SULTAN MURAD HÜDAVENDİGAR :
Babası: Orhan Gazi
Annesi: Nilüfer Hatun
Doğam Tarihi: 1326
Vefat Tarihi: 1389
Saltanat Müd.: 1360-1389
Türbesi: Bursa'dadır.
Tahta Çıkışı
H. 761/M. 1359 senesinde tahta cülus eden Sultan Hüda-vendigâr
Murad, babası Sultan Orhan Hazretlerinin şefkatinin ağır basması sebebiyle
hayatta kalabilmiştir. Fakat şefkatin ağır basmasındaki hikmet, Cenab-ı Hakk'ın
Âl-i Osman Hanedanına ve İslâm milletine ilâhî bir lütfudur.
Gazi Süleyman Paşa, vefatına kadar geçen zamanda tam bir veliahd,
tahtın varisi bir kumandan ve devlet adamı gibi yetişmişti. Bütün bu görevlere
babasından sonra liyakat göstereceğini ispat etmişti. O'nun bu
muvaffakiyetlerini gözö-nünde alan bir sultan, böyle bir velîahde sahib
olduktan sonra, ona mesele çıkarabilecek ikinci bir şehzadeyi yaşatmaz-di.
Çünkü Nizam-ı Âlem, yani bütün müslümanîarın selameti İçin, bir baba oğlunu
feda edebilir, bir ağabey küçük kardeşlerin aynı niyyet ve samimiyet için,
bağırlarına taş basıp onları celladın ilmiğine gönderebilirdi. İleride
görülebileceği gibi, bunu yapmayan sultanlar, kendileriyle beraber müslümanîarın
da ızdırab çekmesine sebeb olmuşlardır. Halbuki sultan odur ki, Hz. Ömer gibi bütün
meseleleri kendinin saysın, onları halletmek için nefsini ve vücudunu seferber
etsin. Kocakarının un torbasını sırtına vuran Halife Ömer, yağ kabını da
elinde taşımak isterdi. Kendisine yardım etmek isteyen arkasına; «yüküme ortak
olma, Ömer çeksin bu yükü» der gibi...
Sultanlar, ızdırab ve çileye garkolsunlar, fakat ahaliyi sürür
içinde, din-i mübinde tutmayı bilmelidirler. Bunu yapabilen ve yapmaya
çalışanlar kazandı, yapamıyanlarsa heyhat!..
Gazi Süleyman Paşa'nın mübarek ruhu cennet bahçelerine uçtuğu an;
Sultan Orhan cennet-mekân küçük şehzadeki Murad-ı Hüdavendigâr'ı öldür diyen
tedbirli vezirlerini dinlemediği için ne kadar sevinmişti... Herşeyin sahibi
olan Allah'a şükürler etti. Bazı kerametlerini ileride hayat safhası içinde
göreceğimiz Sultan Murat-ı Hüdavendigâr'a Cenab-ı Hakk, bir insanın dünya
imtihanında muvaffak olduğunun bütün alametlerini vermişti.
Osmanlı Devletinin üçüncü padişahı olarak tahta çıkan Sultan
Murad-ı Hüdavendigâr, Rumeli fetihlerine kaldığı yerden devam etmek için, o
taraflara yürüdü ise de, Sultan Orhan'ın vefatını fırsat bilen anadolu'dakİ
Türkmen Beyleri, aralarında birleşerek hatta hristiyan tekfurlarla
haberleşerek, Osmanlı Ülkesi üzerine yürümeye karar vermişlerdi.
Osmanlı Devleti istihbaratının en Önemli bölümünü dervişler
teşkil ediyordu. Tasavvuf ehline gösterilen büyük saygı, dervişlerin daima
Osmanlıdan yana olmalarını temin etmiştir. Şunu da unutmamalı ki, bu saygı
kuru bir gösteriş değil, gönül fatihlerine girecek kapı bırakan bir kalp sahibi
olmaktan geliyordu... İşte bu dervişlerin kendilerine mahsus haberleşme
sistemleri neticesinde Anadolu'daki bu hazırlık, Sultan Murad'a ulaştı.
Sultan Murad, alimlerini ve kumandanlarını toplayarak bir istişare
meclisi kurdu. Toplantının sonunda ulemadan fetva istedi. Çünkü karar; sefere
çıkmaktı.. Ulema da fetvasını şöyle verdi:
«Allah (c.c) uğrunda gazaketmekte olan rnüslümana, din
düşmanlarıyla birleşerek İslâm şehirlerine hücum eden eşkıya ve münafıkların
üzerine yürümek; din-i İslâm'ın emridir.»
Sultan Murad, bu fetvayı aldıktan sonra, 20.000 askerle Ankara'ya
yürüdü. «Kal'a-tül selasi!» denilen Ankara Kalesini kuşattı. Muhasaraya
dayanamıyan ahiler, karşı koymaktan
kalınca, teslim oldular. Tarih H. 762/M. 1360 yılını gösteriyordu. Bu
kalenin alınışı bütün Türkmenleri şaşırttığı gibi, Karamanoğluna ve ona
uyanlara da bir ders oldu.
Rumeli'ye Yeniden Geçiş
Sultan Murad, Anadolu yakasının intizamını temin ettikten sonra, H.
763/M. 1361 yılında tekrar Rumeli yakasına geçip, merhum ağabeysi Süleyman
Paşa'nın kabrini ziyaret edip, türbenin yanında bir cami, fakirlere yemek
çıkaracak bir imaret ve gelen-geçenin istirahati için bir han yaptırttı. Bu
müesseselerin sıkıntısız yaşıyabiîmeleri için, gelir getiren bir çok yerleri de
vakfetti..
Sultan Murad, daha sonra ordusuyla Çorlu üzerine yürüdü. Kısa bir
direnme gösteren Çorlu Muhafızı, bunu hayatıyla ödedi. Çorlu İslâm Ordusuna baş
eğmişti... Çorlu Kalesinin ayakta kalması bir fayda getirmeyeceğinden yerle bir
edildi. Yürüyüşe devam eden Sultan Murad, Bergus kalesini -bugünkü
Lüleburgaz'i-da kolaylıkla aldı.
Süleyman Paşa'nın vefatından sonra Rumeli Ordularının başına bir
kumandan tayin edilmemişti. Buna mukabil Gazi Evranos Bey, Hacı İl Bey,
düşmanın kalblerine saldıkları korkularla, onları titretmeye kâfi
geliyorlardı..
Meriç Nehri kenarında bulunan Boğaz Kalesini fethetmesi emrini
alan Hacı İl Bey, İslâm Ordusunu aniden bastırmak isteyen Dimetoka Tekfurunun
ordusuyla karşılaştı. Çok kanlı geçen ve göğüs-göğüse yapılan savaşta zafer,
İslâm Ordusunda kaldı. Dimetoka Tekfuru ile askerlerini esir alan Hacı İl Bey,
onları önüne katarak Dimetoka kalesinin önüne geldi. Tekfurun ailesi, kaleyi
derhal islâm mücahidlerine teslim ettiler. Hacı İl Bey, bu zaferi ganimetlerle
beraber Sultan Mu-rad'a arz ederken, babasının yadigarı kumandanlardan Evranos
da Keşan Kalesini İslâm Kılıçları önünde pes ettirmiş, İslâm bayrağını kalenin
burcuna dikmişti. Padişahın huzuruna yeni hizmetler için emir almaya
gelmişti...
Edirne'nin Fethi Kararlaştırıyor
İki güzide kumandanıyla buluşan Sultan Murad, onları yaptıkları
hizmetlerden dolayı tebrik ettikten sonra, Edirne'nin fethi için müzakerelere
başladılar.
Verilen karar üzerine hareket edilerek, padişahın çocukluğundan
beri lalası olan Lala Şahin Paşa ordunun bir bölümü ile Edirne üzerine yürüdü.
Sultan Hazretleri de Babaeski taraflarına gitti, orayı muhasaraya aldı. Lala
Şahin Paşa'nın ordusuyla üzerine geldiğini haber alan Edirne Tekfuru Ander-ya,
Sazlıdere önlerinde İslâm Askerini karşıladı. Yapılan savaşta zafer;
İslâm'ındı... Anderya mağlub ve perişan bir halde, Edirne kalesine kapandı.
Diğer taraftan Sultan Murad da Babaeski'nin işini bitirmişti. Sıra, Edirne
kalesine kapanan tekfuru kovalayan Lala Şahin Paşaya yardıma gelmişti.
Anderya, Sultan'ın kuvvetleriyle kendisini perişan eden orduyu
takviyye geldiğini görünce, aklı başına mı geldi yoksa aklı başında mı gitti
bilinmez. Aile efradını topiayıp, Meriç Nehrinin taşma mevsimi olduğundan gemi
ile Aynos'a inip, oradan da Sırbistan'a giderken, Edirne'yi müslümanlar
ebe-diyyen bıraktığını herhalde o da anlıyordu...
Ahali tekfurun kaçtığını görünce, kalenin kapılarını islâm
Ordusuna açtılar ve dilleretdestan olan İslâm Adaletinin himayesinde, yeni bir
hayata hazırlandılar...
Henüz pek bakımlı bir yer olmayan Edirne'ye, Lalası Şahin Paşayı
muhafız bırakan Sultan, "Beylerbeyliği senin üzerindedir, Edirne
Muhafızlığını da verdik, şimdi kuzey taraflarını da fethetmek vazifelerin
arasındadır» diyerek memuriyetini bildirdi.
Evranos Bey'e ise; «Evranos, senden Rumelinin güney şehirlerini
isterim» diyerek vazifesini bildirdi. Kendisi de Dime-toka'ya giderek
karargahını kurdu ve kumandanlarının fetihlerini beklerken, duaları, daima
İslâm Askerinin muvaffakiyeti için oluyordu.. Kısa bir müddet geçtikten sonra
Evranos Bey, Gümülcine ve Vardar Yenice'sini İslâm'a kazandırmış Lala Şahin
Paşa ile Zağra Vilayetini zulmetten nura çıkarmıştı.
Dimetoka'ya gelen bu şanlı gaziler, zafer müjdelerini Sultan
Murad Hazretlerine Takdim ettiler.
Pençik Usulünün Konması
Alimleriyle de meşhur olan Karaman'dan küffar üzerine yapılan
cihada iştirak için gelmiş bulunan alimlerin içindeki Kara Rüstem adındaki
alim, esirlerin azımsanmıyacak miktarda alınıp satıldığını gördü. Kazasker
olan meşhur Çandarlı Halil Paşa'ya gidip «Ganimet mallarından hums-i şer'i
-beşte bir- alınmak meşrudur. Niçin Sultan Hazretlerine arzetmiyorsunuz?» diye
sordu. Durum Sultan Hazretlerine arz edilince, «Madem ki meşrudur, alınsın!» diye
irade gelince, esir alınıp satılmasından beşte bir alınmaya başlandı. Bu işin
idaresi, şer'i bir muameleyi hatırlatmış olan Kara Rüstem'e tevdi olundu.
Sultan Murad-i Hüdavendigâr Hazretleri Filibe'nin fethini Lala
Şahin Paşa'ya, Hacı İl Bey ile Evranos Bey'i de aralardaki kırıntıları
halletmekle vazifelendirip, hicrî tarihle 764/M. 1362 yılında Gelibolu'dan
Bursa'ya geçti.
«Pençik oğlanları)) denilen bu esirler, müslüman ailelerin yanına veriliyorlar,
onların yanında dini İslâmı görüyorlar, İslâm'a bağlanıyorlar. İslâm olup,
İslâm için mücahidler ordusuna gönülen seve seve katılıyorlar, başlarına
«akbörk» giyiyorlardı...
Filibe'nin Fethi
Lala Şahin Paşa, Filibe'nin fethiyle vazifelendirildiği andan
itibaren çalışmalara başlamış, H. 765/M. 1363 senesinde Filibe Tekfuru, bu
İslâm Serdarının askerine boyun eğmiş, Filibe'yi teslim ettikten sonra
Sırbistan'a geçmiş Papa V. Ür-ban'a gönderiği şikayetnamelerle, Papanın
hristiyan hükümdarlarını birleştirmesine sebeb olmuş, H.766/M. 1364 senesinde
Macaristan, Bosna, Sırbistan kralları ve Eflak Bey'i 100.000 kişilik bir
kuvveti toplayarak yeni bir Haçh Seferi olarak İslâm'ın üzerine yürümek için
Edirne'ye doğru yola çıktılar. Filibe İslâm'ın olmuş fakat yeni bir Hilal-Salip
mücadelesine de vesile olmuştu...
Meriç Zaferi Ve Biga'nın Fethi
Haçlıların büyük bir ordu ile İslâm üzerine yürümekte olduğu
Murad-ı Hüdavendigâr Hazretlerine haber verildi. Gelen haber üzerine Sultan
Murad Hazretleri, Bursa'dan hareket etti. Ne var ki sultan, gayet ağır hareket
ediyordu. Ağır hareket etmesinin sebebini Anadolu Bey'lerinin itimad vermiyen
davranışları teşkil ediyordu. Sultan yürüyor, fakat «et kulağı» geriden gelecek
sesleri dinyiordu. bir yandan da padişah Hz.leri Haçlı ordusunun çok uzaktan
gelme durumunda olduğunu da hesaba katıyordu. Yolunun üzerinde olan Biga'yı
fethetmeyi kararlaştırdı. (Et kulağı mevzu eüUyaullahın batınları ile semi
oldukları yani duyup bildikleri hususları birde beşer mahsus havası hamseden
yani beş duyudan işitme organıyla duyup muttali olmaları keyfiyetidir.
Bunun Kûrbü Nevafile yani nafilelerle yaklaşışla ilgisi olduğu
açıktır. Çünkü bir hadisi şerifte beyan buyrulduğu üzere Hak Teâiâ (Azze ve
Ceİle) Hz.leri »Ben sevdiğim kutumun, gözü olurum onunla görür, kulaktan olurum
onunla işitir, ayakları olurum onunla yürürüm» buyurulmuştur.
İşte bu Hadisi şerifte zikredilen Semi üasft; Ehlullahın
Mu-karibtiğine Hak Teâlâ tarafından Kurbu Neuafil Lütfü olarak ihsan
buyurulmuştur.
İstidraten şunu arzedelimki Hak Teâlâ Hz. terine iki türlü
yaklaşılır. Birincisi Kurbu Feraiz diğeri Kurbu nevafildir. Yukarıda
belirtmeye çalıştığımız Neuafil kurbuduı: Yani Kurbu Feraizde Hak Teâlâ Fail
kul Mef'ut olduğu halde Kurbu Neva-filde Kul Fail Hak Teâlâ (c.c.) Hz. teri
Mefül olur Bunu bir misalle açıklamakta fayda görürüz:
Âyeti Kerimede Resuli Kibriya'ya, müşriklere toprak ue kül
tanelerini sen atmadın ben attım (izze meyte ue mare meyte ue hem Allah) kutsal
kelamında kurbu rieuafil'e işaret vardır.
Yukarda zikrettiğimiz sevdiğim kulumun ayakları olurum hikmetinde
de euliyaullahta görülen tayyi mekân sırrı tecelli eder Bu iki kurb (yakınlık)
arasında hemen ilave edelimki Hak Teâlâ Fail olduğu için Kurbu Feraiz daha
efdaldır. An-cak edeben Satiklere ue Dervişlere düşen bir görev vardır. O da
herhangi bir olayı uygun olmayan bir fiili, Mürşidi Kâmilin et kulağına
duyurmamak gerekir. Aksi halde manevi tokat mukadderdir Yoksa Salık, Mürşidi
kâmil her şeyi bilir diye nabeca (yersiz) işleri, insanı kamilin kulağına
duyurmak hataların en büyüğüdür.) Olanca şahinliğiyle kaleyi sardı. Biga'nın
etrafı tamamen Osmanlı'nın elindeydi. Fakat kale türlü vesilelerle ele geçirme
planlarına girmemişti. Şimdi hem kalenin kendisi, hem de İslâm'a vereceği zararlar
göze batmaya başlamıştı.
Biga kalesi haydutlara yatak olmuş, haydutlar da Rumeli'ye
gidip-gelen müslümanlara zarar vermeye başlamışlardır.
Öte yandan Haçlı Ordusu çok sür'atli hareket etmiş ve /v\eriç
Nehri vadisine gelmişlerdi. Lala Şahin Paşa, sultandan görünen bir yardım
gelmediğinden telaşlandı ise de, bir müs-jümanın düşmandan yüz çevirmiyeceğini
bildiren ayetlerle ame! ettiğinden, kaçmayı asla aklına getirmedi. Derhal bir
divan toplayıp kumandanlarla istişare etti. Neticede durumun öğrenilmesi için
Hacı İl Bey ve 10.000 süvari düşmanı gözlemeye yollandı.
Birçok tarih kitaplarında bu böyle yazar. Fakat bir düşünelim:
Düşman Meriç kıyısına gelmiş, yani İslâm topraklan içine girmiş. Bu ordunun
ahvali, yeri mi öğrenilecek ki gözcü gönderiiiyor? Hem de en şanlı ve şecaatli
Hacı İl Bey ve 10.000 süvari!.. Bu gözcülük filan değil, Lala Şahin Paşa'nın
topladığı divanda, kumandanların aldığı hücum kararından başka birşey değildir.
Gözcü olarak gönderilme kararı ise, esas gayenin saklanması için kulandan bir
taktiktir. Şunu çok iyi biliriz ki, casuslar her devirde vardır ve var
olacaktır da... Hacı İl Bey ve 10.000 süvarinin düşman üzerine gidişi,
gözetleme gibi bir tedbirle gizlenmeseydi, dünya harp tarihinin en güzel
taktik ve en büyük baskın zaferlerinden biri, belki İslâm ordusunun aleyhine
bir netice verebilirdi. Neyse biz gene Hacı il bey ve 10.000 süvarisinin
yaptıklarına dönelim.
Hacı İl Bey, Edirne yakınlarında bulunan Cermen Meydanında
düşmanı buldu. Düşman kalabalık ve pek mağrur bir haldeydi. Bu kalabalık ve
gurur^ onları gaflet içinde tutuyordu. Askerleri, subayları kumandanları
atıp-tutuyorlar ve İslâm askerini yenmenin şerefine içki kupalarını başlarına
dikiyorlar, sarhoş oluyorlardı. Hacı İl Bey 10.000 kişilik kuvvetini orada bulunan
meşelik arkasına gizleyip, karanlığı bekledi. Gecenin ilerlemiş saatinde,
yiğitlerini dört ayrı koldan, düşmanın bir tarafından girip, öbür tarafından
çıkacak şekilde tertib etmişti. Aynı anda büyük bir sür'atle harekete geçen
süvariler, düşman ordusuna daldılar. Omuz üstünde baş bı-rakmıyan palalarını
savurup, birçok kelle düşürüp öbür taraftan çıktılar. Düşman ordugahı karıştı,
kumandanları arasında anlaşmazlık çıktı zannıyla birbirlerine saldırmaya başladılar.
Aralarında düşman var zannederek sabaha kadar birbirleriyle boğuştular, kendi
kendilerini öldürdüler. Bu ordunun içinde en çok kuvvet bulunduran Sırplar
olduğu için buraya sonradan «Sırp-Sındığı» adı verildi.
Bunlar olurken, Sultan Murad Hüdavendigâr Biga kalesini almış ve
İslâm ikinci bir zaferle daha taçlanmıştı...
Fetihler Zincirinin Devamı
Sultan Murad'ın fermanıyla Timurtaş Bey askerleriyle Kızılağaç
Yenicesini, Yanbolu Kalesini, Lala Şahin Paşa ise, İhti-man ve Samak Vilayetlerini
teslim almağa uğraştıysa da, muvaffak olamadı. Ancak hedefin etrafındaki
engelleri temizlemeyi bildi ve birçok ganimetle döndü. H. 796/M, 1367 kışını
Dimetoka'da geçiren Sultan Murad ilkbaharda Karina-bad, Hayrabolu, Süzebolu ve
Aydos kalelerini feth etti.
Sultan Murad Hazretlerinin bu fetihleri, adalet numunesi olarak
gösterilen idaresini duyan ve tahkik edenler, himayesini istemek için yarışır
hale geldiler. Hatta Venedik Körfezi kıyısında bulunan Rakûze halkı, sultana
senelik vergi vere-, rek, padişahtan kendilerini himaye edeceğine dair bir
ahid-name aldılar. Hüdavendigâr, bu senete -ahidnâmeye- Oğuz Hanlarının
usullerine uyarak, pençesini kırmızı boyaya batırarak bastı. Sonra da bu,
tuğraya tahvil edilerek tuğra icad edilmiş oldu.
H. 770/M. 1368 yılında Edirne Sarayı tamamlandığı için Sultan
Murad oraya yerleşti. Kazasker Kara Halil'e Hayred-din Paşa lakabını takarak,
onu sadrazam tayin etti. Kazaskerliğe de Halil Hayreddin Paşa'nın oğlu Mevlana
Ali'yi tayin etti. Şer'i Şerife uygun birçok kanunlar yapıldı. Orduya bîr kat
daha nizam verildi. Daha sonra Sultan Murad ordusuyla birlikte hareket ederek
Kırkkılise ve Pınarhisar'ını fethetti. Vize üzerine yürüyen Sultan Hazretleri
bir ay süren muhasaradan sonra Vize halkının eman dileyerek kaleyi teslim etmesiyle,
Vize de İslâm'ın oldu. Sultan Murad, nereye giderse orada emniyyet hasıl
oluyordu. Bu yüzden beş sene Rumeli'de kalmış birçok fetihleri bizzat, diğer
fetihleri de onun yanlarında olduğunu görüp, gayretleri artan kumandanları yapmışlardı.
Sultan Murad bazı tarihçilerin ileri sürdüğü gibi kararsız bir sultan değil,
bulunduğu yere emniyyet ve adaletin en yüksek numunelerini götürüyordu. Bu
sebeble kâh Anadolu'da, kâh Rumeli'de bulunuyordu.
Hüdavendigâr Sultan Murad'ın Bir Kerameti
H. 774/M. 1372 yılında Bizans Kayseri, Vize üzerine asker gönderip
orayı tazyik etmeye başladı. Vize Muhafızı «Şir Mert Bey» durumu
Sultan'a'bildirdi. Sultan buna çok hiddetlendi. Derhal Rumeli yakasına geçti.
Lala Şahin Paşa ile Evranos Bey'i yanına çağırdı. Şahin Paşa'yı kâfi miktarda
askerle Fi-recik'i almaya gönderdi. Kendisi de İstanbul üzerine yürüdü.
İstanbul'a 10 saat mesafede olan İnceğiz Kalesini üç günde fethetti. Oradan
Çatalca'ya yürüyen Sultan Muiad eman dileyene kılıç kalkmaz fetvasına uyarak,
eman dileyen Çatal-ca'yı bir hoşça aldı. Çatalca'nın almışından hemen sonra
Fi-recik'in Lala Şahin Paşa tarafından alındığı haberi geldi.
Allah için cihad edenlere Cenab-ı Mevla, zafer ve nusret
kapılarını ardına kadar açık tutuyor, İslâm'a zaferin gül yüzünü daima
lütfediyordu. İ'lâ-yı Kelimetullah sancağı, bütün bayrakları alt ediyor,
şehidlere cennet, gazilere mertebeler ihsan ediyordu. Sultan Murad-ı
Hüdavendigâr'ın kalp gözünün açık olması, kerametiyle zahire çıkıyoru. Şöyle
ki; İslâm Mücahidleri Karaburun, Kilyos ve Belgrad Ormanı Köyünde boy
gösterdikleri zaman, civar kasabaların ahalisi mallarını Kayzer'in yazlığı olan
Apalonya Kalesine götürdüler. Sultan Hazretleri bu kaleyi sardı. Kale kuvveti
15 gün dayandı. Sultan hazretleri gazaba gelerek «Bu yıkılacak yerde beklemek,
bizim hedeflerimize varmamızı geciktiriyor ola ki, bunu Allah yıka» diyerek
ordugahtan uzaklaşıp bir kavağın altına gitti oturdu. Çok az bir vakit geçti
ki, müjdeciler geldiler ve kalenin bir tarafı kendiliğinden yıkıldı, gaziler
oradan kaieye girdiler diye müjdelediler. Sultanın duası kabul olmuş, Cenab-ı
Mevla velisine ihsanını lütfeylemişti. O günden sonra oraya «Tanrının Yıktığı»,
sultanın altında oturduğu kavağa da «Dev-let-i Kavak» denir.
Bu olayı duyan Bizans Kayseri, anlaşma teklifini ileri sürdü.
Sultan, bu teklifi olumlu karşıladı. Kışı Edirne'de geçirmek üzere yola çıktı
H. 775/M. 1373 senesinde sadrazam Halil Hayreddin Paşa'yi, Rumeli'nin batı
taraflarına gönderdi. Bu belge ve arazileri iyi tanıyan Gazi Evranos Bey'i de
yanına verdi. Gümülcine'ye kadar beraber gittiler. Hayreddin Paşa, Evranos
Bey'i İleri yürüyüşe gönderdi. Evranos Bey, Yor-lu ve İskete kalelerini
kolaylıkla aldı. Maruiya adlı bir kadının elinde bulunan Avrathisarı'na sıra
gelmişti. Avrathisarı'nı saran Evranos Bey, bir mukavemetle karşılaştı. Bu
mukavemetin, sonu, Balaban'ın Serez Kalesini muhusaraya almış olması, Maruiya
tarafından haber alınınca hemen geliverdi. Bu arada Lala Şahin Paşa Kavala'yı
serdengeçtilerin başanh bir sızma hareketi sayesinde ele geçirmişti.
Müslümanların kendiliğinden teslim olan yerlere karşs takındıkları
güze! muamele; Drama, Zihne ve Karaferya Ahalisini kendiliklerinden eman
dileyip, kalelerini teslime yetti...
Niş Kalesinin Alınışı
Sırp kralı, daha evvel vergi olarak vermeyi taahhüd ettiği miktarı
ödemediği gibi, İslâm Topraklarına da tecavüze başlamıştı. Sultan Murad'ı
Hüdavendigâr, H. 777/M. 1375 senesinde Bayezıd'i Bursa'da bırakıp, Sırbistan
üzerine sefere çıktı. Sultan'ın büyük bir azimle üzerine geldiğini gören Sırp
Kralı, hazinelerini Niş Kalesine, ahalisi ile kendisini de dağlara vurdu.
Şehirler bomboş kalmıştı. Sultan Murad ordusuyla boş şehirler üzerinde dört ay
kadar dolaştı. Sonunda Niş Kalesini almanın şart olduğuna karar vererek Niş'i
sardı. Çok kanlı bir çarpışmadan sonra kale, İslâm'ın kılıcına teslim olmuştu.
Sultan Murad'dan korkusundan dolayı dağlara kaçan Sırp Kralı, Niş Kalesinin
elden gittiğini öğrenince, üç seneiik birikmiş vergiyi ve ayrıca yılda 50 okka
gümüş vermek üzere andlaşma istedi.
Burada şunu belirtmeyi faydalı görüyoruz ki; akla gelebilir:
Üç-dört ay ortada dolaşan bir ordu, üstelik bir de kanlı muharebeden sonra,
işi bitmiş olan bir kralın teklifini niçin kabul ediyor? O kralı yok etmesi
lazım gelmez mi? diye kendi kendimize bir soru sorabiliriz. Fakat Sultan Murad
gibi kalb gözü açık velî, mutlaka tslâm çizgisi dışına çıkmaz. Müslümanların,
Efendimiz (s.a.v) den beri takib ettikleri harp siyasası budur. Eman dileyene
eman vermek, sulh isteyene, sulhun kabulü için açık davranmak... Bir galib
ordu, mağlub ettiği ordunun teslimini kabul ede? ve ona iyi muamelede bulunursa,
o ordunun neferinden kumandanına kadar, o ordunun koruyuculuğunu yaptığı halkın
takdirini celbeden Gönüllerinde belki bir iman nuru parıldar. Bu büyüklükle
bir insanın Dino-i Mübin-i İslam'a girmesi temin olursa, bir cihan kazanılmış
gibi olur. Müslümanları affedici olmasında kendisine silah çekip, sonra da
eman dileyene hidayet fırsatı vermesinin, bu görüş açısından meydana geldiğini
söylersek, herhalde yanlış bir şey
söylememiş oluruz.
Andlaşma talebini uygun karşılayan Sultan Hazretleri, Niş Kalesini
kuvvetlendirip, korunma tedbirlerini aldıktan sonra, yine Bursa'ya döndü. H.
778/M. 1376 senesinde tekrar Rumeli'ye gelen Sultan Murat, Bulgaristan üzerine
yürüdü. Sultanın üzerine yürüdüğünü haber alan Bulgar Kralı «Sosma-nos» Sultan
Murad'ın karşısına birçok hediyelerle çıkıp, itaat içinde olduğunu ve itaat
içinde kalacağını, ayrıca vergi vereceğini bildirince, Sultan bundan memnun
oldu. Sosmanos'u Bulgaristan valisi olarak tayin etti. Bu tayin, valilik
şeklinde olduğundan Bulgaristan, Osmanlı ülkesine katılmış oluyordu.
Padişah Düğünü
Osmanlı Devletinin dört bir yana yayılan şan ve şöhreti,
Anadolu'daki Beyliklerin Osmanlılarla iyi geçinmelerini lüzumlu kılıyordu.
Germİyanoğlu Ali Bey, yaşlandığını görüyor ve yerine geçecek oğlu
Yakup Bey'e bir istikamet vermenin zamanı geldiğine inanıyordu. Oğlu Yakup
Bey'i yanına çağırarak; «Oğlum, görüyorsun ki Osmanlılar'gün geçtikçe
kuvvetleniyorlar. İstikballerinin parlak olacağını" görüyorum. Bizim,
onların eteklerine yapışmaktan başka bir çâremiz yoktur. Onlarla bir akrabalık
kurmak istiyorum. Sana olan vasiyetim şudur ki: Benden sonra onlara hiç bir
suretle karşı koymayasın.» dedi. Bunun üzerine İshak Fakih adlı âlimi elçi
olarak gönderdi. Kızı Devletşah Hatunu, Bayezıd Bey'ie evlendirmek, kızına
çeyiz olarak da Kütahya, Simav, Eğrigöz ve Tavşanlı Kalelerini, vereceğini
bildirmesini söyledi. İshak Fakih. Germİyanoğlu Ali Bey'in bu teklifini Sultan
Murad Hazretlerine bildirince, Sultan Hazretleri memnun oldu. İcab edenler
yapıldı.
Devletşah Hatun büyük bir düğün alayıyla Bursa'ya getirilip
Bayezid Bey'ie düğünü yapıldı. Böylece Germiyan Beyliği Osmanlı Devletiyle
birleşmiş oluyordu. Bu düğünün sonu da, Sultan Murad'ın kızı Nefise Sultan'ın
Karamanoğlu Ali Bey'le nişanlanmasıyla son buldu...
Germiyanoğlu'nun, kızının çeyizi olarak verdiği Kütahya'yı görmeye
giden Sultan Murad, Karaman tarafından gelebilecek tecavüzleri bertaraf etmek ve
hudutlarımızı korumak için, Hamideli'nden İsparta, Karaağaç, Yalvaç, Beyşehir
ve Seydişehir kalelerinin bize pek lüzumu vardır diyerek bu beş kalenin belli
bir bedel karşılığında Hamidoğlu Hüseyin Bey'-den kendisine verilmesini teklif
etti. Hüseyin Bey, bu tekliften şaşkınlığa düştüyse de, Sultanın heybetinden
korktuğundan kabul ettiğini bildirmişti. Sonradan pişman olmasına rağmen
verdiği sözden dönmeyip, verilen para karşılığında beş kaleyi Osman Devletine
satmıştır.
Fetihlerin Devamı
Sultan Murad'ın emri üzerine H. 784/M. 1383 yılında ordusuyla
hareket eden Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa, Pirle-pe'nin aman dilemesini
kabul edip sulh yolu, Manastırı hücumla aldıktan sonra Karlıeli ve İştip
üzerine yürüdü. Sulh içinde olarak da Osmanlı Devletine dahil olmuştu. Sıra
Sela-nik'in alınmasına geldi. Ne var ki Selanik Kalesi çok kuvvetli
bulunduğundan, kuşatmasının uzunca süreceği tahmin olunduğundan Selanik'in
etrafının ele geçirilmesiyle iktifa edildi.
Sultan Murad-ı Hüdavendigâr, büyük oğlu Bayezıd Beyi Anadolu
hududunun korunması için Kütahya'ya, ikinci oğlu Yakup Bey'i Karesi Valiliğine
gönderip, küçük oğlu Savcı Bey'i de Bursa Kaymakamlığına tayin ederek, kendisi
de Rumeli'ye geçip Edirne'ye gitti. Timurtaş Paşa'ya Arnavutluk ve Bosna'nın
alınması için tetkiklerde bulunmak üzere kuvvetleriyle birlikte hareket
etmesini emretti. Timurtaş Paşa, yolda bazı kaleleri aldığı gibi, Arnavutluk
içlerine gönderdiği bazı akıncılar vasıtasıyla da birçok yerleri basıp
ganimetler elde etti. Ve oraların geçit, giriş-çıkış yerlerini öğrenerek
Edirne'ye döndü.
Harp Hiledir
-(Harp hiledir» hadis-i şerifinin tecellisinden sayılabilecek olan
şu olay çok dikkat çekicidir.
Filibe Muhafızı İnce Balaban Bey'in askerlerinden olan zahirdeki
görünüşle «müellefe-i kulûb» cinsinden müslüman sanılan İnce Sündük İsimli
doğancı hiristiyanlığa dönmüş ve Filibe'den firar ederek Sofya Tekfuru
Panokeban'in maiyetine girmişti. Kısa zamanda kendisini sevdiren İnce Sündük,
tekfurun Doğancıbaşısı olmuştu. H. 787/M. 1386 yılında avlanmak için
gittikleri Tatarpazarı taraflarında İnce Sündük, dengine getirerek, Panokeban
ile birlikte av heyecanıyla adamlarından uzak düşmüşler. Akşam olunca Osmanlı
hududuna yakın bir köye gelmişler. Doğancıbaşı İnce sündük, atından inerek,
«ben köye gideyim yiyecek alıp geleyim. Siz burda bekleyin» der. Köye gider ve
Deli Balaban'la Ahmed Gazi'yi bulup plânını anlatır. Oradan yiyecek alıp telaş
içinde tekfurun yanına döner. «Türkler bizim burda olduğumuzu anladılar» der,
Tekfuru bir korku alır... telaş içinde «beni nasıl kurtarırsın?» diye sorar.
Doğancıbaşı da: «Ben seni birtakım abalar-kebeler içine sarıp bağlarım ve bir
ormana bırakırım, iki atla dönüp Sofya'dan asker getirerek seni kurtarırım.»
der. Akılsız tekfur, bu tedbiri uygun görerek sarıhp-sarmalanma-sına müsaade
eder. Tekfuru bağlayan İnce Sündük, doğruca köye gider. Deli Balaban ve Ahmed
Gazi'yi yanına alıp ormana gelirler ve tekfura «Türkler beni tututular»
diyerek onu gene aldatır. Hep beraber
Filibe'nin yoiunu tutarlar. Filibe
Muhafızı İnce Balaban Bey, Doğancıbaşı İnce Sündük'ün ellerine sarılır. Birçok
hürmet gösterdikten sonra kendisinden klavuzluk yapmasını ister. Hep beraber
Sofya'ya giderler. Durumu gören Sofya Muhafızları kaleyi İnce Balaban Bey'e
teslim ederler.
Durum, bir mektupla Sultan Murad-ı Hüdavendigâr Hazretlerine
bildirilir. Mükemmel bir hile ile kan akıtılmadan alınan bu kale İnce Balaban
Bey'e verilmiş, Doğancı Sündük'e zeamet, Gazi Ahmed'e ise yiğitbaşılık ihsan
edilmiştir.
Nefise Sültan'ın Karamanoğlu Ali Bey'le Düğünü
Daha evvel söylediğimiz gibi Sultan Murad'sn kızı Nefise Sultan'ın
Karamanoğlu Ali Bey'e nişanı yapılmış, nikah akdi kalmıştı. Karamanoğlu Ali
Bey, Karaman Alimlerinden Mev-lana Muslihiddin Efendiyi, verdiği vekaletle
Sultan Murad'ın huzuruna göndermişti. Ali Bey, Nefise Sultan'a mehir olarak
Akşehir, İlgın, Aksaray ve bunlara bağlı köy ve kasabaların hepsinin kendisine
verildiğini, ayrıca birçok hediyelerle donanmış kervanı takdim ederek nikah
akdedilmiş ve gelin alayı, Konya'ya müteveccihen, Nefise Sultanı alarak dönmüştür.
Üzücü Olaylar Zinciri
H. 787/ M. 1385 Yılında Edirne'de, Macaristan üzerine yapacağı
seferin hazırlıklarıyla meşgul olan Sultan Murad Hazretleri, küçük oğlu Savcı
Bey'in taht davası güderek isyan ettiği haberini aldı. Bir babanın,
yetiştirdiği evladının isyanını hoş karşılayacağını hiç kimse iddia edemez.
Sultan Murad buna çok üzüldü. Fakat bu mesele, yalnız bir baba-oğul meselesi
değil, aynı zamanda bir devlet meselesiydi. Baba üzüntüsünü ve gözyaşlarını
içine akıtıp, din-i devlete isyan etmiş evladnı cezalandırmak üzere derhal
Edirne'den hareket etti. Anadolu yakasına geçti. Savcı Bay ise, Bizans
Kay-ser'inin oğlu Andrenikos ile arkadaş olmuşlar, her ikisi birden babalarına
isyan edip, yerlerine geçmeyi kararlaştırmışlardı. Dimetokacık ile Güvercinlik
Kaleleri arasında Sultan Murad'Ia karşılaştılar. İsyana katılanlar, derhal
Sultanın ayaklarına kapandılar. İki kafadarlar kaçmaya çalıştılarsa da, fazla
uzaklaşamadan yakalandılar. Sultan Hazretleri, Savcı bey'in gözlerine kızgın
mil çektirerek onu kör etti. «Oğulları, babaları cezalandırmalıdır» meşhur
yasasına uyarak Anreni-kus'u da babası Kayser'e gönderdi. Kayser de oğlunun gözlerine
kızgın sirke döktürerek kör etti. Yabancı tarihçiler, Sultan Murad'ın, Savcı
Bey ve arkadaşlarını öldürttüğünü yazarak, Sultan Hazretlerine gadarhk izafe
ederler. Bizans Kayse-rininse merhametli olduğunu, oğlunu ödrütmediği gibi, kör
etme ameliyesinin, ince bir teknik neticesinde yarı körlükle geçiştirildiğini
yazarak, Bizans Kayserinin merhamet bakımından çok yüksek seviyede olduğunu
ihsas etmek isterler. Halbuki İslâm Milleti, milletine ihanet edenin cezasını
hiçbir vesile ile geciktirmeyen bir inancın mensuplarıdırlar.
Ve Karamanoglü İsyanı
üzücü olaylar zincirine yeni bir halka ekleniyor... Sultan
Murad'ın damadı Karamanoğlu Ali Bey, Varsak ve Turgutlu aşiretlerini, Sultan
Murad'ın Hamidoğlu Hüseyin Bey'den satın almış olduğu kasabalara
saldırtıyordu.
Sultan Murad, durumdan haberdar olduğunda, sadrazam Ali Paşa ve
Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa'ya, acele hazırlanıp Anadolu'ya geçmelerini
bildirdi, kendisi de Kütahya'ya geldi. Kütahya toplanma bölgesi oldu. 50.000
kadar asker biraraya geldi.
Osmanlı kuvvetleri, Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa, Sadrazam Ali Paşa'nın
kuvvetlerinin yanında, 2000 kadar da Sırp askeri, Kastamonu'dan da bir miktar
yardım askeri gelmişti.
Karamanoğlu Alî Bey ise Türkmen ve Tatarlardan çok miktarda asker
toplamıştı. H. 788/M. 1386 yılında iki ordu, Konya'ya 6 mil mesafede karşılaşıp
harp nizamına girdiler.
Sultan Murad'ın merkezde yeraldığı, Yıldırım Bayezıd'ın sol, Yakup
Bey'in sağ cenahta bulunduğu Osmanlı Ordusu, Tatar ve Varsak aşiretlerinin ok
yağmuruna yıldırım suretiyle dalış yapan Bayezıd Bey'in, Karaman Ordusunun sağ cenahını
çökertmesi, Timurtaş Paşa'nın Bayezıd Bey'i zamanında takviye etmesi,
Karamanoğlunun ümidini bitirmiş, kafasında dizdiği hayalerin yıkılmasına
yetmiş, yüzgeri ederek atını ancak Konya Kalesinin içinde durdurabilmişti. Tek
çare; sultanın affına sığınmak bununda çaresi hanımı Nefise sultanı, babasına
gönderip af talebinde bulunmaktı. O da öyle yaptı. Nefise Sultan, Konya
ulemasının refakatinde babasının huzuruna giderek, ayaklarına kapanıp,
kocasının affını istedi. Sultan Murad'dan af vaadini aldıktan sonra
Karamanoğlu kendisi gelerek sultanın ayağına yüz sürdü. Bir daha karşı
gelmi-yeceğini ve sözünden asla dönmiyeceğine yemin etti. Sultan da kendisni
affedip, beyliğine bıraktı.
Evranos «Bey'in Taltifi
Bir hiristiyan iken, Allah indinde tek din olan İslâm'a kendi arzu
ve rızasıyla bağlanan bu zat, islâm Fütuhatinde önemli vazifeler yüklenmiş ve
bunların altından yüz akı ile çıkmıştı. Kalp gözü açık olan Sultan Murad-ı
Hüdavendigâr Hazretlerinin samimi sevgisine ve bir o kadar da takdirine mazhar
olmuştu. Evranos Beye bir berat verilmiş ve kendisi mücahidlerin başına
Beylerbeyi tayin olunmuştu. Bayrak, tuğ ve davul verdiği gibi, kendisine bir
nasihat olarak da:
«Rumeli Vilayetlerini kendi kılıcımla fethettim diye sakın sana
gurur gelmesin. Şunu iyi bil ki, onların hepsi Allah'ındır. Ondan sonra
Rasülünündür, daha sonra Allah'ın emri ile Efendimiz aleyhisseiamın
halifesinindir.» fıkrası, sözkonusu berata yazılmıştır. Rumeli Vilayetlerine
Şeyh'ul İslâm tayin olunan Elvan Fatihe hürmet gösterilmesi emrolunmuş,
Sela-nik'in fethi de kendisinden istenmişti.
Bir Bozgun
«Düstur'ul Mücahidin li İzzeddin» adlı eserde;
«... Yağmacılığın ne kadar zararlı olduğunu gösteren bir makalede,
kazanılmakta olan bir savaşın, yağmaya dalmak yüzünden nasıl mağlubiyete
dönüştüğünü, harp haline ne çok tesiri olduğunu öğrenmek için, ancak böyle
bozgun misallerinden sonra anlamak mümkündür... der.
Karamanoğlu ile yapılan savaşta, Osmanlı Ordusu içinde vazife
almış olan 2000 Sırplı asker, savaş içinde ve sonrasında birtakım yağmalama
hareketlerinde bulunmuşlardı. Bu hareketi yapanlar, derhal yakalanmış ve İslâm
Kanunlarının emri icabı cezalan verilmişti. Sırplı askerlerin ileri gelenleri,
bu durumu Sırp Kralına bildirmişlerdi. Sırp Kralı hiddetlenmiş ve bunu,
Sırplara hareket saymıştı. Derhal Osmanlıya karşı komşu kralları birleşmeye
davet etmişti. H. 789/M. 1387 de Sırp ve Bosna Kralları açıktan, Bulgar kralı
Sosma-nos gizlice anlaştılar ve Osmanlı hududuna tecavüze başiadılar.
Sultan Murad, Şahin Paşa'yı 20.000 mücahidle Bosna üzerine
gönderdi. Şahin Paşa kuvvetlerinin önüne çıkan İş-kodra Prensi, gelip
bağlılığını sundu. Orduya klavuzluk yapmaya talip oldu. Fakat fikri
klavuzluktan ziyade, onları yağmacılığa teşvik etmek, yağmanın ihtirasına
düşenlerin çoğalması, kuvveti parçalayacağından, «parçala-böl-yut» politikasının
icabını yerine getirmekti. Maalesef bu prens bunda mu-vafak oldu. Asker
parçalara ayrılarak yağmacılığa başladılar. İşkodra prensi son hiyanetini de
ifa ederek, gizlice Bosna Kralına haber uçurup, yağmaya sevkettiği Osmaniı
kuvvetlerinin parça parça olduğunu bildirdi. Bosna Kralı, her biri bir yerde
yağma işine dalmış bu gafil askerleri kuvvetli ve muntazam olan 30.000
askeriyle kıstırdığı yerde yok ediyordu. Yağmacılığa meyletmenin sebeb olduğu bu
dağınıklık, toplanma imkanı vermedi. Disiplin ve İslâm ölçüsünden ayrılan bu
kuvvetin 15.000'i düşman tarafından öldürüldüler. Ancak 5000 kişi kurtulabildi.
88 senedir ordunun durmadan yaptığı savaşlarda böyle bir bozguna uğradığı
görülmemiştir. Bazı tarihçiler, bu ordunun kumandanı Şahin Paşa değil Timurtaş
Paşa'dır derler. Eğer Şahin Paşa ise, bu başka bir Şahin Pa-şa'dır. Zira daha
evvei ölmüş olan Lala Şahin Paşa, Sultan Murad'ın lalası olduğundan, ismi
zikredilirken daima unvanı olan lala kelimesi de beraberinde kullanılmıştır.
Türkiye Tarihi yazan Yılmaz Öztuna Bey de Kuia Şahin Paşa olarak belirtir.
Lala Şahin Paşa ve Timurtaş Paşa olmadığını söylemiştir. Biz de bu görüşe
katılıyoruz.
Bu bozgunun, yağmacılık yüzünden meydana geldiğini tesbit ettikten
sonra, en mühim neticesi şudur ki; cesaretlenen hristiyaniar, Osmanlı üzerine
yeni bir haçlı seferi açmaya karar verirler. Çünkü geçen^zaman, Hacı İl Bey'den
yedikleri tokadın acısını unutturmuştu...
Kaleler Fütuhatı
H. 790/M. 1388 Senesinde Edirne'ye 30.000 atlısıyla gelen
Sadrazam Ali Paşa, Yahşi Bey'i, Pravadi Kalesini almak üzere bir miktar askerle
gönderdi. Çok hızlı bir yürüyüşle kale, bir gece içinde İslâm'a teslim oldu.
Oradan Tırnova'ya gidilip, o kale de alındı. Akabinde Hazergrad Kalesi, İslâm
Sancağı ile şenlendi.
Osmanlı aleyhine Bosna Kralı ve Sırp Kralı ile yaptığı anlaşmayı
gizli tutmuş bulunan Bulgar Kralı Sosmanos'un elinden krallık alındı. Bulgar
Krallığı ortadan kaldırıldı. Niğboîu ve Silistre Kalelerinde İslâm Bayrağı
dalgalanmaya başladı. Niğbolu Kalesine Doğan bey muhafız olarak bırakıldı.
Kosova Savaşı
İslâm'ı, Avrupa topraklarından mutlaka uzaklaştırma fikr-i
sabitinde olan hristiyan devletler, her zaman tetikte bekliyorlardı. Osmanlı
fütuhatının tökezlenmesi için dualar ve temennilerde bulunmaktan başka,
birbirleriyle temaslarını artırıyor-lardi.
İşkodra Prensinin klavuzluğunun, Osmanlı askerini yağmacılığa
sevkettiği ve 88 senedir mağlubiyet yüzü görmeyen bu mücahidler ordusu, yağma
yüzünden acı bir şekilde mevcudunun dörtte üçünü kaybetmiş ancak 5000 gazi ile
bu bozgundan çıkabilmişti. Bozgun, Avrupalıların moralini düzeltmiş ve hep
birlikte yüklenirsek, acaba bu pehlivanı yıkar, bağlar ve geldiği kıyıların
ötesine fırlatabilir miyiz? diye ham hayaller kurarken, bir yandan da
hayallerini tatbikata koyma hazırlıklarına başlamışlardı.
Hüdavendigâr Gazi de, o senenin kışını Filibe'de geçirdikten
sonra, Hüdavendigâr lakabı icabı olarak, bütün İslâm memleketlerinden mücahidleri,
yapılacak savaşa davet etti. Kastamonu, Germiyanoğu, Saruhan, Aydın, Hamideli
Beylikleri, bu davete derhal katıldılar. Çünkü meydana gelecek savaş, bir
hanedanın veya bir ırkın savaşı değil, Allah indinde tek din olan İslâm'ın,
batılla savaşı idi. Her türlü asabiyye-tin ötesinde o beyler ve halkı, müslüman
olarak bu İslâm Orduşuna yardıma severek koştular. Çünkü «Ancak müslüman-lar
kardeştin» mealindeki ayet-i kerime, onları bu yüksek şuur içinde tutacak
ilâhî bir emirdi. Şehzade Bayezıd ve Yakup Bey'ler de kuvvetleriyle beraber
Hüdavendigâr'a mülaki oldular. Hep beraber hareket edip, Alaeddin ovasına
yürüdüler. Kösendil Prensi Kostantin ve askerlerini de yanlarına alarak Kosova
meydanına geldiler.
Ehl-i Salip Ordusu çok kalabalıktı. Bu kalabalık hakkında bazı
tarihçilerin rivayetini buraya almayı uygun gördük:
Hayrullah Tarihinde; Sultanın Ordusu ikiyüz bin, Ehl-i Salip
Ordusu 500.000 dir.
Hammer ise, Haçlı Ordusunu 200.000, Osmanlı Ordusunun çok düşük
sayıda olduğunu,
Namık Kemal (Şair Namık Kemal) Bey, Osmanlı Ordusunu, Haçlı
Ordusunun üçte biri olarak 60.000 kişi kabul ediyor. Bu da düşmanın 180.000
kişi olduğunu gösteriyor.
Tââc'üt-Tevarih'de Hoca Sadeddin Efendi ise; Osmanlı Ordusunu
40.000 olarak kabul ederken, Ordu-yu Hümayun düşmanın beşte biri kadardır diyor
ve düşmanın 200.000 olduğunu kabul ediyor. Biz de bunların pek büyük
farhlıklar olmadığını, düşmanın üçte bir sayısında Osmanlı Ordusunun,
kendisinden üç misli kuvvetle (bu düşman kuvvetinin 15.000 zırhlı süvari olduğu
bütün tarihlerde ittifak edilmiştir.) boğuşmuştur diyoruz.
Hüdavendigâr, ordusunu^istirahate aldıktan sonra, harf meclisini
topladı. Sırası gelmişken, ordunun istirahate alınması demek ne demektir, onu
biraz izah edelim: Osmanlı Ordusu, hazerde ve seferde, din-i mübin'in farz
olan hiçbir hususunu terk etmemiştir. Namazlarını seferî olarak kılmışlardır.
Oruçlarını daima tutmuşlardır. Ehl-İ tarik olan askerler, zikirlerini daima
yapmışlardır. Tabur imamları, aiay müftüleri, askerlere daima vaz-u nasihatte
bulunurlar. Sahabe-i kiramın hayatlarından örnekler verirler. Onları, '«Allah
için çarpışırken ölenler şehiddir. Allah katında makbul olan iki iz vardır
ki, birisi; Allah için ağlıyan gözün yaşlarının izi; diğeri de Allah için
yapılan savaşlarda alınan yaraların izi...» hadis-i şeriflerinin izahlarını
yaparak onların cesaret ve şecaatlerini galeyana getirirler. İstirahat
sırasında, yapacağı işten alacağı mükafaatın şuuruna eren mücahidler, düşman
üzerine Allah Allah nidalarıyla öyle bir saldırırlar ki, düşman için mağlubiyet
ve helak olmak kaçınılmazdır. İstirahat; yan gelip yatma veya türlü
dedikodularla değerlendirilmezdi. Cenab-ı Hakka ibadet edilir, O'ndan nusret ve
zafer istenirdi.
Sultan Murad-ı Hüdavendigâr, harp meciisinde ilk sözü, babasının yadigârı,
hac'dan yeni gelmiş olan Evranos Bey'e verdi.
Evranos Bey; düşmanla nerede harp edilecekse, oraya onlardan evvel
gidip, iyi bir mevkii tutmak ve ifk hücumu onlara yaptırarak, harp nizamlarının
bozulmasının temin edilmesi reyinde olduğunu söyledi. Timurtaş Paşa, Yahşi
Bey, Şehzade Yıldırım ve Yakup Bey'ler, Sadrazam Ali Paşa, Evranos Gazi'nin
sözünü tasdik ettiklerinden, Sultan Hüdavendigâr «benim de fikrim budur.
İnşaaİSah harp meydanında tatbiki de mümkün oiur.» dedi. Sultan Murad, Şehzade
Yıldırım Bayezfd ve kumandanlarını yanına alarak, Orduyu Hümayunu teftişe
çıkınca, yüksek bir tepeye tırmandı. Ovaya bir nazar atınca düşmanın çokluğunu
gördü. Bunun üzerine; "Ömrümde bu kadar kalabalık ordu görmedim.» dedi.
Çadırına dönen Sultan Murad, tekrar harp meclisini toplayarak
müzekere açtı. Bazı kumandanlar, hristiyanlann deve görmediğini atların
develerden çekinebileceğini, İslâm Ordusunun develerin arkasına
yerleştirilmesini, develerden korkacak olan düşman atlarının dağılacağı için,
harp nizamının bozulacağını söylediler.
Cesur Yıldırım, babasından müsaade alarak «Biz şimdiye kadar,
hayvan arkasına saklanıp savşarak mı galibiyetler aldık? Allah'ın inayet ve
siyanetinden başka şeye iltica yoktur. Bu dinimizin de, devletimizin de şanına
yakışmaz.» diyerek itiraz etti.
Sadrazam A!i Paşa ise, sözü alarak, «Ya bir de develer, onların
zırhlarının çıkardığı seslerden ürker, geriye döner ve bizim üstümüze gelirse,
halimiz nice olur?» diye Yıldırım'ı destekleyince, bu tedbir gündemden kalktı.
Bermutad saf harbinin tertibine geçildi. Evranos Bey, sağ ve sol cenah
başlarına biner okçu koymak ve harbin onlarla açılması gerektiği hususunda bir
fikir beyan etti. Bu fikri de uygun görülerek kabul edildi.
Bütün bu tedbirleri alan ve ordunun tertibini kuran Sultan, yine
de mahzundu... Çünkü savaş alanında yalnız nefsi değil, İslâmın ordusu vardı.
Bu ordu, Anadolu'nun bütün askeriydi. Allah saklasın herhangi bir mağlûbiyet,
Rumeli'ye yeni geçmiş birçok Müslüman ailenin mahvına, perişan olmasına sebep
olabilirdi. Hüdavendigâr, bin canı olsa, binini de böyle bir akıbete
uğramaktansa, İslâm Milleti için feda etmekten çekinmezdi.
Gazi Hüdavendigâr, tek melcei olan Rabbul Aleminin huzuruna
durdu. İslâmın hakikatlarına en kutsal mertebelerden nazar etmiş, hakikat
mertebesine varmış, herkesin Müslümanlar Padişahı demesine hak kazanmış temiz
bir zat olduğundan, bütün gece hulûs-u*kalb ile Cenab-ı Hak'tan istim-dadda
bulundu. Ordu-yu Hümayun'un zaferini kendisinin şe-hadet mertebesine ulaşması
için yalvardı, yalvardı...
Sultan, sabahleyin orduyu tanzim ederken sağ cenaha Şehzade
Bayezid ile, Rumeli Beylerbeyi Timurtaş Paşa'yı, Evranos Bey, İnce Balaban,
Toluca Balaban, Müsteceb Subaşı ve emrindeki fırkaları koydu. Eyalet Askerini
Şehzade Yakup Bey'le Anadolu Beylerbeyi Saruca Paşa'yı «Koşundu» askeriyle,
Kastamonu Bey'i, Hamideli Bey'i, Menteşe ve Teke Beyzadeleri, Germiyan
Sipahisiyle İnebey Subaşı'yı, Kara Mukbil Bey'i sol cenaha tayin kıldı. Kendisi
Yeniçeri, Kapıkulu halkı ve Sadrazam ile ortada yer aldı. Ayrıca Evranos
Bey'in reyi üzerine, her iki cenaha ve ön tarafa biner kişilik okçu kuvveti
koydu.
Düşman tarafında ise, Sırp Kralı Lazar ortada, önünde zırhlı
birliklerle Brankoviç, Sırp ve Arnavut askerleriyle sağ tarafta, Bosna Kralı Boşnak
ve Bulgar askerleriyle sol tarafta, vazife almışlar; Venedik, Eflak, Leh, Çek
ve Macar alayları da her cenaha taksim olunmuşlardı.
Savaştan önce mücahidler ordusu üzerine doğru, fırtına denebilecek
kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. İslâm askeri bu rüzgârın tesirinde kaldığı gibi,
toz-toprak da gözlerine doluyordu... Bütün gece Rabbul Alemîn'e dua eden
Hüdavendigâr'ın duası kabul olunmuş, , sabaha karşı yağan yağmur, hem
toz-toprağı kastırmış, hem de rüzgârın durmasına vesile olmuştu.
Savaş, okçuların ok atmasıyla başladı. Okçular birçok düşmanı
telef ettiler. Yıldırım Bayezid'in üzerine saldıran Boşnak Kralı püskürtüldü.
Sırp Kralı ise, ortada yer almış olan Hüdavendigâr'ın üzerine gitti. Şiddetli
bir cenk başladı. Bu arada bir ok isabet eden Sultan'ın atı yere düştü. Sultan
Gazi derhal at değiştirip, yerinden ayrılmadı. Bu sırada Brankoviç, Şehzade
Yakup Bey'in üzerine var gücüyle yüklendi. Bu saldırıyı karşılamakta zorluk
çekildi. Eğer arkada develer ve meşelik orman olmasaydı, bu cenah çökebilirdi. Burada da göğüs göğüse bir savaş
başladı. Durumu gören Yıldırım Bayezid, ünlü ve ağır gürzünü eline alıp
yıldırımlar gibi üs-tüste düşmanın başlarını omuzlarına çakarak, Yakup Bey cenahının
imdadına yetişti. Her darbesi bir kafa kırıyor, kırılan kafaya ait her vücut,
bir demir kütlesi gibi ayaklar altına düşüyordu.
Sağ cenahtaki diğer kumandanlar da Yıldırım Bayezid'in açtığı
zafer yolunun üzerine koştular. Bu yardım sayesinde kendisini toparlayan sol
cenah kumandanları, bozulan askeri intizama sokup, yeniden savaş alanına
girdiler. Brankoviç'in imdadına. Haçlı Ordusunun bazı komutanları koştular. Savaş,
artık sol cenahta cereyan ediyor. Mücadelenin en amansız olanlarından biri,
İslâm'a zaferin gülümseyen yüzüyle teveccüh ediyordu. Sekiz saat süren bu
kanlı boğuşma, Allah'ın yardımına nail olan Osmanlı Ordusunun zaferiyle bittiğinde,
savaş alanı binlerce cesetle doluydu...
Hüdavendİgâr muzaffer olmuştu. Fakat me'yus idi... Çükü duası tam
olarak kabul olunmamış görünüyordu. Zira O Rabbul Alemîn'e zafer için dua
ederken, kendisine şehitlik devleti için de niyazda bulunmuştu.
Sultan Mürad-I Hüdavendigârın Hanımları Ve Çocuklar
Sultan Murad'ın Gülçiçek Hatun, Tamara veya Mara ve bir de Melek
Hatun (Paşa) adlı üç hanımı bulunmaktadır kaynağımıza göreki bunlardan
Gülçiçek Hatun, Yıldırım Bayezid'in annesidir ve Yıldırım Bayezid dünya'ya
gelirken dedesi Orhan Gazi 81 yaşında olduğu halde ahiret yolculuğuna çıkıyordu.
Gülçiçek Hatun'un ^91/1388 ve 802/1399 tarihli vakfiyelerden Rum olduğu
anlaşılmaktadır. Bu hanımın vefat tarihi belli değildir. Tamara veya Mara adı
ile anılan hanım Bulgar Kralı Şişman'ın kızı olduğunu söyleyen olduğu gibi
kizkardeşi diyende vardır. Evlilikleri 1376 yılında vukubuldu-ğunda Sultan
Murad'ın oğlu Yıldırım Bayezid 16 yaşını sürmekte idi. Melek Hatun veya Paşa
Melek Hatun diye anılmaktadır ve Kızıl Murad'ın kızıdır. Alderson; Sultan
Murad'ın
7 evlilik yaptığını ileri sürer ve Çandarlıoğlu 2. Süleyman'ın
kızı, Köstendil Bey'inin kızı John Paleologosun ve Seyyid Sultan'ın kızlarıyla
evlendiğini ileri sürer. Kız çocukları ise; Nilüfer Hatun, Melek Hatun olup
Nefise Melekhatun 1. Mu-rad'ın büyük kızıdır. Karamanoğlu Alâddin Ali Beyi.
Murad'a gönderdiği elçi ve hediyelerle, Melek Hatun'un izdivacına tâ-lib olmuş
takriben 1380 senesinde bu evlilik vukubulmuştur. Karamanoğlu bu evliliği
siyasi evlilik olarak düşünmüşse de, Sultan Murad'da bu düşüncenin dışındaki
bir maksadı güt-memiştİr. Ancak Nefise Melek Hatun çok ızdirab çekmiştir. Çünkü
her seferinde sözünü yiyen bir koca, ve her seferin de kızının ve torunlarının
hatırı için damadını affeden bir padişah baba arasında kalmıştır. Asil bir
ailenin ferdi olduğundan koca evini tercih eden bir asalet numûnesidir. Melek
Nefise Hatunda nevar ki ağabeyi Yıldınm'ın sabrı tükendiğinde, Alâddin Ali
Bey'i, yaptığı düşmanca hareketleri yüzünden öldürttü. Kızkardeşinide,
yeğenlerini de Bursaya aldırdı. 1402 Ankara savaşı yüzünden Osmanlı'nın başına
gelenler, Nefise Melek Hatun'un yine Karamana dönmesine sebeb oldu ve burada
vefat etdi. 1381 yılında kendi yaptırdığı Sultan Hatun adı verilmiş türbede
defnolundu. Nilüfer hatun adlı kızı hakkında da pek bir malumat
bulunmamaktadır. Yılmaz Öztuna; Nilüfer hatundan hiç söz etmemektedir. Sultan
Murad-ı Hü-davendigârın erkek çocuklarına gelince; Yıldırım Bayezid'in en büyük
oğlu olduğunu ifade etmiştik. 2. oğul olarak 1362'de doğan ve 27 yaşında
1389'da Kosova meydan muharebesinin akabindede devlet adamlarının çözümü
olarak katledilen Yakup Çelebi'dir. Üçüncü oğul ise Savcı Bey'dir ve 1364
yılında dünya'ya gelmiş, ancak babasına isyanı hase-biylede idam edildiğinde
târihler 1385'i gösteriyor ve yaşı 21'in içindeydi. İbrahim Bey ve Yahşi
Beylerde her ikisi babaları Suîtan Murad'dan evvel vefat etmişlerdir. Sultan
Murad'ın sadnazamlarına gelince 761/1359 yılında tahta çıkan padişah, Ankaralı
Devlethan bin Hacı Paşayı makamı sadaret de bulmuştu. Hacı Paşa 11 yıl
hizmetten sonra, 1360 yılı içinde mührü, Kayserili Yusuf Sinaneddin Paşa'ya
1364 yılı eylül ayına kadar takriben 4 sene kadar taşımak üzere devretmişti.
Eylül 1364'de görevi devr alan, Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa bu târihden
2003 yılına kadar, en uzun zaman sadaret mevkiinde kalan devlet adamı olarak,
22/ocak/1387 senesine kadar 22 sene, 4 ay, kalmak suretiyle aşılamaz bir
rekorun sahibi olarak hizmet verdi devlet-i âliyyeye... Vazifesinden vefat
münasebetiyle ayrılan bu zâtın oğlu Çandarlızâde Ali Paşa 22/ocak/1387'den
18/ara-lık/1406'ya kadar, 19 sene, 10 ay, 27 gün sadrıazam olarak görev
yaparken, bunun yalnız 2 sene, 6 ay, 19 günü Sultan Murad'a vezirlik yapmak
suretiyle geçti. Bu bakımdan Hûda-vendigâr Padişah otuz yıllık saltanatını üç
sadrıazamla tamamlamış oldu.
Sultan Hüidavendigâr'ın Şehadeti
Harp meydanını gezmeye çıkan Sultan Murad, ölüler arasından çıkan
bir adamın, Müslüman olmak istediğini belirtip, Hüdavendigâr'ın elini öpmek
arzusuna mani olmaya çalışan askerlerin seslerini Sultan Hazretleri duydu.
«Bırakın gelsin» dedi. Elini öpmek üzere eğilirken koluna sakladığı hançeri
aniden çekip, Hüdavendigâr'ın kalbine sapladı. Bu adam, Sırp Kralının damadı
Miloş Kabiloviç idi... Yetişen Yeniçeriler, hainin kaçmasına meydan vermeden
başını ezdiler. Sultan Murad-ı Hüdavendigâr hazretleri, duasının kabul
edilmesinden memnun olarak, oğlu Şehzade Bayezid'e haber gönderilmesini istedi.
Sultan Mürad-I Hüdavendıgar'ın Son Sözleri
Babasının gönderdiği haberi alan Bayezİd, derhal geldi. Kanlar
içinde yatan babasını görünce, gözyaşlarını tutamadığı gibi, arada bir ahh
çekiyordu... Son nefesi yaklaşmış olan Sultan Murad-i Hüdavendigâr, ağır ağır
başını kaldırdı. Bu kahraman evlâda sevgi dolu gözlerle baktı. En samimi
hislerini terennüm eden şu sözler, dudaklarınan tam bir şuur içinde dökülmeye
başladı.
«Oğlum! Dünyada kim akıbetinden kaçabilmiş ki, benim için ağlıyorsun?
Eğer ağlıyacaksan, müslümanlara ağla!.. Onların hallerini perişan bırakma!
Yerim sana kalıyor... Adaletinle sevdir kendini... Sevginle sevdir kendini...
Beni de hayırlı bir evlât bırakmış olarak, hayırla yâdettİrmeye çalış... Şunu
hiç bir zaman unutma ki, padişahlığın sermayesi adalettir. Saltanatı rahat bir
iş sanma... Dünyanın en zor işlerinden biri, saltanatı omuzlamış padişahların
vazifesidir. Dünyada güzel bir nam bırakmaya çalış... Ecdadının şanına lâyık
olasın...» mealindeki sözlerle nasihatini bitiren Hüdavendigâr kendisinden
sonra hiç bir padişaha nasip olmayan saadetler içinde, milletini zafer,
kendisini şehitlik mertebesine kavuşturmuş olan müs-tecap duasının mükâfatı
olarak pâk ruhu cennet-i âlânın bahçelerine kelime-i şahadetlerle uçtu gitti...
1325 Miladî yılında doğan Hüdavendigâr, 64 yıllık ömrünün 30 senesinde
Sahib-i Saltanat olarak yaşamıştı. Cenab-ı Mevâ kabrini nur, mekânını pür nur
eylesin...
Devlet-i ÂMyye-i Osmaniye'nin, Avrupa kıtasında varlığını
kesin-leştiren Kosova Meydan Savaşının neticesi, küffarı pek feci bir mağlubiyete
duçar etmesi, buna mukabil yaptığı duanın Rabbü'l âlemin tarafından kabulü
neticesinde Hüdavendigâr Gazi'nin şehadet mertebesine vasıl olmasıdır.
Büyük ve kıymetli bir zaferin sonunda I. Sultan Murad-ı
Hüdaven-digâr'ın şehadeti, zaferin sonucunu buruklaştırmıştı. Bu burukluğa
başka bir burukluk da eklenivermişti.