EL-MUVAFAKAT *ŞATİBİ*
AZİMET VE RUHSAT / ON
BİRİNCİ MESELE:
Azimetlerle ruhsatları
bir arada incelediğimizde, azimetlerin cari olan adet-i ilahiye ile bidüziyelik
(muttaridlik) arzettiğini, ruhsatların ise cari olan adet-i ilahiyenin normal seyrini
yitirdiği anlarda geçerli olduklarını görürüz.
Birincisi açıktır. Çünkü
biz namazların tam ve vakitlerinde kılınması, orucun belirlenmiş vaktinde
tutulması, taharetin su ile yapılması gibi emirlerin cereyan eden adet-i
ilahiye uygun olarak varid olduklarını görüyoruz. Bu gibi emirler sıhhat,
akıllı olmak, ikamet halinde bulunmak, su bulunmak vb. gibi normal haller üzere
olmaktadır. Diğer muamele ve ibadetlerde de durum aynıdır. Mesela normal
durumlarda ya da namaz için örtünme emri, laşe, kan, domuz eti vb. yemeyi
yasaklama gibi. Bütün bunlar emredilirken ya da yasaklanırken, hep emir ya da
nehye uymanın mümkün olacağı haller dikkate alınmıştır. Bu haller ise tam ve
genel anlamda ya da ekseriyetle mutad olan ve alışılagelmiş bulunan hallerdir.
Bunun böyle olduğunda herhangi bir problem gözükmemektedir.
İkincisine gelince, bu
da birincinin bilindiği cihetten malum bulunmaktadır. Hastalık ve yolculuk
halleri, suyun, elbisenin ya da yiyecek bir şeyin bulunmaması durumu, emredilen
şeyin terkedilmesi ya da nehyedilen şeyin yapılması konusunda ruhsat getirici
bir özellik olmaktadır. Yeterli tafsilat daha önce geçmiş bulunmaktadır.
"Makasıd" bölümünde bir başka açıdan inşallah tekrar ele alınacaktır.
Ancak adeti İlahiyyenin
normal şekil üzere seyretmemesi iki kısımdır:
a) Genelolur, b)
Özelolur.
Genelolan (hastalık,
sefer vb. gibi haller) geçmiş bulunuyor. Özelolan kısım ise, gereği ile amel
etmeleri durumunda, Allah'ın veli kullarının göstermiş oldukları
fevkaladeliklerdir. Bunlar ekseriyetle ancak ruhsat hükmünde olmaktadırlar.
Mesela suyun süte, kumun kavuta, taşın altına dönüşmesi, gökten yiyecek
indirilmesi yahut yerden çıkarılması gibi.
Bu gibi fevkaladelikler
kimin için yaratılmışsa, o kimse (veli kul) bunları alabilmekte ve
kullanabilmektedir. Onun bunları kullanması azimet değil ruhsat olmaktadır.
Daha önce de geçtiği
gibi, ruhsatla amel edebilmek için, onun kolaylığından istifade için onu
kasdetmiş olmaması ve ona sebebiyet vermemesi şart oluyordu. Zira bu şarta
muhalefet Şari'in kasdına muhalefet oluyordu. Çünkü Şari'in daha baştan ruhsat
hükümleri koyması mümkün değildi. Şari'in bu konudaki kasdı, normal teşride
bulunulan hükümlerin icrası sırasında ortaya bazı ruhsatı gerektirecek sebebler
ortaya çıkarsa, o sebebin müsebbebine yönelik iznin bulunabileceği şeklindedir.
Nitekim daha önce geçmişti. Hal böyle olunca burada da öncelikli olarak durum
aynı olacaktır. Çünkü bu tür harikuladelikler kulluk hükümlerini ortadan
kaldırmak için değil; sadece başka bir durum için konulmuşlardır. Dolayısıyla
bunlar yönünden hafifletmeye yönelik kasıdda bulunmak, bunların Rabbine değil,
bunların bizzat kendilerine yönelik bir kasıd olur. Bu ise Allah'a kulluk
konusunda gözetilen maksatların konumuna aykırıdır.
Keza "Makasıd"
bahsinde şer'i hükümlerin özel değil geneloldukları belirtilmiştir. Bundan
maksat şer'i hükümlerin sadece bazı mükelleflere has değil, bütün mükellefler
hakkında genelolduklarıdır.
Bu şarta, Hz.
Peygamber'in [s.a.v.] keramet ve mucize olarak harikuladelikler göstermeyi
kasdetmiş olması ileri sürülerek itiraz edilemez. Çünkü Hz. Peygamber {s.a.v.]
bununla, nefsi hazIarından tamamen arınmış olarak şer'i bir manayı kasdetmiş
olmaktadır. Aynı şekilde veli kul da kerameti kendi nefsi hazzı için değil de
şer'i bir garaz dolayısıyla göstermeyi kasdetmiş olabilir dememiz mümkündür ve
bu durumda bu kısım, kasdına göre hüküm almak suretiyle ruhsat hükmü dışına
çıkar. Hal mertebelerini aşan evliyadan sadır olan kerametleri, istikra
neticesinde işte bu mana üzere yormamız gerekmektedir. Ancak bu dediğimiz
şekilde olmazsa, o takdirde kesin ve problemsiz şart muteberdir. Şart sadece
genelolan fevkaladeliklere has değildir; özelolanlarda da öncelikli olarak
itibara alınacaktır.
İTİRAZ: Veli için adet-i
ilahiyenin üzerine çıkıldığı zaman; bu durumda onunla adet-i ilahi
doğrultusunda hareket eden kimse arasında genel anlamda bir fark
bulunmamaktadır. Çünkü kendisi için normal bir sebeb olmaksızın yiyecek, içecek
vb. hazır edilen kimse ile, bu gibi şeyleri normal yoldan çalışmak suretiyle
elde eden arasında netice itibarıyla bir fark bulunmamaktadır. Nasıl ki,
çalışmak suretiyle bunları elde eden kimseye onları yemesi, içmesi veya
kullanması durumunda ruhsatla amel etmiştir denilmiyorsa, keramet gösteren veli
için de aynı şekilde ruhsatla amel etmiştir denilemez; zira aralarında hiçbir
fark yoktur. Bu türden olan diğer hususlarda da durum aynıdır.
CEVAP: Bu itiraza iki
açıdan cevap verilecektir.
1. Nakli deliller bu tür
şeylerin bağlayıcı olmamak kaydıyla terkedilmesi gerektiğine delalet etmektedir.
Çünkü Hz.Peygamber efendimiz saltanatla kulluk arasında muhayyer bırakılmış ve
kulluğu tercih etmiştir. Tihame dağlarının eğer isterse altın ve gümüş olarak
emrine verilmesi teklif edilmiş, fakat o bunu istememiştir. Hz. Peygamber'in
[s.a.v.] duaları kabul edilirdi. Eğer dileseydi istediği şeyin vücuda gelmesi
için dua eder ve o da meydana gelirdi. Fakat o bunu yapmadı. Aksine adet-i
ilahi doğrultusunda hareket etmeyi yeğledi. Bir gün aç kalır, Rabbine yakarışta
bulunur; bir başka gün doyar, Rabbine hamd ve övgüler ederdi. Böylece o, beşeri
dünyevi hükümler konusunda, diğer insanlardan birigibi oluyordu. Bazı kereler
ashabına bu türden harikuladelikler (mucizeler) gösterdiği oluyordu. Bunlar
onların yakini imanlarını artırma, kalplerine şifa verme ve sıkıntı anlarından
kurtulmalarını temin amacını taşıyordu. Hz. Peygamber {r.a.] geceliyor ve Rabbi
onu yedirip içiriyordu; buna rağmen o kendisinin ve ailesinin geçimini temin
için esbaba tevessülden geri durmuyordu. Harikuladelikler onun hakkında mümkündü,
istekleri olma durumundaydı. Hatta öyle ki, bu hususu teyid mahiyetinde Hz.
Aişe kendisine "Öyle görüyorum ki, Rabbin senin her arzunu yerine
getirmeye koşuyor." demişti. Allah'ın kendisine vermiş olduğu mertebe ve
mevkiinin bir neticesi olarak istediği her türlü harikuladelikleri ortaya koyma
imkanı vardı. Bütün bunlara rağmen, o asla bu yolu tutmadı ve adet-i ilahiye
doğrultusunda hareket etmeyi tercihte bulundu. Onun bu tutumu adet-i ilahiye
doğrultusunda hareket etme konusunda keramet ve harikuladelikler sahibi
kimseler için büyük bir esas oluyordu. Ancak bu peygamberler için bağlayıcılık
arzetmediği için, veliler için de aynı şekilde kesin olarak uyulması gereken
bir tavır olmamıştır. Çünkü bu konuda peygamberlerin varisleri veliler
olmaktadır.
2. Velilere göre
harikuladeliklerin faydası yakini olan imanı güçlendirmektir. Beraberinde ise
bütün yükümlülükler ve kulluk mertebelerine göre bütün mükellefler için
ayrılmaz bulunan deneme (imtihan, ibtila) unsuru bulunur. Bu durumda bunlar,
üzerinde bulundukları haller için bir destek ve kuvvet verici unsur gibi olmuş
olurlar. Çünkü bunlar cari olan adet-i ilahiyenin üzerine çıkmış ve tebarüz
etmiş Allah'ın ayetlerinden olmaktadırlar. Neticede bunların kalbi huzur ve
sükuna ulaşılmasında özel bir yerleri bulunur. Nitekim İbrahim [a.s.]
Kur'an'da: "Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster." demiş
ve bu isteğindeki amacının da "kalbi sükun ve huzura (mutmain olma)
erme" olduğunu belirtmiştir. Nitekim Hz. Peygamber [s.a.v.] de Kur'an'da
geçen Musa'nın Hızır'dan ayrılması olayı hakkında: "Allah kardeşim Musa'ya
rahmet etsin! Keşke sabretseydi de, aralarında geçecek olan haberleri bize
anlatılmaydı. Bunu ne kadar arzu ederdik" buyurmuştur. Keramet ve benzeri
harikuladeliklerin faydası nefs! doyum olduğuna göre, bunlardan neş'et eden
şeyler nefsin duyduğu hazIara yönelik olmaktadırlar; muhtaç olan kimselere
verilen sadakalarda olduğu gibi. Böyle birisi kendisine verilen sadakayı kabul
etmek ve kullanmak konusunda muhayyer bulunmaktadır: Eğer kabul etmez ve
kazanmaya çalışır ve ihtiyacını mutad yoldan karşılamaya gayret ederse bu
takdirde genelolan azimet hükümle amel etmiş olur. Yok böyle yapmaz da sadakayı
kabul ederse, bunun da kendisine bir zararı olmaz; çünkü sadaka yerini bulmuş
olur.
Sonra şu da var:
İnsanlar Allah Teala'nın sebebleri ve müsebbebleri koyduğunu ve bunlarda
yükümlü tutmak ve insanları denemek için adet-i ilahiyeyi yürürlü kıldığını,
mükellefi ihtiyacın tahakkümü altına soktuğunu bilmektedirler. Nitekim
ibadetleri de aynı şekilde bir yükümlülük ve imtihan unsuru olmak için
koymuştur. Gerçi harikuladelikler ortaya konuluş amaçları olan faydaları ortaya
çıkarıyorIarsa da, öbür taraftan da içlerinde zımnen kesb sebebiyle doğacak
yükümlülük meşakkatinin kaldırılması ve yükün hafifletilmesi manasını da
içermektedirler. İşte bu sebeble bunların kabul edilmesi, ruhsatların kabulü
kabilinden olmaktadır. Çünkü yükümlülüğün doğuracağı kesb meşakkatini o kişiden
kaldırmakta ve hafifletmektedir. İşte bu noktadan hareketle de
harikuladelikler, ruhsatIarın hükmünü almaktadırlar. Harikuladeliklerin imtihan
manası da içermeleri açısından bir başka şey daha var: O da şudur: Bu tür
şeylerin gereğiyle amel etmekte onların tarafına bir nevi meyil bulunmaktadır.
Halbuki seyrusülükta azım et sahibi kimselerin özelliği, Allah'tan başka
herşeyden nefislerini arındırmak ve uzaklaşmak olmaktadır. Nitekim normal
yoldan kazanılan nimetler de aynı şekilde.bir imtihan ve deneme unsuru
olmaktadır. Daha önce mutlak sürette genişletme yönüne gitmenin ruhsat şeklinde
telakki edildiği geçmişti. Burada söz konusu edilen de aynı kabilden
olmaktadır. Bu durumda harikuladeliklerin gereğinin kabulünün her iki açıdan da
nasıl ruhsat olduğu üzerinde düşünülmelidir. Bunun içindir ki evliya
kerametlere dayanmamışlar, bu cihetten onlar üzerinde durmamışlardır. Aksine
onlar bunları üzerinde bulundukları durumlarda kendilerine yardımcı olacak
faydalar içermeleri sebebiyle kabul ve kesb cihetine gitmişlerdir. Bunun
ötesinde onları terketmişlerdir. Zira bunlar her ne kadar keramet ve Allah'ın
kendilerine bir lütfu iseler de, öbür taraftan da bir yükümlülük ve deneme
unsuru içermektedirler.
Kuşeyrı bu manadan olmak
üzere şöyle anlatır:
"Ebu'l-Hayr
el-Basri'den nakledilir: Evimin avlusunda harabelere sığınan siyah fakir bir
adam bulunuyordu. Beraberime bir şeyler aldım ve onu görmek istedim. Gözü
elimdekilere değince, adam tebessüm etti ve eliyle yere işaret etti. O anda
yerin tamamen altın haline döndüğünü ve ışılışıl parladığını gördüm. Sonra bana
yanındakini getir bakalım dedi. Hemen elimdekini ona verdim. Durumu beni
ürpertmişti ve derhaloradan kaçtım. en-Nüri'den nakledilir: Bu zat bir gece
Dicle kenarına çıkar ve nehrin iki yakasının birleşmiş olduğunu görür. Ordan
ayrılır ve 'İzzetin hakkı için, ben onu kayıksız geçmeyeceğim.' der. Said b.
Yahya el-Basri şöyle anlatır: Abdurrahman b. Zeyd'in yanına vardım. Bir gölge
de oturuyordu. Ona:
"'- Eğer sen
Allah'tan rızkını artırmasını istesen, umarım ki senin bu isteğini yerine
getirir,' dedim. O:
Rabbin kullarının
maslahatlarını en iyi bilendir' dedi ve sonra yerden bir çakıl taşı aldı ve:
'Allah'ım! Eğer bunu altın yapmayı dilersen yaparsın!' dedi. Bir de baktım,
vallahi elinde altın vardı. Onu bana attı ve:
- Onu sen harca; ahiret
için olmadıkça dünyada hiçbir hayır yoktur' dedi."
Hatta süfiyyeden
öyleleri vardı ki keramet göstermek ve keramet talebinde bulunmaktan ya da
beklenti halinde olmaktan Allah'a sığınırlardı. Nitekim bu durum Ebü Yezid
el-Bistamı'den nakledilmiştir. Bazılarına göre de bu tür harikuladelikler
adet-i ilahiden olan normal durumlardan farksız idi. Çünkü bunların tamamı
(Yaratıcı'nın) minnet eli altından çıkmakta ve (kesbe dayansın dayanmasın)
mücerred in' am yönünden gelmiş olmaktadır. Bunların nazarında normal haller de
fevkaladeliklerdir. Bu durumda nasılolur da harikuladeliklere tamah
gösterebilir? Önünde, arkasında, üstünde ve altında onların benzeri
bulunmaktadır. Oysa ki, kendisinde bulunan şeyler kulluğun ortaya konulması
için daha kamil olmaktadır. Nitekim Şevahid'de geçmiştir. Bu ilmin erbabı,
harikuladeliklere meyilde bulunan kimselerin "istidrac" içerisinde
olduklarını kabul etmişlerdir. Çünkü bunlar bu tür harikuladelikleri bir ayet
ve nimet oluşu şekliyle ele almaktan ziyade onların bir imtihan unsuru (ihtila
için) olduklarını göz önünde bulundurmuşlardır.
Yine Kuşeyri Ebu'l-Abbas
eş-Şarki'den nakleder: "Ebu Turab en-Nehşubi ile Mekke yolunda idik. Bir
ara yolun kenarına çekildi. Arkadaşlardan biri 'Ben susadım' dedi. Nehşubi
ayağını yere vurdu. Suyu berrak bir pınar fışkırdı. Aynı genç 'Bir bardakla
içmek istiyorum' dedi. Şeyh elini yere vurup beyaz camdan, gördüklerimin en
güzeli bir bardak alıp ona verdi. O da, biz de içtik. Mekke'ye varıncaya kadar
bardak beraberimizde kaldı. Bir gün Ebu Turab, benden Allah'ın kullarına ikram
ettiği bu işler için arkadaşlarımın ne düşündüklerini sordu. Ben ona:
'''- Bunlarainanmayan
hiçbir kimse görmedim' dedim. Ebu Turab: "'- Bunlara (kerametlere)
inanmayan kimse kafir olur. Ben sana haller yolundan sordum' dedi. Ben:
"'- Onların bu
konudaki düşüncelerini bilmiyorum' dedim. Ebu Turab: "'- Evet
arkadaşlarının zannına göre, bunlar Hak katından gelen kulun kandırılması için
birer tuzaktır. Halbuki durum hiç de onların dedikleri gibi değildir. Bunların
tuzak olması durumu ancak her şeyi bu kerametlere bağlayan kul için söz konusu
olur. Kerameti istemeyen ve onunla sükunet bulup sevinmeyene gelince, bu
mertebe Rabbani olanların mertebesidir' dedi."
Bütün bunlar gösterir
ki, kerametler (harikuladelikler) azimet değil ruhsat hükümlerine dahil
bulunmaktadır. Bu mana iyi anlaşılmalıdır. Çünkü üzerine bazı meselelerin
bineceği bir esas olmaktadır. Bu meselelerden bir kısmı şunlardır: Kerametler
insanlara arız olan haller cümlesindendir. Haller ise -halolmaları açısından-
kasden talepte bulunulmayacak şeylerdir ve makamlardan da sayılmazlar. Bunlar
seyrusülukun son mertebelerinden de değillerdir. Keza bu tür harikulildelikler
sahiblerinin terbiye ve hidayet (yani irşad) mertebesine ulaşmış olduklarını,
onların mürşidliğe ehil olduklarını da göstermez. Nitekim cihadda ganimet ele
geçirilir. Bu ganimetler hiçbir zaman cihadın asli amaçlarından değillerdir.
Sonraki
sayfa için aşağıdaki link’e tıkla: