni Velî Mahmud Paşayı iki defa sadaretle görevlendirmiştir.
Osmanlı'nın Çıkışında Avrupa'ya Bakış
Osmanlı beyliği; bilhassa Orhan Gazi döneminde, Marmara denizi ve
İstanbul'un Anadolu yakasındaki gönül ve toprak fetihleriyle meşgulken, Orhan
Gâzi'nin büyük oğlu Süleyman Paşa'da Rumeli yakasına çıkmış oralarda hem de Bizans
tahtının şeriki ile babası arasındaki kaim peder-damad ilişkisinin verdiği
avantajla gönüller ve beldeler fethetme çabalarını sürdürmekteydi. Avrupa
topraklarında Doğu-Roma imparatorluğu adıyla, bin yıldan ziyade bir zaman
diliminde hayatiyetini sürdüren Bizarısın islâm orduları karşısında defa-atle
zelil duruma düşmesinin ardından, milâdi bin yılından itibaren kendini
toparlamış, karşı taarruza geçmiş, Doğu Anadolu ve Suriye'nin kuzeyinide
yeniden hududlanna katmıştı. Bu Bizans çıkışı m. 1071'de bir final ile
nihayetlendi. Çünkü bu târihde Büyük Selçuklu hükümdarı Alpaslan, bir melha-mei
kübra hâlinde cereyan eden, Malazgirt Meydan Muharebesinde Bizans'ın imparatoru
ve bu savaştaki, kumandanı olan Romenos Diyojenis'i kahkaarî bir bozguna
uğrattı. Anadoluyu Türklerin çoğunluğunu teşkil ettiği zafer kılıçlı adamları
ebediyyen ele geçirmiş ve müslüman yapma vizesini elde etmişti. 1071'den sonra
Anadolu'da kendini gösteren Moğol kasırgası Anadolu Selçukiye devletine
inkıraz yâni çöküş getirdi. Çalışmamızın Anadolu Beylikleri başlıklı
satırlarında da belirtmeye gayret ettiğimiz gibi, bir toparlanma dönemi
geçirildiğini işe lâyık beyliğin çıkış mücadelesine katılan beyliklerin
serencâmını kayd ile sayfalarımızı süslemiştik. Peki Anadolu ahvâli buydu da;
İstanbulun Rumeli yakası ile Avrupanın doğusu vede orta avrupa ve avrupanın
Akdeniz havzasında mütemekkin yâni, yerleşmiş devletler 14. asırda ne
ahvâldeydiler. Bunlar hakkında da kısa bir bilgi turu atahm. Balkan yarımadası denilen yerde, Bizans devletinir rıntılar zümresinden olan Bulgar
ve Sırp krallıkları vardı, leoiogos hanedanına mensup prenslerin idare etmekte
ğu eski Yunanı iddiayı sürdürmeye çalışan Yunan prens|| nin ise, askerî açıdan
hiç bir ehemmiyeti yoktu. Balkan yQ madasının, eski yerleşimcileri Traklar,
Hazar, Avar ve Bu|G adlı Türk kabilelerini 14. asırda iskat etmeyi başarmış
Sırı ve Bulgarların lideri olduğu manzarası karşımıza çıkar. EU| lar Türklerin
çok tanrılı dininden, hristiyanlığa geçmiş ve g zans ile münasebetleri
hasebiyle ortodoks mezhebine dâ^j, olmuş Türk kavimlerindendi. Bulgar devleti;
Orta İtil hav2f) smdan gelen Bulgar Türklerinin yerli Türk ve Islavlarla karış:
mak suretiyle târih sahnesine 7. asırda çıkarmış oldukları : devletti.
İdarelerini Türk usûlü olan Hân'lık sisteminde yürütmekteydiler. Ancak
Bizans'ı temsil eden misyonerler bunlara zamanla hristiyan usûlü idare tarzını
benimsetmeye muvaffak oldular. Sırplar ise Bizans kucağında yetişmekle
berab'.-., zaman içinde 13. asırda yâni 1201'lerden sonra bütün komşuları
aleyhine hâttâ Bizans aleyhine de olmak üzere tevessü etme yâni büyüme ve
genişleme stratejisi gütmeye başla'11^ ve <Büyük Sırbîstan> hülyası ihdas
etmiştir.
Bu hülya zaman zaman Sırpların ellerinin eriştiği heryfrde büyük
bir vahşet içinde nice katliamlara teşebbüs etme haS talığına yakalanmasını
getirmiştir. Çalışmamızı yaptığı dönemlerde bile balkanların kasabı unvanına
yenilerini e tecek hunharlıklara teşebbüs halindeydiler. Tuna Nehri kuzey
cihetinde Eski Roma'nin müstemlekesi olan sim' Romanya'da yaşamakta olan Slav
boylarını emrine becermiş olan Macar Türklerinin kurmuş bulunduğu Engı Kraflıâı
adı verilen bir devlet vardı.
Romanya arazisinin kimi bölümü yerli beyler tarafın yönetilirken, kimi yerleride Macar kralının
hükmü altında
Tabii ki Macarların hungaria veya hun adıyla daha eski târihlerde
yâd edilmesini onların Türk ırkından olmalarına senetlemek kabildir.
Fakat; bunlar yaşadıkları topraklarda diğer kavim ve bilhassa
ıslavlarla karışmışlar ve bol lehçeli bir lisanla varlıklarını ortaya
koymuşlar, buna inzimamen, Balkanların batısı diyebileceğimiz alanda yerleşen
bu ahali, hristiyan olmayı seçmekle beraber, balkanlı komşularından farklı
olarak Batı Roma'dan mezheb olarak katolikliği seçtiler. Böylece
orto-doks-katolik farklılığı bu topraklar üzerinde rol oyna-mağa başladı. Macar
derebeylerinin toplandığı 1201'den sonraki yıllarda ihdas ettikleri bir
parlamentoları mevcuttu. Macar asilleri parlamentoyu ellerinde tutuyorlardı.
Bir Türk sülâlesi olduğu iddiası akla yakın düşen Arpad hanedanı büyüğü
parlamentoyu İdare eden kral görünümündeydi.
13. asrın ortalarına doğru bu sülalenin neslinin kesilmesi veya
öyle farz edilmesi, parlamentoyu ve kralı Macar beyleri kendi aralarından seçer
oldular. Macaristan'ın hemen kuzey doğusunda yer alan, bir devlet olarak da
Lehistan'ı yâni Polonya'yı görürüz. Bu devlet; 1101 ile 1301 yıllan arasında
bir Türk devleti olan Altınordu devleti idaresinde bulunmaktaydı.
Rus beyleri Altınordu hân'larının tabileri idi. Rusya'nın avrupa
kısmında berhayat olan insanların çoğunluğunu, Türk kavminden insanlar teşkil
etmekte ve hâkimiyetde bu zümredeydi. Rusya'da yaşamakta bulunan Islavlar
şefleri olmayan bir güruh idi. 9. asırda ortaya çıkan Kınyazlar yani Rus
beyleri Hazar Türklerinin Rus kabilesindendir.
Rusların birinci devletini bunlar kurmuşlardır. Rusya adı bu Türk
kabilesinin adından kinayedir.
Batı Ve Güney Avrupa Devletleri Ahvâli
Avrupa milletleri arasında muntazam durumda görülen devletin
bulunduğunu ileri sürmek pek güçtür. Çünkü devam etmekte olan ve târih de yüz
sene savaşları diye şöhret bul-muş harpler sürmekteydi. Almanya ve İtalya 1201
İlâ 1301 yılları, gelip geçerken siyasi birlik sergileyecek durumda olmayan
haldeydiler. Bu İki ülkenin bahse konu namlı savaşın tabii neticesi olarak
dagerek italya, gerekse Almanya bir harabe hâlini almış durumdaydı. *
Fransa ve İngiltere birer krallık olarak yüzyıl savaşlarının en
ziyade yıprattığı devlet halindeydiler. Akdeniz'e yakın İspanya sekiz asırdır
Endülüs Emevileri adıyla topraklarında avrupaya medeniyet ışıklan saçmış müslümanları,
topraklarından atabilmek için, yine müslümanlann tevaifül mülük, devletin
parçalanmasından beyliklere inkısam olmasının hatası yüzünden İspanya
mücadeleye başlamıştı ve hâlâ aşılamayan jenosit ve barbarlığın örneğini, din
adına gösteriyor ve akıllı hristiyanlarca, <bÖyle din olmaz> diyenlerinin
sayısını arttırıyordu.
İspanya birliğini kurarken gerek musevi, gerekse müslü-man ve de
gerçek hristiyan dindarını, yer yüzünden kazımak düşüncesinin zebunu olmuştu.
Milâdi târih, 1328M gösterdiğinde Fransa krallığı avrupa devletleri içinde en
disiplinli ve güçlü devletlerinden biriydi. İngiltereye gelince; Saksonlar ve
Normanîar mücadelesi şortunda saksonlar, varlıklarını nor-manlara kaptırdılar.
13. asrın başlarında İngiltere kralı, 2. Hanri'nin 12. asır ortalarında temine
muvaffak olduğu kraliyet otoritesini kaybetmişti.
Nitekim bunu 1215 yılında ilân ettikleri Magna carta adlı ferman,
meşrutiyeti İngiliz anlayışına sokmuştur. 3. Hanri'nin başarısızlıkları, ve de
parlamentoya yaptığı davete icabet eden murahhaslar silahlan yanlarında
geldiler ve kral'a dayadıkları Oksfort Fermanını 1258'de kabul ettirip
yayımlattılar. 1265 yılına gelindiğinde İngiltere parlamentosunda bütün
zümrelerin temsilcileri bulunması suretiyle bir milli meclis görüntüsü sağlanmıştı
bu meclisin elan sürmekte olan hususiyetinin başında üyelerince kabul
edilmeyen bir verginin ülkede alınmasının kabil olmadığının sağlanmış
olmasıdır. Bunun önemini de, keyfi tutumla işgören idarelerin yaşandığı ülke
ahalisi gibi hiç kimse anlayamaz.
Avrupa'da Rönesans Ve Reform
15. yüzyıl ifâdesini tabiiki 1401'sonrası ile yâd etmek durumundayız.
Başka bir tâbirle, Anadolu'nun merkezi sayılacak Ankara'nın Çubuk ovasında Timurlenk-Bayezid
kapışmasına az bir zaman kala; avrupa devletleri, Akdeniz kıyısının okyanusa
açılmakta olan kapısının hemen yanında, bugünkü İspanya topraklarında 15.
yüzyıldan, sekiz asır önce hayatiyet bulan Endülüs müslüman medeniyetinden
müste-fid olduğu ilim ve bilim âleminden, vardığı netice, öğrendiklerini
insanlık dünyasında uygulama safhasının geldiğini idrâk etmesidir.
Müslüman Araplardan elde ettiği anlayışı ve ilim kollarını, avrupa
insanının telâkki tarzının kısm-ı âzamini kapsayacak şekilde sentezlemek
suretiyle tatbike girişmiştir. Gerek dini, gerekse içtimai ve iktisadi ve de
askerî alanda uygulama dağdağasına girişmiştir. Bu girişimin dini olmayan
ismine rö-nesans denmiştir. Fransızların meşhur Larus adlı ansiklopedisinde
Rönesans kavramının izahı şöyle yapılmaktadır:
<15. ve 16. yüzyılın bir bölümünde avrupa kültüründe eski
çağın ruhsal ve biçimsel değerlerini, yeniden yaşatmaya yönelen harekete
verilmiş olan ad. demektedir. Bu bir mânada bu ifade de irtica olarak telâkki
olunabilir, çünkü geriye 309 dönüş olarak naklettiğimiz ifade bize söyletiyor
bunu! Tabii ki hiç bir toplum yoktur ki, dini inancı olmasın. Bu semavi dinler
olabileceği gibi beşeri din anlayışıda olabilir. Bu bakımdan, bir ülkede
husule gelen ve doğrudan insaniyyet cemiyetini alakadar eden, sosyolojik
vak'aların, dine ve ilahiyata dâir dokunakları olacaktır.
Nitekim; Larus ansiklopedisinde, 17. cildin, 72. sahifesin-deki
rönesans tarifi ile alakalı izahatda, şu ifade hemen karşımıza çıkmaktadır:
..MicheIet ve Burckhardt'ın etkisiyle daha geniş bir tanımı yapılarak
Rönesans'a ortaçağın ilahiyatçı ve otoriter anlayışına karşı bir tepki-insanın
ve dünyanın bir keşfi-hür, tenkitçi vede dinden uzak bir bireyciliğin ortaya
çıkması gözüyle bakıldı. Bu görüşü savunanlara göre Rönesans, Dante ve Giotto
ile İtalya'da başlamış ve 16. yüzyılda
(1501 sonrası) özellikle İtalya savaşlarının sonucunda, yavaş yavaş bütün
avrupa yayılmiştir. Şeklindeki izaha baktığımızda avrupanın klişe dini ile
mücadelesini başlattığını ve Rönesans'ın böyle anlaşılmasının, dinde Reforma
gidilmesini getirdiğini düşünebiliriz. Nitekim;
1490'larda 15. yüzyılın başladığı 1401'sonrasında Katolik İzabelle ile
Kral Ferdinand'ın kolbrasyonu yâni, işbirliğiyle Endülüs topraklarında
yaşamakta olan hristiyanlar dışındaki başda müslü-manlar olduğu halde
engizisyona katolik inanç içinde yapılan vahşice uygulamalar, insaniyyetin yüz
karası işkenceler, netice itibarıyla ve vicdan yoklaması muhasebesi akabinde,
büyük insanlık ailesinin ekseriyetinin vardığı kararın bu vahşi gidişi, klişe
kodamanlarının o zaman da mevcut olduğu şüphesiz olan, Siyonist papalar ve
papazların dünyayı sürüklemek istediği vahim ortama, müsaade etmemek direnişi
olarak da bakmak kabildir.
Bu tarz bakışı gönül rahatlığı ile yapabilmek için adı geçen
ansiklopedinin şu satırlarını, tenkitçi ve tahlilci bir metod içinde okumamız
faydalı olacaktır:
<..Artık Rönesans denince orta çağın tam karşıtı akla gelmez;
ayrıca Rönesansı İtalya'ya ve avrupadaki İtalyan etkisine bağlamaktan da vaz
geçilmiştir; buna karşılık 1400 ile 1559 arasında bütün büyük ülkelerin yakın
bir alışveriş içinde ve birbirlerine paralel olarak geliştiğine inanılır. Sona
ermekte olan orta çağın anarşi ve karışıklığı av-rupa da 1400 (yılı)
dolaylarında en yüksek noktasına varmıştı. İmparatorluk, prenslerin,
şehirlerin, şövalye birliklerinin Karşısında güçsüzdü; daha 1415-1420'den
İtibaren, Fransa, İngilizlerle Burgonyahlann kurbanı olmuştu; Roma klişesi
mezhep ayrılığı, milli klişelerin hak iddiaları ve tari-katlerin çoğalması
yüzünden zayıf düşmüştü.> Amman sevgili okurlarım bundan sonraki bölümü pek
dikkatli okuyun lütfen: <...Bir ara ortaya rakip üç imparator ve biribirini
afa-roz eden üç papa birden çıktığı bile oldu. Bizans; Türk istilâsına mahkûm
olduğunu biliyordu; avrupa iktisadî bir buhran içindeydi. Lübeck'den
Floransa'ya kadar heryerde sosyal devrimler patlak veriyordu; Iskolastik
düşünce karmaşık soyutlamalarla oyalanıyor ve tam bir şüpheciliğe varıyordu;
şiir ortaçağın kof zerafet formülleriyle gücünü tüketiyor; -milletlerarası
gotik-sanatı, hristiyan avrupasında eşine rastlanmayan, bir hayalciliğe
sapıyordu. Görüldüğü gibi; Bizans'ın, Osmanlı karşısında varlığını
kaybedeceği, avrupaca da kabul edilmiş ve beklenen vakte boş verilerek, avrupa
kendi kafasında kopacak kıyameti atlatmaya önem atfetmiştir. İşte; bütün
bunlar bir oluşumun sebeblerini meydana koyan Mevlâ'mızın cilvei
rabbaniyesinden olduğu târih ve zamanı, ölçüyü İlâhiyi hiç bir zaman hesab
dışı tutma yoluna gitmeyerek telâkki edenlerin kavrayacağını hatırlatarak, bir
de dinde reforma göz atalım efendim.
Sultan 1. Mehmed'in Deniz Hareketleri
Bilindiği 1402'de Bayezid'in Timur'a mağlubiyeti Osmanlı
ülkesinde, şehzadeler kavgası da denilen bir fetret yâni otorite boşluğu
yaşadı. Bunu bir düzine yıla yakın süren mücadelelerin sonunda hitama erdiren
Çelebi Sultan 1. Mehmed hân oldu. Şurası var ki, Çelebi Mehmed'in Edirne'de
devletin beraberliğini ilân ettiğinde, durum ve manzara şu hâli göstermekteydi
ki her şeyden evvel Anadolu beylikleri, Osmanlılara vermiş oldukları
topraklardan bir hayli fazlasını Timur vasıtasıyla elde etmişlerdi. Bunun bir
adım ötesi de hayli stare-tejik alanlarıda ele geçirmişlerdi. Hele hele
Karadeniz kıyılarının önemi büyük noktalarına inzimamen, Marmara denizinin
Gebze'den Silivriye kadar olan kıyılarda hakimiyet-i Os-maniyandan alınmıştı.
Yine Çelebi bu binbir mesele ile uğraşırken Simavna Kadısı isyanı ve onunla
uğraşmak bütün sıkıntıların üstüne tüy dikmiş, bu sebebten dolayı da Rumeli
topraklarındaki komşu devletlere barış elini uzatmak padişah için kaçınılmaz
hâle gelmişti.
Venedik cumhuriyeti; Osmanlı devletinin ayağa kalkacağına dâir
kanaata bir hissi kablelvuku ile gelmiş Osmanlının can çekişen durumu göz
önündeyken yinede münasebetlerini düzgün tutma yolunu tercih ediyordu. Çünkü
Ege Adalarındaki Dukalıklarının hayatiyetinin devamı Venediklilerin en büyük
gayesiydi. Cenevizlilere gelince; bunların tesir sahaları ve kolonileri daha
ziyade Karadeniz'de bulunduğundan Ceneviz ülkesiyle buradakiler arasında
bağlantı kurmak zorluğu Ceneviz'i Osmanlıyladaha da iyi geçinmeye ve ona vergi
vermeye kadar zorluyordu.
Venedik her ne kadar Osmanlı'dan çekinmekteyse de, yine Venedik'e
bağlı Naksos Dukalığı nerede bir Osmanlı gemisi buluverse üzerine çullanıyor ve
yağmalıyor, mallarını pazarlarda satıyordu. Çelebi Mehmed Sultan otuz adet gali
yapmak suretiyle savunmayı plânladı. Ancak düşüncesini tatbike koyup,
yaptırdığı gemilerin bir bölümüyle hemencik 1415'de Çalı Bey komutasında
Andros, Milas ve Tinos Adalarını vurmak üzere göndermişti.
Çalı Bey bir müddet denizlerde dolaştı, ele getirdikleriyle
dönmeye hazırlanırken karşılaştığı Venedik donanmasının güçlülüğü karşısında
akıllıca bir manevra ile Gelibolu'nun kalelerinde atışa hazır toplarının menziline
çekilmek suretiyle düşman saldırısını akim bırakacak pozisyona geçiverdi. Venedik
donanmasıda karşıda Lapseki'ye çekildi.
Osmanlı - Venedik Deniz Savaşı
Venedik donanması, Osmanlı filosunun Ege Adalarına yapacağı
saldırıyı önlemek görevini almıştı. Eğer böyle bir saldırı gelmediği taktirde
asla tecavüze müsaade verilmemişti. Amiral Pietro Loredano, elindeki donanamaya
Girit, Oniki Ada ve Eğribozadaları Dukalıklarından takviye aldığı yedi adet
kadırgayida hâvi olarak alesta beklemekteydi.
İşin diğer bir yönü de Venedik donanmasında Osmanlıyla konuşmak
üzere iki tane Venedikli büyükelçi'de bulunmaktaydı. Nitekim; Venedikliler
Gelibolu üssüne çekilen Çalı Bey filosunu çekildikleri Lapsekide beklerken
karaya çıkardıktan iki elçiyi Edirne'ye göndermişlerdi. 29/mayis/1416'da, Marmara
denizi istikametinden gelmekte olan, bir Ceneviz ticaret gemisinin Osmanlı ve
Venedik gemileri Osmanlı gemisi zannıyla görülmesi, Osmanlı - Venedik savaşının
çıkmasına sebeb oldu. Gelen geminin bandırasını öğrenmek için bir gemi
gönderen Loredano'nun bu hareketini, Türk gemisi üzerine gemi gönderiliyor
düşüncesine saplanan bizimkiler de, bir gemiyi gönderdiler, Türk gemisi
zannettikleri gelen gemiyi korumak için. Fakat gönderilen gemilerin birbirlerine
ateş ettikleri görüldü. Kale toplarının hakimiyeti altında geçen, çıkan
savaşın bidayeti, kahir bir zaferimizle bitiyor ve düşman donanması hayli, ağır
yaralar alıyordu.
Fakat Çalı Bey'in düşmanı takip etme kararı vermesi hataların
hatasıydı. Çünkü Venedik gemileri büyük olduğu gibi toplanda vardı. Bizim
gemide top olmadığı gibi rakip gemiye rampa yaparak savaşmak mecburiyetindeydi.
Manevralarını sergileyen düşman, bizim rampa yapma gayemize fırsat vermemek
suretiyle yorulmamızı sağlarken, Osmanlı donanmasında ki Katalan ve Sicilyalı
denizciler hristiyani gayretle olmalı istekle çarpışmayınca zafer bu sefer
Venediklilere güldü. Enteresandır. Savaşın hemen sonunda amiral Loredaro,
Osmanlı ordusundaki hristiyan savaşçıları derhal astırmiştır. Bu astırma
eylemini İtalyan Deniz Kuvvetleri Târihi yazarı Prof. Camillo Manfrani pek
manidar bulmuştur. Savaşın Türk tarafındaki kumandanı Çalı Bey şehit düşmüştü.
Loredano ise yaralı, kendi gibi yaralı filosuyla Bozcaada'ya yol alırken bizim
donanmamız ağır kayıbıyla başbaşaydı. Osmanlı-Ve-nedik dialoğu başlamış ve
sonunda Osmanlı gemilerinin kaybının masrafını ödeyen Venedik, Osmanlı
devletince ticaret gemilerinin boğazdan geçme müsaadesini almayı becer di.
Donanması adetâ yok denen Osmanlı, donanması adamakıllı güçlü olan Venedik'i
mat etmeyi becermişti. Görüldüğü gibi devletimizin zaman zaman donanma yaptığı
ortadadır, ancak deniz gücü kuramadığı mütehassısların tesbitidir.
Hristiyanların Reformu?
Hristiyan dünyası dünya imtihanını; müslüman olmamak ve Essalat-ü
Vesselam Efendimize, intisab etmemek suretiyle kaybettiği bir vakıadır.
Mevlâmızın muradı; onların din-i is-lâmı kabul etmeleri istikametinde olsaydı
tabiiki, intisab-ı islâmiye ile şerefleneceklerdi. Nitekim zaman zaman
hristiyanların içinden tahkik-i islâmiye veya tasavvuf-u tetkiye sonucunda her
vasıfta insanın müslümanlıkla şerefyâb olduğunu duyduğumuz gibi, batı dünyasına
Anadolu'dan giden işçilerimizin, 1950'lerde İstanbula geldikleri gibi
seccadelerini de beraberinde getirmeleri gibi namazı hristiyan ülkelere taşıdılar.
1960 sonralarında da bilhassa Batı Almanya, daha sonra İngiltere,
Fransa ve diğer avrupa ülkelerinde din-i islâmı sergilediler. Demostrasyon
yâni gösterek anlatma şansı gidildiği günden itibaren yapılabilseydi, bugün
avrupadaki mevcut müslüman sayısı, çok çok daha fazlave etkili halde olurdu.
Almanya'da 2. kuşak, öğrendiği lisanında yardımıyla dinlerinden sorulduğunda
verdikleri cevaplarla cermenleri aydınlatmaya muvaffak oldukları nisbette,
müslüman sayısının artmasına vesile oldular.
Bu ahvâl içinde ülkemizde yeniden neşvü nema bulan milli görüş'ün
avrupada yaşamakta olan insanımızın manevî dünyasını zenginleştirme hizmetine
bir veçhe vermesi, avrupada çaiışan insanımızın sadece dünyevî başarı değil,
uhrevî muvaffakiyete yol almasına pusulahk ve dergâhlığı yüklendiğini şu
satırlarda söylemeyi, kadirbilirlik olarak saymışımdır. Günümüzdeyse, bütün
avrupanın müslümanlığa hamile olduğunu beyanla, hristiyan dünyasında yapılan
rönesansın, dini anlayışda da değişikliklere gidilmesini getirdiğini göz önüne
almalıyız.
Nitekim; yukarıdada baş vurduğumuz Fransızların ünlü ansiklopedisi
Larus'un Reformla ilgili izahına bir göz atalım böylece istanbul'un fethine
avrupanın yardıma gelememesi-ninde sebeblerinden birinin, bu uğraşılar olduğu
kanaatini ileri sürenlere bir miktar pay vermiş olalım. Larus'ta şöyleki:
Reform düzeltmek, daha iyi duruma getirmek amacıyla yapılan değişikliğe verilen
ad. Reforme şekliyle kelimenin mânasını veren Larus Reform olayını şöyle
satirlaştırmış: 16. yüzyılda avrupanın büyük bir bölümünü, papa'Iarın
hâkimiyetinden çıkaran ve protestan klişelerinin kurulmasına yol açan dinî
hareket. Madde yazarı, bu ifadeden sonra hristiyan papazların ve vaizlerin
bazıları ahlâki ve dini reformun yapılmasını, 1500 yılı öncesinde
dillendirmeye başlamıştı dedikten sonra, Roma'nın otoritesinin sarsılmasına
se-beb olacağından hiçbir değişikliğe gitmediğini vurguladıktan sonra, yüksek
klişe makamlarına tâyin yapma sisteminde bir değişikliğe de gidilmediğini ve ahalinin
bundan da hayli huzursuz olduğunu ifade eder.
Rahip Erasmus'un eserleriyle birlikte artık kutsal kitap dedikleri
inciller üzerinde filolojik incelemelerinde başlanıldığını ve akabinde dini
inanç ile kurumların tenkidine girişildiğini beyan ediyor, madde yazarı.
Peşinden gelen paragrafda ise: <10/kasım/1483'de Saksonyanın Eisleben
şehrinde dünyaya gelen Agustinus rahibi olan Martin Luther uzun süren bir
vicdan bunalımından sonra Aziz Paul'usun-Romahlara Mek-tupunda-insanın, manevî
kurtuluşunu doğrudan doğruya imân'a bağlayan bir metin buldu. Bu metin bütün
protestan klişeleri için, bir ilahiyat, bir ahlâk ve bir mistisizm kaynağı
olacaktı. Johanes Tetzel'in yönetimindeki Dominiken rahipleri Saksonya'da
gürültülü bir kampanya ile Papa 10. Leo'-nun San Pietro Klişesinin yeniden
yapılması için, gereken maddi imkânları sağlamak Amacıyla satışa çıkardığı
endüla-janslara müşteri toplamağa çalışırlarken, Luther Wİthenberg
üniversitesinde kendi imân doktrinini okutmağa başlamıştı bile.. Görüldüğü gibi, klişe üstüne kopan kavgada
imân meselesi tartışılınca işin yatışacağı artık düşünülemezdi.
Luther'in daha Papa'ya başkaldırmadığı dönem olduğunu hatırlatan
madde yazarı daha sonra oluşumu şöyle anlatıyor;
Luther; 1519'da Layipzig'de ilahiyatçı John Ecke karşı, kutsal
kitap araştırmalarında tek otoritenin, serbestçe kullanılan kişisel yargı
olduğunu açıkladı. Luther'in protestosu katolik dünyasında büyük bir yankı
uyandırmıştı..> diyen madde yazan, sözü Luther'in doktrinini ortaya koyduğu
üç esere getirir ve derki:
<..1520/haziranıyla, eylül'ü arasında yayımladığı üç başlıca
eserinde, doktrinini açıkladı. Doktrininin ana hatları şunlardı; evrensel
ruhanilik ilkesi, kutsal sırların üçe indirilmesi, kişi vicdanının hürriyete
kavuşması ve aynı zamanda din bütünlüğü, klişe ve siyasi disiplin zorunluğu.
Luther, aralik/1520'de kendisini afaroz eden 10. Leo'nun
kararnamesini Wittenberg'de alenen yaktı. Ocak 152Vde imparator tarafından,
Worms diyetine çağrıldı ve fikirlerini cesaretle savundu. Saksonya seçicisi
kendisine Wartburg'da İnzivaya çekilebileceği bir yer sağladı. Luther orada
Reformun eline bir silah vermek için kutsal kitabı Almancaya çevirmeye
koyuldu. Luther'in en ateşli taraftan olan Andreas Karlstad, bunun üzerine,
rahiplerin yemin mecburiyetini kaldırdı, din adamlarının evlenebileceğini ilân
etti ve kutsal resimlere tapınmaya son verdi. Missa âyini bir kurban olmaktan
çıktı vede bir anma töreni haline geldi. Wartburg'dan dönen Luther, bu oldu
bittileri onayladı. Daha o zamandan, doktrinlere sansür koyma fikrini
benimsemeğe başlamıştı; nitekim fazla radikal bulduğu Karlstad'ı Saksonya'dan
çıkarttı, eyalet içinde, tapınma âyinleri ve papazları olmayan dini
topluluklar kurmağa kalkışan Thomas Münzer Mülha-usene sığınmak zorunda kaldı.
1524'den beri Güney Almanya'da, Münzer tarafından kışkırtılan, bir köylü
ihtilâli gelişiyordu.
Luther, prensleri bu ihtilâli bastırmağa teşvik etti; o sıralarda
bir -Devlet Klişesi- fikrini benimsemeğe başlamıştı. İmparator ve katoliklerle
mücadelesinde prenslerin yardımına muhtaçtı. 1528'den beri devlet adına
klişeleri denetleyen-zi-yaretçiler- de çok geçmeden, bir çeşit yeni piskoposluk
kurdular. Karlstadın görüşü, İsviçre'de ve Ren havzasında kabul edilmeğe
başlanmışdı. Antik hümanizme bağlı olan vede İsviçre'den paralı asker
alınmasına karşı gelmesiyle tanınan, ülrich Zivingli, Luther'in çağrısına uydu
ve tasarladığı reformlar gereğince 1525'de Zürih'de, 1528'de Bern'de kutsal
sırları redetti ve lütirjiyi çok sadeleştirdi.
1529'da Basel'de Oecolampade katolİklere ve hatta Roma'ya sadık
kalan Erasmus'a karşı Zwingli mezhebini yaydı. Bu mezhebi, Starsburg'da 1524'de
Martin Bucer kabul ettirmiştir. Klişe mülkünün el değiştirmesinde çıkar gören
Alman prensleri Luther reformunu destekliyorlardı. şeklinde ifadeleriyle
Reformun aynı zamanda mülklerin e! değiştirebilme yönüylede alakalı olduğu
hükmünü çıkarmak kabil olur, de-ğilmi efendim. Netice olarak şunu
söyleyebiliriz ki; Rönesans ve Reform, pozitivist atılımlar yâni deneyci
anlayışa gelen ve hristiyanlığın ilmi engelleyen kıstaslarından kurtulan avrupa
insanı, papazlardan kurtulurken bir mânada, kendilerini teknolojiyi
tanrılaştıran kaosun içinde buldular. Aradan geçen altı asır sonrasında da
içine düştükleri çukurda debelenip durmaktalar. Ama şunu da ilâve etmeden
geçmeyelim ki, teknikleşen avrupa, Kolomb ile bulduğu Amerika'ya insan ihracını
yapmağa başladığında, genel olarak adetâ barsak temizlercesine insanların bir
haylice serazatlarını yeni kıtaya gönderirken kendileri de içtimai, iktisadî ve
askerî alanlarda pozitivist (deneyci) anlayışla atılımın zirvesine doğru uzandılar.
Harp sanayii ve denizcilik vasıtalarındaki gayretli çalışmaları, bu kıta
devletlerinin her birinin birer sömürgeci ülke yaftasına hak kazanmalarını,
sağladığı inkâr edilemez.
Belki doydular! Belki de geliştiler! Fakat adaletin yayicısı olma
niyeti dahi taşımadıklarından, zâlimler zümresini teşkil ettiler ve de beyaz
adam mantığının vahşilik kanadını teşkil ettiler. Afrika, Asya insanları,
Amerika kızılderilileri, Çin ve Hindistan bu zalimlikten, üzerlerine düşen
ezilen insanlar topluluğu dramını yaşadılar.
Osmanlı'nın avrupayı tokatlamasının bittiği 1683'sonrası, kürre-i
arz bu tek dişli medeniyet canavarının tecavüzüne uğradı durdu. Milletleri
diplomasi alanında, karşılıklı menfaatler muvacehesinde kategoriye ayırmak
belki gerekir, ancak ilâhi ikazın -küfür tek millettir- olduğunu millet
evlâdının unutmaması farzdır.
Okuma Parçası:
İstanbul'un Fethi Üzerine Ecnebi Hezeyanlar!
Hiç şüphe yoktur ki; tatbiki mânada İstanbul'un fethinin Osmanlı
padişahı Sultan 2. Mehmed Hân'a müyesser olmasının ilâhi bir müjde olduğu
herkes tarafından bilinmektedir. Yaratıcımızın, yâni Cenâb-ı Allah'ın muradı
dışında bu kâinatı muazzamada ne gerçekleşebilir? Bu fetih başarısının
hristi-yan âleminin mistik bir bağlılık hissettiği İstanbul'un, Bizans'ın
elinden sökülüp alınması tabiiki ohhh ne iyi oldu diye karşılanacak değildi
elbette. İtirazlara, tevillere hâttâ iftiralara kadar varması beklenen vakaa
idi. Nitekim avrupa âleminde gerek sözle, gerekse yazı ile bu hususda hayli
beyanlarda bulunulmuştur.
Bu hususda en değerli çalışmalardan biri, Fransız akademi
âzasından, Güstav Şlomberje'nin, "Türk Muhasarası" adıyla M. Nahid
adlı yüksek tahsilini Fransa'da yapmış bir evlâdı vatanın tercümesiyle
Osmanlıca olarak ülkemizde yayımlanmıştır.
Ülkemizde yaşayan ister gayrimüslim olsun, gerekse müs-lim olsun,
milletimizin emsalsiz mükemmellikteki târihine düşmanlık besleyenlerin, bu
eserin içinden çekip çıkarıp, genç nesillere" bakın İstanbul'un fethinde
şöyle olmuş" demek suretiyle ehl-i salip zihniyeti sahibi eşhas ve
tarihçilerin, iftira ve hezeyanlarını kendi menfur zihniyetlerinin amaçladığı
istikametde bir makale, bir hikâye hâttâ bir roman hâlinde takdim ederek, zâten
tahsil hayatında hissedilir ağırlıkta ilim tedris olunmayan ülkemizde, târih
derslerinin müfredat bakımından yeterli olmadığını söylemek hiç de yanlış bir
ifâde değildir. Allahımızın kendilerinden razı olmasını temenni ettiğim,
milletimizin geçmişine kemiğinden, iliğine kadar meftun târih öğretmenleri,
yazarları ve alaylı tarihçiler dediklerimizin doğaçlama halindeki muhterem ve
özel gayretleri olmasa bu ilim dalının anbarlarına girip, oradan dünyaya,
hakikatlerle dolu bilgileri aktarmasalardı, bu tür maksadlı yayınların taarruzu,
târihimizde rahneler, yâni bir hayli yaralar meydana gelmesine sebeb olabilir
idi. İşte yukarıda andığımız târihimizin alperenleri, olan Osmanlı târih
araştırmacılarının ibzal ettiği gayretler, bu kültürel tecavüzü hayli redde muvaffak
olmuşlardır.
Osmanlı islâm devletinin kuruluşunun 700. senei devriyesi
münasebetiyle devletin de azbuçuk himmetiyle yapılan kutlamalar hayli işe
yarayan eserlerin gün yüzüne çıkmasına sebeb olduğu sıralarda, hemence menfi
yayınlarda sinsi sinsi piyasaya sürülmeye başlandı. Bilhassa valide
hanımsultanlar hakkındaki menfi yayımlarada rastlanıldı.
Günümüzde de böyle olduğunu hatırlattıktan sonra; 1935'lerden
sonra ülkemizde M. Nahit tarafından 1914 yılında Şlomberje'nin birkaç günde
tercüme edilmiş ve Osmanlıca olarak basılmış kitabın, münderecatmdan bazı
bölümleri latinize ederek, yeni buluşmuş gibi her 29/mayıs yaklaştığında
gündeme getiren devlet ve millet düşmanı zihniyetin bilerek veya bilmeyerek
kullanmayı sağladığı maşalar, milletimiz içinde tereddütlere, târihine kuşku
ile bakmasına sebeb olmuşlardır. 1950'den sonra Fâtih İmam Hatip lisesinde
dersler veren Sultan Selim'li Hafız Ali Rıza Sağman merhumun bu fitne
çalışmalarını idrak ederek yazmış olduğu: "Fâtih İstanbul'u Nasıl
Aldı?" adlı eseriyle, Şlumberje'nin yazdığı ve M. Nahid'in tercüme etdiği
çalışmayı, yukarıdaki andığımız kitabında bir, bir iddiaları inceleyerek lâzım
gelen cevaplan vermiş, böylece de ülkemiz münevverlerinin istifadesine sunduğu
çalışmayla târih dünyamıza büyük hizmetde bulunmuştur.
Hemen ilâve edelim ki, 1950'den önce İstanbul valiliği görevinde
olan Dr. Lütfü Kırdar merhum, bu lâzım gelen kitabın çıkarılması
teşebbüsatından haberdar olduğunda târihimize sahipliği, vazifesi içinde gördüğünden,
kitabın yazarına imzalayarak verdiği ve kitabın hemen ön sözünün peşine konmasını
istediği ezcümle nakle çalışacağımız şu ifâdeyi kaleme almıştır: "Sayın
yazar Ali Rıza Sağman; 'Fâtih İstanbul'u Nasıl Aldı?' adlı eserinizin 1. cildi,
İstanbul'un 500. yıldönümü yaklaşırken neşredildiğini görmek istediğimiz
eserlerden biridir." İstanbul valisi Dr. Lütfi Kırdar. İmzalı bu teşvik ve
takdirin ne kadar yerinde olduğu, aşağıda aktarmaya çalışacağımız iddiaların
çürütülmesi babında istifade olunması, yazarın seçimi ve merhum valinin teşvik
ve takdiri karşısında isabeti, sizlerde fark edeceksiniz.
Biz; 2001 senesi İstanbul Fethi haftasından dokuz hafta önce,
bahse konu, Şlomberje'nin "Türk Muhasarası" adıyla Fransa İçtimaiyat
İlimleri (Sosyal ilimler) Akademisini bitirmiş bulunan ve Şlomberje'nin
talebesi olan merhum M. Nahid'in 1330/1914'de yayımlamağa muvaffak olduğu
esere zaman zaman müdehale etmiş ve Fransız akademi azası hocası Şlomberje'e
itirazlarını büyük bir edeb dâhilinde yaparak, münevverlerimizin batı
hayranlığı hasebiyle bu çürük iddiaları kabul etmeleri endişesini taşıdığından
böyle bir gayrete gelmesini takdirle karşıladığımızı elhak Nahid Bey merhumun
bir evlâd-ı vatan olduğunu sık sık hatırlatarak, Rad-yo/Çağ-101. 3 adlı radyoda,
onsekiz saat süren Metanet Köprüsü adlı programımızda burada yer alan
bölümlerin, bir kısmını bahsettiğimiz programda dinleyecilerimize duyurmuş,
noktai nazarımızı ileri sürmüş ve bu hassasiyetimizden, programda bizi arayan
dinleyenler teşekkürlerini belirtmek için, telefonlarımızın kilitlenmesine
sebeb olmuşlardı.
Dinleyicinin fark edipde gösterdiği bu hassasiyeti gözönü-ne
alarak, bu kitaptan bazı aktarmalar ve cevaplarını vermeyi, bir târih
çalışmasının tabii oiarak kapsaması gerektirdiğini düşündüğümden bu
çalışmamızda sayfalarımızı bu mevzu ile süslemeyi vazife saydım.
Güstav Şlomberje Kimdir? Biz bu hususda Şiomberje'nin eserini,
tercüme ve yayınlanmasını sağlayan M. Nahid merhumun kalemine başvuralım.
Mütercimimiz diyor ki: "1903 târihinde Sir Edwİn Piyers bu muhasara
hakkında İngilizce mükemmel bir kitap neşretti" Bunu belirten Nahid Bey;
Mösyö Güstav'ın "İstanbul Muhasarası" adlı çalışmasının medhal yâni
giriş bölümünde, 'bana; bu eseri adım adım takip etmek ve parçalar nakletmek
kaldı'.. "Dediğini ve şöyle devamını getirdiğini ifade ediyor. "Bu
büyük vakayı rnüşaha-dede bulunanlar, hemasırlarının veyahut tamamen aynı dönemin
insanı değilse bile, bu hususda en fazla malumat sahibi tarihçilerin,
öndegelenlerinin naklettiklerini iktibas ederek, bu müthiş olayın günlüğünü
yazmaya önem verdim. Bu eserlerin yazarlarının en büyükleri arasında kabul
olunan Venedikli Barboro, Kardinal İzidor, Midillili Piskopos Leonar, Yunanlı
Kritivulos gibilerinin eserlerinden nakiller yaptım." Demekte. Ayrıca; Françes,
Dukas ve Halkondilas adlı Bizans vakanüvİslerinin yazdıklarıyla telif ederek,
iki ay süren muhasaranın safahatını ve vakalarının saati saatine takip etmemize
imkân sağlamıştır. Türk tarihçilere ve Sloven müverrihlere de başvurdum"
Diyen; Mösyö Güstav, eserinin yapılmış çalışmalar arasında en mühim bilgileri
verenin bu eser olduğunu belirtiyor.
Nahid bey merhum ise, mösyö Güstav'ın Akademi Fransez üyesi
olduğunu Bizans târihi ve arkeolojisinin kırk yıl tetkikini yapmış bir ilim
adamı olduğunu da belirtmiş bulunuyor. Tabiiki hayli büyük bir eser olan bu
çalışmanın önemlilerin en mühimlerini buraya alarak, okurlarımızın zaman zaman
ileriye sürülen iddiaların fantastikliği karşısında şaşırıp, ürpermelerini
önlemek için bir takım maksada dönük ortaya atılanlara, hafıza ve bilgilerinin
bunlar bizim bildiğimiz yavelerdir, dedirtme gayesinden başka bir şey değildir
burada buna dokunmamız. Bahsettiğimiz konularla ilgili nakillere mantık ve
kıymeti yüksek bilim adamlarımızın cevaplarıyla temas edeceğiz. İstanbul'un
nasıl alındığını anlatmaya çalışan Ali Rıza Sağman merhum, Şlomberje'nin
kitabından aldığı bazı iddialara muknîce beyanlarla cevap vermesi ve bunun
başında pek mühim bir tesbit olan Kerkoporta Kapısı iddiasının mutlaka
çürütülmesi gerekiyor görüşüne katılmamak mümkün değil. Çünkü, yeni duyulan ve
demiştik yönü bulunan iddiaların, az bilgili veya maksat sahiplerinin
şaşırmasına ve 2. gurubun ise millet İnançlarının sarsılmasına âmil olacak
fırsatları bulabildiğini düşünmek gerek.
Bütün bunların yanında batı dünyasında, var olduğu farze-dilen
hürriyetin, şark âleminin, diğer bir tâbirle islâm âlemini ve bunun bin yıldan
beri bayraktarlığını yapan müslüman milletimize dâir eserlerin dürüstlükle batı
dillerine tercümesinin önüne gizli gizli geçildiğini hatırlatmak isterim.
Nitekim Biratudİ adlı bir yazar, Şeyhülislâm Hoca Saadeddin Efendinin muhteşem
eseri, târihlerin tacı mânasına gelen "Tacüi. Tevarih"in batı
lisanlarından birine tercüme ettiğini ancak bütün mânası ile yanlış yapmıştır,
haberini Ali Rıza Sağman merhum bildiriyor.
Hemen burada, yukarıda adı geçen Kerkoporta kapısı meselesi
olayını bir - iki cümleyle özetleyeyim ve yeri geldiğin-deyse tatminkâr
malumatı arz ederiz. Efendim; Kerkoporta Kapısı bir kandırmaca efsanesidir ve
Kargayı kanarya yapma kudretinin ben-i beşere, yâni insan oğluna verilmemiş olmasıyla,
bu efsaneyi akıl sahiplerine yutturamama arasında bir fark yoktur. Bu
Kerkoporta Kapısı, Hepdomon denilen ve Bizans surlarının savunulmasının
yapıldığı yerdeki kapılardan, bir kapının adıydı. Bu kapı; üzerinde olduğu
hendeğin tabanı seviyesinde olup, irtifa bakımından alçak sayılacak bir
boyuttaydı. Kostantin'in verdiği bir emirle bu kapıyı açtırdığını okuyoruz.
Efsaneye göre günün birinde şehri zapt etmeye çalışan kuvvetler,
bu kapıdan girmeye muvaffak olacaklardı. Nitekim; imparatorun emriyle açılan
bu kapı bir müfrezenin savunmasına bırakılmıştı.
Aslında Rumların düşüncesi, Türk mevzilerine karşı bir huruç
harekâtı yapmak ve ani bir baskın ile Osmanlı birliklerine büyük zayiat
vermekti. Yerleşim hasebiyle bu saldın tabiatıyla Osmanlı sol kanadı üzerine
yapılmak mecburiyetindeydi.
Yukarıda vali bey tarafından teşvik ve takdir olunmuş eserinden
bahsettiğimiz Ali Rıza Sağman merhum, fetih hakkında yaptığı geniş araştırma
ve bilgilerinin ışığı altında ve vukufla "Rumların; böyle ne bir tasarısı
nede imkân elde edecek halleri olmadığını" ileri sürerek diyorki:
"Bu hendek zemininden açılan kapı yirmi metre derinliğindeki bir hendeğin
zemininde olduğuna göre ve bu alanın ise, deniz suyu ile doldurulmuş olduğunu
gözÖnüne aldığımızda huruç harekâtı yapacak Bizans askerleri o suların
arasından nasıl çıkacaktı?" Sorusunu sorduktan sonra yine kendisi:
"bütün bu hayaller Şedomil Mijatoviç adlı yazarın, hayallerinden ve masa
başında yazılmış, diğer hayali çalışmalarının içinden telif edilmiş
uydurmalardır" demektedir Venedikli arkadaşlarının yanından hiç
ayrılmayan, bu bölgede savunma hâlinde bulunanlar arasında yer alan, ünlü
tarihçi ve gemi cerrahı Barba-ro, Kerkoporta Kapısı olayı vukubulsaydı şüphesiz
ki, en geniş safahatıyla ve belki de abartıyla, eserinde bahsedecek kimselerin
başında gelenidir. Kerkoporta Kapısının, Osmanlı zaferini küçümseme niyeti ile
bir mizansen olarak uydurulduğunu, neden Kerkoporta Kapısı diye düşünmeye
başladığımızda, yukarıda arzettiğimiz maksada dayalı olduğuna ulaşabiliriz.
Şimdi Kerkoporta Kapısı hakkında eski sadrıazamlardan Ahmed Vefik
Paşanın yaptırtmış olduğu geniş bir araştırmanın sonucundan bahsedelim.
Sadnazam Paşa maarif nazırı olduğu kabinelerden birinde, Asar-ı Atika'a yâni,
eski eserler adlı müze müdürlüğüne Mösyö Detye adlı bir gayrimüslimi getirir.
Mösyö Detye; merhum Ali Rıza Sağman'ın nakline göre şu pırlanta değerindeki
beyanı yapmıştır:
"Her muharririn sözünü ayn-ı hakikat olarak kabul eden
müverrihlerin her biri bu kapıyı bir tarafa götürmüşlerdir. Surların her
tarafında da böyle bir çok küçük kapılar ve mahreç (çıkış) mazgalları olduğunu
düşünmeyerek mahza (güya) Türklerin muzafferiyetini kolaylıkla kazanılmış bir
zafer suretinde göstermek için, icâd edilen bu bahanelere maalesef
inanmışlardır."
İşte sevgili okur görülüyor ki batı'lıların ileri sürdükleri yalnız
kalmamıştır. Bunları çürüten veya karşı tezler her zaman ileri sürülmüştür. Bu
sebebden okurlarımız, şu gazetenin veya bu derginin veya başka bir kitabın
ileri sürdüklerini hemen kabullenmek yerine, masanın hem öte tarafından hem de
bu tarafından bakmak icâb eder.
Jan Jüstinyâni
Gayrimüslim tarihçilere göre, Jan Jüstinyâni adlı kahramanın
varlığı muhasaranın uzama sebebi olmuş! Doğru olsa bile neticeye bir te'siri
yoktur. Çünkü; Sultan Mehmed büyük bir azim ile gâyei yegânesi olan fetih'i
gerçekleştirmek için, en büyük mâni olarak sûr'ları görmüştü. Bütün
hazırlıklarını sûrları yıkarak, ufalamayı ve İstanbuta girmeye göre düzenlemişti
bütün hesaplarım.
Nitekim; burçların ve sûrların, devrin en müthiş silahı toplar
karşısında patır patır dökülmesi padişahın gayesine ulaşacağını
göstermektedir. Buna; bilmem ne kapısı, ne Jan Jüstinyâni, ne Paîeogoslar ne de
bizatihi Kostantin Dragase-zin engel olması kabildi. Nitekim; 28/mayıs/1953
sabahına yakın başlayan büyük yürüyüş ve hücum, İstanbulun batı yönü boyunca
uzayıp giden sûrların her tarafından şehre girildi.
Kerkoporta Kapısı, Jüstinyâni'nin yaralanması gibi olaylar savaşın
tabii ve beklenen neticelerindendir. Yoksa bunların Osmanlı fethini önleyecek
bir güç olmadığını kabullenmek gerekir. Ayrıca bu iradeye karşı koyacak kuvvete
ve de yardıma sahip değillerdi.
Nitekim; "İstanbul ve Boğaziçi" isimli eserin sahibi
Meh-med Ziya Bey merhumun: "Jüstinyâni'nin geri çekilmesi, şehrin sükûtunu
getirdi denmesi asla doğru bir söz değildir" demekte olduğunu buraya
kaydetmeden geçmeyelim. Zâten Venedikli Barbaro'ya göre Jüstinyâni yaralanmış
filânda değildir. Jüstinyâni; Sultan'ın büyük gücünü idrâk etdikten sonra,
düştüğü üzüntü sonunda, bulunduğu yeri terketme karan almıştır. Bu arada da
Jüstinyâni'nin durumu hakkında tarihçiler farklı şeyler söylemektedirler
bunlardan Kalkondil; kurşun ile elinden yaralandı Tetaîdi, ki bu adam
Galata'da zabıta müdürü idi bunun beyanı kolvirin adı verilen bir top mermisiyle
yaralandığını söylerken, Kritivulos büyük karabina ile atılmış büyük bir mermi,
zırh gömleğini delerek göğsünden girip, sırtından çıkmıştır, derken Rikşeriyo
adlı bir târihçiyse bambaşka bir şey İfâde ediyor: "Jüstinyani'yi
yaralayan; ne bir Türk askeri, ne de attığı bir şeydir. Onu kendi adamlarından
biri attığı ok ile yaralamıştır. Kritivulos başka bir yerde de, bir Türk
askerinin kılıcıyla Jüstinyâni ölmüştür demektedir. Bizim kaynaklarımız
Ulubadlı Hasan; Jüstinyani'yi kılıcıyla karnını deşerek öldürmüştür, dedikten
sonra Hasan'ın yürüyüşüne devam ettiğini bildirmektedir az sonra sûr dibinden
yukarı çıkmaya başlarken atılan oklar ve taşlar şahadet şerbetini içmesine
sebeb olmuştur demektedir.
Bizans'a Yardım
Papa'lığın bu muhasara karşısında Bizansa neden muavenet etmediği
sorusu ister istemez akla gelmektedir. Kendi limanlarının bombardıman
edilmesini önleyemeyen Papalık, Bizans kuşatmasına nasıl yardım
edebilecekti"? Bu soruya verilecek cevap, avrupanın o sırada önemli bir
kavşaktan geçmekte olduğu kendi keline merhem aradığı bir dönemdi ve dinde
reform ve hayatda rönesans ile cedelleşiyordu.
Papalık bu değişimin neresindeydiyİ sorarsak alacağımız cevap,
statükoyu muhafaza etmek üzere kendini düzenlemişti. Dolayısıyla kendi
hengâmeleri Bizans'ın yardımına koşacak ne imkân ne de takat bırakmıştı. İşin
bir başka tarafı vardı ki, o da Osmanlı taht'ına bu sefer, kafi olarak çıkmış
bulunan yirmi yaşındaki genç padişah, barutu kendinden ateşi ruhundan alan
bambaşka birşey olduğu gibi yaptığı hazırlıkların büyüklüğü Papalığın aldığı
malumatın dışında değildi diyebilirizki, papalık bu sefer yapılacak yardım
Bizans'ı, akıbetinden uzak tutamayacak, hâttâ avrupanın yardımına rağmen
İstanbul'un Sultan tAehmed'e râm olması, hristiyan-lık büyük camiası adına yüz
kızartıcı hâl meydana getirecekti. İsterseniz şimdi, Papalığı ve Bizansı bir
kenara bırakalım, Sultan 2. Murad'ın hayattan ayrılması üzerine bu sefer fetihler
yapmak üzere tahta çıkan 2. Mehmed'in hazırlıklarına bir atfu nazar edelim.
Edirne'de Olanlar
Sultan 2. Mehmed; 1453'ün mart ayı sonunda İstanbul'u fethetmek
için bütün hazırlıkları tamamlamıştı. Gerek Anadolu cihetinde gerekse Rumeli
tarafındaki mücahidlerini toplamaya girişerek gönderdiği haberler davet
edilenlere ulaştığında pek kısa sürede mızraklı olarak piyade ve süvariler, kimileri
ok, yay kimileride sapanlarıyla gelirlerken, bir başka bölümü de zırhlı
gömlekler giymişler her biri aşık olunacak bahadırlardı. Bunlara şimdi zırhlı
birlikler denirken, o günlerde, katafırakath askerler deniyordu.
Sultan 2. Mehmed'in ordusunun yekûn sayısını, tam bir sıhhatle
vermek kabil değildir. Pek çok yazar sayı vermekle beraber, aralarında bir
hayli sayı farklılığı mevcuddur. İçlerinde en fazla itibar olunanı görülen
Venedikli Barboro'nun beyanıdır. Diyorki: "2. Mehmed; Marmara sahili ile
Haliç arasındaki alana, 160 bin kişiyi yerleştirmişti. Bunlar gerek muntazam
kıtalar, gerekse gayri muntazam topluluklardı. Fakat kuvvetlerin tamamının bu
olduğunuda söylemek icâb eder" diyor. Filonun mürettebatıysa orta çağda
büyük şark ordularının dâimi olarak savaş eri olmayan kişilerdiki bunlar
yukarıdaki sayının tabiiki dişindaydı. Başka ve meşhur bir tarihçi olan Netaîdi
ise; bu miktardan miktardan farklı bir rakam söylememektedir. Bu tarihçinin
beyanını özetlersek şu ifadeyle karşılaşırız: "Sultan Mehmed'in İkiyüzbin
askeri olup, bunların 30 ilâ 40 bini süvari idi geri kalanı çeşitli meslek
sahiplerinin ve bilhassa hizmetinden, zenaatmdan ve ticari kaabiliyetinden
istifade edilecek tüccarlar olduğudur" Biz hemen şunu söyleyeiimki
sevgili okurlarım; Netaldi, Osmanlı süvari askerinin mikdarının 30 ilâ kırkbin
olduğunu ifade ederken arada onbin kadar bir sayıyı muhayyer bırakı-yorki bu
onbin rakamının, nelere kaadir olabileceğine akilı ermiyor. Halbuki; Osmanlı
devleti daha altmış yıllık bir maziye sahipken, Meriç kenarında Hacı îlbey
Kumandasındaki 10 bin süvari ile askeri gök yere düşse mızraklarımızla tutarız
diyen bir gurur ve kibir ordusunu, ki 200 bine yakın mevcudu vardı bunu bir
gece baskını ile tarumar ettiğini ya bilmiyor, yahut da ifadesinde bu kıstası
atlamış oluyor.
Efendim bir savaşın vukuunda, kuvvet dengeleri ve mevcud sayısı
pek önemlidir. Bu bakımdan iki tarafın kuvvetlerinin doğruya yakın sayıda
tesbiti, başarının veya başarısızlığın başka nerelerde aranması gerektiğini ortaya
koyar. Güstav Şulomberje'nin eserini tercüme eden Nâhid Bey farklı sayılar
İfade eden müellifler olduğunu hatırlatıyor.
Meselâ; bizim Hayrullah Efendi, 80 bin kişilik ordu mevcudundan
kapı açarken, Klelef ve Halkandilas Osmanlı'nın 400 bin mevcudlu ordusundan söz
eder, demek suretiyle mütercim merhumda bu aşırı farklılığı işaret etmekten
kendini aia-mamsştır. Öte yandan Françes; Osmanlı kuvvetlerinin 258 bin
olduğunu ileri sürerken, Sakızlı Leonardo ise 15 bini yeniçeri olmak üzere,
miktarın 300 bini aştığını, meşhur Dukas ise 100 bin süvari 140 binden
fazlasının gemici veyahud başıbozuk olduğunu yekûnun ise 260 bini bulduğunu
dillendirir. Monteîdi ise; karacı ve denizci sayısının yekûn olmak üzere 240
bini bulduğunu beyan eder. Böylece; hakikate yakın rakkam Venedikli M;
Barboro'nun söylediği 160 bin sayısıdır.
Muhterem okuyucularım; mösyö Güstav Şulomberje, Osmanlı ordusu
târihin bu döneminde, askerlik ilminin terekki-yatına ayağını uydurmuş olduğu
için en güçlü ordu olmayı yakalamıştı, demeyi esirgemiyor. Şulomberje;
yeniçerilerin, hristiyanlıktan devşirme olduğunu ileri sürerek, Osmanlıları
daha önceki zaferlerinde, Varna'da Jan Hünyad'ın feci mağlubiyetinde, Kosova
sahrasındaki hristiyan âleminin uğradığı bariz mağlubiyetde, en mühim rolü oynayan
gücün, devşirilmiş ve Osmanlı'lar tarafından yeniçeri askeri diye anılan
hrîstiyan çocukları olduğunu görüyoruz demekte.
Halbuki; insanoğlu hür ve günahsız doğar. Onu istikamet-(endiren
bir ailesi, yok bakıcısı, mürebbiyesi vardır. Çünkü ademoğlunun hayvanlardan
farklı yaratılışının göstergelerinden biride belli bir yaşa kadar,
ihtiyacatını kendi kendine gi-derememesidir. Bu bakımdan insanoğlunun
velâdetinden, yâni doğumunun peşinden kendisine bakanlar tarafından, aynı
zamanda inanç bakımından da yönlendirilir. Mösyö Güstav'ın; burada hristiyan
çocukları idi bu muzaffer müslü-man ordusunun yeniçerileri, demesi, bu hakikati
anlamazlıktan gelme olup, hristiyanlığmın icabâtındandır. Çünkü; çok kişi
bilmektedir ki bir çok gayri müslim, devşirme toplanma işinde çocuklarını
verecek ailelerin rızası alındığı gibi genellikle aileler (şüphesizki ekonomik
zorlukları olanlarıydı.) Ev-iâdiarını bu organizasyona vererek onların
istikbâllerinin iyi olmasını düşünüyorlardı. Ayrıca mensubu olduğumuz islâm
dini itikadında insan mükellef çağına girince dinin emirlerine muhatap olur.
Yeniçeri alınma çağı, insanın mükellefiyatının başlamasından bir hayli zaman
önce gerçekleştiğinden o, hristiyan olmamış bir çocuk olarak kabul edilir. Aiie
efradı o yavruyu vaftiz ettirmiş olsalar bile, bu anne ve babasının tercihleri
olup bu hususda İslama göre bâtıl bir adet'in kiymet-i harbiyyesi yoktur. Tâki
müslümanlar; inançlara asla karışmadıklarından, vaftiz gibi hristiyan
âdetlerine dil uzatmaya da teşebbüs etmezler.
Güstav Şulomberje demekte ki; "bineceği bir beygiri dahi
olmayan nice fakir ve bir çok gayri muntazam tâbir-i diğerle başıbozuk denilen
kişilerin hayliydi sayıları ve de bunlar ganimet ve yağma ümid edenlerin
arasında, bir çok hristiyan-da vardı." Bu itirafda göstermektedir, ki
Bizans devleti avru-pahların yardımından mahrum kalmakla birlikte, kendi
dindaşlarının bir bölümünün hem de ganimet ve yağma ümidiyle, üzerine
yüründüğünü görünce, meşhur Sezar'ın, evlâtlığı Brütüs'ü kendini öldürmeye
kalkışanların arasında, hançerinin parlayan ışığında yüzünü gördüğünde
herkesçe bilinen sözünü "Sendemi? Brütüs! Artık öl Sezar" dediği gibi
Bizans'ında demesi icâb eder, diye düşünüyor insanoğlu. Ancak insan
kahramanken, yine insan, hâin de olabiliyor ve kimse hâinlere bakıp da
inancından vazgeçmemeli değilmi muhterem okurlarım.
Mösyö Güstav; kitabının 57. sahifesinde şunları ileri sürüyor
"bu ordunun feverân-i hissiyatı görüimeye şayandı. Bu sayısız askerler,
asırlardan beri nice müslüman nesillerin aşk ve hararetle tahayyül etmiş
oldukları mukaddes bir ese ri sonunda gerçekleştireceklerdi. Peygamber-i
Zişân'da bunu vaktiyle düşünmüştü. En büyük hükümdar İstanbul'u zapt eden
hükümdar olacak, ordusu ise güzel ordu addedilecek" dememişmiydi?
Sorusunu sorup cevabını Şulomberie şöyle devam etmekte:
"Arab'lar tarafından bîribirini tâkib eden, yedi sefer yapıldı.
Bunların 3. sündede gençliğinde bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in sancaktarlığım
yapmış ve sevdiği yakınlarından olan yaşlı (90 yaşında) Hz. Eyüb'ünde içlerinde
bulunmasıyla ayrıca şÖhretlenmiş, bu muhasaradan beri daha nice kuşatmalara
mâruz kalmıştı İstanbul. Hakiki inanç sahipleri, müjdeİ peygamberinin
gerçekleşeceğine inananlar içlerinden gelen nâz île birleştirdikleri cennet
misâli İstanbula yaklaşıp, vuslata ermelerinin başarısını temin edecek duacılar
sadece erbâb-ı takva olmayıp, bol miktardaki serve-ti samanı düşünen ve bunları
nasıl yağmalayacağını düşünenlerde bulunuyordu" İfadesini yazmaktan
kendini alamamsştır. Yine de son cümleye, bu menfaat gurubunun içine
Bi-zans'dan gayri memnun hristiyan unsurları yazmasına, tarafgirliği engel
olmuş görülmektedir ve objektif olamadığını tesbit kolaydır.
Ancak yinede diyebilirizki Güstav Şulomberje, bu mesele hakkında
en objektif yazanların hemen başında gelir. Padi-şah'ın ordusuna katılmak için,
muhasaranın devam ettiği müddetçe, yeni yeni gayri muntazam kuvvetlerde
denilebilen yığınların katıldığını beyan eden Mösyö Güstav, bu katılımı
yağmacılıkla bağdaştırıyor, ki avrupai mistisizm dahi neticesi itibarıyla materyalist
bir görüşle alaşım halindedir. Karışım, demiş olsaydık hata etmiş olurduk,
çünkü karışımı meydana gelen kitleden tefrik yâni ayırmak çok daha kolaydır.
Mösyö Güstav Şulomberje; 1389'da Kosova Meydan Muharebesinin
şehid galibi Sultan 1. Murad-ı Hüdavendigârın ordusunda toplanan Mücahidin-i
İslama bir atf-u nazar eyle-se, o ordu içindeki Karamanoğlu askerlerinin
bulunduğunu görecekti. Tabüki yazar; Hüdavendigâr unvanının ihtimalki ledünni
mânasındakİ müslümanları bir bayrak altında topla-yabilene verilen lâkab
olduğunda behre sahibi olmadığından, Sultan Fâtih'in ordusuna fevç, fevç
gelenleri, insanın aynaya baktığında kendini görür misâli, kendileri yağma
düşüncesi taşıdığından, herkesi aynı kalıp ile değerlendiriyor.
Sultan Mehmed'in ceddi olan 1. Murad'ın ordusuna amansız düşmanı
Karamanoğlu'nun bile katılması, İslâm ordusu ve müjdelenen Fetih Ordusu olması
ihtimalinin en yüksek olduğu dönemde, islâmlar tabiatıyla bu orduya
katılmazmı? O kutsal gazanın mücâhidi, Gaazisi olmak istemezlermi? Şu-lomberje'nin
idrak edemediği husus, yeri geldiğini sandığımızdan söylüyoruz: Sultan
Fâtih'in; "Bizim hakikat kıldığımız yere onların hayalleri dahi
ulaşamaz" beyanını ya duymamış olabileceğinden veyahut da bitmez tükenmez
haçlı zihniyetinin, islâmlar ve şark dünyası ile sıcak veya soğuk savaşından
ötürüdür.
Muhterem okurlarım; bahse konu yazar bu çalışmasının 58.
sahifesinde, şunları ifâde ederek, elifi elifine olmasa da bizim ifademize
hayli yaklaşmış bulunuyor: "İslâm âleminin dindar müridlerinin harb severiiklerini
tahrik maksadıyla savaş habercileri, dini misyonerleri göndermişti. Bütün
eyaletlerden bahasus Asya'dan hakikaten oğul ansının koğanı terk etmeleri
kabilinden koşuşdular. Bir şark tarihçisine göre koşuşan binlerce kimselerin
arasında meşhur olanların isimleri şunlardır: Akşemseddin, Karaşemseddin, Molla
Senaî, Emir Buharî, Molla Fenârî, Cebâli, Ansar Dede, Molla Gürânî, Şeyh
Zindanı, Karamanoğlu ve yedi bin gönüllüsünün başında Aydinoğlu Derebeyi. Bu
savaşçı kitlelerin sayısını tan min etmek için akla gelen bütün teşebbüsleri
çaresiz kılan şey tekrar ediyorum, muhasaranın son günlerine kadar Önlerinde
bir alay, dervişler, mollalar, mağribiler, ve mutaassıplar bulunduğu halde,
Türk Ordugâhına gelen akın akın yeni savaşçıların akması hususu akıl alacak
şeylerden değildir" demekten kendini alamamıştır. Bu bakımdan işin onun
kısır düşüncesinin değil, islâmi dinamiklerin, iyi öğre-nilmesiyle alakalı
olduğunu ifâde edememektedir.
Güstav Şulomberje'nin Tutuculuğu Yazar; eserinin 59. sahifesinde,
"hristiyanlıkdan dönme birçok hâinlerin safları yanında, Türkler
tarafından ele geçirilmiş nice ve çeşitli kavimlerin var olduğu bir orduydu bu
ordu dahası, Sırp süvarilerinden, Sırp olan topçulardan, lâğımcılardan yine,
Almanlar ve Macarlardan bu orduya muavenet edildiğini ve ilâve olarak bunlara
Rumların, Lâtinlerin, Cermenlerin, Panoniyenlerin, Bohemyalıların, hâsılı bütün
hristiyan kavimlerin fertlerinin, Sultan Mehmed'e yardım için, hâinane bir
şekilde koşuştuklarını, Sakızlı Leonardo'nun yazdığını" söyler. Yine
Mösyö Mi-catoviç'in eserindeyse: "Padişaha Sırp kralı Jorj Brankoviç
tarafından mecburen gönderilmiş olan, Sırp kuvveti hakkında yazılmış gayet
faydalı bir sahife vardır" demektedir. Yazari ara başlıkta tutuculukla
itham sebebimiz; hristiyaniarın dindaşı oldukları Bizans'ın yardımına
koşacakları yerde, üstüne yürümelerinin esbab-ı mûcibesini teemmül etmemiş olmasıdır.
Anadolu topraklarında daha bir aşiret halindeyken, hristi-yan
tekfurların tebâlarının gönlünü çelmeyi beceren Kayı boyu ve müslümanca
tutumlarının, getirdiği adalet ve sevgi dolu ilişkiler hristiyan insanlarda
takdire mazhar oimadımı? Bunun sonunda düşünen bir kafa, din değiştirip, hem
dünyasını hem de ahiretinin hayırlara dönmesine yarayan bir sonuca varırdı.
Hadi diyelimki din değiştirmek aynı topluluk içinde yaşarken zordur ve bilhasa
hanımlar, çevremiz ne der İtirazında bulunacağından müslümanlığa geçiş
ertelenebiimiştir fakat adalet içinde emîn olmakla yaşamak, bir tekfurun keyfi
idaresine boyun eğmekden daha da efdaldir, diyen insanların bir akıllan
olduğunu, İstanbul gibi dünya'nin merkezi bir beldenin asırlar sonra yepyeni
bir medeniyete geçeceğine aklı kestiklerinde, bu işin gerçekleşmesinin
kendilerine dünya menfaati bakımından da hayli şeyler kazandıracağını hesap
etmelerine niçin kafa yormuyor, ahalinin böyle olmasının müsebbibi, küse ve
kraliyet ailesinin, keyfemâyeşa idâresinin sonucu olduklarını idrak etmiyorda,
Sultan Mehmed'e katılanlara ver yansın ediyor.
İşte biz bunu yazarın tutculuğu diye tavsif ederken, hiç aklımızdan
çıkarmıyoruz ki, Şulomberje bizim dediğimiz gibi mütalaalarda bulunsaydı, onun
hristiyanlığm mütegallibe-lerince ipi çekilirde, ne kendinden ne de
çalışmasından dünya haberdar olmazdı. Siz bakmayın batı'da hürriyetin bulunduğunu
söyleyenlere; Recâ Bey'in(Roje Garaudy) siyonizmle yahudilik üstüne gitti ve
neler çekmekte olduğunu hep beraber görüyoruz, 2000 yılında dahi.Şulomberje;
kitabında şunları yazıyor: "Bizans imparatoru ve müşavirleri, ellerindeki
hiç sayılsa yeri olan vasıtalar ile muazzam beldenin, müdaafasını teşkil
etmekle meşgulken. Genç Padişah, Edirne'deki ordugâhında şaşırtıcı bir faaliyet
içindeydi, uyku nedir? Bilmiyordu! Bütün geceleri; çalışma ile Bizans'ın şehir
plânını tetkikîe ve bu beldenin müdafaasını hakkı ile bilenler ile yaptığı
münakaşalarla geçiriyordu.
Bu harikulade hazırlıklar hakkında İstanbul'a kadar dağılmış olan
şayialar (şunu unutmayalımki istihbarat elemanlarının Bizans'da kendilerine
temin ettiği ajanlarla bu göz korkutucu, moralleri bozucu, ve İçlerinde
çalkantıya sebeb olan ifadeler bir organizasyonla gerçekleştiriliyordu) bu
belde'ye dehşet saçıyordu. Toplan döken hâin hristiyaniarın yaptığı silahlar
hakkında yayılanların insanların zihinlerini alt-üst etmekteydi. Top barutunun
keşfi, küçük ve büyük çapda silahların imâlatı ortaçağ döneminde zamanın
şartlarını değiştirmeye, eski usûlleri bozmaya başlıyordu. Sultan 2.
Meh-med'in pederi, Sultan 2. Murad'm pek yeni ve müthiş olan bu silahlardan
daha önce tedarik etdiğini biliyoruz. Bu harikulade teşebbüsler sayesinde,
savaş sanayiinin ve harp sanatının yeni bir devreye başlamasını oğlunun
kabiliyetine güvenerek, bırakmış bulunuyordu."
Çirkin İftira
Mösyö Şulomberje; çalınmasının 60. sahifesinde; "1453 senesi
ocak ayındaki ilk haftalarda Rumların başkentinde, çeşitli vasıtalar, ihtimal
bilhassa, Zağnos (Mehmed) Paşa hakkında beslediği kin ve garaz saikasıyla
padişahına ihanet eden ve hristiyanlara müsaid davranan Sadrıazam Çandarlı
Halil Paşa vasıtası sayesinde, Edirne'de <Bombarde> denilen büyük ve
müthiş bir topun döküldüğü öğrenildi.
O zamana kadar görülmemiş büyüklükte olan ve akla sığması zor bu
topa sahip olan, Türklere ait bahse konu harp âleti için Bizanslı tarihçi;
Dukas'ın sözleri şöyle: "1452'nin sonbaharında, Hz. Padişahın huzuruna
Osmanlı'ya iltica eden asker kıyafetinde bir firari çıkarıldı. Bu firârî,
padi-şah'a İstanbul'un mukavemetine dâir sağlamlığı hakkında hayli değerli
bilgiler verdi. Bu adamın adı Urban veya CIrbanî idi. Macar veya Ulahlardandı.
Dökümcülükde henüz emsali görülmemiş ustaların arasında gelmekteydi. Daha Önce
İstanbul savunmasında, görev almak için Kostantin Draga-zes'e kendini takdim
etmişti. Hükümdarın kendisine koyduğu şartlardan memnun kalmadığı gibi aldığı
ücretin çok büyük bir kısmını, aracılar ve nüfuzlu kimseler alıyor ve cep
doldurucular, bundan hayli istifade ederlerken, maaş sahibi kıt kanaat
geçiniyordu. Urban bu tarzın çirkinliğine daha fazla dayanamadı ve gizlice
Sultan 2. Mehmed'in hizmetine girmek için, Bizans'tan firar edip, Osmanlıya
iltica etdi. Padişah; bu ilticacıya iyi davranarak, kendisini dikkatle dinleme
yolunu seçti. Daha sonra nice hediyeler verdikten başka rütbeler İhsan etti ve
bu rütbeleri taşıyan elbisede hediye etdi.
Hele hele bağladığı yüksek maaşın doğrudan eline geçişi CJrban'ı
pek sevindiriyordu. Dukas'a göre; Urban bu maaşın kafasından yaptığı hesaba
göre dörtte birine razı idi." (Biz burada hemen sormadan edemiyoruz, maaş
miktarındaki düşüncesini Dukas'ın, Urban'dan nasıl öğrendiğidir?) ancak
Şulomberje devamile diyorki; "Dukas; Sultan Mehmed büyük tasavvur sahibi
zevatdan olduğundan, Urban'in sanatıyla meydana gelen böyle kıymetli yardıma
sahip olmaktan dolayı saadet havuzu içinde yüzüyordu adetâ ve Urban'a, bu güne
kadar hiç teşebbüs edilmemiş büyüklükte bir topun dökümünü yapıp,
yapamayacağını sordu: Ürban'sa değil İstanbul surlarını, Bâbil surları kadar
metîn inşa olunmuş olsa dahi tuz-buz edecek büyüklükteki taş gülleler atmaya
muvaffak olacak toplar dökeceğine güvendiğini ifâde etdi. Ancak (günümüzde
balistik hesaplan diye bilinen) endaht (patlama) ve menzil meseleleri hakkında
fazla bilgisi olmadığını da itiraf etmekten çekinmedi. Sultan Mehmed; bunları
kendisinin halldeceğini ifâde etdi. Yeterki; Urban, Sultan Mehmed'in bitmez bir
iştiyakla arzuladığı harp âletini hazır etsin." Mösyö Şulomberje, bizim
arabaşlık yaptığımız "hâin mühendis" ifadesiyle Topçu CIrban'ı
kastetmekteydi. Çünkü; yazar bu eseri yazarken taraftır. Aslında insanlar
taraftır fakat bu taraftarlık hiçbir zaman iftira etmek, hakikatleri
ketmet-mek, delilleri yorumlama esnasında adaletden ayrılmamak esas kabul
edilmelidir.
Yoksa İnsanların çeşitli sâiklerle, farklı olaylarda farklılık
göstermeleri fıtratının icâbıdır. Şulomberje; hâin mühendis (urban), Sultan
Mehmed, Mimar Muslihiddin ve Mühendis Sarıca Paşa ile diğer teknik adamlar
büyük bir toplantıda işleri tartıştılar. Padişah'ın Rumelihisar inşaatını
ziyaret ertesinde yapılmıştı bu ileri dönük meselelerin tartışıldığı bir
toplantıydı. Bu toplantıda konuşulanlar resmî tarihçilerin ifadeleri
Sultan'ın, fetih'den başka bir gayesinin olmadığını önemle belirtmeleriydi. Bu
toplantılardan geleceğe aktarılan bir hu-susda Sultan'ın kendi elleriyle
çizdiği, o muazzam şehrin haritası üzerinde başarıyla neticelenecek olan
hücuma en uygun yeri seçmek, sûr'larda gedik açmak, lağım koyabilmek için
ideal noktaları tetkik etdikten sonra tesbitini yapıyordu. Bu toplantılarda,
ifadeleri, bıkmazhğı ve dikkatinin herkesi kendine hayran kıldığı, bir çok
vakanüvisin kaydettiği ortak noktaydı.
Bu toplantıların mühim bir muhalifi vardıki bu hristiyanlar-la
savaşa girilmeye karşı çıkan sadrıazam Çandarlı Halil Paşa idi. Fakat bunun
karşısında da Damad Zağnos Paşaki bu adam Arnavut ve hristiyandı, diğeri ise
ihtiyar akıncı beyi Turhan Beydi ve bunlar padişahı bütün varlıklarıyla
destekledikleri gibi teşvikleride hayli müeesir idi. (îstidrat: Mösyö
Şu-lomberje'nin; Zağnos Paşa hakkındaki hristiyanlık iddiası yakıştırma
olmaktan başka bir şey değildir. Zağnos Paşa; Balıkesir'imizin pek tanınmış
ailelerinden birinin ecdadı olduğundan, bu ailenin bu hususda yayımladıkları
bir kitab ile bu iddianın nasıl bir iftira ve aslı esası olmayan isnat
olduğunu ispatlamışlardır) Biz; Mösyö Şulomberje'nin ifadelerine temasa devam
edelim:
Padişah çok dikkatli ve tedbirli olduğundan gözünden bir şey nihan
(saklı) kalmıyordu. Hristiyan ülkelerin, bilhassa İtalya vede Macaristan'ın
Osmanlıya karşı vaziyet alıp almayacaklarını da oralara gönderdiği
casuslarıyla kontrol etmekten geri durmamaya pek gayret sarfediyordu. Öte
yandan da, dökümleri yapılmış gülleleri hazırlanmış ve atış denemelerine amade
silahlarının denemelerine başlamıştı.
Top Devrinin Milâdı
Top'un müthiş bir tahrip afeti olduğu, bu cesamette topİa-nn
imâli, bu devrin doğuşu olarak kabul edilse yeridir. Gerek Şark gerekse Garp
dünyasında, Sultan Mehmed'in imâl ettirdiği ve urban ustanın yaptığı kabul
edilmiş bulunan topun İmâli topçuluk târihinin, o döneme kadar yapılmış en
büyük top olduğunu artan ehemmiyetiyle birlikde kaydeder tarihçiler. Buna bir
ad olarak vasi'yâni kral lâkabı verildi. (Bizde de hemen ifade etmeliyizki Şahî
adı söylenmeye başlanmıştı. Mösyö Güstav Şulomberje, bahse konu topu Dukas'ın
ifadesiyle naklediyor:
"Bu top çok gösterişli, korku salan görünüşü müthiş bir
harika idi. Bu topun kalıbının yapılması üç ay gibi bir zaman aldı. Yapılan bu
kalıbın içine Tunç alaşımını döktü." Bizim sanayii işçisi olmamız ve
mesleğimizin dökümcülük olması hasebiyle Tunç hakkında kısa bir malumat
arzedelim. Tunç alaşımının halitasında bakır madeninin en büyük payı taşıdığına
işaretle yeteri kadar çinko, kalay ile meydana getirilen bir metal alaşımıdır.
Dökümün yaklaştığı son safhada da, eri-mİş malzemenin rahat bir akıcılık
kazanması için, yeteri kadar fosfor katılır. Fosforun katılımı bir hayli
dikkat isterki, bunun haddi aşılır ise malzemede kırılganlık olma ihtimâli
artar. Çünkü, fosfor'un malzemede atomları çeşitli yerlerde fazla sıkıştırmak
gibi mütecanis olmayan bir iç yapı kazandırdığı olur. Kullanımda ısınan alet,
atomların gayri mütecanis hâli devam etdiği takdirde, aletin ısınma arkasından
soğuma zamanlamaları farklı olacağından, gövdede çarpılma, çatlama veya
yarılmaya kadar varan mahzuru olur.
Şulomberje'den nakille meşhur tarihçi Françes: "bu topun
gövdesinin, rumlara ait bir ölçü olan sipitam ile 12 sipitam, yâni 9 kadem ve
de metre cinsinden ifade edersek, 3 metre, 40 emdir." İngilizlerin de bu
konuda kalem oynattıklarını ünlü tarihçileri Mister Piyers; bu topun Edirne'de
dökülmedi-ğini Rejiyon'da yapıldığını ileri sürer.
Top'ün Denenmesi
Sultan Mehmed Edirne'de adı Yeni Saray denilen bir mekân inşa
ettirmişti. İşte bu yapılan büyük topu burada denemeyi kararlaştırmıştı.
Ancak; deneme esnasında meydana gelecek sâdayı hafifleticek bir çâre aramanın
en pratik yolunu, denemenin yapılacağı zamanı ve günü münadilerle ilân
ettirmesi ve hamilelerin kendilerini sesin vereceği baskıya hazırlamaları ile
ilgili çâreleri aramalarını bildirmiş olması medeniyyet-i insanlığın icabıydı.
Dukas'ın ifadesi; "top gür-lediğinde 13 millik mesafeden sesi duyuldu,
(karamili 1609 metre olduğuna göre, 21 kilometro, 170 metroya ulaşmış oluyor,
topun çıkardığı ses. Bir mukayese yapmak için 1878'de Çatalca'dan top
seslerinin İstanbul'da duyulduğunu göz önüne alırsak, 425 sene önce patlatılan
yukarıdaki top'un sâdasının 21 km. ye ses duyurması, yüzde yüzün arttığı bir
mesafeyse de, aradaki zaman farkının 425 sene gibi azımsanmmayacak bir zaman
olduğu düşünülmelidir. Bu deneme atışında tarihçinin kimisine göre; 600 kg,
750 kg, taş-gülle atıldığını, 1500 metro mesafeye düşmüş olduğu ve düştüğünde
açtığı çukurun üç metroya yakın olduğu ifade edilmektedir. Mösyö Şulomberje
şöyle devam etmekte: "Bu gülleler; bu gün bile (1914'de) İstanbul'un bazı
mahallelerinde meselâ Büyük Sûr'un hendeklerinde, Galata surlarının
diblerinde, eski sarayın avlularında hatta tersâne'de rastlanmaktadır.
İngiliz tarihçi Mister Piyers, bu güllelerden iki adetinin ölçümünü
yapmış vardığı netice Midillili başpiskopossun ifade etdiği ölçüyü bulmak
suretiyle bir doğruya ulaşmıştır. Ölçüm sonunda çevresi, 88 pûs olan bir değer
ortaya çıkmıştır. Bu gülleler granit olup, Karadeniz sahillerinden gelme
karataş yahudda aletlerle yuvarlatılarak gülle haline getirilmiş mermer
kütlesiydi. Koçi Efendi; (Koçi Bey risalesini kastediyor) Sultan Mehmed'in otuz
kantar yâni 30 bin kilo miktarında gülle hazırlattığını bahseder." demekte
olan Şulomberje kantar hesabında bir hata yapmış olmalı biz doğruyu ifadeye
gayret edelim. Bizim ülkemizde bir kantar, 56 kg.dır. Dolayısıyla; 30x56=1680
kilo ederki, bu da koca İstanbul'un bu kadar az ağırlıkta gülle ile
alınabileceğini akılın alması kabi! değildir. Tâa ki metinde geçen 30 kantarın
30 bin kantar olması iktiza ederken baskıda bin yazısının konulmaması vuku
bulmuşsa buna mürettip hatası denir amma bu seferde neticenin 30bin kilo
olmayıp, 30 binx56=l. 680. 000 <birmilyonaltıyüzseksenbin kilodurki>
makul görünüyor. Aziz okurlarım; Şulomberje eserinin 63. sahifesinde
"İstanbul'un muhasarasına iştirak edenlerden biri olan Midillili Piskopos
Sakızlı Leonardo; büyük bir Türk topu tarafından fırlatılan surların üstünden
aşıp giden bir gülleyi ölçmek merakına düştüm diyor. 88 pûs çevresi,
ağırlığıysa 600 kg. geldi demektedir." diye nakilde bulunuyor.
Edirne'den Çıkış
1453 senesi ocak ayı başlarında yola çıkarılan bizim Sahi
dediğimiz müthiş büyüklükteki top, İstanbulun önlerine ancak iki ayda
getirilebildi. Karaca Paşa komutasındaki gayri muntazam süvarilerin sayısı
onbini buluyorduki topun geçeceği yolları düzenliyorlardı.
Koruma görevi de bu birliklerin vazifesiydi. Rivayetlerin en
asgarisi 30 çift öküzle başlayan söz konusu topuçekme ameliyesi için 150 çift
öküzün kullanıldığı ileri sürülmektedir. Pek yakın bir zamanda Çar Ferdinand'ın
askerlerinin firar eden Türkleri önlerine katarak geçtikleri bu nihayetsiz ve
üzüntü verici ovalarda ilerleyen o şâyan-ı temaşa yâni seyre değer alayı göz
önüne getirmek kolaydır" Demekte olan Şulomberje mazide kalmış
hristiyanlann galibiyetine atıf yapmakta bu hasretini belirtmesine, eseri
tercüme eden, merhum M. Na-hid Bey şu sitemi pek haklı olarak yapmaktan kendini
alamamış böylecede bu milletin hakikatli bir evladı olduğunu ortaya koymuş
bulunuyor, ctemekte ki:
"Şlumberjenin ilmî bir esere, bu gibi hissi ve tarafgirâne
fikirleri karışdırması, şayanı teessüfdür." Top'un bindirildiği
tekerlekler üzerinde yol almasını tanzime çalışan ikiyüz kişi yan tarafında
durdukları halde yola koyulmuşlardı. Başka bir ikiyüz kişilik amele ekibiyse
yolun elverişsiz bölümlerini yola benzetmeye çalışıyorlardı. Elli dülger ise
her çeşit tamirin hakkından gelmek için kafileyi adım adım takip
etmekteydi-ier. Bunlar bilhassa köprüler kurmak suretiyle iniş ve çıkışı
kolaylaştıran kestirmelikler temin etmekteydiler. Bazı kaynaklar bu yolculukta
kullanılan insan unsurunun ikibin kişiye vardığını da rivayet ederler. Nihayet
mart ayı sonunda (Françes nisan'in 2. günü diyor) Allah'a havale edilmiş Bizans
surlarının, beş mil uzağına top'u getiren kafile vâsıl oldu.
Yol boyunca bu muhteşem topun geçişini görmüş bulunan insanlar
dehşete kapılmışlardı. Gördüğünü hafızası hayli zaman taşıyacaktı. Halk
arasında hayli ün sahibi olan urban Topunun, Sultan Mehmed'in bir çok topunun
iştirakiyle yapılan atışlar sonucundaki tahribini, CJrban'in topu yaptı gibi
sanmak veya öyîe göstermeğe çalışmak kadar yanlış bir husus olamaz.
Öte yandan Karacabey'in askerleri geçmiş oldukları Trakya
sahrasını bir harabeye çevirdiler. Ayastefenos (Yeşilköy)'u bastılar. Yalnız;
Silivri kasabası mukavemete muvaffak oldu. Osmanlı Donanması, bütün
tarihçilerin ittifakla söylediği gibi nisan ayının 5. günü İstanbul'un, Marmara
Denizine bakan büyük sûr'Iarı önünde görüldü.
Padişah 2. Mehmed'de 23/mart/1453'de İstanbul önlerinde
bulunmaktaydı. "Diye kitabında yer veren mösyö Şulom-berje şu tasvirle
bizlere sesleniyor: "Târihin en meşhur sahnelerinden birini fikren ve
tahayyülünüz nisbetinde gözünüzün önüne getirmenize yarayacak bir tasvir
yapalım; seyretmeğe değer çeşitli renkleri kendinde toplamış, yığınlar hâlinde
yırtıcı süvari ve piyade askerlerinden meydana geimiş, fevkalâde cemm-i gafir
yâni az rastlanır büyüklükteki kalabalık, bu muazzam şehrin, o ıssız, çorak,
düz ve tozlu bölgelerinde, toz koparan gibi dolanan o parlak ve muntazam
taburlar, gayri muntazam hadsiz ve hesabsız suvâri bölükleri, insanlar,
hayvanlar, ağırlıkların teşkil ettiği o ardı arası gelmeyen kollar gözlenince
yüzbinlerce ahalinin müthiş velvelesi, etrafı kuşatan muzıkaların akseden
ahenkleri, trampetlerin patırdısı, binlerce hayvanın inlemesini bir an için tahayyül
ediniz. Osmanlı padişahı 2. Mehmed; refakatinde 12 bin yeniçeri olduğu halde ve
bir kaçbin sipahiden meydana gelmiş muhafız kuvvetiyle 23/mart/1453'de, Büyük
Sûr'da denilen 'Beri' mıntıkasından tahmini birbuçuk mil kadar uzaklıkta
bulunan LikÖs, yâni Bayrampaşa deresinin vadisinde sol bölümde, tepe üzerinde
bir askerî hastane (1914'de) bulunan Maltepe'ye otağını kurdu. Topkapı (Bizans
dilinde; San-Roman)'nın tam karşısındaydı. Buraya büyük toplan koydu. Zâten
bizlerin Topkapı dememizde bu topların buraya konmasıyla alakalıdır.
Miriyandiriyon, yâni Orta kapı, Şarisiyas, yâni Eğri kapı gibi bu
üç kapının karşısındaki yerde 1422'de babasının ordugâhını kurduğu yerde
seccadesini seren padişah 2. Meh-med, ilk iş olarak o muazzam ordusuna bir öğle
namazı kıldırmak yolunu seçti kıbleye yönelerek. Namazın edasından hemen sonra
bilfiil muhasara başlamıştı. Bu ordusunun tamamına fethin hedef olduğu,
muhasaranın başladığını tellâllar vasıtasıyla duyurmuştu. Alimler; artık
birlikleri tek tek ziyaret ediyorlar, başlamış bulunan mukaddes cihad padişahın
emrince islâmın askerine anlatılıyordu. Hz. Muham-med'in müjdesinin
hatırlatılması buna kâfi gelmekteydi. Ordunun en büyük güç ve kalabalığını
teşkil eden Asya veya Anadolu kıtaları, bu geniş mesafeye yayılmıştı. Rumeli
kuvvetleri diye bilinen grup ise Maltepe'nin yâni padişahın ordugâhının sağ
tarafından itibaren, Marmara sahiline varan arazi üzerine yayılmıştı. Ayrıca
Halic'in iç tarafınada yayılmışlardı. Bu gösterişli ordunun gökyüzüne akseden
velveleleri üzerine yığıldıkları Bizans halkı için ne müthiş manzara idi.
İstanbul'un bedbaht insanları bu pek geniş alan kum gibi
kalabalıkla, sayıya gelmez süvari bölükleriyle dolduran o harikulede ordunun
her saat büyüdüğünü, dehşet tesiriyle hadekalanndan fırlamış gözleriyle görüyor
ve bu şeytanî manzara bunların ömürlerinin sona erecek olduğu zehabını
hissetiriyordu. Kulaklarına ulaşan uğultular, bu talihsiz beldenin etrafında
biraz sonra, hiç bir firarinin geçebilmesine, artık meydan vermeyecek olan o
canlı demir ve çelik çenbe-rin böylece oluştuğunu görmek, Bizans insanının pek
büyük dehşetle seyrettiği tablodur.
Aynı zamanda; târihde hakikaten ilk Türk donanması olarak da kendini
gösteren büyük donanma merkezi sayılan Geliboludan hareket ederek yola
çıkmıştı. Bu donanma daha doğrusu bir Bulgar muhtedisi olan Süleyman Reis yâni
Baltaoğlu Süleyman Paşa'nın Kapdan-ı Deryalığında idi. <Muhterem
okurlarımız: bu eserin mütercimi muhterem Na-hid Efendi merhum, koymuş
bulundukları dipnotla Baltaoğlu Süleyman Paşanın mühtedi olmadığını ikaz ettiği
orjinal kitabın hemen altında yer almış.
Sultan Mehmed; en azından böyle bir donanmaya sahip olunmaması
İstanbul fethini yaşatmayacağını biliyordu. Bu bakımdan gerek avrupa
sahillerini doldurduğu donanmasının başına Baltaoğlu Süleyman Paşayı getirdiği
gibi donanmanın merkezini teşkil eden Gelibolu Valiliği de bu zâta verilmişti.
"Mösyö Şulomberje; Baltaoğlu Süleyman Paşa'yı ilk kap-tanpaşa
olarak gösterirki, bu iddia isabeti olmayan talihsiz bir beyandır. Çünkü;
merhum amiral Afif Büyüktuğrul'un kaleme almış olduğu" Osmanlı Deniz Harp
Târihi ve Cumhuriyet Donanması" adlı eserinin 1. cildinin, 50.
sahifesinde şu ifadeye yer vererek Şulomberje'nin ifadesini çürüten bir misâli
zikredelim: "m. 1325 yılında Mudanya'yı, 1326'da Bur-sa'yi fetheden Orhan
Gazi, Karasioğlullanndan Aslan Karamürsel Bey'i 24 adet gemisiyle beraber
getirerek İzmit körfezinde bir mahalde üslendirmiştir. Rivayete göre bu mahallin
adı Aslan Karamürsel olmuştur. DolaysrylaOsmanlı'nın ilk amirali ve
kapdanpaşasi yukarıda adı geçendir ve böylece yazarın bu yanlışını tashih
ettikten sonra Şulomberjeye dönelim:
"...Osmanlı donanması büyük surların hizasından sahil boyunca
yayıldığında, 2 ve 3 katlı olan 30 kadar kadırga önde yol almakta ve 130 parça
da küçük gemi veya sanda! irisi denebilecek derecede bir filoydu bu. Bizanslı
tarihçi Kritivu-los, bu donanmayı pek müthiş bir donanma sayıyor ve zavallı
Romalılar, ifadesiyle Bizans Rumlarının korkularını belirtiyordu. Ancak şu da
bir vakıa idiki, Bizans bu güne kadar deniz üzerinden de bir muhasaraya mâruz
kalmamıştı. De-mekki Sultan Fâtih; o güne kadar kimsenin yapmadığı bir tarzı
getirmişti. Evvelâ; Rumelihisarını yaptırıp, ceddi Yıldırım Bayezid'in inşa
ettirdiği Anadoluhisarı'nin'karşısına koy: muş, böylece de Karadeniz'den
gelecek herhangi bir muaveneti (yardımı) durduracak gücü kazandıracak
mevzileri kurmuştu.
Ancak; donanmanın hareketini daha mufassal yâni tafsilatıyla
anlatan Venedikli Barboro'ya kulak verelim: <nisan ayının ilk günlerinde
hazırlıklarını tamamlamış olan Türk donanması, Bizans üzerine yürümeğe hazır
haldeydi. Kadırgalar, fustalar, prandariler ve briyk denilen gemilerden olmak
üzere 145 yelkenliden mürekkep donanmanın başına geçen Baltaoğlu, Marmara'dan
doğruca pupa-yelken giriyordu. Bu giriş; trampetler, askerî mûsikî aletleri ile
büyük debdebe ile sahilin her iki tarafından gelişleri görülmüştü. Marmara sahiline
toplanmış bulunan hristiyan ahali bu ana kadar islam-lara ait böyle büyük bir
donanma görmemiş olduklarından hüzünleri başlarında esen belânın büyüklüğünü
aksettiriyor-
Kimileri uzun zamandan beri şehrin kapılarını kapatıp, atıl
durmanın yanlışlığını anladılar, Osmanlı donanması Dol-mabahçe'den Beşiktaş ve
Ortaköye uzanan cilveli akıntıların girdabında oynaşan sulara yayılıp demir
attığında takvimler 12/nisan/1953 târihini gösteriyordu.> Artık deniz yolu
emniyeti de tesis edilmiş bulunduğundan gerek Karadeniz üzerinden gerekse
Marmara cihetinden çeşitli gemiler gelip gidiyor, Osmanlı ordusunu ve
donanmasının ihtiyacatının bir bölümü, bu deniz yoluyla karşılanıyordu. Bu
noktada tarihçi Françes; Osmanlı filosunun 480 parça olduğunu ifade ederek
herhalde ikmâl vasıtalarını geliş gidişlerini sayarak bunları genel yekûne
dâhil etmiş olmalı ki bu mübalağalı rakkamı vermeye mecbur kalmış. Karadeniz
cihetinden gelen gemiler ekseriyetle kereste ve toplarla fırlatılacak taş gülleler
getirmekteydi. Barboro; bu gemiler arasında 300 tonilatoluk büyük bir nakliye
gemisinden söz eder. Devrine göre şaşırtıcı bir niteliktir.
Otag-I Hümayün'da Neler Var?
Otağ, etrafına çok derin kazılan hendekle koruma alanı içine
almıyordu. Tertibat öyle dizayn olunuyorduki, Silivri çeşitli zaviyelerden tarassuta
alınmış oluyordu. İstanbul'a yardıma gelebilecek güçler ancak yardımı
Silivri'den görebilirlerdi.
Bu tedbir, bu yönüyle isabetliydi. 6/nisan/1453'de Türk Ordusu
düşman menziline girmemek kaydıyla sûrların hemen hemen bir kilometreden daha
yakın bir mesafeye sokuldular. Çarpışma başlamadan önce, Bizanslı tarihçi
Kriti-vulos hakkı teslim ederek şunları söyler: "<Sultan Mehmed;
Kur'ân-ı Kerîm'in emrine uygun olarak Bizanslılara son elçisini yolladı. Eğer
şehir kan akıtılmadan teslim olursa hiçbir kimsenin burnunun kanamayacağını,
can, mal, ırzını teminat altına aldığını bildir. Tabiiki cevap umulan şekilde
oldu. Teklif red edilmişti. Bunun üzerine fethe giden yolun son resmî geçidi
yaptırdı. Bu muazzam ordunun saçmış olduğu mehabet ve gösteriş, Bizans
insanlarının yeniden bir ümitsizlik girdabına yuvarlanmalarına sebeb oldu.>
Kritivulos târihinde şöyle devam etmekte:
<Hz. Padişah; ordusu tarafından işgal edilmiş olan iki sahili,
biribirine daha çabuk ve emniyetli bir tarzda buluştura-bilmek için, Zağnos
Paşaya Halic'in son noktasına bir köprü kurmasını emretmiştir.> Hakikaten
düşünce plânına alınan bu köprü Zağnos Paşanın kuvvetleriyle, son hücuma daha
çabuk katılmasını sağlayacaktı." Asya cihetinden gelmiş olan askeri
birliklerin başında Anadolu Beylerbeyi sıfatıyla bulunan İshak Paşa, Asya
Türklerinin imparatorluğunun en kuvvetli bağlılarından olan Mahmud Bey'le
birlikte, tecrübe ve cesaretlerini bir merkeze tevhid ederek, gösterdikleri işbirliği
şâyan-ı hayretken, Otağ-ı hümayunun sağından başlayarak, Topkapı yaldızlı
kapıdan, taa Marmara sahiline kadar, yâni şimdiki Yedikule sûrlarının dibine
kadar muhasara etmekle vazifeliydiler. Şeklinde bilgi veren Mösyö Şulomberje
şöyle devam etmektedir:
"Bu kuşatmanın en ehemmiyetli bölümünü ise Edirnekapı üe
Topkapı arasındaki mahal teşkil eder. Ve buraya düşen görevi, Suitan Mehmed
vede sadrıazamı Çandariı Halil Paşa deruhde ediyorlardı. Ancak İngiliz tarihçi
Mister Piyers, bu bölgenin en zayıf yer olduğumu, hâttâ Yunan Mitolojisinde geçen
Aşil'in topuğuna benzettiğini nakletmekte Mösyö Güstav Şulomberje.
Donanmaya Engel Zincir
Şulomberje bu meseleye de şöyle bakıyor: "Sarayburnu önünden
gerilmiş bulunan ve liman girişini tıkayan zincirin bağlı olduğu Tevriyon mevkiine
kadar olan bölgeyide Balta-oğlu komutasındaki donanma göz altında tutacaktı.
Sultan Mehmed; zinciri tahrip edip, kıyıya çıkabildikleri takdirde
burada bulunan surlardaki kuvvetin yetersiz ve savunmadaki zaafiyetini
düşünmüş olduğundan, buradan şiddetli hücumlar tasarlamaktaydı. Meşhur zincir
aşılacak gibi olmadığından, donanması burada sadece gözcülük yapma durumunda
kalmıştı. Bu bakımdan Sultan Mehmed şehri ancak iki cepheden zorlamak
durumunda kalmıştı.
Şulomberje; çalışmasının 75. ve 76. sahifelerinde, Bizans'ın
uğradığı eski bir muhasarayı şöyle nakleder: "1204 senesinde haçlı
orduları tarafından Bizans muhasaraya maruz kalmıştı. Bu muhasarada Hanri
Dandolo, gemileri sayesinde Haliç tarafından galibiyetle sonuçlanacak bir
hücum yapmıştır. Ancak biraz evvel Bizans amirali Mihail Sotirigi-nos, Bizans
filosunu satmak suretiyle ihanet etmişti.
Bunun ihanetiyle İtalyan kadırgaları liman girişini tıkayan
zinciri çözüp, hiçbir müşkülatla karşılaşmadan Halic'e girebilmiştir. Arab'lar
gibi,' Türk ırkından olan Avar'larda bundan asırlarca önce sahip oldukları
sayısız harp gemilerine rağmen, gemilerini asla sahile yanaştıramamışlar, buna
karşılık, iri Bizans harp gemileri ve Rum âteşi denilen suda dahi sön-miyen
müdafaa vasıtaları sayesinde, Marmara sahili tarafından Bizans surlarına ciddi
bir hücuma muvaffakiyet bulamadılar..."
Yazar Mösyö Şulomberje; çalışmasının 85. sahifeşinde Türk top
döküm sanayiinin varmış olduğu enteresan merhaleyi anlattığının farkındamı
bilmem amma, bu asrın tekniği bile bu safhanın ucunu tutamadı. Düşman hedefleri
önünden lâzım gelen tarz silah imâli. İşte bir millet silâh sanayiini milli bir
sanayii olarak benimser ve tatbike koyarsa, o millet hiç bir zaman cephane ve
silaha muhtaç hâle gelmez. Sultan Fâtih'in 1453'de ki harp sanayii hamlesini
1970'den beri millete ve devlete kabulettirmeye çalışan; Milli Görüş mimarı
Prof. Dr. Necmeddin Erbakan ve Milli Görüşe gönül vermiş olanlar, Sultan Fâtih
şuurunu aziz vatanımızın hayat-ı siya-siyyesinde ve temadi-i ömrüne kazandırmakla,
Müslüman Türk milletinin, uydu devlet değil, lider devlet olma mücadelesini
başlattılar ve bu sonunda gerçekleşecektir.
Milletimiz, mirasçısı olduğu ecdadının en güzel taraftarıyla
dünyada adaletin temsilcisi olduğu, eski ve şaşaalı günleri yeniden ihya
edecektir. Neyse biz şimdi; Sultan Fâtih'in fevkalâdeliklerini anlatan
Kritivulos'u, Şulomberje aracılığıyla dinleyelim: "Ünlü tarihçi Kritivulos
Rum olmakla birlikte, Sultan 2. Mehmed'in sâdık bir tebaasıdır. Bahse konu
tarihçi 2. Mehmed'in topları için şunları söylüyor:
<Ordusunu İstanbul önlerine en uygun şekilde yerleştirdikten
sonra, topları dökenleri yanına çağırdı. Onlarla bu silahların tahrip gücünü,
karşıda duran sûrları yıkıp, yıkamayacağını konuştu. Mühendisler ise; büyük
toplara ilâve edilmek üzere burada da aynı veya daha büyüklükte toplar
dökülebi-leceğini bunun yapılması hâlinde, sûrların yerle bir edileceği
cevabını verdiler. Ancak müthiş denilebilecek bir maddi imkânı gerektirdiği
beyanında da bulundular. Padişah; derhal istenenleri verdiğini söyledi. Bunun
üzerine bu mühendisler, insanın kendi gözleri görmese inanamayacağı, hummalı
bir çalışma ile dehşet verici büyüklükte toplan imâl etmeye başladılar.
<Kritivulos devamla:<mühendisler son derece yağlı ve hafif
killi toprağı, içerisine dağılmasın diye keten, kenevir gibi bazı lifleri içine
kıyıpda katıyorlardı. Sonra da, günlerce o kumu yoğurup kıvamını bulduğuna
kanaat getirince kalıp haline getiriyorlardı..> Diyen Kritivulos, kalıbın
nasıl yapıldığını anlatmaktan da kendini alamaz. Fakat biz bu top bahsine son
vermeden, mübalağa sanatından bir örnek olmak üzere Şuiomberje'nin, İngiliz
tarihçi Piyers'den alıntilıdığını nakledelim ve biraz da, deniz de olmazsa
karada yüzen gemiler bölümüne geçerek, bu kıymetli eserden aldıklarımıza gemilerle
son verelim.
Piyers'in ifadatı: <her İki taraf, Türkler ve Bİzans'iılâr ve
bilhassa Türkler o kadar çok çok atışı yapmaktaydı ki bu atışlar esnasında,
havada gelen okların yığılması ara sıra güneşin ışıklarını göstermeyecek
birbulut hâline geliyordu.> Her nekadar mösyö Piyers'in ki bir mübalağaysada
ancak dikkat çekmek istediği bana kalırsa, Sultan Mehmed'in ordusunun
mücahidleri okçuların kudretini işaret ettiğidir.
Haliç Ağzındaki Tedbir!
Muhterem okurlarım; zorluklan aşmaya azmetmiş bir padişahın ve
ona büyük itimadı olan ve sevgiyle bağlı ve de müjdei Nebevîye'ye nail olmak
arzusu ile yanıp tutuşan, inananlar ordusu karşısında olduklarını unutan
Bizans müdaafi-lerini, zincir ve Barboro'nun aşağıya alacağımız tahkimatı zorlayan
müslümanların nasıl çâreler bulacağını daha sonra göreceğiz. Şimdi Barboro
cerrah'm (o bir savaş cerrahıydı) Ruznâmesinden alıntıların yapılmış olduğu,
Mösyö Şulomberje'nin eserinin 108. sahifesine dalalım:
"Limanda zincirin gerisinde dokuz büyük geminin aralarında
üçü Tana'dan gelmiş kadırgalar, iki hafif Venedik kadırgası diğerleride
Kostantin Dragezesİndi. Silahları alınmış kadırgalar ve diğerleri olmak üzere
onyediyi buluyordu. Direkleri çanaklı ihtiyat gemileri vardı. Bunlardan başka
içindeki silahları alınmış ve düşmanın (Türklerin) büyük toplarından gelen
mermilerden ateş almaları korkusuyla batırılmış bir çok gemilerde vardı. Böyle
güçlü bir filonun mâliki olarak, kendimizi gaddar Türklerin hücumundan masun
zannediyorduk! Halic'in İstanbul sahili üzerindeki San-Ojen burcu iie Beyoğlu
cihetinin Lakarova burcu, zincir sayesinde aralarında irtibat peyda eden biri
medhal yâni girişin sağında, diğeri solunda olan, bu iki burç limanın
müdafaasında cidden faydalı idiler," Demekte olan Barboro, bir
perişanlığı yaşamağa hazırlanan insan haleti ruhiyesiyle yazmış görüntüsü
sergiliyor.
Çünkü o müthiş olayı, müslümanların, denizde yüzdürmedikleri
gemileri karada pupa yelken uçurduklannı gördükten sonra yazılmış bir yazı
olduğu hemen anlaşılıyor.
12/Nisan Bombardımanı
Osmanlı kuvvetleri tüm hazırlıkları yapmış mevcut toplarını
Kostantin'in sarayı olan Vlâkerna'nın karşısına 3 top, 3 top da Selimbirya^
kapısına, 2 topun şarisyus kapısına tabya ettirildi atışlar başladığında ise
sûrların titremeğe başladığı görüldü merhum mütercim M. Nâhid Bey, Barboro'nun
top salvolarının kendisinde tevlid ettiği hâlet-i ruhiye ile Sultan Fâtih hz.
lerine, terbiye dışı lâkab ve sözlerle bahsettiğini üzüntüyle ifade eder ve bu
memleketin bir evlâdı olarak, ecdadımıza böyle hakarete âmiz ifadeler kullanan
şahsın satırlarını ulvî terbiyesi münasebetiyle tercüme etmemiş olacak ki,
bizler Barboro'nun ne söylediğini öğrenememiş olmakla beraber, kötü söz
sahibine aiddir darbı meseline yapışmayı tercih ediyoruz.
Bombardımanın bütün ağırlığıyla devam etmesiyle birlikte diğer
önemli faaliyet donanmanın şimdiki adı Kabataş olan Çiftesütun'a erkenden
gelmesidir... Topların bu 12/nisan gü-
nü endahtı, Bizanslılara her an gelebiliriz mesajı gibi geliyor
onları titretiyordu.
Beklenmeyen Elçi
Bombardımanın başlamasından çok geçmeden Macaristan Naibini
elçiler gönderdiğini kaydeden Şulomberje, şöyle devam eder: "Bunâİbin adı
Jan Hünyad idi. Geliş sebebi olarak da ileri sürdükleri, Jan Hünyad'ın artık
nâib olmadığını, bütün selahiyetlerini genç kral Vladislava bırakmış olduğunu
bildirmekti güya! Bu eski naibin teklifi, 1451'de Semendi-re'de imzalanmış olan
vede karşılıklı mübadele edilmiş bir antlaşma senetlerinin biribirlerine
iadesini istemekti." Diyen Şulomberje; "bu tafsilatı Miçotoviç'in
eserinden aldım. Fakat Rumların lehinde yapılmış teşebbüs olduğu
aşikârdır" dedikten sonra şöyle demekte:
"Hünyad; padişahı Macar ordusunun mümkün bir hücumuyla
tehdid ederek düşünceye salmak, böylece de sadrı-azam Halil Paşanın sulh
taraftan fikriyatına güç kazandırmaktı. Semendire antlaşması üç seneyi
kapsayan bir antlaşmaydı. Bu antlaşmayada Sırp Despotu Brankoviç tavassut
etmişti. Bu antlaşma Rumların çılgına dönmesine sebeb olmuştu. Hünyad'ın
adamları geldikleri otağı hümayundan kuşatma alanını gezmek izni alarak
çıktılar, dolaştılar." (Padişah; hemen ilâve edelimki bu seyre ve gezmeye
müsaade vermekle, Macarlara oturun oturduğunuz yerde demek istemiştir. )
"18/nisan/1453'deki bu hücumda, Osmanlı topları Jüstinyâni'nin bulunduğu
yerde, iki burcu alaşağı ettiği gibi sûrların ön ve arka duvarlarını da haylice
hırpalamış bulunuyordu. Jüstinyani ise gelişi güzel siperler kazdırıyor,
mukavemete devam etmekteydi. 18/nisan hücumunun verdiği hasarı gören padişah
sabahın ilk ışıklarıyla umumî taarruza yakın kesafette bir deneme yaptı. Cerrah
ve tarihçi Venedikli Bar-boro şöyle anlatmakta:
<Türklerin çok kalabalık bir gurubu gelip, surlara dayandı. Bu
sırada saat gecenin iki'sini gösteriyordu taarruzu güneşin doğmasından sonra
saat altıya kadar sürdürdüler. Türkler hayli zayiata uğradılar. Bütün bunlara
rağmen gece karanlığından istifadeyle sûrlara yaklaşıyorlar ve aniden
bizimkilerin üzerine atılıyorlardı. Atmış oldukları savaş naraları, çıkardıkları
sesler, mevcudlarının çok üzerinde bir kalabalığın varlığını hissettiriyordu.
Bu sesler o kadar yüksekti ki, 12 mil uzaklıktaki Asya cephesinden dahi
işitilmekteydi. Hristiyanlar kapıldıkları korkuyla feryad-ı figan ediyorlardı.
Bu sesleride duyan İmparator Kostantin, hayli endişeye kapılmaktan kendini
alamadı.
Putperestler; (hâşa! Müslümanları kastediyor) geriye çekildiklerinde
ortalık sessizliğe büründü. Türklerden ikiyüz kişi ölmüşken, biz de ne ölü ne
de yaralı vardı.> Şulomberje'den Öğrendiğimize göre; Tarihçi Sloven'de
yazmış olduğu "Veka-yinâme" de bizim ilk hücumumuzu, aşağı yukarı
aynen anlatmaktadır. Yalnız bu eserin şu bölümünü nakletmeden geçmeyeceğim:
<Birinci hücumda öğle vakti gelmişti ki, Türkler topunu 2. defa üzerimize
doğrulttuklarında Jüstinyani, o da topunu hazırlamıştı. Türklerin topuna doğru
nişanladığında ve atışını yaptığında isabet vaki olmuş, Türklerin topunun
İçinde bulunan barut, topun kundağını parçaladı. Sultan Mehmed bu manzarayı
müşahede ettiğinde, hayli hiddetlendi
ve havada akisler bırakan sesiyle iki defa: "Yağma!
Yağma!"
•i diye bağırdı. Osmanlı birlikleri de padişahlarının dediğini
tekrarladılar ve karadan da denizden de hücuma geçtiler. İstanbul'da
bütün.ahali sûrlara koştu. Klişelerde ise patrik, despot ve rahiplerle,
rahibeler duaya kalmışlardı.
İmparator Kostantin Dragezes hıçkıra hıçkıra ağlamaktaydı.
Kumandanlara, askere ve ahaliye metîn olmalarını ifâde etmektende kendini
alamamaktaydı. Bu arada da hiç durmamak kaydıyla bütün şehri dolaştı. 18/nisan,
yerini 19/ni-sana bırakmış fakat iki hasım arasında çeşitli harp vasıtalarının
kullanıldığı savaş devam etmekteydi. Müdafiiler; uzun merdivenleriyle surlara
tırmanmağa çalışan müslümanların üzerine taşlar atmak ve kızgın yağlar dökmekle
savunmalarını yapıyorlardı.
Buna karşılık Sultan'in askerleri; şehîd olma şuuru içinde fethi
temin edecek hücumlarında ısrarlı ve sebatkârdı. Savaşa nihayet verildiğinde,
sessizlik çökerken imparator bütün nöbet yerlerini teftiş ettiğinde uykuya
dalmış nöbetçiler buldu fakat bunu yorgunluğa vermişti. Jüstinyâni ve hemşehrileri
İtalyanlar ile Rumlar, gedikleri kapama işine koşuyorlardı. Üzerlerindeki
zırhlar onları atılan ok ve mermilerin tahrip ve yaralamasından korumaktaydım
Sevgili okurlarım, Güstav Şulomberje'nin Barboro'dan naklen
söylediği ikiyüz Türk'ün telefatı, müdafiiierden değil ölü, yaralı bile
bulunmadığının söylemesi karşılığında , Sta-raeneski adlı tarihçinin, neşretmiş
bulunduğu "Sloven Veka-yinâmesi"nde, çılgınca bir mübalağa ile şu
rakamları veriyor: 1740 Rum, 700 Ermeni ve Frank ile 12 bin Türk'ün telef olduğunu
ileri sürer. Şulomberje ise ; bu kadar birbirinden uzak rakamlar ileri süren
tarihçilerle ne yapılabilir? Sorusunu sormakla, bir hakkı teslim etmiş
olmuyormu? 22/nisan/1453 Pazar günü, öyle bir harikulade olay vuku bulduki
gerçekleşen bu olay sayesinde, İstanbul'un sükûtunun, yâni düşmesinin son
kertesine gelindi. Hakikaten bu olayda, insanların gözlerini hadekalarından
fırlatacak kadar, akıllara durgunluk verecek bir manzara yatıyordu Haliç'de.
Gemiler gökten in-mişcesine dünyanın bu nâdir rastlanır Altınboynuzunda sefa-in
etmekteydi.
Evet azim ve sa'nat, kudretle birleşince Dolmabahçe'den
Beyoğlundan, Okmeydanından, Kasımpaşa'ya
ve oradanda
Kadırgalar caddesinin önünden Halic'in sularına kara yoluyla
inivermekti bu akıllan durduran ve asırlardır diilerden düşmeyen vede asla
düşmeyecek olağan üstü gayretlerin neticesinde gerşekleşti biz, bu tesbitleri
yapan müverrihlerin beyanlarını değerli eserinde derce muvaffak olan Mösyö
Şu-lomberje'den biraz daha nakli uygun buluyorum. Böyle yapmamızın sebebi
bizim târihlerimiz ecnebi tarihçilerin maskesini indirecek olan biribirlerini
çürütecek tarzdaki beyanlarını pek nakil yoluna gitmemişler böylece de,
insanımızın şurada, burada duymuş oldukları bazı iddialara yenik düşmek
durumunda kalmasına sebeb oluyorlar. Bunu önlemek herkesin üzerine düşen
vazifeden diye kabul edersek, o zaman bilgi bakımından ecnebiler, bizim için ne
diyora biraz önem vermek gerekir diye düşünüyorum. Şulomberje kitabının; 146.
sahifesinde şunları söylüyor:
"Bu kitabın bütün okuyucuları; İstanbulun bir çok piânîar,
resimlerle meydana konulmuş krokilerle, topoğrafik vaziyetini bilirler bu
büyük şehir, müselles (üçgen) şeklindedir. Bir taraftan Marmara denizi diğer
taraftan Galata, Beyoğlu, Kasımpaşa tepelerinin eteklerindeki bir kaç km.
boyunca uzayıp giden Haliç ile huduttur. Muhasaranın bu anma kadar, İstanbulun
gayet zayıf olan kuvvei askeriyyesi mukayese edilemez büyüklükteki, Osmanlı
ordusuna karşı bu namlı üçgen şeklindeki İstanbulun, yalnız iki cephesini
savunabilmekteydiler. Bu cephenin bir tarafını Marmara yönü, diğerini Marmara
sahilinden Halic'in kuzey yönündeki uç noktasına kadar ki burası Teodosyus
sûru ile müdafaa edilen kara cephesiydi.
Üçüncü cephe; Halic'in boyunca uzanan hattı. Burası 1204/milâdi
yılında, ehli salip ordularının eiine geçmesine geçit olan cepheydi ve Halic'e
girişi zincirle korunuyordu. Halic'in karşı sahili, yâni Fındıklı'dan
başlayıp, Kasımpaşa ve ötesine uzanan
sahil üzerinde, Galata denen yerde Cenevizlilere aid belde Taksim ve Kasımpaşa
tepeleriydi. Buraları Zağnos Paşanın eline geçmişti. Çok kalabalık askeri ile
Galata Kulesinin etrafı hâriç olmak üzere Boğazkesen hisarından taa Haliç
sırtlarının bütün tepe, ova ve hendekleri Zağnos Paşanın hüküm ferma olduğu
yerlerdi. Bu gün (1914 yılı) Kağıthane'de Sidaris Suyu denilen dere üzerine
bir köprüde kurulması ihmal edilmemişti. Böylece birliklerin irtibatı haylice
kolaylıkla yapılır olmuştu. "Diyor, Şulomberje ve şöyle devam ediyor:
"Peşinden eserini adım adım takip ettiğim Mister Piyers;
Galata'nın üçgeni olan sûr'u Haliç sahilinden, tepeye doğru çıkıyor ve bu gün
semâya yükselen meşhur kule'de (Galata kulesi) keskin bir açı teşkil ediyordu.
Eğer Sultan Mehmed; Ceneviz beldesine girmiş olsaydı işini son derece
ilerletmiş olacaktı. Bu beldenin sûrlarından zincirin arkasında emniyet ve
güven içinde durmakta olan hrîstiyan gemilerini, pek rahatça vurması kabil
olacaktı. Böylece ordusuyla bu cephenin irtibatıda sağlanmış olacaktı. Bu
Ceneviz beldesi işi hayii ilerletmiş olan Sultan Mehmed ile sulh içinde olmaya
devam ediyorlardı.
Ancak bu belde de yaşayanların eğilimi, asla putperest Türklere
değil, kendi dindaşları hristiyanlara idi. Sultan Mehmed; İtalyanların bu
beldeye hakimiyet ve bağlılığını bildiğinden, asla bunlara zarar vermiyordu.
Verdiği takdirde, gerek deniz gerekse kara yoluyla gelecek yardım, belki de
Sul-tan'ın muhasarayı kaldırmasına bile sebeb olabilirdi. Öte taraftan;
Cenevizliler Haliç vasıtasıyla muhasara altındaki Bizanslılarla tatlı tatlı
alış verişlerine devam ediyorlar ve bunu bilen Sultan Mehmed ise; hiç duymadım
ve gÖrmedimi ve de söylememi oynuyordu. Muhasara esnasında, hristiyan tarihçiler
tarafından, kaleme alınanlarda, Galata-Ceneviz mevkii
kumandanı ile bedbaht tebâsı hakkında ihanet ithamlarının bol
miktarda olduğu görülür. Bu doğulu Cenevizlilerin, bütün teveccühleri,
hristiyan kardeşlerine karşı bulunduğu, fakat muharebe esnasında nâzik
mevkıileri, devamlı olarak Koca Türk'ü idare etmek mecburiyetine soktuğu
hakikatini tekrar ederim" diyor. Buradan anlamamız gereken; Sultan Fâtih
Hz. leri, Bizansla, Galata cihetinde bulunanların ittihadını önlemek için ince
politikayı kararlaştırmış ve bunu pek güzel olarak uygulamaya koyduğudur.
Ayrıca böyle yapmakla gemileri karadan yüzdürme projesini Galata cihetinin
gözünden, kulağından uzak alanda altyapısını imâra başlama fırsatı
bulduğudur.
Bir de önemle işaret etmemiz gereken hususda, gemileri karadan
yürütme fikrinin ilhamının en önemli faktörü, çok geniş bir dünya târihi
bilgisine sahip olmasından kaynaklandığıdır. Mösyö Güstav Şulomberje; eserinin
150. sahifesinde şöyle yazıyor:" gemileri karadan yürütme projesi,
harikulade bir gizlilik ve pek süratli bir biçimde gerçekleştirildi. Bu harikulade
ameliyeye hayran olmakla beraber, Türk donanma gemilerinin pek büyük gemiler
olmadığımda göz önüne almak icâb eder. "İşte sevgili okurlar biz burada
devreye girmezsek bazı okurlarımız bu ilk bakışda doğru, teemmül edildiğinde
isabetli olmayan bu görüşün iğfaline mâruz kalabilir. Efendim; eğer Baltaoğlu
Süleyman Paşanın donanması, yeterli irilikte kalyonlardan, kadırgalardan
müteşekkil olsaydı, o zaman gemileri karadan Çürütme lüzumu hasıl olmazdı. Bu
kadar zahmet illâ târihler yazsın diye çekilmedi. Şartlar bu olağanüstü
başarıyı aramaya sevk etdi ve tam tersi Osmanlı donanmasının gemileri kâfi
kudrete sahip olsaydı gerilmiş olan zinciri ortasından ikiye bölebilecek iş
hakkında kafa patlatıp, buna muvaffak olacak ilim adamı ve operasyonu
gerçekleştirecek insan sayısı bu ordugâh-i âlî'de kum gibi kaynamaktaydı. Bir
misâlle durumu izaha gayret edelim. Bir zamanlar efsanevi amiral gemimiz olan
Şanlı Yavuz gemimizi düşünün, ve ona bin tane balıkçı sandalıyia hücum edin ne
yazar doğrusu, yolu Topkapı Sarayına düşen veya pek merak eden olursa gitsin
orda bahse konu zincirden numune olarak kalmış, parçayı görsünler. Şulomberje
belki hristiyan tarihçilerin pek insaflılarından biri olabilir! Fakat genede
"katranı ne kadar kaynatsan olmaz şeker/sonunda cinsine çeker" darb-ı
misâlince batı dünyasının Bizanslılara bir miktar gönderdiği yardımı taşıyan
üç kalyon, bizim sandallardan müteşekkil donanmamızın hattını yanpda, mahut
zincirin arka tarafına geçmeye muvaffak olmasına büyük zafer demiş olmasını,
şuurla düşünürsek tarafgirliğini yakalamış oluruz zannindayım. Şulomberje
devrin yazarian için; donanmanın karadan naklini temin için Boğaziçinde kuzey
tarafındaki sahil üzerinde, padişahın mühendisleri tarafından tercih edilmiş
noktada, tamamen aynı tesbitde bulunmuyorlar. Fakat bu tercih noktası bütün
muhasara boyunca Osmanlı donanmasının önünde durmuş olduğu <Diplokıyuniyon
yâni Çiftesütun bugün ise Dolmabahçe ile Beşiktaş arasındaki sahildir. Gemiler:
Beyoğlu tepelerinden aşırarak , nakletmek için, yine mühendislerce seçilmiş
yolun, istikameti doğru tesbit olunmuştu. Diyen Şulonberje; İngiliz yazar
Misterpiyersin adım adım takip ettiğim İstanbulun Muhasarası Tarihi adlı kitabından
şunu naklediyor:" bugün Beyoğlunun üzerinde bulunduğu tepeler, kesilmiş
ağaçlıklar ve bağlarla örtülü idi. Bugün Beyoğlu'nun büyük caddesini teşkil
eden, yukarı hat'dan itibaren hâlihazırda Kasımpaşa adı veriien "Menbalar
Vadisi" bugün, hristiyan mezarlığı yerine kâim olmuş, serviler dikili bir
Türk Mezarlığıdır. "Şulomberje; Piyers'den alıntıya şöyle devam ediyor:
"O devirde, boğaz sahilinde şimdiki Tophane'nin yakınındaki bir yerden
başlayarak, Beyoğlu Tepeşinin boğaza hâkim olan doğu yamacını sağlam şekilde
uzayan dik ve meyilli bir keçi yolu şimdiki İstiklâl Caddesini geçtikten sonra
öbür yamacı takip ederek, Haliç sahili üzerindeki menbaiar vadisi denen yere
inilirdi. Dağm tepesinde büyük topçu kışlasının bulunduğu (Taksim kışlası)
yerde birbirini kesen bu iki yol istavroz şeklinde bir yol ağzı teşkil ediyordu.
Yâni dörtyol ağzı dediğimiz, Rumcaysa İstavrodromi-yon denmekteydi. Boğaz
sahilinden yukarıya çıkan bu patika; evvelce ve bugün Kırım savaşı esnasında
ölmüş bulunan İngiliz kara ve deniz askerlerinin hâtırasına inşa olunan klişenin
bulunduğu yol olan dere'yi tâkîp ediyor, sonra o dörtyo-lun ağzındaki dağın
zirvesini teşkil eden hemen bir kaç yüz metro genişliğindeki dar bir düzlüğü
aşıyor ve ondan sonra da, tepenin diğer tarafındaki yamaçdan aşağıya iniyor Ju.
Aşağı inerken dik fakat tamamen müstakiym yâni doğru bir diğer dereyi takip
ederdi ki, bu dere ae, bu gün Beyoğlu caddesinden Menbaiar Vadisine yâni
Kasımpaşa'ya dolaysıyla, Halic'e varan yol mevcuddur. Sultan Mehmed'in evvelâ
yamacı tırmanan, sonra inen bu uzun yolu takip ederek, donanmasının
gemilerini bir taraftan diğer tarafa aşırdığı pek muhtemel görülüyor."
Demekle, gemilerin karadan yürütülmek suretiyle Halic'e hem de, hangi tarikle
indirdiğini de ister istemez itiraf ediyorlar. Bizden gözüküp de bir takım tezvir
ve iftira sahiblerine, bu çahşmamızdaki gösterdiğimiz kaynaklar bir mukni cevap
olarak rahatça gösterilebilir ve bizde bir Osmanlı Târihi kitabı içinde bu
değerli delilleri bulundurmanın bahtiyarlığını yaşamaktayız.
Şlomberje Latin asıllı Poskİlos ile kuşatmayı başından beri
yaşamakta olan Midillili başpiskopos Leonardo'dan şu nakli yapıyor:
"21/nisan sabahı şafak sökmeden Ceneviz Beldesinin üzerine Sent-Teodara
tepesine Galatanın doğu tarafındaki sûrunun Kuzey tarafına, şimdiki İngiliz
Kilisesinin bulunduğu yere yeni Bataryalar yerleştirildi. Padişahın bundan maksadı,
Galata Cenevizlilerini korkutmaktı. Ayrıca oyalamayı da tasarlamıştı. Bu
oyalama elzemdi, geri taraflarda donanmanın gemilerini nakile yarayacak
çalışmaları, bunların fark etmemesi tedbirini almak demekti. Bahse konu yere
üslendirilen bataryalar, güllelerini küçük beldenin evlerinin üstünden
aşırarak, zincirin gerisindeki Halice toplanmış, Hristiyan gemilerini
bombardıman etmekle vazifelenmişti. Böylece gemilerin karadan nakli için
yapılan faaliyetler kimselerce öğrenilememiştîr.
Muhterem okurlarım; Şulomberje'nin kitabının 153. sahi-fesinde,
Poskülos'un, her hristiyandaki hoş olmayan tavır gibi kaleme aldığı yazıyı
örnek olarak sunalım: "Nisanın 20. günü donanmasının duçar olduğu kahkari
hezimet karşısında son derece sinirlenen Sultan Mehmed, o gece gözünü
kırpmadı. Tehevvürden yâni kızgınlığından çıldırmıştı. Latin gemilerinin,
donanmasına galip gelmenin, intikamını almaktan başka bir şey düşünemiyordu.
Güneş doğmadan evvel, Galata'ya hakim olan yüksek tepenin üzerine büyük bir top
yerleştirdi. Cenevizli'lerin üzerinden aşırdığı top güllelerini Haliç'deki
gemilere atacaktı. Emri hemen yerine getirildi. Doğan güneşin ışıklan zemini
henüz aydınlatıyordu ki bu dehşet verici âletin gürlemesi birden bire etrafa
yayıldı. Simsiyah bir duman çevreye hâkim oldu. Belde insanları dehşet içinde
kaldılar." Malum eserden, şimdi de Midillili Piskopos Leonardo'nun
beyanına bakalım: "Bombardıman bir mühendisin idaresi altında uzun zaman
devam etdi. Bu mühendis; Rumların hizmetini takdir edemeyip, tahsisat
vermedikleri vede bu yüzden Osmanlı ordusuna hizmeti yeğleyen mühendis idi.
Atılan 2. gülle hristiyan gemisini yukarıdan aşağıya delince, taşıdığı yükle
birlikte sulara gömüldü. Sükûneti ihlâl eden bu ani darbe ile yerlerinden
fırlayanların düştüğü hayret, tasavvura şayandı. Hemen gemilerini zincir
boyundan ayırıp, Galata'nın yüce sûrlarının dibinde buldukları kuytu yerlere
çektiler" diyen Leonardo'dan sonra Yeniçeri Mişel'de: "Toplar
durmadan gürlerken, muhasara altındakiler, Osmanlı donanmasının bir denizden,
bir denize kara yoluyla naklinin yapılması esnasında engellemek veya tahrip
etmek için hiç bir teşebbüsde dahi bulunamadılar." diyordu. Meşhur
Dukas'ın tesbitleri ise şöyleydi.
"Ne Rumlar, ne de Cenevizli'lerin padişaha hoş görünmek için
sesimizi çıkarmadık demeleri doğru değildir. Sultan Mehmed; projesini başarıyla
saklı tutmayı bilmişti." Demekte. 22/nisan sabahını ise Barboro şöyle
anlatır:
"Nisan'ın 22. günü, kara tarafından bize zarar vermeyeceğini
enine boyuna tetkik eden Sultan Mehmed, Çiftesütun yâni Dolmabahçe önünde
bulunan donanmasından bir kısmını İstanbul limanına geçirmek için plânlar
yaptı. Bizim aleyhimizdeki tasavvurunuda çok seri birşekilde tatbik etme ye
muvaffak oldu. Bu merhametsiz gaddar'ın (!) nasıl hareket ettiğini anlamanız
için onun düşüncesini aşağıda İzah edeceğim. Kostantiniyye'yi ne olursa olsun
almak için donanmasını şehrin limanına sokmak lazım geldiğini fark etdi.
Donanması iki mil uzakta demirliydi. Bütün tayfanın karaya İnmesini emretdi.
Donanmanın bulunduğu Bosfor (Boğaziçi) sahilinden başlayarak, Galata'ya hâkim
sırtın boyunca devam edip, üçmil süren bir yol tesviye etdi. Yol, tamamen düzeltildiğinde
yola boylu boyuaca bir çok yuvarlak ağaç dizdiler.
Bu ağaçları; Galata Cenevizlilerinden satın aldıkları zeytinyağları
ile domuz yağı ve sade yağ ile öyle yağladılar ki padişah, gemilerinin
bazılarını İstanbul limanına geçireceğini gözüne kestirdi küçük ebattaki Fusta
ile işe başlandı. Bu fus-ta yuvarlak ağaçların üzerine konuldu. Askerler
çekmeye başladı. Çok kısa zaman zarfında Navarşiyon, yâni Beyoğlu limanına
kadar indirtti.
Osmanlılar bu icâdlarınin başarıyla tatbik edildiğini görünce;
onbeş kürekli, yirmi kürekli hatta yirmiki kürekli fustala-nnı çektirmeye
koyuldular. Eğer padişah, eii altındaki bu fustaları çekerek dağdan aşıracak
bir alay Türke mâlik olmasaydı bu hiç şüphesiz ilk bakışta herkese inanılmaz
ve gayri mümkün gelirdi. Türkler o derece kalabalıktılar ki bu gemilerin her
biri mükemmelen silahlandırılmıştı. Her vazifeye hazır 72 parça gemiyi
İstanbul limanına indirdiler. Bu da Türklerin, Beyoğlu Cenevizli'leriyle sulh
hâlinde bulunmaları yüzünden gerçekleşti." Demektedir.
Şulomberje; Barboro'nun yukarıdaki ifadesini, şöyle yorumluyor:
"Venedikli tabib'in bu pek özetlenmiş hikâyesi, bu harikulade harp
ameliyesinin târihini, oldukça güzel bir su-retde hülâsa eder. İstanbul
muhasarasının en meşhur vakalarından biri olan bu operasyon beklenilen kat'î
başarıyı temin edememişsede, kesin netice üzerinde gayet ehemmiyyetli bir
te'sir vücuda getirmiştir." Rum tarihçi Kritivulos ise, olayı daha geniş
ve pek hoş bir kayıta tâbi tutmuştur. Şöyleki:
"Sultan Mehmed; İstanbulu zaptetmekten ibaret olan maksadına
vasıl olabilmek için, ne suretle olursa olsun, bu şehrin limanına sahip olmak
lüzumunu idrâk etmişti. Bu hususda bütün vasıtalara başvurdu. Pek maharetli bir
karar aldı. Bu kararı yerine getirmek suretiyle tereddütlertde bitirmiş oldu.
Bahriye mühendislerine ve bunların tayfalarına, Boğaz sahilinden, Halic'e
kadar çok çabuk, kızaklı yollar yapmayı emretti. Kabataş'dan itibaren döşenmiş
olan bu kızak yolları bir denizden öbürüne yâni Halic'e uzanan hiç olmazsa
sekizstad (bir bizans ölçüsü) mesafenin istikametine dikine yatırılmış
kirişlerden meydana gelmişti. Binlerce kişi tarafından evvelâ ve süratle
temizlenip, düzeltilen arazi, yol güzergâhının yansini teşkil eden tepenin
zirvesine kadar hızla yükseliyor buradan da aynı hızla Halic'e doğru iniyordu.
Bu kızak yollan bir yığın amele tarafından tasavvurun üzerinde
bir hızla yapılabildi. O zaman Hz. Padişah; her iki yanına İstinat olması için
uzun kirişler denen büyükçe kerestelerden meydana gelmiş kızakların üzerine
gemilerini ilerletti. Sonra bu gemileri sağlama almak için halatlarla bağlamak
suretiyle kızak üstüne sıkısıkıya yerleştirdi.
Pek uzun olan gemi direği halatlarını teknelerin eğilim gösterdiği
noktalarına da bağladıktan sonra bu kitleleri kızak yolu boyunca askerlerine
kısmen elleri ile makara ve çarklar gibi çeşitli vasıtaların yardımıyla
çektirdi" Sekiz mil uzunlun-daki bu büyük kızak yolunun döşemesini meydana
getiren yuvarlak ağaçlar 13/14 kadem boyundaydı. Önce dikkatlice dört köşe
haline getirilmiş, aynı itina ile yağlanmışlardı.
Kızak yahut beşik şeklindeki keresteleri suya indiriyorlar ve her
birinin üzerine harikulade yoldan sevk edilecek gemilerden birini çekiyor ve
kızağın yanlarındaki, uzun kirişlere sıkı sıkıya bağlıyorlardı. Sonra bu
kitlelerden her birini suyun dışına sahil üzerine halatlar yardımıyla
çekiyorlardı. Böylece her bir gemi bu garip seyahate başlardı. Önceleri küçük
tonajda yâni fusta'larla tecrübe yapılmıştı. Tepeye gemiyi çekme ameliyesinde
Türkler, manda da kullandılar.
"İşte sevgili okurlarım; günümüzden 548 sene önce Sultan 2.
Mehmed Hân'ın fethi temin etmek için, akıl ve inancı bir-leştiren ilim ve
fennin bütün icâblarından istifadeyi ve kullanma suretiyle Beşiktaş önlerinden
Dolmabahçe, Taksim tarikiyle gemileri yukarıya çekip oradan da Kasımpaşa
civarından Halic'e indiren kızak yol, milletimizin ne büyük bir zekâ ve
teşebbüs gücü taşıdığına pek açık bir delil teşkil eder. Gemileri; karadan da
yürütmeyi beceren şanlı ecdadımıza rahmetler dilerken, önce tırmanan sonrada
büyük bir hızla kızaklı yoldan Altun Boynuz denen, Halic'e indirilen fustalann,
yelkenlilerin mürettebat ve savaş erlerinin, gemiyle yaptıkları, bu kara
yolculuğunun başarı ve zevki içinde şarkılarla, türkülerle ve ilâhilerle
geminin yelkenlerini fora edip, görünmez bir mai (su) üzerinde enginlere
açılmaya hazır ve de açılan yelkenleri dolduran rüzgârın sesi ve bununla
tatmin-i zevk'in zirvesine yükselen, mücahidini islâm ve denizlerin yiğitleri
levendler, pür neş'e kumandan vede reislerinin, içinde bulundukları
mesrûriyeti, teşvik ve takdirle karşıladıklarını da bildirerek naklimizi
tamamlamış olalım. Çalışmamızın burasında; 2001 senesi fetih haftasını
değerlendirmeye çalıştığımız Radyo/Çağ 101. 3'de, Metanet Köprüsü adlı
programımızın sonuncusunda uğur İlyas Canpolat, Ülkü Zahide Bakiler ve Bülent
Karaçam'dan ve bir de benden müteşekkil gurup tam programımızı kapatmak
üzereyken, Bülent Karaçam kardeşimiz önüme şu şiiri uzattı. Ben de Radyo/Çağ
dinleyenlerine severek okudum gördüm ki ekibin hislerine tercüman olmuş Bülent
Bey.. Ehh! Radyo'da okuduğumuz şiiri bu kitap okurundan kıskanmak olmaz diye
düşünerek, sayfamızı süslüyor ve şiirin, bir akrostiş çalışma olduğunu da
hatırlatıyorum:
Kan Ağlıyor!
Fırtınalar gibi kükrerdin / Akıp zaman içinden gelirdin Târih kitapları
seni yazamadı / İnsanlığa bir örnektin Sen! / Hadi gel artık bu zamana gel / *
Ne yaptık? Biz sana? / Ellerimiz, kollarımız bağlandı. / Sesimiz, soluğumuz
kesildi! / Lâl oldu dilimiz, aklımız mat / İçimiz kan ağlıyor Fâtih; bir bak! /
Bülent Karaçam25/4/2001