EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

TEKLİFİ HÜKÜMLER / ONUNCU MESELE

 

Helal ile haram arasında bir 'afv' (meskutun anh, kanun boşluğu) mertebesinin bulunduğu doğrudur; bunlar beş teklifi hükümden birisi altına sokulmazlar. Genelde bu böyledir. Bu konuya delalet eden delilleri aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür:

 

1.    Daha önce geçtiği üzere, teklifi hükümler, mükelleflerin fiillerine ancak kasdın (niyetin) bulunması durumunda taalluk ederler. Kasıt bulunmadığı zaman ise, taalluk etmezler. Teklifi hükümlerden birisinin, kendisine ilişkin olabilir biri durumunda olan kimseden sadır olmasına rağmen, taalluku söz konusu olmadığına göre, bunun anIamı işte üzerinde durduğumuz 'afv' olmalıdır; yani o fiilde sorgulama yoktur, demektir.

 

2.    Özellikle bu mertebeyle ilgili nasslar varid olmuştur: Hz. Peygamberden [s.a.v.] şöyle rivayet edilmiştir: "Allah yapılması gereken hükümleri farz kılmıştır. Onları çiğnemeyiniz. Hadler koymuştur, onları tecavüz etmeyiniz. Bazı şeyler hakkında da, unuttuğundan değil, size olan merhametinden dolayı sükut etmiştir (afv). Onları da deşelemeyiniz." başka bir rivayette de "Onları da kabul ediniz."

 

İbn Abbas (68 / 687) ise: "Hz. Muhammed'in [s.a.v.] ashabından daha hayırlı kimse görmedim. Onlar Hz. Peygamber ölünceye kadar, hepsi de Kur'an'da bulunan on üç sorudan başka soru sormamışlardır. 'Sana hayız hakkında soruyorlar ... '[Bakara, 222]; 'Sana yetimler hakkında soruyorlar ...'[Bakara, 220]; 'Sana haram olan ayı soruyorlar .. .'[Bakara, 217] gibi. Onlar ancak kendilerine faydası olacak şeyleri soruyorlardı." demektedir. Yani çoğu kez böyle yapıyorlardı, demek istiyor.

 

Yine İbn Abbas: "Kur'an'da sükut geçilen şeyler Allah'ın bağışladığı şeylerdendir." demiştir. Kendisine haram kılınmamış şeyler hakkında sorarlardı da, o cevap olarak "O afvdır." derdi. Kendisine:

- Zimmilerin malları hakkında ne dersin? diye sormuşlardı. Cevap olarak:

 

- Afvdır; demişdi. Yani onların mallarından zekat alınmaz, demek

istemişti.

 

Ubeyd b. Umeyr de: "Allah helalı helal, haramı da haram kılmıştır.

O'nun helal kıldığı şeyler helal, haram kıldığı şeyler de haramdır. Sükut geçtiği şeyler ise, afvdır." demiştir.

 

3.    Kısmen bu manaya delalet eden deliller bulunmaktadır: "Allah seni affetti (affetsin!). Onlara niçin izin verdin." ayeti gibi. Buradaki izin konusu, hakkında nass bulunmayan ictihadi bir konudur.

 

Usulcülerin de genişçe üzerinde durdukları gibi, şeriatte ictihad konusunda yapılan hatalar affedilmiştir. "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi. ''[Enfal, 68] ayeti de bu meyandadır. Hz. Peygamber [s.a.v.], hakkında bir hüküm inmeyen konularda çok soru sorulmasım asli beraet hükmüne binaen iyi karşılamazdı. Çünkü bu gibi şeyler asli beraet hükmüne raci bulunuyordu. Yani asli beraetle fiiller "mafuvvun anh" yani af kapsamına giriyorlardı. Nitekim bir hadislerinde Hz. Peygamber [s.a.v.]: "En büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir. '' buyurmuşlardır. Yine o: "Ben sizi terkettikçe, siz de benim üstüme gelmeyiniz. Şüphesiz ki, sizden önceki kavimler, mutlaka peygamberlerine fazla soru sormalarından dolayı helak olmuşlardır. " buyurmuşlardır. Hz. Peygamber [s.a.v.] "Oraya yol bulabiten insana Allah için Ka'be'yi haccetmesi gereklidir. "[Al-i İmran, 97] ayetini okumuştu. Bir adam kalkarak: "Ya Rasulallah! Her sene mi?" diye sordu. Hz. Peygamber [s.a.v.] bu soruya cevap vermedi. Adam sonra: ''Ya Rasulallah! Her sene mi?" diye yine sordu. Hz. Peygamber [s.a.v.] yine yüz çevirdi.

 

Adam üçüncü kez yine: ''Ya Rasulallah! Her sene mi?" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.]: "İrade ve kudretiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, eğer 'Evet!' deseydim o zaman mutlaka (her sene) vacib olurdu; eğer o şekilde vacib olsaydı siz de onu yerine getiremezdiniz; onu yerine getirmediğinizde de küfre girerdiniz. Ben sizi bıraktığım sürece siz de beni bırakınız, üstelemeyiniz. " buyurmuş ve sonra yukarıda geçen hadisi irad buyurmuşlardır. Yüce Allah: "Ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın."[Maide, 101] buyurmuş, sonra da "Allah onları affetti." diye eklemiştir. Yani o şeyleri demektir. Şu halde bunlar 'afv' mertebesinde olmaktadır. Hz. Peygamber [s.a.v.] sorulardan hoşlanmaz, onları ayıplar ve çok soru sormayı yasaklardı. Rivayete göre bir gün Hz. Peygamber kalktı; yüzünden öfkeli olduğu belli idi. Kıyametten bahsetti. Ondan önce de azametli şeylerden bahsetmişti. Sonra: "Kim bana bir şey sormak isterse sorsun. Vallahi, bana ne sorarsanız, mutlaka onun cevabını vereceğim!" buyurdu.

 

Ravi Enes şöyle der: İnsanlar bunu duyunca iyice ağlamaya başladılar.

Hz. Peygamber [s.a.v.] da tekrar tekrar "Bana sorun!" diyordu.

Bunun üzerine Abdullah b. Huzafe es-Sühemi kalktı ve:

- Babam kim? Ya Rasulallah! diye sordu. Hz. Peygamber [s.a.v.]:

- "Baban Huzafe'dir." buyurdu. Hz. Peygamber [s.a.v.] tekrar tekrar

"Bana sorun!" diye devam edince Hz. Ömer dizleri üzerine çökerek:

- Ya Rasulallah! Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak İslam'dan, peygamber olarak Muhammed'den razıyız; dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.] sükun buldu ve ayet indi.

 

Daha önce Hz. Peygamber [s.a.v.]: "İrade ve kudretiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, az önce ben namaz kılarken cennet ve cehennem şu duvarın üzerinde bana arzedildi. Hayırda da şerde de bugün gibisini görmedim." buyurmuştu. Hadisin akışını (siyak ve sibakını) da göz önünde bulundurduğumuzda, Hz. Peygamberin [s.a.v.] öfke içerisinde "Bana sorun!" buyurmaları, sualin neticelerini göstermek suretiyle onları tenkil anlamı taşımaktadır. Bu yüzdendir ki "Ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. "[Maide, 101] ayeti inmiştir. Bu deliller muvacehesinde "mafuvvun anh" yani affedilen şeylerin de bu cümleden olduğu ortaya çıkmıştır. Bunlar da haklarında soru sorulması yasaklanılan şeylerdendir. Haccın Allah için olması ayetin gereği olmaktadır. Nitekim ayet haccın o sene yapılmasını da gerektirmektedir. Tekrardan bahsedilmeyince, yorumda uyulması gereken şey, ihtimaller içerisinden en hafif olanı almak olmalıydı. Diğer ihtimalin de murad olacağı varsayılsa bile o "mafuvvun anh" yani af kapsamına girecektir. Benzeri bir diğer örnek de Beni İsrail'in bir ine k boğ'azlamakla [Bakara, 67] emredilmiş olmasıyla ilgilidir. Herhangi bir ine k boğazlamakla emri yerine getirme imkanları bulunuyordu. Ancak onlar yönelttikleri sorularla ifrata gittiler, Allah da zorlaştırdıkça zorlaştırdı. Sonunda güçlükle boğazladılar "Nerdeyse de yapmayacaklardı.

 

Bütün bunlar göstermektedir ki, mükelleflerin fiillerinden mahiyetleri ve hükümleri hakkında su al etmenin pek iyi karşılanmadığı bir kısım bulunmaktadır. Bundan da onun "mafuvvun anh" yani af kapsamında olması iktiza eder. Netice itibarıyla diyoruz ki, 'af v' mertebesi sabittir ve bunlar beş teklifi hüküm içerisinde yer almamaktadırlar.

 

FASIL:

 

"Mafuvvun anh" yani af kapsamına giren şeyler: Bunlardan bir kısmı üzerinde ittifak edilmiş; diğer kısmı üzerinde de ihtilaf edilmiştir.

 

a) Hata ve unutma: Bunlar sebebiyle sorgulama olmayacağı konusunda ittifak bulunmaktadır. Gafil bulunan, unutan ve hata eden kimseden sadır olan her fiil 'afv' kapsamındadır. Bu fiiller ister yapılmaları emrolunan fiillerden, ister yasaklanılan fiillerden olsunlar, ister böyle olmasınlar farketmemektedir. Çünkü fiiller eğer emrolunan veya yasaklanan ya da tercihe bırakılan kısımlardan değillerse, o takdirde hakkında şer'i bir hüküm bulunmayan kısma ra ci olurlar ki, 'afv'ın anlamı da budur.

 

Eğer emir ve nehiy konusu bir fiilse, bunlar sebebiyle sorguya çekilebilmesi (muahaze) için emir ve nehyin hatırlanması ve onların irası için kudreti n bulunması şartı vardır. Bu şartların bulunması ise hata, unutma veya gaflet halinde bulunan kimse için muhaldir. Aynı şey uyuyan, deli olan, hayız hali ve benzeri durumlarda olan kimseler için de söz konusudur.

 

b) İctihatta yapılan hatalar: Bu da birinci kısma racidir. Bizzat Kur'an'da: "Allah seni affetsin! Onlara niçin izin verdin. "[Tevbe, 43]; Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azfıb erişirdi."[Enfal, 68] buyrulmaktadır.

 

f) İkrah: Zorlama, tehdid: İster ikrahın üzerınde ittifak edilen kısmından olsun; ister ihtilaf edilen kısmından farketmez. Eğer biz ikrah durumunda zorlanılan şeyin yapılmasının cevazını kabul ediyorsak, bu 'afv' manasına çıkmış olur. İkrah karşısında emir ve nehyin (her iki görüşe nazaran) baki kalıp kalmaması da durumu değiştirmez. Çünkü ikrahın özü şu demektir: İkrah altında yapılan fiil ya da terke bir günah terettüp etmemektedir.

 

g) Ruhsatlar: Mevcut ihtilaflara rağmen bütün ruhsatlar da afv kapsamına girmektedir. Zira nasslar, ruhsatların işlenmesinde bir günah olmadığını, güçlüğün kaldırıldığım ve mağfiretin husulünü belirtmek suretiyle buna delalette bulunmuştur. Bu hususta ruhsatın işlenmesinin mübah olmasıyla, matlup bulunması arasında bir fark yoktur. Çünkü eğer ruhsat mübah olursa, zaten o takdirde bir problem söz konusu değildir. Eğer matlup ise, o takdirde de matlubun zıddının işlenmesi durumunda 'afv' gerekecektir. Mesela laşe (murdar hayvan eti) yemeyi ele alalım. Zarurete binaen biz onu yemenin vacibliğini söylediğimizde, mutlaka onun zıddının ki terk yani yememek oluyor- af kapsamına girmesi gerekecektir. Aksi takdirde her ikisiyle yükümlü tutmak suretiyle iki zıttın bir arada cem edilmesi gibi bir durum gerekecektir. Böyle bir yükümlülük ise muhaldir ve ümmetten kaldırılmıştır.

 

h) Tercih: İki delilin tearuzu durumunda, aralarını telif etme imkanının da bulunmadığı zamanda tercihe gidilir. İki delilden birisinin diğerine oranla daha ağır basması durumunda, mercuh kalan delilin gereği af kapsamında olur. Çünkü eğer böyle olmazsa, o zaman tercih imkalli kalmaz ve tercihin tümden ortadan kalkmasına sebebiyet verir. Oysaki, tercih icma ile sabit bulunmaktadır. Keza böyle olmadığı takdirde durum, iki zıt şeyi isteyen hitabın bulunmasını gerektirir ki bu da batıldır. 'Afv'ın lazım geleceği açısından mercuh delil hakkında gereğinin (iktizasının) bekasına ve sabit hükmünde olmasına hükmetmemizle, sanki yok hükmünde olmasına hükmetmemiz arasında bir fark bulunmamaktadır.

 

f) Ulaşmayan delile muhiHif ya da haddizatında mensUh bulunan ya da sahih olmayan delile uygun amel: Çünkü sorgulamayı gerekli kılacak delil henüz kendisine ulaşmamıştır. Sorguya çekilebilmesi için mutlaka delilin kendisine ulaşması ve onu bilmesi gerekmektedir. İşte o zaman ancak o delil muvacehesince kişi sorumlu tutulabilir. Aksi takdirde teklifi ma la yutak (takat üstü yükümlülük) lazım gelir.

 

g) Aynı anda varid olan iki hitab arasında, ikisinin aralarını bulma imkanının da bulunmaması durumunda tercihte bulunmak: Bu durumda da, mutlaka geriye alınana nisbetle afvın bulunması gerekecektir ki, böylece takdim edilen şey husule gelsin. Sonra bu tür teklifte bulunmak mümkündür. Bu durumda eğer tercih yapılarak birisi öne alınmıyorsa, şer'an memnu bulunan teklifi ma la yutak gerekir.

 

h) Hakkında sükut geçilen şeyler: Çünkü, hükmün konulması için mahal mevcut iken, konulmayarak sükut geçilmişse, bu o şeyin "mafuvvun anh" olduğuna (af kapsamına girdiğine) bir delil olur. Daha önce geçen delillerde verilen örneklerin burada da örnek olarak verilmesi mümkündür.

Allahu a'lem!

 

FASIL:

 

'Afv' mertebesini kabul etmeyenlerin şüphelerini izale sadedinde aşağıdaki hususlan eklemek mümkündür:

 

1.    Kulların fiilleri mükellef olmaları açısından, ya tamamen teklif hitabı (ya da teklifi hükümler) -ki bu iktiza ve tahyir olmaktadır- altına girerler ya da tamamen girınezler. Eğer tamamen giriyorlarsa, bu durumda beş teklifi hüküm üzerine bir ek yok demektir; zaten maksat da budur. Eğer tamamen girıniyorsa, bu takdirde bazı mükelleflerin, herhangi bir vakit veya halde de olsa, teklif hitabı hükmünün dışarısında kalmış olmaları gerekecektir. Ancak böyle bir netice batıldır. Çünkü biz kulun her hal ve durumda mükellef olduğunu kabul ediyoruz. Dolayısıyla onun hiçbir şekilde teklif altından dışarı çıkmaları sahih değildir. Bunun neticesinde de, beş teklifi hükme ek başka bir hüküm bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.

 

2.    Bu ek olan şey, ya şer'i bir hüküm olacaktır ya da değiL. Eğer şer'i bir hüküm değilse, o' dikkat nazarına alınmayacaktır. Onun şer'i bir hüküm olmadığının delili de onun 'afv' diye isimlendirilmiş olmasıdır. 'Mv', ancak mükellefin emir ya da nehye muhalefeti hükmünün beklenti halinde olması durumunda söz konusu edilir. Bu da mükellef olunan şeyin daha önceden hükmünün bulunduğunu gösterir. Dolayısıyla hükmü bulunduğu için, üzerine ikinci bir hükmün tekrar gelmesi -hükümlerin birbirlerine zıtlıkları söz konusu olduğu için- sahih olmayacaktır. Keza, 'afv' sadece uhrevi bir hükümdür, dünyevi değildir. Bizim konumuz ise, dünyevi durumlara yönelik hükümlerdir. Sonra eğer 'afv' şer'i bir hüküm olsaydı, ya teklifi hükümlerden ya da vaz'i hükümlerden olacaktı. Teklifi hükümlerin nevileri beş adediyle sınırlıdır. Yine vaz'i hükümlerin nevileri de usulcülerin zikrettikleri beş adediyle sınırlıdır. 'Mv' ise bunlar arasında yoktur; dolayısıyla da hükümsüzdür.

 

3.    Eğer bu ek (zaid) olan şey, "Bazı vak'aların Allah'ın hükmünden dışarda bulunması sahih midir, değil midir?" şeklindeki bir usUl meselesine raci ise, o zaman şöyle demek mümkündür: Bu mesele zaten ihtilaflı bir konudur. Böyle bir hükmün isbatı da, reddi kadar delile muhtaçtır. Konuyla ilgili deliller ise tearuz halindedir. Dolayısıyla bu meselenin isbatı, ancak çelişeni bulunmayan bir delille olacaktır. Keza, eğer bu konulan mesele delile değil de ictiham bir konuya raci ise, bu durumda da zahir olan onun usül kitaplarında zikredilen delillerle reddidir. Eğer konu, zikri geçen meseleye dönük değilse, o zaman anlaşılmamış demektir. Daha önce geçen ve 'afv' mertebesinin isbatı için kullanılan delillerde ona dair bir delalet bulunmamaktadır. Nakli deliller, onun beş hüküm içerisinden çıkmasını gerektirmemektedir, çünkü aralarını birleştinne imkanı bulunmaktadır. Sonra 'afv' uhrevıdir. Keza, afvın sübutu iddiası kabül edilse bile, bu sadece Hz. Peygamber'in [s.a.v.] zamanına hastır, sonralan için değildir. 'ANın ek bir hüküm olduğu intibaını veren zahir ifadelerin tevıl imkanı bulunmaktadır ve onun nevileri meyanında sayılan şeyler, beş teklifi hüküm altına girmektedir. çünkü onlarda söz konusu edilen 'afv'; hata, unutma, ikrah (zorlama, tehdid) ve güçlüğün kaldırılmasına matüftur. Bu ise ya 'ibaha' manasına cevazı gerektirir ya da vukü bulan muhalefet üzerine gereken zemmin ve azaba sebebiyet verici hususun kaldırılmasını iktiza eder. Bu da neticelerini ortadan kaldıracak bir çelişenle birlikte bir emir ve nehyin bulunmasını gerektirecektir. Netice itibanyla 'afv' mertebesiyle hükmetmek ve onun beş teklifi hükme zaid bir hüküm olduğunu söylemek imkanı bulunmamaktadır. Bu meyanda daha başka bahisler de vardır.

 

FASIL:

 

Burada 'afv' kapsamı içerisine giren şeylerin bir kurala bağlanması hususunda biraz durmak istiyoruz. Çünkü sadece nassların bulunduğu mahallerle yetinmek zahiri bir eğilim olmaktadır. Bu konuda bir kayıt tanımamak ise, tamiri mümkün olmayan bir gedik açmak demektir. Bazı mahalleri ihmalle sadece bazı mahallere hasretmek ise ne akılla ne de nakille bağdaşmayacak bir tahakkümdür. Bu durumda meselenin vuzuha kavuşabilmesi için mutlaka tutulacak orta bir yolun bulunması zarüreti vardır. Bu konuda edilecek söz üç nev'e inhisar edecektir:

 

a) Muarızı güçlü olan bir delilin gereğiyle amel etmek.

 

b) Delilin gereğinden kasıtsız olarak ya da te'vil yoluyla çık. mak.

 

c) Re'sen hükmü sükut geçilen şeyi işlemek. Şimdi bunlar üzerinde sırayla durmak istiyoruz:

 

a) Muarızı güçlü olan bir delilin gereğiyle amel etmek.

Bu nev'in altına şu hususlar girecektir:

1) Ruhsat deliline rağmen azimetle amel etmek. Çünkü azimet zahir olan umumiliği ya da mutlaklığı üzere ele alınınca, onu işleyen kimse, genelde güvenilir olan bir delile dayanmış olur. Azimet deliline rağmen ruhsatla amel etmek de aynıdır. Çünkü ruhsat "güçlüğün (harac) kaldırılması" kaidesinden alınmıştır. Nitekim 'azimet' de asli teklife matfıftur. Her ikisi de külli bir esas olmaktadır. Dolayısıyla ruhsat hükmüne rücu etmek de, güvenilir bir delille amel etmek demek olur. Ancak "güçlüğün kaldırılması" kaidesi asli teklifüzerine 'mükemmil' yani tamamlayıcı bir unsur şeklinde geldiğinden, asli teklif olan azimet yönü bir nevi ağır basmaktadır. Şu kadar var ki, ruhsata başvurma prensibini de ihlal etmemektedir. Çünkü asli teklifin temellenmesi o tamamlayıcı (mükemmil) unsurla olmaktadır. Bu hususa İmam Malik'in mezhebinde itibar edilmiştir. Bu meyanda şunları örnek verebiliriz: Bir kimse Ramazan ayında dört berid (8 mil) mesafeden daha az bir yere yolculukta bulunsa ve bu yüzden orucunu bozmasının kendisine mübah olduğunu zannetse ve bozsa, kendisine keffaret gerekmez. Her ne kadar dayanağı ilmi değilse de tevil yoluyla orucunu bozan kimsenin durumu da aynıdır. Hatta bu tevil yolu ile işlenilen her hususta geçerlidir: Örnekler: Sarhoşluk verici bir şeyi, öyle değil zannıyla içmek; müslümanı kafir zannıyla öldürmek; kendisine haram olan bir malı helaldir zannıyla yemek; temiz zannıyla pis olan suyla taharetlenmek vb. gibi.

 

2) İctihad hataları: İctihadında hata eden müctehidin durumu da bu nevidendir. Ebu Davud'un rivayet ettiği bir hadise göre İbn Mesud bir cuma günü mescide gelmişti. Hz. Peygamber [s.a.v.] hutbe irad ediyordu. O'nu: "Oturun!" derken işitmiş ve hemen kapının yanına oturmuştu. Hz. Peygamber [s.a.v.] kendisini görmüş ve:

 

- Ya Abdullah b. Mesud! Buraya gel." buyurmuşlardı. Bundan anlaşılmaktadır ki, İbn Mesud, her ne kadar emirden başka bir şey kasdedilse de, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] emirlerine imtisalde ihmal göstermiş olmamak için mücerred emrin zahiriyle amel etmiş olmaktadır. Benzer bir olay da şöyledir: Abdullah b. Ravaha yolda iken, Hz. Peygamber'i [s.a.v.] "Oturun!" derken işitmiş, hemen oracıkta yolun ortasına oturmuştu. Hz. Peygamber [s.a.v.] yanına geldiğinde kendisine:

 

- Burda ne yapıyorsun? diye sormuş, o:

- Ya Rasülallah! Sizi "Oturun!" derken işittim, bu yüzden hemen buraya oturdum; demiş. Hz. Peygamber [s.a.v.] de kendisine:

- Allah taatini artırsın! diye mukabelede bulunmuştur. Bu olaydan şu anlaşılmaktadır: Aslında Hz. Peygamber [s.a.v.] onun yolda oturmasını kasdetmemiştir. Ancak o emri işitince, emre imtisalde kusur göstermemek için hemen oturuvermiştir. Nitekim Hz. Peygamber'in [s.a.v.] kendisini yolortasında oturur gördüğünde niçin oraya oturduğunu sorması da emirdeki kasdın o olmadığını göstermektedir. Başka bir hadiste de şöyle anlatılır: Ahzab muharebesinden döndüğü gün Hz. Peygamber [s.a.v.] bize:

 

- Sakın kimse ikindiyi Beni Kureyza Yurdundan başka bir yerde kılmasın! diye seslendi. Yolda iken namaz vakti girdi ve bazı insanlar:

- Vakti geçirsek bile biz namazımızı ancak Hz. Peygamberin [s.a.v.] emrettiği yerde kılarız; dediler. Ötekiler de Hz. Peygamber'in [s.a.v.] amacı o değildir, dediler (ve vaktin geçeceğinden korkarak namazı Beni Kureyza Yurduna varmadan yolda kıldılar.) Durum Hz. Peygambere [s.a.v.] intikal ettirildi. O iki gruptan hiçbir kimseyi azarlamadl.      .

 

3) Tercih: İki delil arasında tercihde bulunmak, birinin imali, diğerinin de ihmali demektir. Eğer racih olan (ağır basan) delilin ihmali farzedilirse, bu mercüh olan delile itibarın bir neticesi olmaktadır. Mercüh olan delil de zahirde itimada şayan bir delil olmaktadır. Dolayısıyla bu durum da af kapsamına girmektedir.

 

4) Mensuh ya da sahıh olmayan delille amel etmek: Çünkü bu durum da, kısmen de olsa benzeri itimada şayan bir delilin zahiriyle amel etmek olmaktadır.

Bu madde halinde zikrettiklerimiz ve daha başka benzerleri zikri geçen 'afv' manasının altına girmektedirler.

 

Biz burada kuralolarak "çelişeni (muarız) güçlü olan bir delilin gereğiyle amel etmek" dedik ve tearuz şartını koştuk; çünkü eğer delilin bir çelişeni yoksa o zaman 'afv' kapsamına girmez. Çünkü delil ya emri ya nehyi ya da tahyiri gerektirmektedir ve mükellef onun gereğini yapmıştır; dolayısıyla zahir hükmüne göre onda tasavvur edilebilecek herhangi bir azarlama, ona lazım gelecek herhangi bir sorgulama bulunmaz ki, 'afv' mahalli olsun. "Çelişenin güçlü olması" kaydını da ilave ettik; zira çelişeni güçlü olmadığı zaman bu neviden olmaz. Hatta bundan sonra gelecek olan nev'iden de sayılmaz.  Çünkü o nevide kasıtsız olarak ya da tevil yoluyla bir delilin terki söz konusudur. Burada yani çelişenin güçlü olmaması durumunda ise, her ne kadar bir delilin imali söz konusu ise de, onun imali meseleyi ele alan kişi açısından onun daha güçlü olması sebebiyledir veya haddizatında o muarızı olmayan bir delilin imali gibi olmaktadır. Bundan da bir mu ahaz e doğmaz. Dolayısıyla muarızın güçlü olmaması durumunda bir afv mahalli söz konusu değildir. Bu yüzden zikri geçen kayda gerek duyulmuştur.

 

b) Delilin gereğinden kasıtsız olarak ya da tevil yoluyla çıkmak:

Mesela kişi mübah olduğu inancıyla bir iş işler; çünkü kendisine onun haramlığına ya da mekruhluğuna dair olan delil ulaşmamıştır; yahut da kendisine vacib ya da mendub olduğunun delili ulaşmadığı için mübah itikadıyla bir şeyi terkeder: Yeni müslüman olan bir kimsenin şarabın haram olduğunu bilmemesi ve içmesi; guslün farziyetini öğrenmediği için gusül yapmaması gibi. Nitekim ilk zamanlarda Ensarın cima sırasında inzal vuku bulmadan sadece sünnet mahallinin girmesiyle de guslün yapılması gereğinden haberleri olmamış ve konumuza örnek teşkil edecek bir uygulama yaşanmıştı. Bu tür pek çok şey müctehidler için söz konusu olmuştur. Rivayet edildiğine göre İmam Malik, abdestte ayak parmaklarının hilallenmesini sünnete uygun bulmazdı ve bunu bir aşırılık sayardı. Sonunda kendisine "Hz. Peygamber'in [s.a.v.] ayaklarını hilallediği" hadisi ulaşmıştı ve görüşünden dönerek hadisin gereğiyle am el etmişti. Keza Ebu Yusuf ve İmam Malik arasında 'müd' ve 'sa' hakkında da böyle durum olmuştu da, sonra (Ebu Yusuf İmam Malik'in görüşü doğrultusunda) görüşünü değiştirmişti.

 

Hata ve unutma yoluyla işlenilen muhalefet de bu kısımdandır. Bu meyanda rivayet edilen "Ümmetimden hata, unutma ve tehdid (ikrah) altında yapılan şeyler kaldırıldı (yazılmadı)."  hadisi bunu ifade etmektedir. Hadisin senedi eğer sahihse ne ala, ne güzel; değilse bile manası üzerinde ittifak bulunmaktadır. Kasıt bulunsa da, bu konuda hata ve unutma mevkiinde tutulacak bir diğer hususu da, hadiste ifadesini bulan 'ikrah' yani zorlama ve tehdid altında yapılan işler oluşturmaktadır.

 

Bundan daha açık olanı, itibar sahibi kimselel'in sürçme kabilinden işledikleri şeyleri affetme konusudur. Çünkü bu gibi insanların yaptıkları kabahatlerin affedilmesi ve işledikleri sürçmelerden ötürü diğer insanlara yapılan muamelelere tabi tutulmaması talebi şeriatte sabit bir husus olmaktadır. Nitekim hadiste "İtibar sahibi kimselerin (had cezaları hariç) sürçmelerini affediniz."; yine başka benzer bir hadiste: "Mürüvvet ve iyi hal sahibi insanları cezalandırmaktan uzak durunuz. " buyurulmuştur. Muhammed b. Ebi Bekir Amr b. Hazm'ın bu doğrultuda uygulamaya gittiği de rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Hz. Ömer'in sülalesinden olan bir adam bir başkasının başını yaralamış ve onu dövmüştü. İbn Hazm ona, "Sen (hadiste geçen) önemli ve itibarlı kimselerden birisin." diyerek kendisini serbest bırakmıştı. Başka bir haberde de şöyle ifade edilmiştir: Abdulaziz b. Abdullah b. Abdullah b. Ömer b. el-Hattab şöyle der: Selamu'l-Berberi adında yaralamış olduğum bir kölem, beni İbn Hazm'a şikayetle kısas talebinde bulunmuştu. İbn Hazm bana geldi ve:

 

- Onu yaraladın mı? diye sordu. Ben de:

- Evet! dedim. O şöyle dedi:

- Teyzem Amra'dan işittim: Hz. Aişe, Hz. Peygamber'in [s.a.v.]: "İtibar sahibi kimselerin sürçmelerini affediniz." buyurduğunu söylemiş. Sonra İbn Hazm adamı serbest bırakmış ve cezalandırmamıştır.

 

Bu aynı zamanda izzet sahibi Yüce Allah'ın da sünnetinden olmaktadır. Çünkü bir ayette: "Allah iyi davrananlara, -ufak tefek kabahatleri bir yana- büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçmanlara işlediklerinden daha iyisiyle karşilığını verir. " buyrulmuştur. Ancak ayet uhrevi hükümlerle ilgilidir. Bizim burada sözünü ettiğimiz 'afv' ise dünyevi ahkamla ilgilidir.

 

Şüphe sebebiyle hadlerin düşürülmesi de bu nev' e yakın olmaktadır. Çünkü hadlerin ikamesi konusunda delil, zan mertebesinde olmak üzere kaim bulunmaktadır. Bununla birlikte zayıf da olsa bir şüphe arız olduğunda, bu şüphenin hükmü galebe çalarak hadde maruz kalan kimseyi 'afv' kapsamı altına sokmaktadır. Hadlerin şüphe ile düşürülmesi sahası, te'vil yoluyla delile muhalefette bulunmak kısmından da sayılabilir ki, o da bu ikinci neviden olmaktadır.

 

Delilden haberdar olmakla birlikte, tevil yoluyla ona muhalefette bulunmaya misalolarak da içki hakkındaki "İnananlara ve yararlı iş işleyenlere -sakınırlar, inanırlar, yararlı işler işlerler, sonra haramdan sakınıp iyilik yaparlarsa- tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. "[Maide, 93] ayetinin yorumu hakkında cereyan eden şu olayı vermek istiyoruz: Kudame b. Mazün, Hz. Ömer'e:

 

- Eğer ben içti isem, sen bana had tatbik edemezsin! demiş. Hz. Ömer de niye diye sorunca:

- Çünkü Yüce Allah: "İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur." buyuruyor demiş. Hz. Ömer kendisine:

- Ey Kudame! Şüphesiz sen yanlış tevilde bulundun. Eğer sen takvalı davransaydın, Allah'ın haram kıldığından da sakınırdın; diye karşılık vermiştir. el-Kadı İsmail şöyle demiştir: Sanki o, bu durum daha önce geçen içki içmeden doğacak günahlara keffaret olur demek istemiştir. Çünkü o, takva sahibi olan, inanan ve salih ameller işleyen bir kimse idi ve yorumda hata etmişti. İçkiyi hel al görenin durumu ise Hz. Ali hadisinde olduğu gibi böyle değildir. Kudame hadisinde ona had vurulduğundan söz edilmemiştir.

 

(Malik!) mezhebinde mevcut bulunan bir örnek de şudur: Özür sahibi bir kadın (müstehaza), özürlü bulunduğu süre içerisinde namazlarını bilgisizliğine binaen kılmasa, bu süre içerisinde terketmiş olduğu namazlarını kaza etmesi gerekmez. Muhtasaru ma leyse fi'l-Muhtasar'da şöyle denilir: Özür sahibi kadınla lohusa kadının gördüğü kan uzasa da lohusa üç ay, özür sahibi kadın da bir ay boyunca namaz kılmasa, eğer gördükleri kandan dolayı namaz kılınmaz şeklinde kendilerince bir yorum yapmışlarsa, geçen sürenin namazlarını kaza etmezler. Özür sahibi kadın hakkında "Normalde hayıza tekabül eden günlerinden sonra kısa bir süre namazını kılmamışsa, onları iade eder, fakat uzun süre kılmamışsa onları vacib olmak üzere kaza etmesi gerekmez." de denilmiştir. Ebü Zeyd de İmam Malik'ten: "Özürlü kadın, ihtiyat gününden sonra, namazlarını kendisine gerekliliğini bilmediği için kılmamışsa, o günlerin namazlarını kaza etmez." şeklinde işitmiştir. İbnu'l-Kasım, bu durumda kadının namazlarını kaza etmesini müstehab bulmuştur.

 

Bütün bunlar, bilgisizlikten ya da yapılan bir yorumdan dolayı delile muhalefet olmaktadır ve bunlar 'afv' kabilinden sayılmışlardır.

 

Yine bu kabilden olmak üzere şunları da misalolarak vermek mümkündür: Yolcu fecir vaktinden önce memleketine dönmüştür ve güneşin batmasından önce dönmeyen kimse için orucun farz olacağını zannetmemektedir. Keza, hayız gören bir kadın fecir vaktinden önce temizlenmiştir; fakat oruç tutabilmesi için güneş batmadan önce temizlenmiş olması gerektiğini zannetmektedir. Burada her ikisi için de keffaret söz konusu değildir. Her ne kadar delile muhalefet varsa da, kendilerince bir yorumu bulunmaktadır. Burada keffaretin düşürülmesi işte 'afv' manasında olmaktadır.

 

c) Re'sen hükmü sükut geçilen şeyi işlemek:

 

Hakkında süküt geçilen şeyle amelde bulunmak nev'ine gelince bu konu üzerinde biraz durmak gerekmektedir. Çünkü bazı vak'aların Allah'ın hükmünden hali olmaları ihtilaflı bir konudur. Hali olabileceği görüşünü esas aldığımızda bir problem çıkmaz. "Şari'in sükut geçmiş olduğu şey aftır." hadisiyle daha önce geçen benzer delillerin gereği de bu olmaktadır. Diğer görüşe göre ise, hadis bir problem arzetmektedir. Çünkü hiçbir şekilde "meskütun anh" yani hakkında süküt geçilen bir şey yoktur. Aksine her şey ya nassla ya da kıyasla belirlenmiştir. Kıyas da şer'i deliller cümlesindendir ve hiçbir yeni olay yoktur ki, şeriatte ona dair bir hüküm mahalli bulunmasın; bu mümkün değildir. Dolayısıyla da "meskütun anh" yani hakkında süküt geçilmiş bir şey yoktur.

 

Bu görüşe göre sükütun şu şekiHere hamledilmesi mümkündür:

1) Muhtemel bir gerekçe bulunmasına rağmen tafsile gitmeyerek sükut etmek.

2) İstishaba hamlederek diri olan adetler hakkında sükut etmek.

3) Daha önceden Hz. İbrahim'in [a.s.] şeriatından alınan ameller hakkında sükut etmek.

 

Birincisine örnek: Önce şu ayete bakalım: "Kendilerine Kitfib verilenlerin yiyecekleri sizin için helfildir. "[Maide, 5] Bu ayetin umümu zahir manasıyla, müslümanlara onların bayram günleri ve mabedleri için kestikleri hayvanların etlerinin de helM olduğunu gösterir. Bu açıdan manaya bakıldığında problem doğar. Çünkü bayram günleri için kestikleri hayvanlarında, İslam ahkamıyla bağdaşmayacak ek bir husus daha bulunmaktadır. Dolayısıyla bunun üzerinde durmayı gerektirici bir sebep bulunmaktadır. Ancak Mekhül'e bu durum sorulduğu zaman o: "Sen ye! Allah onların ne dediklerini biliyor ve O bize onların boğazladıkları hayvanların yenilmesini helal kılmıştır." şeklinde cevap vermiştir. -Allahu a'lem-

 

O şunu demek istemiştir: Her ne kadar o hayvanların yenilmesine ters düşen bu özel durum varsa da ayetin umumu tahsis edilmemiştir. Allah bunun gereğini ve bu özel durumun ayetin umumu altına gireceğini biliyordu. Bununla birlikte O, onların boğazladıkları hayvanların böyle arızi durum olanını da olmayanını da helal kılmıştır; ancak bu onların helalliğine aykırı gözüken bu özel durumun affı hükmüyle olmuştur. Hz. Peygamber'in [s.a.v.] şu sözleri de bu manaya işaret olmaktadır: "Allah bazı şeyler hakkında da, unuttuğundan değil, size olan merhametinden dolayı sükut etmiştir (afv). Onları deşelemeyiniz." Keza Hac hakkındaki "Her sene mi Ya Rasulallah! " sorusuna verdikleri cevapla ilgili hadisi de bu şekildedir. Çünkü lafza itibar onun ömür boyu için yeterli olduğu intibaını vermektedir. Bu yüzden Hz.Peygamber [s.a.v.] onun sorusundan hoşlanmamış ve ona bu gibi şeyler hakkında soru sormamak gereğinin sebebini açıklamıştır.  Yine: "En büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir." hadisi de bu kabildendir. Çünkü haram olmayan bir şeyden sual edilmesi ve sonra bu soru yüzünden o şeyin haram kılınması çoğu kez, sadece o şeyin haramlığını gerektirecek bir yönün ortaya çıkarılması cihetinden olur. Oysa ki, -her ne kadar kendi içerisinde furuu farklılık gösterse de veya o esasdan çıktığı intibaını veren bir mana bulunsa da- meselenin helalliği için dayanılacak başka bir esas daha bulunmaktadır. Benzeri bir başka örnek de: "Ben sizi terkettikçe, siz de benim üstü me gelmeyiniz." hadisidir. Daha başka örnekler de vardır.

 

ikincisine örnekler: Bu kısma örnek olarak İslamın ilk yıllarında ikrar edilen ve daha sonraları tedricen haram kılınan şeyleri vermek mümkündür: şarap gibi. Bilindiği gibi şarap (içki), cahiliyye devrinde yaygın olarak kullanılıyordu. Sonra İslam gelmiş ve hicret öncesinde ve bir süre de hicret sonrasında olmak üzere ona dokunmamış, kendi hali üzere bırakmıştı. Bir süre böyle devam etmiş ve hakkında şer'i bir nass gelmemişti. Nihayet "Sana içki ve kumarı soruyorlar ... "[Bakara, 219] ayeti gelmiş ve bunlarda faydaların da zararların da bulunduğunu, ancak zararlarının faydalarından daha büyük olduğunu beyan etmiş ve masIahatın gerektirdiği hükmü ise terkederek açıklamamıştı. Bu hüküm tabii ki, onların haramlığı idi. Çünkü şer'i bir kaide olarak, mefsedet maslahata galebe çalarsa hüküm mefsedet yönüne ait olmaktadır. Mefsedetler ise engellenir; dolayısıyla her ikisinin de haramlık yönü ortaya çıkar. Şu kadar var ki, her ne kadar anlaşılıyorsa da buna rağmen haramlığı üzere açıkça temas edilmediği için, alışılagelmiş adetlere uyarak daha önceden kendileri için sabit bulunan esas ile amel ederek içmeye devam etmişlerdir.

 

İşte bu dönemden Maide suresindeki " ... ondan kaçınınız!,,[Maide, 90] ayeti ininceye kadar olan dönem arasında içilen içkiler 'afv' kapsamı altına girmektedir. Artık kesin yasağı açık olarak getiren bu ayetle haramlık hükmü yerleşmiş ve 'afv' hükmü kalkmıştır. Buna "İnananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk (günah) yoktur."[Maide, 93] ayeti de delalet etmektedir. Çünkü içki yasağı kesin olarak geldiğinde, içerek ölen kimselerin durumu nasılolacak diye sormuşlar ve bunun üzerine de bu

ayet inmişti. Günahın kaldırılmış olması, sözünü ettiğimiz 'afv' mertebesi olmaktadır. Cahiliyye döneminde ve İslamın ilk yıllarında uygulanan riba da aynı şekildedir. Keza o dönemlerde aralarında cari olan, "beyu'l-medamin" ve "beyu'l-mela-kih" gibi, kurutulmadan önce meyvelerin satılması vb. gibi gararlı muameleler, bütün bunlar meskutun anh yani hakkında sükut geçilmiş şeylerdi. Hakkında sükut geçilen şeyler ise "afv" manası altına girmektedir. Daha sonra gelen nesih bu manayı kaldırmaz. Çünkü bunlardan bir kısmı hala İslamın eski ikrarı üzere bakidir. Kıraz (mudarabe), miras ve daha başka konulara nisbetle hünsa konusunda verilen hüküm vb. gibi alimlerin dikkat çektikleri konular bunlardandır.

 

Üçüncü kısma örnekler: Bunlar nikah, talak, hac, umre ve bunların diğer fiilleri gibi. Ancak bunlardan bir kısmını değiştirmişlerdir. İslamdan önce cahiliyye döneminde de bunları yapıyorlardı; nikahla sirah (zina) arasını ayırıyorlardı ve boşuyorlardı; bir hafta süreyle Kabe'yi tavaf ediyorlardı; Hacer-i Esvede el sürüyorlardı, Sara ve Merve arasında sa'y ediyorlardı, telbiye getiriyorlar ve Arafat'ta vakfede duruyorlardı, Müzdelife'ye uğruyorlardı, şeytan taşlıyorlar ve haram aylara tazim ediyorlar, onlarda kan dökmeyi haram sayıyorlardı; cünüblükten dolayı yık anıyorlardı; ölülerini yıkıyorlar, onları kefenleyip üzerlerine namaz kılıyorlardı; hırsızın elini kesiyorlar ve yol kesiciyi asıyorIardı. Bunlar ve buna benzer daha başka hususlar hep Halil İbrahim peygamber'in dininden geriye kalmış şeylerdi. İslam gelinceye kadar onlar bu hükümler üzere bulunuyorlardı. Sonunda İslam bunlardan bir kısmını benimseyerek iyice sağlama bağladı, İslama muhalifbulduklanm da nesh etti. Bu geçen ameller içerisinde olup da haklarında kabul edildiklerine dair yeniden ek bir nass gelmeyen ve bir süre devam edip de sonra hükümleri neshedilen ameller 'afv' kapsamına girdi. Bunlardan neshedilenler neshedilmiş, ibka edilenler de eski halleri üzere bırakılmışlardı.

 

Bu geniş açıklamayla, 'afv mertebesi'nin şeriatte söz konusu olduğu yerler ortaya çıkmış ve -Allah'a ham d olsun ki- sübiltuna delalet eden delillerin imali neticesinde vaziyetine en yakın şekilde tesbit edilmiştir. Geriye bir husus kalmıştır: Acaba 'afv' bir hüküm müdür? Yoksa değil midir? Eğer 'afv' bir hükümdür, denilirse o takdirde bu teklifi hüküm mü olur yoksa vaz'i hüküm mü? Bütün bunlar muhtemel şeylerdir. Şu kadar var ki, bunların üzerine herhangi bir am eli netice terettüp etmemektedir; dolayısıyla bunun beyanına girmek lüzumsuz bir hal almıştır ve o yüzden de terki evla görülmüştür.

 

Doğruya muvaffak kılan ancak Allah'tır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

ON BİRİNCİ MESELE