EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

İCTİHAD / İCTİHAD / ON DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Daha önce sadece ulemaya has olan ictihad ile, bütün mükellefler için söz konusu olan ictihaddan bahsedilmişti. Ancak burada her iki türü de açıklayıcı bazı izahlar getirmek ve yaklaşım biçimlerini belirlemek gerekmektedir.

 

Şöyle ki: Mekke dönemi teşri kılınan hükümler -ki bunlar ilk olma özelliğine sahiptirler-' genellikle mutlak olup, herhangi bir kayıt taşımamaktadırlar. Bunlar, aklıselim sahiplerince yapılagelmekte olan adetlerin gereği doğrultusunda cari olan, üstün ahlak ilkelerinin gerekli kıldığı kabilden bulunan şeyler olmaktadır. Dolayısıyla bunlar -akılla bilinmesi imkansız bulunan namaz ve benzeri şeylerin izah ve belirlenmesi dışında- cari bulunan adetlerin iyilerine yapışmak, kötü ve çirkin olanlarından da uzak durmak gibi şeylerdir. Bunların büyük çoğunluğu, o adetlerle ilgili olmak üzere mükelleflerin kendi değerlendirmelerine ve şahsi ictihadlarına havale edilmiştir. Böylece her bir mükellefin, kendince uygun olanı ve o külli güzellikler içerisinden güç yetirebildiği kadarını alabilmesine ve edinebildiği faziletlerle tek olan Yaratıcısına yönelebilmesine imkan hazırlanmış olmaktadır. Namazı farzı ile nafilesiyle Kitap ve sünnetin beyan ettiği şekilde kılmak, muhtaçlara yardımcı olmak, fakirlere, yoksullara maddi destekte bulunmak için şeriatta belirlenmiş bir miktar (oran) aramaksızın infakta bulunmak, sağduyu sahiplerince güzel görünen sıla-ı rahim ilişkilerini sürdürmek ve onların uzak ya da yakın olduklarına bakmamak, komşu haklarına riayet etmek, bütün toplumun, uzak yakın herkesin haklarını gözetmek, insanlar arasında bir ayırım yapmaksızın herkesin arasını bulmaya çalışmak, tartışmaya girmemek ve en güzel yollarla karşılık vermek ... ve daha başka bu saydıklarımıza benzer mutlak bulunan, henüz haklarında bazı kayıtlar getirilmeyen hükümler işte bu kabilden olmaktadır.

Yasaklanmış bulunan münkerat ve fuhşiyat hakkında da durum aynı idi; onların kötülükteki mertebelerine bakılmaksızın hepsinden aynı şekilde kaçınıyorlardı. Onlar (yani ilk müslümanlar), iyi ve güzelolanlara sarılmaya çalıştıkları gibi, kötü ve iğrenç olan şeylerden de uzak durmaya çalışıyorlardı.

 

O dönemlerde müslümanlar bütün gayretlerini ortaya koyuyorlar ve emredilen güzel şeyleri yapmak, yasaklanılan çirkin şeylerden de uzak durmak için var güçlerini harcıyorlardı. Rasulullah'ın [s.a.v.] Medine'ye hicret etmesinden sonra vefatına kadar da bu böyle sürdü. Vefatından sonra ve Tabiin zamanında da aynı şekilde devam etti.

 

Ancak zamanla İslam coğrafyası genişlemiş, insanlar akın akın Allah'ın dinine girmeye başlamıştı. Bunun tabii bir sonucu olarak muamelat konusunda aralarında görüş ayrılıkları doğdu, hakkın beyan edilmesi konusunda kendilerini ilgilendirecek en ince ayrıntıların belirlenmesi gibi istekler belirdi, yahut kendileri için özel hükümlerin uygulanmasını gerekli kılacak hususi haller ortaya çıktı, yahut bazılarından şer'i hükümlere muhalefet veya yasaklanmış şeylerin irtikabı gibi bazı sapmalar gözlendi. Dolayısıyla bu dönemde, sonradan ortaya çıkan bu hallerin gerekli kıldığı tahdidlere, daha önceden mevcut bulunan mukaddimeleri tamamlayıcı mahiyet arzeden ayrıntı hükümlere, vacip ile mendup; haram ile mekruh arasını ayıracak kayıtlamalara ihtiyaç duyuldu. Çünkü ihtiyaç duyulan bu şeylerin çoğu, herkes bir tarafa aklıselim sahibi kimseler tarafındap dahi kavranılıp ortaya konulamayacak mahiyette cüziyyattan olan şeylerdi. Nitekim aynı durum ibadetlerle, kişiyi Allah'a yaklaştıracak olan diğer şeyler ve onların ayrıntıları hakkında da variddi ve aklın bunları belirleme imkanı yoktu. Özellikle de İslam'a giren kimseler artık şeriatı anlama konusunda o ilk (saf Arap) muhataplarla sahip oldukları anlayış gücünden yoksunIardı veya eski cahiliyye adeti üzere bulunuyorlardı ve müntesip olduğu insanlar onu güzel görmekte ve ona yapışmakta idiler, dolayısıyla içinden ona bir meyil besliyordu, halbuki aslında o, öyle de değildi. Aynı şekilde cahiliyye döneminde gördükleri masIahat sebebiyle icra ettikleri fakat en azından o masIahat kadar ya da daha fazla mefsedetin bulaşmış olduğu şeylerde de durum aynıdır. Bütün bunlara ilaveten Allah Teala cihadı farz kılmıştı. Müslümanlar ne zaman ki düşmanlarına karşı güçlü hale geldıler, kendilerinden bütün insanları Hanifİslam milletine davete başlamaları istendi, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamakla emrolunur hale geldiler, işte. o zaman Allah Teala bu meyanda ihtiyaç duydukları herşeyi gayet açık bir şekilde kah Kitap ile, kah sünnetle olmak üzere beyan etti. Böylece mücmel bulunan Mekki esaslar beyan edildi, ihtimaller açıklık kazandı, mutlak ifadelere kayıtlar getirildi, nesh ya da daha başka yollarla umumi esaslar tahsis edildi. Bütün bunlardan sonra geriye kalan muhkem esaslar artık değişmez, bi düz iye kanun, dayanılacak asıl halini aldı ve bu ta Allah Teala yeryüzüne ve üzerinde olanlara varis oluncaya (kıyamete) kadar böyle devam edecekti. Sonradan getirilen bu açıklamalar, kayıtlamalar, tahsise gitmeler ... -Allah'tan bir lütuf ve ihsan olarak- önceden getirilmiş bulunan külli esasların tamamlayıcısı olmuş ve o muhkem esasların üzerine bina edilmişti.

 

Şu halde ilk esaslar bakidir ve onlar ne değişmiş, ne de neshe maruz kalmışlardır. Çünkü onlar hemen her konuda zaruri-külli mahiyetindedir ya da bunlara tabi durumundadır. Nesh ya da beyan ise, ancak ve ancak cüz'i bulunan ve tartışmaya açık olan konularda cereyan eder; külli esaslarda cereyan etmez.

 

Bütün bu arzettiklerimiz, hem Mekke hem de Medine döneminde inmiş bulunan hükümleri bir arada ele alıp değerlendirme yapan kimseler için gayet açıktır. Zira Mekke dönemi ahkamı, nefse zulmetmemek, Allah ve kul haklarına nisbetle emir ve yasaklara son derece bağlılık göstermek esası üzerine kuruludur.

 

Medine dönemi ahkamı ise, genelde olaylar ve yeni gelişmeler üzerine indirilmiştir. Bunlar tartışma ve anlaşmazlıklar doğuracak konularda, ruhsatlar ve hafifletici hükümler getirme, bazı cezalar koyma gibi külliyyatla ilgili olmayıp cüz'iyyat hakkında söz konusu olan şeylerdir. Çünkü külliyyat Mekke döneminde muhkem bir şekilde konulmuş ve yerleşmiştir. Medine döneminde bu tür Cüz'i hükümler getirilirken Mekki külli esaslar eski hali üzere korunmuştur. Bu yüzdendir ki Medine döneminde inen sürelerde bu külli esaslar yer yer tekit ve teyid edilir. Böylece -Allah'a ham d olsun!- şeriat hem külli esasları, hem de cüz'i hükümleri açısından kemale ermiş, ortası, her iki ucuyla birlikte tamamlanmış, eksiği gediği kalmamıştır. Yüce Allah bu meyanda olmak üzere: "Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam'ı beğendim"[Maide 3] buyurmuştur.

 

Fukaha bu iki kısımdan sadece cüz'iyyattan olan hükümlerin açıklanması ve sınırlarının belirlenmesi ile ilgilenmişlerdir. Zira bu hükümler, tartışmalara, çekişmelere, nefsani hazIara, itibara, arızi durumların gereği ile amele açık bulunmaktadır. Bu halleriyle fukaha ictihadlarında sanki, Allah TeMa'nın haram kıldığı ile helal kıldığı şeylerin kesiştiği noktada durmakta ve böylece Allah Teala'nın helal kıldığı alandan haram kıldığı sahaya geçilmesini önlemeye çalışmaktadırlar. Böylece onlar her olaya nisbetle hükümlerin dayanaklarını insanlara belirtiyorlar ve bu şekilde her insana göre farklılık arzedebilecek ve bu yüzden haram ile helM arasındaki ayırıcısının ihlal edebilecek davranışlara girilmesini önlemeye, insanları haram koruluğuna (yasak bölge) düşmekten kurtarmaya çalışıyorlar. Birinin ayağı sürçüp oraya düştüğü zaman, derhaloradan çıkış yolunu ona gösteriyorlar ve her bir cüz'i mesele hakkında böyle yapıyorlar. Onları kah bel kemerlerinden yakalayıp şiddetle çekiyorlar, kah yumuşaklıkla uyarıyorlar, ama hep onları yasak bölgeye düşmekten kurtçırmaya çalışıyorlar. İşte fukahanın ictihadından maksat budur; onların ictihad alanları bu tür cüziyyattır, bütün uğraşıları bu doğrultudadır.

 

Bunun dışında kalan üstün ahlak ilkeleriyle ilgili konulara gelince, gerek iyi olanların işlenmesi, gerekse kötü olanların terki kabilinden olsun fukaha bunların tafsili yoluna gitmemişlerdir. Çünkü bunların etraflıca açıklanmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. Hatta insan çoğu kez bu gibi alanlarda tek başına ne yapacağım kestirebilir. O yüzden bu gibi konularla ilgili hükümleri, bizzat mükellefin kendi ihtiyar ve ictihadına havale etmişlerdir. Zira nasıl yaparsa yapsın, o şekil Şari' Teala'nın emir ya da yasağına uygun düşmüş olacaktır. Bu alanlarda da bazen açıklama gerektirecek durumlar olabilir; ancak bu, o şeylerin helal ile haram noktasını ayırmakta olan sınıra yakınlığı sebebiyle olmaktadır. Fukaha bu gibi konular hakkında işte bu açıdan söz etmişlerdir. Buna göre, bir kimse bu şuurdan ne kadar çok uzakta ise, külli esasların gerekleri alanında da o derece köklü olacaktır.

 

Rasülullah'ın [s.a.v.] vasıflarına ve fiillerine baktığımız zaman, bu iki kısım arasındaki farkı, iki mert eb e arasındaki uzak mesafeyi kolayca kavrayabiliriz. Sahabenin sahip olduğu özellik ve o esasların gereği ile amel etmeleri de öyledir.

 

Ehl-i tasavvuftan meşhur olanlar, işte bu kısım (yani külliyyat) üzerine eğilmişler, Rasülullah'ın [s.a.v.] ve ashabının sıfatlarıyla muttasıf olma konusunda kendi derecelerine ulaşamayan diğer kimselere bu yüzden üstünlük sağlamışlardır. Dünyadan nasibini almış diğerlerine gelince, bunlar muamele, evlenme-boşanma gibi konularda insanlar arasında cereyan etmekte olan cüz'iyyat ve olaylara bakmak ihtiyacım duydular ve onları güçleri miktarınca birinci derecede bulunan esaslara vurdular, yine mecbur kaldıkları zaman onları ikinci derecede olan feri hükümlere uygun olarak icra ettiler ve her konuda muamelelerini bu şekilde yerine getirmeye çalıştılar. Böyle bir çabaya da ancak nadir olarak ve tevfike mazhar olan kimseler ka dir olabilir. Sahabenin muamelelerindeki durum -siyer müelliflerinin ifade ettikleri gibi- işte böyle idi.

 

Dünya ile meşguliyetin artması ve detaylarla fazla ilgilenilmesi sebebiyle zamanla genel esasların gerekleriyle amel etme yok olmaya yüz tuttu ve sonunda onlar tamamen unutulmuş bir hal aldı. Bunun sonucunda onlarla amel etmek isteyen kimse, ailesinden uzak düşmüş garip birinin halini aldı ve "İslam, garib olarak başlamıştır, başladığı gibi garib olarak dönecektir. Gariblere ne mutlu" hadisinin manas'ı altına girmiş oldu.

Özetle diyebiliriz ki, külli esaslara bakma anlamında olan ictihad konusunda çoğunluk halk da, ulema ile kısmen müştereklik arzetmektedir. Cüz'iyyat konusunda yapılacak değerlendirmelere / ictihadlara gelince, bu yetki sadece ulemaya has bulunmaktadır. Şeriatta yapılan istikralar bunun böyle olduğunu göstermektedir.

 

 

FASIL:

 

Hicretten önce müslümanlar, kendi ictihad ve ihtiyatlarının sonucu olarak Mekki teşri'in gereği doğrultusunda hareket ederlerdi ve bu yolda çok büYük mesafe katetmişler ve mutlak anlamda "öncüler" diye isimlendirilmişlerdi. Sonra Medine'ye hicret ettiler ve bu konuda kendilerine Medineli Ensar da katıldı. Böyle böyle, onlar için imanın şu'beleri ve üstün ahlak anlayışının gerekleri tamamlanmış oldu. Onlar dini hayatı yaşarlarken, ayakları temellere sağlamca basmış oluyordu. Dolayısıyla daha sonradan gelen tamamlayıcı unsurlar kendilerine daha kolay gelmişti. Onlar bu özellikleri ile bir ışık halini aldılar ve bu yüzden kendileri hakkında Allah'ın kitabında birçok yerde övgüler indi, onlara senalarda bulunuldu. Rasulullah (s.a.) onların değerlerini yüceltti ve onları dinde önderler kıldı. Bunun sonucunda onlar, şeriatta kendilerine uyulacak, nümune-i imtisal edinilecek üstün bir makama ulaştılar. Hicretten sonra, daha önceki benimsedikleri hallerini bırakmadılar; aksine daha çok çalıştılar ve Mekki ve Medeni teşri'in çizmiş olduğu sınırları beraberce koruyabilmek için daha fazla itina gösterdiler.

 

Medine döneminde gelen ruhsatlar, onları Mekki olan azimetlerden uzaklaştırmadı, Allah Teala'ya itaat yolunda bütün gayretlerini ortaya koymak suretiyle çaba sarfetmekten, eski halleri üzere devam etmekten vazgeçirmedi. Halbuki onlar ruhsatları tercih etmeleri halinde, müsamaha ile karşılanabilirlerdi; buna rağmen onlar Mekki azimet hükümlerini esas aldılar. ''Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder"[Bakara 105]

 

Bu husus göz önüne alındığında şu sonuca varılır: Kim birinci derecede olan esasları benimser ve ashabın yaptığı gibi onlar üzerinden yürürse, ne mutlu o kimseye! Kim de ikinci derecede bulunan esasları kabullenir ve onlar doğrultusunda hareket ederse ne ala, ne güzel! Sofiyye, işte bu birinci derecede olan esaslar üzerinden yürümüş, onların yüklendikleri şeyleri kendileri için lüzumlu görmeyen diğerleri ise, ikinci derecede olan esaslar üzerinden yürümeyi ilke olarak kabul etmişlerdir. Kendisini tamamen Allah'a vermiş (el-munkatı' ilallah) kimselerin durumları ve maruf gidişatları sonucunda elde etmiş oldukları hususlar, işte bu noktadan anlaşılır. Çünkü ilk bakışta onların, kendilerini diğer insanların üstlenmedikleri ve kendilerine şer'an da gerekli bulunmayan şeylerin altına sokmuş oldukları intibaı doğar ve kişi, onların dinde aşırılığa kaçtıkları, nefislerine işkence ettikleri, yükümlü olmadıkları şeylerle kendilerini mükellef kıldıkları, ehl-i şeriatın tuttuğu yolun dışında başka bir yol edindikleri ... düşüncesine kapılabilir. Haşa lillah! Onlar bunu yapmıyorlardı. Onlar tuttukları yollarını, sünnete tabi olma esası üzerine kurmuşlardı ve onlar ehl-i sünnetin ittifakı ile Allah'ın seçkin kulları oluyorlardı. İslam'ın ilk dönemlerindeki müslümanların hali anlaşılır ve nesih kabul etmeyen Mekke dönemine ait nasslar iyi kavranır ve onların davranışları Mekki teşri'e vurulursa, işte o zaman bu insanların sülük etmiş olduğu ve tabi olmaya karşı da aşırı özen gösterdikleri yolun, tefsir mahiyetinde bulunan Medine dönemi teşri'ine ters düşmeyecek bir şekil üzere olduğu anlaşılacaktır.

 

Mesela, onlardan birine, "İki yüz dirhemden ne kadar zekat vermek gerekir?" diye soru sorulsa ve o: "Bizim mezhebimize göre hepsi Allah içindir; sizin mezhebinize gelince beş dirhem vermek gerekir" şeklinde cevap verse, işte bu cevap arzettiğimiz bu yaklaşımdan kaynaklanmış olmaktadır. Çünkü Mekke dönemi teşriinde Allah'a ta at yolunda mutlak olarak infakta bulunma emredilmekte ve bu yolda vacip olan miktar ile, vacip olmayan arası ayırd edilmemektedir. Aksine bu, infakta bulunan kişinin kendi ictihad ve takdirine havale edilmiştir. İnfakın bir kısmının vacip, bir kısmının da vacip olmadığında kuşku yoktur. Bu gibi durumlarda ihtiyat, farklı olan ihtiyaçların giderilmesi ve gediklerin kapatılması için yapılacak olan infakta mübalağa edilmesidir. Öyle ki, bunun sonucunda infakta bulunan kimse gönül huzuruna kavuşmalı ve harcadığının yeterli olduğuna kani olabilmelidir. Bu örnekte kendisine soru yönelten kimse, bizzat kendisini ilgilendiren alanda malın hepsini vermek şeklinde verdiği kendi fetvasını esas almış olmakta ve yapacağı kullukta onu kendisine yol edinmekte, kulluğun gereğini yerine getirmenin, nimete şükrü eda edebilmenin, nefsani hazlarını -Şari' Teala kendisine bunları tanı sa bile- düşürmenin, mahza kulluk ayağı üzerinde durmanın yolunun ancak böyle olacağına inanmaktadır. Böylece -Ş ari' Teala kendisi için ce vaz verse bile- nefsine hiçbir pay bırakmamakta, göklerin ve yerin hazinelerinin Allah Teala'ya ait olduğu inancına dayanmaktadır. Nitekim Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Biz senden bir rızık istemiyoruz; seni rızıklandıran Biziz"[Taha 132]; "Onlardan bir rızık istemiyorum; onlardan beni doyurmalarını istemiyorum"[Zariyat 57]; "Rızkınız da, size vadedilen şeyler de semadadır"[Zariyat 22] Benzeri daha birçok ayet vardır. Bu, güç yetirebilen kimseler için bir çeşit kulluk şeklidir. Böyle bir yolu kendisi için iltizam edinen bir kimse hakkında, onun yoldan çıkmış olduğunu, kulluk konusunda tekellüfe girdiğini söylemek doğru olmaz. Ancak bu meydan herkesin koşuşturabileceği bir alan olmadığından, Medine dönemi teşriinde kayıtlamalar getirilmiş ve zekat mükellefiyeti belirlenmek suretiyle mecburi olarak ifası istenen miktar bildirilmiş ve bundan böyle kesin olarak vacip ve daha azı verilemez olan miktar bu olmuş, diğer kısmı ise yine eskisi gibi mükellefin kendi tercihine bırakılmıştır. Böylece mükellef, isterse geri kalan kısmı caiz olarak tutar, isterse mendup 0larak infakta bulunur. Kimi fazla infakta bulunur, kimi de az; ama hepsi de övgüye layıktırlar. Çünkü onlar Allah Teala'nın çizmiş olduğu sınırı ihlal edip, öteye aşmamışlardır. Durum böyle olunca örnekteki kendisine soru yöneltilen kimse, soru .sorana, "Sizin mezhebinize göre mi? Yoksa bizim mezhebimize göre mi?" diye soru yöneltmiş ve ona göre cevap vermiştir.

 

Bir kısmı da vardır ki, infak konusunda malının hepsini tüketmek noktasına ulaşmaz, bilakis elinde kendisine zekatın vacip olabilmesi için bir miktar bırakır. Buna rağmen o, kasıt bakımından elinde hiçbir şey bırakmayan kimseye muvafık bulunur ve bilir ki, malda zekattan başka da bir hak vardır ve bu hak kesin olarak taayyün etmiş değildir, bu hakkın belirlenmesi için ictihad gerekir. Bu durumda kişi elinde maldan bir parça dahi kaldığı sürece, onun üzerine terettüp eden hakkı belirlemek için ictihad eder durur. Tamamen tükeninceye kadar kendisinde bir emanet gibi onu taşır ya da halkın vekili gibi olur. Bu arada o maldan bizzat kendisinin de faydalanmış olması, durumu değiştirmez.

Bu, sahabenin çoğu kez takınmış olduğu tavır olmaktadır. Onların ellerinde mal tutmaları, sebepleri ortaya koyan Allah Teala'ya itimatlarına ters düşmüyordu. Bu düşünce adet üzere cereyan etmekte olan şeylerde sünnetullaha itibar etme manasına alınıyordu. Birinciye göre, ahkamın kullar üzerinde cereyanı konusunda (dikkate alma babında) adiyyatın herhangi bir meziyeti (etki ve önemi) bulunmamaktadır.

 

Kendi nefsi için bir haz bırakan kimsenin durumuna gelince, bunda bir beis bulunmamaktadır ve bu haliyle o, mübahlar konusunda -vacipleri ihlal etmemek şartıyla- genişlik göstermiş olmaktadır. Mekki hasletlerin her birine bu şekilde bakmak gerektiği böylece anlaşılmaktadır. Eğer böyle yapılırsa, sonucun dediğimiz gibi olduğu anlaşılacaktır.

 

Doğrusu -Allah'u alem!- şudur: Bu kısım ehlinden olanlar, hüküm bakımından kastettikleri ile muamele görürler ve hazIarını elde ederler. Bu onlar için caizdir. ilk iki kısım ise böyle değildir. Onlar, tesebbüb yolu ile almayan, yahut alsa bile kısmet vb. nisbetlerle alan kimselerdir.

 

İTİRAZ: Şu halde fukaha bu esasın gereği doğrultusunda niçin fetva vermiyor?

 

CEVAP: Bu konudaki bakış açısı hususidir; umumi değildir. Şu manada ki, fetva müsteftinin üzerinde bulunduğu hale mebnidir. Burada sözü edilen hal de, kişinin her türlü tasarruflarında Allah için işler, Allah için terkeder olmasıdır. Böylece nefsi için haz talebi düşmüş olmaktadır. Dolayısıyla onun bu hali üzere fetva vermek cevaz halini almıştır. Çünkü o lisanı hal ile şöyle demiş olmaktadır: "Benim halim bu, binaenaleyh halimin gereği ne ise onu bana yükle!" Bu durumda ona mutlaka halinin gereği doğrultusunda yük yüklenmesi gerekecektir. Aynen şöyle: Mesela biri müftiye gelse ve: "Ben sağ elimle avret yerim e dokunmayacağıma dair Allah'a ahdettim" veya "Ben hiçbir kimseden birşey istemeyeceğime; elim, müşrik eline değmeyeceğine dair azmettim ... " dese, tabii ki bu, fazilet sayılabilecek bir iş üzere Allah'a verilmiş bir söz olur. Allah Teala ise bu konuda: "'Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ... "[Nahl 91] buyurmakta ve kitabında, verdikleri söze riayet eden, onları yerine getiren kimseleri övmektedir. Herşeyden el etek çekip kendilerini Allah'a ibadete veren kimselerin durumu da aynı şekildedir. Dolayısıyla -şer'i bir engel olmadıkça- üstlendikleri şeyi yerine getirmeleri, matlup olan şeyler (ahde vefa) zümresinden olur. Hadiste şöyle buyurulmuştur: "Sizden biriniz için daha hayırlı olanı, hiçbir kimseden birşey istememesidir" Ashap o halde idiler ki, birinin kamçısı binek üzerinde iken elinden düşse, hiçbir kimseden onu vermesini istemez, (iner kendisi alırdı). Hz. Osman [r.a.] şöyle demiştir: "Onunla Rasulullah'a [s.a.v.] bey'at ettiğimden beri, sağ elimle edeb yerime asla dokunmadım" Ölüsü arılarca korunan ve müşriklerin eline geçmesine imkan verilmeyen sahabinin durumu bu manada çok açıktır. Zira o, öldürülmeden önce kendisine hiçbir müşrikin dokunamaması için Allah'a ahdetmişti. Bunun üzerine şehit edildikten sonra cesedini arılar korumuş ve hiçbir müşrik cesedine dokunamamıştı.

 

Şu kadar var ki, bu doğrultuda fetva verme işi ancak sofi şeyhlerine has bir durumdur. Çünkü bu tür hal sahipleri ile temas halinde olanlar onlardır. Fukahaya gelince, onlar genelde Şari' Teala'nın kendisine helal kıldığı nefsani hazIarı talep makamında bulunan kimselerle hemhal olurlar ve tabii olarak onların içinde bulundukları halin gereği doğrultusunda fetva vermek zorundadırlar. Mübah kılınmış hazIarın sınırları ise, fıkıh ilminin konusu olmaktadır. Şayet biz farzetsek ki, birisi sual sormak üzere gelse ve hali de geçen şekil üzere bulunsa, bu durumda fakihe gereken şey, o halin gereği doğrultusunda fetva vermek olacaktır. Hal böyle iken, 'Bu, Şari' Teala'nın açıklamasının aksine birşeydir' denemez. Çünkü Şari' Teala, hepsini de açıklamıştır. Şu kadar var ki, bu iki halden birini -ki bu üzerinde durduğumuz kısım oluyor- üstün ahlak anlayışı ve güzel huyların gereğinden saymış, bunları icbari kılmamıştır. Zira bunlar esasta tercihe bırakılmış bulunan şeylerdendir. Genellik arzeden diğer kısım ise böyle değildir; onlar herkes için mecburidir. Bu da -fukahanın üzerinde söz ettiği diğer hususlar gibi- fetvanın onlar doğrultusunda verilmesini gerekli kılmaktadır.

 

SORU: Sözü edilen kısım madem ki bağlayıcı değildir, o zaman fetva niçin o şey üzere bağlayıcı tarzda verilmektedir?

 

CEVAP: Onunla, su al soranı kazaen ve mutlaka o şekil üzere sorumlu tutmak anlamında bağlayıcı tarzda fetva verilmemektedir. Burada verilen fetva, halinin gereği olarak, müftinin, kendisini o fetva ile ilzam etmesini ister konumda olması hasebiyledir. İlzamın aslı, şer'an ma'mülun bihtir. Onun aslı, bakmak ve teberru mahiyetindeki tasarruflarda ah de vefa göstermektir. Üstün ahlakla ilgili şeylerden bazıları vardır ki lazımdır; mesela talak sırasında kadına müt'a vermek böyledir. "Sizden biriniz, komşusunu, (bitişik nizam ev yaparken) hatılını duvarı üzerine koymaktan asla engellemesin" hadisinde sözü edilen husus da böyledir. Resulullah [s.a.v.] ashabına bu yolda muamele eder ve onları bu şekildeki davranışlara sevkederdi. Yiyecekleri azalması halinde Eş'arilerin yapmış oldukları örnek davranışları; "Kimin yanında fazla malı varsa, onu hayvanı olmayana versin ... " hadisi; "Hayır işlemeyeceğine dair Allah'a yeminde bulunan da kim?!'' buyurması, ashabından bazısına, alacaklı olan kimseye borcun yarısını düşürmesini işarette bulunması bu kabilden örneklerdendir. Yüce Allah, Hz. Ebu Bekir'in Mistah'a yardımı keseceğine dair yemin etmesi üzerine: "İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dair yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler, Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?"[Nur 22] ayetini indirmiştir. Hz. Ömer de bu şekilde davranmış ve Muhammed b. Mesleme'nin arazisinden su geçirilmesine hükmetmiş ve karşı gelmesi üzerine de ona: ''Vallahi, karnın üzerinden de olsa mutlaka bu su oradan geçirilecek" demiştir. Bu kabilden daha pek çok örnek vardır. Bundan daha husus! mahiyette olanı, vera' (takva) sahibi kimselerin, kişilerin sahip oldukları vera' makamına uygun olarak fetva vermeleridir. Buna şu bir örnektir: İmam Ahmed b. Hanbel'e bir kadın gelir ve sultanın ışığından istifade ile yün eğirmenin hükmünü sorar. İmam kendisine: "Sen kimsin?" der. Kadın, kendisinin Bişr b. el-Hafi'nin kızkardeşi olduğunu söyleyince, ona, o ışık altında yün eğirmeyi terketmesini söyler. Olay mana olarak böyledir. Mutarrif, bu manada İmam Malik'ten söz ederken şöyle demiştir: "İmam Malik, (ağırlığından dolayı) diğer insanlara yani avama vermediği fetvalar doğrultusunda amel eder ve: 'Böyle olmadıkça, terkettiği zaman günaha girmeyeceği şeyleri işleyerek ihtiyatlı davranmadıkça alim, alim olamaz' derdi" Onun sözü böyle. Bu meyanda ulemaya ait sözler, onlardan yapılan rivayetler çoktur. Allah'u alem!

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

İKİNCİ TARAF: FETVA