EL-MUVAFAKAT  *ŞATİBİ*

 

GENEL OLARAK DELİLLER / a) Delillerle ilgili külli esaslar /

ON DÖRDÜNCÜ MESELE:

 

Delillerin mahallerine nisbetle hükümleri ortaya koyması (iktiza) iki şekildedir:

 

a) Asli iktiza: Bu delalet şekli, arızi durumların ortaya çıkmasından önce asli olarak ortaya konulan delalet şeklidir. Bu durumda, tabi ve tali unsurlar (arızi durumlar) dikkate alınmaksızın soyut olarak delilin mahalle delaleti söz konusudur. Mesela, avın, alış-verişin, icarenin ... mübahlığına; nikahın sünnetliğine, zekat dışında kalan diğer sadakaların mendupluğuna vb. hükmetmek gibi.

 

b) Tabi iktiza: Mahal için söz konusu olan tabi ve tali unsurların da dikkate alınarak hükme varılması. Mesela, nikahın, kadınlara karşı (aşırı) bir arzusu bulunmayan kimse için mübah, zinaya düşme korkusu taşıyan kimse için vacip olduğuna; eğlence kasdı ile yapılan avın mekruhluğuna; ortada hazır yemek varken ya da sıkışık vaziyyette iken namaz kılmanın mekruhluğuna hükmetmek gibi. Kısaca, harici bir unsurdan dolayı asli hükmü değişen herşey bu tür delaletin bir gereği olmaktadır.

 

Amaçlanan şeyortaya çıktığına göre şimdi şöyle bir soru sorabiliriz:

İstidlalde bulunurken, acaba asli hükmü gerektiren delil ile yetinmek yeterli midir? Yoksa tabi ve tali (arızi) unsurların da dikkate alınması gerekecek ve böylece mutlaklığı gerektiren delilonları dikkate almayı gerektiren delillerle kayıtlanacak mıdır? Bu, üzerinde düşünülmesi ve tafsile gidilmesi gereken bir konudur.

 

Delili kullanan kimse ya onu fiili durumdan (vakı') soyutlayarak tek başına ele alır; ya da öyle yapmaz. Eğer soyut olarak ele alırsa, istidIali sahihtir. Yok, onu mı durum kaydı ile birlikte ele alırsa sahih olmaz. Şöyle ki: Delili fiili durum (vuku) kaydı ile birlikte ele almak, onu belli bir dayanağa (menat) oturtmak demektir. Hükmün dayanağının tayini -pek çok olaylarda- talı (arızI) unsur ve kayıtların bulunmasını gerektirir ki, mükkellef onların tayin edilmemesi durumunda bunlara (ihtiyaç) hissetmez. Mükellefin (yokluğunu) hissetmeyeceği birşeyi beyan etmek de gerekmeyecektir. Zira buna ihtiyaç yoktur. Dayanağın, istidlal sırasında dikkate alınmasına ihtiyaç duyulan bir unsurla birlikte olması hali ise böyle değildir ve o takdirde mutlaka onun dikkate alınması gerekir.

 

Mesela: "İnananlardan oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler birbirine eşit değildir''[Nisa 95] ayeti ilk kez indiğinde, asli hükmü ortaya koymuş oluyordu. Bu hüküm önceden belli kudret ve emre uyma imkanından oluşan aslı dayanak (menat) üzerine oturtulmuştu. Özürlü olanların hükmü inmemişti. Özürlü olan kimse netliğe ulaşamayıp, eşit olmayacağı bildirilen hükmün özürlü özürsüz bütün oturanları kapsadığını zannedince korkuya kapılmış ve bu konuda ruhsat olup olmadığını sormuştur. Bunun üzerine de "özürsüz olarak ... " kaydı inmiştir. Bir başka örnek: Hz. Peygamber [s.a.v.] ahiret alemi ile ilgili bir esası belirtmek üzere: "Kim hesaba çekilirse azap görür" buyurunca, Hz. Aişe, Yüce Allah'ın: "Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ... ''[İnşikak 8] ayetinin manasını sorar. Çünkü bunu hadisin genel kapsamı altına sokmak kendisine müşkül gelmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber [s.a.v.] ayette söz konusu kolay hesabın "arz" olduğunu, hesaba çekilme olmadığını belirtmiştir. Bir üçüncü örnek: Hz. Peygamber [s.a.v.] bir hadislerinde: "Kim Allah ite karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever; kim de Allah ile karılaşmadan hoşlanmaz ise, Allah da onunla karşılaşmadan hoşlanmaz" buyurmuştu. Hz. Aişe, buradaki hoşlanmamadan maksadın ne olduğunu ve onun ölüme karşı cibilli olarak duyulan hoşlanmama hali olup olmadığını sordu. Hz. Peygamber [s.a.v.] de: "Hayır" buyurdu ve böylece maksat olan hoşlanmama . halinin dayanağı ortaya çıktı. Bir dördüncü örnek: Yüce Allah normal halleri dikkate alarak: "Allah için namaza durun (kıyam edinr [Bakara 238] buyurmuştur. Kıyam hükmüne normal hal dışında başka bir mahal (menat) ki hastalık oluyor- arız olunca Hz. Peygamber [s.a.v.] bunu (attan düşüp de) böğrü incindiğinde hem söz ile hem de fiil ile açıklamıştır. Başka bir örnek: Hz. Peygamber [s.a.v.]: "Ben ve yetimin işlerini üstlenen, cennette (şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek) şöyleyiz" buyurmuştur. Sonra üzerinde düşünülmesi gereken başka bir durum söz konusu olduğunu görünce, Ebu Zer'e: "Sakın ola ki, yetim malı idaresini üstlenmeyesin!" buyurmuştur.

 

Bu türden örnekler sayılmayacak kadar çoktur. Şeriatta yer alan bu tür örneklerin istikraya tabi tutulması sonucunda, bu izahın doğruluğunu ifade eden kesin bilgi elde edilmektedir. Bu durumda mesela genel bir hükmün indiği farzedilse, sonra da onu işiten her bir kimsenin o genel hükmün gereğini kendisine nisbetle yerine getirdiği öğrenilse, buna verilecek cevap bu kaide doğrultusunda olacaktır. Aynen şunda olduğu gibi:

Hz. Peygamber [s.a.v.] sahabilerinden birisine şunu tavsiye ederken, bir başkasına daha başka birşeyi tavsiye etmiştir. Mesela birine (en hayırlı amel hakkında) "Rabbim Allah'tır, de sonra da dosdoğru ol!'' buyururken, bir başkasına "Kızma!'' buyurmuştur. Öbür taraftan Allah yolunda harcamaya teşvik ettikten sonra (Ebu Bekir gibi) bazı sahabilerinden malının tümünü sadaka olarak kabul ederken; kiminden yarısını kabul etmiş, kimisinin getirdiği malları da iade etmiştir.

 

 

FASIL:

 

Menatı (yani hükmim bağlandığı yeri) belirleyen yerler vardır:

 

1. Hükümlerin ortaya konmasını gerektiren esbab-ı mucibe. Bir ayet ya da hadis bir sebep üzerine gelmiş ise, bu durumda delil o sebebe göre ve gerçekleşen tam beyan doğrultusunda gelecektir. Ayette: "Allah nefsinize güvenemeyeceğini biliyordu; bu sebeple tevbeleriniz kabul edip sizi affettti; artık onlara yaklaşabilirsiniz"[Bakara 187] buyurulmaktadır. İnsanlar oruç gecesinde kadınlarına yaklaşmama konusunda kendilerine güvenemiyorlardı; bu yüzden ayet gelerek daha önce kendilerine yasak olan şeyi mübah kıldı. Böylece o vakitte bu fiilleri yapmış olmalarının kendilerine bir hiyanet olmaması amaçlandı. "Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil hoşunuza giden başka kadınlarla ... evlenin''[Nisa 3] Bu ayet de, adaletle davranamama korkusu üzerine inmiştir. Benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hadiste de: "Kimin hicreti Allah ve Rasulüne olursa; onun hicreti Allah ve Rasulünedir ... " Bu hadiste hüküm, sebep hicret olduğu için hicret örneklemesi ile gelmiştir. Başka bir hadiste: "Vay, ateşte yanacak topuklara!'' buyrulmuştur. Halbuki, topuk dışında kalan diğer uzuvlar da hükümde aynıdır. Ancak, hadiste abdestte yıkanması gereken yerleri tam yıkama konusunda ihmal göstermenin sonucunu belirtmeye, topukların ihmali sebep olmuştur. Bu tür örnekler çoktur.

 

2. Bazı mahallerin (menat) hükme dahil ya da hükümden hariç olduğunun sanılması; aslında ise öyle olmaması. Birincinin örneği daha önce geçen "Kim hesaba çekilirse azap görür" hadisi ile "Kim Allah ile karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever; kim de Allah ile karılaşmadan hoşlanmaz ise, Allah da onunla karşılaşmadan hoşlanmaz" hadisidir. İkinciye örnek, Hz. Peygamber'in [s.a.v.] "Seni çağırdığımda bana cevap vermenden alıkoyan ne idi? Halbuki bana gelenler içerisinde: 'Sizi çağırdığında Allah'a ve Resulüne icabette bulunun'[Enfal 24] emri bulunmaktadır" hadisi ya da bu manadaki sözüdür. Sahabi çağrıya rağmen namazını bozmamıştı. Çünkü içinde bulunduğu bu hali, ayetin kapsamadığını zannediyordu.

 

3. Hitap edilen lafzın, başlangıçta maksat anlaşılamayacak şekilde mücmel olması ve bu durumda mükellefin amel sırasında açıklamaya ihtiyaç duyması. Bu mücmellik bazen bütün mükellefler için, bazen de sadece bazıları için söz konusu olur. Genelolup herkes için mücmellik arzedene örnek: "Namazı ikame edin". "Size rızık olarak verdiklerimizden harcayın" gibi ayetlerdir. Çünkü ilk etapta bunlardan neyin maksat olduğu anlaşılamamaktadır. Daha sonra ise, Hz. Peygamber'in sözlü ve fiili tasarrufları gelmekte ve bunları açıklamaktadır. Hususilik arzeden kısma örnek olarak da Adiy b. Hatim'in durumunu verebiliriz. Bu sahabi imsak vaktini belirten ayette[Bakara 187] geçen beyaz iplik ve siyah iplik ifadelerinden gerçek ipliği anlamış ye yastığının altına biri beyaz diğeri de siyah iki iplik koyarak onlara bakmış ve birbirinden ayırt edilinceye kadar yiyip içmeye devam etmişti. Onun bu anlayışı yüzünden de ayete "tan yerinde" ilavesi inmişti. Yine aynı sahabinin "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ... Rableri olarak kabul ettiler"[Tevbe 31] ayeti hakkındaki sorusu da bu şekildedir. İbn Ömer'in karısını hayızlı iken boşaması olayı da bu kabildendir. Bunun gibi daha pek çok örnek vardır.

 

Bu ve benzeri hükmün bağlandığı yerlerin (menat) belirlenmesini gerektiren yerlerde, her olaya nisbetle mutlaka delilin fiili duruma (vakı') uygun olarak ele alınması gerekmektedir.

Eğer ortada bir belirleme durumu yoksa, bu durumda delilin vukuu farzedilen fiili duruma uygun olarak ele alınması sahih olduğu gibi asli iktiza üzere delalet eden delilin gereği olarak onu ayrıca ele almak da sahihtir. Taayyün etmeyenin mutlaka tabi unsurlarının dikkate alınması gerekecektir. (?) Bu durumda şöyle deriz: Alime, vuküu sırasında tabi uıisurları ve belli bir keyfiyeti olan bir durum hakkında soru sorulduğunda, onun ancak fiili duruma göre cevap vermesi sahih olacaktır. Eğer böyle yapmazsa, hükmü sorulan mahhalli (menatın) dikkate almadığı için hata etmiş olur. Çünkü ona muayyen bir mahal (menat) hakkında sorulmuştur; fakat o, belli olmayan mahalle (menata) göre cevap vermiştir.

 

İTİRAZ: Muayyen olmayan menat (hükmün bağlandığı yer), muayyen menatı da içine alır. Çünkü o, ammın cüzlerinden biridir; ya da mutlaktan bir mukayyeddir.

 

CEVAP: İtiraz yerinde değildir. Çünkü farzedilen durum farklıdır. Burada sözü edilen konu, arızi durumların ortaya çıkması sebebiyle amm olan menattan farklılık arzeden hususi bir menat hakkındadır. Nitekim örnekleri geçti. Eğer birbirlerinden farklı olmadıkları farzedilecek olursa, o zaman verilecek cevap husüsi menata uygun olarak vukü bulacaktır. Bunun örneği aynen şunu soranın durumuna benzemektedir: "Şu sikke dirhemin, aynı ağırlıkta şu sikke dirhem karşılığında veya sikke olarak basılmış gümüşün aynı ağırlıkta sikke halinde olmayan gümüş karşılığında satılması caiz midir?" Soru sorulan kişi buna şöyle cevap verir: "Dirhem, dirhem karşılığında eşit olarak satılır. Kim artırırsa ya da taraflardan biri diğerinden fazla olursa, o zaman riba olmış olur." Böyle bir cevapta, ifade edilen esas ile sorunun cevabı verilmiş olmaz. Zira onun şöyle demesi mümkündür: "Sorduğun şey riba kabilinden midir, yoksa değil midir?" Ama soruyu soran: "Dirhemi ağırlığı, sikkeliği ve ayarı aynı olan dirhem karşılığında satmak caiz midir?" dese de, o da aynı şekilde cevap verse o zaman -soruyu soran kimse, iki dirhemin her yönden birbirinin aynı olduğunu bildiği için- maksat has ıl olurdu; ancak arz (?) yoluyla. Gümüşün gümüş karşılığında satılışı sorulsaydı da, o yine bu cevabı verseydi, yine isabet etmiş olurdu. Çünkü bu durumda soru, sadece mutlak menat hakkında sorulmuştur ve o da asli iktiza doğrultusunda cevap vermiştir. Bu halde iken, durumu fiili vaziyete göre tafsil edecek olsaydı, o da caiz olacaktı ve bu durumda pek çok farazi şekil muhtemelolacaktı. Fıkhi mesail hakkında detaylara giden ve geniş açıklamalar yapan musanniflerin tutumu da bu olmaktadır. Bu yüzden de tedvin edilen eserlerin hacimleri alabildiğine büyük olmuş, fıkhi mesail sayıca iyice kabarmıştır. Ancak hikmet gereği olmak üzere, alim soruya, sorunun çerçevesini dikkate alarak cevap vermelidir. Dolayısıyla eğer muayyen olmayan men at hakkında sormuşsa, asli iktiza doğrultusunda cevap vermelidir; muayyen menat hakkında sorarsa, o zaman da mutlaka fiili durumu dikkate almalıdır. Böylece ihtiyaç duyulan her hususa açıklık kazandırılmış olsun. Kur'an ve Sünnette mevcut bulunan hüküm ve fetvalar üzerinde düşünen kimse, onların bu esasa uygun olduklarını görecektir.

 

Tevfik ancak Allah'tandır.

 

Sonraki sayfa için aşağıdaki link’e tıkla:

 

b) Bunlarla karşılaşılan özel durumlar (AVARİZU’L-EDİLLE)